Kategori arşivi: Yazılar

Alice Kaybetme Sanatını Öğreniyor

‘Kaybetme sanatını güç değildir öğrenmek’ der Amerikalı şair Elizabeth Bishop ‘Bir Sanat’ adlı güzelim şiirinde. Çağımızın vebası olarak kabul edilen Alzheimer hastalığının pençesine genç yaşta düşmüş Alice Howland hayatı boyunca elde ettiği her şeyin elinden kaymasını kolay kabullenemeyecektir önceleri. Ama yapacak bir şey yoktur. Hastalığın genlerden aktarılan ve çok hızlı ilerleyen ender bir türüne yakalanmış olan New York Columbia Üniversitesi’nin saygın dilbilim profesörü için kelimelerini kaybetmekten daha korkunç ne olabilir. Kendisini hep zihniyle tanımlamış bir entelektüel için yaşamı boyunca elde ettiği her şeyin birer birer yokolmasından daha büyük felâket ne olabilir. ‘Keşke kanser hastası olsaydım’ demekten kendini alamaz Alice. Giderek komik durumlara düşmekten utanç duyar. Ancak bir şeylerin parçası olmak için mücadelesine devam eder. Önce nesneleri, sonra uykusunu giderek değerli anılarını teker teker kaybetmesiyle başa çıkmanın yollarını arar. Yaratıcı yöntemlerle zihinsel sürecini baskı altında tutmaya ve hafızasını yenilemenin yeni yollarını keşfetmeye çalışır.

Bizde ‘Unutma Beni’ ismiyle gösterime giren ‘Still Alice’ giriş bölümünde sözünü ettiğimiz soylu mücadeleyi soğukkanlılıkla aktaran ilgiye değer bir çalışma. Amerikan sinema endüstrisi standartları göz önüne alındığında beş milyon doların altında yok denebilecek bir bütçeyle 23 günde çekilmiş bu küçük filmin kurmaca senaryo ile ile gerçek hayatın kesiştiği perde gerisindeki hikâyesi çok daha ilginç.

Sundance’de iki ödül kazandıktan sonra bizde de gösterilmiş olan ‘Bekar ve Hamile / Quinceneara’ ile tanınmış çifte yönetmenler Richard Glatzer ve Wash Westmoreland yazar Lisa Genova’nın aynı isimli romanının uyarlamasına giriştikleri dönemde Glatzer’in kısaca ALS olarak bilinen ‘motor nöron hastalığı’na yakalandığını öğreniyorlar ve gerçek yaşam deneyimleri filmin şekillenmesinde büyük etken oluyor. Aklı yok eden Alzheimer’den farklı olarak bedene hücum ediyor ALS hastalığı. Glatzer önce konuşma daha sonra yürüme ve ellerini kullanabilme yeteneğini kaybediyor. Alice gibi Richard’da pes etmiyor. Halen kullanabildiği ayak parmağı ile yazı yazabiliyor, 2013 yılında eşcinsel evlilik kanunu ile beraberliğinin yasallaştığı Wash’ın desteğiyle yaşama tutunuyor.

Kurmaca ile gerçek hayatın keşiştiği öyküsü kadar çağımızın en iyi oyuncularından Julianne Moore’un sahte duygusallıktan uzak sade ve etkileyici yorumundan büyük destek alan bir yapım ‘Still Alice’. 2014’te altın yılını yaşayan ve geçtiğimiz Mayıs ayında ‘Yıldız Haritası’ ile Cannes’da ödüllendirilen Moore’un içinde bulunduğumuz mevsim Alice yorumuyla kimselere bırakmadığı kadın oyuncu ödüllerini önümüzdeki Pazar akşamı ilk Oscar’ıyla taçlandıracağına kesin gözüyle bakılıyor.

(15 Şubat 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Martin Luther King’in Özgürlük Hayali

‘Özgürlük Yürüyüşü / Selma’ Afrikalı Amerikalı halkın eşit yurttaşlık hakları mücadelesinde önemli bir dönemece odaklanıyor. Efsanevi siyahi lider Martin Luther King’in 1955 yılında Jim Crow yasalarına karşı ünlü Montgomery otobüs boykotuyla başlattığı şiddete dayanmayan sivil itaatsizlik hareketi 60’lı yıllarda Amerika’nın en önemli gündem maddesidir. King’in 1963 yılında Lincoln anıtı önünde yaptığı konuşması bu açıdan tarihi önem taşır. ‘Bir hayalim var’ der siyahi lider, ‘dört çocuğumun derilerinin rengi ile değil de kişilikleriyle değerlendirileceği bir ülkede yaşayacaklarına dair’. 1964 yılında yürürlüğe giren ‘Sivil Haklar Kanunu’ bu direnişin ilk önemli kazanımıdır. Amerika’da siyah ırka yönelik önyargıyı yıkmak için şiddet içermeyen bir direniş sergilediği için aynı yıl Nobel Barış Ödülü’ne layık görülür siyahi lider. Ancak mücadele sonlanmamıştır henüz. Güney eyaletleri siyahların oy verme hakkını türlü bahaneyle gasp etme çabası içindedir. Seçmen kütüğünde adı olmayan siyah nüfus ırk ayrımı temelli davalarda haklarını savunamaz hale gelmiştir.

Bu yeni süreçte kapalı kapılar ardında ABD Başkanı Lyndon B. Johnson ile müzakere halindedir King. Başkan’ın ‘oy verme konusunu şimdilik bekletelim, önce yoksulluğu önleyelim’ önerisine itiraz eder. Oval ofisteki beyazla görüşmeler sürerken, gösteri ve pasif direniş hareketinin siyahların çoğunlukta olduğu güney eyaletlerinde sürdürülmesi kararı alınır. Nüfusunun üçte ikisi siyahlardan oluşan ‘Selma’ kasabası hareketin başlangıç noktası olarak seçilmiştir. Kasabadan eyalet merkezi Montgomery’ye düzenlenen ilk yürüyüş denemesi emniyet güçlerince kanlı bir biçimde engellenir ancak televizyon ve yazılı basında ifşa edilen polis şiddeti toplumda tepkiyle karşılanır. Tarihi yürüyüş 25 Mart 1965’teki üçüncü çağrı sonrasında liberal beyazların da desteğiyle başarıyla gerçekleştirilecektir.

Tanıtım sektöründe uzun yıllar hizmet vermiş belgeselci siyahi yönetmen Ava DuVernay’ın imzasını taşıyan ‘Selma’ ellinci yaşını kutlayan bu özgürlük yürüyüşünün anısını tazeleyen bir çalışma. Yakın tarihin bilinen gelişmelerini, öne çıkan aktörleri ve hareketin farklı grupları arasındaki fikir ayrılıklarını titizlikle aktarmaya çalışan filmin en büyük handikapı bir Hollywood yapımı olarak dengeleri tutturma çabası. Bütün isteğinin hayatını sakin bir kasabada papaz olarak sürdürmek olduğunu tekrarlayan uzun mücadele yıllarının yorgun liderinin insani zaaflarını küçük nüanslarla başarılı bir biçimde aktaran David Oyelowo’nun yorumu başarılı. Ancak filmde neredeyse aziz mertebesine yükseltilen Martin Luther karakteri devlet otoritesi karşısında fazlasıyla edilgen ve alçak sesli. Sözgelimi King’in Vietnam karşıtı çıkışlarına hiç yer verilmemiş. Keza sivil haklar hareketinin etkin figürlerinden biri olan karısı Coretta King artan ölüm tehditleri karşısında endişesini gizleyemeyen tedirgin bir ev kadını olarak resmedilirken hareketin radikal isimlerinden Malcolm X önemsiz birkaç fırça darbesiyle geçiştirilmiş. Alabama Valisi George Wallace ve şerif Jim Clark bu Hollywood yapımının kötü adamları. Siyahi lideri adım adım FBI’a izletmekten geri durmayan başkan Johnson ise bir ölçüde kollanmış, tarihe kötü bir sicille geçme endişesi içinde ‘Oy Hakkı Kanunu’na ön ayak olmuş demokratik Amerikan sisteminin yılmaz bekçisi olarak çizilmiş.

Eksikleri ve kusurlarına karşın yine de izlenmesini öğütlediğimiz bir çalışma ‘Selma’. Edmund Pettrus köprüsünde başlayan tarihi direniş bugün dünyanın birçok bölgesinde süregelen sömürü ve zulme karşı verilen özgürlük mücadelelerine örnek olduğu için. Afrikalı Amerikalılara yönelik baskı ve adaletsizliğin Missouri eyaletine bağlı Ferguson kasabasında siyahi bir başkan döneminde dahi süregelmesi ABD’nin ırk temelli sorunlarının halen çözülememiş olduğuna işaret ettiği için. Polis copu ile dövülen, yerlerde sürüklenen siyah direnişçiler bizim Gezi gazileriyle aynı kaderi paylaştıkları için. Polis kurşunuyla vurulan siyahi genç, faşist milislerce dövülerek öldürülen Boston’lu beyaz rahip bizlere Ethem Sarısülük’ü, Berkin Elvan’ı, Ali İsmail Korkmaz’ı hatırlattığı için. Pasif direnişçilere çekilen tetikte parmağı olanlardan hesap sorulmasını bizler de sabırsızlıkla beklediğimiz için.

(12 Şubat 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Çekirdek Aile Panikte

Evlilik sözleşmesi hangi şartlar altında geçerlidir. Çiftlerin karşılıklı taahhütleri nelerdir. Evlilik yemini hangi koşullarda geçerliliğini yitirir. İsveçli yazar yönetmen Ruben Östlund’un geçtiğimiz yıl festivallerde ilgiye karşılanmış son çalışması bu meseleler üzerine kafa yoruyor. Bizde ‘Turist’ adıyla gösterilen filmin meramını ifade eden özgün adı ‘Force Majeure’ uluslararası bir hukuk terimi. Dilimizdeki karşılığıyla ‘mücbir sebep’ bir sözleşmenin iptaline yol açabilecek beklenmedik olayları kapsıyor. Terimin işin içine Tanrı’nın da karıştığı İngilizce versiyonu ‘Act of God’ ‘anlaşmayı yapan tarafların iradesi ve eylemi dışında gerçekleşmiş ve önüne geçilemez bir durumu’ ifade ediyor.

İsveçli çekirdek ailenin Fransa Alplerindeki mutlu mesut kayak tatilinin bir kabusa dönüşmesine işte böylesine beklenmedik bir olay neden oluyor. Manzaralı çatı restorandaki yemek sırasında tehdide dönüşen çığ tehlikesi kontrol altına alınıyor gerçi, ancak kesif kar dumanı konukları dehşete düşürmeye yetiyor. Panik esnasında çocuklarına sımsıkı sarılan anne ortalık yatıştığında aile reisi babanın cep telefonu ve eldivenlerini alarak olay yerinden uzaklaştığını fark ediyor. Bu beklenmedik gelişme kadının erkeğine olan güvenini yok edecek, mutlu aile tablosu çatırdamaya başlayacaktır. Bundan sonrası çığ tehlikesinin darmadağın ettiği aile sözleşmesinin yenilenmesi, yitip giden güven duygusunun onarılması sürecidir. Tüm aile bireyleri endişe içindedir. Küçük erkek çocuk ebeveynlerinin boşanmasından korkar. Hayatta kalma güdüsü ağır basmış adam evrensel erkeklik kodlarıyla, kahramanını yitiren kadın savunmasızlığıyla yüzleşir.

Anlık bir gelişmenin ilişkinin tüm dinamiğini değiştirmesi üzerine gelişen anlatının İsveçli ebeveynleri bizde çok az izlenmiş yakın tarihli Julia Loktev filmi ‘Yalnız Gezegen / The Loneliest Planet’in turist çiftini anımsatıyor. Östlund’un önceki filmlerinden aşina olduğumuz belgeselci üslubu yine ön planda. Çatışmaya incelikli mizahını katmayı ihmal etmeyen sinemacı, ön jenerik çıkarken perdede beliren mutlu aile fotoğraflarından başlayarak mercek altına aldığı çekirdek birimi bir böcekbilimci edasıyla mikroskop altına yatırıyor. Vivaldi Mevsimler’in yaz fırtınasını haberleyen huzursuz ezgileri eşliğinde aile kurumunun altını deşmeye koyuluyor.

Gözlemci kamerası ve etkileyici mizanseniyle nefes nefese izlenen izlenen filminde gerilim yüklü diyaloglarını absürd mizah anlayışıyla yoğuruyor kuzeyli yönetmen. Karakterlerine şefkatle yaklaşıyor, çaresizliklerini anlamaya çalışıyor. Hatta, Antonioni esintili sisli puslu finalinde hemcinsine fazla yüklendiğini düşünerek çatışmanın tarafları arasında denge kurmaya kadar vardırıyor işi. Östlund’un mizahı film ertesinde de sürüyor. Oscar adayları arasına giremediğini öğrendiği New York’taki otel odasında yaşanan çakma öfke krizinin kaydını internette paylaşmaktan kendini alamıyor. İyi yazılmış ustalıkla kotarılmış muzip bir seyirlik ‘Force Majeure’. Bergman ya da Antonioni derinliği beklememek kaydıyla rahatlıkla izlenebilir.

(09 Şubat 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Hayaller Oscar, Gerçekler Portakal…

87. Oscar ödüllerine sayılı günler kala bahisler kızıştı. Filmlerin büyük bir çoğunluğunu izleme fırsatı buldum. Her şeyden önce söylemeyelim ki, geçtiğimiz yılın kısırlığını düşünecek olursak, bu yıl iyi filmler izleyeceğimiz bir yıl olacak gibi görünüyor. Darısı yerli sinemamızın başına… Neyse, o başlı başına tartışılması gereken bir konu. Biz dönelim Oscar heyecanına.

Bir kere herkesin ölüp bittiği, İngiliz bahis tahtalarının zirvesinde yer alan, Büyük Budapeşte Oteli beni çılgına çevirmedi. Zaten bu filmin bir ortası yok sanırım. Ya seviyor, ya terk ediyoruz. Ben terk edenlerdenim.

En iyi film Oscar’ı çoğu zaman gerçekten en iyi olması gereken filme zaten verilmiyor. O yüzden ne desek boş. Tıpkı bizim festivallerimize olduğu gibi orada da kulisler, siyasi dinamikler sözüm ona en iyiyi belirliyor. O yüzden çok da ciddiye almaya gerek yok. İşin eğlencesinin tadını çıkaralım.

Bir de diğer adaylara geçmeden, geçtiğimiz sene Yerçekimi filmine En İyi Film dahil pek çok dalda adaylığa layık gören akademi, bana göre Yerçekimi’nden çok daha başarılı bir yapım olan Yıldızlararası’nı en iyiler arasına sokamadı. İlginçtir. Soundtrack ve birkaç teknik dal ile avutma yoluna gitti.

Ve bir hayal kırıklığı daha… Yönetimi, senaryosu ve oyunculuklarıyla adeta bir sinema ve hayat dersi veren; Foxcatcher’in En İyi Film adayları içinde yer alamaması ne yaman bir çelişkidir… Üstelik yönetmeni ve oyuncuları adayken… Büyük şansızlık…

Tabii iyi şeyler de olmuyor değil, Çocukluk ve Whiplash’in En İyi Film dalında aday gösterilmesi bile heyecan verici. Bir kere, Çocukluk’un 12 yılda çekilmiş olması gibi çılgın bir durumunun söz konusu olması elbette onun Oscar’a aday olması için yeterli bir sebep değil. Anne babası erken yaşta ayrılan, sancılı bir büyüme geçiren bir çocuğun büyüme hikâyesini anlatan Çocukluk, aynı zamanda sıradan bir Amerikan gencinin de ülkede sosyolojik, ekonomik, hatta siyasi gelişmeler sonucu yaşadıklarını gözler önünde serdiği için bir o kadar politik bir film aslında. Bir filmin siyasi mesaj vermesi için ille de eline top, tüfek, silah alması gerekmiyor… Çocukluk’un da Oscar’a aday olmasındaki sırlarının bu alt metinde yattığını düşünüyorum.

Bence Oscar’ın asıl sürprizi kesinlikle Whiplash… Her ne kadar bizim eleştirmenlerimiz tarafından pek de sevilmese de, sadece bir film olarak değerlendirildiğinde, sınırları zorlayan ve çok ikna edici bir film olduğunu düşünüyorum. İzleyeli günler olmasına rağmen hâlâ aklımın bir köşesinde, etkisi sürüyor. Tabii heykelciğe ulaşması çok küçük bir ihtimal… Ama En İyi Film ödülünün Büyük Budapeşte Oteli’ne gidecek olması ihtimalini düşündükçe mideme kramplar giriyor.

Diğer yandan Özgürlük Yürüyüşü ve Keskin Nişancı da tam Amerika’nın bayıldığı hikâyeler. Ama bana göre asıl kapışma The Imitation Game ve Her Şeyin Teorisi arasında olmalı. Çünkü her iki film de klasik Oscar matematiğine çok uygun. En İyi Filmi hangisi almalı diye düşündüğümde, geç kalan bir özür ile kutsanmaya çalışılan Alan Turing’in, vatanına karşı tüm fedakârlıklarına rağmen fareler gibi deneye ve sonrasında ölüme terk edilmesi yeterli bir sebep gibi görünüyor. Diğer yandan Her Şeyin Teorisi de, çok güçlü bir başka aday. Ama ödülü En İyi Filmde değil de, erkek oyuncu da kucaklama ihtimali daha yüksek.

Erkek oyuncudan bahsetmişken, bu daldaki adaylar gerçekten çok güçlü. Ama sanki kapışma daha çok Steve Carell ve Michael Keaton arasında olacakmış gibi geliyor. Keaton’ın heykelciğe daha yakın olduğunu düşünüyorum ama Eddie Redmayne en çok hak eden kişi…

Kadın oyuncularda ise çok sağlam oyunculuğu ile güzelliğini ikinci plana atan Marion Cotillard’ın yıldızı hepsinden daha parlak benim için. Ama Oscar’ın matematiğine uymuyor ne yazık ki o yüzden, sanki bu yıl Julianne Moore’un bu özlemini dindirecek gibi geliyor akademi. Ama bana kalırsa, kariyerinde çok farklı bir rolle, ters köşe yapan Reesee Witherspoon da es geçilmemeli. Yaban’daki performansı, tek başına filmi alıp götürmesi, çok çok iyiydi. Bu hafta ülkemizde vizyona da girdi. Mutlaka görülmeli. Mümkünse tek başına, bir koltukta karanlığa gömülüp şöyle bir hayatımızı gözden geçirmek için. Adeta terapi…

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncuda Robert Duvall, Yargıç ile oyunculuk dersi veriyor adeta. J. K. Simmons ise Whiplash’de olağanüstüydü. Ama gönlüm Foxcatcher’deki rolü ile adeta bütünleşen, gözümü bile kırpmadan izlediğim Mark Ruffalo’dan yana.

Zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış diye boşuna dememişler, biz de her sene dış kapının dış mandalı bile olamadığımız bu şaşalı yarışmanın heyecanına kapılıp gidiyoruz böyle işte. Ama işte sinema bu yüzden evrensel… Bize ne kadar uzak dahi olsa, bu hikâyeler, oyuncular, yönetmenler bir şekilde bizim kalplerimize dokumayı başarabiliyor ve bizde onlarla birlikte bu heyecanın bir parçası oluveriyoruz. Umarım günün birinde filmlerimizle de bu şölenin bir parçası oluruz. Şimdilik hayaller Oscar, gerçekler Portakal.

