Kanal D Home Video DVD.leri

Kanal D Home Video tarafından satışa sunulan DVD.lerin yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Yeni eklenenler:

CM101MMXI Fundamentals,
İyi Komşular (Good Neighbours),
Borsalino Çetesi (Borsalino & Co.),
Typhoon,
7 Cüceler (7 Dwarves),
Acımasız (Knallhart),
Açık Yol (The Open Road),
Afacan Dörtler (Finding Friends).

Kanal D Home Video DVD.leri yazısına devam et

Dersimiz Sinema 5

“Birleşik kaplar” olayını bilmeyenimiz yoktur. Ekosistemi de. Aslında her ikisi de hemen aynı şeydir.

Bizim geleneksel sahne oyunlarımız olan orta oyunu, Tulûat, Karagöz – Hacivat, saplı kukla, meddah arasında birçok ortak nokta vardır. Sanki tek bir bütünün çeşitli görünümleri gibidirler.

Pişekâr – Kavuklu birlikteliği ile Karagöz – Hacivat birlikteliğini bir düşünelim. Farklılıklar mı daha çoktur, aynılıklar mı? Kukladaki İbiş, Pişekâr ya da Karagöz olabilir mi? Meddah bütün bu kişileri ayrı ayrı canlandırıyor olabilir mi?

Öykü, öyküleme benzerleri, benzer konuşmalar, aynı espiriler (nükteler), benzer alt tiplemeler…

Kuklacı ve Karagöz – Hacivat oynatıcısı Talat Dumanlı’nın küçük bir cep defterinin her bir sayfasında bir oyunun özeti yazılıydı, anımsamak için bir göz atardı. Oyun başladığında süreye ve seyirciye göre öyküyü uzatırdı ya da kısaltırdı. Çünkü nasıl oyun kişileri kalıp tipler ise oyunun gelişmesinin de kalıpları ve kalıp konuşmaları söz konusuydu. Her tipin oyundaki işlevi, görevi bellidir ve bunun dışına çıkılmaz.

Aslında aynı şey İtalyan Comedia dell’ Arte Tiyatrosu için de geçerlidir. Geleneksel Japon Tiyatrosu için de.

Buralarda “karakterlerden” söz edilemez, yoktur çünkü. Bunlar, “bireyi” üretmiş toplumlarda ancak bir sürecin aşaması olarak ortaya çıkmıştır “dramatik” oyunlar değildir. Dramatik tiyatro ve drama başka bir kültürün ve toplumun kendi tarihi içinde ortaya çıkan bir oluşumdur.

Biz de ve doğu toplumlarında farklı bir kültür ve süreç söz konusudur. Önce bu farklılığın farkına varılması, anlaşılması gerekir. Bu yapılmadan oluşumların doğru algılanabilmesi olası değildir. Farklı kültürler farklı şeyler üretirler. Ve her kültür ortamının bir birleşik kapları, bir ekosistemi vardır. Hiçbir oluşum bundan soyutlanarak tekil bir oluşum olarak görülmez, değerlendirilemez, karşılaştırma yapılamaz… Ve de her toplumun bir de kültür geleneği vardır, göz ardı edilmemesi gereken.

Bizim geleneksel sahne oyunlarımız tiplere dayanır. Bu tipleri iki kümeye ayırabiliriz. Her oyunda olan iki baş tip, ana tip Karagöz – Hacivat, Kavuklu – Pişekâr. Bir de bunların dışında oyununa göre sahne alan tipler vardır. Sayıları çoktur. Yan tipler, alt tiplerdir bunlar.

Aslında bütün oyunlar iki ana tipin etrafında dönerler, onlar hep vardırlar. Onlar bir çeşit anlatıcıdırlar, yorumcudurlar, rehberdirler. Sahnemizde hep onların maceraları vardır. Bu iki tipin dışındakilerden de en çok sahne alanlarından da ayrı bir küme yapabiliriz belki, sayıları da diyelim beşi geçmez. Yani çoğu oyun bu iki elin parmaklarını geçmeyen tipler etrafında gelişir.

Geleneksel sahne oyunları dediğimiz bütün bunlar bir bakıma imparatorluk başkentinde oluşmuş ve gelişmiş etkinliklerdir, o çevreye özgüdürler.

Bir de bunarın dışında “köy seyirlik” oyunları vardır, masal anlatıcıları, destan anlatıcıları, türkülü hikâye anlatıcıları vardır. “köy” sözcüğü başlı başına anlamlıdır. Bu isim bu oyunlara “kentlilerce” takılmıştır. Başkent dışında, kırsal alanda yaşayanların kendilerine böyle bir ad takmaları söz konusu bile değildir.

Kentteki oyunların kökeni hangi yıllara kadar gider, pek net değildir, ama çok, çok eski de değildir. Oysa kırsal oyunların, anlatıcıların geçmişi çok eskilere, binlerle ölçülecek yıllara, mitolojik dönemlere kadar gitmektedir ve köklü bir inanç ve kültüre dayanmaktadır.

Şimdi bütün bunları niye anlatıyoruz?

Türk sinemasına, Yeşilçam’a gelmek için tabi. Çok ilgisi var çünkü… Çünkü Yeşilçam sineması bu geleneğe bağlanıyor. Çünkü Yeşilçam’ın dip kültüründe bütün bunlar var.

Yeşilçam istediği kadar sinemayı batı sinemasından öğrenmiş olsa da, istediği kadar onları taklit etmiş olsa da, hatta oyuncular batılı oyuncular gibi olmak istemiş olsalar da batılı bir sinema yapamamışlardır. Yeteneksiz oldukları için değil, yapamazlardı. Seyirci buna izin vermedi. Yeşilçam da seyircinin sözünün dışına çıkmadı, çıkamadı. Seyirci nasıl istiyorsa öyle oldu.

Batı sinemasında bir oyuncu, her filminde seyircinin karşısına farklı bir kimlikle, farklı bir kişiyi canlandırarak çıkabilir. “Oyuncu her rolü oynamalıdır” sözü batı sineması için geçerlidir. Ama Yeşilçam’da olmaz. Seyirci istemez. Kabûl etmez. Oyuncu da hep aynı kişiyi oynamak zorunda kalır. Eli mahkûmdur.

