Oscarlı Yönetmen Farhadi’nin Oscar Aday Adayı Yeni Filmi: Satıcı, 27 Ocak’ta Vizyona Giriyor

İranlı yönetmen Ashgar Farhadi’nin Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar aday adayı olan filmi Satıcı Türkiye’de 27 Ocak’ta vizyona girmeye hazırlanıyor. Başrollerini Shahab Hosseini ve Taraneh Alidoosti’nin paylaştığı filmde Tahran’da yaşayan genç çift Emad ve Rana, oturdukları apartman dairesi hasar görünce yeni bir daireye taşınmak zorunda kalır. Dairenin önceki kiracısıyla ilişkili bir olay, çiftin hayatını bir anda değiştirir. Kendine has özellikleriyle, sıradan bir çift olan ve tiyatroyla uğraşan Emad ve Rana; bir anda kendilerini, kişiliklerinin umulmadık yönlerini ortaya çıkaran bir durumun içinde bulurlar.

Satıcının Tragedyasında Kadının Trajedisi

Satıcı (Forushande)
Yönetmen-Senaryo: Asghar Farhadi
Müzik: Sattar Oraki
Görüntü: Hossein Jafarian
Oyuncular: Taraneh Alidoosti (Rana), Shahab Hosseini (Emad), Babak Karimi (Babak), Farid Sajadhosseini (Yaşlı Satıcı), Mina Sadati (Sanam), Maral Bani Adam (Kati), Mehdi Koushki (Siavash), Emad Emami (Ali), Shirin Aghakashi (Esmat), Pirzadeh Majid (Macit), Sahra asadollahi (Müjgan), Ehteram Boroumand (Bayan Şahnazari), Sam Valipour (Sadra)
Yapım: Memento (2016)

İran sinemasından çıkan önemli yönetmenlerden Asghar Farhadi’nin, Arthur Miller’ın trajik oyunuyla koşutluk kuran “Satıcı” filmi, sinemayla tiyatroyu uzlaştıran değerli bir yapıt.

Tiyatrocu genç çift olan Emad ve Rana, Amerikalı Arthur Miller’ın “Satıcının Ölümü” oyununu Tahran’da küçük bir sahnede sahneye koyuyorlar. Film, sabahın telâşı üzerine açılıyor. Buldozer yandaki arazide yeni bina için temel kazarken, Emad ve Rana’nın kaldıkları apartman göçme tehlikesi atlatıyor. Tehlike biraz olsun atlatılınca apartman sakinleri kurtarabildikleri eşyalarıyla buradan taşınıyorlar. Emad ve Rana da, oyuncuları Babak’ın yardımıyla bir daireye taşınıyorlar çok geçmeden. Bu taşınma Emad ve Rana’nın hayatında derin izler de bırakacaktı.

1972’de İsfahan’da doğan İranlı yönetmen Asghar Fahradi’nin Oscar ve “Altın Ayı” kazanan 2011’deki “Jodaeiye Nader az Simin-Bir Ayrılık” ve 2013’teki “Le Passé-Geçmiş” filmleri ülkemizde gösterilmişti. 2016 yapımı “Forushande-Satıcı” filmi, Cannes’da Asghar Farhadi’ye “En İyi Senaryo”, Shahab Hosseini’ye de “En İyi Erkek Oyuncu” ödüllerini getirdi. Fahradi filmiyle Miller’ın oyunu arasında trajik koşutluk kurmuş. Oyun sahnede sahnelenirken, gerçeklikte de bir satıcının tragedyasıyla bir genç kadının trajedisi yaşanıyor. Bu trajedide kadın ölmüyor. Ya satıcı?

Miller’ın 1949’da yazdığı “Satıcının Ölümü” oyunu, aynı yıl büyük yönetmen Elia Kazan tarafından Broadway’de sahnelenmişti, belirtelim. Oyunda, satıcı Willy Loman’ın 2. Dünya Savaşı sonrasındaki trajik hayatı anlatılmıştı. Küçük de olsa Asghari’nin “Satıcı” filmiyle Miller’ın “Satıcının Ölümü” ruhen bir noktada buluşuyor. İkisi de tragedyaydı. Antik Yunan tragedyasının modern sahnelenmesi gibiydiler.

