Kategori arşivi: Yazılar

Bu Havai Fişekler Kaybedenler İçin

Çin sineması yeni kuşağının yaman isimlerinden Yi’nan Diao. 64. Berlin Film Şenliği Altın Ayı büyük ödüllü son çalışması ‘İnce Buz, Kara Kömür’un ‘Başka Sinema’ programı çerçevesinde gösterime girmesi Temmuz ayının güzel sürprizlerinden biri.

Diao’nun önceki filmleri hızla endüstrileşen Çin’de serbest pazar kurallarına uyum sağlamakta güçlük çeken yığınların bocalayışı üzerinedir. İtalyan yeni gerçekçiliğinin izinde Kuzey Çin’in yoksul sanayi bölgelerini mekân almış çalışmalarının ilki Rotterdam özel ödüllü ‘Üniforma / Zhifu’ (2003), eğitimsiz kuru temizleme işçisi genç adamın eline geçirdiği bir polis üniformasını giymek suretiyle yaşadığı çevrede varolma çabaları üzerine güçlü bir kara mizah içermektedir. 2007 yapımı ikinci uzun metrajı ‘Gece Treni / Ye Che’ ilkine oranla çok daha umutsuz ve karanlık bir ton taşır. Bir suç öyküsü izleriz bu defa. Kocası öldükten sonra yapayalnız kalan kadın hapishanesi infaz gardiyanının bir çöpçatan kuruluşu vasıtasıyla partner araması üzerinedir başka şehirlere yapılan gece yolculukları. İnfaz edilmiş bir kadın suçlunun dul eşinin intikam plânları hikâyeyi daha karanlık bir boyuta taşıyacaktır.

‘İnce Buz, Kara Kömür’da Diao’nun mekânları ve karakterleri değişmiyor. Kuzey Çin’in yoksul işçi mahallelerindeyiz yine. Seri cinayetler söz konusudur. Kömür bantlarına atılmış ve yük kamyonları vasıtasıyla geniş bir alana yayılan ceset parçalarını araştırmaktadır polis ekibi. Beceriksiz bir baskın iki polisin ölümüne, dedektif Zhang’ın ağır yaralanmasına neden olur. Çok şık bir tek plânla geçen beş yıl sonrasında dedektiflikten uzaklaştırılmış Zhang artık bir güvenlik görevlisidir. Ancak benzer cinayetler işlenmeye başladığında kendisini yeniden soruşturmanın içerisinde bulacaktır.

Yönetmen sekiz yıldır üzerinde çalıştığı girift senaryosunda sosyal gerçekçilik motiflerini kara filmle (film noir) buluşturmayı deniyor bir kez daha. Lakin bu son derece özgün çalışma türün kalıplarıyla hınzırca oynuyor, klişeleri tersyüz ediyor. Sözgelimi, seri cinayetlerin izini süren eski dedektif Zhang, alkolle geçen beş yılda etrafındakilerin alay konusu olmuş haliyle kara filmin güçlü karakterlerine benzemiyor. Üç kurbanın ölmeden önce yakınlık kurmuş olduğu (ilki kocasıdır) kenar mahallede bir kuru temizlemecide çalışan şüpheli genç kadın yine kaybedenler kulübünden. Hüzünlü bakışlarıyla türün aşina olduğumuz ‘femme fatale’ tiplemesinden hayli uzak. Esrarlı cinayetler yönetmenin bahanesi, Hitchcokyen ‘mcguffin’leri aslında. Diao kuzeyin yoksul kentinde dolaştırıyor bizleri. Kömür tartı istasyonlarında, karanlık arka sokaklarda, Kung fu filmleri gösteren eski sinemalarda, boş metrolarda, kumarhanelerde, loş dans salonlarında insanlık hallerini gözlemliyor. Değişmez görüntü yönetmeni Jinsong Dong’un büyüleyici kamera çalışmasının desteğiyle karlar altındaki izbe geçitlerde, bakımsız fabrika içlerinde, neon ışıklı gece kulüplerinde, vals ezgilerine tezat bir hüznün yakalandığı buz pateni pistinde benzersiz anlar yakalıyor, hikâyesine uygun atmosferi başarıyla oluşturuyor. Bir buruk aşk hikâyesi sıkışıyor araya. Mesafeli de olsa gerçek dünyanın acımasızlığına inat kısa bir beraberlik bu.

Filmin iki ayrı adı var. Bizde aynen çevrilmiş İngilizce ismindeki ‘kömür’ ceset parçalarının bulunduğu yerin, ‘buz’ ise cinayet mahallinin, başka bir deyişle gerçek dünyanın acımasız yüzünün simgeleri. Filmin özgün adı ‘Bai Ri Yan Huo’ ise ‘Günışığı Havai Fişekleri’ anlamına geliyor. Unutulmaz kapanış sekansına eşlik eden bu zamansız havai fişekler umudu, güzel düşleri temsil ediyor.

‘İnce Buz, Kara Kömür’, Berlinale en iyi erkek oyuncu ödüllü Fan Liao ve Tayvanlı tanınmış oyuncu Lun Mei Gwei’in çizgi dışı performanslarından destek alan modern bir sinema örneği. Kaçırmayın.

(17 Temmuz 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kuzeyli Ustadan Tehlikeli Masallar

Steven Spielberg’in televizyon için çektiği ‘Düello / The Duel’dan (1971), yıllar sonra ülkemizde bir kez daha ‘Bela’ adıyla gösterime giren bir diğer yapım olan ‘Borgman’, kuzeyli aykırı sinemacı Alex van Warmerdam’ın geçtiğimiz yıl Cannes Şenliği yarışmalı seçkisinde yer almış sekizinci uzun metrajı. ‘Elbise / De Jurk’ (1996) ve ‘Küçük Tony / Kleine Teun’ (1998) gibi kimi ilk dönem yapıtları İKSV festivallerinde gösterilmiş olan Hollandalı yönetmen, ülkesinde saygın bir yazar, grafik sanatçısı ve aktör olarak da tanınıyor.

1992’de ‘Abel’ ile başlayan sinema serüveninde aykırı, kışkırtıcı hikâyeler anlatıyor 62 yaşındaki yönetmen. Kadın erkek ilişkilerini masaya yatırıyor. Aile kurumuna çomak sokuyor. Mutlu aile düşlerini istilâ ediyor. İlk filmlerinden beri çevresine topladığı oyuncu ekibinin desteğiyle, kaleme aldığı hınzır oyunlarını bir bir hayata geçiriyor. Kusursuz bir öykü anlatıcısı olan van Warmerdam’ın statükoyu, mevcut düzeni tersyüz etmede, cinsel tatminsizlik ve şiddet barındıran kapalı ortamları deşmede üstüne yok. Dinsel kurumlar da bundan nasibini alıyor kuşkusuz. Kiliseyi ve aileyi itibarsızlaştırırken ırkçılığı, ayrımcılığı topa tutuyor. Bunları yaparken mizah duygusu hep ön plânda. Bu bakımdan, bazılarının Haneke kıyaslamasından ziyade, Bunuel’in gerçeküstücü ruhuna daha yakın Hollandalı yönetmen.

Son çalışmasının önceki filmlerine nazaran daha karanlık bir ton taşıdığını belirtiyor van Warmerdam. Yeraltında yaşayan Camiel Borgman, aralarında Katolik bir rahibin de bulunduğu üç avcının baskınıyla toprağın altından yeryüzüne çıkıyor. Kendisi gibi evsiz yoldaşlarıyla birlikte ortalığı birbirine katmak, uyumlu bir görüntü veren düzeni yerle bir etmek için. Kimdir Borgman? Bir düş mü, şeytanın ta kendisi mi, yoksa korkularımızın ete kemiğe bürünmüş hali mi? Önceki filmlerinin karakterleri gibi ‘oyun’ oynamaya, lüks bir rezidansta oynanan mutlu aile oyununu bozmaya gelmiştir Borgman ve müritleri. Bir kez daha hayal gücünün en karanlık noktalarına dalmayı hedeflemiş yönetmen. Borgman ve arkadaşlarının katalizör görevini üstlendikleri bu uçuk serüvende, kötülüğün gündelik hayata nasıl sızdığının, iyi yetişmiş düzenli bir hayat süren insanlarda nasıl vücut bulduğunun yaman araştırmalarından birini daha hayata geçirmiş.

Hansel ve Gretel masalının çağdaş uyarlaması olan ‘Grimm’ (2003) dışında tüm filmlerinde oyuncu olarak yer alır Alex van Warmerdam. ‘Elbise’nin seks düşkünü kondüktörü, ’Kuzeyliler / De Noorderlingen’in (1992) mektupları okuyarak tüm kasaba halkının cinsel mahremine dalan postacısı, ‘Küçük Tony’nin evdeki kadınların boyunduruğu altında ezilmiş, gençlik idealleri sönüp gitmiş küçük adamıdır. Yazgı, yaratıcılık ve iktidar ilişkilerini acı bir mizahla yorumlayan ‘Garson’un (Ober) (2006) baş karakteri yine odur. Kendilerini kanser hastanesinde ‘palyaçolar’ olarak tanımlayan ‘Emma Blank’in Son Günleri – De Laatste Dagen van Emma Blank’in (2009) aile bireylerinden tekinsiz (köpek) Thomas’dan sonra yine yan bir rolde, kötülükler meleğinin havarilerinden Ludwig olarak izliyoruz yönetmeni son çalışmasında. Yapımcılığı erkek kardeşlerinden Marc üstleniyor, en küçükleri Vincent ise müzikleri besteliyor her zaman olduğu gibi. Alex van Warmerdam’ın ürkütücü masallarının sonuncusunu beyazperdede izlemek istiyorsanız biraz acele edin. Sessiz sedasız başlayan gösterimi fazla uzun ömürlü olmayabilir.

(13 Temmuz 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kelly Reichardt’ın Minimalist Dünyasında Suç ve Ceza

Temmuz sıcaklarında sessiz sedasız gösterime giren ‘Gece Planı / Night Moves’, tam da ‘Başka Sinema’ seçkisine yakışacak türden bir çalışma. Amerikan bağımsız sinemasının gerçek anlamda bağımsız kalmış sayılı isimlerinden Kelly Reichardt’ın beşinci uzun metrajı bu. Yönetmenin doğup yetiştiği Florida, Everglades’de geçen 1994 yapımı ilk denemesi ‘River of Grass’ ellerine silâh geçirmiş iki amaçsız genç ruhun varoluşçu hikâyesi üzerinedir. Para bulmakla geçen uzun bir dönemin ardından, yapımcılarından tanınmış sinemacı Todd Haynes’in yaşadığı Oregon yöresini mekân alan öykülere yönelecektir Reichardt. 2006 yapımı Rotterdam Altın Kaplan ödüllü ‘Geçmiş Zaman Olur Ki / Old Joy’, düzenin dişlileri arasında gençlik yıllarının idealizmini geride bırakmış, radikallikleri törpülenmiş otuzlu yaşlardaki iki erkek arkadaşın yıllar sonra Oregon’un Cascade dağlarında kamp yapmak üzere bir araya gelişlerini mercek altına yatırır. Belirgin bir olayın olmadığı, dramatik dönüm noktaları içermeyen bu sakin meditatif çalışma, şehir yaşamından uzak doğal bir ortamda gözlemler, jestler, yitip gitmiş zaman üzerinedir. Yaşlanmakta olan iki eski hippinin kısa karşılaşmaları, ‘pişmanlık, eski günlerin yıpranmış neşesinden başka bir şey değildir’ şeklinde dilimize çevirebileceğimiz Çin atasözünü doğrular niteliktedir.

Hemen ardından gelen 2008 yılı ürünü ‘Wendy and Lucy’, 8. If AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde yönetmenin katılımıyla bizde de gösterilmiş ve Reichardt’ın dünya çapında tanınmasını sağlamıştır. Ana akım sinemanın tanınmış isimlerinden Michelle Williams’ın çok başarılı performansından büyük destek almış bu özgün yapım, yersiz yurtsuz gencecik bir kızın, umudun peşinde köpeğiyle birlikte Alaska’ya yolculuğu üzerinedir. Kırık dökük arabası bozulunca Oregon’un küçük bir kasabasında mahsur kalan Wendy’nin hikâyesi, gösterime girdiği yılların büyük Amerikan bunalımının metaforu olarak ilgiyle karşılanmıştır. Olay kurgusu yine çok basittir. Yine jestler, akıp giden gündelik yaşam, Reha Erdem imzalı ‘Hayat Var’ın küçük kız karakteri gibi dilinde yanık bir ezgiyle yolunu arayan Wendy’nin çabası üzerine kuruludur film.

