Bir kadının özgürleşme hikâyesini anlatan Sibel filminin başrolünü “Sen Aydınlatırsın Geceyi”, “Bornova Bornova”, “Deniz Seviyesi” ve “Ayla” filmlerinden de tanıdığımız Damla Sönmez üstleniyor. Kuşköy’de yaşayan ve ıslık diliyle konuşan 25 yaşındaki Sibel’in, ormanda bir yabancıyla karşılaşmasının ardından yaşadığı değişimi anlatan film, Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin üçüncü uzun metrajı.
Filmde Damla Sönmez’e, Emin Gürsoy, Erkan Kolçak Köstendil, Elit İşcan ve Meral Çetinkaya eşlik ediyor.
22 yaşında “Bornova Bornova” filmiyle Altın Portakal, 27 yaşında “Deniz Seviyesi” filmiyle Altın Koza sahibi olan Sönme, Sibel filmindeki muhteşem performansıyla da 25. Uluslararası Adana Film Festivali, 55. Ulusal Yarışma, 6. Muret Film Festivali’nde (Fransa) ve Londra Film Haftası’nda En İyi Kadın Oyuncu ve 20. Eskişehir Film Festivali’nde Yılın Performansı ödüllerinin sahibi oldu.
Giresun’un Çanakçı ilçesine bağlı Kuşköy’de çekilen film için hiç ıslık çalamazken bu dili öğrenen, muhteşem ve bir performans ile oynayan Damla Sönmez’le filme hazırlık sürecini, çekimler sırasında yaşadıkları komik olayları, kadınların ve toplumda yanlış algılanan bireylerin sorunlarını konuştuk.
Bu film projesi size nasıl geldi?
Biz filmin yönetmenleriyle Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’yle filmi çekmeye başlamadan iki buçuk yıl önce tanıştık. Onların zaten aklındaymış bu proje birkaç yıldır. 10 yıl önce Dünyanın Dilleri diye bir kitap alıyorlar. Orada bir paragrafta bu kuş dilinden bahsediyor. Ve işte yıllar sonra Guillaume Türkiye’yi gezerken köyü merak ediyor ve oraya uğramaya karar veriyor. Birkaç yıl boyunca gidip geliyorlar. Köydeki herkesle arkadaş oluyorlar. Hatta filmde Sibel’in odası onların oraya gittikleri zaman kaldıkları oda. Sonra bunu bir proje haline getirmeye karar verdiklerinde Mars Yapım’dan Marsel Kalvo ile iletişime geçiyorlar. Marsel Kalvo da beni aradı. Fransa’dan gelen 2 yönetmen var. Bir film için seninle görüşmek istiyorlar diye. Buluştuğumuzda ellerinde beş cümle vardı filmle ilgili. İşte Giresun’da böyle bir köy var. Sibel diye muhtarın kızı var ve sadece ıslık diliyle anlaşıyor. 25 yaşına gelmiş, hiç talibi yok. Sadece ıslık diliyle anlaştığı için, dilsiz olduğu için köylü tarafından eksik ve engelli olarak kabul ediliyor. “Bu kızın kendini bulma, kendini keşfetme, özgürleşme hikâyesi.” dediler. Hemen “Tabi ki çok isterim” dedim. Bir de bu tip kadın hikâyeleri çok çıkmıyor karşımıza. “Ama ıslık çalmayı bilmiyorum ben.” dedim. Onlar da dediler ki “Tamam biz senaryo üzerinde çalışıyoruz, zaten sen de ıslık çalış”. “Tamam.” dedim. Babam çok iyi ıslık çalar benim, onunla çalıştık bir süre. Çağla ve Guillaume ile sürekli iletişimde kaldık. Onlar bana bir takım görseller, okumam gereken metinler gönderiyorlardı. Orasıyla, Sibel’in içinde bulunduğu psikolojik durumla ilgili. Ben gece ikide, üçte ses çıkardıkça ıslık videoları, sesli mesajlar gönderiyordum onlara.