Birdenbire gelen…

Emad, “Satıcının Ölümü”nü hem yönetiyor hem de başroldeki Willy’yi oynuyor. Emad, lisede de sanat dersleri veriyor bunları yaparken. Akşam eve dönerken Rana cepten onu arıyor alışveriş yapması için. Kısa bir an sonra dış kapının zili çalıyor. Rana, otomatik kapıyı açarken, dairenin kapısını da açık bırakıyor. İşte beklenmedik ve birdenbire meçhul bir adam tarafından saldırıya uğruyor Rana. Yönetmen, saldırıyı doğrudan göstermemiş. Saldırı öncesi kamera bir an dairenin açık kapısından holü gösteriyor. Sonrasındaysa büyük bir travma yaşanıyor. Rana komşular tarafından hastaneye götürülmüş. Merdivenlerde kan izleri de fark ediliyor. Saldırgan ayağından mı yaralanmıştı? Saldırgan kaçarken geride pikap kamyonetini de bırakmış. Bu pikapla saldırgana ulaşılabilir miydi?

Rana’nın gizemleri…

Saldırının hem fiziksel hem de ruhsal travmasını yaşayan Rana, bu olayı polislik olmasını istemiyor. Rana’nın zihnindeki dehlizde kasvet dolu gizemler savrulmuş sanki. Evin içinde korkular yaşarken bir şeylerin açığa çıkmasını da istemiyor. Saldırganı görmüş müydü? Rana, apartmanın otoparkında sorun çıkartan pikabı caddeye park edince olayların gidişi de değişiyor birden. Pikap ortadan kayboluyor. Emad arabasıyla giderken pikabı bir fırının önünde görüyor. Sonra da pikabı takip ediyor. Önce Macit’ten şüpheleniyor Emad. Onu eşyalarını taşımasına zorluyor. Sonra da yıkılmakta olan apartmanda Macit’i bekliyor.

Satıcıyla tragedya sahnesi…

Macit, müstakbel kayınpederini göndermiş apartmana. Macit, yaşlı satıcının kızı Müjgan’la evlenmeye hazırlanıyor. Küçük konuşmalardan sonra Emad, yaşlı satıcının ayakkabısını çıkartmasını, sonra da çoraplarını. Bundan sonra ne olacaktı? Bu anlarda, tiyatro sahnesiyle sinema perdesinin kolay kolay bir araya gelemeyeceği iş birliği doğuyor ve tragedya trajedi sınırlarında dolaşmaya başlıyor. Bu anlara sinema perdesinde tanıklık etmek sanat açısından heyecan veriyor. Gerilim ve merak da küçük bir armağandı filmden. Ahu’yu da öğreniyorsunuz bu tragedya sahnesinde. Hiç görünmeyen, ama görünen her şeyden daha fazla etki bırakan Ahu, bu tragedyaya sahne olduğunu hiç bilmeyecekti belki de. Bu filmde, Sinemayla tiyatronun bu sevişmesine tanıklık ediliyor. Sinema tarihinde birkaç örnek var sinemayla tiyatronun uzlaşmasında. Aklımıza hemen gelenlerse, Joseph L. Mankiewicz’in 1950 yapımı siyah-beyaz “All About Eve-Perde Açılıyor”, François Truffaut’nun 1980 yapımı “Le Dernier Metro-Son Métro”, Arthur Hiller’ın 1982 yapımı “Author! Author!-Yazar Yazar” filmleri.

Filmde görsel anlamda unutulmaz anlar da var. Öncelikle Miller’ın oyununun sahneden bölüm bölüm yansıması heyecan vericiydi. Elbette tiyatro kulisi de gerçekçi yansıyor. Emad’ın sınıfı da eğlenceliydi. Gençler bulunduğu her yere enerjilerini de taşıyor. Yoğunlukla iç mekânda geçen bu filmde, arada Tahran da kendini gösteriyor. İnsan ve araba kalabalığı bir cangıl gibiydi. Elbette müziklere de kulak vermek gerek. Bu film, 89. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar’a da aday.

(26 Ocak 2017)

Ali Erden

[email protected]

Parayı Bulduk Filmin Çekimlerine Start Verildi

Kaçış 1950 ve Temel ile Dursun İstanbul’da isimli filmleri hayata geçiren Taş Film yine farklı bir projeye imza atıyor. Ersin Korkut, Alay Cihan ve Gülsüm Alkan gibi oyuncuların yer aldığı Parayı Bulduk adlı filmin yönetmenliğini İhsan Taş üstleniyor. Filmin konusu şöyle: Kumarhane müdürü Nermin çok zeki bir kadındır. Türkiye’de kumar oynatmanın yasak olduğunu bildiği için polis baskınlarına karşı önlem olarak kumarhaneye film seti havası verir ve yaşanan olaylar tam bir komediye dönüşür.

