Dünyanın Bütün Acıları: Andrzej Wajda

Polonya sinemasının dünyaya sunduğu büyük ustalarından Andrzej Wajda’nın iki farklı dönemde geçen “Danton” ve “Katin” filmlerindeki insan trajedilerine dokunmak istedik. Bu iki filmde de politik hırsların korkunç yüzü yansıyor beyazperdeye.

Sinemanın büyük ustalarından Polonyalı Andrzej Wajda (Andrjey Vayda), 6 Mart 1926 yılında Suwalki’de doğdu. II. Dünya Savaşı’nda direnişçilerle beraber Nazilere karşı savaştı. Savaş sonrasında güzeller güzeli Krakow şehrinde resim dersleri aldı. 1950’de dünyaca ünlü Lodz Yüksek Sinema Okulu’na girdi. 1957’de çektiği siyah-beyaz “Kanal” filmi, II. Dünya Savaşı’nda bir avuç insanın kanalizasyonda Nazilerden kaçışını anlattı. Filmin sonu iç burkucuydu. 1958 yapımı “Popiól i Diament – Küller ve Elmaslar” filminde çok etkileyici bir anı yaşattı. Seyirciler, toplantıdaki konuşmayı dinlerken, kamera salondan çıkıp WC önünde müşteri bekleyen kadını gösteriyordu. Aslında pek bir özelliği yokmuş gibi görünüyor. Ama önyargılı olmamalı. Sinemada buna “asenkronizasyon” (eşleşme olmayan) deniyor. Bunu öncü Rus yönetmenler Ayzenştayn ve Pudovkin denemişlerdi ilk. Bununla sanatı gözetmek istiyorlardı. Sesli sinemaya karşı çıkan Charlie Chaplin de “asenkronizasyon”u denemişti. 1931 yapımı siyah-beyaz “City Lights – Şehir Işıkları” filminde ekonomik gelişmeyi yansıtan anıtın açılışını yapan sesi hızlandırarak konuşmayı anlaşılmaz duruma sokmuştu Chaplin. 1936 yapımı siyah-beyaz “Modern Times – Asri Zamanlar” filmindeyse yapay bir dil yaratmıştı. Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İbranice tuhaf biçimde iç içe geçerek anlaşılmaz bir hal alıyordu. Wajda usta, 1969 yapımı “Wszystko na Sprzedaz – Her Şey Satılık” filminde de gerçeklik algısıyla oynamayı denedi. Seyirci neyin olacağını tahmin edemiyordu. O an perdeye yansıyan bir an, belgesel gerçekliği miydi, yoksa her şey önceden tasarlanmış bir mizansen miydi?

Ustanın, 1977 yapımı “Czlowiek z Marmuru – Mermer Adam”, 1979 yapımı “Panny z Wilka – Wilko’lu Kızlar”, 1980 yapımı “Dyrygent – Orkestra Şefi”, 1981 yapımı “Czlowiek z Zelaza – Demir Adam”, 1983 yapımı “Eine Liebe in Deutschland – Almanya’da Bir Aşk”, 1985 yapımı “Kronika Wypadków Milosnych – Aşk Olayları Günlüğü” gibi önemli filmlerini de hatırlamalı.

“Danton…”

Andrzej Wajda’nın 1983 yapımı “Danton” filmi, Fransız Devrimi’nden sonra yaşanan Robespierre diktatörlüğünün terörünü anlatıyor. Gaumont – TF1’in ortak sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Jean – Claude Carrière, Agnieszka Holland, Boleslaw Michalek ve Jacek Gasiorowski ortak yazmışlar. Bu filmin senaryosu ve diyalogları da çok güçlüydü. Dublajda Türkçenin de gücünü hissediyorsunuz. Film, Stanislawa Przybyszewska’nın “Sprawa Dantona / L’Affaire Danton” (Danton Meselesi) eserinden uyarlanmış. Filmin etkileyici müziklerini Jean Prodromidès bestelemiş. Çarpıcı görüntülerse kameraman Igor Luther’den. Mekânlara düşen ışıklar görüntülere etkileyici atmosferler sunmuş. Wajda, dönem filmlerinin kahverengimsi görüntülerinden çok, renkleri öne çıkaran görüntü çalışması yansıtmış. Oluk oluk akan kıpkırmızı kanlar daha da ürküntü yaratsın diye. Filmde zaman zaman Carravaggio, zaman zaman da Goya resim tablolarının içindeymiş gibi hissediyorsunuz.

