Alin Taşçıyan: Katı Biçimde Ataerkil Bir Toplumda Yaşıyoruz

Yıllardır cinsiyetçilikle bilfiil mücadele eden bir sinema yazarı Alin Taşçıyan… İlklerin kadını demek de yanlış olmaz onun için; 1925 yılında temelleri atılan FIPRESCI’nin de, 1977’de kurulan SİYAD’ın da ilk kadın başkanı oldu. Öyle koltuğuna, mevkiye sıkı sıkıya yapışanlardan da değil, ne zaman bir sohbetimiz olsa hep yerine gelmesini umut ettiği gençlerden, gençlikten söz eder. Çalışkanlığı, entelektüel birikimi ve dik duruşu ile kadın sinema yazarlarının örnek aldığı yegâne isim olmuştur. Günümüzde hızla tırmanışa geçen, siyasetten sanata evrilen eril dil rahatsız edici boyutlara ulaştı. Sektörde hangi kadına dokunsanız bin ah işitiyorsunuz. Kendisiyle tüm bunları konuşmak istediğimi söylediğimde, “meseleye ya feminist açıdan yaklaşılacak, ya da hiç bulaşılmayacak. Çünkü bizim sağlam bir temele dayanmayan argümanlarla magazine düşme lüksümüz yok.” diye cevap verdi. Aradığım cevap tam da buydu. Buyrunuz…

Merhaba, öncelikle sıcağı sıcağına Dakka’da katıldığınız Sinemada Kadın Konferansı’nın nasıl geçtiğini ve gündemde nelerin olduğunu sorarak sohbetimize başlamak isterim.

Üçüncü kez düzenlenen bu konferansın kapsamı çok geniş… Festivalle iç içe organize ediliyor, iki gün sürüyor. Her katılımcı kendi branşı doğrultusunda sunumlar hazırlıyor. Bunların büyük bir kısmı basılı… Ayrıca çeşitli başlıklar altında üçer kişilik paneller de düzenleniyor. Sinemacılar çoğunlukla kendi film yapma deneyimlerinden, karşılaştıkları engellerden ve ulaştıkları hedeflerden yola çıkarak serüvenlerini paylaşırken akademisyenler belirli konulardaki araştırmalarını sunuyor. Ben de dünya çapında daha fazla feminist film eleştirisine ihtiyaç duyma nedenlerimiz üzerine, geniş alıntılar kullandığım bir metin hazırlayarak erkek sinemacıların da sinema yazarlarının da feminist film teorilerini okumamalarından kaynaklı cinsiyetçiliğe vurgu yaptım. Tartışma yaratıp ufuk açacak yaklaşımlara ihtiyacımız var.

Yakın zamanda bir filmin cinsiyetçi yaklaşımı dolayısıyla kadın sinema yazarları ve film ekibi arasında sosyal medyada seviyesi aşağılarda bir ağız dalaşı yaşandı. Yıllardır cinsiyetçilikle bilfiil mücadele eden bir sinema yazarı olarak meseleye genel olarak feminist açıdan bakarsak, nasıl yorumlamalıyız?

Meseleden sen söz edince haberim oldu. İnternette aradım, bu konuda bir haber okudum ve bir bildiri gördüm. Doğrusu bildirinin haklı bir nedeni var, birçok kişi imza vermiş… Ama keşke o bildirinin diline biraz daha özen gösterilseydi… “Tecavüz kültürü” diye bir ifade yer almasaydı içinde… Melissa Silverstein, bu ifadeyi, yani “rape culture”ı ironik olarak kullandığı bir makale yazdı ama niteliği yanlış anlaşılan bir olayda, Amerika’daki anlayışı eleştirmek için. Sosyal medyadaki ağız dalaşını bilmiyorum, eğer seviyesi söylediğin kadar aşağıdaysa bilmek de istemem… Katı biçimde ataerkil bir toplumda yaşıyoruz, cinsiyetçilik her alana sinmiş durumda. Sinemaya da yansıyan bir toplumsal sorun. Yeşilçam, kendisine şiddet uygulayan erkeği, ‘namus bekçisini’ anlayışla karşılayan bakireleri kutsayan filmlerle doludur. Evinin iffetli hanımı olmakla, sokağa düşmek arasında seçenek sunmadığı kadın tipine karşılık iş ya da servet sahibi olup cinsel arzu duyan kadını “şeytani şehirli sarışın fahişe” diye damgalar. Erkekler ise kadınları ya da hasımlarını tokatlar, döver, öldürür, zengin olup intikamını düşmanlarını küçük düşürerek alır. Kollektif bilinç altında böylesi marazi karakterler olan bir sinemanın bugün de çoğunlukla kaba cinsiyetçi bir tavırla, zaman zaman da gayet inceltilmiş ve bilinçli bir mizojiniyle film üretmesine şaşırmıyorum. Küfür, erkek olanın erkek olmayana cinsel saldırısını ifade ettiği için savunulacak hiçbir yanı yoktur. Doğrudan erkek şiddetini ifade eder, anlaşılır, normal, olağan bir şey değildir. Ama cinsiyetçiliği sadece senaryoya, diyaloglardaki dile indirgememek gerek. Mizahın kaynağı olarak kullanılması hakikaten çok çirkin ve yazarlarının ince yaratıcılıktan nasibini almadığını, futbol holiganı düzeyinde kaldığını gösteriyor. Fakat unutmayalım ki sinema görsel işitsel bir dal ve maşizm görüntüde de kendini ele veriyor. Feminist film okumalarına ağırlık vermemiz gerek, böylece kulağı tırmalamayan cinsiyetçiliği de analiz edebiliriz.

Yapılan bir araştırma geçtiğimiz yıl boyunca vizyona giren filmlerin yüzde 90’ının erkek yönetmenlere ait olduğundan; bir diğerinde ise 2016’da vizyona giren 110 filmden yalnızca 11 tanesinin yönetmenin kadın olduğunu gözler önüne seriyor. Sizce kadın yönetmenler nerede?

Kadın yönetmenler dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de erkek meslektaşlarıyla eşit fırsatlara ve haklara sahip değiller. O yüzden şimdilik sayıca geri plandalar ne yazık ki… Kadınlar hiçbir alanda henüz eşitliği elde edemediği için sinema sektöründe git gide daha etkin olmaya başlamaları bu alanı ayrıcalıklı ve umut verici bile kılıyor. Hatta belirli dallarda hem sayıca hem nitelik açısından üstünlük sağlamaya başladıklarını yıllardır gözlemliyorum, aman söylemeyeyim hangi dallarda olduklarını hemen önlerine engeller dikiliverir! Sinema için her daim söylenegelir: “Erkekler tarafından, erkekler için yapılan ve erkeklerin oynadığı filmlerden ibarettir” diye. Binlerce yıllık uygarlık tarihinde vardığımız noktaya bakınca yine sinemanın haline şükredebiliriz. Ama dünyada gözlemlediğim şu: Hem Avrupa’da hem ABD’de sinema sektöründeki eşitsizliği sürekli vurgulamamız ciddi bir rahatsızlık yarattı ve kadınların öznesi olduğu filmlere ilgi ve özen gösterilmeye başladı. Hem Avrupa Film Akademisi’nde hem Amerikan Film Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nde de bu yönde hareketlenme var. Festivaller film seçerken bir denge sağlamaya gayret gösteriyor artık. Ama önümüzde daha katedilecek çok yol var…

Sektördeki hemcinslerinizi bir konuda eleştirmeniz gerekse, hangi konuda eleştirirsiniz?