Batı sinemasında neyin ne olacağına sinemacılar karar verir. Seyirci buna yatkındır, alışkındır. Hatta öyle olmasını ister. Onun kültüründe işler böyle olur. Bu işin sinema öncesi de vardır çünkü. Oyuncu karakterler canlandırır. Her karakter başka bir kimliktir, başka bir bireydir, kişidir. Seyirci için başarılı bir oyuncu, oynadığı ve inandırıcılığı olduğu değişik kimlikleri canlandırabilirse ancak başarılı ve iyi oyuncudur. “Komple oyuncu” diye bir deyim vardır, her türlü rolü, kimliği, kişiliği, karakteri oynayabilen oyuncuyu tanımlar. “Komedyen” sözcüğü de aynı anlamı kapsar, komik demek değildir. Batı kültürü için geçerli ölçü budur. Bizde değildir. Kültürümüze ters düşer, uymaz.

Bu duruma kimi insanımız “kültürsüzlük” der, çıkar işin içinden. Çünkü bu durumu onun “kültürüne” uymaz. O başka kültürün insanıdır, ülkesinin, halkının kültürünü bilmez, ona yabancıdır. Halkın kültürü onun için yalnızca folklordur, batıdaki gibi bir kültür değildir. Doğrudur, öyledir.

Ama ortada bir de olgu vardır. Ve bunun da bir şekilde açıklanması gerekmektedir. Doğru ve geçerli bir ölçek bulmak zorundayız. Batı ölçekleriyle (şablonlarıyla) bunu yapamayız. Çünkü onlar batı kültürünün, sanatının ölçekleridir. Biz başka bir kültür ortamının insanlarıyız. Ölçeklerimizi kendi kültürümüz içinde aramalıyız. Taş, yerinde ağırdır. Bu işler öyle “evrensellik” falan da pek işlemez.

Yeşilçam filmleri için, “yerli film” denir. Gerçektende yerlidirler. Yeşilçam, yerli sinemadır. Bize özgüdür. Ve Yeşilçam artık bir olgudur. Bu olguyu doğru okumamız gerekir. Bunun için, içinden çıktığı seyircinin kültürünü doğru okumalıyız.

Yeşilçam sinemasında tipler vardır, karakterler değil. Ve her oyuncu belli bir tipi oynar, belli bir tipin oyuncusudur, tıpkı geleneksel sahne oyunlarımızda olduğu gibi.

Oyuncu algılamamız farklıdır. “İyi oyuncu”, “kötü oyuncu” yoktur. Seyirci benimsemişse iyi oyuncudur. Benimsememişse zaten, yok olur. Bu bakımdan bütün oyuncular iyidir. Yalnız bu iyiler içinde daha iyiler, az iyiler olabilir. Yeşilçam’da tipin oyuncuları vardır. O tipler, o oyuncularla var olurlar. Oyuncular da o tiplerle.

Yeşilçam’ın, geleneksel sahne oyunlarından biraz farkı, dayandığı seyirciden kaynaklanır. Seyirci kırsal ağırlıklıdır. Bu nedenle kırsalın kültür boyutu Yeşilçam’da baskındır. Yeşilçam’ın kökenini bu bakımdan kentsel olan geleneksel sahne oyunlarından çok geleneksel kırsal kültür içinde bulabiliriz.

Bu gün bile insanlarımızda bireysel algılama değil, toplumsal algılama daha belirgindir. En okumuşumuzda, kentlileşmişimizde de durum böyledir. Bu bizi batılı insandan ve toplumdan ayıran en temel özelliktir. Belki günün birinde bireysel algılama da geçerli olabilir toplumumuzda, o zaman ne olur? İyi olur herhalde. Toplumsal ve bireysel algılama genelleşirse çok ilginç, önemli durumlar olabilir. Toplumsal ile bireysel algılama birbirinin zıddı değildir. En azından bizim kültürümüzde. Çünkü bizim kültürümüzde ve inanç sistemimizde karşıtlık yoktur, zıt kutuplar yoktur, düalizm (ikicilik) yoktur, (batıda vardır oysa), düalite (ikili birlik) vardır, birlikte olmak vardır, bir bütünü oluşturan iki unsur vardır, yani zıtlık değil, birlikte var olmak vardır. “Anti” öneki bizde yoktur. Tez, antitez geçerli değildir, tez ve tez birlikte vardır, aynı birliği oluşturan ikili durum söz konusudur. Bu bakımdan bizimle ilgili oluşumları, diyalektik yöntemle çözümleye bilir, anlayabilir miyiz acaba? Üzerinde düşünmekte yarar var.

Karagöz ve Hacivat ya da Kavuklu ve Pişekâr birbirlerinin zıddı, karşıtı değildir. Birlikte var olurlar, birbirlerini var ederler. Bütün diğer tipler de bir bütünün parçalarıdır, birlikte var olurlar, her oyunda karşımıza çıkarlar.

Yeşilçam sinemasında da durum farklı değildir. Aynı tipleri hemen hemen bütün filmlerde görürüz. Oyuncular değişebilir yalnızca ama tipler değişmez. Bu bakımdan Yeşilçam sineması da bir bütündür ve halkın yaşamı algılaması, dünyaya bakışı filmlere yansır. Filmler de bize özgü bir sahicilik vardır. Tekrar tekrar, bıkmadan seyredilir. Toplumsal algılamaya denk gelir bu filmler, günlük, gelip geçici, moda algılamaların ötesindedirler. Toplumun derinliklerinden beslenirler. Seyircileri buradan gelir.