Japon Sineması Platformu’nun Başlangıcından Günümüze Japon Sineması Adlı Kitabı Çıktı

Gökhan Kuloğlu tarafından hazırlanan Başlangıcından Günümüze Japon Sineması kitabı Japon Yayınları tarafından satışa sunuldu. Ahmet Ziya Sekendiz, Birsen Albayrak, Ercan Gürova, Deniz Balcı, Olca Karasoy, Yeter Şeko ve Ayşe Altun’un yazılarının yer aldığı kitapta Japonya topraklarında sinemanın başlangıcından günümüze kadar uzanan yolculuğu ele alınıyor. Batıdan aldıklarını yerelleştirmenin yollarını bulan Japon toplumunda sinemanın seyirciyle tanışması her ne kadar Batılı bir biçimde olsa da, sinema zaman içerisinde yerel unsurlar tarafından kuşatılarak yeni bir anlatı dili oluşturabildi. Dünya sinemasına çok önemli filmler ve yönetmenler yetiştirdi.

Japon Sineması Platformu’nun Başlangıcından Günümüze Japon Sineması Adlı Kitabı Çıktı yazısına devam et

Bir Annenin Feryadı

Attila Gökbörü’nün yönettiği ve Mertkan Arat, Altan Akışık, Behice Maurer ile Rüzgar Memişoğlu’nun oynadığı Bir Annenin Feryadı, 28 Nisan 2017’de Özen Film dağıtımıyla Elif Sanat Yapımları tarafından vizyona çıkarıldı.
1970’li yıllar, İstanbul. Duvarcı ustası Tahir Özütemiz müteahhitliğe terfi etmiş ve İstanbul’un sosyetik semti Şişli’ye taşınmıştır. Eşi Bedriye bu taşınmaya ayak uydurmuş, tam bir sosyete kadını olup çıkmıştır. Ama aile büyüğü Dede, İstiklal savaşı gazisi onbaşı Hacı Arif bu değişikliğe ayak uyduramamıştır. O, torunları İhsan ve sonra Emine’nin dinini bilen insanlar olarak yetişmelerini istemektedir.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman

Bir Annenin Feryadı yazısına devam et

Ömer Ekmekçi’yi Kaybettik

Sinemamızın Yeşilçam döneminde ürettiği yüzlerce filmin ışık ekibinde çalışmış, 1940 Kayseri doğumlu Ömer Ekmekçi, 18 Ocak 2017 Çarşamba günü (bugün) hayatını kaybetti. Yönetmen ve yapımcı Bülent Pelit, Ömer Ekmekçi’yi şöyle anıyor: “Ömer Ekmekçi, nam-ı diğer Şeytan, Yeşilçam’ın önemli figürlerindendi. ‘Ne zaman bana Antalya’da En İyi Işıkçı Ödülü verdiler hayatım kaydı.’ derdi. Maden filmiyle almıştı ödülü. Yeşilçam sokağının sadık müdavimi oldu.” Biz Bir Aileyiz, Şark Bülbülü, Kaçak, Köşeyi Dönen Adam gibi filmlerde oyuncu olarak da görev yapan merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.

Yaşam Kürü

Gore Verbinski’nin yönettiği ve Jason Isaacs, Dane DeHaan, Celia Imrie ile Mia Goth’un oynadığı Yaşam Kürü (A Cure for Wellnes), 17 Mart 2017’de The Moments Entertainment dağıtımıyla The Moments Entertainment tarafından vizyona çıkarılıyor.
Genç bir idareci İsviçre Alplerindeki gizemli SPA merkezinden, çalıştığı şirketinin CEO’sunu geri getirmesi için görevlendirilir. Merkezdeki tedavinin göründüğü gibi olmadığından şüphelenir. Dehşet verici gizemleri açığa çıkardıkça akıl sağlığının sınırları zorlanır. Daha sonra kendisi de tüm ziyaretçilerin orada kalmalarına sebep olan o munis hastalığa yakalandığını öğrenir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman: 1 / 2
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor

Yaşam Kürü yazısına devam et

2017 Work in Progress Başvuruları Başladı

Köprüde Buluşmalar Work in Progress Atölyesi, 36. İstanbul Film Festivali kapsamında 13 – 14 Nisan 2017 tarihleri arasında düzenleniyor. Atölye kapsamında, seçilen post-prodüksiyon aşamasındaki uzun metraj film ve belgesellerin yönetmen ve yapımcıları, uluslararası dağıtımcılara, fon, market, medya kuruluş temsilcilerine, yatırımcılara ilk sunum yapma fırsatını bulacaklar.