(08 Şubat 2015)

Gizem Ertürk

Işığı Kutsayan Sanatçının Aykırı Portresi

Mike Leigh’nin dört yıl aradan sonra çektiği son uzun metrajı usta yönetmenin vasiyet filmi olmayı hak ediyor. İki buçuk saat uzunluğundaki ‘Mr.Turner / Bay Turner’ 1775 – 1851 yılları arasında yaşamış çizgi dışı romantik ressam Joseph Mallord William Turner’ın yaşam öyküsüne odaklanmış. İngiliz sinemacının görkemli bir biyografiye ilk kez soyunuşu değil bu. 1999 yapımı ‘Topsy-Turvy’ kısaca Gilbert ve Sullivan olarak anılan kraliçe Victoria döneminin ünlü yazar ve besteci çiftinin yaşam öyküsü üzerinedir. İngiliz orta ve alt sınıfların olağanüstü gözlemcisi, sıradan hayatın şairi olarak bilinen yönetmenin ustalıklı dönem tasvirine hayran kaldığımız ilk çalışmasıdır.

Gerçek yaşam öykülerine klasik biyografi dramalarından farklı bir biçimde yaklaşıyor Leigh. Özne olarak ele aldığı sanatçıların detaylı özel yaşamını dönemin usta işi portresi içinde sunarken, yaratıcı dehanın yaşadığı çağın sosyal ve siyasal ortamından nasıl etkilendiğine kafa yoruyor. Zamanın ruhunu yakalamaya çalışıyor eserlerinde. Fransız İhtilali’nden Endüstri Devrimi’ne toplumsal hayatın fırtınalı bir dönüşüme uğradığı bir çağın sanatçısı olan Turner’ın hayatı bu açıdan biçilmiş kaftan İngiliz sinemacı için.

Eksantrik sanatçının özel yaşamını didik didik ediyor yönetmen. Turner’ın işçi sınıfı kökenli babasıyla sıcak dostluğunu, ona cinsellik dahil her konuda destek olmuş suskun hizmetçisiyle yakınlığını, şehirden kaçıp deniz kıyısındaki kasabaya sığındığında romantik bir beraberlik yaşadığı dul pansiyoncu kadına olan ilgisini, hayatından uzak tutmaya çalıştığı çocukları ve anneleriyle nefret dolu ilişkisini alışageldiğimiz sanatçı portrelerinden farklı bir biçimde ele alıyor. Tuhaflığı, bencilliği ve aşırılıklarıyla etten kemikten bir insan olarak yaklaşıyor yaratıcı dehaya. Duygularını, duygusuzluklarını anlamaya çalışıyor. Yaşadığı dönemin başdöndürücü keşiflerini dehşet ve endişeyle karşılamasının izini sürüyor. Endüstri Devrimi’nin simgesi haline gelmiş buharlı trenle karşılaşmasının ya da bir fotoğraf stüdyosundaki şaşkınlığını perdeye getiriyor. İlk fotoğrafını çektirdikten sonra ‘sanırım zamanım doldu’ deyişinin ardından pes etmiyor Turner. Sanat çevrelerinin ilgisizliği pahasına romantik dönem manzaraları soyut çalışmalara yöneliyor, izlenimci akımın ilham perisi oluveriyor.

Gözde oyuncusu Timothy Spall’ın çizgi dışı yorumunun eşliğinde Turner’ın yaşamının ve sanatının izini ustalıkla sürüyor Leigh. Değişmez görüntü yönetmeni Dick Pope’un mükemmel çalışmasıyla ilk plandan başlayarak sanatçının resimlerini yeniden yaratıyor beyazperdede. Sanatçının tablolarındaki gizemin, yaratıcılığını tetikleyen detayların peşine düşüyor. Değişen sanat anlayışlarının gölgesinde gözden düşme tehlikesine rağmen arayışlarından vazgeçmeyen sanatçının yaşamına bakarken kendi uzun ve saygın sanat yaşamını sorguluyor. Turner’ın fotoğraf makinesi ile karşılaşmasına benzer biçimde yetmişi aşkın yaşında dijital teknolojiyle ilk kez buluşuyor Mike Leigh. Yeni teknolojik buluşlarla arası nasıldır bilemeyiz ancak mali açıdan avantajlı dijitalin ‘Işık Tanrı’dır’ diye buyurmuş Turner’ın eşsiz tablolarını perdede görkemli bir biçimde yeniden yaratmaya büyük katkısı olduğu kuşkusuz. Mr.Turner demlendikçe değeri daha iyi anlaşılacak filmlerden. Sanatçının tabloları gibi her izlendiğinde farklı ayrıntıların izinde keşfe çıkılacak eserlerden.

(05 Şubat 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Sanatı Dönemlere Ayrılan: Ingmar Bergman

Sinemanın çok değerli ve büyük yönetmenlerinden İsveçli Ingmar Bergman’ın iki farklı döneminden gelen “Yedinci Mühür” ve “Yüzyüze” filmleriyle anmak istedik.

İsveçli büyük usta Ingmar Bergman, 14 Temmuz 1918’de Uppsala’da doğdu. 30 Temmuz 2007’de Farö’de vefat etti. Temmuzda doğdu, temmuzda öldü. Ustanın sanat hayatı dönemlere ayrılmıştı hep. Babası Protestan papazıydı. Stockholm Üniversitesi’nde edebiyat ve sanat tarihi okudu. Bergman duygusal bir insandı. Sanat yaşamı tiyatroyla başladı üniversite yıllarıyla beraber. 1945 yılında sinema macerası senaryo yazarlığıyla başladı. Yönetmen olarak 1950’lerin ortalarında fark edilmeye başlandı. 1957 yılında senaryosunu kendi yazdığı siyah-beyaz “Det Sjunde Inseglet-Yedinci Mühür” filmiyle uluslararasında da tanındı. Yine aynı yıl siyah-beyaz “Smultronstallet-Yaban Çilekleri” filmiyle tam anlamıyla sineması tanındı.

Bergman için kadınlar önemliydi. Filmlerini ve hayatını kuşatıyordu kadınlar. Norveçli büyük kadın oyunculardan Liv Ullmann’la Bergman ustanın yolları “beşinci dönemi”nde kesişti. Bu beşinci dönem 1965’ten 1968 yılına kadar sürdü. Ullmann, ustanın 1965 yapımı siyah-beyaz “Persona” filminde oynadı önce. 1967’de siyah-beyaz “Vargtimmen-Kurtların Saati” ve 1968’de siyah-beyaz “Skammen-Utanç” filmlerinde oynadı peş peşe. Kadın yüzleri yakın planla yansıyordu çoğunlukla bu filmlerde. Sonra Bergman’ın, 1969’da renkli ve siyah-beyaz “En Passion-Anna’nın Tutkusu” filmi de geldi. 1972’de renkli “Viskningar och Rop-Çığlıklar ve Fısıltılar”, 1975’te renkli “Ansikte mot Ansikte-Yüzyüze”, 1977’de renkli “Das Schlangenei-Yılanın Yumurtası”, 1978’de renkli “Höstsonaten-Sonbahar Sonatı” filmlerini de yaptılar. Ullmann usta, Bergman’ın kadınıydı.

Bergman, 1970’lerde yoğunlukla televizyona ağırlık verdi. 1982’de çektiği “Fanny ve Alexander” son sinema filmi oldu.

“Yedinci Mühür…”

Ingmar Bergman usta, 1957 yapımı siyah-beyaz “Det Sjunde Inseglet / The Seventh Seal-Yedinci Mühür” filmiyle, psikolojik dışavurumunu seyirciye gönderiyor sanki. Çocukken ve ilk gençliğinde, rahip olan babasının baskılarından hep boğulan Bergman, bu filminde Şövalye’nin kelimeleriyle Tanrı’yı arıyor. Filmin senaryosunu da yönetmenin kendi oyunu “Tramalnig”den yazmış. Fonda duyulan ve ilahi bir çığlığa dönüşen müzikleri Erik Nordgren bestelemiş. İlham verici kamera kullanımı ve siyah-beyaz estetik fotoğrafları kameraman Gunnar Fischer yansıtmış. Bergman bu filminde, hareketli kamera kullanırken, sıkça da zincirlemeli geçişler yapmış zaman değişimlerinde. Muhteşem oyunculuklar ve diyaloglar da etkileyiciydi. Kelimelerin etkileyiciliği, filmin Türkçe dublajının da muhteşem olduğunu gösteriyor. Bu filmi seyrederken, Türkçenin gücünü de hissediyorsunuz. Sanatın ve felsefenin dili miydi bu?

14. yüzyılın ortalarında. Ortaçağ… Engizisyon devirleri… Şövalye Antonius (Max von Sydow), on yıl kutsal topraklarda, Kudüs’te Haçlı Seferleri’nde savaşmış ve yorgun olarak İsveç’e Jöns’le (Gunnar Björnstrand) dönmüş. Ülkede kıtlık ve veba salgını var. Deniz kıyısında dinlenirken, siyahlar içinde Ölüm (Bengt Ekerot) geliyor Şövalye’nin yanına. Canını almaya gelmiş. Satranç oynamayı seven ve ustalık katındaki Şövalye, Ölüm’ü satranç oynamaya davet ediyor. Şövalye yenerse Ölüm onu bağışlayacak. Ölüm bu oyunu kabul ediyor. Ölüm’ü siyahlar içinde gördüğünüzde dördüncü mührü hatırlıyorsunuz. Yuhanna, dördüncü mührün açılmasını şöyle anlatıyordu: “Kuzu, dördüncü mührü açınca, solgun bir at belirdi. Binicisinin adı Ölüm’dü. Ölüler ülkesi de onu izliyordu. (…) İnsanları kılıçla, kıtlıkla, salgınla ve yerin yırtıcı hayvanlarıyla öldürsünler diye…” Filmde, Ölüm göründüğünde dünya, kıtlık ve salgınla savaşıyordu. İlk oyun, ilk hamle deniz kıyısında başlıyor. Ama oyun sürecekti. Şövalye, uşağıyla beraber atlarının üzerinde şatoya doğru yol alıyorlar. Aşkın soğuk algınlığı olduğunu düşünen Jöns, filozof gibi ve ağzından düşen kelimeler derin. Jöns, keşişi andıran birine hanı soruyor. Ölüm ondan önce gelmiş oraya. Şövalyenin üzerindeki elbisede büyük haç resmi de fark ediliyor.

Sonra gezici tiyatrocular hikâyeye dâhil oluyor. Genç sarışın kadın, bebeği ve iki aktör at arabasının içinde uyurken filme katılıyorlar. Mia’nın (Bibi Andersson) kocası Jof (Nils Poppe) uyanıyor, atla konuşuyor ve sanatının değerinin bilinmediği için yakınıyor. Çocuğunun akrobat olmasını hayal ediyor. Aktör Jof, uzakta bir kadınla bebeği yürürken görüyor. Jof, karısı Mia’yı uyandırıyor, ona Kutsal Bakire Meryem’i gördüğünü söylüyor. Bebeğin de İsa olduğunu iddia ediyor hemen. Sonra kumpanyanın başı diğer aktör Jonas (Erik Stranmark) uyanıyor, sevgiyle birbirlerine sarılmış karı-kocayı görünce yalnızlıktan ve kadınsızlıktan sıkıldığını hatırlıyor. Neden karşısına Mia gibi bir kadın çıkmıyordu ki? Şövalye ve Jöns köye ulaşıyorlar. Çanlar çalıyor. Jöns, kiliseyi resimleriyle süsleyen ressam Albertus’la (Gunnar Olsson) karşılaşıyor. Duvar resimleri, eski zamanların sanatını hatırlatıyor. Bir hikâyeyi anlatıyor resim. Ölüm’ü çiziyor duvarlara ressam. Yoksulluk sürerken, veba salgını soykırım trajedisini de savuruyor her yana. Çoğu insan vebayı, Kilise’nin ayinleriyle Tanrı’nın cezası olduğunu inanıyor. “Günahkârlar” cezasını bulmalıydı. Ortaçağ’da Kilise, kedileri şeytan olarak görmüş ve katlettirmiş Avrupa’da. Büyük fareler nüfus patlaması yaşıyor ve veba Avrupa’da 300 milyondan fazla insanı soykırıma uğratıyordu. Kedilere, yılanlara, çakallara, tilkilere, baykuşlara, Habeş kurtlarına insanlık minnettarlık duymalı, her zaman.

Şövalye, İsa’nın çarmıha gerilmiş heykeli karşısında duruyor bir an kilisede. Sonra biriyle konuşuyor. Ölüm’le konuştuğunu hemen anlayamıyor. Küçük pencerenin demirleri hapishaneyi çağrıştırıyor. Şövalye, “Kalbim boş” diyor. Hayallerinde tutsak kalmış Şövalye. Ölmekten korkmuyor. Tanrı’yı bulabilecek miydi Şövalye? İçindekileri dışarı çıkartıyor kelimeleriyle. Bilgi istiyor Şövalye. İnanç veya varsayım değil. Ama Tanrı’dan istiyor. Ama ses yok. Hiçlikle ölüm karşısında insan ne yapabilirdi? Zihinde bir imge yaratılıyor, ona Tanrı deniliyor, diyor Şövalye. Kutsal topraklarda on yıl boyunca savaş Tanrı adına yapmış Şövalye. Sanki ironi var burada.

Kilisenin önünde, rahibin “günahkâr”, cadı ve vebanın sorumlusu diye suçlayıp çarmıha gerdirdiği genç bir kızı (Maud Hansson) görüyor. Muhafızlar hazırlık yapıyorlar kızı yakmak için. Şövalye ve Jöns oradan ayrılıyorlar. Jöns bir eve giriyor. Yerde yatan bir kadını görüyor. Sonra içeri bir hırsız giriyor ve ölü kadının bileziğini alıyor. Hırsız bileziği alırken bir genç kız (Gunnel Lindblom) ona bakıyor. Jöns, hırsızı tanıyor. Raval (Bertil Anderberg), bir zamanlar ilahiyatta okurken, on yıl önce Şövalye’yi zehirlemeye çalışmış. Şimdiyse hırsız olmuş eskinin ilahiyatçısı Raval oradan kaçmayı başarıyor. Jöns, evdeki kıza kendisiyle gelmesini söylüyor kuyudan su içerken. Evdeki işleri yapacak birine her zaman ihtiyaç olurdu işte. Tiyatro kumpanyası da oyunlarını köyde sahneliyorlar. Kumpanyanın başı Jonas, sahnedeyken hayatının kadını sarışın Lisa’yla (Inga Gill) göz göze geliyor. Aralarında şimşek çakıyor. Arka tarafta heyecanlı buluşma gerçekleşiyor çok geçmeden. Lisa, bu aşk anını pikniğe dönüştürse de Jonas’ın sabrı çalılıklara taşıyor. Sonra da kaçıyorlar. Tiyatrocu karı-koca sahnedeyken, keşişler de genç kızı çarmıha germişler yakmak için taşıyorlar ilahi söylerken.

Handa. Demirci, kaybolan karısı Lisa için ileniyor. Aktör Jof handa yemek yerken, onun yanına geliyor Demirci (Ake Fridell) kederler içinde. Çaldığı bileziği satmaya çalışan Raval, Jof’un Lisa’yla kaçan Jonas’ın arkadaşı olduğunu ispiyonluyor. Sonra da Jof’u aşağılıyor Raval. Hana Jöns de geliyor ve Jof’u Raval’dan kurtarıyor. Ortalarda dolaşan Şövalye, gezici tiyatrocuların yanına gidiyor oyunu beğendiği için. Sadece Mia ve çocuğu var orada. Sıcak konuşmalarla dostlukları ilerliyor. Çok geçmeden Jof da geliyor. Ardından Jöns ve yanındaki genç kız tiyatrocuların mekânına geliyor. Kumpanya “Azizler Bayramı” için yollara düşmüş. Şövalye, onların gideceği yerde vebanın insanları kırdığını söylüyor ve onları şatosuna davet ediyor. Önce ormanı geçmeleri gerekiyor. Yola çıkmadan önce Ölüm de geliyor birkaç hamle oynamak için. Bu mekânda yaban çileklerinden bahsediliyordu. Usta, gelecek filmini müjdeliyordu sanki.

Ormanda. Demirci, yanındakilerle yürürken, Jonas’la karısı Lisa’yı görüyor. Onu kovalıyor. Lisa, kocasıyla gitmek istemiyor başta. Tiyatrocular ve Şövalye’nin yanındakiler ormanda mola vermişler. Lisa, Jonas’ı öldürmek isteyen Demirci kocasına yaklaşıyor, onunla gitmek istiyor birden. Yoksa bir rol müydü bu? Jonas, sahnedeymiş gibi bıçakla intihar yapıyor Demirci’yi etkilemek için. Jonas’ı öldü diye bırakıyorlar geride. Jonas, onlar gittikten sonra takma bıyık ve sakalını çıkartıyor, mutlulukla ağaca tırmanıyor. Ama Ölüm, Jonas’ın tırmandığı ağacı testereyle keserek rol yapmadığını gösteriyor “Zaman doldu” diyerek. Gecenin içinde ay bulutların arasında görünüyor. Yoğun bir sessizlik etrafı kuşatıyor. Tedirgin oluyorlar. Askerler, ormanın içinden atlı arabayla “cadı” kızı yakılacağı yere götürüyorlar. Araba yol almakta zorlanınca Jöns de onlara yardım ediyor. Meydanda askerler kızın yakılacağı yere odunlar atıp ateşi çoğaltıyorlar. Şövalye kıza yaklaşıyor, ondan bir şey öğrenmek istiyor eğer gerçekten cadıysa. Kız, şeytanla konuştuğunu söylüyor. Onun Tanrı’yı görüp görmediğini anlamaya çabalıyor Şövalye. Kız, “Gözlerime bak” diyor. Gözlerinde korkudan başka bir şey görülmüyor. Şövalye aradığı cevapları bulamıyor. Vince takılı kamera, öne kayarak bayılan kızın korkusunu anlamlaştırıyor ateşler yükselirken. Bu kaydırmalı sahne, sinemanın özel anlarındandı.

Sonra ormanda. Vebaya yakalanmış adam acılar içinde onlardan yardım dileniyor. Yanlarına yaklaştırmıyorlar. Jöns’le gelen kız adama su vermek istiyor. Jöns, iyi yürekli kıza “Faydası yok” diyor. Çok geçmeden Ölüm, Şövalye’nin yanına geliyor oyunu bitirmek için. Ölüm’ü diğerleri göremiyor. Hayal gücü yüksek Jof, Şövalye’nin biriyle, Ölüm’le satranç oynadığını hissediyor. Karısını ve çocuğunu da alarak at arabalarıyla oradan uzaklaşıyor Jof. Şövalye onlar giderken dikkati dağılıyor ve taşları deviriyor. Ölüm son hamlesini yapıyor. Yakında geleceğini söylüyor Ölüm. Rüzgâr çıkıyor, fırtına kopuyor, şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor. Ölüm, onların mı peşinde? Şövalye, Jöns, Jöns’ün yanındaki kız, Demirci ve karısı Lisa şatoya varıyorlar. Şövalye, şömine başında karısı Karin’i (Inga Landgre) görüyor. Veba yüzünden herkes burayı terk etmiş. Yemek masasında Şövalye’nin karısı İncil’in “Vahiy” bölümünden yedinci mührü okuyor. Yuhanna’nın yazdığı “Vahiy” bölümde “Yedi Mühür” anlatılıyor. Bu bölümü İncil’de bulabildim. İncil’de, dirilip göklere yükselen Mesih, Anadolu’daki (Ege’deki) yedi kilisenin meleğine (vaizine) yedi bildiri gönderiyor. İlk beşi uyarı, son ikisi de övgü. Yedi mühürle bunlar açılıyor. İncil, eski çağlarda “Vahiy” bölümündeki simgelerin herkes tarafından anlaşıldığını, ama günümüzde bunun zor olduğunu yazıyor. Gerçekten öyle. Fantastik korku eserine benziyordu. “Vahiy”de “Yedinci Mühür”ün anlamı “Sessizlik…” Yuhanna anlatıyor: “Kuzu yedinci mührü açınca, gökte uzun sürmeyen sessizlik oldu. Tanrı’nın önünde yedi meleği gördüm. Kendilerine yedi boru verildi. Başka bir melek geldi. (…) Melek buhurdan alıp içine sunaktaki ateşten doldurdu ve yeryüzüne fırlattı. Gök gürlemeleri, sesler, şimşek parıltıları ve deprem oldu…” Ölüm sessizce içeri, şatoya giriyor.