Baş kadın tipi ile baş erkek tipi, kim oynarsa oynasın hep aynı tiptir ve halkın sözlü kültür derinliklerinde karşılıkları vardır. Çok nadir, aynı filmde birlikte olurlar, daha çok tek başlarınadırlar filmlerde. Baş kadının karşısındaki erkek, ya da baş erkek tipinin karşısındaki kadın destek rollerdir. (tiplerdir)

Tabii bütün bunlar matematik kesinlikle değildir. Çünkü bilinçli bir hesapla yapılmamıştır. Hatta yapanlar olayın bu boyutlarının (üretimin üzerinden zaman geçmesine rağmen) hâlâ farkında değillerdir. İçgüdüsel bir oluşum söz konusudur. Batılı filmlerin de etkisi altında, film yapanlar farklı şeylerinde peşinde olmuşlardır. Seyircinin de belli bir algılama esnekliği vardır. O bakımdan Yeşilçam’a yüzeysel bakıldığında, derinlerdeki değişmezler gözden kaçabilir, farklı değerlendirmeler yapılabilir. Bir de bakanın hangi gözle (kültür gözüyle) baktığı da çok önemlidir.

Yeşilçam sinemasına geleneksel kırsal sözlü kültürden masal geleneğinden çok destan geleneği geçmiş, belirleyici olmuştur. Masal kahramanları destan kahramanlarının gerisinde yer almışlardır. Destan ve masal birlikte vardır Yeşilçam’da ama destan ana yapıtı oluşturur. Başkahramanlar (tipler) destan kahramanlarıdır (tipleridir.)

Bilince yakın bir anlayışla Yılmaz Güney’in çizdiği kişilerden söz edilebilir.

Geleneksel kentsel sahne oyunlarımıza, geleneksel kırsal oyunlara ve anlatılara ve de Yeşilçam sinemasına birlikte bakmakta yarar var.

Başlarken ne demiştik “birleşik kaplar”, “kültür ekolojisi” ve ekleyelim “kültür genetiği”!

Yeşilçam çoklukla görüldüğü, sanıldığı kadar yüksek, yoz, kimliksiz, ilkel kötü bir sinema olmayabilir. Çok yüceltmeye de, nostalji yapmaya da gerek yok. Doğru görelim yeter.

Peki, “doğru” nedir?

(18 Ocak 2011)

Engin Ayça

Deli Dumrul: Hop Dedik Kayseri’de Çekilecek

Yapımcılığını Ali Avcı ve Hakan Serim’in üstlendiği, yönetmenliğini Oğuz Yalçın’ın yaptığı Deli Dumrul: Hop Dedik sinema filminin çekimleri, 15 Ocak’ta Talas’ta başlayacak. Talas Belediye Başkanı Rifat Yıldırım, film ekibi onuruna yemek verdi. Yaklaşık bütçesi 1 milyon 68 bin TL olarak hesaplanan ve Mart ayında vizyona girmesi plânlanan filmin senaryosunu Bayram Özbek, Fatih Yıldız ve Oğuz Yalçın yazdı. Oyuncular ise şu isimlerden oluşuyor: Emir Benderlioğlu, Ceren Benderlioğlu, Mehmet Özgür, Orhan Bıyıklı, Turgay Tanülkü, Buket Bulut, İsrafil Köse, Çetin Altay, Ferhat Yılmaz.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Deli Dumrul: Hop Dedik Kayseri’de Çekilecek yazısına devam et
  • Zoraki Kral

    Tom Hooper’ın yönettiği ve Colin Firth, Helena Bonham Carter, Derek Jacobi ile Geoffrey Rush’un oynadığı Zoraki Kral (The King’s Speech), 18 Şubat 2011’de UIP Filmcilik dağıtımıyla TMC Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Babası 5. George’un ölümü ardından ve ağabeyi Edward’ın tahttan feragat etmesi üzerine Albert, Krallık görevini devralmak zorunda kalır fakat kekemeliği yüzünden dehşete içindedir. Eşi Elizabeth, Avustralyalı terapist Lionel ve hükümetin desteğiyle Kral kekemeliğinin üstesinden gelir ve ülkesindeki insanlara güven vererek, savaş için onları birleştirir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Hakan Sonok Yazıyor: 1 / 2
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Zoraki Kral yazısına devam et
  • Padişahlar Sütten Çıkmış Ak Kaşık Değildi

    “Muhteşem Yüzyıl” adlı pembe diziye yöneltilen “Osmanlı yüksek kademelerinde içkiye ve sekse düşkünlük yoktu” tarzındaki eleştirilere katılmıyorum… Tarihçilerin yazdıkları okunduğunda 500 yıl önceki yöneticilerimizin tüm zamanlarını dini ibadetle geçirmediği görülebiliyor. Yine tarihçilerin yazdıklarına göre, yozlaşma, rüşvet, suistimal, zimmet, adam kayırma, her türlü adaletsizlik, her türlü haksızlık, masum insanların canına kıymak, masum insanları yerinden yurdundan etmek, cinsel saldırılar, fuhuş, içkiye ve uyuşturucuya düşkünlük çok eski zamanlarda da fazlasıyla vardı.

    Bu vesileyle Türkiye sinemalarında Eylül 1990’da gösterilen “The Favorite – Gözde” filmine uygulanan sansürü Özen Film CEO’su Mehmet Soyarslan’dan dinleyelim istedim:

    “Sene 1990; I. Abdülhamit’in (20 Mart 1725’te dünyaya geldi; 21 Ocak 1774’te Padişah oldu ve 07 Nisan 1789’daki ölümüne kadar tahtta kaldı) cariyesi Nakşidil’in öyküsünü anlatan İstanbul’da çekilmiş bir Fransız filmi olan Gözde’yi sinemaseverlere sunuyoruz. ‘Gözde’de Sultan 1. Abdülhamit (‘Amadeus’ filmindeki Antonio Salieri rolüyle Oscar kazanan ve Sovyet diktatör Stalin’i de canlandıran Fahrid Murray Abraham 1. Abdülhamit’i canlandırıyordu) 50 yaşlarındaydı, Gözde’si ise çok genç bir kadındı. Binbir güçlükle kalbini kazanıyor Sultan ve sevişiyorlar. Sansür yasaklara başlıyor, ‘Kesin, yasak!’ Neden? ‘Halife sevişirken terlemez!’