Daha sonra senaryoyu gönderdiler. Senaryo beklediğimden de müthiş geldi. Böyle bazı hikâyeler var, okurken izliyor gibi olursunuz zaten sesini duyarsınız. Öyle bir tecrübeydi benim için ilk senaryoyu okumak.
Senaryo geldikten sonra tekrar çalışmalara başladık. Filmi çekmeden 3 ay kadar önce ben köye gidip gelmeye başladım. Islık çalabilmeye başlamıştım artık. Orada Orhan Civelek diye bir ıslık hocam oldu. Orhan bey zaten köyün çocuklarına bu dili öğretiyor. Çünkü dil aslında doğa şartları çok çetin olduğu için, haberleşmek için kullanılan bir dil. Ama cep telefonlarının hayatımıza girmesiyle birlikte biraz biraz unutulmaya başlamış köyde. Yeni jenerasyon çok fazla bilmiyor. Biz filmi çektikten sonra kurs açtılar tekrar ilkokul çocuklarını eğitmek için. O çok güzel bir gelişme oldu.
Son 1 ay kala dövüş sahneleri ve ormandaki aksiyon sahneleri için kişisel antrenör ile çalışmaya başladık. Çünkü gerçekten çok çetindi doğa. Düz yolda koşmak, yürümek gibi değil hakikaten orada yaşıyormuş gibi, orası evim gibi davranmam gerekiyordu. Sonra da çekimlere girdik.
Çocukluğunuzda ıslık çalabiliyor muydunuz? Senaryoyu görünce korktunuz mu peki?
Korkmadım. Şöyle, biraz korktum ama mesleğimin bu tarafını çok seviyorum. Yani asla yapamayacağınızı düşündüğünüz şeyler yaptırıyor size. Yıllar önce Şubat dizisinde ateş çevirir misin dediler? Çalıştırırsanız çeviririm dedim. Sonra ateş çevirdim. Küçükken babam bana ıslık öğretmeye çalışıyordu. İlkokuldayken bir okul töreninde biri şiir okurken ses çıkarabildim ilk kez. Sürekli ıslık çalmayı deniyordum çünkü. Bütün başlar bana döndü ve ben bir daha ıslık çalamamaya başladım. Konuşurken de arkadaşlarım şaşırıyorlardı nasıl ıslık çalamazsın diye. “Çalamıyorum işte, olmuyor.” diyordum. Şimdi gerçekten taksi çağırırken, bir arkadaşım uzakta kalınca dikkat çekmek için falan ıslık çalıyorum, bayağı kullanışlı oldu benim için de.
Islık dilini öğrenmeniz ne kadar sürdü?
Biz Çağla’larla ilk görüştüğümüz andan itibaren ben ses çıkarmak için çalışmaya başladım. Yanılmıyorsam 6 – 7 ay içinde ilk olarak ses çıkarabilmeye başladım. Biraz da galiba bu psikolojik, travmatik ayıplanma duygusuyla birlikte çalamadığım için biraz uzun sürdü aslında. Aslında 6 ayda ıslık çalabildim. Sonrasında da köye gitmeden önce Orhan hocadan videolar gönderdiler bana. Çünkü dilin konumuyla, dilinizi nasıl kıvırdığınızla, gırtlağınızı nasıl sıkıştırdığınızla çok âlâkalı. Bizim kullandığımız ıslık dili dünyanın birkaç yerinde daha var. Islık dili yine kullanılıyor. Ama komut dili olarak kullanılıyor. Gel, git, otur, kalk vs., bunları söyleyebiliyorsunuz. Ama Kuşköy’de kullanılan ıslık dilinde her hece için birer ses var. Ve siz o sesleri bir araya getirerek “Akşam saat beşte çay koyacağım, oğlunu da al gel.” diyebiliyorsunuz mesela. İşte o videolarla önce dilin konumu, gırtlakla ilgili ne yapıyoruz önce bunları çalıştım. Son 3 ay ise Giresun’a gidip çalışıp, İstanbul’a dönüp tekrar orada pratik edip bunu tekrar köye geri dönüyordum.