Sabah… Jof ve ailesi hâlâ yaşıyorlar. Jof uzağa bakıyor. Tepede gölgeler içinde Ölüm’ü ve onları gördüğünü söylüyor. Final bölümü sisli Jof’un hayal gücüyle.

Bergman ustanın bu filmi distopya yüklü. Geçmişten geleceğe karamsar bir bakış bu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya iki kutba ayrılmıştı. Soğuk Savaş, 1950’lerde en yoğun ve tehlikeli dönemlerini yaşattı insanlığa. Felaket adına her an her şey olabilirdi. Vebanın neyle metafor yapıldığını hissedeceksiniz belki.

“Yüzyüze…”

Ingmar Bergman ustanın 1975 yapımı renkli “Ansikte mot Ansikte / Face to Face-Yüzyüze”, bir kadının ruhundaki yaralar üzerine bir film. Senaryoyu yönetmen yazmış. Soğuk, zaman zaman kasvetli fotoğraflarıysa kadim kameramanı Sven Nykvist yansıtmış. Ustanın bu filmi, aralık 1978’de ülkemizde vizyona “Yüzyüze” adıyla vizyona çıkmıştı. Türkçede filmin adı ayrı yazılması gerekiyor. İmla hatası yapmışlardı sinema üstatları işte. Bu film, sarsıcı bir psikolojik dramdı. Bir insanın ruhunda gerçeküstü bir yolculuktu ayrıca bu film.

Filmin hikâyesi Stockholm’de geçiyor. Ön jenerikte deniz yansıyor. Dr. Jenny Isaksson (Liv Ullmann), hastanede psikiyatr olarak çalışıyor. Jenny, tadilat için boşaltılmış şehir dışındaki evinde babaannesiyle telefonla konuştuktan sonra hastaneye gidiyor. Tedavi gören Maria Jacobi (Kari Sylvan), yine bunalıma girmiş. Şehvetli davranışlarla Jenny’yi etkilemeye çalışıyor. Maria, Dr. Tomas Jacobi’nin ayrıldığı eşi miydi? Jenny, akşamüstü küçük siyah arabasıyla büyüdüğü eve gidiyor valiziyle. Babaannesi (Aino Taube) ve büyükbabası (Gunnar Björnstrand), artık hayatın sonbaharındalar. Büyükbabası, yaşlılığın verdiği yorgunluktan olmalı hep hasta. Büyükannesiyse her zamanki gibi dinç ve her şeye koşuyor. Kilise de çok yakın ve çan sesleri evin içindeymiş gibi duyuluyor. Jenny’nin kocası psikiyatr Erik de (Sven Lindberg) şehir dışında. 13 yaşlarındaki kızları Anna’ysa (Helene Friberg) yaz kampında. Ev tadilatta olunca, kocası ve kızı da şehir dışındayken Jenny, zihninin derinliğinde travmalar yaşatan büyükannesinin evinde yine.

İlk gecesinde eski odasında hemen uykuya dalamıyor Jenny. Hayalet kadın görünüyor. Acaba bu kadın kimdi? Jenny’nin bilinçaltından gelen kâbusu muydu? Hastanede başka bir doktor Helmut’un (Ulf Johansson) ayrıldığı eşi Elsabeth’in (Sif Ruud) partisine gidiyor. Orta yaşlı Elisabeth, genç erkeklerle olarak orta yaş bunalımını aşmaya çalışıyor sanki. Jenny partide tanıdığı Dr. Tomas Jacobi’yi (Erland Josephson) görüyor. Karısından boşanmış Tomas onu restorana davet ediyor. Kısa bir zaman sonra sokağa çıkan Jenny, onunla buluşma konusunda ikilem yaşıyor. Sonra Tomas’ın şehir dışındaki evine gidiyorlar. Bir kadınla bir erkek evde yalnız olunca ne yaparlardı? Jenny, sevişme gelince karşı duramayacağını biliyor. Ama Tomas anlayış gösteriyor gibi görünüyor. Jenny taksiyle eve dönüyor. Yaz aylarında gecenin ikisinde şafağın söktüğü an gibi Stockholm’de. Eve geldiğinde içine hüzün ve boşluk çöküyor Jenny’nin. Büyükbabası uyurgezer gibi salonda dolaşıyor. Gonglu saati ayarlamaya çabalıyor. Büyükanne de uyanıyor ve şefkatli sözlerle yaşlandığını düşünen büyükbabayı yatağa götürüyor. Onlar yatağa gittiğinde telefon çalıyor. Jenny, arabasıyla tadiattaki evlerine gidiyor. Evin içinde bir şey arar gibi dolaşan Jenny, tanımadığı iki adamı (Birger Malmsten ve Göran Stangertz) görüyor. Odanın birinde yarı çıplak Maria baygın yatıyor. Üstü çıplak genç olanı diğer odaya geliyor ve Jenny’ye tecavüz etmeye çalışıyor, ama başaramıyor. Bergman, tecavüz anını soğuk ve tek bir açıdan yansıtmış. Diğer odada Maria var.

Jenny, Tomas’la beraber piyano resitaline gidiyor. Piyanoda Mozart’ın “Fantasy in C-Minor K 475” eseri duyuluyor. Resitalden sonra Tomas’ın evine gidiyorlar. Jenny burada Tomas’a tecavüz olayını anlatırken, bilinçaltındakiler de dışarıya çıkmaya başlıyor. Adamın tecavüz etmesini istemiş Jenny. Ama kasıldığı için adam başaramamış. Jenny, histeri de yaşamaya başlıyor. Gülerken birden ağlamaya başlıyor. Tecavüz olayı altta kalanları sanki dışarıya çıkartıyor. Tomas onu eve götürüyor. Bir gün gözünü açmadan uyuyor Jenny. Uyandığında büyükannesi ve büyükbabası ziyarete gitmeye hazırlanıyorlar. Onlar gittikten sonra evde yalnız kalıyor Jenny. Pazar günü. Kilisenin çan sesleri duyuluyor. Yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı yapıyor. Tomas’a telefon ederken, o yaşlı kadın hayaleti yine görünüyor. Jenny, yatak odasında uyku haplarını içiyor. “Korkmuyorum. Yalnız değilm” diyor, yatağa uzanıyor, parmağını duvar kâğıdının üstünde gezindiriyor. Komidinin üstünde de Erik’e yazılmış mektup fark ediliyor. Rüyasında, kırmızlar içinde Jenny, tuhaf ölü kokularının ortasında büyükannesinin kitap okuyan sesini duyuyor. Yaşlı hayalet kadın da bu rüyanın içinde dolaşıyor. Jenny, intihar ettiğinin farkında. Bir kapıya yöneldiğinde bir erkek sesi, o kapıdan girmemesini söylüyor. Nedenini de bilmiyor. Jenny o kapıdan giriyor elbise gardırobundan çıkıyor. Evin içinde, salonda Jenny. Hayalet kadın da geliyor peşinden. “Üşüyor musun”, diyor Jenny’ye. Jenny’nin saçını okşuyor, “Artık korkmuyorsun” diyor.

Hastane odasında. Tomas, Jenny’yi hastaneye getirmiş. Kocası Erik de ziyarete geliyor. Kocasına kötürüm gözükmek istemiyor Jenny. Filmin sarsıcı anları hastane odasında yaşanıyor. Yine kırmızılar içinde benzer rüya görüyor Jenny. Anne (Marianne Aminoff) ve babasına (Gösta Prüzelius) “Döndüm” diyor. Jenny geçmişine dair birçok şeye karşı suçluluk duygusu yaşıyor. Anne-babasına karşı da aynısını hissediyor. En çok da babasına karşı duyuyor. Babası küçükken severmiş. Okşamaları sevgi dolu şefkatin ötesinde miydi? Hayat boyu yaşadığı frijitlik, cinsel soğukluk bundan mıydı? Kocası Erik, bu soğukluğundan ve yalancı orgazmlarından yorulmuş. Jenny, Tomas’la konuşarak içini kuşatmış kendisiyle yüz yüze geliyor. Her şeyi dışarı atıyor. Öfkelerini, nefretlerini ve korkularını dışarı çıkartıyor. Jenny, anne-babası, o henüz dokuz yaşındayken otobüs kazsında ölmüş. Kilise çanlarının evin içindeymiş gibi gelen sesi olan büyükannesi ve büyükbabasının evinde büyümüş. Büyükannesinden çok korkuyormuş Jenny. Çünkü onu gardıroba sokuyormuş büyükanne. Sonra bir rüya daha görüyor Jenny kırmızlar içinde. Kilise çanı duyuluyor. Tabuttaki kendi ölüsüne bakıyor. Sonra tabut çakılırken Tomas da orada. Tabutun içinden ses duyuluyor. Çocukluğunda ölümden çok korkuyormuş Jenny. Anne-babasının ölülerini görmüş morgda. Tomas, Jenny’ye eşcinsel olduğunu itiraf ediyor. Jenny de, 14 yaşındayken kuzeniyle masanın altında ilk defa öpüştüğünü anlatıyor. Çocuk çok geçmeden ölmüş. Kızı Anna’ya karşı da tarif edemediği nefreti ve sevgisi var Jenny’nin. Anna’nın bebekliği de başka bebeklere benzemiyormuş. Ağlaması bile. Zihninden görüntüler akıp gidiyor. Tomas’la konuşması bir terapi gibi onun için. Tomas’la konuşurken, kişiliği gelgit yaşıyor hep. Histeri gibi. İçindeki kendiyle savaşıyor sürekli.

Sonda, Anna da ziyarete geliyor. Anna, annesinin bir daha intihar etmeyeceğinden emin değil. Annesinin kendinden nefretinin de farkında sanki. Hastaneden çıkan Jenny, eve geldiğinde hayatlarının sonbaharını yaşayan büyükannesinin ve büyükbabasının yıllar boyu süren sevgisine bakıyor hüzünlü bakışlarla. Sonra da işine dönüyor. Her şey şimdi bambaşka olabilirdi. Yeni hayat, yeni bir başlangıçtı tadilatı yapılan evleri gibi. Önce kızının ve kocasının sevgisini kazanmalıydı ama…

(03 Şubat 2015)

Ali Erden

[email protected]

Amerikan Rüyasının Koyu Karanlığında

Milyarder John du Pont ile güreşçi Schultz kardeşlerin tuhaf ilişkilerinden yola çıkan ‘Foxcatcher’ son dönemin en önemli Amerikan yapımlarından. Bizde gösterildiği ismiyle ‘Foxcatcher Takımı’ on yıl içinde çektiği üç filmle çağdaş sinemanın ‘auteur’ isimleri arasında sayılan Bennett Miller’ın imzasını taşıyor.

Klasik spor filmi referanslarının ötesinde Amerikan toplumu üzerine yaman bir gözlem niteliğindeki ‘Foxcatcher’ yönetmenin önceki işleri gibi gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkmış. Üç erkek karakter arasındaki değişen güç dengeleri üzerine kurulu öykü Miller’in daha eğlenceli bir beyzbol draması olan önceki uzun metrajı ‘Kazanma Sanatı / Moneyball’ benzeri bir sporcu filmini çağrıştırmakla birlikte, soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayetin izini süren 2005 yapımı çalışması ‘Capote’nin karanlık atmosferini ödünç almış.

Silah endüstrisi üzerine kurulmuş dev kimya imparatorluğunun varisi ile orta alt sınıftan sporcu kardeşleri buluşturan güreş tutkusudur. Charles Foster Kane’in Xanadu adını verdiği şatosunun bir benzeridir ‘Foxcatcher’ malikânesi. Yurttaş Kane misali sınırsız bir zenginliğe doğmuştur John du Pont. Babasız büyümüş, annesi paha biçilmez atlarını oğlundan üstün tutmuştur. Alt sınıfların uğraşı olarak görülen güreş sporuna annesinin otoritesine inat derin bir tutkuyla bağlıdır. Sevgi arsızı bu eksantrik kişiliğin her ikisi de hem dünya hem olimpiyat şampiyonu olmuş güreşçi kardeşlerle er geç biraraya gelmesi kaçınılmazdır.

Aile kurarak yerleşik düzene geçmiş ağabey David zengin adamın teklifine sıcak bakmaz. İki yaşından itibaren abisinin kol kanat gerdiği özgüven sorunlu tedirgin küçük kardeş du Pont’un çağrısına uyar ve 1988 Seul olimpiyatlarına hazırlanmak üzere kendini bir baba figürü, bir akıl hocası olarak gördüğü zengin milyarderin kollarına teslim eder. Amerikan sağının bu kanlı canlı temsilcisi ile aynı şeyleri düşünmektedir üstelik. Ülke ahlaki değerlerini kaybetmiştir. İkilinin işbirliği ya da baba oğulun çabasıyla kazanılması hedeflenen olimpiyat madalyası Amerikan ulusunun itibarı için çok değerlidir. Mark’ın bu sahte Amerikan düşünden uyanması, başkalarının emeğiyle kendini ispat etmeye çalışan zengin malikane sahibinin beyaz Mandingo’su haline gelmesi uzun zaman almayacaktır. Yeni bir oyuncak peşindeki muktedirin abisini zengin vaadlerle malikânesine çağırmasıyla Mark bunalıma girer. İki kardeş arasında kelimelere dökülmeyen ancak güreş tuttuklarında patlayan kıyasıya rekabete dayalı öfke bir kez daha açığa çıkar. Bundan sonrası üç erkek karakter arasındaki güç dengesinin sürekli yer değiştirdiği sonu trajediye varacak tekinsiz bir yolculuktur.

‘Foxcatcher’ derin karakter analizi ve zengin tema çeşitliliğinin hakkını veren ustaca yazılmış senaryosuyla hayranlık uyandırıyor. Sınıf temelli çok katmanlı sporcu hikâyesini beklenmedik bir sakinlik ve mesafeyle anlatan Miller’in becerisi, farklı disiplinlerden gelmiş yıldız oyuncuları yönetmekteki ustalığı olağanüstü. 40 yaşındaki bakir adamdan milyarder du Pont’a uzanan kariyerinde Steve Carell’in çabası, Channing Tatum’un ve ağabey Dave’de harikalar yaratan Mark Ruffalo’nun performansları övgüye değer. Amerikan rüyasının koyu karanlığında izleyiciyi allak bullak eden filmlerden ‘Foxcatcher’. Kaçırmayın.

(02 Şubat 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Yalnızlık Döngüsü

Aydın, emekli bir oyuncudur; aktörlüğü bıraktıktan sonra Orta Anadolu’da kendi halinde küçük bir otelde çalışarak günlerini geçirir. Kendisine her anlamda uzak ve soğuk olan genç karısı Nihal ve boşanmış olan kız kardeşi Necla ile yaşamaktadır. Kışın bastırması ve kar yağışının artması bu küçük taşrada en çok Aydın’ın sinirlerine dokunur ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder.

Nuri Bilge Ceylan, “Kış Uykusu”nda “emek” kelimesinin ne demek olduğunu ve kullanıldığı zaman nasıl muhteşem sonuçlar yarattığını gözler önüne sermiş. İzleyici, filmden ziyade görsel bir şölen ile karşı karşıya kalıyor. Hangi açıdan değerlendirilirse değerlendirilsin bu film gerek oyunculuk açısından, gerek senaryo ve kurgu açısından Altın Palmiye’yi sonuna kadar hak ediyordu. Özellikle estetik açıdan değerlendirdiğimizde, filmde özensiz tek bir sahne yok. Her sahne, renk, ışık, dekor ve atmosfer bakımından senaryoyla özdeşmiş durumda. İzleyici, filmi izlerken büyük bir keyif alıyor.

Işığın kapalı ortamlardaki “loş” kullanımı izleyiciyi konusuyla bütünleştiriyor. Zaman zaman dikkat dağılma probleminin ortaya çıktığı durumlarda, ışık buna izin vermiyor ve konuya yeniden odaklanmamızı sağlıyor. Gölgeler ise yoğun olarak kullanılmış. Dekor ise karakterlerin hayatlarına uygun olarak dizayn edilmiş. Filmin rengi, konusu, karamsarlığı ve mevsimin insan üzerindeki etkisi açısından, içimizde bir kez daha yoğun bir “yalnızlık” duygusu yaratıyor. Görüntü kalitesi, çekim teknikleri, kamera açıları… Filmin belki de % 70’ini kapsayan kısım. Hüzünlü ve yalnız bir kar manzarası ancak bu kadar güzel gösterilebilirdi. Kapadokya’nın eşsiz güzelliği ise Nuri Bilge Ceylan’ın gözünden yeniden kurgulanmış. Koşan atların görkemli görüntüsü, peri bacaları, zaman zaman flu sahneler, zaman zaman ise karakterlerin karmaşık kişiliklerini, muhteşem bir düzen ve uyum içinde sunan o net kadrajlar… Filmin vermek istediği mesaj adına birçok konuşmanın yanı sıra, çekim açılarından da insan onlarca mesaj çıkarabiliyor. Ancak baştan sona verilen o müthiş kar görüntüleri; bizde mutluluk ve aydınlık hissi uyandırması gerekirken filmin ruhu bakımından hiçbir zaman bu hissiyatı yakalayamıyoruz.

Nuri Bilge Ceylan’ın penceresinden anlatılan film, kültürel açıdan değerlendirildiğinde ise, Kapadokya’nın görsel ziyafetinin altında anlatılmak istenen detaylar, Anadolu’yu yine ve yeniden gün yüzüne çıkarıyor. İç Anadolu Bölgesi’nde geçen film, kadınların acıları, değersizlikleri, geçim zorlukları, modernleşme sorunları, psikolojik sorunlar, gelenekler ve arada kalmışlığı bize hem doğrudan hem de çeşitli metaforlarla aktarıyor. Kadınların erkek işlerine el atması, erkeklerin acizliği veya egemenliği, “delikanlılık” adı altında sürdürülmeye çalışılıyor. Hamdi’nin, baldızına odunları ateşe atmasını söylemesi, ardından ise Nihal’in çayını taşıması veya Hidayet’in ağır vazoları Fatma’ya taşıtması, bize tipik Anadolu’nun köylü kadınlarını çağrıştırıyor.

Dünya’nın, her seferinde bizi bu şekilde tanıması hatta doğrudan kendimizi bu şekilde tanıtmamız ne kadar doğru? Bu kısım tartışmaya fazlasıyla açık. Ülke açısından, Anadolu’nun sorunlarını, “geride kalmışlığını” ortaya seren filmler yaptığımız sürece dünya bizi ayakta alkışlıyor. İşte, Nuri Bilge Ceylan sinemasının en büyük dezavantajı burada ortaya çıkıyor. Hep eksik bir Anadolu, hep geride kalmışlık ve sınıf farkını anlatan aynı zamanda da göz dolduran, muhteşem bir film yaratmayı başarıyor.