    Aynı filmden başka bir sahne: Sultan Abdülhamit savaş dönüşü ölmüş, III. Selim tahta geçmiş, Nakşidil ile araları çok iyi. Tebdil-i kıyafet şehirde geziyorlar, pazarda bir çocuk hırsızlık yaparken yakalanıyor, hemen cezası verilip eli kesiliyor: Sansür! Yasak! Bu sahne kesilsin! Sebep? El kesilmesine kadı karar verir, yeniçeri ağası kesemez! Türkiye için kötü imaj!

    İyi ama, bu film yurtdışında zaten kesilmeden gösterildi. Bizim suçumuz ne? Herkesin bizim hakkımızda ne düşündüğünü bilmek bize neden yasak? Bu film, daha sonra bir TV kanalında gösterildi, bu sahneler yine yoktu; yani kesilmişti.”

    (17 Ocak 2011)

    Hakan Sonok

    hakan.sonok@tr.net

    Sinemada Oyuncu “Nedir”?

    Sinemayı oyuncuları ile izliyorduk, sonradan oyuncunun bir unsur olduğunu öğrendik ama Hollywood star sistemi diye bir şey kurmuştu çoktan ve filmi salt oyuncu ile izleyenler her zaman oldu. Böylece oyuncuların bir kısmı, beyazperdede gördüğü rağbeti her şeyde aramaya başladılar.

    Lâfı uzatmayacağım, gazetede okudum Nicolas Cage, Ghost Rider 2 filminin bir kısım sahnelerinin çekimi için ülkemize gelmiş… Amerika için bütün dünya bir stüdyo ve aynı zamanda pazardır. Ele aldıkları konuyu kendilerine uydurup dilediklerince film yapıp, tüm dünyaya pazarlarlar, bu mekanizma böyle kurulmuştur da. Şimdilerde basınımıza yansıyan Ghost Rider 2 filmi için ülkemize gelinmesine bir şey demiyeceğim ama filmin oyuncusu Nicolas Cage için Pamukkale civarındaki yapılan hazırlıklara ne demeli. Önce yapılan film nedir ve yapılan film ne olursa olsun, bir oyuncuya gösterilen bu önemseme nedir? Doğal olarak yapımcı firmanın, film ekibinin -salt oyuncunun değil- çalışma ve çalışma dışı ortamını hazırlamasını, başrol oyuncularına biraz daha torpilli davranılmasını anlarım ama gazetelerin yazdığı gibi (16.1.2011 / Hürriyet) Nicolas Cage için kalabileceği otelde kral dairesinin yeniden inşa edilmesini, kalabileceği odanın duvar, tavan ve kapı renklerini “hazretlerin” isteği doğrultusunda düzenlenmesini ve daha birçok -film dışı- hazırlıkların yapılmasını anlamam mümkün değil.

    Çekilecek film, Ghost Rider 2 imiş, bunun demek ki 1’i de var. Görmedim, meraklısı da değilim, 2.si neyi anlatır (anlatmak ne kelime, yani gösterir – neyi pazarlar) bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Film tamamlanıp ülkemize geldiğinde de seyredeceğimden emin değilim. Çünkü ben bir film eleştirmeni değilim ama önceden plân yaparak -çeşitli nedenlerle- gittiğim filmler vardır, onları da seyrettikten sonra -kendimce- değerlendiririm. Şu veya bu nedenle hiç hazırlıksız seyrettiğim filmler de oldu ve olacaktır da. İyidir veya kötüdür, değerlendirme seyrettikten sonra ama tüm bunlarda, yönetmeni, yönetimini, senaryo yazılımını, kamera kullanımını, müziği, oyuncuyu -salt- o film için değerlendirirken, geçmiş filmlerine de gönderme (hatırlama) yapabilirim. Bir filmi salt oyuncusu için dahi seyredebilirim, oyuncuyu şu veya bu şekilde anar, olumlu veya olumsuz eleştirebilirim. Hepimizin bildiği, yaptığı şeylerdir bunlar… Bir filmin çekim aşamasının ne hazırlıklar gerektirdiği değerlendirmek, gerekli olan işleri yapmak başka şeydir, kim olursa olsun film çekmeye gelmiş bir oyuncu için yeniden kral dairesi inşa etmek başka şeydir.

    Başka bir filme geçeceğim, konuda değişecek. Kısmen ülkemizde çekilen Hafif Süvari Alayının Hücumu – The Charge of the Light Brigade (Tony Richardson) filmi için ülkemize gelen ekibe bir Türk yönetmeni de katılır. Oyunculuk, asistanlık yapan Fikret Uçak gün gelir yönetmenliğe başlar ve filmler çeker. Bu arada Richardson filmini çekmek için ülkemize gelince gidip onlardan iş ister ve 6. (altıncı) yönetmen yardımcısı olarak işe alınır. Film boyunca çalışmalara katılır ve bu çalışma sırasında edindiği bir kısım malzemeyi sonraki yıllarda çevirdiği filmlerde kullanır. Bu olay yukarıda değindiğim konu ile ilgili değil gibi ama 6 yönetmen yardımcısının olduğu bir film setini düşünün. (Belki bizde de yönetmen yardımcısında bu sayıya ulaşılabilir ama 6. yardımcıya sonraki filmlerinde kullanabilecek ne gibi bir malzeme kalır?)

    Aytekin Akkaya da yabancılarla ortak çekilen bir film setine arabalarla götürülüp getirildiklerini, çekim sonrasın da ise yıkanma, üst değiştirme gibi ihtiyaçlarının karşılandığını, yerli filmlerde bu olanağı her zaman bulamadıklarını anlatmıştı. Tabi ki bunlar yapım çalışmalarının yapılması gerekenleridir ama Cage için üç katlı kral dairesi yapılmasını (bu yapım işlemi değildir, neresinden bakarsan) anlamış değilim. Bu konukseverlik de değildir.