Reichardt’ın bizde 30. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen bir sonraki çalışması ‘Kestirme Yol / Meek’s Cutoff’un (2010) hikâyesi 1845 yılında Oregon yolunda üç arabalık bir kafilenin Batıya göçleri sırasında Kızılderili saldırılarından korunmak üzere bir rehber vasıtasıyla kullandıkları kestirme yolda geçmektedir. Western’i kendi hamuruyla yoğuran Reichardt’ın bu alternatif çalışması, göçmenlerin aç susuz umuda yolculuklarını incelikli bir gözlemle, güç sahibi olmayan, sözü geçmeyen Amerikalı göçmen kadınların gözünden anlatmayı dener.

Reichardt’ın geçtiğimiz yıl Venedik şenliği yarışmalı seçkisinde yer almış son çalışması olan ‘Gece Planı’, üç politik aktivistin çevreci eylemlerini plânlama safhası ve sonrasına eğiliyor. Oregon nehirleri üzerine kurulu bir hidroelektrik santral baraj gölünün görüntüsü üzerine açılır film. Josh (Jesse Eisenberg) ve Dena (Dakota Fanning) ile tanışırız daha sonra. Önceki filmlerinden alışık olduğumuz üzere karakterleri ve plânları hakkında fazla bilgi vermez Reichardt. Jestlerden, uzun sessizliklerden ve kısa konuşmalardan bulmacanın parçalarını birleştirmeye başlarız giderek. Ailesinden uzakta bir organik tarım çiftliğinde çalışmaktadır Josh. Zengin ailesinin olanaklarını elinin tersiyle itmiş idealist Dena ile birlikte çevreci politik aktivistlerin toplantılarına katılırlar. Çok uluslu şirketlerin 150 yıldır sömürdüğü, ormanlarını ırmaklarını yok ederek ölü gezegene çevirdiği gezegenimizi kurtarmak için çare üretir bu devrimci topluluklar. Lakin ekolojik mücadele adına daha radikal bir plânı vardır bizim iki kafadarın. ‘Kahrolası iPod’ları her saniye kullanabilmek için tüm somonları yok eden’ çağdaş medeniyete (!) Green Peter barajını havaya uçurmak suretiyle kafa tutacaklar, bu şekilde çevre bilinci konusunda insanları düşünmeye zorlayacaklardır. Geçmişi karanlık eski denizci Harmon’un (Peter Sarsgaard) yardımıyla plân gerçekleşir lakin sonuç beklendiği gibi değildir. Oregon nehirleri üzerine kurulmuş altı adet barajdan birini havaya uçurmak sistemi çökertmeye yetmeyeceği gibi, patlama sırasında talihsiz bir şekilde hayatını kaybeden kampçının hikâyesi kamuoyunu çok daha meşgul edecektir.

Çevreci kaygılarla başlayan ve gerilim türüne göz kırpan ‘Gece Planı’, yönetmenin bilinen titiz ayrıntıları, olay örgüsüne yüz vermeyen seçimleri ile türün ana akım sinemadaki klişelerini ustaca bertaraf etmiş. Öykünün dönüm noktası olan büyük patlamayı göstermiyor bile. Uzaktaki gürültüsüne üç eylemcinin dudaklarında beliren mütevazi bir tebessüm eşlik ediyor yalnızca. Eylemi yüceltmiyor, yargılamıyor da. Yönetmen için önemli olan bundan sonrası, Dostoyevskiyen karakterlerin ‘Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’ununkine benzer vicdan hesaplaşmasıyla cebelleştiği anlar.

Özgün adını santrali patlatmak için içine yüzlerce ton amonyum nitrat gübre doldurulmuş lüks deniz yatının çift anlamlı kullanılmış adından alan (‘Night Moves’, Gece Hamleleri anlamına geliyor) bu yeni Kelly Reichardt filmini kaçırmayın. Yılın en iyi yapımlarından.

(08 Temmuz 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oculus

Sinemada korku filmi izlemeyeli bir yılı aşkın bir süre geçmişti ki elime iki adet ücretsiz sinema bileti geçince bu fırsatı uzun zaman önce fragmanından etkilendiğim Oculus ile değerlendirmeye karar verdim. Başta şaşırtıcı gelebilir; fakat filmin Türkçe ismi “Göz”, 2008 yapımı “Over Her Dead Body”nin Türkçe çevirisi “Sevgilimin Kazara Bu Dünyadan Göçmüş Eski Nişanlısıyla Tanıştığım Gün” gibi basit, uydurma ve alakasız bir isim değil. Oculus, Latincede “göz” anlamına gelen ve filmin puslu ve otantik havasına yakışan, bir bakıma özenli bir tercih.

104 dakikalık süresinin çoğunda “sakin bir gerilim” olarak nitelendirebileceğimiz Oculus, çocukluklarında doğaüstü güçlere sahip bir ayna sebebiyle büyük bir travmaya maruz kalmış iki kardeşin bir nevi intikam alma süreçlerini anlatıyor: Meşru müdafaa takibinde yıllarca psikolojik tedavi gören Tim ile bu süreç sonunda doğaüstü gerçeklere sırt çevirmiş, yaşadığı travmayı bilimsel psikolojik gerçeklere dayandırmaya çalışan Tim’e ve aynı zamanda tüm inanmayanlara aynanın karanlık güçlerini kanıtlamaya kararlı ablası Kaylie. Filmin en güçlü ve çarpıcı noktalarından birisi tam burada, ilk yarıda Kaylie erkek kardeşine geçmişte olanları hatırlatmaya çalışırken doğaüstü inançlarla bilimsel gerçeklerin çarpışmasında ortaya çıkıyor. İki tarafı savunan iki güçlü karakterin dayanıklı tartışmaları seyirciyi bir korku filminin ortasında düşünmeye ve taraf seçmeye sevk ediyor. Çoğu korku filmi gibi “ani çıkış”lara yer vermekten de kaçınmayan film orijinalliğini bu gibi güçlü yanlarıyla koruyor.

Hikâye anlatımında aynanın aile bireylerini nasıl bir süreç sonucu parçaladığını geriye dönüşlerle izliyoruz. Filmin başından beri, iki ana karakter tarafından geçmişteki olaylar defalarca dile getirilse de yönetmen, hikâyenin çarpıcılığı açısından bu geri dönüşleri uygun görmüş olmalı. Bildiğimiz bir hikâyeyi tekrar anlatan bu geriye dönüşler inandırıcılık ve zaman algısıyla oynama bakımından başarılı; fakat özellikle filmin ikinci yarısında geçmiş ve şimdiki zaman arasındaki gelgitlerin sıklaşması nedeniyle kafa karıştırıcı ve sıkıcı olabiliyor.

Buna rağmen Oculus, seyirciyi rahatsız ve huzursuz etmeyi gayet iyi başarıyor. Bunda “göz” vurgusu yapılmış görsel efektlerin ve daha önce çalışmalarına rastlamadığım Newton Kardeşler’in usta fon müziklerinin de etkisi büyük. Gelgelelim Oculus, filmin aynı zamanda senaristliği ve kurgu yönetmenliğini de yapan yönetmen Mark Flanagan’ın yapıtı olarak kalıyor nihayetinde. Bir süre sonra, filmin sloganı “O neyi görmeni isterse onu görürsün”deki “O” adılı meşhur lanetli aynaya değil, yönetmenimiz Mike Flanagan’a ait oluyor. Yönetmen sadece ana karakterlerin değil aynı zamanda seyircinin de görme algısıyla oynuyor. Bu durumda adeta yönetmenin oyuncağı olan seyirci, karşısına ne gelirse gelsin, film böyle kurgulandığı için itiraz edemiyor ve “Tamam, kabul,” demek zorunda kalıyor ve umduğunu değil, bulduğunu yiyerek ayrılıyor salondan.

Karen Gillan, Brenton Thwaites, Katee Sackhoff, Rory Cochrane ve Annalise Basso’nun performansları filmi bir nebze ileriye götürmede başarılı.

Yönetmenin özgeçmişini inceleyip kayda değer bir uzun metraj film denemesi göremeyince Oculus’un buram buram “ilk film” kokan yönleri de açıklamaya kavuşuyor. Yine de Flanagan’ın cesur vizyonu, Oculus’u günümüz Amerikan korku filmlerinden ayrı bir yere taşımaya yeterli. Açık bir zihinle izlendiğinde filme getirilebilecek yorumların çeşitlenip derinleşeceğinden şüphem yok.

Puanı: 5/10.

(07 Temmuz 2014)

Kemal Doğukan Sağbaş

Avustralya Fonunda Distopik Western

Aile reisi annenin idare ettiği suç çetesinin karanlık hikâyesini konu edinmiş, bizde vizyon görmeyen bol ödüllü ilk filmi ‘Animal Kingdom’dan (2010) beri yeni işini merakla beklediğimiz bir isim David Michod. Avustralyalı yönetmenin son Cannes Şenliği’nde yarışma dışı olarak ilk kez görücüye çıkan son çalışması ‘Takip / The Rover’, sıcağı sıcağına bizde de gösterime girmiş bulunuyor.

Uzak kıtanın uçsuz bucaksız topraklarında ‘felaketten 10 yıl sonra’ ibaresiyle açılıyor film. Söz konusu global bir ekonomik çöküş ve geniş Avustralya arazisi her zamankinden daha ıssız ve tekinsiz bir görünümde. Ülkenin yerlileri ve komşu diyarlardan kopup gelmiş Japon, Kamboçyalı vs. mülteciler hayatta kalma mücadelesi içindeler. Çatışmadan çıkmış bir grup silâhlı adam tarafından arabası çalınan Eric’in sahip olduğu tek varlığını geri almak üzere soyguncuları takibi üzerine kurulmuş bu yol filmi, yine Avustralya’dan çıkmış George Miller imzalı ‘Mad Max’ serisini ya da 2009 yapımı John Hillcoat filmi ‘The Road’u anımsatan bir kıyamet sonrası öyküsünü akla getiriyor hemen. Ancak bir bilim kurgu denemesinden ziyade Western’e, özellikle ‘spaghetti’ tarzına daha yakın duran bir film bu.

Güney Avustralya’nın doğal set olarak kullanılan ıssız boş arazisi tipik bir western mekânı. Yönetmen Michod, western ikonografisini ustalıkla kullanmış, özellikle Sergio Leone sinemasını örnek almış. Görüntü yönetmeni Natasha Braier’in sarı kahve tonlardaki hakimiyeti, filmin açılış bölümünün ‘Once Upon A Time In West’in böcek vızıltısı ya da hurda tıkırtısı gibi sahne dışı sesleri abartılı biçimde kullanmasını örnek alışı ya da kapalı mekândan çekilmiş araba kazası gibi stilize plânlarla ilginç bir başlangıç yapıyor ‘Takip’. Şerifsiz, kanunsuz ölümüne bir kavganın sürdüğü bu Western topraklarında, ikonografinin olmazsa olmazı yük trenleri ve onları koruyan silâhlı adamlar da eksik değil. Öykü ilerledikçe başka türlerden de besleniyor Michod’nun filmi. Metruk bir işletmede, yönetmenin alamet-i farikası baskın anne karakteri beliriyor. ‘Animal Kingdom’da Jacki Weaver’in müthiş performansı ile Oscar ve Altın Küre adayı olmuş suça azmettirici Janine tiplemesinin yerini bu defa Gillian Jones’un delikanlı torununun pezevenkliğini yapan sakin büyükanne kompozisyonu alıyor. Arabasına ya da western kodundaki karşılığıyla çalınan atına sahip olabilmek için hırsızlarla ölümüne bir mücadeleye giren Eric’in yolu, soyguncuların çatışma mahallinde yaralı olarak bıraktıkları ‘Fareler ve İnsanlar’ın Lennie’sini andıran yarım akıllı Rey ile kesişiyor. İkilinin izbe mekânlarda çatışmaları günümüzün zombi serüvenlerini çağrıştırıyor.

Görsel albenisine rağmen karakter yaratma açısından bir önceki filminin gerisinde kalmış Michod. Gözde oyuncusu Guy Pearce ve farklı bir kompoziyonda kendini göstermeye çalışan ‘Alacakaranlık / Twilight’ yıldızı Robert Pattinson’ın çabalarına karşın, senaryodaki boşlukları büyük ölçüde kanlı çatışma sahneleri ve stilize aksiyon bölümleriyle dengelenmeye çalışmış. Yaz günlerinin kısır vizyon ortamında yetmişli yılların yazlık serüvenlerinin hissiyatıyla yetinilerek izlenebilir.