Filmde çoğu zaman ülkemizin geleneklerini ve kurallarını tanıtan Ceylan, erkeklerin egemenliğini, delikanlılığını ve hâkimiyetini, misafirperverliği, atalarımızı, ataerkil yapıyı, Anadolu’nun simgesi olan atların değerini ve İslamiyet’i filminde fazlasıyla tanıtmış. Nuri Bilge Ceylan aynı zamanda, olan bir durumu olması gerektiği haliyle tartışmış. Aydın’ın ülkemizdeki din adamlarının yanlışlarına değinmesi bu durumu çok net ifade ediyor.

Dekorun kullanımında ise, tipik topraktan, bakırdan vb. yapılma Anadolu eşyaları fazlasıyla kullanılıyor. Örme şallar, eski koltuklar, minderler, çay, kurabiye vb. detaylar kültürümüzün bir parçası olarak hemen hemen filmin tüm sahnelerinde yer alıyor. Dış mekânda ise, doğayı ön plana çıkaran detaylar, avlanma, tüfek, Kapadokya’ya özgü taş evler vb. kullanılmış. İsimlere dikkat ettiğimizde, Yan Karakterlerde; “Hamdi”, “Fatma” vb. Anadolu’ya özgü isimler kullanılırken, Başkarakterlerde , “Necla”, “Aydın” ve “Nihal” gibi modern isimler tercih edilmiş.

Aydın’a baktığımız zaman, kendi yalnızlığında kaybolmuş, mutsuz, yorgun, çabasız ve acı duymaktan zevk alan bir adamla karşı karşıya kalıyoruz. Haluk Bilginer’in canlandırdığı Aydın kimliği ancak bu kadar doğal anlatılabilirdi. Karakteriyle o kadar güzel bir hava yaratıyor ki, izleyici de onunla birlikte aynı duyguları yaşayabiliyor. Düşüncelerini dışa vurduğunda ise, günlük hayatta hepimizin hissettiği ancak bu filmde farkına varabileceğimiz ayrıntıları gözler önüne seriyor. Baştan sona edebiyat kokan filmde, birçok ünlü düşünürden (Çehov, Shakespeare, Tolstoy vb.) alıntılar var. Özellikle Aydın’ın yaptığı alıntılar, filmi daha da sürükleyici bir hale getirmiş. Aynı zamanda o kadar etkileyici ve heyecan verici konular seçilmiş ki, insan izlerken bir yandan da kendi zihniyle o tartışmalara katılabiliyor. Haluk Bilginer’in muhteşem oyunculuğu, filmin başarısında ve renginde en büyük etkenlerden biri. Aynı şey Melisa Sözen ve Demet Akbağ için de geçerli. Yüz mimikleri, diyalogları, tiradları ve kimlikleriyle özdeşleşmeleri, izleyiciyi filmde ki tüm atmosfere hayran bırakıyor. Ve tabii ki Nuri Bilge Ceylan, her zamanki gibi bu konuda da kusur bulmamıza izin vermiyor.

Film, durağan gibi görünse de öykülerin birden fazla oluşu ve muhteşem bağlantıları, insanın her seferinde kendinden bir şeyler bulmasını sağlıyor. Aynı zamanda metaforların kullanımı çok zekice ve etkileyici. Haluk Bilginer’in kendi hayatı, oteli ve misafirleri için ısmarladığı atın bağlanması, ardından da kendi bulunduğu ruhsal durumunun ve kararının sonucunda atı özgürlüğüne kavuşturması, filmin bize dolaylı olarak sonucunu söylüyor.

Her hafta vizyona giren onlarca Türk filmini düşündüğümüzde, insan Kış Uykusu’yla karşılaştırmaya çekiniyor. İşte tam burada “gişe” filminin ve “sanat” filminin ne demek olduğunu ve ne gibi farkları ortaya çıkardığını görüyoruz. Her açıdan düşünülmüş, emek verilmiş, seçilmiş ve iz bırakmayı başarmış bir filmin, sırf kâr amacını düşünerek çekilmiş olan ve her anlamda eksik bir film ile karşılaştırılınca, insan böyle filmleri izlemek için 4-5 sene beklemeyi bile göze alıyor.

Son olarak, Kış Uykusu’nda karşımıza çıkan en önemli özelliklerden biri, Katarsist yapının olmaması. Film, baştan sona durağan bir şekilde ilerlerken ve aynı şekilde sona ererken, aslında hiçbir sorunun bu kadar kolay çözülemediğini ve hiçbir şeyin bu kadar sıradan olmadığını bize anlatıyor. Aynı zamanda bir sorunun anlatılabilmesi için onun sonuçlanması da gerekmiyor. Kış Uykusu’nda yaşanan her sorun hemen hemen günlük hayatımızda hepimizin karşılaştığı ve hiçbir zaman sonuçlanmayan sorunlar. Ceylan, beklentilerimizi minimuma indirmiş ve yaşadıklarımızı “olması gerektiği” şekilde bizlere sunmuş. Sonunda ise, film birçok kapıyı açık bırakarak izleyicilere veda ediyor. Avrupa Sineması’nın en çok kullandığı sistemi, yani “yorumu izleyiciye bırakmak” söylemini biz de, Nuri Bilge Ceylan Sineması’nda görüyoruz.

(01 Şubat 2015)

Nihan Boyar

Kara Kıta’dan Acı Bir Çığlık

Afrika’dan bir çığlık yükseliyor. Kıtanın kuzey batısından, Büyük Sahra’nın güney bölgesinde yer alan Timbuktu şehrinden. Geçmişte Mali imparatorluğunun en önemli ticaret merkezi olmuş, erken İslam’ın kültür hazinelerine ev sahipliği yapan bir zamanların entellektüel merkezinden. Geçmişin bu gizemli şehri bugün baskı ve terörün hüküm sürdüğü lanetli bir beldedir. Yönetimi ele geçirmiş olan İslami cihad örgütü bölgeyi yılların geleneklerinden, kültürel zenginliklerinden kopartarak İslami köktendinciliğin çağımızdaki en berbat örneklerinden biri haline getirmiş. Kara kıtanın sinemadaki önemli temsilcilerinden Abderrahmane Sissako ilk kez geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkan ve bu tarihi kent ile aynı adı taşıyan son filminde çocukluğunun geçtiği babasının memleketine hüzünle bakıyor. ‘Timbuktu’ bir isyanın, yok edilmiş bir yaşam biçimine ağıdın filmi.

İslam adına estirilen şeriat terörüyle kent baskı altındadır. Müzik dinlemek, futbol oynamak, sigara içmek, sokaklarda zaman geçirmek gibi absürd yasaklar söz konusudur. Kavurucu çöl sıcağında eldiven ve uzun çoraplar giymek zorunda bırakılan kadınlar için hayat daha da zordur. Merkezden uzaktaki geniş çöllük arazide hayat daha yaşanır haldedir. Hayvancılıkla uğraşan Kidane, karısı Satima, küçük kızı ve sekiz sığırlık sürüyü kollayan ailenin ferdi olmuş küçük çoban Issan çöl ortasındaki geleneksel çadır hayatında daha özgür ve mutludur. Lakin genç adamın balıkçılık yapan komşusuyla giriştiği kavga beklenmedik bir biçimde sonuçlandığında Tuareg çoban Kidane’ın kaderini katı şeriat kuralları tayin edecektir.

1919 yılında Devrim Rusyası’nın önde gelen sinemacıları tarafından kurulmuş olan Moskova’daki Devlet Sinema Okulu’ndan (kısaca VGIK olarak biliniyor) mezun olan Sissako sinema öğreniminin ardından Fransa’ya yerleşmiş, daha önce hayranlıkla izlediğimiz filmlerinde olduğu gibi geri bıraktırılmış ülkesinin sorunlarını dile getirmeyi sürdürüyor. 2002 yapımı ‘Heremakono’ (uluslararası dağıtımdaki adıyla ‘Mutluluğu Beklerken / Waiting for Happiness’) ve bir önceki uzun metrajı ‘Bamako’ (2006) küreselleşme, göç temaları üzerinden Afrikalının yabancılaşma sorununu irdeler. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na itirazların yükseldiği bir tartışma ortamında halkın günlük yaşantısını tüm renkleri ile sergiler.

Annesinin memleketi Moritanya’da çektiği ‘Timbuktu’da daha sert bir politik meseleyi ele almasına rağmen sakin üslubundan, trajediyle iç içe geçmiş absürd mizahından vazgeçmiyor Sissako. Camiye ayakkabıları ve silahlarıyla dalan cihadcıları saygın din adamının sözleriyle yargılıyor. Yaşanan tüm baskılara rağmen insanların inadını vurguluyor. Kadınların direnişini ön plana çıkarıyor. Eldiven giymeye direnen balıkçı kadının isyanını, dansettiği için halk önünde kırbaçlanan kadının dudaklarından dökülen isyan müziğini kutsuyor. Fellini’nin Saraghina’sını andıran (Haitili dansçı ve oyuncu Kattly Noel’in yorumladığı) meczup kadının rengarenk yerel giysileriyle kente zorla giydirilmek istenen kara peçeye itiraz ediyor.

‘Mavi En Sıcak Renktir’in yaratıcısı Abdellatif Kechiche’in değişmez görüntü yönetmeni Tunus asıllı Sofian El Fani’nin ışık ve kuma bulanmış görüntüleri ve yine Tunuslu besteci Amine Bouhafa’nın müziği eşliğinde Afrika insanına özgü yavaş ve sakin ritmini özenle oluşturuyor Sissako. Ajitasyondan uzak duran sineması anlamsız yasak nedeniyle topsuz oynanan futbol maçı ve göl kıyısında sonu cinayetle biten kavganın uzak tek bir planla siluetler halinde verildiği şiirsel iki bölümle doruğa çıkıyor. ‘Timbuktu’ 30 Ocak’tan itibaren Başka Sinema programı kapsamında gösterilmektedir.

(31 Ocak 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Kederli Timbuktu Şehrinde İslam

Timbuktu
Yönetmen: Abderrahmane Sissako
Senaryo: Abderrahmane Sissako-Kessen Tall
Müzik: Amine Bouhafa
Görüntü: Sofian El Fani
Oyuncular: Ibrahim Ahmed (Kidane), Abel Jafri (Abdülkerim), Toulou Kiki (Satima), Layla Walet Mohamed (Toya), Mehdi A.G. Mohamed (Issan), Hichem Yacoubi (Cihatçı), Kettly Noël (Zabou), Fatoumata Diawara (Şarkıcı Fatou), Adel Mahmoud Cherif (İmam), Mamby Kamissoko (Cihatçı), Yoro Diakité (Cihatçı), Cheik A.G. Emakni (Omar), Zikra Oualet Moussa (Tina), Weli Cleib (Yargıç), Djié Sidi (Yargıç), Damien Ndjie (Abu Jaafar)
Yapım: Les Films du Worso-Dune Vision (2014)

Abderrahmane Sissako’nun Afrika’nın antik şehrinde geçen filmi “Timbuktu”, İslamcı terörü tam kalbinin içinden yansıtıyor. Bu film, Cannes’da iki ödül birden kazanan değerli bir yapıt.

Moritanyalı yönetmen Abderrahmane Sissako’nun Mali’nin antik şehri Timbuktu’da halkın, İslamcı teröristlerin İslamcı kuşatması altında yaşadıklarını yansıtıyor. Kara mizah ve trajedi yüklü bu film. Onca acının ortasında gülünebilecek bir şeyler olabilir miydi? 21. yüzyılda, asırlarca öncesinin kurallarını uyguladığınızda ortaya ne çıkardı? İslamcı teröristler, renkli ve güzel Afrika halkları üzerinde İslamcı katı kuralları getirirken, günümüz teknolojisinden de bolca faydalanıyorlar. O teknolojiler, onların deyişiyle “kâfirler”in değil miydi? “Kâfirler”in son model pikap arabalarını, otomatik tüfeklerini, cep telefonlarını da kullanıyorlar bolca. Hayata hiçbir şey katmamış bu katı dinciler, katı kurallarıyla kara bulut gibi çöküyorlar bu güzel insanların üstüne. Avrupa’da Ortaçağ gerçekten karanlıktı. Engizisyon toplumlara neredeyse nefes aldırmıyordu. Ama bir şey oluyordu. O da, sanatın ve bilimin alttan alta gelişmesiydi. Rönesans aydınlanmasıyla beraber bu altyapılar yukarı fışkırdı ve Kilise’yi olması gereken yere itti. İslam Ortaçağı’nda, Hıristiyanlık Ortaçağı’ndaki gibi bir aydınlanma olma ihtimali var mıydı? Karanlıktan neyin çıkacağı hiç bilinmez. Ama bir şey fark ediliyor. İslam’ın asla Afrika’nın rengarenk ruhuyla buluşmadığı. İnsanlığın da doğduğu bu topraklar, renkli ve coşkulu insanlarıyla kendilerini nasıl mutlu hissediyorlarsa öyle yaşaması gereken topluluklar. Köle oldular, faşist yönetimler altında ezildiler, Batılıar tarafından iliklerine kadar sömürüldüler, katledildiler. Ama, hep renkli ve coşkulu kaldılar. İslam bile onların renklerini ve müziklerini bu yeryüzünden silemeyecek. Afrika, Ortadoğu’nun çölleri değil çünkü.

İslamcı katı kurallar…

Moritanyalı yönetmen Sissako, 1961 yılında Kiffa’da doğdu. Ailesi Mali’ye göç etti. Moskova’da sinema okudu. 1990’ların başından beri de Fransa’da yaşıyor. Sissako’nun 2014 yapımı sinemaskop “Timbuktu” filmi, 2014 Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarıştı. Festivalden “Ekümenik” ve “Jüri” ödüllerini kazandı. Sissako’nun “Timbuktu” filmi ayrıca “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar’a da aday oldu. Çok değerli bir film bu. Trajedenin içerisinden mizahı da çıkartan bu filmde zaman zaman korkudan titriyorsunuz. “Beni sokmayan yılan çok yaşasın” diyemiyorsunuz. Bu kara yılan çok yakınlarda.

Film, çölde bir antilobun korkudan kaçışı üstüne açılıyor. Sonra bir otomatik tüfek yerli halkın küçük heykellerine kurşun yağdırarak paramparça ediyor. Ardından kulağa aşina gelen müzik tınıları duyuluyor fonda. İslamcı terör örgütü, yerli halk ve çeşitli ülkelerden cihatçılarla Timbuktu’da İslamcı kuralları uygulamaya koymuşlar. Megafonlarla da ne yapmaları gerektiği sürekli haykırılıyor. Kadınlar asla çarçafsız ve eldivensiz sokağa çıkmamalı. İslamcılar kadınlardan niye bu kadar korkuyorlar? Bu korkularının nedeni neydi? Kadınlar, silgiyle silinen şey miydi? Kadınları eve hapsederek yaşamın dışında bırakınca faşizmlerini kolayca toplumun üstüne yağdırabilirlerdi. Kadınlardan korkuyorlar, çünkü onlar güçlü ve cesur. Kadınlar dört duvar arasından çıkmasın ve bebek doğurma fabrikasına, kuluçka makinesine dönüşsünler istiyorlar. Kadınlar güçlü oldukça başaramayacaklar. Sissako’nun bu filminde, balık satan kadınla şarkı söyleyen kadın Fatou hayat için umuttu. Kızların başörtüsününü savunmuştum üniversitede okuyabilsinler diye. Her şey başlarda yumuşak yumuşak mı geliyordu? İnsan hakları ve demokrasi her şeyden değerli değil miydi? İslamcılar futbolu bile yasaklıyorlar müzik gibi. Penaltı atışı sırasında eşek kalenin önünden geçiyor. Mizahın doruk anıydı bu. Bu eşek arada bir şehrin sokaklarında görünerek kendini hatırlatıyor seyircilere. Bir de Haiti’deki depremden sonra bu topraklara sığınmış “deli” kadın Zabou da var. Çatısız evde yaşıyor. Can yoldaşı da bir horoz.

Film hikâyesini, dincilerden uzakta duran sığır çobanı Tuareg Kitane ve ailesi üstünden anlatıyor. Kitane, çöldeki çadırda karısı Satima ve 12 yaşındaki kızları Toya’yla beraber yaşıyor. Kız babası olmaktan da mutlu Kitane. Bir de sığırlarını güden 12 yaşındaki yetim çocuk Issan var. Kitane ve ailesi bu yetimi çok seviyorlar. Kitane şehre indiğinde Ortadoğulu cihatçı Abdülkerim de hemen çadıra damlıyor. Abdülkerim, yanındaki cihatçı gençten araba sürmesini öğrenirken, yasak olan sigarayı da gizli gizli içiyor çölde. Abdülkerim, katı dini kurallar uygulayan bu örgütte zina bile yapmaya bile hazır. Satima ona yüz verirse eğer. Satima, bu filmdeki diğer kadınlar gibi güçlü ve cesur.

Öfke anından sonra…

Yoksulluğun ve geleceksizliğin sürdüğü bu toplumda bir sığır ve balık tutmak için bir ağ çok şey. Issan, sığırları nehirden geçirirken, hamile olan GPS adını verdikleri inek balıkçının ağına dolanıyor. Balıkçı mızrağıyla ineği boynundan yaralıyor ve çok geçmeden inek ölüyor. Issan koşarak çadıra geliyor ve Kitane’ye olayı anlatıyor. Tabancasını alıyor. Satima tabancasız gitmesini söylüyor, çünkü geride kızları var. Öfke trajediler yaşatıyor. Cihatçılar Kitane’yi tutuklayıp uyduruk mahkemelerinde yargılıyorlar.

Başka bir yerde başka bir trajedi yaşanıyor. Şarkı söyleyen kadın tutuklanıyor. Yargılanıyor ve kırbaç cezasına çarptırılıyor. Kırbaçlanırken şarkısını da söylemeyi sürdürüyor. Bu sahnede kadınlara saygınız çoğalıyor. Balık satan kadını da eldiven takmadığı için tutukluyor cihatçılar. Kadın onlara direniyor ve güçlü bir sesle kurallarının saçmalığını dile getiriyor. Sokakta cep telefonuyla konuşan kız da var. Onu uyaran cihatçı kıza göz koyuyor ve bir malmış gibi kızı annesinden istiyor. Haremini genişletecek herhalde. Filmdeki imamın bilge yaklaşımı Batı’ya karşı olumlu bir yansıma. Çünkü dindarla dinci çok farklıydı.

İlginç tesadüfler…

Kitane infaz edilmeden önce, motosikletli bir tanıdıkları Satima’yı infaz yerine götürüyor. İkisi de trajedilerini yaşıyorlar cihatçıların kurşunları altında. Geride kalan Toya ve İssan’a ne olacaktı? Filmde recm de gösteriliyor. Yani taşla infaz etme. Kuma gömüyorlar, başı da dışarıda bırakıyorlar. Halk da taş atıyor. Çok korkunç ölüm. Taşlamayla öldürme Yahudi geleneklerinde vardı. İsa, Maria Magdalena’yı Yahudilerin taşlarından kurtarmıştı. İnsanın kafası karışıyor. Yahudilerde olan bazı gelenekler Müslümanlara da yansımış sanki. Yahudiler, şabat günlerini, yani cumartesi günlerini kutsal sayıp hiçbir iş yapmıyorlar. Yapanlara da ceza veriyorlarmış kadim zamanlarda. Müslümanlarda da cuma günleri kutsal. Domuz eti yememe, oruç tutma, sünnet olma vs. ortak noktaları var bu iki dinin. İnsanın aklı epeyce karışıyor.