Sektördeki hemcinslerime gelene kadar maçoları eleştireyim, daha yararlı olmaz mı? Ama bir şeyi talep ederim kadınlardan: Feminizm, en basit tanımıyla dünya nüfusunun yarıdan fazlasının özgürlük ve eşitlik mücadelesidir, evrensel bir hak arayışıdır. Bu mücadeleye aktif biçimde katılmalarını, bu konuda kendilerini ciddi yapıtları okuyarak ve izleyerek bilinçlendirmelerini isterim. Safları sıklaştırsak ve bütün farklılıklarımıza rağmen dayanışma içinde olsak gerçekten her şey değişebilir. Ama sağlam bir teori şart ki eleştirilerimiz yüzeysel kalmasın. Bir de sektörde tutunmak uğruna erkek egemen ideolojilerin baskısı altında kalmasınlar, erkek gibi düşünüp erkek gibi davranarak erkek gözüyle ve erkek diliyle film çekmek zorunda değiller… Ki şu an aktif olarak çalışanların önemli bir kısmı kadın gibi kadın filmi çekiyor, hakikaten çok mutlu oluyorum filmlerini izleyince.

Başka bir açıdan bakacak olursak, Son yıllarda Hollywood’da kadın oyunculara karşı yapılan cinsiyetçi tavırlara -yine kadınlar tarafından- ciddi tepkiler geldiğini biliyor, duyuyoruz. Örneğin henüz 40’ına varmamış Amerikalı oyuncu Maggie Gyllenhaal’ın, 55 yaşındaki bir erkek oyuncunun karşısında oynayamayacak kadar “yaşlı” bulunduğu için reddedilmesi bu konuya dair verilebilecek en çarpıcı örneklerden bir tanesi olabilir mi?

Belli ki o rol kadın bedenini nesne olarak gören bir projedeymiş. Hollywood devasa bir pazarlama mekanizması. İdoller yaratmalı ki ebedi gençlik ve güzellik hayalini, ancak bu gençlik ve güzellikle elde edilebilecek aşk, evlilik, başarı, şöhret ve servet hayalini satabilsin. Hollywood’un kadın karakterleri tuhaf biçimde git gide tekdüzeleşti… Gerçek karakterler nadiren çıkıyor karşımıza… Sofistike bir tutuculuk sardı filmleri Arrival’da, Loving’de, La La Land’de kadın karakterlere bakınca içim daralıyor. Kadınları anne ve eş olarak aile içinde konumlandırmanın ötesine geçmiyor ve onlara fedakârlıkları ölçüsünde değer biçiyorlar. Bir de empowerment tutturdular, sanki Wonder Woman çekince sorun çözülüyor. Erkek kahramanlara özgü nitelikleri kadın kahramanlara yüklemek de cinsiyetçilik madalyonunun diğer yüzü sadece.

Son James Bond filmi Spectre 007’de yeni Bond kızının 1985 doğumlu Léa Seydoux olması (Daniel Craig 1968 doğumlu) Hollywood’un altın çağlarından beri süregelen cinsiyetçi bir takıntısının bir sonucu olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün mü?

Oyuncuların doğum tarihlerinden çok daha önemli faktörler var James Bond misali bir kahramanın körüklediği cinsiyetçilikte. Ayrımcılığın bir paket olduğunu emperyalizm, kolonyalizm, ırkçılık, milliyetçilik ve cinsiyetçiliğin bir bütünün parçalarını olduğunu gözümüze gözümüze sokar. Dünyaya hükmeden gücün, İngiltere ve ABD’den oluşan beyaz Anglosakson Hristiyan kutsal ittifakının koruyucu şövalyesidir James Bond. Ruslar, Çinliler, Koreliler, Müslümanlar ya da müttefik devletlerin yerine talip olup dünyayı ele geçirmek isteyen delilere karşı temsil ettiği güç, elbette eril bir güçtür! Bu yüzden onu gören her kadın -düşmanı da olsa- karşısında eriyecektir. Çenemizi yorduğumuza değmez, çift sıfır yedi.

53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde Türkiye’nin en genç kadın yönetmeni unvanıyla anılan Yağmurlarda Yıkansam filminin yönetmeni Gülten Taranç’ın “Şişman olduğum için iş vermediler” açıklamasını nasıl yorumlarsınız?

Gülten Taranç’a iş vermeyenler utanmıştır diye iyimser düşünmek isterim… Biz onlar adına utandık en azından. Ama gerçek şu ki kadınlara dayatılan güzellik kültü, o tek tip görüntüye endeksli estetik anlayışı, yüzbinlerce kadının kendilerine güvenlerini yitirmesine, potansiyellerini ortaya çıkarmalarına, yeteneklerini değerlendirmelerine engel olabiliyor. Sinemacı ve akademisyen bir aileden ve çevreden gelmese belki Gülten Taranç da heyecanını yitirecekti, inadı kırılacaktı… Güzellik için ille de ölçütümüz olacaksa moda dergilerine değil de müzelere bakalım bari. Bence Renoir, Gülten Taranç’ı nehir kıyısında yıkanırken çizebilirdi. Victoria’s Secret defilesine çıkmaktan daha prestijli herhalde!

Geçtiğimiz günlerde, İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci, Paris’te Son Tango filmindeki tecavüz sahnesinin gerçek olduğu ve Maria Schneider’ın haberi olmadan çekildiğini dair haberler ülkemizdeki pek çok haber sitesinde yer bulmuştu.

Türkçeye çevrilen haberler hakikaten çok sorunlu olabiliyor. Bir de sinemada cinsellik hakikaten yaşanıyormuşçasına haberler yaparak sansasyon yaratmaya bayılır bazı meslektaşlarımız. O söyleşiyi Bertolucci yanılmıyorsam üç yıl önce falan verdi. Sonra bir İspanyol yayın organı kısmen çevirip ortaya koydu. Bir sürü başka yayın organı kullandı eksik haberi, ünlüler tweet attı, derken olay çarpıtıldı. Bertolucci, tecavüz gerçekti demedi, zaten Schneider de dememişti. Küçük düşürülmüş. “Hem Brando, hem Bertolucci tarafından tecavüze uğramış gibi hissettim biraz. Marlon’un yaptığı gerçek olmasa bile döktüğüm gözyaşları gerçekti,” demişti. Nedeni de apaçık tuzağa düşürülmesi! Bir gece önce Brando ve Bertolucci’nin aklına anal seks sahnesinde tereyağını kayganlaştırıcı olarak kullanmak gelmiş. Nasıl çekeceklerini söylememişler ki o dönemde deneyimsiz bir oyuncu olan Schneider gerçekten dehşete düşsün ve performansı inandırıcı olsun. Çok çirkin bir olay ve bir kadın oyuncunun genç ve deneyimsiz olmasından alenen yararlanılmış, güveni de bedeni de istismar edilmiş. Ama tecavüz bambaşka bir suç. Tecavüz kadar ağır bir suçu yerli yersiz kullanmamak lâzım. Polanski’nin bir çocuğa tecavüz ettiği mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmasına rağmen sinema dünyasının erkekleri onu nasıl da korudu ve kolladı! Üzerinden çok vakit geçmişmiş! Hâlâ daha görülmemiş bir dayanışma içindeler! Tippie Hedren Kuşlar için çalıştıkları sırada Hitchcock’un tacizine uğradığını kaç kere anlattı, hâlâ toz kondurmazlar! Büyük usta olması büyük zampara olmasına engel değil. Paris’te Son Tango’ya gelince, şimdiki sözleşmelerle falan zor kabûl ettirirler önceden üzerinde mutabakata varılmamış böyle bir sahnenin çekimini… Sözleşmeye uydurulsa ve tazminat hakkı doğsa bile kadın oyuncu sahneyi çekmek istemese, durumu açıklasa birçok meslek kuruluşu tepki gösterir yönetmene. Demek ki hukuki açıdan bir nebze gelişme gösterilmiş, baskı grupları oluşabilmiş.