    Ülkemizde yaşanmış bir Yeşilçam dönemi sona ermiş ve yapım şirketlerinin -kendince- yerleşik üretim faaliyet aşaması sonuçlanmıştır. Şimdilerde film yapım işlemleri, sponsor aranması aşamasını çözümlemekle başlıyor. Tüm bunlar bir filmi üretebilmek için. Beri yandan tamamen üretim dışında kalan (ve iyice abartılan) bir ağırlama işinin, -sitemlerim Cage’in şahsına değil, bu Eastwood da olabilirdi, Pitt de-, detaylandırılarak -ve önemli imiş gibi-, dillendirilerek yansıtılması. Yapılacak film ne olursa olsun, oyunculuk kamera karşısında olur. Kral dairelerinde ağırlanmak oyunculukla ilgili değildir ama ağırlayanlar hangi oyunun içindedirler?

    (16 Ocak 2011)

    Sadi Çilingir

    Dersimiz Sinema 4

    2010, “Dünya Bio Çeşitliliği Koruma Yılı” imiş. Bio çeşitlilik, yer kürenin sağlığı konusunda tartışılmayacak tek gösterge imiş bilim insanlarına göre. Ama bu bio çeşitlilik şimdilerde ciddi bir yıkımla karşı karşıya imiş. Bunun tek sorumlusu da insanmış. Ekonomik, sosyal yapımızı, gıdamızı, uygarlığımızı ve yeryüzündeki yaşamın varlığını destekleyen eko sistem yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaymış. Yeryüzündeki doğal yaşam alanları giderek küçülüyormuş. Var olan bitki ve hayvan nüfusu ciddi tehdit altındaymış. (Bunları ben, Sadık Çelik’i Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısından aktarıyorum. 12 Haziran 2010)

    Eğer bütün bunlar doğru ise ki ben kuşku duymuyorum, hatta azı yok çoğu var diye düşünüyorum, çok önemli, vahim bir durumla karşı karşıyayız.

    Bütün bu gelişmelerin tek sorumlusu olarak insan öğesi öne çıkarılıyor. Genel olarak bakıldığında doğru (gibi) görünüyor. Ama bu konuya dikkat çeken, doğanın korunması için çaba gösteren insanlar da var. Ayrıca sorumlu olmadığı halde kurban olan sayısı azımsanmayacak bir insan nüfusu da söz konusu.

    Bu nedenle insanı böyle toptancı bir yaklaşımla sorumlu göstermek yerine bu insanı belli bir sistemin insanı olarak düşünmek de gerekmez mi?

    Denecek ki o sistem de bir insan ürünü. Doğrudur. Sistemi insan yarattı, ama o insan artık kendi yarattığı sistemin elinde, sisteme hizmet eden, onun kölesi bir varlığa (insana) dönüşmüşse, bizim burada asıl konumuz artık bu sistemin bizzat kendisi olmalıdır. İnsan kendi yarattığı canavarı gene kendisi yok edebilir.

    Demek ki, asıl sorun, neymiş, sistemmiş. Adını tam koymak gerekirse, tek değer parayı merkezine almış kapitalizmdir.

    Para, kendi dışındaki bütün değerleri, kendi çıkarı, egosu doğrultusunda ölçmektedir. İnsan, paranın tutsağıdır, bu sistemde, yani kapitalizmde.

    Konumuz aslında sinema. Ama işte sinema olayını da öyle soyutlamak, boşlukta bir şeymiş gibi görmek ne kadar doğru? Çünkü sonuçta sinema da kapitalist sistemin bir çocuğu, ona bağlı, ona bağımlı.

    Biolojik ekosistem gibi, ekonomik ekosistem gibi. Bunlar gibi bir de kuşkusuz kültürel ekosistem de var.

    Aslında doğal yaşam içinde de her şey güllük gülistanlık değil. Orada da bir yaşam mücadelesi, egemenlik mücadelesi söz konusudur. Orada da, insana bağlı olmayan yok olmalar hep olmuştur. Ama orada, yani doğal yaşamda, gelişmeler, dönüşümler, yok olmalar, iç dengeyi yıkmadan, bütünü tehdit etmeden kendi doğal mantığı içinde olmaktadır. (Belki bu bile tartışılır)

    İnsan, sanki başka bir âlemden dünyaya gelmiş gibi, yabancı bir unsur olarak algılamaktadır çevreyi. Çok eskilerde bu böyle değildi. Zamanda insan böyle bir canavara, doğa düşmanına dönüştü.

    Bu para canavarı insan her şeye bu gözle bakar oldu.

    İnsanın diğer canlılardan önemli bir farkı yaptıklarını düşünerek, tasarlayarak yapmasıdır. İnsan düşünerek, tasarlayarak güdüsel yaşamın dışına çıkmıştır. İnsan, güdüleri de denetim altına alınmıştır.

    Aslında doğal güdüler de bencillik üzerine kuruludur. Her birey, her tür, öncelikle kendi varlığını korumak, sürdürmek güdüsüne sahiptir. Doğa yasaları böyle işler. Bizim vahşi doğa dediğimiz ortamın kuralıdır, bu.

    İnsan bu ortamda bilinçli tasarımlarda bulunur. Genelde bu tasarımlar “olumlu insan” değerlerine (insani değerler) göre yapılır. İyinin, güzelin peşindedir. Doğal işleyişe uymaz, ona kendi değerleri yönünde müdahale eder.

    Evimizin bahçesini düzenlerken, tercih ettiğimiz bitkilerin yaşaması için müdahalede bulunursunuz, bahçenizi “zararlı” otlardan temizlersiniz. Aynı müdahaleyi tarlanıza ektiğiniz bitkileri korumak için de yaparsınız.

    Kedinizi, köpeğinizi, tavuklarınızı pirelerden korumak için ilâçlarsınız. Bu örnekleri çoğaltmak olasıdır.

    Bizim bir kedimiz pireler yüzünden öldü.

    “Bakımsız” bir bahçe (yani doğal haline bırakılmış bir bahçe) kısa sürede kimi bitkilerin egemenliğine girer.

    Yani konu o kadar basit değil aslında. Doğa da yaşamak için egemenlik kurma güdüsü çok kuvvetlidir. İnsanın iki doğası var: vahşi doğa ve insani doğa. Biz insani doğanın insanda asıl egemen olması düşüncesindeyiz.

    Gene sinema alanının dışına çıktık.