Filmin görselliği ve kurgusu, hem sade hem de çarpıcı. Sissako, filminin kurgusunu milimetrik yapmış. Her şey ölçüsünde. Sissako’nun bu filmindeki kurgu alıştırması ilham verici. Kamerayı hareketlerini de çoğunlukla sahnenin ruhuyla buluşturmuş. Bu filmindeki kamerayla ve kurguyla zihinsel sıçrama yaptırabiliyor yönetmen. Filmin müzikleri de muhteşem. Bu müzikleri ve şarkıları duyduğunuzda, Afrika müziksiz ve şarkısız kalmasın diyorsunuz. Sonda iki çocuğun belirsiz geleceklerine koşuşları da insanı gerçekten etkiliyor.

“Timbuktu” filmini gördükten sonra büyük Atatürk’e minnettarlığınız daha da çoğalıyor laik cumhuriyeti kurduğu için. Laiklik oksijendi. Bu değerli filmi görmeye çabalayın. Afrika’dan her daim filmler uğramıyor bu taraflara.

(29 Ocak 2015)

Ali Erden

[email protected]

* Kopenhag Kriterleri ve sol “Umut”, her zaman. Soylu Yunan halkına merhaba!…

Christian Marclay / The Clock

24 saat boyunca kesintisiz devam eden film, aslında adıyla da ironi içindedir. “Zaman” kavramının bütün bir film boyunca ele alınıldığı düşünüldüğünde, gerçekte asla sonlanmayan bir iş ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. Topluma dayatılan programlanmış ve sürekli işleyen “saat” sisteminin insanların hayatında belli başlangıçlar ve sonlandırmalar içerdiği algılanıyor. Ancak bilinçaltında yatan ve 24 saat dolduğunda bir şeylerin sona ermesi gerektiğine inanan kişi, zamanın aksine yeniden ve yeniden sürdüğü ve sadece belirli sayıların bu olguyu adlandırmaktan öte geçemediğini bize aktarıyor. “Saat” veya “zaman” kavramının, sinema’nın içine girdiğimizde bitmek bilmeyen ve aslında her şeyin yeniden başladığını söyleyen kurgusal bir anlatı olduğunu görüyoruz. The Clock, zamanı işlerken bir yandan da “gerçek” zaman sistemiyle oynayan bir iştir.

Sanatçı

Christian Marclay, İsviçreli görsel sanatçı ve bestecidir. Heykel, yerleştirme ve performans sanatçısıdır. Çocukluğundan beri müziğe ilgisi olan ve müzikle ilgilenen bir kişidir. Marclay’in
çalışmaları ses, gürültü, fotoğraf, video ve film üzerinedir. Aynı zamanda ses kolajları oluşturmak için sıklıkla müzik aletleri olarak gramofon kayıtları ve plak çalarları kullanır. Christian Marclay, ses üzerine yoğunlaşmış işler yapmıştır. John Zorn, Elliott Sharp, Fred Frith gibi müzisyenlerle çalışmış ve kışkırtıcı müzikleri kendine has teknikler kullanarak yeniden yorumlamıştır.

İş

The Clock, gerçek zamanla senkronize edilmiş ve birbiriyle bağımsız olan filmlerin “zaman” kavramı ele alınarak yeniden kurgulanmış halini gösterime sunmaktadır. 24 saat boyunca süren film, konuları yeniden tekrarlayarak izleyici üzerinde bitmek bilmeyen “aldatıcı bir imge” yaratır.

İş Nasıl Maddeleştirilmiş?

İşin maddeleştirilmesi “video” ile gerçekleştirilmiştir. Tekniğinde ise “tarih-toplum-hafıza” kullanılmıştır. İşte, birbirinden bağımsız filmlerin “zaman” kavramını ele alarak yeniden kurgulanma işlemi yapılır. Eski veya yeni olarak harmanlanmış filmlerin tarihsel süreçleri ve toplumun bu süreçlere uyma ilişkileri 24 saat süren bir videoyla, sergi salonlarında “sinema ortamı” yaratılarak sergilenmektedir.

Kavramsallaştırma

Kavramsallaştırma bu işte, zaman ve tarihsel sürecin nasıl işlediği üzerine kuruludur. Christian Marclay temelde, “tarih-toplum-hafıza” üzerinden işini 24 saat süren ve güncel hayatın aslında tamamen belirli saat aralıklarına bağlı kalarak yürüdüğünü anlatmaya çalışmaktadır.

Performansla İlgili Yorum

Toplum, mutlaka bir şeyleri başlatmak veya sonuçlandırmak için belirli zaman dilimlerine ihtiyaç duyar. Bu durum güncel hayatta sistematik ve “dakik” bir şekilde ilerlemektedir. Hayat, zamanla eşdeğerdir. İnsanların bir yere yetişebilmek için “zamanı” kollaması veya birini öldürebilmek için “saatini” beklemesi kabullenilmiş bir sistemdir. Toplum, tüm bu koşulları yerine getirebilmek için çaba sarf ederken aslında bir yandan da bu sisteme sorgusuzca ayak uyduruyor. Saat 5 olunca bir kişinin mesaisinin bitmesi ve hayatını bu düzene göre kurgulaması, The Clock işinin de güncel hayatla senkronize edilerek “sinema perdesi” üzerinde aynı doğrultuyu taklit etmesi ciddi bir çelişki yaratıyor.

Günümüzdeki ve geçmişteki filmler birbiriyle ilişki içine geçirilmeye çalışılmış. Buradaki amaç ise, geçmiş ve şimdiki zamanda yaşananların değişmediği ve süregelen zaman diliminin hala “24 saat” olduğunu anlatmaya çalışmasıdır. Aynı zamanda tüm dünya’nın ve tabii ki “tüm dünya sinemasının”, konuları ne kadar farklı açıdan anlatılmaya çalışılsa da, temelde değişen ve gelişen
zaman diliminde aktarılmak istenen, yaşanılan her şeyin sıradan ve değişmez bir senaryodan ibaret olduğudur. Günümüzde çekilmiş olan bir filmin, geçmişteki herhangi bir kült film ile bağlanması da buna en basit örnektir. Zaten güncel hayatta uyulmaya çalışılan “saat” kavramına en iyi örnekte “sinema” sektörüdür. Hem çekim aşamasında, hem de kurgu aşamasında her şeyin zaman üzerinden ilerlemesi ve hemen hemen her filmde “saat sahnesinin” mutlaka yer alması, The Clock işinin kendini rahatlıkla izleyiciye aktarmasını sağlar.

Aynı zamanda bir film izlenmeden önce mutlaka süresine bakılır, sinopsisi okunur veya fragmanı izlenir. Tabii ki bir de sonuçlanması beklenir. Toplumda alışılagelen sonuçlanma arzusu bu işte izleyiciye, hiçbir şekilde o arzuyu tattırmıyor. İzleyici, farklı bir biçimde yansıtılan “kendi hayatını” sinema perdesinde bulduğunda ise, fragman veya sinopsisin bu duruma aykırı bir şey olduğunu anlıyor.

(25 Ocak 2015)

Nihan Boyar

Davulcunun İktidar Mücadelesi

Tam bir yıl öncesinin Sundance Film Festivali’nde başladı ‘Whiplash’in önlenemez yükselişi. Amerikan Bağımsız Sineması’nın en önemli destekçisi olarak Hollywood üretim tarzına alternatif sunma amacı güden Sundance’in ardından Cannes Film Festivali seçkisinde ilgiyle izlenen filmin son durağı ironik bir biçimde Hollywood mitinin kutsandığı Akademi ödülleri oldu. Tam beş dalda Oscar’a aday gösterilen ve başrol oyuncularından J. K. Simmons’un en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında ödüle ulaşacağına kesin gözüyle bakılan ‘Whiplash’in bu denli heyecanla karşılanmasının nedenleri ne olabilir.

New York’taki ünlü Juilliard School’dan esinlenmiş gözde bir müzik okulunda caz bateristliği eğitimi gören 19 yaşındaki Andrew ile sıra dışı eğitmeni arasındaki fırtınalı ilişki Amerikan anaakım sinemasının şablonlarından pek farklı değil. ‘Subay ve Centilmen’ ya da Kubrick ustanın unutulmaz klâsiği ‘Full Metal Jacket’de katı disiplini ve acımasız yöntemleriyle erleri eğiten çavuşlardan pek farklı bir yerde durmuyor eğitmen Fletcher. Öğrencisinin
mükemmele ulaşması yolunda manevi baskı yanında fiziksel şiddet uygulanmaktan çekinmiyor. Tedirgin gencin özgüven eksikliğiyle oynuyor ve onu kendine özgü yöntemlerle manipüle ediyor. Acımasız rekabet ve kişisel başarı üzerine odaklanmış çağdaş Amerikan toplumunda muktedirin gözüne girmek için her şeye katlanıyor orta sınıftan gelme Andrew. Eğitimini aksatacak arkadaş ilişkilerinden, sosyal hayatından vazgeçmeye kadar gidiyor iş. Bu varolma mücadelesi giderek bir iktidar savaşına dönüşüyor ve yükselen bir düelloyla savaş kızışıyor.

Akademi’nin gözünden kaçmayacağı çok aşikâr bu başarı öyküsü filmin yönetmeni Damienne Chazelle’in kişisel deneyimlerinin izini taşıyor. Benzer bir okulda benzer bir eğitmenle caz bateristliği üzerine çalışan genç adam yeteneğinin sınırlarını farkederek müziği bıraktığını açıklıyor söyleşilerinde. Yine de bir caz
trompetçisinin aşk hikâyesini anlattığı ilk filmi ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) ya da senaryo ortaklığını yaptığı ve bir konser piyanistinin sahne korkusu üzerine şekillenen ‘Grand Piano’ (2013) hep müzik çevresinde gelişen hikâyeler. Halen üzerinde çalıştığı ve Emma Watson ile ‘Whiplash’in savaşçı genç davulcusu Miles Teller’ın başrolleri paylaştıkları yeni işi ‘La La Land’ bir kez daha bir caz piyanisti ile oyuncunun aşkına odaklanmış.

Adını klasik cazın ünlü bestecisi Hank Levy’nin aynı adlı eserinden alan ‘Whiplash’ caz üstadlarından hayli eleştiri aldı. Fletcher’ın militarist eğitim tarzının cazın ruhuna aykırı olduğu ya da sürekli dile getirdiği caz tarihinin en büyük davulcularından Jo Jones’un saksafon üstadı Charlie ‘Bird’ Parker’a zil fırlatarak onu daha kusursuz çalmaya teşvik etmesinin yanlış yorumlandığı söylendi. Ancak cazseverleri mest edecek, ilgi duymayanlara cazı sevdirecek harika ses bandı bir yana, ‘Whiplash’i caz üzerine bir
film olmaktan ziyade yönetmenin geçmiş travmalarının bir terapisi olarak değerlendirmek daha doğru. Chazelle psikodramatik bir yaklaşımla geçmişte yaşadığı hayal kırıklıklarını yeniden ve farklı bir biçimde inşa ederek kendi yaralarını sarıyor. Başarıya odaklanmış çağdaş kapitalist düzeni sorgulamamıza aracı oluyor. Sanat çevrelerindeki rekabetin acımasızlığını vurguluyor. Jazz Band’i bir kenara iterek unutulmaz iki oyuncusunun yakın planlarıyla iki farklı kuşağın iktidar mücadelesini öne çıkarıyor. Ve finalde caz davulcusunun tüm enerjisini ortaya koyduğu Juan Tizol bestesi ‘Caravan’ eşliğinde değme western’e taş çıkartan muazzam bir final düellosu armağan ediyor sinemaseverlere.

(25 Ocak 2015)

Ferhan Baran

[email protected]

Aşkın Üçgenleri: François Truffaut

Fransız “Yeni Dalda” akımının öfkeli yaratıcı yönetmeni François Truffaut’yu, “Unutulmayan Sevgili” ve “Evlenmekten Korkmuyorum” filmlerini paylaşmak istedik.

“Unutulmayan Sevgili…”

Sinemanın büyük yönetmenlerinden François Truffaut’nun 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim -Unutulmayan Sevgili”, bohem ruhlu üç insanın sonu trajediyle buluşan beraberliklerini coşkulu ve kederli bir sinema diliyle yansıtıyor. Bu bir aşk üçgeniydi Fransız ruhuyla buluşan. Aşk denen şey karmaşık ve çoğul muydu? Fransız yazar Henri-Pierre Roché’nin (1879-1959) biyografik özellikler taşıyan romanından senaryoyu Truffaut’yla beraber Jean Gruault yazmış. Gerilimli, kederli ve coşkulu müzikleri George Delerue (1925-1992) bestelemiş. Filmdeki müzikler, hem de dönemlerin hem de karakterlerin ruhlarıyla buluşabilmiş. Zaman zaman müzikler sessiz dönem ruhunu da hissettiriyor. Delerue, müzikleriyle sinemaya çok şey katmış bestecilerden, büyük ustalardan. “Yeni Dalga”nın ruhu olan Raoul Coutard’ın üç insanın coşkusu ve kederiyle buluşan kamerası da bu filmi anlamlaştırmış. Filmi, Les Films du Carosse sunmuş. Yoğunlukla izlenimci estetik taşıyan bu filmin gerçek anlamda ruhu Jean Renoir’la buluşuyor. Filmde çoğunlukla zincirlemeli, bindirmeli ve kaşlı stil alıştırmaları da yapılmış. Hatta “şok zum”lu çekimler de öne çıkmış. Filmde nostaljiye ve yaşanmışlığa her an dokunabiliyorsunuz. Zumlu çekimler, daha yoğun 1960’lı yıllardan itibaren kullanılmaya başlamıştı. Truffaut, “Unutulmayan Sevgili” filminde, 1960’ların teknolojisini hem de geçmişin estetiğini hissettirmek istemiş. Filmi seyrederken kültür şoku da yaşanıyor. Hem geçmişin hem de şimdinin (1960’lar) estetiğini içi içe geçmesinden.

Bu film ülkemizde “Unutulmayan Sevgili” adıyla biliniyor. DVD’de “Jules ve Jim” adıyla yayımlandı, maalesef. Ama Türkçe dublajının çok iyi olduğunu belirtmeliyiz.

Ön jenerik öncesi Catherine’in dış sesi duyuluyor siyah fon üstünde. Catherine, “Bana, ‘Seni seviyorum’ dedin. Ben sana ‘Bekle’ dedim. ‘Al beni’ diyecektim. Sen bana ‘Git’ dedin” diyor. Ardından ön jenerik yazıları, filmin derinliğindeki bazı anlar üstüne düşüyor. Fonda da Hitchcock filmlerini çağrıştıran gerilimli müzik duyuluyor.

1912 yılıyla açılıyor film. Anlatıcının (Michel Subor) kelimeleriyle filmin içinde dolaşılıyor. Bu anlatıcının kelimeleri, sanki yazarın içeriden ve dışarıdan yorumu gibiydi. Avusturyalı Jules’le (Oskar Werner) bıyıklı Fransız Jim (Henri Serre) tesadüfen karşılaşıyorlar, dost oluyorlar ve hayatlarını etkileyen bir kadına tutku ötesi bağlanıyorlar. Jules, Almanya’dan Paris’e gelmiş ve güzel Fransız kadınlarıyla olmak istiyor. Jim bu konularda sıkıntı çekmiyor. Jules’e kız arkadaşlar bulsa da Jules’ün ruhu buluşmuyor onlarla. Jules ve Jim, sanat üstüne tartışan, edebiyat ve tiyatroya tutkun iki bohem genç. Elbette kadınlar da var. Gecenin derinliğinde duvara yazı yazan öfkeli anarşist Merlin’le (Bernard Largemains) takılan güzel ve özgür Thérèse (Marie Dubois), neşeyle onun yanından
kaçıyor, atlı arabadaki Jules’le Jim’e sığınıyor. Belki Jules için heyecan verici aşk olabilirdi Thérèse. Ama Thérèse, erkeklerden ve mekânlardan sıkılan bohem ruhlu bir kız. Jule ve Jim kafede Shakespeare üstüne tartışırken ortadan kayboluveriyor Thérèse. Onun ortadan kaybolmasını hissetmeyen iki dost, yetenekli genç ressam ve heykeltıraş Albert’in (Cyrus Bassiak) mekânına gidiyorlar. Cyrus Bassiak takma adını kullanan roman ve tiyatro yazarı, ressam Serge Rezvani, 1928’de Tahran’da doğdu. Slayttan gördükleri antik dönem kadın heykel başından etkileniyorlar. Belki de en çok belli belirsiz gülüşünden. Böyle bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Sanki canlıymış gibi geliyor bu kadın heykel başı onlara. Slayttan peş peşe yansıyan kadın heykel başı, insana öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenştayn’ın 1925 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “Bronenosets Potyemkin-Potemkin Zırhlısı” filmindeki mermer aslan görüntüsünü çağrıştırıyor estetik anlamda.

Heykelse, Adriyatik’teki bir adada bulunuyor. Jules ve Jim, gökyüzü altında canlıymış gibi duran bu kadın baş heykelini keşfetmek için adaya gidiyorlar. O gizem yüklü gülümseyişi en çok onları çeken. Anlatıcı, görüntüler üstüne bu olayı anlatırken
kamera da tüm coşkusuyla bu anları belgeliyor. Truffaut, kadın baş heykelini yansıtırken, kamerayı geriye doğru, objektifi de zum olarak öne kaydırıyordu. Truffaut, bu çekimle Hitchcock’a saygı gönderiyordu. Hitchcock’un 1958 yapımı renkli “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminin final bölümündeki merdivenli sahneye selâm göndermiş. Truffaut, bu aşk üçgeninde her şey boşlukta diyor.

Jules ve Jim Paris’e dönüyorlar. Spor salonunda eskrim oynadıktan sonra Jim, bir biyografi yazdığını söylüyor Jules’e. İkisinin dostluklarını anlatan biyografi bu. Jules de Almancaya çevirmek istiyor bu eseri. Ama gülümseyen kadın heykel başı ikisinde de etkisini sürdürüyor hâlâ. Böyle gülümseyen bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Böyle bir kadın gerçeklikte olabilir miydi? Jim’in kuzinleri Paris’e ziyarete geldiklerinde bu ikisinin de hayatını derinden etkiliyor. Çünkü yanlarında Catherine’i de getiriyorlar. Catherine (Jeanne Moreau), kadın heykel başı gibi gizemli gülümsüyor. Bu anı Truffaut, kaşlı görüntüyle yansıtıyor. Siyah fonun solunda dairesel görüntü Catherine’i gösterirken,
ardından görüntü perdeyi kaplıyor. Sanki Jules’le Jim’in kalplerini kaplar gibi. İkisi birden âşık oluyorlar ona. Ama Jules’ün daha çok ihtiyacı var aşka. Üçünün bohem dostlukları gelişiveriyor birden. Beraberce eğleniyorlar. Hatta Catherine erkek kılığına girip daha çok eğlence saçıyor etrafına. Köprüdeki yarışma anı ikonik ve sinema tarihine geçmişti. Sarsıntıyla öne ve geriye kamerayla heyecan ve ilham saçılıyordu etrafa. Sinemada az görülür bir coşkuydu bu. Catherine’in babası avukat, annesiyse öğretmenmiş. İngiliz-Fransız karışımı Catherine. Ona hayranlığı ve aşkı her an büyüyor Jules’ün. Sabah Catherine’in kaldığı yere gidiyor Jim bisikletiyle. Catherine mektupları yakıyor. Yalanları yaktığını söylüyor. Valizine vitriol da koyuyor erkeklerden korunmak için. Suyu andıran sıvı zehri lavaboya döktürüyor Jim.

