Son dönemde beni en çok etkileyen yapımlardan birinin adını (Decision To Leave) hayranlıkla izlediğim ve biraz gecikmeli de olsa sinemalarda yeni gösterime giren bir başka film, Martin McDonaugh imzalı ‘The Banshees of Inisherin’ hakkında kaleme aldığım yazımın başlığı olarak kullanmak istedim. İrlandalı ebeveynlerden Londra doğumlu yönetmenin baba ocağı güzel ülkenin eşsiz peyzajını fon aldığı son filmi kederli bir ayrılık kararı üzerinden gelişiyor çünkü. İrlanda’nın az nüfuslu adacıklarından birinde yaşayan altmışlı yaşlardaki Colm Doherty (Brendan Gleeson) bu ücra coğrafyada en iyi dostu olmuş kendinden daha genç Pádraic Súilleabháin‘e (Colin Farrell) bundan böyle kendisi ile görüşmek istemediğini bildirdiğinde, daha net sözlerle ‘seni artık sevmiyorum’ dediğinde Pádraic şaşkınlıkla durumu sorgulamaya başlar. Öyle ya her gün öğleden sonra tam saatinde evinden aldığı ve köyün tek kıraathanesinde siyah biraları arka arkaya devirdiği, şakalaşıp hoşça vakit geçirdiği can arkadaşı hangi nedenle kendisinden uzaklaşmıştır. Yıllanmış dostuna karşı bir garezi olmayan Colm’un gerekçesi çok açıktır: kendisine 12 yıl daha ömür biçmiş yaşlanmakta olan adam, kalan vaktini varoluşunu anlamlı kılacak uğraşlara adama derdindedir. Yakın arkadaşının merkebi ile ilgili şakalarını dinlemek yerine, gelişigüzel çaldığı kemanı ile bestelemeye çabaladığı folk şarkılarını bırakmak ister ardında.
Colm’u belki de en iyi anlayabilecek kişi Pádraic‘in kız kardeşi Siobhán (Kerry Condon) olacaktır. Naif erkek kardeşine sevgi ve şefkatini vermiş olan genç kadın, zekâsı, empatisi ve içinde yaşadığı dar çevreye olan birikmiş öfkesi ile adayı terk ederek anakaraya yerleşme kararı alma arifesindedir. Kısır bir döngü içinde kendi basit hayatından mutlu olan Pádraic ise olan bitene isyan içindedir. Yeni bir arkadaş bulma dürtüsüyle bölgenin en garibanı, köy polisi babasının taciz ettiği genç Dominic (Barry Keoghan) ile yakınlaşmaya çalışır. Alnının ortasına çöken hüzün üçgeni derin bir öfkeye, giderek eski dostundan nefrete dönüşmekte gecikmeyecektir.
Oyunları ülkemiz sahnelerinde de büyük ilgi görmüş 1970 doğumlu McDonaugh, Farrell ve Gleeson ile ilk kez çalıştığı 2008 yapımı ‘In Bruges’ kısa süre içinde unutulmazlar arasına girmişti. Bizde de gösterime giren ‘Yedi Psikopat’ın ardından çektiği Oscarlara boğulmuş 2017 yapımı ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’ ile kendisine bağlanan umutları boşa çıkarmayan mükemmel bir filme daha imza atmıştı. Venedik Film Festivali’nden iki oyuncusu (Farrell ve Condon) ödülle dönen, 9 ana dalda Oscar adayı olan dördüncü uzun metrajında bir kez daha usta işi bir karakter analizine girişiyor. Kendisinden Londralı İrlandalı olarak söz ederken milliyetçiliğe uzaklığının altını çizmekten geri durmuyor bu arada. Nitekim tam 100 yıl öncesinin anakarasında bombalar altında iç savaş hengamesi yaşanırken suyun öte yanındaki uzak adacıkta yaşananlar üzerinden varoluş umutsuzluğuna çare arayan karakterleri aracılığıyla insanoğlunun temel evrensel meselesine parmak basmak asıl amacı.
52 yaşındaki yönetmen pandemi döneminin kıstırılmışlığı içinde bu meseleye fazlaca kafa yormuş. Sözcüsü konumundaki Colm vasıtasıyla günleri sayılı ömrümüzde ‘başkalarına ne ölçüde borçlu olduğumuz’ ve de ‘onları kırıp dökmeden kendi varoluşumuza nasıl hizmet ederiz’ benzeri soruların yanıtlarının peşine düşmüş, filmin hikâyesi de bu şekilde ortaya çıkmış. Her ne kadar yazarın tanınmış oyun stilini anımsatıyor olsa da, her karakterin kendi öyküsünün lokomotifi olduğu özgün bir senaryodan yola çıkmış. Oyunlarının yalnızca sahnede yorumlanması ve filme alınmaması konusunda hassas olduğunu bildiğimiz sinemacı, filmlerinin sahne oyunlarından çok daha kalıcı olduğunda ısrarlı. Herhangi bir romantik aşk ayrılığının ötesinde gelişen bir platonik kopuşu İrlanda takımadalarının enfes manzarasını fon alarak anlatırken, kumaşı farklı Colm’un evini engebeli ve çamurlu Achill adasına konumlandırmış, donanımsız naif arkadaşının mekânı için ise Inishmore adasının düzlüklerini seçmiş. Değişmez bestecisi Carter Burwell’in arp ve çanlar eşlikli nefis müziğinin eşliğinde 4 mükemmel oyuncusunu büyük bir ustalıkla yönetmiş. Filmin özgün adına gelince, ‘Banshee’ adı İrlanda folklorunda geçen ve tiz çığlıklarıyla bir aile ferdinin öleceğini haberleyen dişi ruhlardan alınmış. Sheila Flitton’ın hayat verdiği köy sakini eksantrik Mrs. Mccormick bu özgür dişi ruhun ete kemiğe bürünmüş halinden başkası değil. ‘Inisherin’ ise McDonaugh’nın bir önceki filminde Missouri eyaletine bağlı Ebbing kasabası gibi kurgu bir mekân. Filmin özgün adını yaratırken her iki kelimenin ses yinelemesinden (aliterasyon) yararlanmak istemiş belli ki. Ülkemizde özgün adının korunarak, filme Türkçe bir isim yakıştırılmamasının nedeni bu olsa gerek.
(04 Şubat 2023)
Ferhan Baran
[email protected]