    Sinemaya gelince. Sinema bir eğlence dünyası, para yatırıp, para kazanma alanı olmasının yanı sıra bir kültür de üretir, yani kültür alanıdır. Sanatsal boyuta şimdilik girmeyeceğiz.

    Sinema çok geniş bir ailedir. İçinde sanatsal ürünler olduğu kadar, böyle bir boyutu olmayan, haber, araştırma inceleme, bilimsel, tanıtım, propaganda, reklâm gibi alanlarda vardır. Ve hepsi de kültürün parçasıdırlar.

    Bio çeşitliliğin yanına kültürel çeşitliliği, biolojik ekosistemin yanına da kültürel ekosistemi koyarak, konumuz olan sinemaya bakabiliriz.

    Doğada her türün kendi özellikleri olduğu gibi toplulukların da kendi özellikleri ve kendi kültürleri vardır. Nasıl türlerin kaybolmamasına, yani bio çeşitliliğin sürmesine özen gösteriyorsak, toplulukların da kendi özellikleri ve kültürleriyle birlikte var olmalarına yani sosyo-kültürel çeşitliliğin sürmesine özen göstermek gerekmektedir.

    Evet, gerekmektedir de durum böyle midir? İşte bu noktada “vahşi doğa yasaları”, “insani doğa yasalarının” önüne geçmekte olduğuna tanık olmaktayız.

    Doğal bio çeşitliliğin tehlike altında olması gibi kültürel çeşitlilik de tehlike altında. Bunun başka bir nedeni de egemenlik altına alma güdüsü olmaktadır.

    Egemenlik yalnızca bir işgâl olayı değildir, toplumun bütün kalelerinin ele geçirilmesidir. Bunun için içerden yerli unsurlardan da yararlanılır. Ekonomik alanlar, eğitim ve de kültür alanları egemenlik kurma amacında olanın etki alanına girer.

    Kültür, bir toplumun kimlik kartı gibidir. Kültürünü kaybeden, kimliğini kaybeder. Aslında kültür, amaçlı olarak, plânlanarak kaybettirilir ve yerine plânlayanın kültür ve kimliği yerleştirilir.

    Böyle kültürel çeşitlilikler yok olarak tek kültürlülüğe (egemenlik kültürüne) doğru yol alınır. Bu da insanlık için büyük bir tehlikedir, yıkımdır.

    Sinema alanında da benzer bir gelişme söz konusudur. Sinema kapitalizmin kuralları sinemaya yön vermektedir. Üstelik bu yeni bir durum değildir. Sinema baştan beri kapitalizmin bir çocuğudur, onun elinde gelişmiştir. Belirleyici hep para yaratan olmuştur, yani yatırımcıdır, yaratıcı değil.

    Sistemin yatırımcısının başlıca iki hedefi vardır: Kârlı bir yatırım yapmak (yani kâr getirecek ürüne para yatırmak) ve de piyasayı elinde tutmak. Yatırım yapmak kadar, piyasayı elinde tutmak. Yatırım yapmak kadar, piyasayı elinde tutmak da çok önemlidir.

    Piyasayı elinde tutmak demek, başka ürünlere piyasayı kaptırmamak (yada başkasının ürünlerine piyasayı kaptırmamak) demektir. Konumuz sinema olduğu için de sinema piyasasının kaptırılmamasıdır.

    Sinema kapitalizmin kucağına doğdu demiştik. Kapitalizmin merkezi Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’dir. Buralarda şekillenen sinema bir model olarak bütün dünyaya pazarlanmıştır ve bir dünya piyasası oluşturmuştur. Bu durum bu gün de geçerlidir. Model hep kapitalizmin merkezine dönüşen ABD’nin Hollywood’udur. Batı Avrupa kapitalist ülkelerin ticari sineması da hep Hollywood’un yolundan gitmektedir.

    Ayrıntılara girmeyerek, genel bir çerçeve çizmekle yetiniyoruz. Genel bir akıntının içinde her türden aykırı, ters küçük akıntılar olabilir ama genel akıntı hep bir yönedir. Bunun için ayrıntılara girmiyoruz.

    Sinemada piyasa demek seyirci demektir. Piyasayı denetlemek demek, seyirciyi denetlemek (kontrol etmek) demektir.

    Kapitalizm kolay ve yaygın ürün üretir piyasa için. Bu ürünler bir tüketim malıdır ve piyasa ise tüketiciler, müşteriler demektir.

    “Seyirci”, o kutsal sinema mabedinin, “kutsal seyircileri”, uydurulmuş bir şehir efendisidir aslında, yatırımcı için onlar yalnızca, basit tüketicilerdir, müşterilerdir. (Bu konu birçok bakımdan düşünülmeye ve tartışmaya açıktır).

    Basit tüketicilerdir, dedik ama işin bir de şu boyutu var: Bu tüketiciler insandırlar ve toplumu oluştururlar, dolayısıyla bu tür filmlerle sistem bir çeşit toplum mühendisliği de yapar, toplumu biçimlendirir, yönlendirir. Bu da işin ideolojik, siyasal boyutudur.

    Sinema salonlarını sinemanın mabedi olarak görmek yaygın bir görüştür. Orada bir tören gerçekleşir. Belli bir filmi seyretmek için insanlar evlerinden, işlerinden çıkıp tek tek ya da gruplar halinde sinema salonuna gelirler, biletlerini alırlar, biletlerini kestirip fuayeye girerler, beklerler, gong vurur, salona girerler, yer gösterici onlara oturacakları yeri gösterir, bahşişini alır, oturulur ve salonun kararması beklenir, salon kararır, kalın kadife perde yavaş yavaş açılır, beyaz perde görünür ve gösterim başlar, önce pek yakında ve gelecek program gösterilecek filmlerin fragmanları oynar, sonra belli bir haber filmi ve de en sonunda beklenen film başlar tanıtım yazılarıyla. Beş dakika ara ve filmin sonunda salondan çıkılır, bu kez film üzerine konuşmalar, yorumlar başlar, vb… Bütün bunlar basit bir film seyretmenin ötesinde şeylerdir seyirci için. Sosyalleşmedir, topluca aynı düşleri paylaşmadır, heyecandır, duygudur, sevgiliyle buluşmadır, vb… İnsanın pazarları kilise ayinine gitmeleri gibi. Kilisenin tapınak olması gibi sinema salonları da bir tapınak işlevi görmüştür. Kiliseler nasıl dinin kutsal mekânıysa, sinema salonları da sistemin kutsal mekânlarıdır, bir bakıma. Bu karşılaştırmayı herkes kendine göre geliştirebilir ya da yanlışlayabilir.