Birden deniz kıyısı yansıyor. Güneydeler. Paris’ten sıkılan Catherine, ikisini de buraya sürüklüyor. Kırlarda dolaşıyorlar, eğleniyorlar, yüzüyorlar. Jules ona evlenme teklifi yapıyor
cesaretini kaybetmeden. Catherine, tüm gizemiyle gizemli cevap veriyor Jules’e. Kır evinde yaşıyorlar komün gibi. Bisikletlerle gezi yapıyorlar. Jean Renoir ustanın izlenimci ruhuyla tüm doğa görüntüleri. Fotoğraf sanatına da katkı sunuyor bu film. Mutluluklar, Catherine’in sunduğu kadar.

Yağmur yağınca sıkılan Catherine, onlarla Paris’e dönüyor. Araya giren belgesel görüntüleriyse Lumiere tadı veriyordu. Jim, Jules’le Catherine’i ziyarete gidiyor. Onlara resim tablosu ve şapka hediye ediyor. Artık beraber Catherine ve Jules. Tiyatro tutkunu Jules, Jim ve Catherine’i, İsveçli bir yazarın yeni oyununa götürüyor. Tiyatrodan çıktıktan sonra hikâye ve karakterler üstüne tartışıyor Jules ve Jim. Elbette kadınlar üstüne de. Jules, şair Charles Baudelaire’in (1821-1867) sadakat üstüne sözlerinden alıntı yapıyor Catherine de duysun diye. Baudelaire, “Bir çiftin hayatında önemli olan kadının sadakatidir. Erkeğinki ikincildir” demiş. Baudelaire, “Kadın doğaldır. Yani korkunçtur” sözünü de söylemiş. Ayrıca Baudelaire genç kızlar hakkında da, “Baston korkuluğu, canavar, sanat katili, küçük kaltak” demiş ve eklemiş: “En büyük aptallıkla, en büyük sapıklığın birleşmesi…” Baudelaire, bu sözlerle kadınlara öfkesini yollamış. Baudelaire bu öfkesini, “Kadınların kiliseye sokulmasına hep şaşırmışımdır” diye yukarı çıkarmış ve ardından eklemiş: “Kadınlar, Tanrı’yla ne konuşabilir ki?..” Hınzırca Jules ve Jim’i dinleyen Catherine, beklenmedik bir şey yapıyor. “Aptalsınız” diyor ve kendini Seine Nehri’ne atıyor. Kadınlar, kalıplara sokulamazdı, tarif ve tahmin edilemezlerdi belki. Ertesi gün Catherine kafede Jim’le konuşmak istiyor. Belki de büyük kararını vermeden önce. Jim kafede saatlerce onu bekliyor ve gelmiyor. Jim kafede Thérèse’le karşılaşıyor. Thérèse, yine erkekleri ve mekânları değiştirmeye devam ediyormuş. Jim gittikten sonra Catherine geliyor kafeye. Belki de bu kaderin kırılmasıydı. Belki de kaderin kendi tragedyasını sahnelemesi. Her şey değişiyor.

Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Jim onların izini kaybediyor. Jules Alman, Jim Fransız cephesinde. Jules, evlendiği Catherine’e sürekli mektuplar yazıyor cepheden. Jules’ün en büyük korkusu Jim’i vurmak. Karşı karşıya gelmemeyi umuyor Jules. Savaştan görüntüler belgesel olarak yansıyor bu filmde.

1920’ler… Bıyıklarını kesmiş Jim Paris’te nişanlısı Gilberte’le (Vanna Urbino) beraber yaşıyor. Kitaplar yazıyor, gazetede çalışıyor. Mektupla Jim’e ulaşan Jules onu, Ren bölgesine çağırıyor. Jules ve Catherine’in altı yaşlarında Sabine (Sabine Haudepin) adında kızları da olmuş. Sabine, Jules’den mi, yoksa başka bir erkekten miydi? Muamma olarak kalıyor. Catherine, evli bir kadın olmasına rağmen bohem ruhunu yaşayan özgür bir kadın. Jules’le beraberken başka erkeklerle de olabiliyor. Hatta yakın arkadaşları sanatçı Albert’le bile. Albert onunla evlenmek istiyor, bunun hayalini kuruyor. Jules, Catherine’in kendine âşık olmadığını hissediyor. Hatta Jim’e Catherine’le evlenmesini bile istiyor. Jim de Catherine’e deliler gibi âşık. Böylece Catherine onun uzağında olmayacak. Catherine, varoluşuyla erkekleri müptela gibi kendine bağlayan bir kadın. Etrafında hep erkekler olmalı ve o, bağımlılık yaratmalı. Bir atmosfer gibi kuşatan mutsuzluk Catherine yüzünden. Jules, kendini doğaya adamış, yazılar yazan etrafında Catherine’in olmasından mutlu olan biri sadece. Tek korkusu Catherine’i bir daha görememek. Bir de Thérèse var. Aynı erkeklerle aynı mekânlarda sürekli kalamayan biriydi. Bir de Jim’in aşkını sabırla bekleyen Gilberte de var. Bu filmdeki tüm kadınlara selâm gönderiyoruz. Biliyorsunuz, doğaya vahşice ve zalimce davranan toplumlar, aynısını kadınlara da yapıyorlar. Doğa ve kadın saygıdeğerdir.

Jules, sevdiği oynayan sandalyesinde “dişil” ve “eril” kelimeler üstüne konuşuyor. Jules, “Kelimeler eşdeğer olarak” diyor, “Lisandan diğerine cinsiyeti değişiyor. Fransızcanın tersine ‘savaş’, ‘ay’, ‘ölüm’ Almancada eril” diye vurgu yapıyor. “Almancada ‘hayat’ nötr bir kelime” deyince Jim şaşırıyor. Catherine belki de Jules’ün bunalımlarından sıkılıyordur. Belki de onun “sadakat” üstüne fikirlerine acı çektirmek istiyor Catherine. Alman olanın önde olması da belki onu fazlasıyla sıkıyordur. Bira ve şarap üstüne tartışmada, sanki Alman-Fransız kültürü çarpışıyordu. Şarap ve bira insanlığın önemli buluşlarından olmalı. Bira, Eski Mısır’da beş bin yıl önce bulunmuştu. Kırlara doğru koşan Catherine’in peşinden giden Jim’e Catherine, “Kendini anlat bana” diyor. Sanki onu yeni tanıyormuş gibi. Belki de yanlış erkeği seçtiğini düşünüyor. Aslında Catherine, Jules’ü bunalımlarından kurtarmak için evlenmiş onunla. Çok geçmeden Albert de geliyor kır evine. Salonda bestelediği “Le Tourbillon” (Kasırga) bestesini gitarla çalıyor. Catherine de şarkıyı söylüyor. Şarkı, “Parmağında yüzük vardı / Kollarında bilezikler / Şarkı söylerken sesi / Beni büyüledi / Gözleri, zümrüt gözleri içime işledi / O şiddetli yüzü beni esir etti / Tanıştık, bir daha tanıştık / Ayrıldık, bir daha ayrıldık / Konuştuk, ısındık birlikte / Sonra ayrıldık / Herkes kendi yoluna gitti / Hayatın burgacında…” diye sürüp gidiyor.

Jim, Jules ve Catherine’le biraz daha kalıyor kır evinde. Catherine, Jim’den Goethe’nin “Gönül Yakınlıkları” romanını istiyor birden. Catherine mutsuz. Jim’e yakınlık gösteriyor ve ilk defa onu öpüyor. Fonda duyulan müzik sanki Jules’ün kederini hissettiriyor. Jim, Jules, Catherine ve Sabine kır evinin önünde masada mutluluk yemeği yiyorlar. Truffaut bu anda da Hitchcock ustanın “Vertigo-Ölüm Korkusu” filmine selâm gönderiyor. Hitchcock’un filminde James Stewart ve Kim Novak öpüşürken, kamera da onların çevresinde dönüyordu. Bu iki filmde de bu estetik alıştırmanın anlamı final bölümünde anlamlaşıyordu. Sonra Jim Paris’e, Gilberte’e dönüyor. Jim, fedakâr nişanlısıyla evlenmek istiyor. Bu hemen olabilir miydi? Jim, Jules’den mektup alıyor ve trenle Renn’e gidiyor. Catherine ortadan kaybolmuş ve Jules mutsuz. Ama bu Catherine, beklenmedik bir anda dönüveriyor. Jim’e sığınmak istiyor Catherine. Bu film, melodram kıyılarında dolaşsa da Hollywood’un derin melodramlarının içine düşmüyor. Hatta Alman karamsarlığına da düşmüyor. Trajedi olsa bile her şey bitmiyor ve hayat devam ediyor.

Jim Paris’e dönmek için tren garına giderken Catherine de onu uğurlamak istiyor. Jim bilet bulamıyor. Kır evine dönüyorlar. Ertesi gün trenle Paris’e dönüyor Jim. İlişkilerinin bittiğini düşünüyor Jim. Mektuplaşmalar da sürüyor Catherine ve Jim arasında. Catherine’in son mektubunda kamera havada uçarken, zincirlemeli kurgu “bindirmeli” çekime dönüşüveriyor. Çerçevenin sağında Catherine’in görüntüsü, doğa ve mektup üstüne yansıyor. Seyirci, mektubu Catherine’in sesinden duyuyor. Truffaut bu filminde sinema tarihinde o ana kadar bulunmuş tüm teknik buluşları filminde anlam yaratarak kullanmış. Biliyorsunuz, havadan fotoğraflar ve görüntüler ilk defa Birinci Dünya Savaşı’nda bulunmuştu. Truffaut bu buluşu, diğer teknikler gibi estetik değer olarak kullanıyor sıkça filminde. Elbette Jim’in Gilberte’le evlenme isteği bir süre daha gecikiyor bu mektuplaşmalarla. Jim, Catherine’in sıcaklığına düşmeyi hâlâ hayal ediyor çünkü. Catherine, salında Gilberte’i kıskanıyor. Hatta depresyona giriyor ve yemek bile yemiyor.

1930’ların başı… Catherine’in artık bir otomobili de var, Paris dışında Seine kıyısında bir kır evine yerleştikten sonra. Jim onlarla sinema salonunda karşılaşıyor. Sinemada, Nazilerin kitapları yakışının belgeseli gösteriliyor. Truffaut, Ray Bradbury’nin romanından 1966 yapımı renkli “Fahrenheit-Değişen Dünyanın
İnsanları”
bilimkurgusunu yapmıştı. Truffaut, kendi kendinin öncülü oluyor. Jules ve Catherine, yine hayatına giriyor Jim’in. Ama hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Jim, Catherine’le sevişse de. Hatta bebek sahibi bile olmak istiyorlar. Giderek Catherine’in psikolojisi bozuluyor ve depresyon onu ele geçiriyor. Jim’in Gilberte’le evlenmemesi için onu tabancayla vurmayı bile deniyor. Sonunda trajediler yaşanıyor ve Jules bu hayatta yapayalnız kalıyor. Onun sondaki kederli yürüyüşü insanı gerçekten bir boşluğa düşürüyor.

Filmde her şey klasik romanın giriş, gelişim ve sonuç tarzıyla oluşuyor. Ama filmi seyrederken, anlardan parçalar gibi yansıyor her şey. Bunda kurgu ve kamera hareketlerinin yardımı oluyor. Truffaut eski zamanlardaki teknik buluşları da kullanıyor bu filminde sıkça. Truffaut, sinemanın öncü yönetmenlerinden Georges Melièse’e de selâm göndermiş kaşlı görüntü tekniğiyle. Biliyorsunuz Melièse, “zincirlemeli” ve “bindirmeli” teknikleri de bulmuştu ayrıca. Bazı anlarda görüntüler donuyor ve fotoğrafa dönüşüyor. Bu bir nostalji ve bir yaşanmışlık hissi veriyor. Filmde yoğun olarak “kararma” tekniğinin de kullanıldığını belirtmeli. Truffaut’nun bu filminin, “Yeni Dalga” akımının temel filmlerinden biri olduğunu da hatırlatmalıyız.

“Evlenmekten Korkmuyorum…”
François Truffaut’nun 1969 yapımı renkli ve sinemaskop “La Sirène du Mississipi-Evlenmekten Korkmuyorum” filmi, bir kadının güzelliğine mağlup olan ve suça bulaşan bir adamın dramını anlatıyor. United Artists’in sunduğu film, William Irish’in “Waltz into Darkness” (Karanlığın İçine Vals) polisiye romanından uyarlanmış. Bu roman ülkemizde 1973 yılında Akba Yayınevi’nce “Sonsuz Vals” adıyla yayımlanmıştı. Senaryoyu Truffaut’nun kendisi yazmış. Gerilimi de yaşatan müzikleri Antoine Duhamel bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa kameraman Denys Clerval yansıtmış. Truffaut’nun bu filmi ülkemizde mart 1971’de “Evlenmekten Korkmuyorum” adıyla vizyona çıkmıştı.

Film, gazetelerin evlenme ilanları üstüne açılıyor kırmızı ön jenerik yazıları geçerken. Dış ses ada hakkında bilgi veriyor önce. Reunion, Hint Okyanusu’nda küçük bir ada. Şubat 1507’de Diego Ferandez de Pereira tarafından keşfedilen ada, sırasıyla Santa Mascareigne, sonra da Bourbon adını almış. Haritada adanın
Saint-Denis bölgesi gösterildikten sonra siyah-beyaz belgesel askeri tören yansıyor. Dış ses, “1848’de Konvansiyon Hükümeti, Bourbon adını Reunion’la değiştirdi. 10 Ağustos 1792’de Tuillenes Sarayı’nı korumakla görevli ulusal muhafızlarla Marsilyalıların birleşmesinin anısına” diyor. Ardından Truffaut, bir ara yazıyla bu filmini büyük usta ‘Jean Renoir’ya ithaf ettiğini yazıyor. Uçan kamera adanın kıyılarını yansıtıyor sonra.

Truffaut bu filmini Renoir ustaya adasa da filmin birçok anında Hitchcock ruhu dolaşıyor. Filmin içine girildiğinden itibaren gizem de her yeri kuşatmaya başlıyor. Ama, usul usul. Üstü açık 1962 model Renault R4 Fourgonnette Vitrée arabayla, Louis Mahé’nin ortağı Jardine (Marcel Berbert), adanın yollarında Louis’nin (Jean Paul Belmondo) geçici kaldığı otele doğru gidiyor. Truffaut çoğunlukla kamerayı özellikle arabanın arka koltuğuna yerleşmiş kamera, seyirciye yolculuk hissi veriyor hep. Otel odasında giyinen Louis’yi heyecan sarmış. Bugün önemli ve heyecanlı bir gün onun için. Gazete ilanıyla tanıştığı Julie Roussel’le ilk defa karşılaşacak. Julie, bugün “Mississipi” adındaki gemiyle adaya geliyor. “Sirène”, yani “siren”, Eski Yunan mitolojisinde “denizkızı” anlamına geliyor. Louis’nin elinde sadece bir fotoğraf ve mektuplardaki Julie var.
Limanda gemiden herkes iniyor Julie inmiyor. Umutsuzca üstü açık 1960 model Peugeot 403 Cabriolet arabasına doğru yürüyen Louis’ye, elinde kuş kafesi olan güzel sarışın bir kadın sesleniyor. Kendisine Julie (Catherine Deneuve) olduğunu söylüyor genç kadın. Bu Julie fotoğraflardaki Julie’ye hiç benzemiyor. Louis sorgulamıyor. Karşısında bembeyaz tenli ve üstelik sarışın güzeller güzeli var. Onunla hemen kilisede evleniyor. Bir an önce bu güzellikle sevişmek istiyor Louis. Julie, sanki kaderin armağanı gibi geliyor Louis’ye. Truffaut, usul usul kutuyu açıyor. Ama bu gizemi daha da çoğaltıyor. Ama önceleri her şey mutluluk içinde geçip gidiyor Louis’nin malikânesinde. Ya açılamayan tahta valiz? Fransa’dan Julie’nin ablası Berthe’den (Nelly Borgeaud) bir mektup alıyor Louis. İçine biraz kuşku düşse de pek üstünde durmuyor. Çok geçmeden ve birdenbire her şey değişmeye başlıyor. Jardine arabayla yoldan geçerken, Julie’nin tanımadığı bir adamla,
Richard’la (Roland Thénot) tartıştığını görüyor. Malikâneye dönen Louis, tahta valizi açtığında gerçeği anlıyor. Louis daha önce banka hesabının Julie tarafından kullanılması için vekâlet de vermişti. Arabasında kederle giderken, dış ses olarak Julie’nin banka hesabını boşalttığı anlar duyuluyor. Başka şeyler de. Gerçek Julie’nin ablası Berthe adaya geliyor. Louis, Berthe’yle beraber özel dedektif Comolli’ye (Michel Bouquet) başvuruyorlar sarışını bulması için. Louis sonra Fransa’ya doğru uçuyor. Kara film ruhu da her yeri kuşatmaya başlıyor. Gerilim, merak duygusu ve macera çoğalıveriyor. Kendine Julie diyen sarışın, kara filmlerdeki “femme fatale”, öldüren kadın mıydı? Yolculukta uçak tutuyor ve gözünü güneyin incisi Nice şehrinde bir hastanede açıyor Louis. Hastanede diğer hastalarla televizyon izlerken, Julie diye bildiği sarışını fark ediyor Louis. Sarışın, St. Tropez’de “Phoenix” adındaki bir gece kulübünde revü dansçılığı yapıyor.

Gece… Louis, önce bir tabanca satın alıyor, sonra sarışının kaldığı oteli buluyor. Sarışın gece kulübüne gittikten sonra, gizlice onun odasına giriyor, sarışının gelmesini bekliyor. Sarışın çok geçmeden geliyor. Karşısında Louis’yi görünce sarışın, hem şaşırıyor hem şaşırmıyor. Sarışın, asıl adının Marion Vergano
(Catherine Deneuve)
olduğunu söylüyor. Yetimhanede büyümüş, ıslahevlerinde yatmış. Hayatta en büyük korkusu da parasızlıkmış Marion’un. Bir de hapse girmekten korkuyor. Karanlıktan korkusunun nedeniyse, ıslahevinde geceleri açık ışıkta uyuyorlarmış. Richard’la Louis’ye nasıl tuzak kurduklarını da anlatıyor. Richard, gemide gerçek Julie’yi öldürüp cesedini denize atmış. Sonra parayı alan Richard ortadan kaybolmuş. Gece kulübünde para biriktirip Paris’e gitmeyi istiyormuş Marion.

Gündüz… Louis Nice’te, ikinci el üstü açılır-kapanır 1965 model kırmızı Oldsmobile F-85 Cutlass araba satın alıyor ve yola düşüyorlar. Filmdeki arabalar Peugeot’nun yılları farklı 403 serisinden. Özel dedektif Comolli de Fransa’ya, güneye gelmiş araştırmasını sürdürüyor. Marion, Aix-en-Provence şehrine gidiyor. Şehir dışında müstakil bir ev kiralıyorlar. Louis, hayatında bir daha bulamayacağı bu sarışınla bol bol sevişerek anın sunduğu
mutluluğu yaşıyor. Ya para? Para olmazsa bu sarışın yanında durur muydu? Aix-en-Provence şehri, pembe roze şarabı demek. Rozeyi suyla karıştırıp, içine buz attığınızda Akdeniz’in sıcağında insanın içi serinleyiveriyor birden. Aix-en-Provence’ta kış sürüyor. Şehirde dolaşırken Comolli’yle karşılaşıveriyor Louis. Kafede onu atlattıktan sanıyor. Peşinden gelen Comolli, sarışını kendisine teslim etmesini istiyor. Hayatında Marion gibi bir sarışını kaç defa bulabilirdi ki Louis? Marion’u kaybetmemek için tabancasıyla Comolli’yi vuruyor Louis. Cesedi de mahzene gömüyor. Artık aşk cinayeti işlemiş bir katil Louis. Kâbuslar da görmeye başlıyor.