Bir de tabii Türkiye’de filmlerdeki cinsiyetçiliğe dikkat çekmek için düzenlediğiniz gelenekselleşen Altın Bamya Ödülleri var. 8 yıla şöyle bir bakacak olursanız tek bir ödül verecek olsanız hangisini seçerdiniz?

Altın Bamya’da birincilik derecesi yok… Film, senaryo, kadın ve erkek karakter kategorileri ve özel ödüller var. Bütün kazanan ve aday olan eserler bence hak etmiştir, bir seçme yapamam, kıyamam hiçbirine!

Tüm bu çabaya rağmen bugün gelinen noktaya baktığımızda ülke sinemamızda erkek egemen bakışa karşı biraz olsun yol alınabildi mi, farkındalık yaratılabildi mi yoksa geriye gitmeye devam mı ediyoruz?

Bence birçok kişide farkındalık yaratabildik. Ama sorunu görmezlikten gelen, varlığını inkâr edenler çok… Durumu sınıf ayrımıyla, piyasa koşullarıyla, geleneklerle, mizahla, romantizmle açıklamaya çalışanlar gördüm. Beni üzen tek şey nadiren de karşımıza çıksa bazı kadın yönetmenlerin de eril bakışla film yapması. En çok sevindirecek olan da bir koldan feminist bir koldan queer sinemanın Türkiye’de atılım yapması ve belden aşağı mizah nasıl yapılır dersini maçolara vermesi. Haydi inşallah canım!

(29 Ocak 2017)

Gizem Ertürk

Aşağılanma ve İntikam

Asghar Farhadi Fransa’da çektiği ‘Geçmiş / Le Passé’nin ardından ülkesine dönüş yapıyor bizde yeni gösterime giren son filmiyle. ‘Satıcı / Forushande’ usta sinemacının geleneksel ile modernizm arasında yolunu çizmeye çalışan İranlı orta sınıf entellektüelin çıkmazları üzerine yine.

Lise edebiyat öğretmeni Emad ile amatör bir tiyatro topluluğunda birlikte oyunculuk yaptıkları eşi Rana’nın sıradan hayatları beklenmedik gelişmelerle sarsılır. Komşu inşaat çalışmasıyla temelleri çatırdayan evlerinden ayrılmak zorunda kalırlar önce. Geçici bir süre için taşındıkları dairenin daha önce para karşılığı erkeklerle birlikte olan bir kadına kiralanmış olduğunu öğrendiklerinde ise çok geç kalmışlardır. Kocasının geldiğini zannederek kapıyı açık bırakan Rana eski kiracının müşterisi tarafından saldırıya uğrar bir gece vakti. Bu beklenmedik şok genç karı kocanın hayatını temelli olarak değiştirecektir.

Kriz anında değişen ve varlığından haberdar olmadıkları karanlık yönleri su yüzüne çıkan karakterleri anlatmayı sevdiğini söylüyor Farhadi. Genç çiftin sahnede yorumladıkları oyun olarak, aşağılanma üzerine en etkileyici metinlerden birisi olan Arthur Miller imzalı ‘Satıcının Ölümü’nün seçilmesi bu yüzden anlamlı. Değişen dünyanın getirdiklerine uyum sağlamayan Willy Loman’ın çaresizliği ile özel yaşamlarının uğradığı tecavüzle sarsılan Emad’ın büyüyen öfkesi arasında paralellik kuruyor yönetmen.

Genç çift çevrenin ahlâki baskısıyla kanuni yollara başvurmaktan çekiniyor. Bu da öfkenin ve intikam duygusunun büyümesini hızlandırıyor. Olaylar ilerledikçe Emad’ın filmin başlarında çizilen açık fikirli medeni görüntüsü değişiyor, hoşgörülü, bağışlayıcı genç adam acımasız bir zalime dönüşüyor. ‘Geleneklerle modernizm arasına sıkışmak böyle bir şey işte’ diye açıklıyor İranlı sinemacı. Eğitimli orta sınıf bireyinin modernizm talepleri ve toplumun yeniden inşasındaki kibri, mahalle baskısından etkileniyor ve şiddet kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor.

Röportajlarında tiyatro ile gerçek hayatın içiçeliğini vurgulamak isteğinin altını çiziyor İranlı yönetmen. Karakterlerinin Miller’de olduğu gibi kalın çizgilerle iyi ve kötü olarak ayrışmadığını, insan doğasının bilinmezliği üzerine kafa yorduğunu belirtiyor. Bağışlayıcının zalime, kurbanın cellada dönüştüğü müthiş bir finalle allak bullak ediyor izleyicisini. Emad ile Rana’yı sahnede canlandırdıkları Willy Loman ve karısı Linda’nın ile kanlı canlı karşılıklarıyla yüzleştirirken İranlı genç çiftin ahlâk anlayışlarını ve vicdanlarını sınıyor. Ve yine röportajlarında belirttiği gibi, son jenerik yazıları akarken yeni bir hikâyeyi kurgulamaya başlıyoruz hepimiz.

‘Satıcı’ ustalıkla yazılmış ve yönetilmiş bir film. Farhadi’nin önceki filmlerinden aşina olduğumuz oyuncuların (Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödüllü Shahab Hosseini, Taraneh Alidoosti, Babak Karimi ve diğerleri) mükemmel yorumları, Hossein Cafarian’ın birinci sınıf görüntüleri, Sattar Oraki’nin etkileyici tema müziğiyle akıllardan kolay çıkmayacağa benzer bir başyapıt. Kaçırmamaya çalışın.

(29 Ocak 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bizi Yok Eden Şeyler

“Bizi yok edecek şeyler şunlardır” der Hindistan bağımsızlık hareketinin öncüsü, barış eylemcisi ve insan hakları savunucusu Mahatma Gandhi:

*İlkesiz siyaset
*Vicdanı sollayan eğlence
*Çalışmadan zenginlik
*Bilgili ama karaktersiz insanlar
*Ahlâktan yoksun iş dünyası
*İnsan sevgisini göz ardı etmiş bilim.