(05 Temmuz 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Edinburgh’da Kim Daha Pislik

İskoç yazar Irvine Welsh’in ilk basımı 2008’de yapılan romanından beyazperdeye uyarlanmış olan ‘Pislik / Filth’, bu haftanın ilgiye değer filmlerinden. Doğup büyüdüğü Edinburgh işçi mahallerinden daha sonra taşındığı Londra’ya uzanan yaşam serüveninden alıntılarla bezelidir 1961 doğumlu yazarın romanları. Welsh’in 1993 tarihli ilk romanından uyarlanmış olan başarılı Danny Boyle filmi ‘Trainspotting’in (1996) yazarın dünya çapında tanınmasında büyük katkısı olmuştur. Edinburgh’dan Londra’nın arka sokaklarına çeşitli işlere girip çıkan Welsh’in uyuşturucu ve alkolün yön verdiği punk yaşamından izler taşır Mark Renton ve tayfasının yaşadıkları. Eroin’in damar üzerinde bıraktığı tren raylarına benzer izlerden adını almış anlatı, 80’li yılların genç insanlarına dayatılmış orta sınıf iş / aile / iyi vatandaş düzenine bir başkaldırı niteliğindedir. İskoçları dünyanın kiri, medeniyetin içine saçılmış sefil ve zavallı pislikler olduğunu haykıran, eroin ve Iggy Pop hayalleri kuran genç tayfanın hikâyesini ahlâkçılığa düşmeden sergileyen Welsh’in karamsar mizahına denk düşmüş bir çalışmadır ‘Transpotting’ ve bir kez daha John Hodge senaryosuyla Welsh’in ‘Porno’sunu beyazperdeye uyarlamaya hazırlanan Danny Boyle’un filmografisinin de en iyisidir.

‘Pislik’in baş karakteri bir polis. Yoksul bir madenci kasabasında yetişmiş çavuş Bruce Robertson. Çocukluk travmaları ve bipolar arazlarıyla baş etmenin derdinde. Mutsuzluğunu ve korkularını gizleyebilmek için daha güçlü olmak istiyor. Tıpkı ‘Kış Uykusu’nun korkulu gözlerle bakan küçük İlyas’ı gibi polis olmayı seçmiş. Bu sayede kanunun kendine tanımış olduğu yetkiyle önüne geçeni ezip geçebilecektir. Tam bir makyavelisttir. Kariyerinde hızla yükselmek ve komiser olabilmek için her yol, her pislik mübahtır onun için. Küçük kızıyla beraber evi terk etmiş karısının Lady Macbeth edalı histerik hayalleri girer düşlerine. Kaybettiği ailesine kavuşabilmenin yolunun terfi etmekten geçtiğini düşünür umutsuzca. Bir kadını baştan çıkarmada kariyerden daha etkili bir yol yoktur demiyorlar mıdır. Çalışma arkadaşlarının arkasından türlü dedikoduyla iş çevirir, onları birbirine düşürür. Nazi artığı iş arkadaşı Dougie’den daha ırkçı, daha homofobik olmalıdır. En önemli rakibi Peter Inglis’e eşcinsel suçlamasıyla saldırmalıdır. Başarılı kadın polis Amanda’yı seksist darbelerle altetmenin bir yolunu bulmalıdır. Ayrımcıdır, düzenbazdır, gençlere karşı acımasız ve saldırgandır. Şişirilmiş hırslarına katık olan uyuşturucu ve alkol karanlık dünyasını iyice karıştırır, kabus yüklü hayaller onu giderek gerçek yaşamdan uzaklaştırır.

Welsh bir kez daha kötümser. İnsanlık adına, İskoçlar adına umutsuzluğu derin. ‘Kimseye güvenme, arkadaşlarına, ailene, kendine bile Bruce. Burası İskoçya ulan!’ dedirtiyor baş karakterine. ‘Herkes hayattan korkuyor. Ben de korkuyorum. Ama insanların bunu görmesine izin vermiyorum’ diye ilave ediyor çavuş Robertson.

İskoç yönetmen John S. Baird, yaşlı bir İngiliz çift tarafından evlât edinilmiş Jamaikalı gencin ırkçı bir dünyada şiddete karşı şiddetle varolma mücadelesini öykülediği ilk uzun metrajının (Cass, 2008) ardından çektiği bu yeni çalışmasında Welsh’in kendine özgü acı mizahını es geçmeden çürümüş bir dünyayı çizmede başarılı olmuş. Boyle’un ‘Traispotting’i kadar özgün ve evcilleştirilmemiş olmasa da, daha önce mülayim rollerde görmeye alıştığımız James McAvoy’un zengin Bruce Robertson kompozisyonu ve diğer rollerde İngiliz sinemasının saygın oyuncularının aksamayan performansları ile tavsiye edilir bir yapım, parlak bir karakter incelemesi ‘Pislik’.

(‘Pislik’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Haramidere Cinetech Torium; Etiler Akmerkez Cinema Pink; Başakşehir Cinetech Mall of İstanbul; Ankara, Kızılay Büyülüfener; Bursa, Cinetech Korupark; Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

(29 Haziran 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

DEBRELİ HASAN Diye Bir Film

“Debreli Hasan” filmi Yeşilçam’ın 1973 yılında ürettiği (?) bir film. Filmi yazan (!) ve yöneten Yunus Yılmaz. Başrolünde de Bilal İnci oynuyor. Özgüç, Sözlüğü’nün birinci cildinde (1914 – 1973) yer verdiği film için, “Debreli Hasan’ın macera dolu yaşamının öyküsü” (s. 495) konusunu! vermiş. Özgüç’ün bu filmi görmüş olduğuna inanmıyorum. Gördü ise, Debreli Hasan (olmayan bir kişi) hakkında bir şey bildiğine inanmıyorum…

Evet, kültürümüzde bir türkü var, Drama’lı Hasan türküsü ve o türküde (hep yanlış söylenen) “At martini Debreli Hasan, dağlar inlesin” şeklinde bir dize geçiyor. Şunu öncelikle söyleyeyim ki o dize aslında:

“At martini de “BRE” Hasan, dağlar inlesin;
DRAMA mahbesinde Hasan, dostlar dinlesin” şeklindedir.

Hasan Debre’li değil, Drama’lıdır. Dağlarda martini atıp (havaya ateş edip) BRE diye bağırdığı zaman -belki değil, gerçek bu- ne dağları inletir, ne de Drama mahbesindeki (hapishanesindeki) dostlarına ulaşabilir sesi. Ama türkünün sözü istenilen bir şey olarak doğrudur ve toplum (halk) inancındaki hali ile de doğrudur.

DRAMA (bugünkü Yunanistan sınırları içinde yer alan) bir kasabadır, Ege Denizi’nin kuzeyinde yer alır, denizden içerdedir. DEBRE ise Arnavutluk / Yugoslavya sınırında yer alan ve Drama’nın hayli batısındaki bir kasabadır. Yugoslavya bugün bölünmüş durumda olduğundan Debre’nin hangi ülke içinde kaldığını bilmiyorum. [Drama ve Debre’nin yerlerini, son değişiklikleri içermeyen -hayli eski- Büyük Atlas’tan (Prof. Faik Sabri Duran’ın hazırladığı) aldım.] Ama her iki kasaba da zamanında Osmanlı toprakları içinde idi. Osmanlılarda -özellikle Rumeli kesiminde- yerleşik güçlere karşı birçok hareketler olmuştur. Drama’lı Hasan da bunlardan biridir, hakkında türkü bile çıkarılmıştır.

Osmanlının tarih olması, izlerinin de, zamanın türkülerinin de tarih olmasını gerektirmez. Türkünün bugün bile yanlış bir şekilde söylenmesi, “Drama mahbesinde”ki dostlarına martin atarak dağlar inleten Drama’lı Hasan’ın, bu işi nasıl yaptığı şüphesi kafama takılınca, türküyü “at martini de BRE Hasan…” diye söyleyen Ruhi SU’nun -“At martini…” dedikten sonra bir “es” vererek “BRE” demesi çözümlememe neden oldu.

Türküye daha dikkat eder oldum ama yanlışlık devam ediyor… Ya sinemamız… Tarihteki olaylardan ve kişilerden vazgeçmeyen fakat o olaylar ve kişiler üzerine yeteri kadar çalışma yapmadan, hazır kalıp ve şablonlarla filmler yapan sinemacılarımız… Sinema filmi yapmak zor bir iştir, tarihi bir film yapmak daha da zordur.

Ne kadar çarpıcı bir örnek bilmiyorum ama bu noktaya gelince kaçınılmaz oluyor. Akad, 1952’de (Kanun Namına’dan sonra) İngiliz Kemal Lavrens’e Karşı diye bir film yapar. Kemal Film adına yapılan filmin senaryosunu ise (yapımcı) Osman F. Seden yazar. Konuyu 1968’de Ertem Eğilmez, Burhan Bolan’ın senaryosu ile re-make yapar. Yalnız ortada garip bir durum vardır, Lavrence (adının doğru yazımı bu) İstanbul’a hiç gelmemiş ve İngiliz Kemal diye bilinen Esat Tobruk ile hiç karşılaşmamış, çalışmamıştır. Fakat biz, bu olmayan olaydan, çok yakın tarihimizde geç(me)miş bir olaydan iki film çıkarmışızdır. Akad’ın yaptığı, Seden’in senaryosuna dayanan film, Esat Tobruk’un anılarını Hürrem Erman’a -film hakları- satması ve Erman’ın bunları Seden’e devretmemesi gibi bir ticari/yapımcı çekişmesine dayanır. Eğilmez’in yaptığı ise (yönetmen ve yapımcı) tamamen ticari bir re-make’dir. Sonuçta olmayan olaylara (!) dayanan, tarihi filmlerdir. Akad’ın filminin afişlerde yer alan (tam) adı “Atatürk’ün Casusu İngiliz Kemal Lavrens’e Karşı”dır!…

(28 Haziran 2014)

Orhan Ünser

İvedi’k Bir Güzelleme

Türk sinema tarihinde komedi filmlerinin çok müstesna bir yeri vardır. Şöyle müstesna: Baş kahramanlarına nesiller ötesi ün kazandırır ve göreceli olarak da varsıl hale getirir.

Fazla üzerinde durulmaz ama sinema ile uğraşanların büyük çoğunluğu, sanat, estetik kaygılarının yanı başında para kazanıp zengin olmayı tutar. Tutar ama oldukça da eleştiri alır.

Güzellemeye sinema komedimizin son örneğinden başlayacak olursak sahibini milyoner yapma babında ‘Recep İvedik’, muazzam bir başarıdır. Film çekip ‘zengin’ olma hesabı başta yapımcılar olmak üzere hemen hemen tüm dahilunların kafasında bir şekilde vardır.

Hadi diyelim bir filmin kasada başarılı olup olması değerlendirmeler ana kriterinden sayılmasın. Komedi filminde estetik, görsellik, mekân devingenliği, uç uç sürrealizm, varolmanın anlamı üzerine sofistike diyaloglar vs. pek aranamayacağından geriye yalın bir sosyolojik irdeleme kalıyor.

Recep İvedik’in taşıdığı tip, kaba, maganda, küfürbaz, eğitimsiz, görgüsüz, ergenci vb. kıstaslarla büyük eleştiri almıştı, alıyor. Yaşamda böyle şeyler olmazdı, olamazdı, olmamalıydı. Fakat bir filmde bütün bunlar olabilir. Çünkü film. Gerçeklikten değil, aktarılmış gerçeklikten söz ediyoruz. Filmler, izleyeni düşündürebilir, katalize edebilir, eğlendirebilir.

Sondan başa doğru gidersek eğlendirme; zaten var, adı üstünde komedi. Katalize; aynısını yap veya yapma demiyor izleyicinin keyfine bırakıyor. Düşündürme; burasını biraz geriye giderek anlatmak gerekiyor.

Türk sinema tarihinde hemen hemen her 10 yılda bir, dönem şartlarına göre meddahvari bir tip ortaya çıkar.

Benim aklımın erdiği dönemden başlayacak olursak, 1960’larda Vahi Öz’ün (Vahe Ozinyan) Horoz Nuri’ si, 70’lerde Feridun Karakaya’nın Cilalı İbo’su, 70’lerden 90’lara kadar Kemal Sunal’ın İnek Şaban’ı. Arada bir de Sadri Alışık, Öztürk Serengil tiplemeleri var.

Demek ki Recep İvedik’e kadar belli aralıklarla birbirlerine benzer ‘avare’ tarzında tiplemelerin ortaya çıkması sosyolojik bir gerçek.

Sosyolojik dayatmanın getirdiği gerçeklik, para kazanma konusunda Şahan Gökbakar’a göz kırpmışsa bunda Recep’in ne suçu var.

Tipleme yetkinliğine gelince Şahan Gökbakar haddinden fazla başarılıdır, çünkü izleyiciye yarattığı Recep İvedik tiplemesine sokakta görünmesi istenmeyen insan örneği olabileceği düşüncesi vererek, etik bir mesafe koyabilmiştir.

İzleyici, izlediği filmdeki elemana veya elemanlara ne kadar fazla zihinsel mesafe koyabiliyorsa film o kadar başarılıdır. Mesafe yoksa, aynlara bakalım, gişede de avuçlara tuz koyalım.