Gündüz… Lyon şehrine gidiyorlar arabalarıyla. Rhône Nehri’nin ikiye böldüğü ve nehir limanı olan bu şehir, Romalıların ruhunu da taşıyor. Paraları da bitiyor, ama kiralık bir yere yerleşebiliyorlar. Hatta sinemaya bile gidiyorlar. Nicholas Ray’in 1954 yapımı renkli feminist wesrerni “Johnny Guitar-Dişi Kartal” filminden çıkıyorlar. Para olmayınca Marion’un da olmayacağını bilen Louis, Reunion’a dönüyor ve hissesini ortağı Jardine’e devrediyor. Lyon’daki Marion, umutsuzlukla kayıt stüdyosunda Louis’ye mektup yazar gibi plak
kaydediyor. Yolda elinden düşürdüğü plak kırılınca kendini kadere bırakıyor. Truffaut, Louis’nin dönmeden hemen önce Marion’un tüm güzelliğini gösteriyor herkese. Antik Yunan kadın heykellerini kıskandıran marion’un mermer gibi beyaz teni ve dişi manzarası bir an büyü saçıyor. Louis’nin, bu güzellik karşısında mağlubiyeti anlaşılıyor bir nebze. Louis döndüğünde yatakta uzanmış sarışının tarif edilemez düzgün beyaz bacaklarını nazikçe okşuyor, kocaman el yukarı doğru kayıyor ve mutluluk saçan anlar yaşanıyor. Truffaut sevişmeyi göstermese de zihinlerde yüzyılın sevişmesi olduğu hissediliyor.

Gündüz olduğunda çantanın içine konan paraları evde saklayan Louis ve Marion beraber restorana gidiyorlar. Louis gazetedeki haberi okuyor. Aix-en-Provence’ta su baskını olmuş. Polis, mahzende gömülü Comolli’nin cesedini bulmuş. Lyon’dan gitme vakti geliyor. Evde bir çanta dolusu parayı almak zorlaşıyor. Polis kaldıkları yeri de buluyor. Marionn para olmadan onunla gider miydi? Parasızlıktan çok korkan Marion, parasızlığı sıradanlık olarak görüyor.

Louis ve Marion, karlar altındaki Rhône-Alpes’te köy dışında bir kulübeye sığınıyorlar. Sınırı geçip bu cehennem durumdan kurtulabilecekler miydi? Parasızlık Marion’u endişe içinde bırakıyor. Louis’den kurtulabilmek için Louis’yi fare zehriyle hastalandırıyor. Kadınlar yavaş mı öldürürdü? Louis farkına varıyor. Aralarındaki bu kısa gerilimin ardından karlar içindeki yola düşüyorlar. Louis, güzelliğine mağlup olduğu bu sarına, “Çok güzelsin. Seni seviyorum” diyor. Louis ve Marion, karlı yolda bilinmeyen geleceklerine doğru yürüyüp gidiyorlar. Para yoksa Marion da yok ama…

(25 Ocak 2015)

Ali Erden

[email protected]

Bir Dâhinin Filmleriyle: Orson Welles

Sinemaya hem görsel hem de içerik anlamda yeni bakış açıları sunan sinemanın gerçek dâhisi Orson Welles ustanın “Yurttaş Kane”, “Şanghaylı Kadın” ve “Dava” filmlerinin atmosferinde dolaşmak istedik. Ayrıca 2015 yılı, Welles ustanın doğumunun 100. yılı. Ölümününse 30. yıldönümü.

Orson Welles, 6 Mayıs 1915’te Kenosha-Wisconsin’de doğdu, 10 Ekim 1985’te Los Angeles-Kaliforniya’da öldü. Üç evlilik yaptı. Bunlardan en ünlüsü, 1943’te evlendiği ve 1948’de boşandığı büyük oyuncu Rita Hayworth’tu. Oscar kazanamadı. Yüzü kızaran Akademi, 1976’da ona “Onur Ödülü” verdi. İki yaşında konuşmaya başlayan Welles, radyo tiyatrosuyla Amerika’yı ayağa kaldırmayı başarabilmişti. 1938’de, H. G. Wells’in “Dünyalar Savaşıyor” bilimkurgu romanını radyoya uyarladı ve Marslıların dünyayı istilâ ettiğini anlattı. Böylece de olanlar oldu. 1941 yılında henüz 26 yaşındayken sinemanın gidişini değiştiren “Citizen Kane-Yurttaş Kane” filmini çekti ve gelecek filmleriyle de sinemanın daima taze anlatım yolları olduğunu keşfettirdi.

“Yurttaş Kane…”

Orson Welles’in 1941 yapımı siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurttaş Kane”, anlatım ve estetik yönden sinemanın ufkunu açan bir filmdi. RKO’nun sunduğu bu filmin senaryosunu Welles, Herman J. Mankiewicz’le ortak yazmıştı. Zaman zaman gerilimi arttıran müzikleri de, sonradan Hitchcock filmlerine de destek verecek Bernard Herrmann bestelemişti. Elbette görüntüler. Fransız asıllı Gregg Toland, sinemada devrim yapan mercekler geliştirdi bu filmde. Rönesans devrinde resim sanatındaki “perspektif” kadar önemliydi. Toland, “alan derinliği” veren kısa odak uzaklıklı objektifi buldu. “Yurttaş Kane” filminde buna somut olarak dokunuyorsunuz. Öndeki özne ve nesne büyük görünürken, gerideki şeyler derinliğine göre yansıyordu. Bu teleobjektif ve geniş açılı objektiften daha geliştiriciydi. Yani görüntüde, tıpkı resimdeki gibi perspektif yaratılabiliyordu. Filmin kurgusu da çarpıcı ve ilham vericiydi. Welles, bilinen anlamda geriye dönüş olarak filmini kurgulamamış. Anlatılanları anlatanların zihninden değil, anlatılanları dinleyen gazete muhabiri Thompson’ın algılarıyla yansıyor perdeye. O mekânlar öyle miydi? Ya insanlar? Hiçbir zaman bilinemeyecek. Welles Thompson’ın yüzüne daha az ışık düşürürken, çoğunlukla onu yandan gösteriyor ve yüzü de insanın zihnine pek yerleşmiyor. Gölge anlatıcı gibiydi.

Medya tröstü William Randolph Hearst, Welles’in bu filmine büyük savaş açtı. Ama onu yok etmeye gücü yetmedi. Bu film dokuz dalda Oscar’a aday oldu sonra. Film, yönetmen (Welles), senaryo (Welles-Mankiewicz), görüntü (Toland), erkek oyuncu (Welles), kurgu (Robert Wise), müzik (Herrmann), sanat yönetmenliği-dekor (Perry Ferguson – Van Nest Polglase – A. Roland Fields – Darrell Silvera), ses (John O. Aalberg) dallarında Akademi tarafından ödüle aday gösterildi. Sadece senaryo dalında Oscar kazanabildi.

Film, ölen 37 gazetesi ve bir radyosu olan bir medya tröstü Charles Foster Kane (Orson Welles) üstüne bir belgesel – haberle açılıyor. 1941 yılında ölen Kane’in hayatı göz önünde olsa da çoğu şey bilinmeyen megaloman zengin bir adam. Onun için kimileri faşist, kimileri de komünist demiş. Xanadu malikânesinde, son sözü ”rosebud” (goncagül) olan Kane için bu kelime neyi ifade ediyordu? Bir gazete editörü, muhabiri Jerry Thompson’ı (William Alland) bu kelimenin neyi ifade ettiğini öğrenmesi için görevlendiriyor. Kane, bu barok malikâneye Xanadu adının vermesinin nedeni Kubilay’dan dolayı. Xanadu, dışarıdan silüet olarak yansıdığında gotik bir yapıya dönüşüyordu. Muhabir, korku filmlerini andıran devasa Xanadu’ya, Kane’in şimdi alkolik ikinci eşi Susan Alexander Kane’le (Dorothy Comingore) işe başlıyor. “Rosebud”ın anlamın neyi ifade ettiğini öğrenemiyor. Thompson, Philedelphia’daki Thatcher Kütüphanesi’ne gidiyor. Oradaki arşivi okurken, Kane’in yoksul çocukluğu yansıyor. Küçük Kane karda kızakla kayarken, bankacı Walter Thacher (George Coulouris) vasiliğini annesi Mary (Agnes Moorehead) ve babası Jim Kane’den (Harry Shannon) alıyor ve Charles Foster Kane zengin bir hayatın içine düşüyor. Altın madeni miras kalmış. Bankanın gözetiminde eğitimini alacak küçük Kane, 25 yaşına gelince ancak sonsuz gibi görünen servetine kavuşabilecek.

Thompson, adıyla karşılaştığı şimdi ihtiyarlamış sadık Bernstein’ın (Everett Sloane) yanına gidiyor. Kane, sosyal yardımlara önem veriyor önceleri. Avrupa seyahatinden, Amerikan Başkanı’nın yeğeni Emily Monroe Norton’la (Ruth Warrick) nişanlanmış olarak dönyor. Aklındak fikri de söylüyor. Bir gazete satın almak. En uygunu da Inquirer adındaki küçük bir gazete. Emily’yle de evlenen Kane, gazeteye tüm coşkusunu yansıtıyor. Yayın ilkeleri de yayımlıyor. En büyük rakip olarak da Cronicle adındaki çok gazeteyi görüyor Kane. Sonradan o gazeteyi de bünyesine katıyor. Avrupa’dan sürekli sanat eserleri alan ve koleksiyon yapıyor hep Kane. Thompson’ın yolu, ihtiyarlıktan artık hastanede olan Jedediah Leland’a (Joseph Cotten) gidiyor. Jedediah, Kane’in sadece kendine inandığını söylüyor Thompson’a. Ama, inancı olmayan bir adamdı diyor. Bu hayattaki en iyi dostu tiyatro eleştirmeni Jedediah ama Kane onu da kolayca yolunun üzerinden atıyor. Kane, New York’un ıslak sokaklarında
yalnız dolaşırken, dişi ağrıyan güzel şarkıcı Susan Alexander’la (Dorothy Comingore) tanışıyor, belki de hayatındaki ilk sıcak iletişimi kuruyor. Susan önce Kane’in metresi oluyor, sonra karısı. Valiliğe aday olan Kane’in yolsuzlukla suçladığı siyasi rakibi Jim W. Gettys (Ray Collins), Kane’in “ahlâk dışı” ilişkisini Emily’ye kanıtlıyor Susan’ın dairesinde. Susan’ın dairesindeki çekimler büyüsüyle insanı hâlâ heyecan veriyor. “Alan derinliği” denen estetik fotoğrafların ritüel gibi. Susan’dan ayrılmayı reddeden Kane, Emily’den ayrılıp Susan’la evleniyor ve seçimlerde Amerikan ahlâkına mağlûp oluyor. Seçim bürosunda Jedediah’ın Kane’e söyledikleri insanlara ibret olabilir miydi? Şu ana kadar olmadı. Kane gibiler, önceleri her şeye insani yaklaşıyorlar, yoksullardan yana olduğunu propagandasını yapıyorlar ve gcü ele geçirdiğinde seçmenleri, etrafındaki insanları malı gibi görüyorlar. Jedediah’ın davranışları ve yaklaşımları Kane’e bir şey ifade etmiyor. Jedediah, hayata alaycı bakan, sürekli içen bir sanat insanı.

Kane, dünyanın en kötü selsi opera şarkıcısı Susan’dan bir diva yaratmaya çabalıyor. Onun için Şikago’da opera binası bile inşa ettiriyor, dersler aldırtıyor. Gazetelerinde övgüler yazdırıyor. Bir tek Jedediah gerçekleri yazıyor eleştiri anlamında. Yeteneksizliğinin farkındaki Susan, tek teselliyi içkide buluyor Xanadu hapishanesinde. Thompson, yine Xanadu’ya, Susan’ın yanına geliyor son olarak. O da Kane’i anlatıyor Thompson’a. Salonda kederler içinde yapboz oynarken, derinlikte Kane görülüyor. “Alan derinliği” estetiğinin en ucunda bir andı bu. Sadece görsel anlamda değil, içerik anlamında da. Kameraya yakın Susan görünürken, Kane derinlikte küçücük yansıyor perdeye. Susan, bu oyundan
sıkıldığından intiharı bile deniyor. Sonunda büyük tartışmanın ardından ayrılıyorlar. Bernstein, Jedediah ve Susan’ın anlattıkları da Thompson’ın “rosebud”a ulaştırmıyor. Kane’in çıkarcı uşağı, Thompson’a “rosebud”ın kar yağıyormuş hissi veren cam küre olduğunu söylüyor. Xanadu’da eşyalar toplanırken, Thompson, Kane’in ölürken söylediği “rosebud”ın, hiç ele geçiremediği veya kaybettiği şey, olduğunu söylüyor. Vince takılı kamera öne doğru kayıyor ve yakılan eşyalar arasında “rosebud”ı gösteriyor. “Rosebud” yanarken, Kane’in özlemi de kül oluyor. Kane, gerçek anlamda sahip olduğu tek şeydi. “Rosebud”, en başından en sonuna kadar merak duygusunu ayakta tutuyor. Bu yüzden anlamını söylememeli. Hem Welles’e hem de filmine büyük saygıdan dolayı. Filmin sonunda oyuncular tek tek yansıyordu. Mercury Tiyatrosu’nun saygın oyuncularıydı onlar. Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak değerlendirilen “Yurttaş Kane”, daima ilham verecek.

Welles’n bu filmindeki Xanadu malikânesi de Hurst’ün, Kaliforniya’da Pasifik kıyısında ve 1 Nolu Karayolu üzerinde kondurulmuş devasa şatoya benziyor. Discovery’deki “Aerial America / Havadan Amerika” dizi belgeselinin Kaliforniya bölümünde gösterilmişti. Bu devasa yapının bitişini göremeyen Hurst, inşaatı biten yerlerde Hollywood’a çılgın partiler vermiş bu şatoda. Welles’in bir de Hurst’ün yeteneksiz sinema oyuncusu metresi Marion Davies’i, yeteneksiz opera şarkıcısı Susan Alexander karakteriyle yansıttı bu filminde. Yine Discovery’de yayımlanan “The Mistress / Metres” dizi belgeselinde altı çizilmişti bunun. Filmin Türkçe dublajının da muhteşem olduğunu belirtmeliyiz.

“Şanghaylı Kadın…”

Orson Welles’in, Sherwood King’in “If I Die Before Wake” (Uykudan Önce Ölürsem) romanından uyarladığı 1947 yapımı “The Lady from Shanghai – Şanghaylı Kadın”, sinema anlatımı ve anlarıyla sinemanın özel kara filmlerinden. Welles filmin senaryosunu William Castle, Charles Lederer ve Fletcher Markle’la beraber yazmış. Jenerikte yönetmen olarak Welles’n adı geçmiyor. Welles nedense yönetmen olarak adının geçmesini istememiş jenerikte. Zaman zaman insanı geren müzikleri de Heinz
Roemheld bestelemiş. Sinema tarihine armağan siyah-beyaz fotoğrafları yansıtan da Charles Lawton Jr. Welles bu filmi yaparken bütçe sıkıntısı yaşayınca, Hollywood’un büyük stüdyolarından Columbia’nın kurucusu ve o zamanki sahibi Harry Cohn’a başvuruyor. Filmin başrollerinde Columbia’nın “kızıl kraliçesi” Rita Hayworth (1918 – 1987) olunca Cohn’u ikna ediyor ve bu film Columbia’nın oluyor. Welles ve Hayworth bu film çekilirken evliydiler. 1943’te evlenip beş yıl evli kalmışlardı. Evliliklerine vesile olansa büyük oyuncu Anthony Quinn’di. Welles, bu film için Hayworth’un uzun kızıl saçlarını kısacık kestirmiş ve sarıya boyatmıştı. Bu yüzden de epeyce tepki de almış elbette.

“Kara İrlandalı” lâkaplı denizci Michael O’Hara (Orson Welles), New York’ta Central Park’ta dolaşırken, faytondaki sarışın Elsa’yla (Rita Hayworth) nasıl bir maceranın içine düşeceğini tahmin edemiyor. Elsa, Kaptan Michael’ı kendi yatında çalışmaya ikna edemiyor. Çapkın Michael, Elsa’nın evli olduğunu öğrendiğinde önceki kadınlar gibi macera yaşayamayacağını hissediyor. Denizcilerin takıldığı lokale, Elsa’nın iki bastonla yürüyen engelli ünlü savunma avukatı olan Arthur Bennister (Everett Sloane) geliyor ve zorla da olsa Michael’ı yatına kaptan olmayı ikna ediyor. Uzun bir yolculuk Michael’a bekliyor. Panama Kanalı’ndan
Karayipler’e, oradan Brezilya açıklarına kadar. Elsa, tüm güzelliğini mayosuyla kayalar üstünde sergilerken, hikâyeye Arthur’un ortağı avukat George Grisby (Glenn Anders) giriyor ve her şey değişmeye başlıyor. George, Michael’dan bir anlaşma karşılığı öldürmesini istiyor. Karşılığında da beş bin dolar vermeyi vaat ediyor George. Aslında öldürmeyecek, polis George’un ölü bir adam olduğuna ikna olması gerekecek. Plan basit. Ama derinlerde başka planlar yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlayınca hiçbir şey tasarlandığı gibi gelişmiyor. Michael, İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler tarafında Franco’ya karşı savaşmış bir insan. Savaşta, Franco tarafından bir muhbiri öldürünce İspanya’da hapis yatmış.

Bu filme dokunurken hassas olmak gerekecek. Gizemler ve merak duygusu azalmamalı bu polisiyede. Çok eski klasik bir film olmasına rağmen. Brezilya kıyılarındaki piknikte, Elsa, Arthur ve George’a, kendi başından geçen ürpertici köpekbalığı vakasını anlatıyor Michael. Brezilya açıklarında oltayla balık avlarken,
oltasına bir köpekbalığı takılıyor Michael’ın. Başka köpekbalıkları da geliyor ve çoğalıyorlarmış birden. Büyük mücadele sonunda köpekbalığı kurtulsa da yaralanıyormuş. Kan kokusu denize yayılınca diğer köpekbalıkları çılgına dönüp birbirleri katletmeye başlıyorlarmış Michael’ın anlattığı vakada. Sonuçta hiçbir köpekbalığı sağ kalmamış bu savaşta. Michael’ın anlattığı bu vaka, filmdeki karakterler için trajik bir metafor. Finale doğru zihninizde anlamlaşıyor Michael’ın bu anlattıkları.

Filmin kurgusu ve görselliği aslında sinema yoluna düşeceklere ilham verici. Filmde, önde anlatılanlardan çok, arkada ve görünmeyen olaylar hikâyeye güç katıyor. Welles, perdede gördüklerinizi değil, asıl derinlerdeki hikâyeyi anlatsaydı her şey sıradanlaşabilir miydi? Evet, sıradanlaşma ihtimali vardı. Tüm çatışmalar ve kurulan planlar hiç görmediğiniz yerlerde. Seyirci filmde sonuçları görüyor. Final bölümünde zihindeki o boşluklar doluyor ve her şey anlamlaşıyor.