Çekimlerde sürekli ıslık diliyle oynamakta zorlandınız mı? Hiç yanılıp da konuşarak cevap verdiğiniz oldu mu?
Yok, sesli cevap verdiğim olmadı ama setin son haftası Çağla ile Guillaume gelip kulağıma “Sözleri söylesene.” dediler. Benim amorsumdan çekiyorduk. “Söyleyeyim mi, gerçekten mi?” dedim. “Söyle, söyle, sözleri söyle.” dediler. Emin abiyle baba – kız sahnesini çekiyorduk. Ben bir anda konuşmaya başladım, Emin abi kaldı. Set ekibi ne oluyor diye kaldı. Ama kimse bozmadı. Sonra kestik ve bu sahneyi tekrar ıslıkla aldık. Ama enteresan bir andı o. Tekrar sesini, duygusunu duymak. Hiç konuşmaya başlamadım hep ıslıkla cevap verdim, ona düşmedim hiç. Ama tabii ki bazen o duygunun içinde Orhan hocayla sonra sahneleri izlediğimizde, aynı Ali’nin yaptığı gibi filmde kurt yerine yurt demişim. Ya da bazı yerlerde o duyguyla birlikte daha yüksek, daha tiz ses çıkması gerekirken o kadar tiz olmamış sesim. Onları da sonra filmin post prodüksiyonunda ses tasarımı yapılırken Almanya’ya gittim. İki gün stüdyoda ıslık çaldım tekrar. Sürekli ıslık çaldım ve nefes alıp verdim. Öyle öyle düzelttik oraları da.
Filmde sürekli hareket halindesiniz, Karadeniz coğrafyasındasınız ve temponuz çok yüksek, sizi yordu mu çekimlerde bu durum?
Set başlamadan 1 ay önce ben hakikaten kendi yaptığım sporu da arttırmaya başladım. Çünkü senaryoyu biliyorum. Anne tarafım Karadenizli, oranın şartlarını biraz biliyorum. Dayanamayacağımı biliyordum, eğer spor yapmazsam. Gerçekten hayatımda en düzenli olarak sabahları kalkıp 10 dakikaysa 10 dakika, dayanamıyorsam 7 dakika, neyse yani tekrar o kaslarımı güçlendirmeye çalışıp kendi kendime çalıştığım bir dönemdi. Bu arada bütün ekip için de öyleydi. Yani gerçekten sabah 03:00’te kalk, 03:30’da otelde kahvaltı, işte 04:30’a doğru servisler yola çıkıyor. 1 saatlik yolumuz var. 2500 metre yukarı çıkıyoruz çünkü her gün. Zaman zaman doğa şartları bize güzel yüzünü göstererek, gülümseyerek yardımcı oldu. Zaman zaman filmin sahnelerinin daha iyi olması için çetin yüzünü göstererek yardımcı oldu. Köy halkı, doğa, ekip, oyuncular ve yönetmenler hep birlikte çektik filmi.
Kuşköy ile ilgili ilk izleniminiz neydi?
Anne tarafım Karadenizli olduğu için aslında biraz aşinayım bölgeye. Bir de gitmeden önce Giresun’da biraz daha ağır Karadeniz şivesi bekliyordum ben. Anneannem Bartınlı, tam olarak oradakiler gibi konuşuyorlar. Çocukluğumda yazları annemle Bartın’a giderdik. Hafif bir şiveleri vardır. Bir hafta içinde ona kaymaya başlıyordu, ikimizin de konuşmaları. Giresun’dayken de aynı şey oldu. O yüzden veya biraz da coğrafyayı tanıdığım için çok çabuk kaynaştık. Hatta 3 – 4 ay önce annemler bir Türkiye turu yaptılar arabayla. Karadeniz’i gezdiler, daha önce gitmedikleri şehirlere gittiler. Giresun’a girerken beni aradılar, “Biz Kuşköy’e gitmek istiyoruz.” diye. Onlara nerelere gidebileceklerini tarif ettim. Fotoğraflar attılar bana köy kahvesinden, bütün köyle çekilmiş. Fındık göndermişler bana oradan. O yüzden köyle ilgili izlenimim, doğa şartları çok sert ve insanlar inanılmaz.
