Her şeyin yeni başladığı yıllarda, başka bir hayat da başlıyordu; Cumhuriyet kurulmuş, ekonomi, eğitim, sağlık, barınma, beslenme yeniden yol alıyordu. İşte o dönemde bir Rahmi Bey vardı, eşraftan. Başarılı, çapkın, çok evli ve çok çocuklu. Bir ayağı İstanbul’daysa bir ayağı Suriye’de, bir bakmışsınız bir kasabada, bir bakmışsınız Samsun’da, belki Ankara’da, belki Eskişehir’de. Demiryolcuydu Rahmi Bey. Çocuklarının arasından Avni ve Aliye tiyatrocu oldu, pek istemese de. Birileri lâf eder diye çekiniyordu, yoksa pek de umurunda olduğu söylenemezdi… Soyadı Kanunu çıkınca Dilligil hem aile geleneğini yaşatmak hem de farklı olduğu için. Avni, tiyatroya gönül vermişti ve Fransa’ya da gitti ideallerinin uğruna. Döndükten sonra Aliye’yi de yanına aldı.
…ve Aliye tiyatrocu oluyor
“Temaşa sanatı” denen tiyatro, kazandırsa da pek muteber görülmediği için belli bir kararlılık gerektirir. Mahalle baskısı bir yandan, öyle ya “Müslüman Mahallesinde salyangoz mu satılır”, gelecek kaygısı öbür yandan, oyunun tutması gerekir ki hayat sürsün… Tüm zorlukların farkında olan Avni Dilligil, sadece Aliye Dilligil’e değil, diğer kardeşlerine de bu sevgiyi aşıladı zaman içerisinde.
Koşullar tiyatroyu zorladığında sinema yetişti imdatlarına…
Avni evlenmişti, Aliye evlenecekti… Metin Erksan, Fakir Baykurt’un ünlü romanı “Yılanların Öcü”nde, Irazca rolünü Aliye’ye verdi ve yolu açıldı dik başlı, kararlı kadının.
Filmlerde dublaj (o yıllarda filmler sessiz çekiliyor, stüdyoda tiyatrocular tarafından seslendiriliyordu, dublaj o seslendirme işine verilen ad) yapan, tiyatroda da oynayan Zihni Rona ile evlenince, Aliye Dilligil, Aliye Rona olmuştu. Aslında daha önce biriyle evlilik aşamasına gelmiş bile olsa, Aliye, özgüveni ve kimseye ödün vermediği için ayrılmıştı. Tabii, önce çocuk diyemediler, bir ev almaları, uzakta (o zaman Avni İzmir’de, Aliye’de onun yanındaydı) yaşamaktan kurtulmaları gerekiyordu. Sonra da zaten çocukları olmadı.
Sinemanın büyüsü…
Aliye Rona, sinemada başarılı oldu, aranan, sevilen bir oyuncuydu. Gür kara saçları (sahi, o da başka bir ayrıntı, saçlarınızın güçlenmesini istiyorsanız ama kitaptan okumalısınız) kara kalın kaşları, sert hatlı yüzü ile tam bir Anadolu kadınıydı. Zaten Yılanların Öcü de Anadolu’da çekilen ender filmlerden biriydi. Çarşıda, pazarda kadınlarla konuşan Aliye, hem telaffuz öğrenmiş hem uygun giysiler seçmişti.
Setten sete koşan, ama bu arada evliliği biten, sevgili arkadaşıyla ayrı ama birlikte, mutlu mesut yaşayan Aliye’nin peşinden Avni Dilligil de sinemaya adım attı. Kardeşlerinin biri yazar oldu, biri gazeteci, diğeri farklı bir iş tuttu ama hepsi de sanatın içindeydi. Evlilikler sonrası soyadları değişenlerle birlikte o kadar çok “Dilligil” var ki, hâlâ aranan, sevilen.
Sanat ve demokrasi…
Avni Dilligil, İzmir’de oyuncularına, hem mizansen verirken hem de kostümlerini anlatırken, “Tiyatroda demokrasi olmaz. Yönetmen nasıl istiyorsa sahneyi o şekilde oluşturur” deyince, Aliye o çok sevdiği saçlarının topuz yapılmasına ses çıkaramamış, ama sinema seyircisinin aklına topuz yapılmış saçlarıyla kazınmıştı. Sonraları sinemada da tiyatroda da demokrasi gelişti; çünkü iki sanat da bireysel değil ekip işiydi. Tabii ki yönetmenin dediği olacaktı, ama görüş ve öneriler karşısında esnek olunmalıydı.
Ayine Rona, özellikle işletmeci yapımcıların (Ülkü Erakalın örneği yer alıyor) yaptıklarından sonra uzaklaşmıştı sinemadan. Tanıdığı iki oyuncunun da bulunduğu ekiple “Berlin in Berlin” son filmi oldu.
Bir Aliye Rona Vardı
Arın Dilligil Bayraktaroğlu
Yaşam öyküsü
Remzi Kitabevi, Ekim 2024, 183 s.
(28 Kasım 2024)
Korkut Akın
[email protected]