Her şey San Fransisko’da çözümleniyor. Geride iki cinayet var ve tek sanık da Michael. Filmdeki mahkeme sekansı çok iyiydi ve üstelik de yer yer eğlenceliydi. Michael’ın savunmasını Arthur üstleniyor. Michael, daha önce George’la yazılı anlaşma yapıyor ve George’u öldürdüğünü itiraf eden itiraf yazıp imzalıyor. Bu itirafname George’un öldürülmesinden sonra polisin eline geçince,
elbette tutuklanıyor ve mahkemede yargılanıyor Michael. Jüri kararını açıklamadan önce, Arthur’un haplarından birkaçını yutan Michael, çıkan kargaşada firar ediyor. Sığındı yerse Çin Mahallesi’ndeki bir tiyatro oluyor. Elsa onu tiyatroda buluyor ve Michael, bayılmadan hemen önce gerçekliğe yaklaşıyor seyirciler gibi. Elsa, Çinli adamlarının yardımıyla Michael’ı Play Land Lunaparkı’na götürtüyor. Bu mekândaki anlar sinema tarihine geçti. Hem anlam hem de görsel açıdan. “Aynalar koridoru” diye anılan bu sahnede bir kaos yaşanıyor ve köpekbalıkları birbirine giriyor. Filmdeki akvaryum sahnesi de güçlü ve etkileyiciydi, hatırlatalım.

Filmi, Michael’ın iç sesiyle ve çoğunlukla onun bakış açısıyla takip ediyorsunuz. “Şanghaylı Kadın”, sinema tarihinin hâlâ en özel filmlerindendir. Filmin estetiği de büyüleyici. Karanlık, filme gizem katarken, kara filmlerdeki o etkileyici atmosferin oluşmasına da katkıda bulunuyor. Filmin ışık düzenlemeleri de dışavurumcu estetik taşıyordu. Fonda duyulan müziklerse, gerilime ve merak duygusuna katkıda bulunmuş.

“Dava…”

Orson Welles’in Almanca yazan büyük Çek yazar Franz Kafka’nın romanından uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz “The Trial – Dava”, yabancılaşmanın ustası Kafka’nın ruhuyla buluşan dışavurumcu bir başyapıt. Yapımcı Alexander Salkind’in sunduğu Fransız, İtalyan ve Alman ortak yapımı filmin senaryosunu da Welles yazmış. Dışavurumcu görselliği perdeye Edmond Richard yansıtmış. Filmin girişindeki ve final bölümündeki illüstrasyonları Alexander Alexeieff tarafından çizilmiş. Fonda çoğunlukla hüzünlü tınılar duyuluyor.

Film, illüstrasyon yansımaları üstüne avukat Albert Hastler’in (Orson Welles) düşen dış sesiyle açılıyor. Ses, kanun kapısında duran kapıcıyla taşradan gelmiş bir adamın yıllar boyu süren iletişimsizliğini anlatıyor. Kapıcı, kapıdan geçmek isteyen adama izin vermemiş. Yıllar geçmiş. Adam yıllar boyunca ne yapsa da kapıcıyı ikna edemiyor. Yaşlılıktan gözleri körelen adam, kanun kapısında bir parıltı fark etmiş. Ölmeden önce adamın tüm hayatı bir tek soruya dönüşmüş. Hayatında daha önce hiç sormadığı soruymuş: “Her insan kanun kapısından içeri girmek ister. Öyleyken, neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?..” Yaşlılıktan kulağı iyice sağırlaşan adama kapıcı bağırarak: “Senden başka hiç kimse bu kapıdan giremezdi, çünkü bu kapı sadece senin içindi…” Hastler, uzun anlatımından sonra, “Bu hikâyenin mantığının düşlerin mantığının aynı olduğu söylenir. Veya kâbusların” diyor. Sanki bu hikâyeyi filmin içinde Josef K ve seyirci paranoyayla yüklenmiş kâbuslarla.

Tutuklama… Josef K (Anthony Perkins), sabahın köründe Bayan Grubach’ın (Madeleine Robinson) pansiyona dönüştürdüğü dairesindeki odasında kâbusun içine düşüyor. Görüntü, uyuyan Josef’in yüzünde açılıyor. Odaya pardesülü ve şapkalı bir adam giriyor. Uyanan Josef, çeride yabancı birini görünce şaşırıyor. Adam kim olduğunu söylemiyor. Başka bir adam daha geliyor odaya. Kim olduklarını söylemeyen adamlar Josef’i sorguya çekerlerken, Josef de giyinmeye çabalıyor sabahın ilk ışıklarında. Dedektiflerden biri, odanın içindeki bir çıkıntıya anlam yüklerken, Josef, Bayan Grubach’ın kocasının dişçi koltuğunun bulunduğu yer olduğunu söylese de dedektifler tam bir paranoya atmosferinde her şeye, her davranışa, her kelimeye anlam yüklüyorlar. Davası olduğunu söyleyen iki dedektif gittikten sonra Bayan Grubach da Josef’e kahvaltı hazırlıyor, mahkeme için teşvik ediyor onu. Çünkü ondan kaçmak mümkün değil. Bayan Grubach, kabarede çalışan, sabahın köründe yatmaya gelen Marika Bürstner’den de hoşlanmıyor. Marika (Jeanne Moreau), geliyor ve Josef onunla gelen dedektifleri konuşurken, yatağa sere serpe uzanmış Marika’nın güzelliğine mağlup oluyor ve onu öpüyor. Josef’in hayatında pek kadın yok. Çalıştığı bankada önemli bir yerde olan Josef, kadınlara ulaşamıyor mu? Onlar çok uzaktalar mı? Film boyunca Josef’in karşısına kadınlar çıkıyor. Avukat Hastler’in yardımcısı ve metresi Leni (Romy Schneider), güzelliği ve zarafetiyle bir an başını döndürüyordu Josef’in. O, yalnız, aşksız ve trajedisine giden biri. Kanun kapısından girip gerçeği öğrenemeyen biri de Josef. Seyirci de Josef gibi suçun ne olduğunu arayıp duruyor. Gerçeğe ve anlama ulaşmak basit miydi? Belki de basitti. Otoriteryen yönetimler için gerçeklik, sadece paranoya ve kaos. Yönettiklerini iddia ettikleri halksa onların malları oluyor. Bürokrasinin kuşattığı bu tuhaf atmosferde, bir dolu dosya, daktiloyla yazılmış bir dolu kâğıt parçası, bitmek bilmeyen kalabalık duruşmalar… Tam bir cinnet ve cehennem… Josef işe, bankaya gidiyor. Bir dolu memur, devasa işyerinde masalarının başında oturmuş, daktilolarıyla dosyalar için yazılar yazıp duruyor. Büroya, hiç sevemediği 15 yaşındaki kuzini Irmie (Naydra Shore) geliyor. Irmie’yi yaşına göre ahlaklı bulmuyor muydu Josef? Welles, sadece küçük bir kuşku bırakıyor belli belirsiz.

İlk Sorgulama… Akşam tiyatroda arkasındaki koltuktaki kadın ona bir not veriyor. Yerinden kalkan Josef, bakınıyor, sonra da salondan dışarı çıkıyor. Bir polis müfettişi (Arnoldo Foa) görüyor ve peşlerinden gidiyor. Dışavurumcu tuhaf mekâna geliyorlar. Yoğun parçalı ışığın düştüğü yer burası. Yoğun parçalı ışık düzenlemeleri kasvet duygusunu veriyor perdede. Mahkeme binası, öylesine devasa olmasına rağmen, sanki dosyalar raflardan taşıyor. İnsan bu tuhaf dışavurumcu mahkeme binasında yolunu kaybedebiliyor. İsmi açıklanmayan oteriteryen yönetim görkemini ve şaşaasını malı olan halka her daim hissettirmek istiyor. Faşizm, en büyüğünü, daha büyüğünü propaganda araçlarıyla halkın üstüne yağdırıyor her zaman. Josef’e sorgulanacağı yerin adresini veriyorlar önce. Josef adrese gidiyor. Üstleri çıplak ve numaralı insanlar görüyor. Nazi kampı hissi veriyor burası. Oradan geçip binaya giren Josef, çamaşır yıkayan bir kadını görüyor. Metaforu güçlü bir an bu. Kapıyı açıyor ve mahkeme salonuna giriyor. İçerisi kalabalık. Burada duruşması yapılıyor Josef’in.

Dayakçı… Bürosuna giden Josef, kendisini izleyen üç polisi fark ediyor. Josef bir odaya giriyor ve tuhaf bir manzarayla karşılaşıyor. Sorgulanan insanlara dayak atıyorlar dayakçılar. Cinnetin içinden kaçan Josef, tam anlamıyla bir kâbusun içine düşüyor. Bürosunda amcası Max’ı (Max Häufler) görüyor ve amcası onu avukat Hastler’e götürüyor. Kaotik mekânda güzel Leni’yle göz göze geliyor. Her insanı güzelliğiyle mağlup edebilecek biri o. Hastalıkla cebelleşen, ama kayıtsız gibi duran Hastler, davayı alıyor. Leni, Max’la Hastler’i baş başa bıraktırıp Josef’i dosyların raflardan taştığı tuhaf mekâna götürüyor ve dişiliğiyle Josef’i büyülemeye çabalıyor. Josef’in, kadınlarla deneyimi var mıydı? Onlara ulaşma yollarını mı bilmiyordu, yoksa otoriter yöneticiler gibi kuşkucu muydu? Ama bir gerçek vardı. Kadınlar, onun için ne kadar yakınında olsalar da uzaktaydılar. Zihinsel olarak yakınlaşamıyordu belki de. Leni ona, “İtiraf edersen kanunun pençesinden kurtulursun” diyor. Josef neyi itiraf edecekti? Suç neydi? Filmin içinde dolaşırken, bir an kendinizi rüyanın içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Şimşek çakıyor ve ardından bardaktan boşalır gibi yağmur yağmaya başlıyor.

Sonra başka bir yere geçiyor Josef. Her şey birbiriyle bağlantılıydı bu mekânlarda. Salonda dikiş diken bir kadınla karşılaşıyor Josef. Ardından duruşma salonuna giriyor. Adı Hilda (Elsa Martinelli) olan kadın da peşinden geliyor. Hilda, mahkemede görevli bir adamla evliymiş, yardımcı olacağını söylüyor. Yargıcın kendisine karşı zaafını biliyormuş Hilda. Hukuk öğrencisi Bert (Thomas Holtzmann) adam onlara yaklaşıyor. Bert, Josef’i kalem odasına götürüyor. Josef, sanıklarla dolu koridordan geçiyor, çıkışı arıyor. Josef ve seyirci, gerçek anlamıyla kayboluyorlar bu devasa labirent binada. Başı dönüyor. Gözlüklü bir kadın (Paola Mory) ona yardımcı oluyor ve çıkışı bulabiliyor. Bu kadın, Josef’in güvenebileceği, sığınabileceği, uzlaşabileceği şefkatli bir kadın gibi sanki. Dışarıdan görkemli görünen ama içi kaos dolu devasa bina görkemiyle insanı etkiliyor.

Avukat Hastler’e gidiyor sonra Josef. Onun davası için bir şey yapmamasından dolayı işi bırakmasını istiyor. Öncesinde, davalardan dolayı çökmüş Bloch’la (Akim Tamiroff) tanışıyor. Oradan ayrılan Josef başka bir yere giriyor. Orada kız çocukları var. Merdivenlerden çıkan Josef, ressam Titorelli’yle (William Chappell) karşılaşıyor. Josef, ressamın yanından ayrılır ve bir kaotik labirentte kayboluyor. Peşinde de kız çocukları. Kamera, öne ve geriye hızlı kayarak, Josef ve seyirci için kaotik atmosfer yaratıyor perdede. Dışarı çıkabiliyor. Bir ses duyuyor Josef, Bir rahibi (Michael Lonsdale) görüyor. Rahip, davanın kötü seyrettiğini söylüyor ona. Sonra Hastler’le karşılaşıyor Josef. Perdeye, filmin
girişindeki illüstrasyonlar yansırken, aynı alegorik konuşmayı yapıyor Hastler. Oradan çıkan Josef’in karşısına yine rahip çıkıyor ve ona “Oğlum” diyor. Josef tepkiyle, “Senin oğlun değilim” diyor öfkeyle. Sonra iki adam gelip Josef’i kollarından tutup, banliyö binalarından geçip bir araziye götürüyorlar. Josef’i küçük kraterin içine bırakıyorlar. Josef soyunmaya başlıyor. Ona, intihar etmesi için bıçak vermeye çalışıyorlar. Bu Romalılardan gelme bir gelenek. Josef bıçağı reddedince iki cellât, çukura dinamit atıp Josef’i infaz ediyorlar. Dumanlar, atom bombasının dumanlarındaki mantar gibi havaya kalkıyor. İnsanlığın sonu gelirken, Jodef’in suçu hiçbir zaman öğrenilemeyecek. Ortada suç var mıydı? Evet, paranoya… Elbette yabancılaştırma… Filmin sonunda Welles oyuncularını görüntülüler eşliğinde tek isimlerini de okuyordu.

Eserlerini Almanca yazan Çek yazar Kafka’nın “Dava” romanı, ülkemizde Can Yayınları’ndan 1999 yılında çıkmıştı.

(24 Ocak 2015)

Ali Erden

[email protected]

2014 Yılının En İyi Filmleri

Biten bir yılın ardından geleneksel en iyi filmler seçkisini bu defa biraz gecikmeli olarak paylaşıyorum siz okurlarla. Bu seçki geçtiğimiz yılın filmleri olmasına karşılık dağıtımcı tercihleri doğrultusunda gösterimleri bu yıla sarkmış ya da çeşitli nedenlerle gösterime girememiş ancak yurt içi festivallerde izlenmiş filmleri de kapsamaktadır. Listede yer alan yapımlara ilişkin sitemiz arşivinden ulaşabileceğiniz yazıların tarih ve başlıkları parantez içinde belirtilmiştir.

Kişisel seçimlerim doğrultusunda 2014 yılının en iyi 10 filmi şöyle sıralanıyor:

1 – Tarihin Sonu / Norte, Hangganan Ng Kasaysayan

Lav Diaz geçtiğimiz yılın en önemli keşiflerinden biriydi. Filipinli yönetmen 33. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen sondan bir önceki filminde Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sından yola çıkarak, benzersiz mizansenler, uzun planlar, renkler aracılığıyla kurduğu dünyasında ulusunun çileli tarihini irdeliyordu. (18.04.2014 / ‘Festivalin En Güzel Sürprizi’)

2 – Leviathan / Leviafan

Rus sinemacı Andrey Zvyagintsev’in metaforlarla örülü sineması devlet, din ve vatandaş üçlü arasındaki erk mücadelesine ışık tutuyor. Büyümüş ve çürümüş Devlet’i kıyıya vurmuş dev balina iskeleti aracılığıyla görselleştiriyor, hafızalara kazıyor yönetmen. Yeni Rusya’da olan bitenin ülkemizde yaşanmakta olan ahlaki, hukuki çöküntüyle paralelliği ayrıca ilgiye değer. (16.01.2015 / ‘Merhametli Yüce Tanrı’nın Sessizliği’)

3 – İtiraf 1 – 2 / Nymphomaniac 1 – 2

Ülkemizde yıllar sonra hortlayan sansür uygulamasıyla basın gösterimi yapıldıktan sonra sinemalarda oynatılması engellenen, ancak festivallerde ek gösterimlerle geniş bir izleyici kitlesine ulaşan son Lars von Trier filmi, cinselliğe ve insan ruhunun en karanlıklarına uzanan benzersiz bir yolculuk.

4 – İnsanları Seyreden Güvercin / En Duva Satt Pa En Gren Och Funderade Pa Tillvaron

Roy Andersson imzalı ‘Yaşayanlar’ üçlemesinin yedi yıldır beklenen son ayağı yaşam ve ölüm üzerine eşi bulunmaz bir deneme. İsveçli ustanın ustanın sabit kamerası, birbirini takip eden soluk renkli tablolardan oluşan kendine özgü mizanseni yine çok etkileyici. Filmin özgün adının ilham kaynağı olan ‘bir dala konmuş varoluş üzerine düşüncelere dalan güvercin’ üstadın ta kendisi. (28.12.2014 / ‘Varoluşa Kafa Yoran Güvercinin Gözünden’)

5 – Dingin Sular / Futatsume No Mado – Still the Water

Tanınmış Japon yönetmen Naomi Kawase’nin Doğu Çin Denizi’nde mercanlarla çevrili Amami Oshima adasının eşsiz ekosistemini fon alan son filmi, yaşam, ölüm ve yeniden hayat bulma döngüsününün romantik bir büyüme hikâyesi eşliğinde sunulduğu büyüleyici bir başyapıt. Kawase’gelenekler ve yabancılaşma üzerinden Japon toplumunu ustaca analiz etmiş.

6 – Kış Uykusu

Nuri Bilge Ceylan’ın Çehov, Dostoyevski, Shakespeare, Voltaire alıntılarının kullanıldığı, tiyatro ve edebi lezzet taşıyan uzun diyaloglarla yüklü son eseri üstün bir yönetmenlik becerisi. Ceylan’ın değişmez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin emeğini taşıyan kusursuz sinematografisi de eksik değil bu güzel filmde. (12.06.2014 / ‘Ayazda Kalmış Yüreklere bir Neşter Daha’)

7 – Rüzgar Yükseliyor / Kaze Tachinu – The Wind Rises

Canlandırma sinemasının büyük ustası Hayao Miyazaki’nin veda filmi olduğu söylenen son çalışmasını Küçük Prens’imiz Berkin Elvan’ı düşünerek kederle izlemiştim. Miyazaki insanlığa umudunu koruyarak bitiriyor filmini. Paul Valéry’nin dizelerini ödünç alarak: ‘Rüzgar Yükseliyor!… Yaşamaya Çalışmalıyız!’ (16.03.2014 / ‘Miyazaki’den Berkin’e…’)

8 – Yıldız Haritası / Maps to the Stars

Kanadalı usta sinemacı David Cronenberg’in Bruce Wagner’in ustaca yazılmış senaryosundan yola çıkarak çektiği son filmi acımasız bir Hollywood taşlaması, sert bir düzen eleştirisi. Bu filmin ardından yaklaşan Oscar ödülleri seremonisi farklı bir gözle izlenecek. (11.01.2015 / ‘Hollywood Ateşinde Yanmak’)

9 – Çocukluk / Boyhood

Amerikan Sineması’nın gerçek anlamda bağımsızlarından Richard Linklater aynı oyuncu kadrosuyla 12 yıla yayılmış bu benzeri olmayan çalışmasıyla büyüme üzerine sinema tarihinin en özgün yapıtına imza atarken çağdaş Amerikan toplumu hakkında incelikli bir gözlem sunuyor. Ülkemizde sinemalarda gösterilmeyen film festivaller, DVD ve paralı televizyon kanallarından izleyiciyle buluştu.

10 – İnce Buz Kara Kömür / Bai Ri Yan Huo – Black Coal Thin Ice

Çin Sineması’nın yeni kuşağından Diao Yi’nan’ın son filmi sosyal gerçekçilik motiflerini film noir ile özgün bir biçimde buluşturan modern bir sinema örneği. Yönetmen türün kalıplarıyla hınzırca oynuyor, klişeleri tersyüz ediyor. (17.07.2014 / ‘Bu Havai Fişekler Kaybedenler İçin’)

(21 Ocak 2015)

Ferhan Baran

[email protected]