Filmde Karadeniz şivesi yoktu, neden?
Evet şive kullanılmadı. Biz çekim yaparken yaz olduğu için herkes oradaydı ama kışın çalışmak için büyük şehirlere gidiyorlar. Hatta daha çok İzmir’e gidiyorlarmış. Genellikle köylerin bir şehri vardır ya gittikleri. O yüzden nesil nesil değişiyor. Şehir dışına okumaya gidenler çok daha fazla İstanbul ağzına yakın konuşuyorlar. Yaşlılarda o şive biraz daha ağır. Çağla’lar şöyle bir cevap verdi bu soruya, “Köyde çok değişik olduğu için konuşma durumu, biz de oyuncularımızı şöyle konuşun diye yönlendirmedik.” Köyün içinde de çok dengesiz bu durum. Koyu bir Karadeniz şivesi ve otantik durum yok aslında. Biraz karışmış durumdalar.
Sibel karakterinde sizi etkileyen neydi?
Sibel aslında kadın hikâyesi gibi görünüyor. Bir kadının çevresine kurulmuş bir mesele. Ama Sibel, kadın erkek fark etmeden hepimizin o içindeki kendi olmaya çalışan, daha doğrusu hayatta kendi olamadığını hissedip bununla ilgili derdi olan, bunu değiştirmeye cesareti olan, cesareti olmasa da bunu fark eden tarafımız gibi geliyor bana. Kimimiz bunu fark ediyoruz ama kabullenip bununla yaşamaya devam ediyoruz. Kimimiz bunu 30 yaşında fark ediyoruz, bazımız 50 yaşında fark ediyoruz. Bazımız 80 yaşına kadar o hayatı mutsuz geçirip böyle bir şeyin farkındalığına varmadan bitiriyoruz hayatı. Bazılarımız bunu başkalarını dizginlemeye çalışıp, başkalarına şiddet göstererek çözmeye çalışıyor. Bazıları Sibel gibi kendini ispatlayıp, kendini dışlayanlara yararlı olmaya çalışarak bütün gücüyle kendini bulmaya çalışıyor. O yüzden Sibel, bütün ötekileştirilmişler, bütün ortalamadan farklı oldukları için meraklı değil de korkuyla karşılanıp baskı görmüşlerin hikâyesi. Daha doğrusu o insanların içindeki bir nokta gibi geliyor bana.
Sibel dağlarda bir kurdu arıyor ve bulunca da götürüp köylünün önüne atacağını söylüyor. Bununla neyi kanıtlamak istiyor?
Köyde bir efsane var: “Ormana gitmeyin, orada bir kurt var ve o kurt sizi yer.” diyorlar. Ve bunu da aslında o küçük toplum, bunu bir ülke olarak da görebilirsiniz bir ailenin içi olarak da görebilirsiniz. O toplumu dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korumak için koruma içgüdüsüyle anlatılmış bir masal aslında bu. Bu arada bizim kültürümüzde de var diğer kültürlerde de kurt meteforu. Sibel’in o kurdu arama meselesi aslında şöyle, “Siz beni yetersiz görüyorsunuz ama sizin kendi konfor alanınızdan çıkabilmeniz için, tepenizde bulunan en büyük tehdidi ben yok edip size getireceğim. Sizi de kurtaracağım, kendimi de ispatlayacağım. Ve biz aslında bir arada yaşayabiliriz. Ben size kötü gelmek istemiyorum. Ben size iyi geleceğim.” demeye çalıştığı bir hal. Aslında dişi kurt çok bağımsızdır. Yavruları için her şeyi yapar. Sürüyü o sürer. Lider odur. Sibel yavaş yavaş bir kurt arayıp o kurdu öldürmeye çalışırken, kurdun kendisi olduğunu, aslında dışarıdan gelen tehdidin içinde zaten var olan karakteri olduğunu ve onu öldürmek yerine tam olarak onu besleyip onunla birlikte var olması gerektiğini öğreniyor film boyunca. Böyle bir sembol aslında kurt.
