Kategori arşivi: Yazılar

At İzi İt İzine Karıştığında

68. Cannes Film Festivali’nin yarışmalı ana seçkisinde görücüye çıkmış son çalışması ‘Sicario’ ile bu hafta sinemalarımıza konuk olan yönetmen Denis Villeneuve’ün şiddetle meselesi devam ediyor. Kanadalı sinemacının kısalarını takip eden ilk uzun metrajı ‘Polytechnique’ 1989 yılında Montreal’de bir üniversitede 12 kadının ölümüyle sonuçlanan gerçek bir toplu bir katliam girişimi üzerinedir. 2010 yapımı ‘Incendies / İçimdeki Yangın’da şiddetin coğrafyası Orta Doğu’dur. Montreal’e göç etmiş Lübnanlı ailenin acı iç savaş deneyimleri izlenmesi kolay olmayan bir hüzün içermektedir.

Villeneuve’ün 2013’de çektiği ‘Prisoners / Tutsaklar’ bir çocuk kaçırma gerilimi çerçevesinde çağdaş Batı uygarlığında pusuya yatmış dehşetin izini sürmeye devam eder. Aynı dönemin ürünü ‘Enemy / Düşman’ başarılı bir José Saramago uyarlamasıdır. Nobel ödüllü Portekizli yazarın metnini Toronto’ya taşıyan yönetmen devasa metropolde sıkışmış bireyin çıkmazını etkileyici bir biçimde görselleştirmeyi başarmıştır.

Kökeni ‘ülkelerini istila eden Romalılarla savaşan Kudüslü Yahudiler’den gelse de günümüzde Meksikalı tetikçiler için kullanılan ‘Sicario’ sözcüğünü ad olarak seçtiği son çalışmasında şiddetin izini sürmek üzere Teksas / Meksika sınırına yollanıyor Kanadalı sinemacı. Bu tekinsiz sınırda konuşlanmış akıl almaz vahşete başta Coen kardeşlerin ünlü başyapıtı ‘No Country For Old Men’ olmak üzere birçok filmden tanıklığımız mevcut. Bırakın eski adamları günümüzde genç insanların dahi başa çıkamayacağı şiddet sarmalının Amerika sınırları içine sızmış dehşet verici görüntüleriyle açılıyor film. Arizona kırsalındaki baskında kırk küsur kişinin vahşi bir biçimde katledildikten sonra uyuşturucu kartelinin başlarından biri üzerine kayıtlı metruk evin içine gizlendiğine tanık oluyor FBI. Kurulu bombanın infilakıyla zayiat daha da büyüyor ardından.

Olaydan sağ kurtulmuş kadın ajan Kate Mercer (Emily Blunt) olan biten hakkında detaylı bilgi verilmeden Meksika’daki kartelin tepesindeki kişiyi hedef alan gizli bir operasyona dahil edilir daha sonra. Operasyonu yürüten küstah CIA ajanı Matt (Josh Brolin), Kolombiya’dan geldiği söylenen gizemli Alejandro (Benicio Del Toro) ve de Irak’ta Afganistan’da türlü işler çevirmiş erkekler topluluğu ile Meksika’nın sınır şehri Juarez’e yapılan yolculukta at izi it izine karışacak, genç kadın yabancı olduğu bu kurtlar dünyasında yolunu bulmaya çalışacaktır.

‘Sicario’ parlak bir yönetmenlik gösterisi. İngiliz asıllı görüntü yönetmeni Roger Deakins’in büyüleyici görselliğini tamamlayan Joe Walker’ın saat gibi işleyen kurgusu, Johann Johannsson imzalı etkileyici müzik çalışması ve de üç başarılı oyuncusunun katkılarıyla kusursuz bir işe imza atmış Villeneuve. Çok müsait olmasına karşın aksiyon türünün bildik klişelerine rağbet etmeden müthiş bir gerilim yaratabilmesi filmin belki en önemli erdemi. Deakins’in kuşbaşı çekimleri eşliğinde kalabalık otobanda çekilmiş uzun sekans antolojilere geçecek kadar başarılı.