(27 Haziran 2014)

Ali Mercimek

Sınıf Mücadelesinin Kış Uykusu

1995 yılında Cannes’de “Türkiye Film Standı” açmıştık. Getirdiğimiz film afişleri ile standı süsleyip yorgunluk çayını içmek üzere kapı önüne oturduk. Hemen karşımızda yarışmaya katılan ülke bayraklarının dalgalandığı direkler vardı. Bizim bayrak bu direklerde ne zaman dalgalanacak kıskançlığı içinde bakınırken aniden heyecanlandım. Yanımda oturan rahmetli Kadri YURDATAP’a “Kadri” diye haykırdım, “Yedinci direkteki bayrak bizimki değil mi?” Fırladık ve direklere yaklaşınca yanılmadığımızı anladık. O bayrağı oraya BİLGE NURİ CEYLAN, “KOZA” isimli kısa filmi ile astırmıştı. Yirmi yıl içinde; ayni bayrağı, aynı yere, aynı adam, beş kere daha astırdı.

İki yıl sonra siyah-beyaz olarak çektiği ilk uzun metrajı “KASABA” tek kopya olarak gösterime girdiğinde, salondaki üç kişi ile birlikte filmi seyrettim. Bu güzelim filmi sinemada yedi bin kişi izledi. DVD izlenmesi de bu sayının en fazla iki katı olmuştur. Seyirci adına hayıflanıyorum, çünkü Nuri’nin sinemasının şifrelerini ve yaptığı bütün filmlerinin ana temasını ve köklerini bu filmde bulmak mümkündür.

Bir konuşmamızda bana kasaba insanı karşısında utandığını söylemişti. Çünkü kendisi hem kasabalıydı hem de Boğaziçi Üniversitesi’nde okumuş bir aydındı. Kültürel genlerindeki bu iki kişiliğin çatışmasını, yalın bir gerçeklik ve içtenlikle ifade ediyordu.

Kasabalı’nın hüznü karşısında kentli’nin yalnızlığı, yoksulluk karşısında aydının çaresizliği, işte Nuri’nin vazgeçilmez temaları bu kadar sadedir. Bu sadelik ve samimiyet O’nu dünya sinemasının kalbine taşımıştır.

“Kasaba”yı görenlerin unutamadığı bir sahne vardır. Sınıfın buğulu camından karlara bata çıka koşan küçük öğrencisini seyreden öğretmenin vicdanında fırtınalar kopmaktadır. Sınıfa giren çocuk, delik pabucunun ıslattığı çoraplarını yanan sobanın çengeline asar. Çoraplardan damlayan kar sularının kızgın sobada cızıldaması, öğretmenin yüreğini de cızlatmaktadır. Bunu anlarsınız. Yoksulluk karşısında aydının zavallı yalnızlığı ve çaresizliği başka nasıl anlatılsın?

Nuri siyasetten hem anlamaz hem de hoşlanmaz. Ama ben filmlerinin tümünün seyirciyi siyasi olarak çok daha fazla etkilediğini düşünüyorum. “ÜÇ MAYMUN”da ailenin üç üyesinin yoksulluk ve çaresizlik içinde işledikleri suça, hepimizi ortak ettiğini nasıl unutabilirim. Yani salondan çıkarken üç maymunu değil, yetmiş dört milyon maymunu oynadık.

Artık günümüzde siyasetin binbir yolu ve binbir içeriği karşısında klasik “siyaset” kavramının içinin boşaltılıp tüketildiğini düşünüyorum. Geçtiğimiz iki asır içinde yaşadığımız dünyanın siyasetçiler yüzünden bir cehenneme döndüğünü iddia eden çok sayıda düşünce adamı var. Yeni Marx olarak anılan Thomas PİKETTY, geçtiğimiz iki yüz yıl içinde üretilen servet ve zenginliğin nüfusun onbinde birinde toplandığını, geri kalanların konu mankeni olarak yaşadığını söylüyor. Kapitalizmin, gelişmesini ve emeğin üzerindeki baskısını kurumlaştıran yol ve yöntemler, “klasik siyasetçi”ler sayesinde sağlanıyor. Kapitalizmin sınıf mücadelesinde her zaman üstün gelmesini sağlayan “sağ”lı “sol”lu siyaset esnafının anladığı dilden uzak durduğu için, Nuri’nin kurduğu cümle; “güzel ve yalnız ülkem” akıllarda kalabiliyor.

UZAK’ın CANNES’de gösterimi sırasında, kırmızı halı listesine beni de yazmıştı. Yüzlerce gazetecinin flaşları arasında gururla yürümüştük. Ödülünü alırken yaptığı konuşmada, 1982’de “Altın Palmiye” kazanan “YOL”un yönetmeni ŞERİF GÖREN’in ve oyuncularının faşist cuntanın baskısı nedeni ile CANNES’e gelemediklerinin altını çizerken yine siyasi bir cümle kurmuştu. Bu yıl ise “Gezi”ye ve Soma’ya yaptığı atıf, açık bir siyasi tavırdı.

Yıllar önce, sanırım UZAK’ın CANNES’deki başarısından sonra Antalya’da bir otelde Nuri ile sohbet ediyorduk. Nuri’ye “artık bu ülkenin ‘vicdanı’nı temsil ediyorsun, siyasi teması daha belirgin konulara yönelmelisin.” demiştim. Şimdi bu anımı, klasik siyasetçilerden hiç bir farkım olmadığını üzülerek hatırlıyorum. Çünkü O ne yaptığını çok iyi biliyor. Zaten bana da öyle cevap vermişti.

“KIŞ UYKUSU”nu boykot edenler kış uykusunda.

“Kış Uykusu”ndan uyanmaya çalışan Aydın rolünü üstlenen Haluk BİLGİNER’in, “Kemalizm” konusunda söylediklerinden yola çıkarak filmi boykot etmek isteyenler olduğunu okuyunca çok şaşırdım. Demek ki bizim toplumumuzun bir kesimi bırakın “kış uykusu”nu, doksan yıllık uykuya yatmışlar ve uyanacakları da yok. Seçilecek cumhurbaşkanında bile “Kemalist” olmayı birinci ön koşul olarak ileri sürülmesi patalojik bir durum değil mi? Böyle bir toplum da “KIŞ UYKUSU“ filmindeki Aydın’ın değil, Türkiye’li gerçek aydınların yalnızlığını ve çaresizliğini anlamak çok zor değil.

Ancak karamsarlığa gerek yok. “KIŞ UYKUSU”nun seyirci profilini görmek için birkaç sinemayı dolaştım. Gençlerin, hem de 90’lar gençliğinin ağırlıklı olarak filmi izlediğini gördüm. “Gezi siyasetini” yaratanların, bizim “yorgun sınıf mücadelesi siyasetçilerimizi” de “kış uykusu”ndan uyandıracağına inandım. Çünkü onlar da Nuri gibi “klasik siyaseti” sevmiyorlar. Kendilerine dikte ettirilen sloganları redderek, “Mustafa Keser’in askeriyiz” diye ironi yapabiliyorlar. Egemenleri kahreden öldürücü mizahları ile “kış uykusu”ndan uyandıklarını haykırıyorlar. Bu yaz çok sıcak geçecek.

(23 Haziran 2014)

Sabahattin Çetin

sabocetin@gmail.com

Öteki Ben’in Dayanılmaz Çekiciliği

İngiliz yönetmen Richard Ayoade’nin son çalışması, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin ilk dönem eserlerinden ‘Öteki’nin yeni bir uyarlaması. Özgün adı ‘Dvoynik’i dilimize ‘kopya’ ya da ‘ikiz’ olarak çevirebileceğimiz bu kısa roman, Rus yazarın ilk döneminin insan psikolojisini öne çıkaran yapıtlarındandır. Yazarın Gogol etkileri taşıyan ve 1846’da ilk yayınlandığında ilgi görmemiş ancak daha sonra Freud’un yazılarında ‘şizofreni’nin bu denli iyi anlatılmasına şapka çıkardığı ‘Öteki’, 9. dereceden memur Yakov Petroviç Golyadkin’in şahsını ortadan kaldırmaya çalışan tıpatıp benzeriyle çatışması üzerine kuruludur. Kendisini küçük gören sözde dostları ve amirlerinin kaba ve yakışıksız davranışlar sergilediği fırtınalı bir gecede hiç beklenmedik bir şekilde yolları kesişir benzeriyle Golyadkin’in. Bu tıpatıp kopya, kıdemli memurun bastırılmış ‘öteki ben’inden başkası değildir oysa. Onurlu, entrika bilmez dostumuzun ikizi, tüm girişkenliği, işbilirliği ve kadınlar üzerindeki cazibesiyle benzerinin yerini, dairedeki ve toplumdaki mevkiini ele geçirmek üzeredir. Golyadkin’in zihninde yarattığı öteki ile rekabeti, etrafının düşmanlarla sarıldığı düşüncesi onun deliliğe giden sonunu hazırlayacaktır.

Nijeryalı baba ile Norveçli anneden doğma yönetmenimiz, video ve televizyon sitcom’larıyla haklı bir ün elde etmiş genç bir yetenek. 2006 yılından başlayan ve yedi yıl süreyle yayında kalan İngiliz Channel 4 yapımı ‘The It Crowd’ kendisinin oyuncu olarak tanındığı tutulmuş bir ofis dizisi. Bir dönem bizde Digiturk’te de yayınlanmış olan bu dizi, bilgi işlemcilerin çılgın ofis yaşamları üzerine zekice komik bölümler içerir. Ayoade’nin bizde gösterime girmeyen ilk yönetmenlik denemesi ‘Submarine’ (Denizaltı) ilgi çekici bir ergenlik komedisi, Wes Anderson etkisinin hissedildiği eğlenceli bir bir büyüme hikâyesidir. İkinci uzun metrajı ‘Öteki / The Double’, İngiliz yönetmenin farklı filmler ve yönetmenlerden etkilenimlerinin devamı görünümünde. Öncelikle, Golyadkin’in günümüze taşınmış hikâyesi, karanlık ve kasvetli atmosferiyle Dostoyevski’den ziyade Kafkaesk özellikler barındıyor. Neredeyse tümüyle kapalı ve az aydınlatılmış mekânlarda geçen filmde Terry Gilliam’ın Brazil’ini ve onun da esinlendiği baskıcı Orwell havasını bulmak mümkün. Hücre görünümü veren dar mekânlardan oluşan işyerinin amiri ‘Büyük Birader’i anımsatan tepedeki ‘Albay’ (Colonel) örneğin. Özgün novella’dan farklı olarak çağdaş karakterimiz hem daha genç, hem de aşk hikâyesine çok daha geniş bir yer ayrılmış. Simon’ın Hannah’ya olan tutkusunu anlatırken bu defa Kieslowski’nin ünlü dekaloglarından ‘Aşk Üzerine Kısa Bir Film’den fazlasıyla esinlenmiş Ayoade. Arzulanan sevgilinin dürbünle karşı pencereden izlenmesine eşlik eden fon müziği bile Kieslowski filmlerinin bestecisi Zbigniew Preisner esintileri taşıyor. Buna karşılık yönetmenin kurduğu atmosfer, Alman ‘dışavurumcu’ sinemanın gölge/ışık oyunlarını uygulamadaki başarısı ilgiye değer. Çift karakterlere farklı duruş ve dokunuşlarla hayat veren genç oyuncu Jesse Eisenberg de gayet formunda. Saramago’nun ‘Kopyalanmış Adam’ uyarlaması ‘Düşman / Enemy’nin hemen ardından karşımıza gelen bu klasik çiftgezer anlatısı Dostoyevski’den farklı bir yorumla sonlanıyor. Seyir keyfini bozmamak için finali izleyenlere bırakalım ve yolun başındaki Richard Ayoade’nin bundan sonraki çabalarını merakla beklediğimizi belirtelim.

(22 Haziran 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Münih’te de Ben O Değilim

Bu yılki İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde En İyi Film, En İyi Senaryo ödüllerine layık görülen usta yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’nun ‘Ben O Değilim’ filmi, 27 Haziran’da başlayacak ve 05 Temmuz’a kadar sürecek olan 2014 Uluslararası Münih Festivali’nde yer alacak.

Daha önce Roma Film Festivali’nden de senaryo ödülü ile dönen ‘Ben O Değilim’, 32. kez gerçekleşecek olan Münih Film Festivali’nin CineMaster isimli uluslararası yarışma kategorisinde izleyici ile buluşacak.

Başrollerini Maryam Zaree, Ercan Kesal ve Rıza Akın’ın paylaştığı ve kişilik sorunu yaşayan bir kantin işçisinin ilişkiye girdiği iş arkadaşının cezaevinde bulunan eşinin kimliğine bürünmesi etrafında dönen film, festival kataloğunda Hitchcock’un ‘Vertigo’su ile karşılaştırılıyor. ‘I’m Not Him’ adıyla gösterilecek filmden heyecan verici, minimalist ve oldukça sade bir başyapıt diye söz edilirken filmin tanıtımında ayrıca Tayfun Pirselimoğlu’nun “Başkalarının kimliğine bürünme, kimlik çalma konuları hemen hemen tüm roman ve hikâyelerimde yer alıyor. Doğrudan mesaj gönderme çabası gösteren filmleri sevmiyorum, çünkü izleyicinin hikâyeye kendi giriş şansını elinden alıyor” şeklindeki sözlerine yer veriliyor.