    Ama kapitalizmin ve kapitalist yatırımcının çok masum olduğunu ya da olabileceğini düşünmek biraz saflık olur. İstisnalar da genel durumu, genel işleyişi değiştirmez.

    Bu nedenle, filmleri sinema salonlarında seyretme işinin, efsaneleştirilmesi, sistemin kamuflâjı olabilir mi?

    Topluca beyin yıkama, biçimlendirme operasyonu olarak görünüyor olabilir mi “sinema salonlarında topluca film seyretme ayini” sistem tarafından?

    Düşünmek gerek.

    Bio çeşitlilikten nerelere geldik. Sinema piyasasının seyirci olduğunu söyledik. Ama seyirci de öyle, her yerde her zaman, tek tip insanlar topluluğu olarak görülmemelidir. Ülkelere göre, bölgelere göre, yaş gruplarına göre, eğitim düzeylerine göre, sınıfsal, etnik durumlarına göre, vb… Çeşit çeşit seyirci kategorileri vardır ve bunların her biri diğerlerine göre farklı beklentiler içinde olabilir. Öyledir de.

    Ama kapitalist yapımcı için, bu seyirci gruplarının her biri için ayrı filmler yapmak kârlı bir yatırım değildir. Bunların hepsini birden aynı filmleri seyreder konuma sokulmaları gerekir. Öyle de yapılır. Böylece bütün herkes sinema salonunda film seyrederken eşitlenir. Zengini de yoksulu da, işçisi de burjuvası da vb… Birlikte gülerler, birlikte hüzünlenirler, birlikte korkarlar, heyecanlanırlar, vb… Ayrılıkların, çatışmaların ortadan kalktığı bir beraberlik, bütünlük sağlanır böylece…

    Ayrıca Hollywood’un ABD özelinde çok özel bir de görevi vardır. ABD toplumu bütün dünyadan göç aldığı için yamalı bohça gibidir, karışık bir toplumdur. 72 millet diliyle, töresiyle, inancıyla, kültürüyle ayrı ayrı yaşamaktadır. Bir devlet için böyle bir yapı uygun değildir. Herkesin ABD ortak kimliğinde birleştirilmeleri, bütünleştirilmeleri konusunda Hollywood çok etkili bir iş görür. Herkesi ortak ABD kimliğini aşılar.

    Söz konusu “herkes” olunca, ayrılıklar, farklılıklar artık yoktur. ABD vatandaşlığı vardır.

    Yani neymiş? Sosyo-kültürel zenginlik ve kimlikler bastırılıp yeni bir ortak sosyo-kültürel tek kimliğe dönüştürülür. Artık herkes Amerikalıdır.

    Ama Hollywood, yani kapitalist yatırımcı, dünyaya da açılarak aynı görevi ve işlevi bütün dünya uluslarına da uygular. Dünyadaki herkesi Hollywood yapımcılarının kârlarını artırmak için kullanır. Diğer yandan ise Amerikan toplumunda yaptığı gibi, diğer toplumları da Amerikanlaştırmaya çalışır ve büyük ölçüde de başarılı olur. Hollywood kahramanları artık bütün dünyadaki insanların kahramanıdır. Binlerce yıllık Köroğlu destanını bizler bile yeterince bilmezken Hollywood masallarının dünkü kahramanlarını herkes bilir.

    Acı ama gerçek. Bunun adı kültür emperyalizmidir. İşgâldir. Kendini başkalarının yerine ikame etmektir.

    Hollywood bir Amerikan masalıdır. Tıpkı Coca-Cola, blue jean, Marlboro vb… gibi. Amerika dünyayı bunlarla ele geçirmektedir.

    Hollywood’da herkesin seyredeceği filmler yapmak asıldır. Bu bir kural olarak bütün dünyada geçerli kılınmıştır. Kimse de bunu sorgulamamaktadır. Bu, seyircileri müşteri görme algılamasının bir sonucudur. Bu, para yatıranın, yani kapitalist yapımcının gözüyle sinemaya bakmaktır, filmleri seyredilecek (tüketilecek) “meta” olarak görmektir. Genel işleyiş böyledir.

    Böylece ortaya belli bir sinema anlayışı, film tasarlama yöntemleri çıkmıştır. Sinema okullarında, geleceğin sinemacıları bu anlayışla eğitilir ve bu anlayışa uygun filmler yapması istenir, beklenir. Bu sinema için yazılacak senaryo anlayışı öğretilir. Plân ölçekleri, kamera açıları, kurgu bağlantıları vb… Bütün sinemalar için ortaktır. Yani bütün dünyada aynı formata uygun filmler çekilir, filmler yapılır. Bu, ortak sinema grameridir. Ortak sinema dilinde filmler çekmektir. Öyküler farklıdır ama gramer ve dil aynıdır.

    Seyirciler bu tür sinemaya alıştırılmışlardır. Hep bunu beklerler. Bildiği, alıştığı sinema diliyle ona her seferinde farklı öyküler anlatılmasını ister. Öyle de yapılır. Aynı dil kullanılarak herkes kendi öykülerini anlatır seyircilere. Özgünlük daha çok öyküdedir, öykülemededir. Anlatımda, dilde, sinemayı kavrayışta değildir. Dünyada böylece irili ufaklı birçok Hollywood patentli sinemalar oluşmuştur.

    Bir de dillerden düşmeyen evrensellik-yerellik konusu vardır.

    Bize göre kültür ve sanat ürünleri hep yereldir. Evrensellik bir efsanedir.