‘Blade Runner’ devam filmi çekimleri öncesinde Villeneuve’e prestij sağlayacak bu parmak ısırtan görselliğin cilasını kazıdığımızda gördüğümüz manzara o denli masum değil oysa. ABD’nin itinayla beslediği ve görmezden geldiği üçüncü dünyanın şiddeti ve öfkesi kendi topraklarına sızmaya başladığında nasıl ikili oynayabileceği, şiddeti şiddetle mağlup etmek üzere kimlerle işbirliği yapabileceği bu cilanın ardında gizli. Uyuşturucu mafyasının köprü altına dizdiği parçalanmış cesetlerin, patlama sesleri arasında günlük hayatına devam eden tedirgin Meksika halkının Amerikan kamuoyunun pek umurunda olduğunu da zannetmiyorum. Meksikalıların yaşadığı kabusa samimi olarak tanık olmak isteyenler Amat Escalante’nin filmlerine, ‘Sangre’ye, ‘Los Bastardos’a, ‘Heli’ye göz atsınlar.

(22 Eylül 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

52. Altın Portakal’a Sorular

Hemen her gün yeni bir Altın Portakal haberiyle karşılaşıyor, 52. Festival’in nasıl gerçekleşeceğine dair “bilgi bombardımanına” tutuluyoruz. Sözü edilen “bilgilerin” resmi bir karşılığı yok; çoğunlukla Antalya yerel basınına yansıyan açıklamalar bir yana, Festival yönetiminden -son olarak Eylül ortası gibi bir tarih telaffuz edilmesine karşın- bu satırların yazıldığı saate kadar herhangi bir ses çıkmış değil.

Organizasyonların İşlevi

Eldeki gayrı resmi açıklamalara göre Portakal bir kez daha Elif Dağdeviren’e emanet edilmiş durumda. Öncelikle kendisine ve ekibine başarılar diliyorum. Festival’in 52 yıla yaklaşan tarihi boyunca, sinema dünyasından birçok ismin “danışman”, “organizatör”, “sanat yönetmeni” vb. sıfatlarla Antalya’ya geldiğine tanık olduk. Bu bağlamda, Prodüktörler Cemiyeti Başkanı olan Ümit Utku’nun damgasını vurduğu 60’lardan günümüze, -aradaki istisnaları unutmadan- neredeyse tamamı İstanbul merkezli organizasyonlarla yürüdü Portakal. Kimi zaman “toplumcu gerçekçi” sinemacıların başarılı üretimlerinin “Yeşilçam kodamanları”nca hiçe sayıldığını, kimi zaman da “yeni Cannes” söylemiyle ulusal sinemanın ufukta kaybolduğunu gördük. 80’ler, tam da dönemin ruhuna uygun “kitsch” bir atmosferi dayattığında “sessiz çoğunluk” oradaydı, şenlik Kaleiçi’nin dar sokaklarına hapsolduğunda ise ortalıkta pek kimse kalmamıştı. Yine de sürüp gitti bu sevda. Kimi zaman beyazperdenin yıldızlarının kendisiyle buluşmasına dudak bükenlere, bazen de açılış / kapanış gecelerinde araya konan bariyerlere inat! Evet, korteji ilkellik sayan da oldu, kırmızı halının kaç metre olması gerektiğini tartışan da. Sansüre ortak tavır alıp festivali demokrasi şölenine dönüştüren de, onu meşrulaştıran da. Bütün bu tartışmaların ve gelgitlerin arasında, kimi zaman dönemin belediye başkanlarının Portakal’ı sırtlarında kambur olarak görmelerini de yazdı tarih kitapları, onu bir halk şenliği olarak yorumlayanları da…