Sabah olurken yolda bir atlı araba kameraya doğru geliyor. Ön jenerik yazıları yansırken fonda da gerilimli müzik duyuluyor. Sonra jandarma yolu kesiyor Paris’e gidecekleri denetlemek için. Arabada Danton da var. Georges Jacques Danton (Gérard Depardieu), devrimin önemli isimlerinden. Paris 1794, bahar… 1. Cumhuriyet kurulalı iki yıl olmuş. Devrimden beş yıl sonra. Fransız bayrağı Devrim’de doğdu. Mavi özgürlüğü (liberté), beyaz eşitliği (égalité), kırmızı kardeşliği (fraternité) simgeliyor. Şimdi bu üç kavramın içleri mi boşaltılmıştı? Fransa, Maxime Robespierre’in (Wojciech Pszoniak) despotizminin altında nefes alamıyor. Robespierre’in “Terör Dönemi”nde giyotin sürekli kelle kesmeyi sürdürüyor. Robespierre’in baskıcı yönetim anlayışına ters düşen Danton, Paris’i terk etmiş ve şimdi geri dönüyor bu faşizmi bitirebilmek için. Bu o kadar kolay mıydı? Robespierre’in evinde baş hizmetçi Bayan Duplay (Malgorzata Zajaczkowska) Eléonore Duplay’in kardeşi küçük çocuğa (Angel Sedgwick) küvette banyo yaptırırken ezberlettiği kelimelerin yaşanılanlar karşısında sadece bir slogan olduğu anlaşılıyor. Kadın sert. Çocuk ezberlediği kadar, “İyi bir devrimci dayanıklı olmalı. (…) Tüm insanlar özgür ve eşit doğar; özgür ve eşit ölür. Sosyal farklılıklar, sadece ortak çıkarlar temelinde yaratılabilir. Tüm siyasi kanunların hedefi ulusun iyiliği olmalıdır. Özgürlük her şeyi yapabilmektir. Başkalarına zarar vermediği sürece…” Sonra Bayan Duplay, beş haftadır hasta olduğundan yataktan çıkamayan Robespierre’e kahvaltı getiriyor. Robespierre’in yüzünde bıkkınlık ve yorgunluk fark ediliyor. Kamera sokağa çıkıyor ve halkın yoksulluğunu gösteriyor. Halk, yağmur altında ekmek kuyruğuna girmiş. Her şey devrim öncesinden beter sürüp gidiyor. Son kral olan 16. Louis’nin eşi Kraliçe Marie Antoinette’in, halkla alay eder gibi, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” dediği rivayet edilir. Bu ekmek kıtlığı, yönetimin savaşa hazırlığı için miydi? Kuyruktakilerden bazıları tartışıyorlar. Bir genç halkı ayaklanmasını umuyor. Halk ayaklandığında kral bile duramamıştı. Tartışmalar sürerken, jandarmalar, yakaladıkları bir göçmenle oradan geçiyorlar varlıklarını da hissettirerek. Sonra kamera Danton’un Paris’e görkemli dönüşünü gösteriyor. Halkı büyük bir heyecan ve umut sarıyor Danton kendini gösterince.

Robespierre’in malikânesine Antoine Saint – Just (Boguslaw Linda) geliyor. Robespierre’e Halkın Kurtuluşu Komitesi’nin bildirisini okuyor. Komite’nin bildirisinde, “Halkın Kurtuluşu Komitesi, despotizmin geçerli bir yol olduğunu görmüştür. (…) Despotizme karşı korunacak son şeyse basın özgürlüğüdür. Moskova’da basın özgürlüğü olsaydı, yarın orada da Cumhuriyet kurulurdu…” yazıyor. Sonra berber, Robespierre’i tıraş etmek için geliyor. Robespierre’e, “Kardeşlik adına merhaba” diyor berber. Robespierre tıraş olurken, bildiriyi basan matbaada basılıyor. Makineler kırılıyor. Bildirilere el konuyor. Evde Robespierre hazırlanırken, Antoine, “Danton’u giyotine gönder” diyor. Matbaacı Camille Desmoulins’i (Patrice Chereau) hükümetin üstüne salanın Danton olduğunu söylüyor. Antoine, Robespierre’i Dantona’a karşı kışkırtıyor sürekli. “Her şey devrimin zaferi için” diyor Antoine. “Ama ne pahasına olursa olsun değil” diye karşılık veriyor buna Robespierre. Sonra ikisi de malikâneden ayrılıyorlar. Robespierre, pudralı beyaz peruğunu da takıyor. Sonunda Komite, yani Bakanlar Kurulu Robespierre’in başkanlığında toplanıyor haftalar sonra. Toplantıda Billaud – Varenne (Jerzy Trela), Danton’un giyotine hemen gönderilmesi için bastırıyor. Robespierre idama karşı çıkıyor toplantıda. Sonra, “Adalet ilahi bir erdemdir. İnsan eli ulaşamaz. Devrim Mahkemesi’yle olmaz” diyor masadaki öfkelilere. Robespierre, “Danton’u idam etmek, burjuvaziyi karşı devrime çekmek olur” diyor. Bir de Kongre var, yani Meclis. Robespierre, “Halkın devrime olan inancını yok ederiz. Terörle yönetmek zorunda kalırız” diyerek bakanlarını uyarıyor. Terörün umutsuzluktan başka bir şey olmadığını da hatırlatıyor Robespierre. Ama Billaud, ne olursa olsun Danton’u yok etmek istiyor. Ama, Robespierre uzlaşmadan yana. Ülkenin iyiliği için, “istisnai genel af” yapmayı düşünüyor Robespierre. Ayrıca Robespierre, Danton’un “Vieux Cordelier” adındaki gazetesini de kapatmış. Desmoulins de buna karşılık “Jeune Jacobin” adında başka bir gazete yayımlayacakmış. Jakoben (Jacobin), Devrim’de siyasi bir partiydi ve Devrim’de dökülen kandan daha fazlasını dökmüştü.

Kamera başka bir mekâna gidiyor. Binada. Dekolte rahibe resimleri kuruması için asılmış. Kamera, Robespierre despotizminden bir an önce kurtulmak için halk ayaklanmasını isteyen maviler içindeki General Westermann’ın (Jacques Villeret) kılıcını gösteriyor. Danton da bu mekâna geliyor. Westermann, Danton’a ayaklanma için, “Önce mahkûmları salalım” diyor. Danton, “Paris halkı benim yanımda” diyor ve ayaklanmaya karşı çıkıyor. Desmoulins de geliyor ve gazetenin kapatıldığını söylüyor Danton’a. Robespierre’in matbaa baskını provokasyonuna karşı ne yapılacaktı şimdi? Danton, “Sakin olmalıyız” diyor. Oraya gelen muhaliflerden Pierre Philippeaux’ya da (Serge Merlin), “İktidar istemiyorum. 35 yaşındayım, ama 60 yaşında gibiyim” diyor Danton. Eğer teröre bulaşmazlarsa onlara katılabileceğini söylüyor Pilippeaux. Halkın Kurtuluşu Komitesi’nin silahsızlandırılmasını da istiyor. Robespierre’in polisi ve gizli polisi var. Polis devleti kurmuş. Bu polislerle korku salıyormuş muhaliflere ve halka. Danton, Kongre’de gizli polis olan François Heron’a (Alain Macé) saldırı olmasını istiyor. Burdon (Andrzej Seweryn), hemen Kongre’ye gidiyor ve kürsüden Heron’u suçluyor. Burdon, Heron’u göstererek, “İşte bu polis, bireysel özgürlüğü tehlikeye atan asıl düşmandır” diyor milletvekillerine. Polis, kendini kanunun üstünde görürse ne olurdu? Heron için oylama yapılıyor. Danton’un Robespierre’e karşı bir zaferi miydi?. Bu yeni dönemin başlangıcı olabilir miydi?

Tarihin ilk diktatörü, Roma İmparatoru Jül Sezar’dı. İktidarı ele geçirdiğinde ilk yaptığı iş, emellerinin önünde olabilecek herkesi yok etmekti. Ama birini atlamıştı. O da Brütüs’tü. Modern diktatörlerin iki atası, Sezar ve Robespierre her daim ilham oldu onlara. Robespierre’in uygulamaları, önce Sezar gibi yakınındakileri yok etse de yöntemler geliştirerek ekibiyle propagandalar ve yalanlar üstüne iktidarını oturtmuştu. Devrim Mahkemeleri’nde iftira dolu iddianamelerle muhaliflerini savunmaya yer bırakmadan yargılatmıştı. Sonra da, Fransız Devrimi’nde ortaya çıkan giyotinle o muhaliflerin kellelerini kopartarak “Terör Dönemi” yaşatmıştı. İktidarında Fransa’yı kırmızıya boyamıştı. Robespierre, Bakanlar Kurulu’nun etkisinde de kalmış ve Devrim ideallerinden uzaklaştırmıştı iktidarını. Diktatör yönetimler, siz onlara hakaret ettiğiniz için değil, daha çok fikirlerine katılmadığınız için öfkeleniyorlarmış.

İşte bu Robespierre, Danton’la buluşmak istiyor. Danton, eski dostunu iyi ağırlayabilmek için mükellef bir sofra hazırlatıyor. Ama Robespierre’i yemek masasından başka şeyler ilgilendiriyor. Robespierre, Danton’dan Komite’ye katılmasını ilan etmesini istiyor. Danton da içkisini götürüyor bol bol bu buluşmada. Danton, terör hükümranlığını bitirmesini istiyor ondan. Robespiere, devrimin açıklarını kullanan zenginlere karşı yapıyormuş idamları. Danton, “Sen herkesi roman kahramanı gibi görüyorsun. Bizler etten ve kemikteniz” diyor. “Bizim seviyemize in” diye de ekliyor Danton. “İktidarı mı istiyorsun” diye soruyor Robespierre. Gerçek iktidarın sokaklar, halk olduğunu hatırlatıyor Danton. Sonra da elini boynuna götürüyor, “Onu kesecek sen olacaksın” diyor. Bir şey bulamayacağını anlayan Robespierre oradan gidiyor. Danton, Robespierre gittikten sonra Bourdon’a “Avucumda” diyerek önemli hatasını yapıyor. Peruğu başında dışarı çıkıyor Danton toplantı için. Westermann, ayaklanma için ısrar ediyor. Danton ayaklanmaya karşı çıkıyor ve toplantıya katılmıyor. Kadınlara takılıyor. Desmoulins, toplantısı sonunda karısı Lucile’le evde. Bir bebekleri var. Lucile endişe içinde. Robespierre, çok geçmeden Desmoulins’in evine gidiyor. Lucile, Robespierre’e, “Neden onu terk ettin” diyor. Robespierre de “Tam tersi” diye cevaplıyor. “Desmoulins’i uyarmak için gelmiş Robespierre buraya.”

İki buluşmada da umduğunu yine bulamayan Robespierre bakanların toplantısına katılıyor. Robespierrre, Danton’un tutuklanması için polis gönderdiğini söylüyor. Komitedekiler, halkı ve Kongre’yi hazırlamadan tutuklamaya karşı çıkıyorlar. Çünkü bu, Kongre’ye karşı politik intihar olurmuş. Danton, bankerleri de yanına çekebilirmiş. Her şeyin kanunlara uygun olması için Genel Güvenlik Konseyi’nin onayı gerekiyormuş. Desmoulins’in de tutuklanmasını istiyor Komite. Robespierre, “Desmoulins benim dostum” diyerek karşı koysa da kabul görmüyor. Genel Güvenlik Konseyi Başkanı ve gizli polisin başındaki Vardier (Czeslaw Wollejko), “Kanuna uygun değil” dese de Komite kararlı. Komite düzmece karar çıkartıyor. Bu kararla Danton, Desmoulins, Philippeaux ve Lacroix (Roland Blanche) tutuklanası için Komite’deki bakanlar imzalıyor. Tutuklananlar Lüksemburg Hapishanesi’nde toplanacaklarmış. Kararı Lindet (Marian Kociniak) imzalamıyor. Lindet, “Komite beni devrimleri korumak için seçti” diyor. Danton evine geliyor. Desmoulins de orada. Tartışıyorlar. Danton, “Onlara hakaret etmek önemsiz. Onları onaylamamak kızdırdı. Çünkü o elde çok kan var” diyor Desmoulins’e. Devrim Mahkemesi için 12 üye olması gerekiyor, ama ancak yedi üye ayarlayabiliyor Komite. Gizli polis de baskınlar düzenlemeye başlıyor. Yoksullar, evsizlikten topluca aynı yerde yaşıyorlar. Danton evinde bekliyor. Yoldaşı, Lindet’den haber getiriyor Danton’a kaçması için. Danton gitmek istemiyor. Filmin girişinde Danton’un arabasında olan genç kız Eléanor Duplay (Anne Alvaro), Danton’un evinde. Danton, kızın yanına geldiğinde kız ürküyor. Eléonore’un, Danton’la ilişkisi açık değil. Tarihte de öyle. Danton ona, kasadaki paraları almasını söylüyor. “Meşhur Cumhuriyetimiz el koymadan” diye uyarıyor. Sonra eve genç bir polis geliyor ve ürkek kelimelerle Danton’a tutuklandığını söylüyor.

Dostları da Kongre’de Danton’un tutuklandığı haberini alıyorlar. Bourdon korktuğu için kürsüde Legendre (Bernard Maître) konuşma yapıyor. Rebospierre ve bakanları da Kongre’de. Legendre, bu tutuklamanın kışkırtma mı, kıskanma mı, yoksa kişisel düşmanlık mı olduğunun Kongre’de tartışılmasını talep ediyor. Sonra kürsüye Robespierre çıkıyor. İddialarını haklı çıkarma çabası gösterirken, Bourdon da, Danton tarafından aldatıldığını söylüyor. Kellesini kurtarabilmek için. Bir yerde toplanıyor tutuklananlar. Desmoulins, Philippeaux’ya korkusunu anlatıyor. En son Danton getiriliyor. Danton’un özgüveni hâlâ sağlam. İçki bile istiyor tutuklayanlardan. Robespierre, Desmoulins’le görüşmek için geliyor ama, Desmoulins dostlarını terk etmek istemiyor yaşamaya tutkun olsa da. Devrim Mahkemesi kuruluyor. Yargıçlığı da Fouquier (Roger Planchon) yapıyor. Yargı, Robespierre’in denetiminde. Danton ve Fouquier arasındaki söz düellosu ibretlik. Mahkeme basına sansür uyguluyor ve mahkemeyi takip etmelerine izin vermiyor. Ayrıca savunma hakkı da vermiyor. Danton bir avukat ve politikacı. Ama halk mahkemede ve Danton’a sahip çıkıyorlar. Mahkeme Danton’u yolsuzluk ve rüşvetle suçluyor. İddianame bunun üstüne oturtulmuş. Mahkeme, Danton’un halka hitap etmesine de yasak getiriyor. Ama Danton onlara konuşuyor hep. Çünkü Devrim sırasında kendisinin kurduğu bu mahkemenin uyduruk olduğunu biliyor. Danton, iki Komite’nin de mahkemeye gelmesini istiyor. Reddediliyor.

Ressam David’in (Franciszek Starowieyvski) atölyesinde. Robespierre orada kendi tablosunu yaptırıyor. Atölyeye yargıç Fouquier de geliyor, mektupları almak için. Fouquier, Danton’un halkı büyülediğini söylüyor. Robespierre, “Ne olursa olsun yargılayın ve ölüme mahkûm edin” diyor emrederek. Danton mahkemede, “Devrim, Satürn gibidir; sürekli olarak evlatlarını yiyor. Neden hiç bilmediğimiz kadere itilmek zorundayız? Kurtarılmak yerine ölüyoruz. Bu kan seli nereden gelmektedir; nerede duracak” diyor. Fouquier, Danton’u hükümete darbe yapmakla suçluyor son olarak. Ardından Kongre’den de ölüm kararına onay gelince giyotin hazırlanıyor. Hücrede gömleklerin yakaları kesiliyor önce, sonra da enseden bir tutam saç. Elleri de arkadan bağlanıyor. Şimdilerde ters kelepçe deniyor buna. Kendi adıyla anılan bu ölüm makinesinin mucidi Guillotine, “Bıçak boyna düştüğünde hiçbir şey hissedilmediğini, hatta hoş bir serinlik dışında” demiş. Mahkûmlar dışarı çıktığında çana benzer ses duyuluyor. Kamera da içeride yana doğru kayarak pencereden mahkûmları keder yüklü yansıtıyor. Mahkûmları arabaya bindiriliyor, infaz yerine taşınıyor. Fonda da gerçek anlamda insanı ürküntüye, korkuya, soğukluğa düşüren bir müzik de duyulmaya başlıyor. Ressam David de bir yere oturmuş bu katliamı resmediyor geleceğe kalması için. İnfaz yerinde halk da toplanmış ve hiçbir tepki de vermeden infazları görsel şölen gibi izliyorlar. Sanki arenada dövüşen gladyatörleri izler gibi. Bıçak yukarıdan düştüğünde aşağıda kan oluktan çıkar gibi fışkırıyor. En son Danton infaz ediliyor. Cellât, Danton’un kesilen başını herkese gösteriyor haz duyar gibi. Antoine St. Just zaferi kutlamak için Robespierre’in evine geliyor. Robespierre, yatakta ve terler içinde. Acaba suçluluk duygusu mu yaşıyordu? Cehennem bu muydu? Hizmetçi Bayan Dublay, oğlan çocuğunu Robespierre’in yanına getiriyor. Çocuk banyoda ezberlediği Devrim’in slogan ilkelerini söyledikçe Robespierre biraz daha çöküyor. Elini çocuğun yüzüne uzatan Ropespierre’in eli yavaşça aşağıya düşüyor, ardından da son jenerik yazıları yansımaya başlıyor. Robespierre de 1794’te giyotinle idam edilmişti çok geçmeden. Wajda, politik anlamda en trajik dönemi anlattığı bu filminden modern zamanlara metafor gönderiyor sanki.

Robespierre’i canlandıran Polonyalı oyuncu Wojciech Pszoniak’a ayrı bir övgü gönderilmeli. Onun oyunculuğu gözlemlenmeli ve bu performansından da ilham alınmalı. Filmin diğer maestrosu Gérard Depardieu de mükemmel. Aslında bu filmdeki tüm karakterlere övgü sunmalı. Filme çok şey katmışlar. Bu film, 1986 yılında TRT 2’de “Ustalar ve Filmleri” kuşağında gösterilmişti.

“Katin…”

Andrzej Wajda’nın 2007 yapımı sinemaskop “Katyn – Katin”, II. Dünya Savaşı’nda Sovyet lideri Stalin’in Polonya ordusundaki subayları katledişini anlatıyor. Bu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Przemyslaw Nowakowski ve Wladyslaw Pasikowski ortak yazmışlar. Film, Andrzeja Malurczyka’nın “Post Mortem” romanından uyarlanmış. Müzikleri Krzysztof Penderecki bestelemiş. Görüntüleriyse kameraman Pawel Edelman yansıtmış. Filmde Wajda, zaman zaman hafif el kamerası da kullanmış. Bu filmde Lehçe, Rusça ve Almanca duyuluyor. Filmin kurgusu bir yerden sonra zihin karıştırıyor zaman anlamında. Ama yine biraz zaman geçtikten sonra zihinsel olarak toparlanılıyor her şey.

Polonya, II. Dünya Savaşı’nda en büyük acıları yaşayan ülkelerden biriydi. Katin Ormanı Katliamı, ülkenin yaşadığı trajedilerin unutulmaz yaralarından. Wajda bu filmiyle, bu katliamda, Sovyet Kızıl Ordusu tarafından Katin’de katledilen Polonyalı subayların ve onların ailelerinin aziz hatıralarına saygı gönderiyor. Ön jenerik yazıları yansırken fonda da hüzünlü bir müzik duyuluyor. 1939 yılı… Ülke Almanlar ve Sovyetler tarafından kuşatılmış. Dumanlar üzerine açılıyor film. Kalabalıklar köprüden karşıya geçmeye çalışıyorlar. Yaşlı, kadın, çoluk çocuk yollara düşmüşler. Onlar arasında bisikletiyle Anna (Maja Ostaszewska) ve küçük kızı Weronika “Nika” da var. Yüzbaşı kocası Andrzej’i (Artur Zmijewski) aramak için Krakow’dan buralara kadar gelmiş. Arabadaki kadın Anna’yı tanıyor. Şafakta Sovyetler saldırmış. Kadın, Anna’ya “Güvendeler” diyor Polonyalı subaylar için. “Kendini ve çocuğunu niçin tehlikeye atıyorsun? Makul ol” diye Anna’yı teskin etmeye çabalıyor. Anna kadınla konuşurken kızı da ortadan kayboluveriyor. Yalnız ve korkmuş küçük bir köpeğe küçük kalbiyle sevgisini gösteriyor Nika az ileride. Sevgiye ve şefkate en içtenlikli an buydu filmde. Sonlara doğru da sıcak bir an yansıyordu Krakow’dan. Wajda, onca vahşetin ortasında insani olan anların yansıması için çaba göstermiş. Ama yine de bu filmin derinliğinde yansıyan insanın insana yaptığı tarif edilemez insanlık suçu vahşetlerine dayanabilmek gerçekten güç. Anna, kızıyla sahra hastanesine gidiyor. Savaşın korkunç tarafıyla bu anlarda karşılaşılıyor filmde. Yaralılar, ölüler her tarafta. Radyodan Polonya’nın başkanının konuşmasını dinliyorlar. Sonra birden Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov’un konuşması duyuluyor. İki büyük güç Polonya’yı istila etmiş, ama Polonyalı subaylar neredeydi? Andrzej, diğer subaylarla istasyonda. Andrzej, her şeyi defterine mektup gibi not ediyor. Andrzej’in iç sesi bir şeyler anlatıyor defterinden: “17 Eylül 1939, Bolşevikler girdi. Sovyet tanklarıyla kuşatıldık, silahlarımız teslim ediyoruz. Onlarla savaşımız olmamasına rağmen bizi POW için götürüyorlar. Subayları ayırdılar. (…) Ara sıra durumu size bildirmek için mektup yazmaya çalışacağım. Bana bir şey olursa ya da ölürsem belki bu defteri size gönderirler…” Anna, kocasını bu istasyonda buluyor. Sonra tren geliyor. Sovyet ordusu, Polonyalı subayları vagonlara dolduruyorlar ve esaret kampına doğru yola çıkıyorlar. Almanlarla Sovyetler ittifaka geçip Polonya ordusunu paylaşıyorlar. Almanlar erleri, Sovyetler subayları esir ediyor. İki Sovyet askeri garda, Polonya bayrağını parçalıyor. Biri kırmızı tarafı göndere çekiyor, diğeriyse beyaz tarafıyla botunu siliyor. Bu an simgesel.

6 Kasım 1939… Krakow’da Andrzej’in profesör babası Jan (Wladyslaw Kowalski) ve profesör annesi Maria (Maja Komorowska) evde vedalaşıyorlar. Jan, Alman SS subayı Dr. Müller’in (Joachim Paul Assböck) konferansına gidiyor. Bir daha yolları kesişmiyor bu iki yaşlı insanın. Konferansta Almanlar tarafından tutuklanan profesörler esir kampına götürülüyorlar çünkü. Krakow şehri Almanların elinde. Yine aynı zamanlar. Sovyet kontrolündeki Kozielsku’daki kampta esir Polonyalı subaylar yansıyor. Şehirde de Stalin posterleri asılı. Megafonlardan propaganda ve marşlar yayınlanıyor hep. Anna da, Krakow’a gitmek için Sovyet subaylarından izin istiyor. Ama reddediliyor. 24 Aralık 1939, Krakow… Siyah-beyaz belgesel görüntü yansıyor. Sovyet askeri köprüde nöbet tutarken, şehir görünüyor derinlikte. Ardından günlük yaşam geliyor perdeye. Krakow’da generalin (Jan Englert) karısı Roza (Danuta Stenka) yemek masasını hazırlıyor sanki kocası gelecekmiş gibi. Bu ritüel çok etkileyici. Roza, kocasını hayal ediyor hüzünle. Fonda da çığlığı çağrıştıran bir müzik duyuluyordu.

Sovyet esir kampı. Gece kar yağıyor. Uçak mühendisi Teğmen Pitor (Pawel Malaszynski), korku ve endişe içinde. Silah bile kullanmasını bilmiyor. Sivil hayatta rahip olduğu hissedilen bir subay Pitor’a teskin olması için haçlı bir tespih veriyor. Polonya Katolik. Sosyalist dönemde de din hiçbir zaman dinden uzaklaşmadı Polonyalılar. Roza’nın kocası general Polonyalı subaylara moral vermeye çabalıyor konuşmasıyla. General, “Aynı kaderi paylaşıyoruz. Burada çoğunluğumuz bilim insanları, öğretmenleri, avukatları görüyorum. Bir ressamı bile görüyorum. Dayanmalısınız” diyor. Sonra hep beraber ilahi bir şarkı söylüyorlar. Şarkı söylenirken, “dolly”ye takılı kamera da yukarı doğru yükselmeye başlıyor. Subaylar ,“Tanrım, dünyada doğar, titrer iktidarlar / Yoksun kalır cennete ihtişamından lordlar / Parlak âlemler solar / Alev duyguları saklar / Bitmez tükenmez bir mucize / (…) / Efendim İsa olsa bile ölümlüdür / Böylece dünya tek vücut oldu / Aramızda sonu olmadan yaşayarak” diyor ilahi şarkıda. Kamera, kar altında gecenin karanlığında kampın gözlem kulelerini yansıtıyor.

1940 yılı, gece… Anna, kızıyla beraber kız kardeşi Elzbieta’yla (Anna Radwan) beraber aynı dairede kalıyor. Bir Sovyet subayı geliyor daireye. Yüzbaşı Popov (Sergey Garmash), semaver ve ilaç getiriyor. Sonra Anna’yla konuşmak istiyor. Yan odada Anna’ya kendisiyle evlenmesini istiyor. Çünkü Sovyet ordusu, Polonyalı subayları katletmeden önce ailesini ortadan kaldırıyormuş öldürerek. Popov, bir zamanlar kendi ailesini kurtaramamış. Suçluluk duyuyor, vicdan azabı çekiyor. Anna evlenmek istemiyor. Kocasının yaşayacağına umudu var hep. Dışarıda askeri araç apartmanlardaki belli adreslere baskın düzenliyor. Sovyet askerleri Elzbieta’yı buluyorlar ve çocuğuyla beraber götürüyorlar. Popov, Anna ve kızını saklıyor.

Krakow 1940, ilkbahar… Alman ordusu megafonlardan şehir sakinlerine sürekli bilgiler veriyor, durum değişmedi diye. Anna, kayınvalidesi Maria’nın evine geliyor Nika’yla. 1940, kış… Sovyet kampındaysa Polonyalı subaylara Noel kutlaması için izin veriyorlar. Teğmen Jerzy (Andrzej Chyra), Andrzej’e el örgülü ve kendi ismi yazılı kazağı hediye ediyor. Başka bir andaysa, Maria’nın evine posta geliyor. Bir kutuyla bir zarfın anlamı derindi. Profesör kampta kalp rahatsızlığından öldü diye yazıyor mektupta. Sovyet kampındaysa Polonyalı subaylar bekliyorlar. Pravda okuyanlar da var. Tifüs hastalığı da yayılmaya başlamış. Acaba tifüsten dolayı Sovyetler Birliği’ne mi götüreceklerdi onları? Burada subayları ikiye ayırıyorlar. Jerzy’yle Andrzej’in yolları bir daha buluşmuyor. Yüzbaşı Andrzej ve general aynı bir yere götürülüyorlar. Teğmen Pitor da onlarla.

Krakow, 1943… Megafondan isimler okunuyor sürekli. Anna, gazete bayisinden bir gazete alıyor. Andrzej’in ismi gazetede görmediği için umutlanıyor. Kayınvalidesi Maria’nın yanına gidiyor sevinçle. Ama Maria’nın kelimeleri Anna’yı yaralıyor. Generalin karısı ROSE, evinde “Katin Listesi”ne bakıyor kederle. Kızı Ewa da (Agnieszka Kawiorska) yanında. Almanlar onu davet ediyor. Kuşkuyla oraya gidiyor Roza. Alman subay, Katin Ormanı’nda olanları anlatıyor. İfadeyi imzalamalarını istiyorlar. Roza imzalamıyor. Alman subay ona, “Auschwitz’den mektup göndermek istemezsiniz” diyor öfkelenerek. Roza’yı bir odaya götürüyorlar. Siyah-beyaz belgesel görüntülerle Katin katliamı yansıyor. “Smolensk Katin Ormanı” yazıyor belgeselin başında. Polonya POW’undan subaylar katledilmişler. Ses, “Alman uzmanlar, Polonya adli tıp uzmanı Doktor Pradowski’yle beraber, beynin arkasından kurşunlandıklarının, bunun tipik bir Bolşevik usulü olduğunu keşfettiler. Ölüm yarası, kurbanın kafatasının üst kısmındadır” diyor. Belgeselde ölüler toplu mezarlardan çıkartılıyor ve sıra sıra diziliyorlar. Görüntüler gerçek anlamda çok sarsıcı ve insan bakarken ürküyor. Kamera geriye doğru çekiliyor ve belgesel görüntülerin perdeden yansıdığını gösteriyor. Bu “asenkronizasyon” yaratıyordu. Ses, “Bütün Polonya subayları 1940 ilkbaharında katledildiler. Kurbanlar arasında birçok general var. Bu Bolşeviklerin ölüm saçan felaketinden bütün Avrupa halklarını aynı kaderin beklediğini doğruluyor. Kahraman davranışlarıyla Alman ordusu askerleri kıtamızı koruyor” diye devam ediyor. Cani Naziler, cani Stalin’in katliamını ortaya çıkartmışlar ve kamerayla da kaydetmişler. İroni gibi. İlk bakışta Nazi propagandası gibi algılanıyor. Bu filmdeki tüm siyah-beyaz görüntüler gerçek.

18 Ocak 1945, Krakow… Siyah-beyaz belgesel görüntü yansıyor. Sovyet askerleri şehirde dolaşıyorlar. Halk, Alman olan her şeyi parçalıyor ve yok ediyor. Göndere Polonya bayrağı çekiliyor. Alman bayrağını yırtıyorlar. Alman bayrağıyla botlar siliniyor. Sokaklardan ölü askerler de yansıyor. Roza’nın evine eski kadın hizmetçisi Stas (Stanislaw Celinska) geliyor. Savaş boyunca başka şehirdeymiş. Stras, Roza’ya bir kılıç veriyor. Kamera, başka bir mekâna gidiyor. Bir askeri cip geliyor. Anna, kızı kızıyla evde. Kapı çalıyor. Nika, babası geldi sanarak mutlulukla kapıyı açıyor. Gelen Jerzy. Listede öldüğü belirtilen Jerzy hayatta. Andrzej’in nerede olduğunu bilmiyor. Sonra Anna, Maria’ya Andrzej’in öldüğünü söylüyor. Gizli adli tıp araştırmaları yapan bir merkeze Jerzy, Sovyet binbaşı üniformasıyla gidiyor. Bu merkez, NKVD Kampı’nda yapılan Polonyalı subayların katliamlarının kanıtlarını topluyor. NKVD, “Sovyetler Birliği İçişleri Halk Komiserliği” anlamına geliyor. Jerzy, adli tıp profesörüyle (Krzysztof Globisz) görüşüyor. Katin listesinde Andrzej’in olup olmadığını öğrenmek istiyor. Jerzy, Andrzej’e kazağını vermişti. Jerzy, Anna’nın adresini yazarken profesöre, “Biri için ‘kanıt’ olan, diğeri için ‘kalıntı’ olabilir” diyor. Profesör, adresi Greta’ya (Krystyna Zachwatowicz) veriyor isteksizce.

Dışarıda halk toplanmış, Katin katliamının belgeselini izliyorlar. Sovyet askerleri ve Jerzy de orada. Aynı katliam, bu defa Sovyetler gözüyle aktarılıyor. “Olağandışı Eyalet Komitesi’nin kararına dayanarak” diye konuşan Rusça ses, “Polonya’da işlenen suç olaylarını öğrenmek için özel bir komisyon atandı. POW subayları Katin Ormanı’nda. (…) Kafatasının arkasında bir kurşun deliği, Gestapo katillerinin en sevdikleri öldürme şekli. (…) Polonya POW’unun 1940 sonbaharından daha önce öldürülmediğini tespit edebilirsiniz. Almanlar, kurşun yaralarının da desteklediği tam sinizmle yaptılar. (…) SSCB’deki Polonya 1. Kolordu temsilcileri cenaze törenine geldiler” devam ediyor. Kamera, bu defa belgeseli yansıtan perdeyi gösteriyor, ardından görüntü tüm perdeyi kaplıyor. Wajda, bu anda da “asenkronize” anlatım deniyor. Siyah-beyaz katliam görüntüleri gerçek anlamda sarsıcıydı. Aynı katliam üzerine bu defa Sovyet propagandası yansıyor. Ama katliam gerçekti. Roza, dayanamıyor, askeri kamyonda oturan Sovyet subayına, “Bu bir yalan” diyor. Jerzy, Roza’yı oradan uzaklaştırıyor, sakin bir yere gidiyorlar sisler içinde. Bankta oturuyorlar. Jerzy, onun generalin karısı olduğunu biliyor. Katin’de olduğunu anlatıyor Jerzy. Mezarlara da gitmiş. Jerzy, “Stalin’in, soruşturmaların tarafsızlığı hakkında ifade vermemiz için bize, 1. Kolordu subaylarına ihtiyacı vardı” diyor. Jerzy, katliamı Sovyet askerlerinin yapmadığına inanıyor gibi görünüyor. “Görgü tanıkları vardı” diyor. Roza hayal kırıklığına uğruyor Jerzy’nin anlattıklarından. Sessizce oradan uzaklaşıp gidiyor sisler içinde. Jerzy, gece karargâhta gazinonun barında içiyor vicdan azabı çekerek. Polonyalı subay ateğmen arkadaşı Kama (Jacek Braciak) onu teskin etmeye çabalasa da, katliamı Sovyetler’in yaptığını söylüyor. Jerzy dışarı çıkıyor. Tabancasını çıkartıyor ve başına sıkıyor.

Gündüz… Agnieszka (Magdalena Cielecka), rahibin yanına geliyor. Rahip ona Pitor’un haçlı tespihini veriyor. Rahip, tespihi görev kâğıtlarından tanımış. Agnieszka, kederle oradan ayrılıyor. Anna’nın çalıştığı fotoğraf stüdyosuna gidiyor. Büyüteçle siyah-beyaz fotoğrafta kardeşi Pitor’un somurtkan olduğunu fark ediyor. Anna’dan Pitor’un gülmesini istiyor. Anna pencereden dışarı baktığında tanıdığı birini görüyor. Dışarı çıkıyor. Gelen, kız kardeşi Elzbieta’nın oğlu Tadeusz “Tadzio.” Yıllar sonra mutlu oluyor Anna. Yeğeni, vesikalık fotoğraf çektirip liseye kaydolmak istiyor. Resme merak salmış. Anna, Tadzio’nun çantasında bir tabanca görüyor, ama ses çıkartmıyor. Tadzio, direnişe katılmış savaşta. Tadzio okula gidiyor kayıt olmak için. Müdüre İrena (Agnieszka Glinska), karamsar bir insan. İrena, Agnieszka ve Teğmen Pitor’un kız kardeşi. İrena, tartıştığı bu genci okula alacağını söylüyor. Sonra, “Asla özgür Polonya olamayacak” diyor yanındaki öğretmene İrena. Okuldan ayrılan Tadzio, dışarıda Sovyet propaganda afişlerini yırtarken, Sovyet askerleri görüyor onu. Okuldan çıkan Ewa, ona doğru yürüyor ve onu oradan kaçırıyor. Tadzio’yla Ewa, terk edilmiş bir binanın çatısına çıkıyorlar. Sisler içindeki Krakow’u seyrediyorlar. Bir süre sonra oradan ayrılıyorlar. Tadzio, güzelliğinden büyülendiği Ewa’yı öpüyor. Belki bu ikisi için de ilk öpücüktü. Ewa’yla buluşmak üzere ayrıldıktan sonra, Sovyet askerleri Tadzio’yu görüyorlar. Tadzio, çantasındaki tabancayı çıkartıyor, ama trajedi onu sokakta yakalıyor. Gelecek, hayaller ve aşk da bitiyor böylece.

Agnieszka tiyatroya gidiyor saçını satmak için. Orada oyuncu bir kadın (Alicja Dabrowska), başındaki örtüyü çıkartıyor. Saçları yok. Tiyatrodaki Almanlar, işgal sırasında peruklara da el koymuşlar. Kadın oyuncu, Auschwitz’de de kalmış. Kadın, “Kamptan sonra uzamayacak” diyor saçları için. Tiyatroda “Antigone” oyunu sahnelenecek. Agnieszka tiyatrodan ayrılırken oyunun afişi de yansıyor. Agnieszka parasını alıyor. Pitor’un mezar taşlarını kiliseye götürüyor. Rahibin yardımcısını buluyor. Alamayacaklarını söyleyince levhaları el arabasıyla taşıtıyor şehitliğe. Kız kardeşi müdüre İrena da yanında. Sonra İrena gidiyor. İşçiler mezar taşını mezara yerleştirirlerken bir araba geliyor, Agnieszka’yı Sovyet karakoluna götürüyorlar. Ona, Katin katliamını Almanların yaptığını onaylayan bir belge imzalatmak istiyorlar. İmzalamıyor Agnieszka. Kamera, şehitlikte Pitor’un mezar taşlarının kırıldığını gösteriyor sonra.

Ardından Kamera, Anna’nın evine gidiyor. Anna’nın evinde kapı çalıyor, Nika umutla kapıya koşuyor yine. Gelen yaşlı bir kadın, Jerzy’nin intiharını söylüyor ve ardından bir zarf uzatıyor. İçinden Andrzej’in günlük tuttuğu defter çıkıyor. Anna, Andrzej’in notlarını okumaya başlıyor. Andrzej’in kelimeleriyle o katliam günü yansıyor perdeye. 10 Nisan 1940… Katliamın günü. Polonyalı subaylar tren istasyonuna getiriliyorlar. Trene binen subaylar trajedilerine taşınıyorlar. Andrzej defterine notlar alıyor hep. Geldikleri yerde Sovyet Kızıl Ordusu, Polonyalı subayları siyah cezaevi araçlarıyla Katin Ormanı’na taşıyorlar. Ya sonrası? Bu filmi görmek ve dayanmak gerekecek.

Film biterken görüntü kararıyor. Bu karanlık boşlukta bir ilahi duyuluyor en son: “Tanrım sen cennetteki yaratıcımız / Senin cennette olduğu gibi dünyada da / Bize bugünü geçim kaynağımız olarak ver / Günahlarımız için bizi affet / Bize karşı günah işleyenleri affettiğin gibi…”

(28 Haziran 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com