Kara Gün

Peter Berg’in yönettiği ve Mark Wahlberg, John Goodman, Kevin Bacon ile J. K. Simmons’un oynadığı Kara Gün (Patriots Day), 23 Haziran 2017′de The Moments Entertainment dağıtımıyla The Moments Entertainment tarafından vizyona çıkarıldı.
Korkunç terör eyleminden hemen sonra komiser Tommy, hayatta kalanlar ile birlikte bir sonraki olası patlamayı önlemek için zamanla yarışa girer. Özel Ajan Richard, Emniyet Müdürü Ed, Çavuş Jeffrey ve hemşire Carol ile birlikte Tommy, emniyet teşkilatının tarihindeki gördüğü en karmaşık insan avı için, arkalarında Boston halkının gücü ile kararlı bir operasyon başlatır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb

Kara Gün yazısına devam et

Toni Erdmann

Karanlık bir salonda, diğer tüm etkilerden sıyrılmış olarak sadece perdeye yansıyan hareketli görüntülere odaklanabileceğiniz sinema salonlarında film izlemek müthiş bir duygu.

Neden mi, böylesine didaktik bir cümle ile başladım yazıya? Çünkü artık filmlerde de koltuğa yaslanıp, hayatın gerçeklerinden sıyrılarak o gerçekleri izleyebileceğimiz filmler azaldı da ondan. Maren Ade’nin ödüller de kazanan filmi sizi kendi gerçeğinizden koparıp hayatın gerçeğine taşıyor. Gerisi size kalmış.

İletişimsizlik…

Günümüz insanının en büyük ve hatta çözümsüz gibi görünen hastalığı yalnızlık. Tamam, yaşlılar eş ve yakınlarını kaybettikleri için yalnız kalıyorlar, peki ya gençler? Onlar neden yalnız? “Ben tercih ettim” deyip de kendilerinden bile gizledikleri ama içten içe o yalnızlığın acısını yaşadıkları halde apaçık görünüyor, gözlerinden okunuyor yalnızlıkları.

Hayatı ‘ti’ye almak da aynı şey. Köpeği öldükten sonra iyiden iyiye yalnızlaşan Winfred, umursamazlık ve alaycılıkla gizlemeye çalışıyor o korkunç yalnızlığını. Kızı ile kopuk olan ilişkilerini düzeltmek için harcadığı çaba, aslında çok insani ama bir o kadar da itici. Çünkü kariyer peşindeki kızı da, en az kendisi kadar yalnız. Film tam da burada başlıyor.

Kendinizi düşünüyorsunuz…

…ister istemez. Kimi zaman ilgi çekmek için, kimi zaman başarmışlığın sevincini paylaşmak için, kimi zaman hataları örtbas etmek amaçlı umursamaz ve alaycı davranış sergiler insan. Bu, güçlü bir anlatımla yansıtıldığında ortaya çıkan kült oluyor. İster roman olsun ister tiyatro, isterse Toni Erdmann’da olduğu gibi film; etkisi uzun sürecek, yıllar sonra bile unutulmayacak ve klasikler arasında sayılacak bir yapıt çıkıyor ortaya. Maren Ade, çağcıl bir başyapıt çıkartmış. Bunca övgü ve ödül de boşa verilmese gerektir.

…ya izleyici?

Toni Erdmann’ın bir Alman komedisi olduğu belirtiliyorsa da, film, tam “güleriz ağlanacak halimize” noktasında. Kuşkusuz gülüyorsunuz, tam da o anı yaşayan siz olmadığınız için incecik bir sevinçle karışık gülüyorsunuz… Peruk ve takma dişle vardığınız yer neresi olabilir? Yakalandığınızda yüzünüze vurmazlar mı? Vurduklarında ne duruma düşersiniz? Sizin gibi, tam da sizin içinde bulunduğunuz duyguları yaşayan biri, -belki bir işe yarıyordur diye- o takma dişi alıp taktığında ne düşünürsünüz?