Sonuç olarak her türden renge rastladık bu topraklarda. Organizasyonu dünya turizmine giden yolda yapıtaşı olarak gören ve Konyaaltı sahillerini çıplak dansözlerle donatan zihniyet ile “Hollywood platolarını Antalya’ya taşıyoruz” diyen yöneticilerin unuttukları bir şey vardı: Altın Portakal, şaşaalı törenlerin, after party’lerin, beş yıldızlı otellerde yapılan kutlamaların veya jüri başkanının konakladığı odanın büyüklüğünden ziyade, Halit Refiğ’lerin, Yılmaz Güney’lerin, Onat Kutlar’ların ve daha nice önemli sinemacının özlemlerine tanıklık ettiği ve onlara selam durduğu ölçüde Altın Portakal olmuştu. Göç sorunu, her daim kanayan bir yara olan maden işçilerinin sömürüsü, 12 Eylül, işkenceler, “kadın sineması”, “sanat filmlerinin yükselişi” ve daha nice toplumsal olgu bu platformda dile getirilmiş ve festival, yedinci sanatın tarihe tanık olma gibi büyük sorumluluğuna ev sahipliği yapmıştı.

Altın Portakal; Venedik, Berlin, Cannes Değildir!

Festival; yarım asrı ardında bırakarak Türkiye’nin yalnızca sinemasal değil, kültürel birikimine de iz düşürmüş ve son yılların moda deyimiyle en kalıcı “marka değerini” oluşturmuş durumda. Ne var ki, önce yapılan açıklamalar, sonra da web sayfasında yapılan değişiklik, bu durumun tüm çevrelerce kabul görmediğini gösteriyor.

Bu noktada karşı argüman, dünyada akredite edilen 43 Festival arasında yalnızca Altın Portakal’ın ödülün adıyla anıldığı söylemini içeriyor ve organizasyonların kentin adıyla anılmasının daha doğru olduğunu savunuyor. Kulağa hoş gelen bir ifade; üstelik örneklemeler Venedik, Berlin ve Cannes’dan doğru yapılınca tesiri daha yüksek, ama…

Dilerseniz, 2005 – 2008 yılları arasında yapılan Altın Portakal’ları anımsayalım. Bu 4 yıllık AKSAV-TÜRSAK Dönemi’nde, Uluslararası Avrasya Film Festivali’ne katılan ünlüler arasında Francis Ford Coppola, Kevin Spacey, Helen Mirren, Paul Verhoeven, Sophie Marceau, Christopher Lambert, Nicolas Roeg, Miranda Richardson, Michael York, Adrien Brody, Mickey Rourke, Faye Dunaway, Bo Derek, Jacqueline Bisset, Woody Harrelson, Michael Madsen, Marisa Tomei, Matthew Modine, Peter O’Toole, James Cromwell, David Carradine, Norman Jewison, Leo Carax, Jafar Panahi, Samira Makhmalbaf ve Kim Ki Duk gibi isimler bulunmaktadır. Kulağa inanılmaz geliyor, değil mi?

Sonra, 46. Altın Portakal’ı anımsayalım. Yeni yönetimin göreve geldiği ilk günlerde bir bütçe tartışması başlamış, Festival’e önceki yıllarda yapılan devlet yardımının kesintiye uğradığı dile getirilerek “eskiye” dönülmüştü. Uluslararası yarışmalar yine devam etti; ama öncekiyle kıyaslan(a)mayacak mütevazı ölçülerde. Öyleyse tespitimizin altını çizelim: Altın Portakal konjonktürel siyasetten etkisini kurtaramamış, özellikle belediyeler eliyle yürütülen bir organizasyon olduğu için “devamlılık” gibi önemli bir ilke, bu festival için işlevsel hale getirilememiştir. Halkaya, seçimler sonucu işbaşına gelen yeni yönetimin ilk icraatının, Portakal’a 1995 yılından bu yana hizmet veren AKSAV’la işbirliğini noktalamak olduğunu da ekleyelim ve devam edelim: Altın Portakal’a sahip çıkan temel unsur Antalya halkı ve sinemaya gönül veren yığınlardır. Festival tarihinde atılan uluslararası adımların “emek” ekseninde kuşkusuz bir karşılığı vardır; ancak bunlar bir “renk” olmaktan öteye gidememiş, belirleyici olan, ülkenin son 50 küsur yılının sosyal, siyasal ve kültürel tarihinden izler taşıyan Ulusal Yarışma olmuştur! Bu yüzden temel gaye -“iyi niyet” çerçevesinde atıldığını varsaysak bile- Altın Portakal’ı dünya ölçeğine açmak gibi bir adımsa, bunun ne yazık ki karşılığı yoktur, olamayacaktır.