Sibel ormanda Ali’yi ilk gördüğünde yaralı olduğu için mi korkmadan yardım ediyor?
Sibel, aslında köyün içinde bile kendini dışlayan, kendisinden uzak durmaya çalışan, kendini lanetli gören merak eden ve onlara yaklaşmaya çalışan bir karakter. Duruma küsmüyor.
Kına gecesine gitmesi gibi değil mi?
Evet aynen öyle. Ve o merakı aslında dışarıdan gelen tehdidi de merak etmesine, o tehdidin direk gözüne bakmasına yardımcı olan bir özelliği Sibel’in. Ali de aynı şekilde. Köy halkından, kendi ailesinden de uzak olmasına rağmen ilk kez Sibel’in gözünün içine bakan, “Hangi dili konuşuyor bu kız, nasıl bir kız bu kız.” diye bakan bir karakter. İkisi için de ilk. Ali başka bir durumun dışlanmışı, Sibel kendi köyünün dışlanmışı ikisi de ilk kez gözünün içine bakan başka bir varlıkla karşılaşıyor. O yüzden bu kadar çabuk iletişime geçtiklerini düşünüyorum ben.
Islık dilini erkek oyuncular sizden daha erken öğrenmiş olabilirler mi? Erkeklerin daha çok ıslık çaldığını düşünerek soruyorum bu soruyu. Filmde sizin kadar ıslık çalma dertleri yok ama.
Aslında herkes kendi repliklerine çalıştı. Öğrenme hızlarıyla ilgili bir şey söyleyemeyeceğim o nedenle. Ama sette yönetmenler de dahil monitörden sete, setten monitöre anlıyor muyuz bakalım diye birbirimizle sürekli ıslıkla iletişim kurma durumumuz vardı.
Sette yaşadığınız ilginç bir anınız var mı?
Bütün ekip ve yönetmenlerim beni hazırlık aşamasında da yanlarında tuttular. Mekânlar seçilirken de biz hep birlikte gittik köye. Gelin kayasına birlikte çıktık. Barakayı birlikte bulduk. Ve her gittiğimiz yerde senaryoyu açıp “Bu sahneyi burada çekersek ne yapabiliriz? Hangi taşı kullanabiliriz, hangi ağaç bizim için ne yarar sağlayabilir?” diye birlikte baktık. Bir gün Çağla ile prova arasında köyü geziyoruz. Bir taraftan da hâlâ mekân bakıyoruz. Bir çeşme başına geldik. Çeşmenin yanından bir patika çıkıyor yukarı doğru. Ve akşam olmak üzere. Gittiğimiz dönem de hem çay hem de fındık toplama zamanıydı. O dik patikanın en tepesinden 3 ufacık kadın sırtında küfeleriyle inmeye başladılar. Geldiler, çeşmeden su almak için durdular ve küfelerini indirdiler. Biz daha hiç çekime başlamamıştık bu arada. Çağla’yla birbirimize bakıp “Deneyelim mi küfeyi?” dedik ve yanlarına gidip selam verdik. “Biz filmcileriz, küfeyi deneyebilir miyiz?” dedik. Fındık dolu bir küfe ve küçücük, incecik, narin kadınlar. “Tabi ki.” dediler. Çağla da bana “Hadi.” dedi. Küfe basamakta duruyor. Önüne oturdum taktım askıları, yok oynatamıyorum, mümkün değil. “Küfenin içine ne koyacağız sette?” diyorum. Çağla benden daha uzun ve daha kuvvetli, “Tamam sen çekil kenara.” dedi. Küfenin önüne oturdu, askıları taktı ama kaldıramadı yerinden. “Ben de taşımayayım şu an.” dedi ve kalktı. Milim oynatamadık. O kadar güçlü ki o coğrafyanın kadınları. Çok inanılmazlar. Zaten ailede bir mesele olunca da onlar çözüyor. İçlerinden, ruhlarından gelen bir kuvvet var. Baktığınız zaman benim kadar kadınlar ama inanılmaz işler başarıyorlar. Böyle bir anımız var. O aslında Sibel’in de iç gücünün ne olduğuyla ilgili çok verimli bir bilgi vermişti bize.