Ülkenin içinde bulunduğu tatsız ortam herkesin hayatını doğrudan ya da dolaylı olarak etkiledi. Öyle ki, tüm yaşananlara tepki gösteren iyiyi, güzeli, birlikte yaşamayı öğütleyen insanların kendi özel hayatlarında ya da iş yaşamlarında eleştirdikleri şeyin kendisine dönüştüklerini görmek bana göre en acıklısı oldu. Hani meclisteki vekillerin haline bakıp utanıyoruz ya aslında aynaya bakıp kendimizden utanmamız gerekiyor. Ingmar Bergman’ın dediği gibi “Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir.” Meselâ entelektüel birikimi olduğunu kabûl ettiğimiz üç kişinin üç farklı görüşte olduğunu farz edin ve onların tartışmasını uzaktan bir izlemeyi deneyin. Ya da haktan, hukuktan, adaletten bahseden ve kendi mecralarında saygı gösterilen insanlarla bir dirsek temasında bulunun. Eleştirdiği şeyin ta kendisi olduğunu görmek bu zamana kadar sektörde edindiğim en acı tecrübelerden biri oldu. Yakın zamanda kişisel olarak yaşadığım bir olay da bunu perçinledi. Ancak bu başka bir yazının konusu olabilir. Elbette tüm sektörü bu şekilde itham etmek doğru olmaz ancak ezici bir çoğunluğun tam da tarif ettiğim gibi olduğu bilinen bir gerçek. Neden böyle girizgâh yaptım çünkü yakın zamanda sosyal medya üzerinden birkaç sinema yazarının bir filmin ekibiyle yaşadığı ağız dalaşına şahit oldum. Zaten kendi yaşadığım kişisel tecrübelerle de fazlasıyla içi şişmiş birisi olarak konuyu okuyup geçmek yerine ben kendi adıma ne yapabilirim, nasıl bir katkı sağlayabilirim, diye düşündüm çünkü siyasette olduğu gibi sanatta da giderek sertleşen ve sevimsizleşen bir dil var. Bu dil sorununu çözmekte hepimize sorumluluk düştüğüne inanıyorum. Çözüm, bizimle aynı görüşte olmayan insanları popüler tabirle “facebook’tan ignore etmek” değil. Bu yazının konusunu aslında bu film özelinde yaşanan tartışma neticesinde biraz olsun genel resme bakabilmek oluşturuyor. Bunu yaparken de yalnızca tek bir tarafın görüşlerine yer vermeyi değil her iki tarafın, hâttâ taraf olmayanların görüşlerini de almayı tercih ettim. Öncelikle teklifimi geri çevirmedikleri için ve görüş verdikleri için her birine ayrıca çok teşekkür ediyorum. Bir katkı sağlaması dileğiyle…

ECEM ŞEN – FİLMLOVERSS YAZI İŞLERİ SORUMLUSU: ERİL VE ‘HER ŞEYİ YAPARIM’CI TAVIR HERKESİ BIKTIRMIŞ DURUMDA

Ecem Şen, yeni olmasına rağmen yükselişte bir sinema sitesi olan filmloverss.com’un çiçeği burnunda yazı işleri sorumlusu ve bu tartışmanın da bir numaralı tarafı çünkü mesele onun Twitter üzerinden yaptığı bir yorum üzerine gelişti.

Ecem, öncelikle seni biraz tanıyarak başlayalım mı?

Klâsik tanımlamalarla kısaca bahsetmem gerekirse, Tekirdağ doğumluyum, 25 yaşındayım. Annemin “Kendinizi tek bir kelimeyle tanımlar mısınız?” sorusuna “Amazon” cevabını verdiği, babamın da bireysel kararlarıma ne denli saygı duyduğunu derinden hissettiğim günden beri, yetiştirilme tarzımın da pozitif katkısıyla feminizmle oldukça içli dışlıyım. Yaklaşık 3 yıldır sinema yazarlığı yapıyorum. Bahçeşehir Üniversitesi’nde Sinema-TV okudum. Ağırlıklı olarak, sinemada yer alan kadın temsilleriyle ilgileniyorum. İçinde yer almaktan çok mutlu olduğum ve en büyük “iyi ki”lerimden biri olan FilmLoverss’ta Yazı İşleri Sorumlusu’yum.

Yazdığın mecralar ve takip ettiğin hem Türkiye’den hem de dünyadan sinema dergi, internet sitesi ve blogları neler?

FilmLoverss dışında herhangi bir mecrada yazmıyorum. Açıkçası buna pek vaktim de kalmıyor. Türkiye’den elbette sinema üzerine yayın yapan her platformu takip etmeye bu konuda güncel kalmaya çalışıyorum. Altyazı Dergisi, doyurucu içeriğiyle severek takip ettiğim yayınlardan biri. Onun dışında Indiewire, Variety gibi platformlar da takip ettiğim internet siteleri arasında.

Bir filmi eleştirirken hangi kriterleri baz alıyorsun?

Bir film eleştirisi yazarken aslında filmleri ayrıntılı bir analize tabi tutmayı seviyorum. Kısa, bir iki paragraflık iyi-kötü şeklinde yorum yapmaktan ziyade filmleri derinlemesine incelemeyi seviyorum. Bu analizleri de filme göre farklı okuma türleri kullanarak yapıyorum diyebilirim. Örneğin kadın karakterin çok ön plânda olduğu ya da bilinçli bir şekilde geride bırakıldığı ya da yalnızca cinsel obje olarak kullanıldığı filmlerde feminist bir okumaya yöneliyorum, “Her bakış ideolojiktir.” düşüncesine inandığımdan politik anlamda belirli bir sistemi öven/yeren filmlerde Marksist analiz tercih ediyorum ya da rüyalar, hayaller, bilinçaltı gibi ögeler yakalıyorsam psikanalize yöneliyorum. Tabi birçok okuma yapmak mümkün ama benim kendimi içinde daha rahat hissettiğim ve daha hakim olduğumu düşündüğüm alanlar bunlar. Bunların yanı sıra aslında mainstream sinema genelde promote ettiği sistem de göz önünde bulundurulduğunda çok sevdiğim bir noktada değil. Bu tür filmleri göz alıcı ambalajını soyarak Frankfurt Okulu’nda temelleri atılan kültür endüstrisi bağlamında değerlendiriyorum genel olarak. Filmde benim için olmazsa olmaz şeklinde değerlendirebileceğim -senaryo, sinematografi ya da oyunculuk gibi- mutlak katılıkta baktığım bir katman yok. Her filmde, farklı bir yetkinlik izleyeni heyecanlandırabilir, en azından benim için böyle.

Sana göre iyi bir eleştirmenin özellikleri neler olmalı?

Her şeyden önce anlaşılabilir bir dil kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Bu anlaşılabilirlik hitap edilen profile göre değişkenlik gösterebilen bir durum elbette. Yine de kullandığınız dil, her zaman sizin hakkınızda ipuçları verir. Yanı sıra belirli bir hayat görüşünün varlığına, duruşa önem veriyorum ve bu duruşun durumdan duruma değişmemesine. Sonrasında tabii ki bir eleştirmen çok okumalı, çok izlemeli. Kendini geliştirme yolculuğunun bir varış noktasının olmadığını ve hep devam eden bir süreç olduğunu bilmeli daha doğrusu hissetmeli. Filmlerde herkesin görebildiği noktalardan ziyade ilk bakışta görülmeyen parçaları birleştirip okuyucuya sunabilmeli ve tüm bunları yaparken etik olmalı diye düşünüyorum.

Genç bir sinema yazarı olarak sektörde kendini ifade etme ya da kabûl ettirme zorlukları yaşadın mı ya da yaşıyor musun?

Sektöre, yalnızca kendimin farkında olduğum ilk girişimi yaptığımda bir sinema öğrencisiydim. Kimseyle bir iletişimim yoktu, basın gösterimlerine tek başıma gidip sonrasında ayrılıyordum. O dönemde kendimi kabul ettirme konusunda etkisiz ve karamsar hissettiğim oldu. Ancak FilmLoverss geniş kitlelere ulaşabilen bir mecra ve ulaşabildiğim okuyucu sayısını gördükçe kısa zamanda bu karamsarlığım da günden güne kayboldu. Çünkü hem okuyuculardan hem sektörden çok güzel geri dönüşler aldım. Örneğin daha ilk zamanlarımda Barış Atay, Eksik filmine yazdığım eleştiriyle ilgili beni çok mutlu eden cümleler kurmuştu ya da yazılarım bizzat filmin üreticileri tarafından paylaşılabiliyordu. Zamanla sektörle iletişimim git gide arttı ve son olarak FilmLoverss’ta Yazı İşleri Sorumlusu görevine geldiğimden beri sektörle bağlantılarım ciddi anlamda gelişti. Elbette önümde bu konuda çok uzun bir yol var ama eleştirmenliğe başladığım ilk zamana kıyasla geleceğe artık çok daha umutlu bakıyorum.