Tayfun Pirselimoğlu en son 2011 yılında ‘Saç’ filmiyle katıldığı Münih Film Festivali’nde yine star yönetmen olarak davetli olacak.

Diğer film: İstanbul United

Münih Film Festivali’nde gösterilecek Türkiye kökenli diğer bir film ise yönetmenliğini Oli Waldhauer’in yaptığı belgesel nitelikteki, Gezi protestoları esnasında ortaya çıkan İstanbullu üç büyük futbol takımının ortak yanlarını anlatmaya çalışan ‘İstanbul United’ filmi.

İlk defa 2014 İstanbul Film Festivali’nde gösterilen belgesel, buradaki izleyici tarafından “Konunun özünü anlatmada eksikleri bulunduğu” gerekçesiyle pek beğeni bulmamıştı.

(17 Haziran 2014)

Ali Mercimek

Yabancılaşmış Şehirli Ruhlardan Kalan

Kış Uykusu
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Senaryo: Nuri Bilge Ceylan-Ebru Ceylan
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Haluk Bilginer (Aydın), Demet Akbağ (Necla), Melisa Sözen (Nihal), Ayber Pekcan (Hidayet), Nejat İşler (İsmail), Serhat Kılıç (Hamdi), Tamer Levent (Suavi), Nadir Sarıbacak (Levent), Mehmet Ali Nuroğlu (Timur), Emirhan Doruktutan (İlyas), Rabia Özel (Fatma), Fatma Deniz Yıldız (Sevda)
Yapım: 2014, NBC Film & Zeynofilm (Türkiye)-Memento Films Production (Fransa)-Bredok Filmproduction (Almanya).

Nuri Bilge Ceylan’ın, 67. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” kazanan “Kış Uykusu”, çarpıcı görselliğin yanında kederli ve mizah yüklü.

Kapadokya… Üç insan. Aydın, eski bir tiyatro oyuncusu. Ünlenmemiş. Ama onurla ayakta kaldığını düşünmüş hep. Dizilerde oynamadığı için de gurur duyuyor. Babadan kalmış buradaki otele sığınmış. Yerel gazetede köşe yazılarında Anadolu insanını yazabildiğini düşünüyor. Aydın isminin simge yüklü, hatta ironik olduğunu fark ediyorsunuz filmin derinliğinde dolaşırken. Çok içen kocasından ayrılmış çevirmen kız kardeşi Necla da otelde. İkisi entelektüel tartışmalara girişiyorlar ara sıra. Bir de Nihal var. Nihal de, Aydın’ın genç eşi. O da kendini buralardaki hayır işlerine adamış. Yönetmenin, bu üç insanın çevresinde dolanan kamerasıyla mutsuzluğa ve kederlere dokundurtuyor. Nuri Bilge Ceylan’ın sinema ve Cannes yolculuğunun zirve noktalarına ulaştığı 2014 yapımı “Kış Uykusu”, yabancılaşmış şehirli insanların Anadolu’ya bakışını şaşkınlıkla yansıtıyor. Bu bakış on yıllardır hiç değişmedi. Daima kibirli, sonsuza kadar uzak ve hiç bitmeyecek yabancılaşmayla. Bu film, 67. Cannes Film Festivali’nde önce FIPRESCI ödülünü aldı. Ardından en büyüğünü, “Altın Palmiye”yi kazandı. 1982 yılında Yılmaz Güney ustanın “Yol” filmi bu onura ulaşmıştı. Filmi Şerif Gören yönetse de onun ruhu yoktu filmde. 1990’da Ankara mahreçli “Beyazperde” dergisine o talihsiz röportajı verince yapayalnız kalmıştı sonra. Gören o röportajda, “Hapishaneden atmak kolay” demişti ve kederlere sürüklemişti. Hakiki “Altın Palmiye” ve onuru Yılmaz Güney’indi her zaman.

Kış kuşatırken…

Babadan miras kalmış Kapadokya’daki oteli işleten Aydın, sabah dolaşmalarından sonra otele döndüğünde, motosikletli gezgin gencin atları sormasıyla yılkı atlarının peşine düşüyor. Otelin her şeyiyle ilgilenen Hidayet’le yılkı atlarını yakalayıp satan çiftliğe gidiyor. Yılkı atlarına Amerika ve Avrupa’da “mustang” dendiğini de hatırlamalı. Dönerken kasabada bir ilkokul çocuğuyla, İlyas’la göz göze geliyor Aydın. Bu İlyas cipe taş atıp camı kırıyor. İlyas’ı evlerine götürdüklerinde hiç bilmediği gerçekliklerle karşılaşıyor Aydın. Her şeye yukarıdan bakan yazıları ve fikirleriyle Anadolu insanını yansıttığını düşünen Aydın, İsmail ve ailesini gördüğünde hemen bir şeylerin farkına varmasa da aslında bu onu yavaş yavaş ve farkına varmadan az da olsa olgunlaştırıyor. Ama bu olgunlaşma neye yarayacak kimse bilmiyor. Aydın bile. İlyas’ın babası maden işçisi İsmail, karısı Sevda’ya askıntılık yapanlarla kavga etmiş, hapis yatmış ve şimdi işsiz ve hep içen bir insan. Kardeşi imam Hamdi’nin desteğiyle tutunmaya çabalıyorlar. Kirayı ödeyemedikleri için icra gelmiş ve kimi eşyaları almış. Aydın, icra memurlarının işi hallettiğini düşünüyor. Ama geride kalanlara ne oluyordu? Hayatın, doğanın, “fıtratın” adaletiyle mi yorumlamalıydı? Aydın’ın hayatına, Hamdi aracılığıyla İsmail ve ailesi de giriyor. Ama anlamak ve yorumlamak yabancılaşmış aydın kibriyle hemen olmuyor.

Aydın’ın otelin az dışında kendi sığınağı var. Ofis gibi kullandığı burada bilgisayarıyla Anadolu insanı üstüne yazılarını yazıp duruyor. Duvarlara tiyatro afişleri asmış Aydın. Zaman zaman Necla’yla yazıları üstüne konuşuyorlar. Necla, aslında Nihal’den de pek hoşlanmıyor. Can sıkıntısından, boşandığı hep sarhoş kocasını düşünmekten zihninde “kötülük” üstüne teori de geliştiriyor Necla. Kötülere dokunmadan onlara vicdanı hatırlatacak durumlar yaratılabilir miydi? Kötülük, ahlâk normlarına sokulup tek bir tanımı yapılabilir miydi? Aydın’ın Hitler yorumu kötülüğün başka bir yüzünü mü gösteriyordu? Aydın’ın yerel gazetedeki yazılarını hep öven Necla, Aydın’ın imam Hamdi’yi öne çıkaran yukarıdan bakışlı yazısından sonra ona küçük eleştiri getirince bazı şeyler de su yüzüne çıkmaya başlıyor. Belki de Aydın’ın içindeki isyanı dışarı çıkartıyor bu. Ya Nihal? Mutsuz. Hayır işleriyse sığınağı onun. Köylerde harap olmuş okulların tamiratı için yardım topluyorlar. Otelde, kocasından habersiz toplantı yapınca burada da bazı şeyler yukarı çıkmaya başlıyor. Bekâr öğretmen Levent, Aydın’ı kıskandırıyor mu? Nihal’i etkileyebilir miydi Levent? Aydın ve Nihal, ayrı odalarda kalıyorlar ve sanki cinsel hayatları yok. İyi bir sevişme bazı şeyleri çözer miydi? Aydın, onların yardımı nasıl topladıklarını anlamaya çabalıyor önce. Karısının hayatı ve insanları tanımadığını ortaya çıkartarak, İstanbul’a gitmek için tren istasyonuna gidiyor lapa lapa karlar yağarken. Geride de yüklü bir bağış bırakıyor Aydın. Hidayet’le istasyona giden Aydın vazgeçiyor ve burada en yakın bulduğu Suavi’nin çiftliğinde buluyor kendini. Suavi, burada şehri hatırlatan tek insan belki de Aydın’a. Sığınak gibi. Suavi, ölen karısının boşluğunu dolduramayan, onu özleyen biri. Levent de geliyor oraya. Bazen Levent’le ava çıkıyormuş Levent. Onlar içerken, Nihal içindeki şefkatle İsmail’in evine gidiyor. Aydın’ın bıraktığı parayı vermek için. Bu sekansta gerçekten çarpıcı bir an yaşanıyor, şehirli ve Anadolu çatışmasıyla. Şehirliler daima bir şeyi unutacaklar. O da, onur ve gururdu. Zenginler, paralarıyla vicdanı da satın alabileceklerini düşünüyorlardı? Film, sinemamızın yıllardır unuttuğu yoksulluğu içtenlikli yansıtıyor.

Bu fotoğraflar çarpıcı…

Bu büyük filmin içinde dolaşırken, etkileyici anlar ve çarpıcı fotoğraflarla baş başa kalıyorsunuz. Sinemaskop görüntüler estetik anlamda büyü saçıyor perdeden. Yılkı atının yakalandığı sahne sinemamızdan sinemaya küçük bir armağan gibiydi. Gri bulutlar altındaki dış mekânlarda alabildiğine geniş açıyla yansıyan fotoğraflar, dış mekândan da alan derinliğini yansıtıyor. Kocaman perdede gözleriniz adeta dolaşıp duruyor çerçevenin bir köşesinden diğerine. Doğal ışık, insanı izlenimci bir tablonun içine çekiyor dış mekânlarda sanki. İç mekânlardaysa dramatik ışık parçalanmaları yer yer dışavurumcu estetiği hissettiriyor. Dışavurumcu ve izlenimci estetikler birbirine uzaklar. Yönetmen, bu iki farklı estetikle kontrast oluşturarak, şehirli ve Anadolulu zıtlığına, kültürel farklılıklarına metafor yapıyor. Gökhan Tiryaki’nin heyecan verici kameramanlardan biri olduğunu belirtelim. Karlı atmosfer, Kapadokya’dan değil, Kars kırsalından perdeye yansımış. Kar insana iki duyguyu birden yaşatıyor. Hem romantik hem de kasvetli. Av sahnesi metafor yüklüydü. Aydın, vurduğu tavşanla neyi öldürüyordu? Elbette feministler, Ceylan ustanın kadınlara sert bakış fırlattıklarını iddia edebilirler. İddia etsinler. Büyük Alman yönetmen Fritz Lang da kadınlara biraz mesafeli bakardı. Ama Lang da, Ceylan da kadınlara seviyor. Filmde, özellikle Hamdi karakteri muhteşemdi. Elbette Hidayet karakteri de. Filmdeki diyalogların da çok sağlam olduğunu belirtmeliyiz. Bu diyaloglar, filmi birkaç defa gördükten sonra derinliğine dokundurabilen diyaloglar. Üstünde çok çalışıldığı fark ediliyor. Senaryo çok iyi yazılmış. Yönetmen filmin fonunda Schubert’in hüzün yüklü piyano tınılarını seyircilere göndermiş. Son bölümlerde keman sesler de duyuluyor. Ceylan ustanın bu filmini, bir Blake Edwards filmindeki kadar kahkahalar atarak izliyorsunuz yabancılaşarak. Filmdeki tüm oyunculara selâm gönderiyoruz. Haluk Bilginer hayatının en büyük oyununu ortaya koyuyor bu filmle. “Kış Uykusu” bir başyapıt ve sadece sinema perdesinde bu atmosferin içinde dolaşabiliyorsunuz. Üç saatin nasıl geçip gittiğini anlamıyorsunuz bile. Filmin adının da metafor yüklü olduğunu belirtelim. Film, Çehov hikâyelerinden ilham almış, hatırlatalım.

(13 Haziran 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Neden Türk Sineması?

Semih Kaplanoğlu’nun 2010 Berlin Film Festivali’nde ‘Bal’ filmiyle en büyük ödülü almasının ardından, 2014 Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’ yapıtıyla Altın Palmiye’ye uzanması akıllara ‘Neden Türk Sineması?’ gibi bir soru getirdi.

Son dönem Türkiye’de çekilmiş sinema filmlerinin uluslararası ilgi ve buna bağlı olarak da başarı göstermesi bir rastlantının sonucu muydu, yoksa bilinçli bir gelişmenin ürünü olarak mı ortaya çıkıyordu.

“Rastlantı mı?” sorusunu önce ölçülü bir analizin karşısına koymak gayesiyle rastgele düşünülmüş bir varsayım olarak kabul edelim.

Cannes, Berlin, Venedik gibi primer film festivallerinin son dönem programlarına bakıldığında dünya sinemasının estetik yoğunluklu sanat filmleri açısından sıkıntılı bir dönem geçirdiği gözlemleniyor. Konuların tekrarı, arka plân platformlarının yapaylığı, bu dünyaya ait değilmiş gibi duran, reel yaşamdan uzaklaştırılarak aşırı kültleştirilmiş oyuncu profilleri, eğlenmenin, katalize olmanın ötesinde farklılık ve özsellik arayan izleyiciye pek çekici gelmiyor.

Yeni Türk filmindeki farklılık

Başarılı görülen ‘Bal’ ve ‘Kış Uykusu’ filmleri örnek alındığında ise; konu seçiminde gerçeklik, arka plânın doğal içselliğinden gelen sade durağanlık, görsel durağanlığa düşünsel dinamikler kazandıran oyunculukta yeni duruşlar, fark arayışlarının dünyasını oluşturuyor.

‘Bal’ ve ‘Kış Uykusu’ filmlerinin yukarıda sayılmaya çalışan farklı özellikleri bile bu büyük ödüllerin rastlantı olamayacağını ortaya koyuyor.

Diğer yandan ölçülü bir analize virtüel uyarlamalara ev sahipliği yapan coğrafyanın da diğer dünya coğrafyalarından, en azından algı alanında, biraz farklı olduğunu eklemek gerekiyor.

Algılayıcısı üzerinde düşünce fırtınası koparabilen film, edebiyat, tiyatro, resim gibi uyarlamalı tüm sanat yapıtlarının, ya çok buhranlı bir zaman diliminde, ya da aşırı homojen olmayan toplumsal yapılanmaların içinden çıktığı kabul edilir. Bu iki kategorinin aynı anda buluşması durumu ise sanat alemi için, hem üreten hem tüketen açısından bulunmaz bir nimettir.

Sanat türdeş olandan hoşlanmaz

Kendi içinde ister kültürel ister ekonomik nedenlerden olsun devamlı ayrımlaşma süreci yaşayan toplum kesimleri, birbirleri üzerine düşünce üretme gereği duyar. Öteki üzerine düşünce üretme dürtüsü aslında bu ayrımlaşmanın ana dinamiğidir. Bireyin ise heterojen yapı içinde farklı kesimler tarafından dillendirilen intersubjektif söylemler arasında kendine ait bir yer bulamadığı durumda asıl yabancılaşma başlar. Hatta bireyin bu yabancılaşma hali ‘Bal’ filminde anlatılmaya çalışıldığı gibi bir babanın öz evlâdından bile ebedi uzaklaşma şekline dönüşebilir. Parantez açarak konuşmak gerekirse Semih Kaplanoğlu’nun ‘yabancılaşmayı’ işleyen üçlemesinden ‘Yumurta’da konu anne iken annenin tüm yabancılaşma işaretlerine rağmen öldükten sonra bile halen ‘yaşıyor’ olması karşısında ‘Bal’daki babanın ‘yaşıyor iken’ ölmesi, yok olması, yabancılaşma olgusunun kendi içinde de farklı algı kategorileri oluşturduğuna işarettir. Özetle, toplum içinde başka söylemler arasında kendine ait söz bulamayan birey giderek yalnızlaşma durumuyla karşı karşıya kalır. Bu yalnız oluşun yabancılama eşiğinde düşünce üretme uğraşısında bulunan bireyin başkalarına göre ‘gayri insani’ çabası sanatsal içeriğin konusu olunca, toplumun büyük kesimlerinin ‘en büyük ödül bizim’ fenomenine indirgediği faaliyet ortaya çıkar.

Ama asıl kayıtlara geçilmesi gereken sonuçların merkezinde, bulunduğu durumdan kendi ölçeğinde çıkış yolları deneyen bireyin, yeni alternatifler peşinden gitmesinin açıldığı alan ve hatta kendisi için yeni bir dünya kurma çabasının getirdiği bütünsellik olmalıdır. ‘Kış Uykusu’nda ‘kaçış’ ile ‘varolanı kabullenme’ arasında gidip gelerek bütün dış dünyaların muhasebesini yapmayla, ‘Bal’daki babası kaybolan çocuğun köy mescidine girip elektrik düğmesine bastığında, cami kubbesinde resmolunan, içinden mucizeler çıkacak sanki yeni bir evren doğuyormuş izlenimiyle ışıksal görselliğin anlatmaya çalıştığı nüanslar gibi…

Böylelikle Türk sinema filminin ilgi ve değer görmesinin en arka plânında toplumsal parçalı değişiminin çok hızlı olması, bu değişimi düşünsel anlamda yakalamaya çalışan sanatçıların sadece kendi bulundukları coğrafyaları değil, tüm dünya kazanımlarını irdeleyerek değerlendirmede bulunmaları ve ayrıca sinema görselliği için büyük önem arz eden çekim mekânı bakımından Türkiye topoğrafyasının, ne çok dar, ne de sınırları kontrol edilemeyecek büyüklükte fantastik kurgulamaların ürünü olan mekânların aksine tüm koordinatları algılanabilir ölçüde, ‘Bal’daki ormanlar, ‘Kış Uykusu’ndaki güzel atlar ülkesi Kapadokya’nın fantastik görünümlü fakat çok yönlü gerçeklik arz eden manzara örneklerinde olduğu gibi, doğal platform oluşturmasının ayrı bir etmen olarak durduğunu saymak gerekir.

(12 Haziran 2014)

Ali Mercimek
Gazeteci – Yazar

Ayazda Kalmış Yüreklere Bir Neşter Daha

Üzerinde dumanı tüten yanmış otların görüntüsüyle açılıyor ‘Kış Uykusu’. Peribacalarının çevrelediği bozkırın ortasında yapayalnız ‘Aydın’ı görüyoruz daha sonra. Nuri Bilge Ceylan’ın bir önceki başeseri ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’nın Kırıkkale bozkırından çok farklıdır buraları. Kış ortasında turisti, macera peşindeki krosçu konukları eksik olmayan kar altında beyaz bir şatoyu andıran Othello adını verdiği oteli işletiyor eski tiyatrocu Aydın. Otel dışında babadan kalma mülkleri ile kendi krallığını kurmuştur Kapadokya’da. Küçük krallığının kibirli, alaycı, bencil hükümdarı olmaktan hoşnut, ‘Bozkırın Sesi’ isimli yerel gazete için köşe yazıları hazırlar. Anadolu kasabalarındaki estetik yoksunluklar ya da maneviyat üzerine ahkâm keser makalelerinde. Bir yandan da Türk Tiyatrosu Tarihi başlıklı kitabının ön hazırlıklarıyla uğraşır. Tüm kibrine rağmen yazıları beğenilsin, takdir edilsin ister. Olgunlaşma enstitülü genç bir öğretmen kızın övgü dolu okur mektubu onu heyecanlandırmaya yeter. Soğuk ve karlar altına gizlenmiş bu münzevi hayat dışarıdan görüldüğü gibi huzurlu değildir oysa. Kendinden genç karısı Nihal ile ilişkileri mesafelidir. Eşinden ayrıldıktan sonra baba ocağına dönen kız kardeş Necla’nın mutsuzluğu iklimin sertliğiyle uyum içindedir. Othello Oteli sakinlerinin gecikmiş hesaplaşmaları, birikmiş borcunu epeyce geciktirdiği için icraya verilmiş bir kiracının öfkeli küçük oğlunun attığı taşla tetiklenir.

Kış Uykusu’nun yönetmen ve eşi Ebru Ceylan’ın ortaklaşa kaleme aldıkları hacimli senaryosu, Ceylan’ın bir önceki çalışması gibi Çehov öykülerinden ve yazarın son döneminin oyun karakterlerinden esinlenmiş. Usta oyuncu yazar Ercan Kesal’ın kişisel anıları ve tıp doktorluğu birikiminden büyük ölçüde destek almış güçlü metniyle Orta Anadolu bozkırında bir cinayetin izini süren ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’, klâsik polisiyenin normlarını ters yüz ederek geniş bir karakter analizine girişmiş, doktoru, savcısı, polisi, inzibatı, muhtarıyla kasaba eşrafı ve bürokrasisinin kalbine neşter atarken finaldeki unutulmaz metaforla çağdaş toplumumuzun vicdanını otopsiye yatırmıştı.

Ceylan’ın ’Kış Uykusu’ndaki ağırlıklı seçimi bu defa varlıklı küçük burjuva karakterler. Ülkemiz aydınlarını temsil eden entelektüel Aydın, ‘Üç Kızkardeş’in ağabey Andrey’i gibi hayallerini gerçekleştirememiş, kız kardeşi ve çevresindekilerin yüksek beklentilerini karşılayamamıştır. Mutsuz kız kardeşin eleştiri okları dayanılacak gibi değildir. Aydın’ı korkaklıkla, risk almamakla suçlar. Şiirsellik adı altında vıcık vıcık duygusallıktan fazlası değildir yazdıkları. Herkesin kabul ettiği değerleri yücelterek kendini beğendirme kaygısı taşıdığını haykırır yüzüne.

Nihal de alacaktır eleştirilerden payını. Aydın’dan kopacak ne cesareti vardır, ne de gidecek daha iyi bir yeri. Tutsak edilmiş yılkı atı olmayı gönüllü kabullenmiştir Nihal. Genç kadının yardımseverlik tutkusunu, hayatı boyunca hiç çalışmamış bir insanın tesellisi, mânâsızca bir debelenme olarak değerlendirir sinik kız kardeş. Nitekim gururlu maden işçisinin (kısa bir rolde çok başarılı Nejat İşler) beklemediği davranışı tokat gibi çarpacaktır Nihal’in yüzüne.

Acı çekmemek için kendini kandırmayı tercih eden, vicdan, ahlâk, ilkeli olmak sözlerini ağzından düşürmeyen, buna karşılık kader olarak kabul ettiği çevresindeki yoksulluğa kibirle yüz çeviren küçük burjuvaların hesaplaşmalarını aralıksız diyaloglar halinde anlatıyor, üç saati aşkın sürenin büyük bir bölümünü kapalı mekânlarda geçen uzun tartışmaların emrine sunmaktan çekinmiyor Ceylan. Çehov, Dostoyevski, Shakespeare, Voltaire alıntılarının kullanıldığı, tiyatro ve edebi lezzet taşıyan uzun diyaloglarla yüklü üç küsur saatin nasıl geçtiğinin hissedilmemesi kuşkusuz üstün bir yönetmenlik becerisi. Başta Haluk Bilginer ve Demet Akbağ olmak üzere tiyatromuzun saygın isimlerinden oluşan güçlü oyuncu kadrosu bu cesaretin karşılığını veriyor ve uzun sorgulama sekansları filmin gerilimini düşürmüyor.

‘Kış Uykusu’ adaletsiz sınıf ilişkileri üzerine, babasının icra memurlarınca tartaklanmasına şahit olmuş çocuğun öfkeli buz gibi bakışlarını ustaca kullanan gözlemler taşıyor. Büyüyünce polis olmak istiyor küçük çocuk. Yoksun çocukluğunun ve ailesinin değişmez kaderinin ancak iktidarın ve gücün yanında olmaktan geçtiğinin farkında. Yoksul yığınların polis çocuklarını iktidarını korumak için kullanmayı seçmiş, onları destan kahramanı ilân eden yöneticilerin ülkesinde Ceylan’ın bu politik referansı son derece yerinde.

Ceylan’ın değişmez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin emeğini taşıyan kusursuz sinematografisi de eksik değil bu güzel filmde. Kapadokya’nın masalsı güzelliğinden, peribacalarına oyulmuş mekânlarda üşüyen ruhları ısıtamayan alevlerin ışık oyunlarından ustaca yararlanıyor yönetmen. Filmlerinde genellikle müzik kullanmadığı halde, bu defa Schubert’in (La majör, D. 959 Piyano Sonatı II. Bölüm Andantino) lirik ezgisiyle ısıtmaya çalışıyor ayazda kalmış yürekleri. Hem de eserin kusursuz icralarından virtüöz Alfred Brendel’in yorumuyla.

(12 Haziran 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemada Bir Genetikçi: David Cronenberg

Kanadalı usta David Cronenberg’ün genetiğin ve şiddetin içine girdiği “Ölü İkizler”, “Müthiş Yemek”, “Şiddetin Tarihçesi” ve “Şark Vaatleri” filmlerinin ortasında dolaşmak istedik.

David Cronenberg usta, 15 Mart 1943’te Kanada’nın Toronto şehrinde doğdu. Kısa filmler çekerek sinemaya giriş yapan usta, ilk dönemlerinden itibaren filmlerinde deneysel anlatımlara yöneldi. Hiçbir şey hissetmediğiniz filmlerinde bile alttan alta deneysel ruh kendini duyurdu hep. Günümüzde, özellikle ülkemizde şu anda mutlaka görülmesinde faydadan daha faydalı ustanın 1982 yapımı “Videodrome” filmini hatırlamalı. 1986’daki korku-bilimkurgusu “The Fly-Sinek”, onun adını bilmeyenlere duyurdu. 1988’de “Dead Ringers-Ölü İkizler”, 1991’de “Naked Lunch-Müthiş Yemek”, 1996’da J. G. Ballard’dan uyarladığı “Crash-Çarpışma”, 1999’da “eXistenZ-Varoluş”, 2005’te “A History of Violence-Şiddetin Tarihçesi”, 2007’de “Eastern Promise-Şark Vaatleri” sinema tarihine geçti.

“Ölü İkizler…”

David Cronenberg’ün tek yumurta ikizi Mantle ikizlerinin hayatının peşine düştüğü 1988 yapımı “Dead Ringers-Ölü İkizler” değerli ve önemli bir filmi. Film, Bari Wood ve Jack Geasland’ın “Twins” romanından uyarlanmış. Senaryoyu da yönetmenle beraber Norman Snider yazmış. Yer yer tedirgin eden, ama çoğu anda yumuşak tonda akıp giden müzikleri Howard Shore bestelemiş. Filmin görüntüleriyse Cronenberg’ün kadim kameramanı Peter Suchitzky’den. Sinemada ilk defa bu filmde bilgisayar kontrollü kamera kullanılmıştı. Robert Zemeckis’in 1989 yapımı “Back to the Future Part III-Geleceğe Dönüş 3” bilimkurgusunda da başarıyla kullanılmıştı daha sonra. Elliot ve Beverly ikiz kardeşleri oynayan Jeremy Irons, filmin derinliğinde dolaşmaya başlayınca iki kardeş arasındaki ince farkları da fark ettiriyor muhteşem oyunculuğuyla. Gerçekten bazı şeyleri anlayana kadar zihinsel kaos yaşıyorsunuz. Hangisi Elliot’tı, hangisi Beverly’ydi diyerek.

Filmin ön jeneriği de çarpıcı. Tuhaf jinekolog aletlerinin illüstrasyonları kırmızı fon üzerine yansırken kamera da bunların üstünde dolaşıp duruyor. Toronto 1954… Elliot ve Beverly Mantle, buluğ yaşlarına yeni adım atmışlar ve seks hakkında konuşmaya başlamışlar. İlk sevişme teklifini de kendi yaşlarındaki komşu kızına yapıyorlar. Tepki görüyorlar. İkizler, onlarla farklıyız diyorlar. Çünkü kadınlar sualtında yaşamadıkları içinmiş. Yıllar geçiyor. Tıp okuyor ikizler. Yıl 1967… Parlak üniversite hayatından sonra 1988 yılında Toronto’da başarılı jinekolog olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Doğumdan ölüme kadar hep beraber olan Mantle ikizleri, kadınları bile paylaşıyorlar. İtalyan mobilyasıyla döşeli dairelerinde beraber yaşayan ikizlerden Elliot (Jeremy Irons), dışadönük, daha kolay iletişim kuran ve kadınları ilk yatağa çeken. Beverly (Jeremy Irons), duygusal ve biraz daha içe kapanık biri. Kadınların içini dışını bilen Beverly, kardeşi Elliot olmasa onlarla hiç beraber olamayacak kadar sıkılgan. Ama, tuhaf aletleri de tasarlayan o. O aletlerle kadın hastalıklarının derinliklerine giriyorlar. Bir şey oluyor. Hayatlarına film oyuncusu Claire Niveau (Genevieve Bujold) girince değişimler de başlıyor. Aslında değişen Beverly. Çünkü Claire’e sırılsıklam âşık oluyor Beverly. Claire’i Elliot’la paylaşmak da istemiyor. Claire, mutsuz hayatında bir çocuk sahibi olmak istiyor. Bu yüzden bir jinekologa gelmiş. Beverly, sado-mazoşist sevişme fantezisi olan Claire’in rahminin çok özel olduğunu söylüyor. Üç yollu rahimde spermlerin kafası karışınca yumurtayı bulamıyorlar. Beverly, ona mutant diyor. Hiçbir zaman hamile kalamayacağını söylüyor. Claire, restoranda arkadaşı Laura’yla (Shirley Douglas) yemek yerken bir gerçeği öğreniyor. Beverly’nin tek yumurta ikizi olduğunu öğreniyor Laura’dan. Claire’in zihni karışıyor. Ya ikisiyle de yatmışsa? Aşk da büyüyor. Beverly, Claire’in film setinde başka bir ilişkide olduğunu sanarak, onu kıskanıyor. Bu acıyı uyuşturucularla unutmaya çabalıyor Beverly. Haplar yetmiyor, eroini damarlarına şırınga etmeye başlıyor sonra. Elliot, kardeşinin yok oluşunun farkına varıyor. Elliot da Cary’yle (Heidi von Palleske) ilişki yaşıyor. Elliot, eskisi gibi, kadınları paylaştıkları zamanlardaki gibi ortam hazırlıyor. Cary’yle dansa hazırlanan Beverly bayılıyor ve sonra da her şey değişmeye başlıyor. Elliot, Beverly’nin uyuşturucu müptelası olduğunun öğrenilmemesi için büyük çaba gösteriyor ardından. Çünkü ünlerine zarar geleceğinden korkuyor Elliot.

İkinci yarıdan sonra her şey savruluyor ve hiç kimse bir şeyi öngöremiyor. Elliot bile. Elliot kardeşine hapları verirken, Beverly dünyada ilk bilinen vücutları birbirine yapışık, yani siyam ikizleri Chang ve Eng’den bahsediyor. İlk Chang ölmüş. Chang hastaymış çünkü. Eng uyandığında Chang’ın öldüğünü fark etmiş ve o da korkudan ölmüş çok geçmeden. Elliot ve Beverly de siyam ikizleri gibi miydi? Vücutları birbirine yapışık olmasa da ruhen birbirine mi yapışıktı? Elliot, Beverly’nin kullandığı uyuşturucuların kendi damarlarında da dolaştığını söylüyor Cary’ye. Cary, onu bu düşünceden uzaklaştırmak için çabalasa da trajik son yakınlaşıyor. Uyuşturucu Elliot’ı daha çabuk çökertiyor. Doğum günlerinde Beverly, Elliot’ın önce damarlarına eroin akıtıyor iğneyle. Sonra onu ameliyat yapıyor. Sanki Cahng’la Eng’i ayırır gibi. Cronenberg, bu anlarda gerçeküstücü bir atmosfer yaratmış. Gerçek-kâbus sanki birbirine karışıyor. Filmin derinliğinde gerçeküstü çarpıcı rüya anları da yansıyor yer yer. Beverly, kardeşini ameliyat masasında bırakıp, tıraş oluyor, giyiniyor ve apartmanlarının önüne elinde çantayla çıkıyor. Telefon kulübesinde Claire’i arıyor, ama onunla konuşmuyor. Sonra daireye geri dönüyor ve kardeşine sarılıp o da doğdukları bugün veda ediyor dünyaya. Filmin, özellikle geniş final bölümü gerçekten de ürpertici, tedirgin edici ve keder yüklüydü. Bu anlarda bazen bakmakta zorlanıyorsunuz. Cronenberg’ün bazı filmlerinde böyle zorluklar yaşanabiliyor. Çünkü o sinemada bir genetik uzmanı. Cronenberg, filmini iç mekânlarda çekmiş. Zaman zaman kamera dışarı çıkıyor. Işık düzenlemeleri de yoğunlukla parlaktı filmde. Ama dramatik ışık düzenlemeleri de öne çıkıyordu bazen. Sinemanın özel filmlerinden biriydi bu.

“Müthiş Yemek…”

Ünlü “beat kuşağı” yazarlarından William S. Burroughs’un 1959 yılında çıkan aynı adlı romanından uyarlanmış 1991 yapımı “Naked Lunch-Müthiş Yemek”, sinemanın genetikçisi David Cronenberg’ün modern klâsikler arasına girmiş filmlerinden. Romanda ve filmde yansıyan görüntüler, uyuşturucu bağımlılarının halüsinasyonları gibi. Başkarakter Bill Lee, yazar William Burroughs’un yansıması gibi. Burroughs, bu romanını Paris’te yoğun uyuşturucu kullandığı dönemde yazdı. Filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri başta kadim dostu Howard Shore’la Ornette Coleman bestelemiş. Elbette kameramanı da yine kadim dostu Peter Suchitzky.

Böcek ilâçlama işinde çalışan Bill Lee (Peter Weller) yazar olmayı hayal ediyor. Böcek tozu her şeyden önemli. Toz azaldığında soruşturmaya bile uğruyor ilaçlama işinde çalışanlar. İlacının birinin çaldığından şüphelenen Bill’in yazar dostları Martin (Michael Zelniker) ve Hank (Nicholas Campbell) ilacın nasıl kaybolduğunu biliyorlar mı? Eve gelen Bill, karısı Joan’ın (Judy Davis) ilacı eroin gibi vücuduna enjekte ettiğini görüyor. Kendisi de uyuşturucuyu deniyor ve hayatı bambaşka yönlere gidiyor Bill’in. Halüsinasyonlar gören Bill, karısını uyuşturucudan kurtarabilmek için yolu Dr. Benway’e (Roy Scheider) düşüyor. Kırkayaktan yapılmış tozun müptelalıktan kurtaracağını söyleyen Dr. Benway’e inanan Bill, Joan’le “Giyom Tell” oyunu oynuyor ve onu kazara öldürüyor. Tabancasını, adı Clark Nova olan daktiloyla takas eden Bill, dev böceğe dönüşen daktiloyla iletişime giriyor. Sonra da yolu Fas’ın Tanca şehrinde bulunan İnterzone’a biletle kaçıyor. Orada, bambaşka bir dünya ve insanlarla karşılaşıyor. Karısı Joan’e benzeyen Joan Frost’la da aşk yaşıyor kısa bir süre. Bill bir yerde, geçmişte eşcinsel olduğunu da itiraf ediyor. Genetik olarak geçmiş. Bundan kurtulmak için belki de hayatında Joan olmuş.

Film, 1953 yılında New York’ta açılıyor. Bu gerçeküstücü filmin geçtiği dönem, “cadı kazanı” kaynatan, sanat çevrelerinde komünist avına çıkmış McCarthy dönemi. Zihinsel olarak filmde bunu hissediyorsunuz. Bu filmde diyaloglar, bazı anlar ve karakterler gerçekten çarpıcı. Burroughs, kadim yazar dostları Allen Ginsberg ve Jack Kerouac’ı Martin ve Hank karakterleriyle hikâyesine dâhil etmiş. Gözlüklü olan Martin Ginsberg. Bu “beat” dostlar, Bill’in, izlediğiniz bu filmin romanını “Çıplak Şölen” adıyla yayıncılarına verdiklerini de söylüyorlar Bill’e. Başka göndermeler de var filmde. Böcek ilâcından uyuşturucu kullanan Joan, “Kafka kafası” yaptığını söylüyor Bill’e. Franz Kafka’nın “Dönüşüm” romanına da selâm gönderiliyor. Interzone’daki karakterler de önemli. İnterzone’a sürüklenen Bill, Clark Nova’yla rapor da yazıyor. Çünkü artık o ajan olmuştur. İnterzone’da hayatına Tom Frost (Ian Holm) ve karısının benzeri yeni Joan de giriyor. Joan’e Tom’un daktilosunda Arapça erotik kelimeler yazdırırken daktilo böceğe dönüşüyor ve cinsel organı da ileriye doğru uzuyor. Bu anda hikâyeye önemli karaktere dönüşen Fadela (Monique Mercure) giriyor ve her şeyin akışı değişiyor sürprizlerle beraber. Filmin final bölümü de sürprizli ve çarpıcı. Finaldeki Annexia ülkesi Soğuk Savaş yıllarının Sovyetler’i mi, diye de düşünüyorsunuz.

Bu filmi ölümsüzleştiren sadece gerçeküstücü görselliği ve içeriği değil, mekânlar ve müzikleri de buna katkı sağlamış. İç mekânlar, yer yer iç dünyada yolculuk gibi. Dışarıyı Bill nasıl algılıyorsa seyirci de öyle algılıyor. Yönetmenin kadim kameramanı Peter Suschitzky’yle besteci Howard Shore filmin ruhuna çok şey katmış. Peter Weller, Judy Davis, Ian Holm ve Roy Scheider’ı aynı filmde seyretmek de heyecan vericiydi.

Cronenberg ustanın bu filmini “Müthiş Yemek” adıyla 1990’ların başında, 1993’te İzmir’in Hatay semtindeki ikinci el film oynatan salaş bir sinemada görmüştüm. “Müthiş Yemek” nedir, diye de kafama takılmıştı. Filmi gördüm, bu müthiş yemeğin ne olduğunu anlayamadım. Bir defa daha gördüm, yine anlayamadım. Yeni Binyıl adında bir gazete vardı 1990’larda. Sinemanın yüzüncü yılı şerefine “Yüzyılın 100 Yönetmeni” kitapçığı vermişti. Cronenberg bölümünde bu filme “Çıplak Şölen” adı yakıştırmışlardı. Belki Özen Film dağıtmıştır diye bürolarına gittim Beyoğlu’ndaki. sadibey.com sinema sitesinde yazıyorum, David Cronenberg filmleri üzerinde çalışıyorum şu sıralar, dedim. Acaba, 1990’ların başında Cronenberg’ün “Naked Lunch” filmini siz mi dağıttınız? “Çıplak Şölen” diye birçok yerde bulunuyor. Ben “Müthiş Yemek” adıyla gördüğümü hatırlıyorum, dedim. Beni şöyle bir süzdüler. Zihinlerindeki sinema eleştirmenine uymamış olacağım ki, yüzüme bile bakmadan “Yok” deyip kestirip attılar. Ama doğrusunu buldum filmin “Müthiş Yemek” adıyla vizyona girdiğini. Ama Türkçe vizyon afişini bulamadım. Özen Film’e önceleri birkaç defa daha gitmiştim ve saygıyla karşılamışlardı. Özen Film’in geçmişte gösterime soktuğu büyülü filmleri yazmayı istiyordum. Küçükken Alain Delon filmlerini çokça gösterime sokuyordu bu film şirketi. Alain Delon hatırı da vardı. Delon’un en unutamadığım polisiye film, 1978’de vizyona çıkan 1975 yapımı Jacques Deray’in “Flic Story-Öldürmek Arzusu”ydu. Kötü adam (eskiden kalleş derdik) Jean-Louis Trintignant pencereden dama atlıyordu ama kahraman Delon damdan sekip yerdeki kumun üzerine düşüyordu. Senaryoyu, yönetmeni nerden bileceksiniz ki? O an kederlere düştüm, gözlerim doldu kahraman dama atlayamadı diye. Daha çok film var bu film şirketinden. Özen Film’in tarihine çok saygı duyuyorum. Ama isteğim kırıldı. Bu film şirketinin ruhunda ayrımcılık yok diye biliyorduk. Çünkü büyüleyici koca tarihi ve muhteşem geçmişi vardı. Üzgünüm, büyük hayal kırıklığı içindeyim.

“Şiddetin Tarihçesi…”

David Cronenberg, şiddeti günlük hayatın içinde ve doğal haliyle yansıtıyor 2005 yapımı “A History of Violence-Şiddetin Tarihçesi” filminde. Bu filme bir bakıma, şiddet sineması diye anılan bir türün tarihçesi de denilebilir. Cronenberg’ün bu filmi, şiddet sinemasına dönüyor ve bu olguyu (toplumsal eleştiri getirerek) yeniden değerlendiriyor. 1960’lı yıllarda kendini geliştiren şiddet sineması, polisiyenin diğer alt türlerinden daha yoğun Batılı toplumların kaygılarını taşıyor. Eğer, şiddet sinemasının sosyo-psikolojisi üzerine bilgi sahibi olabilirseniz, Cronenberg’ün filminden gerçek anlamda ürkersiniz. Tedirginlik ve güven duygusunun azalmasıyla her şeyden kaçış var şiddet sinemasında. Farkına vardığınızda hiçbir yere ulaşılamadığını anlıyorsunuz. Cronenberg’ün bu filmindeki gibi, geçmiş asla peşinizi bırakmıyor. Film, John Wagner ve Vince Locke’un grafik romanından uyarlanmış. Senaryoyu da Josh Olson yazmış. Besteleri Howard Shore yapmış. Kameramansa her zamanki gibi Peter Suschitzky.

Film, yolculuğa çıkmak üzere olan iki adamın konuşmalarına tanıklık ettirerek açılıyor. Ön jenerik boyunca hiç kesme yapmadan tek bir çekimle yansıyan bu anlar, az önce işlenen cinayetlerden sonra olunca (seyirci sonradan fark ediyor), korku ve tedirginlik duygusu daha da çoğalıyor. Ayrıca bu iki adamın, ilerleyen anlarda filmin lokomotifi olduğunu fark ediyorsunuz. Katillerden genç olanı, az önce katliam yaptıkları eve yeniden giriyor ve içeride kanlar içindeki ölüler görülüyor. Kız çocuğu daha ölmemiş. Adam, silâhını çocuğa doğrulttuğunda sekans bitiyor ve hemen ardından kamera, bir başka mekâna gidiyor. Bu yeni mekânda bir başka küçük kız çocuğu kâbusla uykusundan uyanıyor yatağında. Ev, sakin görünümlü Tom Stall’la (Viggo Mortensen) ait. Avukat eşi Edie (Maria Bello), lisede okuyan oğlu Jack (Ashton Holmes) ve küçük kızı Sarah’yla (Heidi Hayes) beraber yuvası mutluluk saçan Tom, ailesine sevgi ve şefkati verirken Amerikan rüyasının içinde yüzüyor sanki.

Yönetmen, bundan sonra kamerasını Stall ailesinin içerisinde dolaştırıyor. Bu aile mutlu, huzurlu ve gelecek kaygısı taşımıyor. Tom’un küçük bir lokantası var ve bu küçük kasabada saygı görüyor herkesten. Ama, beklenmedik (ya da beklenebilir) bir şey oluyor ve filmin başındaki iki katilin yolu doğuya giderken bu küçük Mill Brook kasabasına düşüyor. Yönetmen bundan önce, temel bir şey gösteriyor seyirciye. Tom’un oğlu Jack, beyzbol takımının gözdesi olan bir gençle istemeden takışıyor. Jack, olayı büyütmemek için her şeyi alttan alıyor. Jack’in sakinliği ve yapıcı tavrı, tıpkı babası Tom gibi. Film, Tom’un hayatının sakinliğinin derinliğine girdikten sonra bunun nedeni daha da bir anlaşılıyor seyirci için. Evet, adamlar kasabaya geldiklerinde sakinlik bitiyor ve kamera, Tom’un karanlıkta kalan dünyasının içerisine dalıyor.

Tom, lokantasında olay çıkartan iki “kötü adamı” öldürdükten sonra, birdenbire “Amerikan kahramanı” oluveriyor. Medyanın yönlendirmesiyle. Sonra birileri daha geliyor kasabaya. Carl Fogarty (Ed Harris), lokantada Tom’a Joey Cusack diye sesleniyor. Tom, Joey midir? Joey’i, karanlık ve şiddet dolu geçmişinde bırakıp Tom mu olmuştur? Tom’un geçmişindeki karanlık dehlizlere girip bambaşka bir filmle karşılaşıyor seyirci. Dehlizin içinde Ritchie Cusack da (William Hurt) var. Tom’un karısı Edie’yle seviştiği sahneler de filmin şiddet duygusuyla örtüşmüş. Zaten filmde, bir noktadan sonra her şey sertleşiyor.

“Şark Vaatleri…”

David Cronenberg’ün 2007 yapımı “Eastern Promises-Şark Vaatleri” şiddet yüklü filminde kimler kimler yok ki. Rus mafyasının gölgesinde Çeçenler ve Türkler de var. Hepsi de Londra’da. Londra’nın kuzeyinde dehşet saçıyorlar. Karanlık, puslu ve her zaman ıslak sokaklar. Londra’nın kuzey bölgesi, Rus mafyasının her şeyiyle konuşlandığı mekânlarla istilaya uğramış. Cronenberg usta, bir önceki filmi “Şiddetin Tarihi”nin derin uygulamalı halini perdeye yansıtıyor “Şark Vaatleri”yle. “Şiddetin Tarihçesi”nde şiddeti yoğun kullanmayan Cronenberg, “Şark Vaatleri”ndeyse şiddeti tüm ayrıntılarıyla perdeye yansıtıyor. Şiddet anlarına bakmakta zorlanıyorsunuz. Gerçekten, şiddetin soğuk ve donuk dehlizlerinde yol alan bir film bu. Şiddet duygusu, tüm halleriyle yansıyor perdeye. Filmin içinde dolaşan seyirci, ürkecek ve kendi bilinçaltında gizil şiddetten korkacak belki de.

Rus mafyası… Her şey hiyerarşik işliyor. Rus mafyasının elemanlarının vücudunda ne kadar dövme varsa itibarları da o kadar çok. Bu dövmelerden o kişinin tarihini bile çözebiliyorsunuz. Elbette uzmansanız. Kuzey Londra’da nezih bir restoranı işleten Rus Semyon (Armin Mueller-Stahl), bir mafya babası. Semyon, neredeyse hiç ayrılmadığı restoranından işleri yönetiyor. Restorana özel müşteriler de geliyor ve yeraltı işleri burada hallediliyor. Rus mafyası, “Hırsızlar Birliği”ni oluşturmuş Londra’da. İçlerinde Çeçenler de var. Mafyanın içine kıyıdan köşeden Türkler de girmiş. Cronenberg’ün bu filminde Rusça, İngilizce ve Türkçe dillerini de duyuyor seyirci. Ülkelerinden binlerce kilometre uzakta, bir yabancı ülkede dehşet saçan insanların karanlık suç hikâyesini anlatıyor Cronenberg.

Film, bir boğaz doğrama sahnesiyle açılıyor. Yer, Londra’nın kuzeyinde, görünüşte berberlik yapan Ankaralı Türk Azim’in (Mina E. Mina) berber dükkânı. Azim’in zekâsı biraz kıt yeğeni Ekrem (Josef Altın), Çeçen Soyka’nın (Aleksandar Mikic) boğazını bıçakla doğruyor burada. Ankaralı Azim, görünüşte hem berber hem de eczacı. İşte bu ürkütücü sahnenin hemen ardından Azim’in eczanesine 14 yaşındaki Rus Tatiana (Sarah-Jeanne Labrosse) geliyor. Kanlar içinde yere yığılan kızı hastaneye götürüyor Azim. Kız hamile. Tatiana doğum yaparken ölüyor, ama doğurduğu kız bebek hayata tutunuyor hastanede. Ebe Anna Khitrova (Naomi Watts), Tatiana’nın günlüğünü çantadan aldıktan sonra hikâye de derinleşmeye başlıyor filmde. Anna, Christine adını verdiği bebeği yaşatmaya çalışırken, Tatiana’nın günlüğünün arasında bulduğu kartvizitteki adrese giderek hayatının hatasını yapıyor. Gittiği yer de Semyon’un restoranı. Rusça günlüğü Semyon’a çevirtip, Tatiana’nın ülkesindeki ailesine ulaşmayı umuyor Anna. Annesi Helen’le yaşayan ve işine motosikletiyle gidip gelen Anna, aslında bir Rus. Siyahî doktor sevgilisinden ayrılmış ve kalbi de kırık. Onu en çok bunalıma sürükleyense ölen bebeği. Belki de bu yüzden Tatiana’nın bebeğini sahipleniyor Anna. Bir de amcası var Anna’nın. Amcası Stepan (Jerzy Skolimowski), KGB’de bile çalışmış zamanında. Hikâye derinleştikçe, Semyon’un yerinde şoförlük yapan gizemli Nikolai Luzhin’le (Viggo Mortensen), Semyon’un oğlu Kirill de (Vincent Cassel) öne çıkıyor. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Filmi seyrederken bir dolu sürprizle karşılaşıyorsunuz. Sonuçta bir suç-polisiye filmi “Şark Vaatleri…”

Cronenberg, bu filminde donuk tondaki renkler kullanmış. Londra’nın bu karanlık bölgesinin renkleriyle de buluşuyor bu estetik. Peter Suschitzky’nin kamerası da çoğu anlarda alabildiğine sakin. İnsanı gerçek anlamda tedirgin ediyor bu kamera. Yönetmenin psikolojik ve sosyolojik sularda dolaşan bu filmi, bir anlamda şiddetin belgeseli gibi de. Hamamda, Nikolai’yla iki Çeçen mafyasının iki elemanıyla ölüm-kalım savaşı izlenmesi zor bir sahne. Boğaz doğramalar bunun dışında. Filmde pek tabanca görünmüyor. İşler hep keskin bıçaklarla hallediliyor. Fonda, Howard Shore’un Slav havasını duyuran müzikleri de insanı epey geriyor. “Şark Vaatleri”nde sinema tutkunlarını heyecanlandıracak Polonyalı sinemacı Jerzy Skolimowski de var Stepan rolüyle. Skolimowski, Roman Polanski’nin 1962’de yönettiği ilk filmi siyah-beyaz “Noz w Wodzie-Sudaki Bıçak”ın senaryosunu da yazmıştı. Sinemaseverler, Skolimowski’nin 1982’de yönettiği “Moonlighting-Kaçak İşçiler” filmini de anımsayabilirler. Filmin senaristi de önemli. Steve Knight, Stephen Frears’ın Londra’daki göçmenleri anlatan 2002 yapımı “Dirty Pretty Things-Kirli Tatlı Şeyler” filminin de senaryosunu yazmıştı. “Kirli Tatlı Şeyler”de de Türkler vardı.

(06 Haziran 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com