En çok da bu sebepten ötürü, Festival’in adını değiştirmek, ödül heykeliyle (ilk olarak 70’lerde ve sonrasında da 2008’de olduğu gibi) “oynamak”, onu kübik forma dönüştürmek (!) ve festivalin ana rotasını keskin biçimde farklılaştırmaktan çok, “içe dönmek” gerekmektedir. Buna göre; Altın Portakal’ın yıllardan bu yana en temel eksikliğinin, olgunun Antalya kamuoyunda yeterince tartışılmaması olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, 52 yıllık tarihin bize haykırdığı gibi hedef kitlesi ulusal sinema olan bir kurum, öncelikle bu işlevini nasıl layıkıyla yerine getireceğini masaya yatırmalı ve temel misyonunu bu bakıştan hareketle yerine getirmelidir. Bu festivalin taşıyıcısı, onu bugünlere getiren itici gücü, temel motivasyonu hiçbir zaman uluslararası platform olmadığına ve Altın Portakal ismi, “içeride” zaten Antalya’yı yeterince anımsattığına göre yola Altın Portakal’la devam edilmesi elzemdir! Bunun dışında yapacağınız her köklü değişiklik, tıpkı geçmişte olduğu gibi uzun soluklu olmayacak ve en iyimser ifadeyle bir veya iki dönem sonra yapılacak yerel yönetim seçimleri sonrasında rafa kaldırılacaktır!

Para Meselesi

Gayrı resmi olduğunun altını yeniden çizmeyi ihmal etmeden, aldığımız son “duyumlar”, Festival’de para ödülünün sıfırlanacağı açıklamalarını içermektedir. Uygulanabilirliği zor olan bu yaklaşım, bir ölçüde “romantik / idealist” görünmektedir; ancak yüzey kazındıkça farklı bir muhtevaya büründüğü de açığa çıkmaktadır.

Söylentilere göre 52. Altın Portakal’da ‘En İyi İlk Film’, ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Senaryo’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’, ‘En İyi Film Müziği’ kategorilerinde ve ‘En İyi Kısa Film’, ‘En İyi Belgesel’, ‘En İyi İlk Belgesel’ yarışmalarında para ödülü kaldırılacaktır; ama bu, genel olarak para ödülünün noktalanacağı anlamına gelmemektedir. Bir yerel gazete haberi şu ifadeleri içermektedir: “Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Eylül ayı meclis toplantısının ikinci oturumunda, bu yıl festivalde dağıtılacak para ödülleri karara bağlandı. Buna göre ‘En İyi Film Altın Portakal Ödülü’ 150 bin lira,
2 adet ‘Antalya Film Forum (AFF) Pitching Progress Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü’ 30’ar bin lira, 2 adet ‘AFF Pitching Progress Uzun Metraj Belgesel Ödülü’ 30’ar bin lira, ‘AFF Yapım Aşaması Uzun Metraj Ödülü’ 100 bin lira, ‘Antalya Film Fonu Ödülü’ 100 bin lira, ‘En İyi Ulusal Film Ödülü’ 50 bin lira, ‘Vizyon Desteği Ödülü’ 50 bin lira olarak belirlendi.”