    Kuşkusuz sinema, resim, müzik, tiyatro ve diğer sanat dalları evrensel bir olgudur. Herkes bunları kendine göre üretmektedir. Teknik ortaklıklar vardır. Ama sonuçta sanat üretimi kişisel bir etkinliktir. Kişide gerçekleşir. Kişi ise içinde olduğu topluluğun bir üyesidir, onun ürünüdür. Her topluluğun, toplumun bir tarihsel sosyo-kültürel boyutu ve derinliği vardır. Ayrıca toplumların da bir belleği vardır, kültürel genetiği vardır, kimse kendini bundan soyutlayamaz. Bunlar bir şekilde o toplumun kişilerinin de belleğindedir. Bu, toplumsal ve kültürel çeşitliliktir. Bunun da bir ekolojisi vardır.

    Evrensellik adı altında, egemen çevrenin kendisini dünyaya dayatılması olabilir mi? Resim evrenseldir, ama batı resmi değildir. O batının yerel resmidir. Picasso gibi yapmak bir yabancılaşmadır. Mehmet Siyahkalem’in resimlerinden alınacak çok dersler vardır, ama kaç kişi farkında. Oysa Mehmet Siyahkalem bize ait, Picasso batı resim kültürüne aittir. Başkalaşmak değil esinlenmek, öğrenerek kendini, kendine ait olanı geliştirmektir asıl olan.

    Eisenstein’in sinemasında, Brecht’in tiyatrosunda Japon tiyatrosu, resmi vardır ama özümlenmiştir ve Eisenstein, Sovyet sinemasıyla ilgili düşüncelerini, kuramlarını geliştirmiştir, aynı şekilde Brecht, Alman kabare gösterileri üzerine kendi tiyatro anlayışını kurmuştur. Ve hepsi de özgündür ve yereldir.

    Dil de evrensel bir iletişim aracıdır. Ama herkesin kendi farklı dili vardır. Anlaşılabilmek için dil öğrenmek gerekir. Başka bir dil öğrenmek, o dilin kimliğine girmek değildir. Ama o kimliğe girmek içinde dil bir araçtır. Yani hiçbir şey bize gösterildiği, reklâm edildiği, dayatıldığı gibi değil.

    Bio çeşitlilik, bio-ekosistem dedik, nerelere geldik. Bir fark yok.

    Evrensellik bir kandırmacadır. Ya da evrensellik bir genel olgudur ama egemenlik için kandırmacaya alet edilmektedir, egemen kendi söylemini evrensel bir olgu diye dayatmaktadır. Yerellikleri, farklılıkları yok etmektedir, dönüştürmekte kendine benzetmektedir. Kendisininki gibi yapmaktadır.

    Hollywood dili evrensel sinema dili olarak ortaya atılmaktadır. Bu, Amerikan sinema anlayışının dilidir. Amerikancadır. Böyle biline.

    Amerikan sineması farklılıkları ortadan kaldıracak, bütün insanlarda var olan ortak biolojik güdülere yönelen bir sinema anlayışı geliştirmiştir. Bu güdüler evet, evrenseldir, ama insanın hayvani boyutudur. İnsan kültür üreterek bu hayvani boyuttan insani boyuta evrimleşmiştir, farklılaşmıştır ve gelişmiştir, uygarlıklar kurmuştur. İnsanı, bu boyutlarından soyutlayıp, ilkel, güdüler temelinde ele almak, insanı o güdülerden yakalayıp ele geçirmek, yönlendirmek, yöneltmek kapitalizmin en temel davranışlarından biridir. Hollywood sineması bu anlayış ve kavrayış üzerine kurulmuştur. Hollywood güdülere seslenen bir sinemadır, düşünceye, düşünmeye (beyne) seslenen değil. Egemenin, egemenlik aracıdır beyazperde. İnsanı esir eder, büyüler, kendi yaşamından soyutlar, düşler, masallar âlemine sokar ve yöneltir. Seyirci edilgendir, beyazperdeye tabidir. Tek egemen ve etkin olan o mabet denilen karanlık salonda beyazperdedir ve o perdedeki sinemadır, sinema anlayışıdır.

    (16 Ocak 2011)

    Engin Ayça

    Çırağan Palace Kempinski’den Yepyeni Bir Etkinlik: Çırağan’da Sinema Saati

    Her biri kendi alanında ilk olma özelliği taşıyan okuma, sohbet, konser ve sergilerle İstanbulluların sanata kolaylıkla ulaşmalarını sağlayan Çırağan Palace Kempinski, 2011’e sinema alanında da Çırağan’da Sinema Saati etkinlikleriyle girdi. İlki 29 Ocak 2011 Cumartesi günü saat 14:30’da yönetmenliğini Özcan Alper’in üstlendiği Sonbahar filminin gösterimi ve ardından yönetmen, yapımcı ve oyuncularla yapılan bir söyleşi ile gerçekleştirilen Çırağan’da Sinema Saati’nin moderatörü, Marmara Üniversitesi G. S. F. Sinema ve Televizyon Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selahattin Yıldız.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Çırağan Palace Kempinski’den Yepyeni Bir Etkinlik: Çırağan’da Sinema Saati yazısına devam et
  • Arka Pencere Dergisi’nin 2011’de Merakla Bekledikleri

    Arka Pencere Dergisi, 63. sayısında 2011’de karşımıza gelecek filmler arasından en merak uyandıranları ayıkladı. Tunca Arslan, Trendeki Yabancı köşesinde, geçtiğimiz hafta yitirdiğimiz İngiliz aktör Pete Postlethwaite’i yazdı. Vizyon filmleri eleştirileri arasında Eyyvah Eyvah 2, Güzel Bir Hayat Düşlerken, Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi ve 5 No.lu Cezaevi 1980 – 1984 yer alıyor. Derginin 63. sayısı, bir Alfred Hitchcock alıntısıyla nihayete eriyor: “Bir tiyatro yazarı peş peşe gerilim noktaları yaratmaya alışık olduğundan bir roman yazarından daha iyi senaryolar yazacaktır.”

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Arka Pencere Dergisi’nin 2011’de Merakla Bekledikleri yazısına devam et