Bizim sinema seyircimiz, umarım bu filme gereken önemi gösterir, izler ve giderek yalnızlık kuyusuna merdivensiz düşmekte olduğunu, denizler ortasında yelkensizlik karmaşasında çarnaçar kalacağını görür. Çözüm için, başkası için değil, kendi çözümü için izler bu filmi.

Oyuncular için ayrı bir not düşmeliyim muhakkak. Alabildiğine doğal, alabildiğine görkemli, alabildiğine gerçekçi karakterler izliyoruz. Bunda oyuncular en önde; yönetmenin rejisiyle senaryonun katkısını yadsımamak gerekir. Sakin bir dilli sakin bir öykü… çok başarılı.

Birkaç yıl sürmez herhalde, “ölmeden görmeniz gereken filmler” listesinin ilk sıralarında yer alması…

Toni Erdmann, yönetmen Maren Ade, oyuncular Peter Simonischek, Sandra Hüller, Michael Wittenborn, Thomas Loibl, Trystan Pütter… 3 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(25 Ocak 2017)

Korkut Akın

Çocuklar Cinecity’de Maceradan Maceraya Koşuyor

Çocuklara sinemayı sevdiren Cinecity’de, okulların sömestr tatiline girdiği 20 Ocak günü iki animasyon filmi vizyona giriyor. Pepee: Birlik Zamanı filmiyle sadece çocuklar değil, Pepee ile büyüyenler de sinemaya davet ediliyor. Güney Pasifik sularında yelken açan Moana ise, çocuklarıyla birlikte keyifli bir gün geçirmek isteyen büyükleri de maceraya çağırıyor. Moana’nın konusu şöyle: Üç bin yıl önce dünyanın en büyük denizcileri engin Güney Pasifik suları boyunca seferler düzenlerken okyanusun birçok adasını keşfeder. Ancak birdenbire duran seferlerin sırrı bugün hâlâ çözülememiştir. Cesur Moana, kendini kanıtlamak için uzun ve cüretkâr bir yolculuğa yelken açar.

Çocuklar Cinecity’de Maceradan Maceraya Koşuyor yazısına devam et

Vatandaş Rıza

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Malkoçoğlu, Battal Gazi, Kara Murat, Kolsuz Kahraman, Komiser Cemil, Vatandaş Rıza ne kadar ileri görüşlüymüş. Taa o zamanlardan “N’aaayır, N’olamaz” demişler. (Sinemaya uzak olanlar için not: Adı geçen şahıslar, Cüneyt Arkın’ın filmlerinde canlandırdığı muhtelif karakterlerdir.) (22 Ocak 2017)

Facebook ve Twitter ortamının görünmeyen bir yararını keşfettim. Ortama bir yazı koyduğunuzda kendi kendinizle iddiaya da girebilirsiniz. Yazdığınızı beğenmeyenler kanatlanıp uçabiliyor. Beğenenlerin üzerinden ise yeni takipçi edinebiliyorsunuz. Yeni gidecek ve gelecekleri tahmin ederek paralı iddia oyunundan uzak durarak günaha girmekten bile kurtulabilirsiniz. (22 Ocak 2017)

Hayırsızada, birkaç tane ağaç dikilerek Hayırlıada’ya çevrilebilir ve mesire yeri olarak turizme kazandırılarak memlekete daha faydalı bir hale getirilebilir. (22 Ocak 2017)

Hayırlı Sabahlar
Hayırlı Pazartesi’ler
Hayırlı Haftalar*
*”Neşeli Pazartesiler” filminin verdiği ilhamla**
**Pardon yanlış hatırlamışım, “Güneşli Pazartesiler”miş (Los Lunes Al Sol). (23 Ocak 2017)

Sevgili arkadaşlar, bu ortama yazılan yorumlar, ana yazının -eski tabirle- teferruatı, çok eski tabirle mütemmim cüz’üdür. Yeni dilde eklenti de deniyor. Ana yazı olmasa yorumları üretemeyiz. O nedenle bunları yazarken saygıda kusur etmemeli, iğneleyici, küçümseyici, hakaret edici ifadeler kullanmamalıyız. Neticede şurada iki satır yazıyla dünyayı kurtarmaya çalışıyoruz. Bırakın rahat rahat kurtaralım. Siz de teşvik edici yorumlarınızla güç verin. Bu arada profilinde herhangi bir bilgi olmayan, kendi fotoğrafını kullanmayan ve rumuzla ortamda arz-ı endam eden arkadaşların yazdıklarının hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığının sanırım yazan arkadaşlar da farkındadır. (23 Ocak 2017)

sinematurk.com, Horizon International bünyesine geçmiş. Hayırlı olsun. Son zamanlarda sitede rastladığım eski filmlerin yeniden yapılmış afişlerinden bir şeyler olacak gibi hissediyordum. Nitekim oldu. (23 Ocak 2017)

Bir yanda görme engelli vatandaşlarımız için tabela hazırlayan Bankalarımız, diğer yanda 9 yaşındaki kızı ile ayrı oturması için bilet kesen Demir Yollarımız. İlginç bir memleket olduk vesselam. (T. C. Devlet Demir Yolları’nın, bir baba ile 9 yaşındaki kızına ayrı bilet kestiği haberlerinin verdiği ilhamla.) (23 Ocak 2017)

Misalen bu ilânı veren bendeniz olsaydım, reklâm parasını % 30 eksik öderdim. Sebeb-i hikmeti görüntüde saklı değil, ayan beyan belli oluyor. (Metronun Mecidiyeköy İstasyonu Cevahir AVM çıkışı.) Ayrıca sergi de ilânın görkemi altında eziliyor. (23 Ocak 2017)

“Vizontele 3” çekilirse Zeki Müren’li espri benzeri şöyle bir diyalog öneriyorum: Demiryolları asansörlere binecek olanlara da ayrı bilet kesiyor mu? (T. C. Devlet Demir Yolları’nın, bir baba ile 9 yaşındaki kızına ayrı bilet kestiği haberlerinin verdiği ilhamla.) (23 Ocak 2017)

TRT Müzik yanlış söylenen türkülerimizin doğrularını yayınlamayı sürdürüyor. Ünlü türkü aslında şöyleymiş:
Urfa’ya paşa geldi, tahta temaşa geldi
Bir elim yar kolunda*, bir elim boşa geldi
*Türkünün orijinalinde bu kelime “koynunda” olarak geçiyor. (24 Ocak 2017)

Que Sera Sera = Olmaz. (25 Ocak 2017)

Bu haftaki (23 Ocak 2017) basın gösterimleri tam tebdili mekânda ferahlık var misali geçiyor: Satıcı / Kanyon, Toni Erdmann / Soho House, Lion / Özdilek, Yeni Nesil Ajan / İstinye Park, Yaşamın Kıyısında / Beyoğlu. Gönül başka mekânlara da yayılmak istiyor ama tabi ki o filmcilerin bileceği iş. (26 Ocak 2017)

Hayatın küçük bir tuhaflığından bahsedeyim. 20’li 30’lu yaşlarda aldığım kitapları kirlenmesin diye kaplardım, kaldığım yeri işaretlemek için sayfayı kıvırmaz, araya kâğıt parçaları koyardım. Okuduğum hiçbir kitapta cümle altlarını çizmez, sayfalara hiçbir işaret koymazdım. Gün oldu, devran döndü, bu kadar itina gösterdiğim kitaplarımın yarısını Milas’ın köy okullarına hediye ettim. Bağışa ilham verenlere ve yardımcı olanlara selâm olsun. Her şey bir müddet bize dokunuyor ve geçip gidiyor; buna insanlar, mekânlar, zaman ve anılar da dahil. (Veya biz de onlara dokunup geçip gidiyoruz.) (26 Ocak 2017)

Başka bir ifadeyle yazarsak: “Zinhar olmaz, muvafık değildir.” (26 Ocak 2017)

Sosyal medya ortamında hiç beğeni almamış bir paylaşımınız oldu mu? Benim oldu. Olması da iyi oldu, çünkü bu vesileyle onun da bir tesellisi olabileceğini keşfettim. Genelde kısa paylaşımlarımı hem facebook’a, hem twitter’a koyuyorum. Twitter’ın beğeni tuşunun kalp işareti olması durumu kurtarıyor. Bendenizin anlayışında kalp ve gönül kelimeleri sevgi duymak anlamına geliyor. Dolayısıyla twitter’da yaptığım paylaşımlarda, gördüğüm kalp işaretine sevindiğim gibi herhangi bir işaret görmezsem de “Ne güzel, kimse paylaşımıma gönül (kalp işareti) koymamış, gücenmemiş.” diye düşünerek teselli oluyorum. (26 Ocak 2017)

(26 Ocak 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Yakın Plan Yas

Şilili usta yönetmen Pablo Larraín’in ‘Jackie’yi yönetmeyi kabûl edişini ilk duyduğumda çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Güney Amerika Sineması’nın gözbebeği, çok sevdiğimiz sinemacının 60’lı yılların Amerikan ikonu olmuş sosyetik First Lady’sinin hikâyesiyle ilişkisini yadırgamıştım haliyle. Öyle ya, onu ülkesinin CIA tarafından tezgâhlanmış darbeyle tarumar edilmiş geçmişini irdelediği filmleriyle tanımıştık.

Ünlü üçlemesinin ilki olan (İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale ödüllü) ‘Tony Manero’, başkent Santiago varoşlarında bir kafede şov yapan orta yaşlı Peralta’nın öyküsüyle Pinochet diktatörlüğünün en vahşi dönemine -ülkemizde de eş zamanlı olarak benzer karanlık günlerin yaşandığı- 1977-78’lere ayna tutar. Tek tutkusu, o dönem sadece Amerikan filmlerinin gösterildiği sinema salonlarında defalarca izlediği John Travolta figürlerinden oluşan gösteriyi sahneye koymak olan ve amacına ulaşma yolunda gözünü kırpmadan cinayetler işleyen dansçının kişiliğinde döneme özgü ahlâki çöküntüyü gözler önüne serer sinemacı. Omuz kamerası, hızlı kesmeler ve soluk Santiago görüntüleriyle dönemin huzursuzluğunun, şehre hakim olan korku atmosferinin başarıyla aktarıldığı bir filmdir bu.

Üçlemenin ikinci ayağı olan 2010 yapımı ‘Post Mortem’ Latince’de ‘ölüm sonrası’ anlamına gelir ve otopsilerde sıkça kullanılan bir deyimdir. Larraín bizleri bu kez darbenin başlangıç günlerine 1973 Eylül’üne götürür. Ana karakteri morg görevlisi aracılığıyla bir ihanet öyküsü anlatır. General Pinochet’nin seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende’ye ihanetini, aşkına karşılık bulamayan içe dönük Mario’nun sevdiği kadını kendi elleriyle yok ediş öyküsü vasıtasıyla anlatarak dönemin otopsisine soyunur. Bizzat Allende’nin otopsisine ve düzmece intihar raporuna da filminde yer veren Larraín’in ‘Post Mortem’ için seçtiği stil önceki çalışmasından farklıdır. Kamera bu defa sabittir. Uzun planlar, plan sekanslar ve filtreler aracılığıyla daha da solmuş renkler dönemin kasvetini vermede çok yerinde kullanılmıştır. Toplu infazların gerçekleştiği, askeri araçların taşıdığı cesetlerin üst üste yığıldığı bir zulüm ve kan ortamının tüyler ürpertici görüntüleridir izlediğimiz.

En tanınmış filmi olan ve bizde sinemalarda gösterilmiş olan üçlemenin son bölümü ‘No’ ise 15 yıllık Pinochet diktasının 1988’deki referandumla düşürülmesinin hikâyesidir. Muhalefetin yerinde atağıyla reklâm dünyasının prensi Rene Saavedra’nın ‘Faşist Diktatöre Hayır’ kampanyasını soluk soluğa anlatan sinemacının stili daha farklıdır bu filmde. Dönemin ruhuna uygun U-matic video çekimleri, gerçek ve kurgu görüntülerin mükemmel bir şekilde bağlandığı kurgu marifetiyle sonucunu önceden bildiğimiz bir referandum kampanyasını soluk soluğa izletir bizlere.

Berlinale ödüllü 2015 yapımı ‘El Club’ ya da benim kişisel çevirimle ‘Günahkârlar Kulübü’, yönetmenin karanlık ve kasvetli dünyasına dönüş yaptığı çalışmasıdır. Şili’nin kilometrelerce uzanan kıyı şeridinde yer alan küçük balıkçı kasabasında Vatikan’ın skandallara karışmış rahipleri sürgün ettiği bir tövbe evinde geçen filmde sinemada şimdiye kadar gördüğümüz en sert kilise eleştirisine imza atar, kapalı kurumsal otoritenin çürümüşlüğü temasından yola çıkmış olan üçlemesinin ardından içe dönük bir başka kulübün, ikibin yıllık Katolik kilisesinin ipliğini pazara çıkarmaya soyunur.

Berlin Film Festivali’nde bu filmi izleyen ve ödüllendiren jüri başkanı Amerikalı tanınmış sinemacı Darren Aronofsky’nin teklifiyle ‘Jackie’ projesine bulaşmış Larraín. Filmin ilk bakışta düşünüldüğü gibi Hollywood usulü bir biyografi filmi olmadığını baştan belirtelim. Bunda önemli faktörlerden biri NBC kökenli televizyon yapımcısı Noah Oppenheim’ın Jacqueline Bouvier Kennedy’nin devlet başkanı eşinin geçtiğimiz yüzyılın en gizemli siyasi cinayetlerinden birine kurban gidişinin ardından geçirdiği sekiz güne odaklanması olmuş. Nathalie Portman’ın ‘Jackie’yi oynaması koşuluyla projeyi kabul emiş Larraín. Jackie’nin kocasının katledilişinin ardından Life Dergisi muhabiriyle yaptığı ünlü röportajdan başlayarak ustaca geriye dönüşlerle, 60’ların başlarında eşi John F. Kennedy ile Beyaz Saray’a yerleşmiş, kısa sürede dünyanın gözdesi haline gelmiş bir Amerikan kraliçesinin rüya gibi geçmiş ve sadece 2 yıl, 4 ay ve 2 gün sürmüş saltanatını ve hemen sonrasını mercek altına almış.

‘Jackie’ yönetmenin bir kadını merkezine aldığı ilk filmi. Çok talihli ve çok talihsiz bir kadın bu. Amerika’nın en genç ve en cazibeli First Lady’lerinden biri olarak dünya sahnesine damgasını vurmuş. Dallas’taki meşum suikastin en yakın tanığı olmuş daha sonra. Kocasının parçalanmış başını toplamaya çalıştığı kana bulanmış pembe elbisesiyle görüntüleri hafızalara kazınmış. Larraín beklenmedik bir felâketi yaşayan kadın karakterinin travmatik kimlik krizini; üzerini değişmeden hastaneye koşmasını, Beyaz Saray’a dönüşündeki şaşkınlığını, kanlı giysilerini çıkarmasını, tırnaklarının arasında kurumuş kanı fırça ile çıkarmaya çabalamasını, ilk şoku atlattıktan sonra çocuklarına babalarının gidişini izah etmeye çalışmasını, tedirginliğini, gelecek korkusunu, tüm ulusun gözleri üzerindeyken bu travmayla boğuşmasını, bir yandan da kocasının tarihi mirasını yaşatmaya, vakur bir duruş sergilemeye çabalamasını ustaca yakın planlarla aktarıyor perdeye. Elindeki birinci sınıf oyuncudan sonuna kadar yararlanıyor. Sinemasının koyu gri atmosferini yakın plan yas hikayesinin emrine sunuyor. Mica Levi’nin matem havasını destekleyen etkileyici müzik çalışması, Stephane Fontaine’in kadrajları ve yönetmenin alamet-i farikası gerçek ile kurgu bölümlerin ustaca kurgusuyla son yılların en farklı biyografi denemelerinden birine imza atıyor. Şilili sinemacının ‘Jackie’ ile eş zamanlı çektiği ve ülkesinin anıt şairi üzerine yine çok farklı, Borgesyen tatlar taşıyan ‘Neruda’sının çok gecikmeden Mart ayı ortasında bizde de gösterime gireceğini müjdeleyerek yazıyı noktalayalım.

(25 Ocak 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Gizli Sayılar

Theodore Melfi’nin yönettiği ve Taraji P. Henson, Octavia Spencer, Janelle Monae ile Kevin Costner’ın oynadığı Gizli Sayılar (Hidden Figures), 24 Şubat 2017’de The Moments Entertainment dağıtımıyla The Moments Entertainment tarafından vizyona çıkarıldı.
Gizli Sayılar, ülkenin temellerini değiştiren parlak bir kadın grubunun gerçek hikâyesini ortaya çıkarıyor. Film, NASA’daki siyah kadın matematikçilerden oluşan bir takımın, Sovyetler Birliği’ndeki Amerikalı rakiplerine karşı uzay yarışını kazanmasına yardımcı oldukları ve aynı zamanda, eşit haklara ve fırsatlara ilerlemeye yönelik arayışların hayati tarihini anlatıyor.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Korkut Akın Yazıyor

Gizli Sayılar yazısına devam et