Gelelim asıl konumuza, yazı yazdığın sinema sitesi reklâm alıyor mu? Eğer evetse, reklâm aldığınız filmleri olumsuz eleştirme özgürlüğünüz var mı ya da bu filmden reklâm aldık yazarken dikkat edelim gibi uyarılar aldığınız oldu mu?

FilmLoverss çok hızlı büyüyen, bağımsız sinemaya önem veren, bağımsız bir sinema oluşumu. Ve evet tabii ki reklâm alıyoruz. Ancak ben sitenin Yazı İşleri Sorumlusuyum. Reklâm konularıyla platformumuzun kurucusu ve aynı zamanda Genel Yayın Yönetmenimiz Utku Ögetürk ilgileniyor. Fakat, kendi sorumluluk alanıma dahil olduğundan net bir şekilde söyletebilirim ki bu konuda aldığımız önemli kararlar var ve bu reklâmdan reklâma, bütçeden bütçeye değişkenlik göstermiyor. FilmLoverss belirli bir ideolojik duruşa sahip. Hem yayın politikasıyla hem yazarlarıyla bu duruş hem kendimize hem de okurlarımıza verdiğimiz bir söz aslında. Bu yüzden ülkenin içerisinde bulunduğu durumları göz önüne alarak zaman zaman yayına ara veriyoruz, ya da duruşumuzla ters düşen reklâmları almama konusunda net bir tavrımız var. Bu sık sık da deneyimlediğimiz bir durum. Özellikle Türkiye’nin sinema sektörüyle ilgili olarak FilmLoverss’ın yayın politikasına ters düşecek herhangi bir filmin reklâmını almıyoruz. Bunun yanı sıra reklâm aldığımız filmlerle ilgili yaptığımız anlaşmalarımızda film için “olumlu eleştiri yazılır” gibi bir madde kesinlikle eklemiyoruz. Yazar düşündüğünü yazmakta mutlak bir özgürlüğe sahip. Kaldı ki hangi filmden reklâm alıp almadığımızı sitede yayınlanmadığı müddetçe birçok yazar bilmiyor ve yazısını bu bilgiden bağımsız bir şekilde kaleme alıyor. Bu tavır benim için de çok önemli çünkü tersi etik değil.

Tartışmanın alevlendiği nokta tam da burası yani bir sonraki filminize ilân veririz, nasıl olsa o zaman eleştiremezsiniz yorumu neye dayanıyor sence?

Bu yorumun bizimle ilgili olduğunu düşünmüyorum bana kalırsa yönetmenin kendi sektörel deneyimlerine ya da çıkarımlarına dayanıyor. Zaten bu konuda benim FilmLoverss özelinde hiçbir çekincem yok. Orçun Benli kendisinin de dediği gibi -bir varsayım olarak- reklâm teklifiyle gelseydi de kabûl etmeyeceğimizden eminim. Biz zaten tam da filmin kendini konumlandırdığı bu cinsiyetçi tavra karşı duruyoruz; bu sebeple herhangi bir koşulda da yanında yer alamayız/almayız.

Geçtiğimiz sene kadın sinema yazarları tacizi, tecavüzü komedi unsuru olarak kullanan filmlere karşı bir bildiri yayınlamıştı. Bir farkındalık uyandır mı?

Belli bir ölçüde evet ama sanırım yayınladığımız bildiri yine bu konunun bilincinde olan kitle tarafından önemsendi. İnsanlar çoğu zaman filmlerde yer alan bu tür doğrulamaların toplumsal hayatta nelerin önünü açabileceği ve ne sonuçlar doğurabileceği konusunu ıskalıyor. Tacizi toplumsal hayatta meşrulaştıran herhangi bir konunun doğrulayıcı mizahının yapılmasını yanlış buluyorum. İllâ ki bunun mizahı yapılacaksa izleyici, tacizci karakterlerle taciz matah bir hareketmiş gibi özdeşleştirilmeden, eleştirerek verilmeli. Peki bunun karar mercii ben miyim? Aslında hayatı boyunca sokakta tacizden muzdarip olan ve bir filmde kullanılan diyaloglarla sözlü tacize uğrayan/uğrama ihtimali olan her bir kadın bu konuda karar mercii olmalı. Mizah kesinlikle çok kuvvetli bir silâh ve yapılan mizahın neye hizmet ettiğini doğru değerlendirmek gerekiyor.

Bu yıl bu konu bizzat senin Hep Yek 2 filminin yönetmen ve senaristi ile karşı karşıya gelmenle alevlendi. Nasıl gelişti süreç anlatır mısın?

Tabii ki, bu kendimi ayrıntılı olarak da ifade etmek istediğim bir konu. Olay şöyle gelişti: Twitter üzerinden Ata Demirer’in yeni filmi Olanlar Oldu ile ilgili görüşlerimi paylaştım. Ata Demirer hep aynı filmi yapıyor gibi görünse de Olanlar Oldu’nun Hep Yek faciasından daha iyi ve naif olduğunu belirttim. Hep Yek 2 filmini izlemedim, yaptığım “facia” tanımlaması da direkt olarak filmin yayınlanan fragmanlarına dayanıyor ve fragmanların da böyle bir tanımlamayı yapabilmek için fazlasıyla yeterli olduğunu düşünüyorum. Bu tweeti paylaşmamın ardından Hep Yek 2 filminin yönetmeni Orçun Benli, tanışmamamıza ve Twitter üzerinden takipleşmememize rağmen bana Coşkun Göğen’in oynadığı Türkiye sinemasında “tecavüzcü Coşkun” olarak bilinen tiplemeyi kullandıkları bir sahne ile yanıt verdi. Her ne olursa olsun bir kadına içeriğinde tecavüz imasının yer aldığı herhangi bir paylaşımın yapılmasını da taciz olarak nitelendiriyorum açıkçası. Birçok sinema yazarı ve Twitter kullanıcısı da böyle değerlendirdi ve bu konuda yanımda olduklarını belirtti. Sonrasında ise çeşitli hakaretlerle tartışma daha da çirkinleşti ve “parayla yazı yazdırma” noktasına geldi. Üslûp çirkinleştikçe ben de tartışmaya devam etmeyi kestim ancak diğer kullanıcılar aracılığıyla tartışma benim dışımda büyümeye devam etti çünkü bu eril ve ‘her şeyi yaparım’cı tavır hemen hemen herkesi bıktırmış durumda.

Sektöre yeni girmiş genç bir sinema yazarı kadın olarak bugüne kadar yaşadığın ya da şahit olduğun cinsiyetçi durumlar oldu mu?

Sokakta adeta günün hiçbir saatinde rahat yürüyemediğimiz, toplu taşıma araçlarında her an tetikte olduğumuz ve nereye bakacağımızı şaşırdığımız bir ülkede yaşıyoruz. Elbette taciz her yerde, her ülkede ancak farklı boyutlarda yaşanıyor. Biz açıkçası biraz daha üst boyutlarda yaşıyoruz. Tacizi bir hak olarak görme düşüncesi toplumsal olarak içselleştirilmiş olduğundan elbette bu sektöre de yansıyor. Tacizin bireysel olarak tek bir erkekten ziyade değil bütünüyle erkeklik algısının getirdiği toplumsal bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden herhangi bir yerde herhangi bir şekilde tacizle yüzleşmek zorunda kalmak yüksek bir ihtimal… Sektörde elbette taciz de dahil olmak üzere cinsiyetçi tavırlarla karşılaştım. Kadın olduğum için yapamayacağım işler, başkaları tarafından belirlendi ya da sektörde yeni, genç bir kadın oluşum flörtöz tavırlara birilerinin gözünde kapı aralamış oldu. Bunları deneyimledim elbette. Ancak şuna bir parantez açmak istiyorum, flört karşılaşılması çok doğal bir durum ancak aşılmaması gereken çizgiyi iyi belirlemek gerekiyor. Bir kadın flörte olumsuz yanıt verdikten sonrası tacize giriyor ve genç bir kadın oluşunuz kimseye bu hakkı vermiyor. Umarım bu konuda da farkındalık geliştire geliştire ilerleme kaydedeceğiz.

TUĞÇE MADAYANTİ DİZİCİ – BİRGÜN GAZETESİ SİNEMA YAZARI: SİSTEM DOĞRU VE DÜRÜST İNSAN OLMAYA İZİN VERMİYOR

BirGün Gazetesi’nde haftalık sinema yazılarına devam eden Tuğçe Madayanti Dizici’yi takip edenler sıkı bir hayvansever olduğunu da iyi bilir. Özellikle sinemada hayvan hakları ihlâli gibi meselelerle de yakından ilgili olan yazar, yazıya konu olan meseleye de tepkisiz kalmamıştı.

Merhaba Tuğçe, hemcinsinin yaşadığı durumu sosyal medyada sahiplenerek yayılmasına vesile oldun. Öncelikle nasıl yorumluyorsun bu olayı?

Çok üzücü. Hatırlarsan kadın sinema yazarları ve destekçileri olarak geçen sene Hep Yek filminin ardından filmi hedef almayarak genel sorunlara parmak basan bir protesto yazısı kale almış ve kendi mecralarımızda bunu yayınlamıştık. Son derece de destek görmüştük. Bu sene imzacı arkadaşlarımızdan biri gayet normal bir tweet paylaştı onun üzerine Hep Yek 2’nin yeni yönetmeni ve senaristi son derece kaba, aşağılayıcı cevaplarla durumu çok çirkin hale soktular. Bunun üzerine destek olmak amaçlı paylaşımlarda bulunduk; bu tehdit, rüşvet, iftira içeren cevapların bizleri susturamayacağına dair. Bu sefer sayıca biraz azdık. Pek çok kişi yönetmenin arkadaşı olduğu için mesafeli davrandı. Hep diyorum hep diyeceğim küçük bir camiayız sinema yazarlarının yönetmen, yapımcı ve oyuncularla mesafeli ilişki kurmaları gerek. Ben şahsen özel bir çaba ile hiç ilişki kurmamayı seçenlerdenim. Yoksa müdahale ve serbest akılla yazılarını kaleme alamazlar.

Konuya dahil olmanla tartışmanın da bir parçası oldun. Nasıl bir durumla karşı karşıya kaldın?

Arkada adam bırakmak olmaz. Geçen sene imza atan bir meslektaşımıza yapılan saygısızlık hepimize yapılmış sayılırdı. Yanında olmalıydım. Keşke herkes olsaydı.

Geçmişte bir filme dair yazdığın yazı dolayısıyla benzer bir durum yaşamıştın. (Toz Bezi filmiydi yanılmıyorsam) geriye dönüp baktığında neler söylersin?

Sonuna kadar yazımın arkasındayım. Tebrik ve teşekkürler daha çoktu. Ama sonrasında yaşadığım inanılmaz saldırılar ile aslında bu yazının kimleri neden rahatsız ettiğini daha iyi anladım. Düşünün bir filmle ilgili yazıyorsunuz ve o filmin ekibi bir basın gösterimi sonrasında söyleşide ‘Sinema yazarı arkadaşlar kendisine gereken cevabı verecek’ diyerek izleyicileri bana karşı kışkırtabiliyor. Daha kimler neler söyledi ama içim rahat, cevaplarını verdiğimi düşünüyorum.

Biraz daha geniş çerçeveden bakacak olursak, genel olarak Türkiye’de sinema yazarlığının geldiği noktayı nasıl yorumlarsın?

Sinema yazarlığının geldiği bir nokta yok. Amerika’daki gibi sanat ve eleştiri aynı değerde paslaşarak hiç ilerlemedi bu ülkede. Bundan sonra da değişmez bu. Ama hantal yazılardan veya akademik makale tarzı yazılardan ben bile çok sıkıldım. Biraz daha kaliteli ama popüler yazılar yazmak gerek. Gençlere izin verirlerse bu da olacaktır.

Günümüzde gazetede, dergide, internet sitesinde ya da blogta film eleştirisi yazmanın farkı var mı sana göre?

Elbette var. Ama bu değer anlamında değil teknik anlamda farklıdırlar. En zoru bana kalırsa gazeteye yazmak. Vuruş sayısından tutun da okuyucunun çeşitliliğini hesaba katmak gerekir. Ama bu demek değil ki gazeteye yazan daha iyi bir yazardır.

Sektörün pek çok alanında çalışmış bir gazeteci olarak bir kadın olmanın zorluklarını nasıl ifade edersin?

Çok zor. Ama gazete ve televizyonda kadın olmanın zorluklarından daha mühim bir mesele var. Doğru ve dürüst insan olmak… Sistem buna izin vermiyor. Vermez de. Bunda diretirsen de mobbing başlar. Mobbing hâlâ çok tartışmalı bir konu. Amerika’da PBS’te çalışırken de başıma geldi burada önemli bir kanalda çalışırken de. Ama burası için şunu söyleyebilirim şikâyette bulunacağın kişi mobbingin kralıysa bütün yollar zaten kapalı demektir.

Sana göre memleketin sinema tarihinin gelmiş geçmiş en cinsiyetçi filmleri neler?

Bir filmin cinsiyetçi olması bile zekâ ve ustalık gerektirir. Bu doğrultuda cinsiyetçi bir filme rastlamadım. Ama ergen literatürüne dahil olabilecek gayet yetişkin olan yönetmenlerin kadınları rahatsız edici, ustalık içermeyen şekilde konumlandırdığı filmlerini her sene izliyoruz. Onun dışında seyirci izliyor mantığı ile bir grup erkek tarafından kâr gütme amaçlı üretilen avam komedi filmleri bu açığı dolduruyorlar sağ olsunlar. Sanırsam ülkece her alanda çamura batıyoruz. Sinema da bunun ceremesini çekiyor.

GÖKŞEN AYDEMİR – FİLM ARASI DERGİSİ EDİTÖRÜ: ÖTEKİLEŞTİRİCİ FİLMLER SADECE GİŞE SİNEMASINDA ÇEKİLMİYOR

Film Arası Dergisi Editörü Gökşen Aydemir, sinema yazarı arkadaşına destek vermek için, “Siz böyle filmler çekmeye devam edin her zaman karşı çıkacağız ve yazacağız” diyerek tepkisini göstermişti.

Tartışmanın seviyesine baktığımda, ülkenin meclisi nasıl da sanatı da o vaziyette gibi geliyor. Artık birbirimize karşı tamamen tahammülsüz, anlayışsız ve sevgisisiz. Bu durumdan nasıl çıkacağız sence?

Ben uzun zamandır toplumun siyasetten bile kirli olduğunu düşünüyorum. Siyaset yapan insanların 15 yıl öncesine kadar nispeten toplumun bir adım ötesinde olan, en azından oturmayı kalmayı bilen, tartışma kültürü gelişmiş insanlar olduğunu düşünürüm. Ama toplum hep ötekileştirmeyi seviyordu. Linç kültürü bu toplumun temel dinamiklerinden biri… Bizim tek kollektif bilincimiz gelişmiş, o da sürü psikolojisi. Bu anlamda bence toplumun çoğunluğu siyasetin bu acı, nefret dolu söyleminden kendini de suçlu görmeli. Sonrasında yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan meselesine döndü olay. Toplum, siyaseti dönüştüremedi. Siyaset yeniden topluma indiğinde hayatın her alanına hoyratlığı ve tahammülsüzlüğü getirdi. Sanat içinde aynı şey geçerli… Özellikle sinema için daha çok geçerli. Sinema diğer sanat dallarına göre her zaman daha dışa açık oldu. Teknoloji ucuzladı, çekim koşulları değişti. Bugün cep telefonlarıyla film çekilebiliyor. Herkes yönetmen olabilir. Ve herkes yönetmen. Herkes sinemacı. Belirli bir birikime, dünya görüşüne ve alt yapıya ihtiyaç yok. Sanatın diğer alanlarında hiçte böyle bir yapı yok. Birçok sanat dalını çok içine kapalı diye suçlayabiliriz. Örneğin, çağdaş sanat için bu tartışma çok yapılır. Ama siz hiç çağdaş sanat üretimi yapan bir sanatçının bu tür tartışmalara zemin olduğunu ya da tartışma kültüründen uzak davranışlar sergilediğini gördünüz mü? Ben hiç görmedim. Bu da demek oluyor ki, az da olsa içine kapanmak sanat bilincinin saygın bir şekilde oluşması için gerekli. Biz bu sevgisizliği ve tahammülsüzlüğü ancak içimize dönerek çözebiliriz. İçimizdeki faşiste bakacağız önce. Ettore Scola’nın çok sevdiğim bir sözü var. “Herkes günde 10 dakika faşisttir” diyor. Önce bunun dakikalarını kendi içimizde azaltmalıyız. Bizim gibi çabalayan insanlarla olmalıyız. Çemberi büyütmeliyiz, ancak dayanışma ile çözebiliriz. Sürekli anlatmalı, yazmalı, konuşmalıyız, karşımızdan alacağımız tepkiye bakmadan yapmalıyız bunu. Biz saygın ve insancıl davranarak örnek olmalıyız. O yüzden Hep Yek gibi kadın düşmanlığı ve transfobiyi körükleyen bir filmi tabi ki eleştireceğim. Böyle filmler çeken herkesi eleştirmeliyiz. Ama şu ikiyüzlülüğü de yapmamak lâzım, böyle ötekileştirici filmler sadece gişe sinemasında çekilmiyor. Türkiye’de art house sinemada da bu tarz örnekler var. Onlara da aynı tepkiyi göstermezsek kendimizle çelişmiş oluruz.

Kendini feminist bir yazar olarak tanımlar mısın? Feminizmin Türkiye’de hâlâ anlaşılamadığını düşünüyor musun?

Ben feminist bir kadınım. Çünkü herhangi bir meslekle feminist olma hali tanımlanamaz diye düşünüyorum. Sinema yazarı olmadan öncede feminsttim zaten. Bence Türkiye’de feminizm anlaşılamadı diye bir şey yok. Feministler kendi aralarında çelişki ve çatışma halinden çıkıp feminizmi ifade edemedi. Çoğu kez o kadar elit, indirgemeci davranıldı ki. Türkiye’de birinci nesil kadın hareketi, kadına dair hiçbir hakkın peşinden koşmamıştır. Çünkü, her hak kadınlara zaten tepeden inme bir şekilde verilmişti. Birinci nesil kadın hareketi, Cumhuriyet kadını dediği bir kadın tipolojisinin içinden sıyrılamadı. Ayşe Kadıoğlu hoca bu hale “kostüm modernliği” diyor. Kostüm modernliğinin dışında kalan tüm kadınlar, zaten onlar için oryantalist birer nesneydi. Böyle bir hareketin toplumun tüm kesimlerindeki kadınlardan destek alması imkânsızdı. Feminizm tabana inemedi. Aynı zamanda o dönemde feminizm erkekleri bu düşünsel hareketin içinden izole etmişti. Hatta bazı medyatik feminist kadınların erkek düşmanı söylemleri, feminist kadınlar erkek düşmanı imajının oluşmasına neden oldu. Feminizm, tüm düşmanlıkları reddeder. Sadece eşitlik ve özgür bir yaşam talebidir. Benimde bir yerinden içinde bulunduğum ikinci nesil feminist hareket ise Türkiye’deki bu yanlış feminizm algısını yıkmak için çok uğraştı. Ama politik olarak çetin bir dönemdi. 30 yıldır süren etnik ayrıştırma politikalarının en yoğun yaşandığı dönemde ikinci nesil feminist kadınlar çoğunlukla savaşın karşısında durmaktan, kadın sorunlarına eğilecek ve kendilerine topluma anlatacak gücü bulamadılar. Özellikle 90’ların ortasından itibaren tabana yayılmaya başlayan kadın hareketi toplumun her kesiminden kadını içerisine almıştır. Faili meçhuller, bitmek bilmeyen savaş, annelerin gözyaşı. Bence Türkiye’de feminizmin en vicdanlı yüzü “barış anneleri”. Toplum feminizmi anlamak istiyorsa bence Cumartesi Annelerine bakmalı. Onların isteklerini her Cumartesi, insanca anlatıyorlar zaten. Sonrasında başka bir feminizmden de konuşuruz.

Geçen sene kadın cinsiyetçiliğin bir güldürü unsuru olarak kullanılması sonucu tacizi, tecavüzü komedi unsuru olarak kullanan filmlere dur demek için bir bildiriye imza attınız. Bir şeyleri değiştirdi mi?

Tabi ki hiçbir şey değişmedi. Bu kadar kısa sürede hiçbir şey değişmez zaten. Eşyanın doğasına aykırı… Bence hepimiz, toplu halde tepkilerimizi her zaman ve her mecrada göstermeliyiz. Ortak düşünceye sahip olduğumuz insanlarla dayanışarak çözebiliriz. İletişim ile çözebiliriz. Bizi birbirimize ve ötekine yaklaştıracak şey iletişim. Hiçbir konuda gemileri yakmamak lâzım… Köprü kurmaya çalışmalıyız ve iletişim kanallarını kapamamalıyız.

Sektörde bir kadın olarak cinsiyetçiliği birebir yaşadığın bir olay oldu mu?

Benim kişisel olarak yaşadığım bir durum olmadı. Ama tabi bu olmayacağı anlamına gelmez. Sinema sektörü içerisindeki konumumuzla da alâkalı bu durum… Sinema yazarları ve eleştirmenleri sektörün seksist çarklarına karşı duruyorlar. Kadın yazarlarda en az erkek yazarlar kadar rahatlar. Bir kadın olarak meslektaşlarımdan hep eşitlik gördüm. Ama bu sektörde farklı bir konumda olsaydım başka türlü şeyler olur muydu bilmiyorum. Büyük ihtimalle olurdu diye düşünüyorum. Geçtiğimiz aylarda genç kadın yönetmen arkadaşımız Gülten Taranç sektörde yaşadıklarını anlatmıştı. Kendisine kilolu bir kadın diye iş verilmediğinden ve çoğu kez mobbing koşullarında çalıştığını söylemişti. Keza geçen hafta sinema yazarı arkadaşımız Ecem Şen’in bir kadın olarak maruz kaldığı sözlü tacizler ortada. Böyle çok fazla örnek var. Sektör bu tür cinsiyetçi ayrıştırmalara çok açık…

ŞÜKRÜ ÜÇPINAR – HEP YEK 2 SENARİST, UYGULAYICI YAPIMCI: SİNEMA YAZARLARI ELEŞTİRİLEMEZ Mİ?

Aslını sorarsanız çok konuşmak istemediğim bir konu. Çünkü sinema sektöründe bir hacim kaplamayan, üretim ilişkilerinin herhangi bir noktasında durmayan bir grup insanın sosyal medya linçine uğradım. Sakın söylediklerim üzerinden sinema yazarlığını kastettiğim anlaşılmasın. Buradaki insanlar mesleğinin gereğini yerine getirmeyen ve sinema yazarı olduğunu iddia eden bir grup. Tartışmanın başlaması da tam bu noktada oldu. Özellikle Hep Yek filminde karşılaştığım bir durum var. Bazı insanlar henüz izlemeden filmi yaftalamaya başladı. Bunu yapan sıradan insan değil de sinema yazarı (en azından kendileri böyle olduklarını iddia ediyor) olunca Orçun, ardından da ben tepki gösterdik. Bunu yaparken de en ufak bir nezaketsizlik göstermedik. Ama karşı tarafın üslûbu sertleşince bizim de üslûbumuz değişti. Ama sadece alaycılık yönünde… Sonuç olarak bir linç başladı. Şunu merak ediyorum bir yönetmen işini doğru yapmayınca eleştirilebiliyor, bir senarist de ama yegâne işi film izlemek ve eleştiri yazmak olan bir sinema yazarı bunları yapmadığı için eleştirilince topluca linçe girişiliyor. Ve bu linç öyle noktalara geliyor ki cinsiyetçilikle suçlanan bir filmin senaristi ve yönetmeni en ağır cinsiyetçi küfürlere maruz bırakılıyor. Bu konularla ilgili yasal başvuruda bulunacağız. Bu sadece bizim başımıza gelen bir olay değil. Sosyal medyada her gün biri çeşitli nedenlerle linç ediliyor. Daha birkaç hafta evvel Şener Şen’i bile linç etmeye çalıştılar. Kendini solda gören bir linççi gurup var. Ve bunların aşağıladıkları, nefret ettikleri Aktrollerden hiçbir farkı yok. Biz de bu vesileyle böyle bir linç girişiminden nasibimizi almış olduk. Çok da etkili olmadı. İşini iyi yapan birçok sinema yazarı arkadaşımız var. Hatta arkadaş olmadığımız, pek de anlaşamadığımız sinema yazarları dahi bu linç girişiminin dışında kaldı. Bir kısmı da kınadı. Hatta bu linççi gurup onları da kervanlarına katmaya çalıştı. Bunları da duyduk. İnsanlar genelde çok boş vakitleri olduğunda böyle şeylerle uğraşır. Bu arkadaşlarında vakitleri bol ki tüm günlerini buna ayırabiliyorlar. Allah daha çok vakit versin onlara. Bu gidişle de verecek gibi ama ne yazık ki benim o kadar vaktim yok. Böyle gereksiz şeylerle sizin de benim de vaktimi çalabiliyorlar. Onları biraz üzecek ama şu an Hep Yek 3’ü yazıyoruz. Bu arada filmi izledikten sonra istediklerini yazabilirler tabii bunda hiçbir sorun yok.

MELİS ZARARSIZ – SİNEMİA EDİTÖRÜ: GÜCÜN ERKEKTE OLDUĞUNU DAYATAN BİR YAPI VAR

Geçen sene Oscar ödül törenlerinde çeşitlilik tartışmaları yaşanmıştı, etnisite ayırımları bir yana, cinsiyetçi ayırım anlamında da bu zamana kadar Oscar adaylıklarının oyunculuk dahil sadece % 16’sının kadınlardan oluştuğu gerçeğiyle yüzleşilmişti. Bir sinema yazarı olarak ülkemde de kadın olmanın zorluklarını, halen bazı durumlarda ikinci plana atılmaları, emek sömürüsü ve benzer yaklaşımlarla “gücün” erkekte olduğunu dayatmak isteyen bir yapıyı gözlemlediğimi söyleyebilirim. Kişisel olarak bu konuda ciddi bir durum yaşamadıysam da maalesef çevremde duyup ya da şahit olup hayretler içerisinde kaldığım durumlar oldu elbet. Sinema sektöründe gerek sanat üreten, gerek gazetecilik yapan çok değerli kadınlar var ve gün geçtikçe seslerinin daha çok duyulacağından, haksız yaklaşımların azalacağından eminim.

(29 Ocak 2017)

Gizem Ertürk

Yaşamın Kıyısında (Yönetmen: Kenneth Lonergan)

Kenneth Lonergan’ın yönettiği ve Casey Affleck, Michelle Williams, Kyle Chandler ile Lucas Hedges’in oynadığı Yaşamın Kıyısında (Manchester by the Sea), 03 Şubat 2017’de Bir Film dağıtımıyla Fabula Films tarafından vizyona çıkarıldı.
Lee, Amerika’da bir sahil kasabasında apartman görevlisi olarak çalışan yalnız bir adamdır. Ağabeyinin ani ölümü üzerine, 16 yaşındaki yeğeni Patrick’in vasisi olma görevini üstlenir. Lee yeğeniyle beraber zor günlerin yaralarını sarmaya çabalarken, eski karısı Randi ile yollarının ayrılmasına ve mutlu aile tablosunun ellerinden kayıp gitmesine neden olan trajik geçmişiyle de hesaplaşmak zorunda kalacaktır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb

Yaşamın Kıyısında (Yönetmen: Kenneth Lonergan) yazısına devam et

Koca Dünya’dan Tanna’ya 5 If Filmi 32 Şehir, 42 Farklı Noktada

Dünyada ilk kez 8 yıl önce If İstanbul tarafından başlatılan alternatif film dağıtım ve paylaşım projesi If², bu yıl Adana’dan Denizli’ye, Gümrü’den Lefkoşa’ya If filmlerini 32 şehir ve 42 farklı noktaya taşıyor. Online video platform ile gerçekleşecek, Reha Erdem’in son filmi Koca Dünya’dan yılın en çok konuşulan ilginç filmlerinden Tanna’ya 5 adet farklı filmi, İstanbul ile aynı anda Anadolu’daki ve komşu ülkelerdeki sinemaseverlerle buluşturacak.

Koca Dünya’dan Tanna’ya 5 If Filmi 32 Şehir, 42 Farklı Noktada yazısına devam et

Ali Erden Yazıyor: İstasyonda Gelmeyen Treni Beklerken

İzmir’in kıyı kasabası Seferihisar’da başlıyor her şey. Güneşin altında sıcacık insan ilişkilerini özlemle anlatan 2017 yapımı “Olanlar Oldu”, yer yer insanı güldüren iyi bir film. Film, fonda oyun havaları duyulurken, Adalı Pansiyon’a giriş yapıyor. Oğlu Zafer’in tıpatıp benzeri Döndü kadın, sabah sabah sokağa pansiyonun önüne çıkınca eğlence de başlıyor. Oğlu Zafer, motoru hep bozuk gezi teknesiyle uğraşırken, Kaptan İbrahim’in fettan kızı … Devamı… »