Sibel’in babasıyla ilişkisi çok iyi. Fakat Ali ile ilişkisini öğrendikten sonra ve köylülerin de baskısıyla babasının ona karşı tavırları değişiyor. Bu Türkiye’de genç kızların ve kadınların çokça yaşadığı bir sorun aslında. Köy halkının bakış açısı da değişiyor ve tüm aileyi dışlıyorlar.
Teşekkür ederim bu soru için. Gerçekten bunu anlatmaya çalışırken dedim ya kadın – erkek fark etmiyor diye. Kadın meselesinin, dışlanan insan meselesinin şöyle bir durumu da var. Siz o dışlanana nasıl davranmaya çalışırsanız çalışın sizin gönlünüz, kafanız daha açık olsa da bir noktada toplumun normlarına göre davranmadığınızda o dışardakine, toplum sizin üzerinizde de bir baskı kurmaya başlıyor. Sizin de bir şekilde öyle davranmanızı bekliyor. Hakikaten annesini kaybettikten sonra Sibel babasına yoldaş olmuş. Evi birlikte çekip çevirmişler. Bütün evin işini Sibel yapıyor. Bir taraftan da kardeşine anne olmaya çalışmış. Başarabiliyor veya başaramıyor ama olmaya çalışmış. Ve baba bir şekilde Sibel’in henüz başka bir adamla tanıştığını fark etmeden de his olarak Sibel’in etkisi gitmeye başladığı zaman dönüşmeye başlıyor aslında.
Sonra Ali’nin de ortaya çıkmasıyla aslında baba bu durumla ilgili ne hissederse hissetsin daha sonra da o köyün, o toplumun ona dayatmaya çalıştığı şekilde davranmaya başlıyor Sibel’e. Aslında filmin sürprizini bozmayayım ama tam olarak işte oraya da bakmaya çalışan, biz bu konuyla ilgili “Ne yapacağız? Baskı kurmak istemeyene baskı kurdurmaya çalışan toplumla ilgili ne yapabiliriz?” diye bir soru da sormaya çalışıyoruz. O yüzden sadece kadına kurulan baskı değil, kadın erkek fark etmeden ezileni ezmemeye çalışana, “Toplum ne yapıyor?”u da araştırmaya çalışan bir film aslında Sibel.
Filminiz Locarno’da prömiyerini yaptı, hatta ödülleriniz de var. Türkiye’de de ilk olarak Adana Film Festivali’ne katıldınız ve yine ödüller aldınız. Peki Türk izleyicisi nasıl buldu filmi, ilk tepkiler nasıldı?
Aslında Türkiye’de ilk Kuşköy’de gösterildi film. Dünya prömiyerinden önce. Ben gidemedim ama Çağla ve Guillaume köye gittiler. Ben videolarını izledim. Önce muhtar izledi. Baktı köylüye izletebiliyor muyuz diye. Sonra muhtar tamam, akşam okulun bahçesinde gösterim yapıyoruz demiş. Çağla ve Guillaume köy halkını 50 – 60 kişi beklerken Çanakçı’dan, Karabörk’ten, diğer ilçelerden servislerle insanlar gelmiş. Köyün bağlı olduğu ilçeden perde bulunmuş. Projeksiyon makinası bulunmuş. Filmle ilgili, muhtarın “Bu muhtar hiç çalışmıyor ama.” diye bir eleştirisi olmuş. Bir de köy halkı demiş ki “Sibel 2′yi çekelim. Sibel bu sefer muhtarlığa adaylığını koysun, herkes ona oy versin.” demişler. Muhteşem bir şey bunu duymak. Tepkiler çok güzeldi, çok keyifliydi. Bir de yıllarca herkes orada belgesel çekmiş ama geri dönüp, “Kimse bunu çektik.” dememiş. Biz filmi çekerken sürekli “Filmi göreceğiz, değil mi?” diye soruyorlardı. Adana da muhteşem geçti. Eskişehir de öyle. Üniversite öğrencileri zaten her zaman bambaşka oluyorlar. Çok acayip yerlerden sorular soruyorlar. Söyleşiler her zaman çok güzel geçiyor Türkiye içinde de, dışında da. Filmciler olarak biz de, mesela ben 6 ay önceki Damla değilim gibi hissediyorum filmle ilgili. Öyle bir soru geliyor ki hiç düşünmediğiniz bir yerden, çok acayip bir pencere açıyor kafanızda. Ve onunla birlikte siz de büyüyorsunuz, bakış açınız da gelişiyor. O yüzden söyleşilere de devam etmeyi düşünüyoruz.
Yurt dışında tepkiler nasıldı?
Yurt dışında da çok güzel tepkiler aldık. Bu Karadeniz’in bir köyünde çekilmiş bir hikâye ve ilk Locarnoya gittiğimizde unutamıyorum o anı. Gösterimden sonra henüz salonun içindeyiz, yaşlı bir hanım geldi yanıma, hiçbir şey söyleyemiyor, ağlıyor. “Sarılabilir miyim size?” dedim. Sarıldık. Ayrıldığımızda bir şey söyleyecek diye bekliyorum “Thank you, thank you.” dedi ve gitti. Tüylerim diken diken, gözlerim doldu. Şikago’da aynı şekilde. Biz sadece Türkiye’de var zannediyoruz bu kadın meselesini. Şikago’da acayip güzel bir belgesel izledim “This Changes Everything” diye kadın erkek farklarından bahseden, bu eşitsizlikten bahseden bir belgesel. Bizim gösterimden sonra iki genç kız geldi Amerikalı “Çok teşekkürler, artık ümidimiz var.” dediler, gittiler. “Bunun için yapılmıyorsa bu meslek ne için yapılıyor?” diyor insan. Çok çok keyifli. Sinemanın bu tarafı çok birleştirici. O da bir olduğumuzu hatırlatıyor. Aynı olmayabiliriz ama biriz.
Tiyatro eğitimi aldınız. Sinema, tiyatro ve dizilerde oynuyorsunuz. Birçok ödül aldınız, bu süreçte ailenizin yaklaşımı ne oldu? Sizi desteklediler mi, oyuncu olmanızı engellemeye mi çalıştılar?
Hep destek oldular. Tabi ki hep “Hayatını devam ettirebilecek mi bu meslekle?” diye sorular vardı kafalarında. Babam mimar, annem mühendis bu arada. Babam Diyarbakır’da lise tiyatrosundaymış. Annem aynı şekilde, şimdi emekli oldu ama yıllardır resim yapıyor. Sanatla da hep iç içeydiler her zaman. Tabi ki üniversiteye ilk başlayacağım zamanlarda “Kızım bak emin misin, olmazsa nasıl olacak, ne yapacaksın, sen yine başka şey oku, bunu yine yaparsın.” dediler. Ama “Ne yaparsan yap, en iyisini yap.” diye büyüttüler beni. Ben de elimden geleni yaptım, yapıyorum da. Çok seviyorum mesleğimi. Onlar da yıllar içinde daha da görmeye başladılar. Gurur duyuyorlar şu an. Onlar mutlu oldukça ben mutlu oluyorum. Böyle bir iletişime dönüştü.
Oyunculuktaki hedefiniz nedir?
Hikâyeler anlatmaya, anlatabilmeye devam etmek. İnsan hikâyelerini bulup, insanları birleştirmek bunun üzerinden.
(24 Şubat 2019)
Serpil Boydak
serpil_boydak@yahoo.com