Buna göre En İyi Film kategorisi (Uzun Metraj Kurmaca Film Ödülü sayılmazsa!) ikiye bölünmüştür. Bu ne anlama gelmektedir? 150 bin lira, olası bir uluslararası yarışmanın ödülü müdür? En İyi Ulusal Film ayrı bir kategori olarak açıklandığı için bu sorunun yanıtı belli gibidir. Bunun, Altın Portakal tarihinde bir ilk olduğu unutulmamalıdır. Bugüne kadar, yukarıda örnekleriyle anlatmaya çalıştığımız gibi ulusal sinemamızın en önemli sinema platformu olan Altın Portakal’ın bu işlevi elinden alınacak ve daha önceki festivallerde bir “renk” olarak gözümüze çarpan uluslararası boyut, ekonomik bakımdan öne çıkarılacaktır.

Soruları çeşitlendirebiliriz: Yönetmenlere, senaristlere, görüntü yönetmenlerine, kısa filmcilere ve belgesel sinemacılara verilen ödüllerin geri alınmasının nedeni, asıl “birikimin” Uluslararası Yarışma’da değerlendirileceğini mi ortaya koymaktadır? ‘Antalya Film Forum’un (AFF), Ulusal Yarışma’nın çok ötesinde bir işlev üstlenmesi mi öngörülmektedir? Yapım Aşaması’nda olan bir filme verilmesi planlanan para ödülünün, En İyi Ulusal Film ödülünün iki katı olması ne anlama gelmektedir? Planlamada Kısa Film’den neden bahsedilmemektedir?

Takvimlerin Eylül sonuna işaret ettiği bir noktada, yanıtlanması acil sorulardır bunlar; üstelik, sayın Türel’in de vurguladığı gibi “Altın Portakal, Türk Sineması’nın Oscar’ı” iken.

“Uzun Lafın Kısası”

Geçen yıl, yalnız Altın Portakal’a değil, neredeyse tüm film festivallerine damgasını vuran “sansür” sorunuyla boğuşmaktadır sinemamız. Önemli sıyrıklarla atlatılan bir süreç, yeni sorunların gölgesinde ağır aksak ilerleyip, konuşulması gereken asıl konular kapıda belirmişken, bizleri neyin beklediğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.

4 Temmuz’da yayınlanan bir yazımda -böylesi bir manzara daha ortada yokken- şu ifadeleri savunmuştum: “Altın Portakal, en zorlu zamanlarında bile ulusal sinemanın yanında durmuş, kriz dönemlerinde dahi varlığını sürdürmüştür. Bu tavır, yalnızca yarışma bölümünde değil, kültürel çalışmalarda da kendisini gösterebilir. Şu günlerde sıkça tartışılan “sinemamızın temel sorunları”, “film festivalleri ve işlevleri”, “kitlesel üretimler ve sanat sineması”, “sansür sorunu” gibi konular festival kapsamında masaya yatırılmalıdır.” Yazarını “naif” kılan bu ifadeler, böylesi bir gündemde tebessümle okunabilir; ancak daha başka bir konu vardır ki, onun sonuçları çok daha düşündürücüdür: “Sinemacılarımız, bütün bu olup biten karşısında fikirlerini beyan etmek için neyi beklemektedirler?”

(21 Eylül 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Everest’in Zirvesinde İnsan – Doğa Savaşı

Everest
Yönetmen: Baltasar Kormákur
Senaryo: William Nicholson-Simon Beaufoy
Müzik: Dario Marianelli
Görüntü: Salvatore Totino
Oyuncular: Jason Clarke (Rob), Josh Brolin (Beck), Emily Watson (Helen), Jake Gyllenhaal (Scott), John Hawkes (Doug), Robin Wright (Peach), Ang Phula Sherpa (Dorjee), Keira Knightley (Jan), Thomas M. Wright (Michael), Martin Henderson (Andy “Harold”), