Kategori arşivi: Yazılar

Deadpool

Özenilerek yaratılmış bir insan bu Deadpool. Beyni ve ciğerleri olmadan da yaşayabileceğini iddia eden bir anti kahraman. 25 yıl önce yaşamımıza girdiğinde bu denli sevileceğini kimse bilmiyordu; zaten anti kahraman olduğu için kimse çok da umursamadı… Zaman içerisinde güçlendi, hayatın her anında, her alanında karşımıza çıkınca sinemaya bile atladı.

1991 yılında çizgi kahraman olarak Marvel’in ürettiği Deadpool, çok konuşması, argo cümleleri, hareketliliği, hemen bütün üstün kahramanların özelliklerini bünyesinde topladığı için Hollywood tarafından beyazperdeye uyarlandı.

Kafanı dışarıda bırak!

Bugünlerde savaş olasılığından söz ediliyor. Pahalılık ise almış başını gitmiş. İnsanlar öldürülüyor, bombalar patlıyor, kahveler taranıyor. Spor bile o eski birleştirici gücünden uzak. Kafanızda kırk tilki dolaşıyor, hem de kırkının kuyruğu birbirine kördüğümle bağlı. Üstesinden gelemeyeceğiniz durumlar söz konusu. Daha kişisel sorunlarınızı saymadım bile… Dersler var, ödevler sizi bekliyor… Sevgilinizden ayrılmamışsanız da görüşemiyor olmanın haklı sıkıntısını yaşıyorsunuz. ‘Peder bey’ harçlığı kesmiş, kimi nasıl çayevine bile götüreceksiniz… Kırk tilki bile yetmez sahi…

Anti kahraman ve müzikle aksiyon…

Deadpool filmi sizi bunca cevap bulamadığınız soruların arasından en az iki saatliğine çekip çıkaracak. En kötü zamanlarda bile -tam da sizin aklınızdan geçtiği gibi- en doğru şeyi yapabilen, mizahla birlikte argonun yardımını almaktan çekinmeyen Deadpool, sizin cümlelerinizi çalmakta da mahir. Eskiden beri perdedeki kahraman hep bir şeyleri söylemekten çekinir, belki de size bırakır o sözleri… Ama Deadpool, karşısındakinin cümlesinin de arasına girip istediği yorumu elde etmeyi başarabiliyor. Yani sessiz izlenmesi keyif vermeyecektir diğer çizgi kahramanların canlandığı filmler gibi. Bu arada, atlanmaması gereken bir gerçek de Türkçe dublajının çok başarılı olduğu… Belki de ilk kez altyazılı değil, dublajlı film daha bir anlaşılabilir bu türde. Filmin ritmi, müzikleri ve hızı sizi onca sorunun arasından sıyıracak muhakkak. Denemesi bir bilet parası…

Herkesin bakışı kendisine…

Filmin çıkışında Deadpool’un sözlerinin tiyatro göndermeleriyle dolu olduğunu; Amerikan filmi olmasına rağmen Amerikan arabalarının parçalandığını ama Japon arabaların sağlam kaldığını; bunca hareketliliğe rağmen ne ritimde ne de hareket bağlantılarında aksama olmadığını; Deadpool’un yine de iyi niyetli olduğunu, aşkı için hiçbir şeyden hiçbir şekilde taviz vermediğini yakaladığınızı hissedeceksiniz.

Müthiş bir müzik ziyafeti olarak da bakabilirsiniz, alabildiğine hareketli bir aksiyon filmi olarak da… Tabii, isterseniz felsefi çıkarımlarda da bulunabilirsiniz… Seçim ve karar tümüyle sizin. Unutmayın ki bu bir film ve bir filmde her şey yaşanabilir: hayat bile. Ben Deadpool olmak ister miyim, bilemiyorum, ama onu izlemek keyif verdi.

(11 Şubat 2016)

Korkut Akın

Amerikan Rüyası’na Dalan İtalyan Aygırı!

Popüler sinemanın, genellikle on yıllık dönemler halinde ele alınan tarihine damgasını vuran erkek oyuncular kabaca masaya yatırıldığında ortaya ilginç bir manzara çıkar. Sessiz yıllarda, kapitalist sisteme ve düzen koruyucularına dil çıkarıp uzaklaşan anarşist Şarlo bir yana, Bunalım’lı 30’lar genellikle Capra’nın temiz yüzlü, vatansever Joe Americano’larıyla (Clark Gable, Gary Cooper, James Stewart) anılır. Savaşın göbeğinde, kırılgan kalbini sert görünümüyle maskelemeye çalışan Bogart’ın temsil ettiği 40’lı yıllar, Soğuk Savaş’ın John Wayne’leriyle randevulaşsa da, Brando’nun öfkesinden kaçamayacaktır. Durağın hemen ardındaysa, “gerçekçi olup imkânsızı isteyen” yığınlar beklemektedir! İdeolojilerin çarpışma noktası olarak nitelendirilen 70’lerde ise durum iyice karmaşıklaşır: Bir yanda 68’in dinmeye yüz tutmuş rüzgârını taşıyan kafası karışık adamlar, diğer yanda Yeni Sağ’ı vücuda getiren bireyci kahramanlar. Bu dönem, Stallone’nin tablonun başköşesine yerleşmesiyle; yani 80’lerle noktalanır.

Popüler sinemada 80’lerden söz açıldığında adı anılacak ilk isimlerden olan Sylvester Gardenzio Stallone, 6 Temmuz 1946 yılında New York’ta doğar. Başarısız okul yaşamını Miami Üniversitesi’nde yarım bıraktığı tiyatro eğitimiyle taçlandırmasının ve başarılı olduğu söylenemeyecek bir kaç pornografik denemenin ardından (!) sinemada paranoya dalgasını başlatan filmlerden olan “Klute” ile (dans eden bir adamı canlandırmaktadır) oyunculuğa başlar. Aralarında Woody Allen’ın ilk dönem güldürülerinden olan “Bananas”ın da bulunduğu bir kaç filmde figüranlık denemesinin ardından şans yüzüne güler ve uzunca bir süredir elinde beklettiği “Rocky” projesini 1976’da hayata geçirme olanağı bulur.

Yıl 1975, aylardan Mart’tır. Ekran karşısında, Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu, efsanevi Muhammed Ali’yle o zamana kadar adı sanı çok da duyulmamış bir boksör olan Chuck Wepner arasındaki 15 raunt süren nefes kesici maçı izleyen genç Stallone’nin kafasında şimşekler çakar. Bitime kısa bir süre kala karşılaşmayı nakavtla kaybetse de, Wepner’ın maçın sonuna kadar sergilemiş olduğu mücadele, -aklının bir köşesinde Rock Marciano gibi WASP bir boksör bulunan oyuncu için- bir Hollywood karakteri olarak zihinlere kazınacak Rocky Balboa’ya esin kaynağı olacaktır.

Elinde üç günde yazdığı senaryosuyla film şirketlerinin kapısını aşındıran Stallone, çekilecek filmde başrolü kendisinin oynamasını şart koşmaktadır. Bunu, sonunda kabul ettirebileceği yapımcı şirket Chartoff – Winkler, ona yeni bir Amerikan Rüyası’nın kapılarını açar. 1976’da John G. Avildsen’in 28 gün gibi kısa bir sürede çektiği ilk “Rocky”nin konusu kısaca şöyledir: Philadelphia’lı genç bir işçi olan Rocky Balboa, iş dışı zamanlarında yerel bir kulüpte boks yapmaktadır. Burada keşfedilerek kısa zaman içinde dünya şampiyonluğuna kadar uzanır.

Film, tam da ABD’nin kuruluşunun 200. yıldönümünde gösterime girer ve en büyük rakibi, kendisi gibi “muhafazakâr” bir kahraman olan Travis Bickle’lı “Taxi Driver”ı devirip; ‘En İyi Film’, ‘En İyi Yönetmen’ ve ‘En İyi Kurgu’ dallarında ödüle uzanır. İlginçtir; hem sinemaseverlerin hem de eleştirmenlerin büyük övgüsünü kazanan Stallone’u ‘yeni bir yıldız doğuyor’ diyerek ayakta alkışlayanların arasında sinema eleştirmenlerinin gurusu sayılan Roger Ebert da vardır. Bunda ilk filmin, dönemin “sağ” eğilimlerinin izini sürerken Philapelphia’nın yoksul işçilerini resmetmede gösterdiği başarının da rolü vardır kuşkusuz. Doğruya doğru, gerçek bir atmosferin içinde, “yaşayan” bir karakter olarak karşımıza çıkmıştır Balboa.

Ezilenler için bir tür “tarihin sonu” sayılabilecek 80’lerde, Stallone’nin gösterdiği başarının anlamı büyüktür. İstatistiklere bakalım: Charlie Chaplin’in “The Great Dictator”le 1940’da, Orson Welles’in ise “Citizen Kane” ile 1941’de aynı yıl içinde hem senaryo hem de oyunculuk dallarında Oscar’a aday gösterilmesinden sonra bu şerefe layık görülen üçüncü kişi, Amerikan Başkanı George W. Bush ile aynı yıl ve aynı günde doğmuş olan Sylvester Stallone’dir!

“Rocky 2”de Carl Weathers’ın sempatik oyunu bir yana, hiç de olumlu betimlenmeyen Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu Apollo Creed’i yenerek unvanını elinden alan Stallone, bu filmle birlikte yönetmenlik koltuğuna da oturur ve serinin 3., 4. ve 6. bölümlerini yönetir.

Üçüncü filmde, karısı Adrian ile şampiyonluğunun keyfini çıkartmakta olan bir Rocky çıkar karşımıza. Unvanını elinden aldığı Creed ile artık iyi arkadaş olmuşlardır. Her şeyin yolunda gittiği sakin günleri, Clubber Lang adlı insan azmanı boksörün ona maç teklif etmesiyle bozulacaktır. İlginçtir, 80’lerin sevilen bir başka kahramanı olan ve özellikle 3. Dünya’nın “antidemokratik” yönetimlerine ders veren bir ekibin (!), “A Takımı”nın üyesi olan Mr. T., filmde gerçek bir canavar olarak çıkar karşımıza! Aslında, ilk iki filmde sınıf atlamaya çalışan Balboa’nın “bir parça hırçın” (!) hali olan Lang, Beyaz Amerika’da masumiyetin simgesi haline gelmiş Adrian’a asılmaktan bile geri durmaz: “Gerçek bir erkek arıyorsan buradayım bebeğim!”

Bu filmde işler gitgide sarpa saracak ve Rocky, antrenörü Mickey’i de, maçı da kaybedecektir. Mickey’nin ölümü, sevgili karısının hamile oluşu ve Rocky’nin boks yapmasını istememesi gibi nedenler sonucu kendine güvenini kaybeden kahramanımıza en büyük destek Creed’den gelecektir. Bir zamanlar en büyük rakibi ama artık can dostu olan Apollo, onu rövanşa hazırlayacaktır. Yıllarca Kızılderililere ve siyahi vatandaşlarına yapmadığını bırakmayan ABD, bu filmle Beyaz Amerikalı’nın gücünü bir kez daha kanıtlamıştır. Rocky’nin Apollo ile olan dostluğunu örnek göstererek ırkçılık suçlamalarına katılmayan dostlara söylenebilecek tek şey, güçlü olana itaat ettiğiniz sürece size dokunulmayacağıdır!

Yeni Sağ’ın zafere koştuğu 80li yıllarda, ‘Amerika’nın Sovyetler Birliği ile arasında süregelen soğuk savaşa nasıl katkıda bulunabilirim’ diye düşünmüş olacak ki Stallone, dördüncü filmde bir Rus boksör ile kapışır! Ölüm makinesi olarak resmedilen duygusuz Rus, son teknolojiyle ve ilaçların desteğiyle varlığını muhafaza etmektedir. Maçta Apollo’yu öldürmesi bardağı taşırır ve sırtını Sibirya ayazına yaslayan Balboa, Sovyetler’e unutamayacağı bir ders verirken, “herkes değişebilir” tiradını, milyonların şaşkın bakışları arasında Gorbaçov’a bile alkışlatır! Burada unutulmaması gereken, Gorbi’nin, filmden sadece birkaç yıl sonra, büyük ABD şirketlerinin daveti ile Yeni Dünya’ya ayak basacağı, kapitalizmin nimetlerinden bahsederek, bir başka rüya kahramanına dönüşeceğidir. Demek ki sadece Rocky için değil, eski SSCB’nin başkanı için de “acı yok”tur!

Beşinci filmde, işlevini fazlasıyla tamamlamış olduğundan, ringlere dönme konusunda isteksiz olan ve büyük maddi sıkıntıya düşen Rocky’i, umut veren bir boksör olan Tommy Gunn’ın antrenörü olarak görürüz. Zamanla kendine aşırı güvenen Tommy, Balboa’yı beğenmeyecek ve ona ihanet ederek kendisine başka bir antrenör bulacaktır. Stallone’nin 10 üzerinden “0” verdiği bu film, mantıkdışı olayları ve çığırından çıkmış bir sokak dövüşü ile noktalanır.

Birçok kişi, serinin beşinci film ile sona ermiş olduğunu düşünürken, on altı yıl sonra 2006’da, senaryosunu yine Stallone’nin yazıp oynadığı “Rocky Balboa” karşımıza çıkar. Kendi mitolojisinin sonunda bir yerlerde, adeta başlangıca dönen ve hüzünlü bir atmosfere sahip olan altıncı filmde artık yaşlı bir adam olan Balboa, eşi Adrian’ın ölümü ve oğlunun onun gölgesi altında kalmamak için ondan uzak durması gibi nedenlerle yaşamdan kopmuştur. Artık tek mutluluk kaynağı, lokantasında müşterilere geçmiş anılarından söz etmektir. Bir gün, televizyonda kendisiyle ağır sıklet boks şampiyonu Mason Dixon arasında sanal bir dövüş oyunu düzenlendiğini görür. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Dixon’ın menajerleri Rocky’ye bir maç teklifinde bulunurlar. Teklifi kabul eden Rocky, kendinden 30 yaş daha genç Dixon’la nefes kesen bir maça çıkacaktır.

Vietnam hezimetini kabul edemeyen militarist çevrelerin ilgi odağı haline dönüşecek bir başka uzun serinin, tarihsel gerçekliği tersyüz ederek “ilk kanı ben dökmedim!” diye haykırıp duran “Rambo”nun da kahramanı olan Stallone’nin yıkıntıya dönüşmüş kişisel efsanesi ile bu film arasında bir bağ vardır: Hayali zaferlerin sağladığı ticari başarı, Stallone’nin beyazperdede kalıcı bir karaktere dönüşmesini sağlamamıştır. Kimi zaman “iyi”, kimi zaman ise “komik polis” olarak belirdiği filmler çoğunlukla hüsranla sonuçlanmış, Bruce Willis ve Arnold Schwarzenegger’la Planet Hollywood lokantalar zincirinin ortağı olması dışında elde avuçta çok da bir şeyler kalmamıştır (!). (Stallone, “Rezil Oyunculuk” ödülü olan Razzie’yi birer ikişer toplaya toplaya 2000 yılında “Yüzyılın En Kötü Aktörü” unvanını da eline geçirmiştir!)

Gelinen noktanın tüm hayal kırıklıklarını bünyesinde toplayan “Rocky Balboa”, biraz da yarattığı nostalji duygusuyla, suratına kapanan kapıları aralar; dahası Stallone’ye, kendisi gibi unutulmuş kahramanlarla birlikte yeniden yaşama tutunma olanağı verir. İzinden giden Chuck Norris, Dolph Lundgren, Van Damme gibileri, “Expendables” serisiyle milyonları yeniden kucaklayacaktır. Şurası da bir gerçektir ki, muhafazakâr bir İtalyan/Amerikalı olan Stallone, Uncle Sam’in övgüsüne mazhar olmuş ve Rocky gibi o da kendi ‘Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmiştir!

Bir tür yedinci film de sayılabilecek “Creed”, aldığı övgülere bakıldığında yeni bir serinin de ipuçlarını taşımaktadır. Bir yanıyla da mizah unsuru aramak gerekir iltifatlarda. Son film, model olarak tüm Rocky filmlerini kendisine örnek almakta, ayrıca finaliyle de ilk filmin kopyası konumunda bulunmaktadır. Belki de her şey, bizim kuşaklar için anlamı büyük olan o sihirli cümlede saklıdır, ne dersiniz:

“Adriaaaan başardııııkkk!”

NOT: Yıllar önce Modern Zamanlar’da enfes bir Stallone biyografisine imza atan ve bu yazının önünü açan sevgili dostum Atila Sarıcıoğlu’na teşekkürü borç bilirim.

(07 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Aşk ve Özgürlük

Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir diyor Carol. Yaşanacak olanlar er ya da geç yaşanacaktır. Beklenmedik koşullarda beliren aşka hazırlıksız yakalanmıştır Therese ile Carol. Kırklı yıllar yeni bitmiştir. Savaş sonrası dönemin tedirginliği ve McCarthy paranoyasının üzerine sinmiş olduğu 1950’ler New York’unda yoları kesişir iki genç kadının. Sadece yaşları değil sınıf farkı da zorlar ilişkilerini. Lakin görmüş geçirmiş korunaklı Carol ile ürkek ve kırılgan Therese etraflarında inşa edilmiş kalıpların dışına çıkmaya, dönemin şartlarına göre örnek teşkil etmeyen aşklarını yaşamaya kararlıdır.

Bir müzik parçasına benzetirsek zarif bir piyano sonatı olarak adlandırabileceğimiz ‘Carol’ ünlü cinayet romanları yazarı Patricia Highsmith’in 1952 yılında henüz yirmili yaşlarının başında Claire Morgan takma adıyla kaleme aldığı ve ancak ileri yaşlarında sahiplendiği ikinci romanı ‘The Price of Salt’dan uyarlanmış. Adı kadın filmlerinin yönetmenine çıkmış Todd Haynes imzasını taşıyor, Phyllis Nagy’nin romana büyük ölçüde sadık kalmış mükemmel senaryosundan yola çıkarak bakışlar ve jestler üzerinden derdini anlatıyor. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerde Carter Burwell’ın Philip Glass minimalizmini hatırlatan enfes müzik çalışması devreye giriyor. Bu içine sığamayan tutku hikâyesinin kadınlarını buğulu camlar, aralık kapılar ardından görüntülüyor Haynes. Mükemmel bir iş çıkarmış görüntü yönetmeni Edward Lachman’ın gölgeli siyahtan sıcak ve gösterişliye evrilen renk paleti yaşanan kafa karışıklığını vurguluyor. Çerçeve içinde çerçeveler ayrı dünyaların tutsak insanlarını betimliyor. İham kaynağı olduğunu ifade ettiği Saul Leiter çalışmaları haricinde Ruth Orkin, Helen Levitt, Esther Bubley ya da Vivian Maier gibi döneme damgasını vurmuş kadın fotoğrafçıların külliyatından ustaca yararlanıyor yönetmen. Therese’in valizini toplamış halde otel odasında görüntülendiği sahnede Edward Hopper’ın ünlü yağlı boya tablosuna (Hotel Room, 1931) selam sarkıtıyor.

Ancak film esas selamını sinema tarihinin ölümsüz klasiklerinden ‘Brief Encounter’a gönderiyor. Bizde ‘Kısa Tesadüfler’ adıyla gösterilmiş olan Noel Coward’ın ‘Still Life’ isimli tek perdelik oyunundan yola çıkarak senaryosunu bizzat kaleme aldığı 1946 yapımı David Lean başyapıtının yapısal özelliğini ödünç almış ‘Carol. Tıpkı orijinali gibi aynı sahneyle açılıyor ve kapanıyor. Ritz Oteli’ndeki son buluşmada iki kadının neler konuştuklarını ancak filmin sonunda öğreniyoruz. Carol ayrılırken aynen Trevor Howard gibi sevdiği kadının omzuna dokunuyor hafifçe. Kentin kıstırılmış havasından uzaklaştıklarında kendilerini daha özgür hissediyor sevgililer.

Trenler her iki filmde de hareketi ve özgürlüğü çağrıştırıyor. Lakin bu sınırlı bir özgürlük duygusudur, Carol’ın Noel hediyesi olarak kızına almış olduğu oyuncak tren her iki filmin döngüsel yapısına uygun olarak bir yere varamama duygusunu pekiştiriyor. ‘Brief Encounter’daki kabulleniş ‘Carol’da yerini itiraza bırakıyor. Orijinal filmin Laura’sı (muhteşem Celia Johnson) ailesinin mutluluğu uğruna arzunun ateşini bastırırken, Carol ayrılmak üzere olduğu kocasının kızlarını koz olarak kullanmak suretiyle varlığına sahip çıkmasına başkaldırıyor. Haynes hikâyesinin klasik malzemesine ellili yılların moral kodlarından farklı olarak içinde bulunduğumuz yüzyılın kazanımları doğrultusunda yaklaşıyor.

Cinsler ayrımı ya da eşcinsellik meselesini ajandasının gerilerine atmayı bilmiş bu en hasından aşk hikâyesi sınıf ve güç ilişkilerini jestler, renkler, kostümler üzerinden vermeyi deniyor. İki kadının karşılıklı etkileşimi ellili yılların bir diğer önemli klasiğini, yolun başındaki bir oyuncu adayının (harika Anne Baxter) şöhretinin zirvesinde yılların aktrisini (muhteşem Bette Davis) rol modeli olarak seçtiği (bizde ‘Perde Açılıyor’ adıyla gösterilmiş) ‘All About Eve’i anımsatıyor. Mükemmel kotarılmış bu güzel film, hayatının rolünde bir Greta Garbo edasıyla olgun kadını canlandıran Cate Blanchette ile ‘gökten düşmüş meleğim’ diyerek sakındığı, kafa karışıklığı ürkek bakışlarına sinmiş küçük sevgilisi Rooney Mara’nın üstün performanslarıyla gönülleri fethediyor.

(04 Şubat 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Rüya Tabirleri

* Hollywood, o meşhur “Amerikan Rüyası”nın değirmenine su taşımaya devam ediyor; Cumhuriyetçilerin mitinglerinde çalınan “Eye of the Tiger”, Stallone’nin aslında ne kadar büyük bir oyuncu olduğundan dem vuran kalemlere motivasyon sağlamayı sürdürüyor. İlginçtir; 70’lerin kültürel savaşımından zaferle çıkan Rocky’nin önce siyahilere, ardından da Ruslara savurduğu yumruk, kendi mitolojisiyle çelişme pahasına yeni bir rotaya giriyor. Tek derdi, öncülü gibi “sınıf atlamak” olan Mr. T’yi bir canavar olarak resmeden; hatta ilk iki filmde Apollo Creed’i dahi antipatik bir yaklaşımla ele alan serinin imdadına, eski şampiyonun oğlu yetişiyor. Bütün bunlar, ırk ayrımcılığının açık bir biçimde yeniden hortladığı 2016’da, hemen her gün yeni bir polis şiddetine maruz kalan, gelir adaletsizliği konusunda “dibe vurmuş” siyahilerin gözü önünde yaşanıyor. O insanların “rüya fabrikasındaki” temsilcileri ise Oscar’lardaki temsiliyet sorunundan yakınıyorlar.

İşte “Amerikan Rüyası” tam da budur! Açıkça ırkçılık yapan bir filmde, “Rüzgar Gibi Geçti”de hizmetçi olarak resmedilen “zenci” kadını Oscar’la kandırmak, ödülünü alırken gözyaşı dökmesini sağlamak ya da 80’lerin Yeni Sağ’ına meşruiyet kazandıran, sektördeki marjinal sayılabilecek yaklaşımları doruğa taşıyan bir figürü, tam da ırkçılık tartışmalarının gölgesinde ödüle boğmak!

Michael B. Jordan biraz daha bekleyebilir, sırada Stallone var!

* Bu bağlamda, Rüya’nın farklı bir sokağında karşımıza çıkan iki filme; “Joy” ve “Büyük Açık”a da değinmekte yarar var. İlk film, başlangıçta bize tanıttığı enteresan tiplerin üzerine gitmekte aciz kalıyor; ana karakterin başarı merdivenlerini ne kadar hızlı çıktığına odaklandığı anda, her yıl izlediğimiz onlarca filmden hiç de farklı olmadığını gösteriyor. Sırtını sadece Lawrence’a dayamak, sıradan bir seyirlikten uzakta olduğumuz anlamına gelmiyor kuşkusuz. Bradley Cooper ve De Niro başa olmak üzere, bütün bir ev ahalisi samimiyet testinde sınıfta kalıyor; her ne kadar Joy, sınıf atlamayı başarsa da!

“Büyük Açık” ise oyunu “kafası karışmış” karakterlerden yana kullandığı anda dikkat çekici hale geliyor. Evet, ortada bir kez daha “Amerikan Rüyası” var; ama film, sadece sistemin zaaflarını lehine çeviren, çoğunluğu asosyal figürlerin önlenemez yükselişlerine odaklanmamakla “ahlaki” bir tercihte bulunuyor, “sırat köprüsünden” geçmeyi başarıyor. Tipik bir başarı öyküsünü izlemediğimizi bize sürekli hatırlatan anları, “eğlenceli” bir dili olmasına karşın, kendisiyle çelişkiye düşme pahasına finalde takındığı karamsar tavır, “Büyük Açık”ı gerçek kılıyor. Rüya’nın yüzeyini bir parça kazıdığınızda karşınıza çıkan manzaranın anlamını sorgulamaya başlıyorsunuz ve bu, rahatlama ve aydınlanmadan çok, midenize yumruk yeme hissi uyandırıyor. Alkış!

* Yazı boyunca peşimizi bırakmayan rüya söyleminin yaşayan bir örneği olan Tarantino’nun son filminden en çok aklımda kalan Samuel L. Jackson’ın taşıdığını iddia ettiği Lincoln mektubu idi. Gerçek ya da sahte, o mektupta yazılanlar, Batı’nın önemli bir kesimi için “gerçek olma” isteği yaratıyordu; ama Lincoln’un gerçekliği, siyahi bir subayla öylesi bir diyaloga kapı aralamaktan çok uzak görünüyordu. İç Savaş’ın gerekçeleri ve sonuçlarını bize çok iyi anlatan Howard Zinn’e göre ABD’nin önderlik kurumunun neredeyse tüm üyeleri, sıradan birer ırkçıdan farklı değillerdi. Tarantino, iki zıt kutba, filmin finalinde görece bir zafer kazandırsa da, bu da bir rüyadan farksızdı anlayacağımız!

Son olarak, sahne dünyasının tozunu solumamızı sağlayan Inarritu’nun “Diriliş”ini ileri doğru atılmış bir adım olarak tanımlamak zor. Buna karşın estetik yönelimiyle 70’leri aklımıza düşüren film, bu yönüyle de olsa irdelenmeyi hak ediyor. Girişte sözünü ettiğimiz kültürel çatışmanın kıyısında doğayı keşfeden, Sam Peckinpah ve John Boorman’ın da aralarında bulunduğu bir grup yönetmen, “şiddetin kaçınılmaz olduğu” söylemine kırlardan destek vermişlerdi. “Diriliş”in Vahşi Batı fonu, bu muhafazakar bakışı bir adım daha ileriye taşımış görünüyor. Yerli temsilinde “objektif” davrandığı ileri sürülen yönetmen, madalyonun diğer tarafında mistisizm sosuna bulanmış dini bir söyleme sarılıyor. Kötülüğünün arka planı tamamen havada bırakılmış olan Tom Hardy’nin, “inanç” konusunda DiCaprio’nun antitezi olarak sunulması bu kanıyı güçlendiriyor. Ayrıca doğayla verilen çetin savaştan galip ayrılan ana karakterin bir başka rüya kahramanı olduğunu ve bu başarısıyla Oscar heykelciğine emin adımlarla yürüdüğünü hatırlatalım.

* Referansını tarihten alan “Diren!”, Hollywood’un kahramanlaştırma eğiliminin peşine takıldığı andan itibaren gerçekçi dokusunu zedeliyor. Mulligan’ın bilinçlenme sürecini es geçen ve örgütlü mücadeleler tarihinde önemli yeri olan bir olayı, bilinçli bir tavırla hafifleten filmin, yan karakterleri işlemede de çıtayı aşamadığını söyleyebiliriz.

Sinemanın pembe yalanlar (rüyalar) dışında kâbuslara da tanıklık etmemizi sağlayan bir sanat olduğunu savunan “Yalan Labirenti”nin ise, Hollywood’un düş fabrikasının yıkıntıları arasından doğduğunu söylemek yanlış olmaz. Film, Kramer’ın “Nuremberg Mahkemesi” ile Gavras’ın “Müzik Kutusu” arasında bir yerlerde, unutulan bir dönemi perdeye taşıyor. Almanya’ya için yeni bir rüya öngören müttefiklerin, şimdiki düşmanın komünistler olduğunu söylemesi tarihsel bir gerçekliğe de işaret ediyor ve unutmamak gerekiyor ki, Soğuk Savaş’ın bir adım ötesi, McCarthy’nin Cadı Avı idi. Film, “kötülüğün sıradanlığına” yaptığı vurguyla, Eichmann duruşmasını enine boyuna irdeleyen Arendt’i de akla getirmiyor değil.

Yazımızı, gerçek bir rüya tabirleri kitabı olan, Tricia Jenkins’in “CIA ve Hollywood”unu (Matbuat, 2015, Çev: Ertan Yılmaz) önererek noktalayalım.

(03 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Ip Man 3

Bir varmış, bir yokmuş… Dünyada aklar ile karalar varmış. Aklar ile karalar hep olduğu gibi iyilerle kötüleri simgelermiş ve aralarında bitmez tükenmez bir savaş varmış… Yenseler de yenilseler de aklardan yana olurmuş insanlar. Ama bir de aklı karalar varmış. Asıl önemli olan onlarmış. Çünkü kara olanı bilebilirmişsiniz de aklı kara olanı ayırt etmek zormuş. İşte, akla kara savaşına dahil olan aklı karanın öyküsü Ip Man 3.

Devamı da var mı?

Ip Man 1, 2008’de, Ip Man 2, 2014’te girmiş vizyona. Bruce Lee’nin hocası olarak lanse edilmiş ve izleyici, “biz Bruce Lee’yi tanırdık, bu ustasıymış, çok daha iyi (kuşkusuz dövüşmesi), acaba onun hocası kim bilir nasıldır” yorumunda bulunmuş. Bütün Uzakdoğu filmlerinde olduğu gibi hep ve mutlaka aksiyon önde. Herkes iyi dövüşüyor ve o dövüş içerisinde her şeyi unutturuyor. Öyle hareketli ve öyle gürültülü ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz bile.

Ip Man 3, (Ben, çok beğenildiğini bildiğim ama izlemediğim ilk iki filmi için pek bir şey diyemeyeceğim) kadrosuna kattığı ünlü boksör Mike Tyson ile güçlenmiş, aksiyonlarına bir de boksu katmış. Uçan, kaçan, kırılan, dökülen çok hep olduğu gibi, neyse ki kan revan değil diğer dövüş filmleri gibi. Gerek Uzakdoğu dövüşünde gerekse Tyson’ın hızlı ve sert yumruklarında, müziğin de etkisiyle belli bir ritmi yakalıyor ve görselliğin renkliliğiyle kendinizi filme kaptırıyorsunuz.

1950’li yıllarda geçen filmde Ip Man, Wing Chun ustasıdır. Oğlunun gittiği okul, bize 2000’li yıllarda ulaşan kentsel dönüşüm ve rant kaygısı nedeniyle satın alınmak istenir. Polisi de “yemlediği” için dilediği gibi at koşturan “yabancı” bu kez çetin cevize çarpmıştır. Ip Man’ın oğlunun en yakın arkadaşının babası da Wing Chun ustasıdır ve ikisi kimi zaman karşı karşıya, kimi zaman birlikte “yabancı” kötüleri yenmek için dövüşürler.

Genç ve dinamik bir gazetecinin (bazen paraya yenilse de) kamuoyu oluşturması belirleyici. Tabii, iyi polisi unutmamak gerekir; yetkisiz, güçsüz ama çalışkan polis, hep olduğu gibi iyilerle birlikte kazanandır…

Belirleyici olan aile…

Bunca kavga gürültü arasında Ip Man, karısına gereken zamanı ayıramamıştır. O, iyi bir aile babasıdır ve o görevini de yerine getirmesi gerekir. Bir dövüşçünün karısı da en az kendisi kadar yenmek/yenilmek üzerine kurar dünyasını. Kanser olmasına, ayakta zor durmasına karşın kocasının en büyük olmasını ister. Çocuklarının gözleri önünde son dövüşe çıkarlar. Ne kadar doğru, ne kadar anlamlı bilemem ama neyse ki iki arkadaş birbirlerine zarar vermeden bitirirler dövüşü. Mutlu son.

(03 Şubat 2016)

Korkut Akın

Emperyal Sinema

Vergi kutsaldır. Vergi vermek kutsal bir görevdir. Vergisiz bir ülke yönetilemez. Devlet vergiyi topluma hizmet için toplar. Vergi gelirleriyle hizmet üretir.

Amerikan sineması önceleri New York’ta filmler üretiyordu. New York Eyaletindeki yüksek bulan film yapımcıları vergilerin daha düşük olduğu California’ya taşınarak kutsal orman bölgesine yerleştiler. Hollywood böyle doğdu ve Amerikan sinemasının markası oldu. (Tıpkı İstanbul’da Yeşilçam Sokağına yerleşen yerli film yapımcıları nedeniyle Yeşilçam’ın Türk sinemasının marka ismi olması gibi.)

Sermaye kendine uygun koşulların olduğu bölgeye göç etti (Şimdilerde de sanayi sermayesinin üretimlerin daha ucuz olduğu ülkelere göç etmesi gibi). Merkezi devlete az vergi vermek sermaye için kazançlı bir seçimdir. Kaybeden devlet, kazanan sermayedir (kapitalisttir). Bu bir şekilde vergi kaçırmaktır. Devletin hizmet üretmek için gereksindiği vergi kazançlarına az katılmaktır. Ama Hollywood bu seçiminin diyetini Devlete ürettiği filmlerle ödeme yoluna gitmiştir.

Amerika Birleşik Devletleri halkı göçmen bir halktır. Geldikleri bölgelerden, ülkelerden dilleriyle, inançlarıyla, kültürleriyle, kimlikleriyle yeni yurtları olan Amerika’ya yerleşmişlerdir. Bunların, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olarak Amerikalı olmaları gerekmektedir. İşte Hollywood böyle karışık toplumsal yapıdaki bir ülkeyi Amerikan kimliğinde birleştirmek ve bütünleştirmek için görev almış ve işini fazlasıyla iyi yapmış, hâlâ da yapmaktadır. Üstelik bu görevini Amerika dışındaki ülkelere de yaymış ora insanlarını da Amerikalı yapmaya çaba harcamıştır.

Hollywood, Amerikan imparatorluğunun hizmetinde emperyal bir sinema olarak görevini sürdürmektedir.

*****

Hollywood Bütün her yere metalaştırdığı filmler satarak para kazanırken, Amerikan kimliğini yayarak ideolojik bir işlevi de yerine getirmektedir. Bu arada bir şey daha yapmaktadır. Belli bir sinema modelini küreselleştirmektedir.

ABD her iki dünya savaşının dışında kalmıştır. Bu şu demektir: Hollywood film üretimini kesintisiz sürdürmüştür. Oysa Avrupa sineması savaşlar nedeniyle duraklamalar yaşar ve ancak savaşlar sonrası 40’lı yıllarda kendisini toparlayıp tekrar filmler yapmaya başlar. Ayrıca Avrupa ülkeleri köklü sanat ve kültür geçmişleriyle sinemayı anlama, tanımlama uğraşı da verir. “Sinema nedir, nasıl olmalıdır?” sorularına yanıt arar, kuramsal çalışmalar, yayınlar yapar. Avrupa ülkeleri Kendi ulusal kimliklerine uyan filmler peşindedir. Hollywood bir çeşit Amerikan kimliğinin propagandasını taparken Avrupa sinema çevreleri sinemanın sanatsal ve kültürel boyutlarını tartışmaktadır. ABD pragmatiktir, Avrupa kuramcıdır.

ABD’de Hollywood öncelikle herkese, her kesime ulaşabilecek bir sinema peşindedir. Ancak böyle bir sinema ticari olabilir ve ona yatırım yapılabilir. Herkese ulaşabilen bir sinema, herkese kimlik de (ideoloji) taşır. Yani parayla kimlik satılır.

Öykülerin kurgusu ve sinema dili en basit konumdadır. Herkes kolayca seyreder ve anlar. Standarttır. Ticari malların standartları olmak zorundadır. Avrupa Kuramsal olarak sinemayı tartışırken Hollywood Avrupa ülkelerine filmlerini satar, kendi model sinemasını pazarlar, örnek oluşturur. Aydın çevreleri sinemayı anlamaya çalışırken, sermaye çevreleri sinema alanına ilgi gösterir, filmler para kazandırmaktadır ve yeni bir yatırım alanıdır. Sinemaya yatırım ve ticari kazanç olarak bakar. Filmlerin ticari olası gerekir. Aydınların ve kültür çevrelerinin böyle bir derdi yoktur, ama sermayenin vardır. Ticari Avrupa sineması yatırımcıları Hollywood’u kendilerine örnek alırlar. Her devlet kendi toplumu için uygun bulduğu sinemanın peşine düşer, yapımcıları bir şekilde yönlendirir. Ve Avrupa’da ulusal ticari sinemalar gelişir. Anlatım dili Hollywood dilidir, standarttır. Bu dil “sanat” filmleri için de geçerli olur. Ve sinema okullarında bu dille film çekme öğretilir. İçerik tartışılır, dil tartışılmaz. Bu tür sinemasal anlatım dili bütün dünya ülkelerinde de geçerli olur.

Nerden, nereye? Hollywood’dan bütün dünya ülkeleri sinemalarına… Daha ne olsun? Her sinema Hollywood diliyle konuşuyor. Seyirciler ancak bu dilden anlıyor. Başak bir dille yapılan filmler genel seyirciye çok zor ulaşıyor (ulaşamıyor), ticari olamıyor, yatırımcıların ilgisini çekmiyor. Hollywood anlayışı bütün dünya sinema seyircilerini ele geçirmiş durumda.

Hollywood küresel, emperyal bir sinema olmaya devam ediyor…

(31 Ocak 2016)

Engin Ayça

Sistemi Sorgulayanlar

Sinemasal değerlerinin ötesinde oluşturdukları gündemle önem kazanır bazı filmler. Yaklaşan Oscar ödüllerinin güçlü favorilerinden ‘Spotlight’ işte böyle çalışmalardan. 2003 yılında Boston Globe Gazetesi’ne Pulitzer ödülü kazandırmış olan yazı dizisinden yola çıkıyor yönetmen Tom McCarthy. Haberin konusu Katolik Kilisesi’ni derinden sarsan taciz ve tecavüz vakaları. İki hafta evvel Pablo Larraín filmi ‘El Club’ için yazdıklarımızı okuyanların yine mi pedofil din adamları dediğini duyar gibi oluyorum. Ancak olanlar çok vahim ve uzun yıllar sistem tarafından görmezden gelinmiş oluşu dehşetin katsayısını arttırıyor.

Gerçek olaylardan yola çıkan film 1976 yılında Boston, Massachusetts’de bir karakolda başlıyor. Bu giriş bölümünde bir rahibin çocuk tacizcisi olarak gözaltına alındığını ve kiliseden uzaklaştırılacağına dair güvence verilmesinin ardından pederin salıverildiğine tanık oluyoruz. İlerleyen bölümlerde benzeri vakaların altmışlı yıllarda, belki çok daha öncesinde gündeme geldiğini ve gazetelerde yer almış bazı münferit hadiselerin hızla hasıraltı edildiğini öğreniyoruz.

Ta ki Marty Baron gazetenin başına gelişine kadar. Hem kentin hem de Yahudi kimliğiyle Katolik cemaatin dışından olduğunun özellikle altı çizilen yeni patron 2000’li yılların başında devralıyor görevi. İnternet rekabetinin başladığı zamanlardır bunlar. Gazeteyi okurlar için vazgeçilmez kılma hedefiyle yola çıktığını ifade eden Baron, derinlemesine ve uzun soluklu araştırmalarıyla bilinen ‘Spotlight’ ekibini kendi gazetelerinde küçük bir haber olarak yer almış taciz davasını araştırmakla görevlendirir.

Rahip Geoghan davasının üzerine gidildiğinde kurban çocukların avukatlığını üstlenmiş olan Ermeni asıllı Mitch Garabedian devreye girer. Yine dışardan biri olan avukatın aktardıkları sarsıcıdır. Peder Geoghan otuz yıl boyunca 6 farklı bölgede seksen kadar çocuğu istismar etmiş, eyaletin kardinali olanları onbeş yıl öncesinde öğrenmesine rağmen sesini çıkarmamış, istismar belgeleri piskoposluk tarafından mühürlenmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.

‘Mağdurlar Organizasyonu’ olarak da bilinen ‘Rahiplerin İstismarından Kurtulanlar Örgütü’ ile temasa geçildiğinde durumun vahameti ve münferit olarak geçiştirilen vakaların korunaklı sistemin ürünü olduğu ortaya çıkmaya başlar. Pederler istismara geldiğinde kız oğlan ayırmamış, cübbelerini kurban olarak seçtikleri yoksul ve dağılmış ailelerden gelmiş çocuklara tecavüz etmek için kullanmıştır. Kurtulanlardan Phil Saviano ‘El Club’ın kurbanı Sandokan misali neler yaşadıklarını dile getirir. Sadece ‘fiziksel’ değil ‘ruhsal’ bir istismardır bu. Tanrı’nın elçisi olarak saygı gören din adamları inançlarını çalmıştır minik bedenlerin. Bu sadece Boston’un değil, tüm Amerika’nın, tüm Dünya’nın sorunudur diye ilave eder talihsiz adam.

Elde edilen kanıtların ışığında sadece Boston çevresinde yüze yakın rahibin bine yakın çocuğu istismar ettiği ortaya çıkar. Taciz vakaları Kilise’nin kurbanın ailesiyle anlaşması yolu ile örtbas edilmektedir. Buna göre uzlaşmak üzere kurbanın ailesi ile gizlilik anlaşması imzalanmakta, avukatlar komisyonlarını cebe indirirken Kilise yönetimi tüm pisliği halı altına süpürmektedir. Ancak ‘bana bu adamların ceza almaması için sistemi nasıl manipüle ettiklerini gösterin’ diyen yeni patron tek tek rahipler yerine ucu Vatikan’a kadar uzanan düzenin peşine düşmekte ve yukardan aşağıya Katolik Kilisesi’nin ipliğini pazara çıkarmaya kararlıdır.

Detaylara fazlaca mı girdim bilmiyorum. Lakin konu çok ciddi, çok yaralayıcı. Yönetmen McCarthy bu hassas süreci sinemaya aktarırken yarı belgesel bir üslup tutturmuş. Mark Ruffalo, Michael Keaton, Liv Schreiber, Rachel McAdams, Stanley Tucci gibi hepsi birbirinden yetenekli oyuncular tarafından canlandırılan Spotlight ekibinin özel hayatlarını yürek burkan hikayenin gerektirdiği ölçüde son derece dengeli bir senaryo ile vermekle yetinmiş. Sonuç olarak bizim buralarda özlemini çektiğimiz bağımsız medyaya saygı duruşunda bulunan, bir davanın aydınlatılmasına odaklanmış süsü püsü olmayan dürüst bir çalışma ‘Spotlight’. Bu gazetecilik başarısını soluk soluğa izlerken özgür habercilik yaptıkları ve sistemi sorguladıkları için bugün ülkemizde parmaklıklar altında tutulan basın emekçilerimiz için hüzünlenmekten kendimizi alamadık.

(30 Ocak 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Zor Saatler

2012 yılının son günlerinde Şile’de fırtınada ikiye bölünen tankeri kurtarmak için gönderilen kıyı emniyet motorunun kayalara çarparak parçalandığını ve tüm personelin hayatını kaybettiğini anımsıyorsunuzdur. Haberlerden bildiğimiz kadarıyla Kıyı Emniyeti Genel Müdürü, izinli olan kaptanı çağırarak arızalı motorla çıkarmıştı fırtınalı sulara ekibini.

Kurallar mı, gerçekler mi?

“Zor Saatler”de, bizim 2012’de yaşadığımız bir olayın 1952’de Amerika sahillerinde yaşanmış versiyonunu izliyoruz. 18 metreyi bulan fırtınada hem de iki tanker birden ikiye bölünür. Sahil Koruma Komutanı, fındıkkabuğu gibi küçücük tekneyi yardıma gönderir. Teknenin yönetimini verdiği genç kaptan bir önceki fırtınada da görev yapmış biridir. İkili oynamaktadır Komutan; ya genç kaptanın burnu sürtülecektir ya da içindeki o korkuyu yenecektir. Herkes bilir aslında işin içindekileri ama ses çıkaramazlar. Yaşlı balıkçılar, iki tur atıp geri dönmesini isteseler de kuralları öne süren genç kaptan dev dalgalara karşı atılır ileriye… Ne dalgalar vardır gözlerinde ne de evlenmek üzere olduğu genç ve güzel sevgilisi.

Hayat diretiyor…

Koca tanker ikiye bölününce, makinelerden sorumlu çarkçı ister istemez sorumluluk yüklenir. Gemiyi batmadan karaya oturtmayı başarır ama gelin de ona sorun. Gerçekten “zor saatler”dir yaşanan. İnat edenler, tepki gösterenler, rütbesinin gücüyle bir şeyler yaptırmak isteyenler… ama kararlılık gerektiren bir noktadadırlar ve çarkçı bu duruşu sergiler.

“Sahil Güvenlikte size çıkmanızı söylerler, geri dönmenizi değil” filmin dönüm noktalarından biridir. Aradan 60 yıl geçmiştir Şile’deki Kıyı Emniyet Motoru da -her ne kadar dalga boyları 10 metre kadar daha küçük olsa da- aynı yaklaşımla çıkar limanın güvenli sularından. “Zor Saatler”in emniyet motorunun pusulası daha ilk dakikalarda bozulur ve camı kırılır. Şile’dekinin zaten motoru da arızalıdır, söylenenlere göre… Her iki koruma motoru da kazazedeleri canlı geri getirmek hedefindedir. Filmdeki tekne istiap haddinin çok çok üzerinde insanla döner… Şile’deki tekne kayalara çarpa çarpa parçalanır ve mürettebatı dalgalarla kapılır.

Aksiyon, heyecan ve kahramanlık…

Gerçek bir hikâyeyi anlatan “Zor Saatler” bir uyarlama; hem de başarılı bir kahramanlık ve aksiyon – gerilim filmi. Tarihin görüp görebileceği büyük fırtınalardan biriyle savaşan görevlilerin başarısını anlatıyor. İki saatlik filmde tempo hemen hiç düşmüyor neredeyse. İnsan ilişkileri, kararlılık, emir komuta zinciri içinde çaresizlik ve vurdumduymazlığa karşı dik duruş… Soluk soluğa izlerken, 3 boyutlu olması nedeniyle de soğuk dalgalarla boğuştuğunuzu hissediyorsunuz. Görüntüler çok başarılı, montaj da öyle… oyuncular zaten olağanüstü.

Bu hafta gösterimde çok iyi filmler var ama “Zor Saatler” aklınızdan uzun yıllar silinmeyeceği gibi gelecek için çizeceğiniz yolu da belirleyecek: Ya kazanacaksınız, ya kazanacaksınız!

(29 Ocak 2016)

Korkut Akın

Spotlight

İktidar, her nerede olursa olsun, ailede baba, okulda öğretmen veya müdür, askerde komutan, işte şef veya patron, evde eş veya çocuklar (artık hangisi daha bir dominantsa) yaşamı belirlediği gibi öne çıkardıkları da oluyor, gizledikleri de… Sahi, siz de aynı duyguları yaşayıp, aynı şeylerle yüz yüze gelmenin haklı şaşkınlığını yaşamıyor musunuz? Evde, olanlara; işte, konuşulanlara; gazetelerde yazılanlara bir bakın isterseniz. İnanılmaz bir hareketlilik var ve siz –ister istemez- bu hareketliliği görüp bildiğiniz, yaşadığınız halde sesinizi çıkar(a)mıyorsunuz.

Toplumsal tabu…

Bizim ülkemizde, insanlar namus uğruna birbirini öldürür, ama ‘namusluluk’ tabudur. Kimseye bırakın bir şey demeyi, ima bile edemezsiniz. Bu, diğer toplumlarda da benzer bir tabu kuşkusuz. Bilinir, ama ses çıkarılmaz. Rivayet edilir, üzerine konuşulmaz. Sizin başınıza gelse bile başkasının yaşadığı bir şeymiş gibi aktarırsınız.

Hatırlarsınız, bir filmde olumsuz bir örnek üzerine Hamamcılar Odası itiraz üstüne itiraz etmişti. Bir hemşire dolayısıyla sağlıkçılar ayağa kalkmıştı. Örnekleri çoğaltmak mümkün… işte son günlerde Diyanet Başkanlığı’nın sitesi üzerinden yürütülen kampanya da benzer bir tabuydu.

Ses çıkarılmaz, “Aman benim başıma gelmesin de…” diyerek görmezden gelinir.

Boston Globe…

Yerel bir gazetenin başına gelen ilk Bostonlu olmayan yayın yönetmeni, gerçekten de radikal bir kararla, yıllar önce duyulmuş bir konunun araştırılmasını ister. Böylece de filmimiz başlar…

Bırakın araştırmacı gazeteciliği, doğru düzgün gazetecilik de yapılmadığı için, bizdeki birçok gazete, televizyonlar, radyolar, dergiler aynı haberi neredeyse sözcüğü sözcüğüne aynı veriyor, hiçbiri de o konunun üzerine gitmek bir tarafa, işlemiyor bile.

Tom McCarthy’nin yönettiği, başrollerini Mark Ruffalo, Michael Keaton, Rachel McAdams, Liev Schreiber, John Slattery, Stanley Tucci, Brian d’Arcy James ve Billy Crudup’ın paylaştığı Spotlight, belki de bizim başımızda olmadığı için daha kolay izleniyor. Nasılsa bizim başımıza gelmez! Gerçek bir konunun yine gerçek bir gazete tarafından işlendiği bu filmin senaryosunu Tom McCarthy ile Josh Singer birlikte kaleme almış. Alabildiğine gerçekçi görüntüleri dolayısıyla görüntü yönetmeni Masanobu Takayanagi’ye dikkatinizi çekmek isterim.

Nefes bile almadan…

Gerçek bir olaya dayanan ve film ekibinin de gerçekçi olmasına özen gösterdiği filmde araştırmacı gazetecilerin yaşadığı tüm sorunlar gözler önüne seriliyor. Çocuğu için kaygılanan baba istediği kadar gazeteci olsun. O tedirginliği siz de yaşıyorsunuz… Sahi, ölümle bile tehdit edilebilirler. Amaç ve hedef yanlışı ortaya çıkarmak, halkın “tabu” diye kabul ettiği için diğerlerinin dilediğince at koşturmalarını engellemek.

Kısa bir süre sonra dağıtılacak Oscar ödüllerine altı dalda, (“En İyi Film”, “En İyi Orijinal Senaryo”, “En İyi Yönetmen”, “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu”, “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ve “En İyi Kurgu”) aday olan Spotlight, çağdaş gazetecilikle birlikte demokrat bir yaşamı da sorguluyor. Doğaldır ki herkes için pamuk ipliğine bağlı bir nokta var ve yine çok doğaldır ki insanların geldikleri yerden tutun da, inanışlarına, çalışmalarına hatta evli olup olmamalarına kadar her şey sorgulanıyor istemeseniz de… Sahi, sizi yaptığınız işle mi yargılasınlar yoksa dinsel, kültürel, milli kökenlerinizle mi?

Bu soruların yanıtını, bence Spotlight’ı izledikten sonra bir kez daha kendinizi tartıp öyle verin.

(28 Ocak 2016)

Korkut Akın

Hayat Kuşun Kanadında

Bu hafta gösterime giren ‘Gençlik / Youth’ Paolo Sorrentino’nun yaşlılık senfonilerinin şimdilik sonuncusu. Henüz 45 yaşında olan İtalyan yönetmen rüya gibi akıp geçmiş yılların muhasebesini yapmayı sürdürüyor. Büyük ilgiyle karşılanmış bir önceki çalışması ‘Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’ 65.yaşını kutlayan tanınmış gazeteci yazar Jep Gambardella’nın iç yolculuğu üzerinedir. Gözde eleştirmenin Roma entelijansiyasını ağırladığı Coliseum’a bakan görkemli terası sosyo-ekonomik sorunlar ve politik çürüme ile sarsılmış İtalya’nın kalbinden bir dünyanın çöküşüne tanıklık eder. Yaşlanmakta olan Gambardella köklerine, ilk gençliğine, muhteşem güzellikle karşılaştığı ana dönmekten kendini alamaz.

Benzer temalar etrafında gezinen ve seksenlerine merdiven dayamış iki sanatçıyı odak noktasına alan ‘Gençlik / Youth’ Anglosakson karakterleriyle bu kez daha evrensel. İsviçre Alplerinin eteklerindeki 19. yüzyıldan kalma görkemli binada faaliyet gösteren ultra lüks kaplıcanın iki ünlü konuğundan biridir tanınmış orkestra şefi ve besteci Fred Ballinger (muhteşem Michael Caine). Eşinin ölümünün ardından yirmi yıldır geldiği tesiste bu kez yetişkin kızıyla birlikte kalmaktadır. Londra, New York ve Venedik senfoni orkestralarındaki görkemli kariyerinin ardından kendini emekliye ayırmış olan müzik adamı İngiliz kraliçesinin eşi onuruna organize ettiği konserde prens Philip’in hayranı olduğu ünlü bestesi ‘Simple Songs / Küçük Şarkılar’ı yönetmeyi sonradan öğreneceğimiz kişisel nedenlerden dolayı reddeder. Ballinger’in aynı otelde kalan ve genç bir yazar ekibiyle ‘Life’s Last Day / Yaşamın Son Günü’ adını uygun gördüğü yeni filminin senaryo çalışmalarını hummalı bir şekilde sürdüren sinemacı dostu Amerikalı yönetmen Mick Boyle (harika Harvey Keitel) ise pes etmeye niyetli değildir henüz.

Misafirlerin ısıtılmış havuzlar, masaj odaları, saunalar ve çamur banyolarında şifa ve huzur aramayı sürdürdüğü yüksek dağlar ve göz alabildiğine yeşil doğa ile çevrili bir yerdir burası. Geceleri barok animasyonlarla renklenen spa otelin çoğunluk yaşlı nüfusu yolu bir şekilde bu tuhaf tesise düşmüş genç bedenleri hayranlıkla izler. Romanyalı model Madalina Diana Ghenea’nın (afişlerde yer alan güzel) Miss Universe olarak gözüktüğü zengin kadronun sürprizleri saymakla bitmez. Ateşli müzik videosuyla pop yıldızı Pamela Faith bunlardan bir diğeridir. Bir çok saygın Avrupalı ve Amerikalı yönetmenin filmlerinde oynamış olmasına rağmen anaakım sinemanın Robot Q’su olarak bilinen Kaliforniyalı oyuncuya Paul Dano hayat verir. Senaryosu yazılan filmin başrolü için düşünülen bir dönemin iki Oscarlı taçsız kraliçesi Brenda Morel yorumunda Jane Fonda ile kısa süreli hasret gideririz. Tenis topuyla futbol oynamaya kalkan Maradona’dan esinlenmiş obez eski futbolcu, göğe yükselmek için medistasyona yatmış Tibet rahibi ya da Bun︣uel karakterlerini anımsatan sessiz yaşlı çift bu gizemli karakterler galerisinin diğer renkli konuklarıdır.

Sorrentino filmin kalbine yerleşmiş kederi mizahla dengelemeyi bilir. Koridor trafiğini engelleyen tekerlekli sandalye karmaşası, Almanya’da çekeceği filme hazırlanan ünlü oyuncunun bir sabah kahvaltıda aniden Hitler kostümü ve makyajı ile belirivermesi ortamı neşelendirir ancak aslolan melankolidir, kaybolan anıların hüznüdür. ‘Benim yaşımda forma girmek zaman kaybından başka birşey değildir’ der ünlü müzik adamı. Yaş aldıkça geçmişlerinin onlardan hızla uzaklaştığını, ebeveynlerinin çehresini bile hatırlamadıklarını dehşetle farkeder iki eski dost. Müzik ve kibirden ibaret hayatında sevdiklerini ihmal etmiş olmanın kederi içinde olan Ballinger anılarını kaleme alması konusunda ısrarlı olan Fransızlardan kendisini unutmalarını ister. Sinema dünyasının zirvesine oturmasını sağlayan eski filmlerini saçma olarak niteleyen Boyle ise yakın dostundan farklı olarak kendisini hayata bağlayan vasiyet filmini çekme heyecanı içindedir.

Sorrentino’nun bir öncekine kıyasla daha meditatif seyreden son çalışmasında yönetmenin olmazsa olmazı grotesk yüzler ve karnavalesk sahneler yoğun melankoli haliyle bir denge oluşturur. Değişmez görüntü yönetmeni Luca Bigazzi’nin rengarenk paleti Fellini sinemasına saygı duruşuna geçer bir kez daha. Suların yükseldiği San Marco meydanındaki düş sahnesi, Ballinger’in kırlık alanda inek çanları ve kuş seslerini yönettiği o unutulmaz sekans ya da kadın filmlerinin unutulmaz yönetmeni Boyle’un yine İsviçre kırlığında boy boy dizilmiş aktrisleriyle biraraya geldiği Fellini 8 1/2 esintili bölümden etkileniriz. David Lang’ın poptan klasiğe uzanan müzik çalışması sarıp sarmalar bu güzel filmi. Çağımızın önemli yorumcularından keman virtüozu Victoria Mullova ile soprano Sumi Jo’nun konuk olduğu final sürprizinin ardından karışık duygularla ayrılırız sinema salonundan.

(20 Ocak 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Rahiplerin Geçmişteki Günahlarıyla

Kulüp (El Club)
Yönetmen: Pablo Larraín
Senaryo: Guillermo Calderón-Pablo Larraín-Daniel Villalobos
Müzik: Carlos Cabezas
Görüntü: Sergio Armstrong
Oyuncular: Roberto Farías (Sandokan), Antonia Zegers (Hermana Mónica), Alfredo Castro (Rahip Vidal), Alejandro Goic (Rahip Ortega), Alejandro Sieveking (Rahip Ramirez), Jaime Vadell (Rahip Silva), Marcelo Alonso (Rahip Garcia), Jose Soza (Rahip Lazcano)
Yapım: Fabula (2015)

Şilili yönetmen Pablo Larraín’in Katolik inanışına sert eleştiri getirdiği “Kulüp” filmi, bu mezhebin çözümlenememiş Ortaçağ uygulamalarına bir bakış fırlatıyor.

Şili’nin okyanus kıyısındaki balıkçı kasabasında geçiyor her şey. Dört emekli rahiple onlara hemşirelik yapan rahibenin yaşadığı uzaktaki evde her şey her günkü gibi akıp gidiyor. Rahipler Vidal, Ortega, Raminez ve Silva. Rahibe-hemşire de Hermana Monica evde. Sokakta bulunmuş bir tazı onların sıkıcı hayatlarına heyecan katıyor bu küçük kasabada. Tazı, kasabanın diğer tazılarıyla yarıştırılıyor. Hatta rahiplerin düşüncelerinde tazıyı Santiago’daki büyük yarışa katmak da var. Ama hiçbir şey düşünüldüğü gibi gelişmiyor. Rahip Lazcano gelince geçmişe gömülmüş sırlar da yavaş yavaş ortalığa saçılmaya başlıyor evde. Herkesin birbirine alıştığı, alışkanlıklar oluşturduğu bu evde bir yabancının olması pek mutlu etmiyor rahipleri. Çünkü onlar bu evi kendilerine ait emeklilik ödülü görüyorlar. Lazcano, sorunlu gibi gözüküyor. Kendine dair bir şeyleri anlatırken, evin dışında Lazcano’nun peşinden gelmiş bir genç olan Sandokan’ın sesi duyuluyor. Sandokan’ın kelimeleri, Vatikan’ın duvarlarını deliyor sanki. Rahiplerin günahlarını anlatıyor dışarıdan Sandokan yüksek sesle dünyaya.

Katoliklik inanışına göre, rahipler ve rahibeler evlenemiyor. Karşı cinsle olmaları yasaklanmış. Bu Ortaçağ inanışı, rahipleri sapkınlığa sürüklemiş hep. Rahipler, sübyanlara, yani küçük çocuklara cinsel tacizde bulunarak onların hayatlarını sonsuza kadar mahvediyorlar. Sandokan’ın kelimelerini duymak insanı gerçek anlamda utandırıyor. Ama gerçeklerden kaçılamıyor. Çünkü hepsi oradaydı. Bir de doğanın içgüdülerine yasak konulabilir miydi? Cinsellik ve uyku en temel içgüdülerdi. İkisine de ulaşılamayınca psikoloji altüst olurdu. Katolikler, İsa’nın bakir olduğuna inanıyorlar. Bir de Meryem, bakire olarak İsa’ya hamile kalmıştı. Rahipler böylece dünyevi zevklerden uzak kalıyorlarmış. Aslında kalamıyorlarmış.

Dedektif gibi…

Rahipler, saklı duran tabancayı masanın üstüne bırakıyorlar, Lazcano’nun Sandokan’ı susturması için. Tabancayla dışarı çıkan Lazcano suçluluk duygusuyla veya vicdan azabının ateşiyle intihar ediyor. Rahipler şimdi ne yapacaktı? Polis soruşturmasında yalan söyleyen rahiplerin evine psikolog-rahip Garcia geliyor. Garcia, rahipleri tek tek sorguya alıyor. Hem Lazcano’nun ölümünü hem de onların geçmişini ortaya çıkartıyor bu küçük soruşturmada. Sanki bir dedektif gibiydi Garcia. O, buraya sadece bunlar için değil, bu evi kapatmaya da gelmiş. Biri hariç, hepsinin geçmişinde cinsel taciz günahları var rahiplerin. Tazıyla en çok ilgilenen rahibin eşcinsel eğilimini de fark ediyor Garcia. Bütün bunlar olurken, kulağında haç küpesi olan Sandokan da hikâyeye dâhil oluyor sonra. Balıkçıların yanında iş bulan Sandokan, güzel bir kadınla aşkın içine bile düşüyor. Ama o rahipler gibi bakir kalmak istiyor. Sandokan’ın Garcia’ya anlattıklarını duyarken insanı gerçekten zorluyor o kelimeler. İki rahip ve Hermana, yarışmacı tazıları öldürüyorlar kasabada. Böylece Sandokan’dan kurtulacaklarını düşündüklerinden. Planları yolunda gidiyor ve köpek sahipleri Sandokan’ı öldüresiye dövüyorlar. Ama ya sonra? Merak duygusu önemliydi. Her şey beklenmedik yöne doğru yol almaya başlıyor çünkü.

1976’da Santiago’da doğan Şilili yönetmen Pablo Larraín, 2012 yapımı “No” filmiyle biliniyor ülkemizde. 2015 yapımı sinemaskop “El Club-Kulüp” filminin kelimeleri her şeyden daha güçlü. Yer yer insan bu kelimelerin altında eziliyor. Filmdeki köpek katliamlarına da bakabilmek zorlu bir maceraydı. Yönetmen şiddeti doğrudan göstermese de izlenimdeki şiddet de kelimeler kadar güçlü filmde. Yönetmen Larraín, dingin bir sinema diliyle yansıtmış her şeyi. Adeta kameranın varlığını hissetmiyor insan. Fonda sürekli org ve çello tınıları duyuluyor bir de. Org, kiliselerde çalınıyor çünkü. Bu iyi yönetmeni keşfetme zamanı şimdi.

(15 Ocak 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Creed: Efsanenin Doğuşu

Genç bir adam, yılların boksörü Rocky Bilbao’dan, kendisini çalıştırmasını ister. Rocky’i tanıyoruz, altı filmlik bir seri idi ve yıllara yayılan gösterimleriyle sadece belli bir yaşı değil, birkaç kuşağı etkileyen boksör… Sylvester Stallone’u tanıtan ve bizlere sevdiren ünlü seri filmin kahramanı. Peki, genç kim? Rocky’nin dişli rakibi Apollo’nun oğlu Adonis.

Ciddi bir emek harcanarak yapılan -ki yönetmenin daha ikinci filmidir, herkes aynı tedirginliği duymaktadır- film, gerek ritmi, gerek müziği, gerekse mükemmel oyunculuklarla bilet parasını helal ettiriyor. Yönetmen Ryan Coogler kendi yazdığı hikâyesini Aaron Covington’la birlikte senaryolaştırmış ve başarıyla çekmiş.

İnsan sinemadan ne bekler?

Sinema, öncelikle bir eğlence aracıdır. Kuşkusuz eğitici yanı da olmalıdır, mesaj vermesi de gerekir. Bir de akıllarda soru işareti oluşturuyorsa, yani salondan çıktıktan sonra etkisi uzun sürüyorsa o zaman başarılı demektir. Didaktik, kör parmağım kör gözüne filmler, belki zorunlu tutulursa izlenir ama hem daha izlerken başka duygular yaşadığınız için verebileceği mesajı da alamazsınız hem de üzerinde konuşulacak pek bir şey olmadığı için zamanınızın boşa gittiğine üzülürsünüz. Oysa görüntüleri iyi, estet duygusu gelişmiş, ritmi kıvamında, iyi oyun çıkarmış oyuncularla öyküsünü iyi anlatan bir film size dünyalara verebilir.

Boks mu, film mi?

Ben ki boksu spordan saymamak ne kelime, yapılmasının yasaklanmasını isteyebilecek denli karşısında ve kan görmeyi sevmeyen biriyim, Creed filmi koltuğa çiviledi beni deyim yerindeyse. Yakın planlar, dengeli ışık, mükemmel oyunculuk ve müthiş müzik. Daha da önemli anlatılan hikâye hepimize ders verecek nitelikte.

Müzik, başka hiçbir şeyle ilgilenmenize izin vermeyecek denli hızlı ve güçlü. Genç boksörün sevgilisi ile ilişkisi sıradan bir insanın yaşadığından pek farklı değil. Sahiden de çatışmalar belli bir birlikteliği doğurabiliyor.

Creed’in Rocky’nin konuşmaları (Babasının eşi Mary Anne ile olanlar da) dolu dolu… Doğrudan kendileriyle ilgili gibi gözükse de seyirciye de bir şeyler iletiyor. Kendinizi, yaşamınızı, ilişkilerinizi ister istemez getiriyorsunuz gözlerinizin önüne.

Konuşuyorsan dinlemiyorsun demektir

Rocky, çalıştırdığı genç Creed’e, söylüyor ara başlık olan cümleyi. Bu cümleyle kendinizi göreceksiniz. Çünkü gerçekten de çoğu konuşma birbirimizi dinlemediğimiz için kavgayla bitiyor; bu devletler arasında meydana gelirse savaş çıkıyor.

Başarmanın yolu büyük oranda çok çalışmaktan geçiyorsa da azim ve kararlılığı, daha doğrusu hedef belirlemeyi unutmamak gerekir.

Açık söylemek gerekirse, ben filmi çok beğendim. İzlenmesi gerektiğini söylememin hiçbir sakıncası yok. Dahası, çocuklarınızın (ortaokul son sınıftaki ve daha büyük) hayat yollarını çizebilmeleri için muhakkak izlemeleri yararlı olacaktır. Sahi, siz anlatırsanız nasihat olur da film söylerse kabul edilir.

(08 Ocak 2016)

Korkut Akın

Bu Öyküde Prenslere Yer Yok

Masalsı atmosferiyle Noel etkinlikleri sırasında gösterime girer David O. Russell’ın filmleri. Orta alt sınıflardan gelen ana karakterleri toplumda bir yer edinme uğraşı içindedir. Kendilerini yeniden yaratma mücadelesi içinde dayanışmayı oldukça arızalı ama sıcak aile ortamında bulurlar. Bu hafta sıcağı sıcağına bizim sinemalarımıza da uğrayan son çalışması ‘Joy’ yine damardan bir Amerikan ailesi getiriyor karşımıza. Bu kez gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkmış Russell. İlham kaynağı buluşlarıyla sıfırdan zirveye yükselmiş iş kadını Joy Mangano’dan başkası değil. Birebir bir biyografi filmi değil bu, ancak kadın karakterin inişli çıkışlı yaşam hikâyesi ana hatlarıyla öykünün belkemiğini oluşturuyor.

İtalyan Amerikan bir aileden geliyor Joy. Long Island, New York’un küçük bir kasabasında oto tamirciliğiyle iştigal ediyor baba. Küçük yaştan el becerisiyle yaratıcı kişiliğini belli eden Joy ailenin parçalanması ile sarsılıyor. Bir partide tanıştığı İspanyol asıllı yakışıklı gençle evlenip çoluk çocuğa karışıyor genç yaşında. 25’ine geldiğinde evin tüm sorumluluğunu üstlenmiş buluyor kendini. Depresyondaki anne sabahtan akşama pembe dizi izlemektedir. Sevgilisinin evlerine bıraktığı sorumsuz babası bodrum katında yaşamaktadır, Joy’un iki yıl önce boşandığı müzisyen kocası ile birlikte.

Hem çocuklarını yetiştirmekte hem de ipotekli ve eskimekte olan evin giderlerini karşılamakta zorlanan genç kadın hapis hayatı yaşadığını itiraf eder kendi kendine. Kendi arzularını gömmüş, sevdiği insanlar için hayatından vazgeçmiştir. Bir çıkış yolu bulmalıdır. Yaratıcı çocukluk yıllarının esiniyle ilk buluşunu hayata geçirir. Günümüzde hemen her evde kullanılan plastik sopalı suyunu kendi sıkan, parçaları ayrılarak çamaşır makinesinde yıkanabilen iplikli yer paspası ‘miracle mop’ bizzat kendisinin tasarlayarak çizmiş olduğu ilk icadıdır. Sıra ürünün televizyonun alışveriş kanalından tanıtılmasına gelmiştir. Rekabetçi iş dünyası figürlerinin, patent hırsızlarının türlü dalaveralar çevirdiği kurtlar sofrasında enseyi karartmadan hedefe kitlenmesi gerekecektir genç kadının.

‘Joy’ filme adını veren baskın karakterin varlığıyla öne çıkan bir yapım. Arızalı aile fertleri yine devrede ancak bu kez öyküde prenslere yer yok. Genç kadın ufak yardımlar alsa da işini kendi yönetiyor. Yönetmen Russell’ın Joy Montana karakterini canlandıran Jennifer Lawrence ile ard arda üçüncü çalışması bu. Screwball tarzı güldürüyü yenileyen 2012 yapımı ‘Umut Işığım / Silver Linings Playbook’ta henüz yirmilerinin çok başındayken yaşındayken eline gelmiş Lawrence. Kırılgan ve bir o kadar deli Tiffany karakteriyle Oscar ödülünü kazandıktan sonra bizde ‘Düzenbaz’ adıyla gösterilen ‘American Hustle’da bir kez daha çalışır yönetmen oyuncu ikilisi. Genç aktrise bir kez daha Oscar adaylığı getiren belalı Rosalyn kompozisyonunda yine müthiştir Lawrence. Çağdaş Amerikan sinemasının Meryl Streep ışığı taşıyan bu yetenekli oyuncusu Joy yorumuyla harikalar yaratıyor yine. Oyuncusunun filmden filme büyümesine keyifle tanık olduğunu ifade eden Russell bu projenin Jennifer Lawrence ile çok yakından ilişkili olduğunu saklamıyor. Bir biyografi filmi çekmek istemediğini, kendini keşfetmek ve kendini yaratmakla ilgili bir deneyimi beyazperdeye aktarmak istediğinin altını çiziyor.

Hikâye Joy’un olgunluğa ve güce erişmesindeki farklı dönüm noktalarını ele alıyor. Karakterin yıllara yayılmış dönemlerini canlandıran genç aktrise her Russell filminde olduğu gibi deneyimli müthiş oyuncular eşlik ediyor. Dalgacı babada döktüren Robert De Niro, İtalyan asıllı zengin dulda Isabella Rossellini, depresif annede Virginia Madsen, yeni Tom Jones olma hayalini çoktan yitirmiş eski eşte Edgar Ramirez, şefkat pınarı büyükannede Diane Ladd, işbilir alışveriş kanalı yöneticisi olarak bu kez daha küçük bir rolde Bradley Cooper, bu iyi yazılmış ve oynanmış Russell filmini keyifle izlettiriyor.

Müzik bir kez daha baş köşede Russell’ın filminde. Joy’un televizyon stüdyosunda şaşkına döndüğü o çok iyi kotarılmış sekansa eşlik eden Rodrigo’nun gitar konçertosu ezgileri, filmin önemli dönemeçlerinde devreye giren klasik Nat King Cole ve Frank Sinatra şarkıları ya da the Rolling Stones, Cream, Neil Young’ın yorumladığı 60’lar ve 70’lerin rock parçaları kulakları okşuyor. Yönetmenin önceki çalışmaları ile kıyaslandığında belki daha minör, ancak ‘kendini iyi hisset’ işlevini layıkıyla yerine getiren hoş bir yılbaşı hediyesi ‘Joy’. Bir Amerikan Rüyası efsanesinin altını kazırken kapitalizmin pazarlama stratejisi dahilinde bizde pembe dizi olarak bilinen ‘soap opera’ figürlerinin kitlelerin tüketim arzusunu kamçılamadaki işlevi üzerine belge niteliğinde öte yandan.

(08 Ocak 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2015 Yılının En İyi 10 Filmi

2015 sinema açısından hayli verimli bir seneydi. Siz sevgili okurlar için hazırlamış olduğum geleneksel en iyi filmler listemde yer alan çalışmalar geçtiğimiz yıl içinde ticari gösterime çıkmış ve festivallerde izlenmiş yapımlardan oluşmaktadır. Listede yer alan filmlere ilişkin yazılarımın yayınlanma tarih ve başlıkları parantez içinde belirtilmiştir. Yazıların tamamına arşivimizden ulaşabilirsiniz.

1- EVVELDEN / FROM WHAT IS BEFORE

Bu yıl da listenin en başında yer alıyor çağımızın önemli sinemacılarından Lav Diaz. Usta yönetmenin İstanbul Film Festivali programında yer alan 5.5 saat uzunluğundaki son başyapıtı, mükemmel siyah-beyaz estetiğiyle
bu kez Filipinler’in yakın geçmişine götürüyor izleyicisini. Diktatör Marcos yönetiminin ülkenin ruhunu kemirdiği döneme, sıkıyönetimin ilan edildiği 1972’nin hemen öncesine, kaybolmuş çocukluğuna, kendi deyimiyle ‘lanetli yıllara’ uzanıyor. (02.04.2015 / ‘Evvelden’ ya da Bir Ulusun Çöküşünün Kronolojisi)

2- SEDEF DÜĞME / EL BOTON DE NACAR

Şilili usta sinemacı Patricio Guzman’ın Berlinale’den en iyi senaryo ödüllü son çalışması geçmiş ve hafıza üzerine şiirsel bir başyapıt. Ülkesinin topraklarında yerli halkın uğradığı soykırımı Pinochet yönetiminin zulüm dolu yıllarına bağlayan benzersiz bir belgesel. (15.04.2015 / ‘Vahşet Anılarının Şahidi Bir Sedef Düğme’)

3- SESSİZLİĞİN BAKIŞI / THE LOOK OF SILENCE

İnsanlık tarihi bir katliam tarihi. Amerikalı sinemacı Joshua Oppenheimer ‘Öldürme Eylemi / The Act of Killing’ takibeden çalışması, tam elli yıl önce askeri darbeyle sarsılan Endonezya’da yaşanmış tarihin en büyük soykırımlarından birinin ardından bugüne bakıyor ve hayatta kalanların gözünden kanlı geçmişle hesaplaşmayı deniyor. (11.09.2015 / ‘Cellatla Yüzleşme’)

4- GİZLİ KUSUR / INHERENT VICE

Amerikan sinemasının auteur sinemacılarından Paul Thomas Anderson’ın çağdaş edebiyatın gizemli ustalarından Thomas Pynchon ile buluşması. Yetmişli yılların kültürel paranoya zamanlarının sinemasal karşılığını bulmuş baştan çıkarıcı bir eser. Biraz emek isteyen, değeri zamanla çok daha iyi anlaşılacak ihtişamlı bir bulmaca başyapıt. (10.05.2015 / ‘Tehlikeli Zamanlar’)

5- KÜÇÜK KIZ KARDEŞİM / UMIMACHI DIARY

Çağdaş Japon sinemasının önemli isimlerinden Hirokazu Kore-eda büyük usta Yasujiro Ozu’nun en önemli takipçisi. Dört mevsim boyunca dört kız kardeşin hikâyesini yorumlarken klasik Japon tarzını benimsemiş. Ozu’nun izindeki bu sakin ve minimalist başeser Filmekimi programında yer almıştı.

6- JAUJA

Ezeli ve ebedi arayışın sinemacısı Lisandro Alonso bu defa Arjantinli tanınmış şair ve romancı Fabian Casas’ın dramatik çatışma ve diyalog içeren metninden yola çıkıyor. 19. yüzyıl sonlarının saldırgan kapitalizminin izinde el değmemiş toprakların soykırım yoluyla gerçek sahiplerinden koparılması ve Batılı göçmenlerin yerleşimine açıldığı dönemin tipik Western atmosferini kendine özgü sinemasının hizmetine veren sinemacı seçilmiş çerçeve oranı ve uzun planlarıyla daha en başından farklı bir evrende olduğumuzun net işaretlerini veriyor. (14.11.2015 / ‘Hayal Kavuşmalar’)

7- TAKSİ TAHRAN / TAXI TEHERAN

Gözaltındaki İranlı sinemacı Cafer Panahi bizzat şöförlüğünü yaptığı taksiyle işlek Tahran caddelerine çıkıyor, katmanları arasında gezindiği İran toplumunun mikro analizine girişiyor. Tüm engellemelere rağmen zekice kotarılmış, çağımız İran toplumu üzerine neredeyse gerçek zamanlı bir belge olmasının yanı sıra sanatçı özgürlüğüne ve sinemaya güçlü bir saygı duruşunda bulunan mucizevi bir başyapıt. (25.06.2015 / ‘Cafer Panahi’nin Sinemaya Aşk Mektubu’)

8- VICTORIA

Oyunculuktan gelme Sebastian Schipper imzalı bu tek plandan ibaret film tam anlamıyla deli cesareti bir proje. Herhangi bir kurgucunun görev almadığı çalışma gerçek zamanlı iki saati aşkın süresiyle sinema dünyasına meydan okurken uygun ekonomik şartlarıyla genç insanlara barınak olma özelliğini taşıyan Berlin fonunda genç insanların bir gecelik serüvenini soluk soluğa anlatıyor. (04.08.2015 / ‘Soluk Soluğa Bir Berlin Gecesi’)

9. 45 YIL / 45 YEARS

Uzun beraberliklerini sürdüren yaşlı bir çiftin hikâyesi izlendikten sonra kolay kolay peşinizi bırakmayan o özel filmlerden. Çok iyi yazılmış, yönetilmiş. Genç İngiliz sinemacı Andrew Haigh minimalist çalışmasında görsel dünyasını titizlikle kurmuş. Berlinale’den ödüllü Charlotte Rampling ve Tom Courtenay’in performansları birinci sınıf. Acımasız ve zalim olan ise hızla akıp giden zaman. (04.10.2015 / ‘Acımasız Olan Zaman’)

10. NEFESİM KESİLENE KADAR

Dardenne kardeşlerin sinemasından aldığı esinle büyük kente sığınmış küçük kızların çetin yaşam mücadelesini öyküleyen Emine Emel Balcı’nın hayranlık uyandıran ilk filmi. Belçikalı usta sinemacıların gri dünyasını yerel tadlarla bizden bir öyküde yeniden inşa eden genç sinemacının Serap’ı Rosetta’ya ikiz kardeşi kadar yakın. Güven duymaya yönelik her çabaları hayal kırıklığı yarattıkça savunmaya geçen, kötücülleşen küçük kızlar bunlar. Esme Madra’nın performansı müthiş. (29.10.2015 / ‘Rosetta, Serap ve Diğerleri’)

(01 Ocak 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

The Hateful Eight

Sinema, karanlıklar arasından sızan ışıkla önünüze dünyaları seren bir sanat. Sadece sızan ışığa odaklanıyorsunuz, -ilginizi çekmesi olası her şey karanlığa gömüldüğü için- başka seçeneğiniz de yok zaten. Bazı filmleri seviyorsunuz, bazılarını -çocukluğunuzda olduğu gibi kendinizi o başrol kahramanının yerine koyarak- anlatıyorsunuz. Bazılarını anlatmak için eliniz kolunuz, yetmeyen sözcükler, “nasıl anlatsam ki” mazeretleri giriyor devreye… En sonunda, “Git filmi gör kardeşim, müthiş!” deyip sıyrılıyorsunuz.

Fısıltı gazetesi…

Bir zamanlar fısıltı gazetesi diye adlandırılan, kulaktan kulağa yayılan bilgi/haberler vardı. Kuşkusuz birçok özelliğini yitirir, birçok ayrıntısı kaybolur, hatta hiç olmayan bir mesaj bile çıkabilirdi ortaya. Yine de en doğru, en yansız, en objektif değilse de sizi (konuyu/olayı/haberi) duyururdu. Artık internet var ve aynı eksiklikleri, bilgi kirlilikleriyle birlikte hemen her şeyi duyuruyor. Quentin Tarantino’nun, sekiz yıl aranın ardından sekizinci filmi The Hateful Eight (Nefret Sekiz) bütün bu ‘sekiz’leri bünyesinde barındırdığı gibi internete sızdığı için de -belki- “nefret”li.

Eski, güzel miydi?

Tarantino, tipik bir kovboy filmi olan bu filmini 70 mm. çekmiş. Çok eskiden birkaç kez değerlendirilmiş, ama hem pratik olmadığı hem de gelişen teknolojiye yenildiği için unutulmuştu. Sadece gösteri amaçlı (Hollanda’da, Omnibus’ta salondan çıkarken projeksiyon makinesini, nasıl çalıştığını da görebiliyor; buna da bağlı olarak renklerin canlılığına, netliğine, büyük perdeye yansımasına rağmen görüntünün bozulmamasına bir kez daha hayran kalıyorsunuz) kısa filmler için kullanılıyor. Yine de Tarantino gibi bir ustanın filmi için sahnenin tümünü tek seferde -oyuncunun hakkınca oynaması için- çekebilecek magazinler yapılmış, belki uzun yıllar kimse dönüp yüzüne bile bakmayacak.

Neden 70 mm?

Görüntü daha net, seyirci filmin tüm ayrıntılarını görebiliyor, özellikle dar mekânlarda etkisi müthiş. Tarantino da bunu bildiği için gerek posta arabasında gerekse sığındıkları iç daraltan o çerçi dükkânında seyircinin gerçekten etkilenmesini, gerçekten içinin daralmasını istediği için kullanmış 70 mm’yi.

The Hateful Eight

Filmin sadece sekizinci olması değil, birbirinden ölesiye/öldüresiye nefret eden sekiz kahramanı var. İstisnasız hepsi gözünü kırpmadan silahını ateşleyebilir. İstisnasız hepsi de bunu bildiği için alabildiğine temkinli, alabildiğine politik, hamleyi karşısındakinden bekliyor. Üç saatlik filmin uzunca bir bölümü işte bu gerilimi aktarıyor bize. İzlerken siz de, “Aha şimdi” diye bekliyorsunuz. Söylenen her sözcükle, geçen her dakika daha bir geriyor sizi.

Savaş bitmiş ama bu ‘sekiz’ kişi etkisini atamamış hâlâ üzerlerinden. Hâlâ namlularının ucunda olduğuna inanıyorlar geleceklerinin ve daha da önemlisi adaletin. Bulabiliyorlar mı? Zaten film de bunu anlatıyor; bulunabilir mi? İzlemek gerek…

Burada bir ara vereyim, çünkü Abraham Lincoln’ün, bu nefret dolu cellatlardan birine yolladığı mektup var… Gerçekten değerli olduğu için kimseye göstermek bile istemiyor sahibi. Diğerleri için o kadar değeri olduğunu sanmıyorum, çünkü “Tükürürüm böyle…” mektubun içine diyen de var. Zaten umudu kesmiş.

Kadın gerçeği…

The Hateful Eight, kovboy filmi olduğu için erkek egemen, vahşetinin yanı sıra. Onca erkeğin içinde sadece bir kadın var, hem asılmaya götürülüyor zincirlendiği adam tarafından hem de sürekli eziyet görüyor, kan içinde yüzü gözü.

Dostluklar, ihanetler, beklentiler üzerinden süren filmin sonuna doğru artık hepimizin bildiği o ünlü Tarantino vahşeti yansıyor perdeye. Bir taraftan nasıl oldu da birden bunca kan döküldü diye düşünüyorsunuz, bir taraftan da hak ettiklerini düşünüyorsunuz. Sahi, siz de olsanız aynı tepkiyi verirsiniz, onca gerilimden sonra.

Başta değindiğimiz o noktaya geri döneyim: “Git kardeşim, gör filmi.”

Edebiyatla sinema iç içe…

Selçuk Altun, “Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme” novellasında, kahramanına Tarantinovari -yazarın kendisi de en az kahramanı kadar Tarantino hayranıdır- cinayetler işletir. İlginçtir, Tarantino filmlerindeki gibi olmaz hiçbiri.

İyi yıllar.

(30 Aralık 2015)

Korkut Akın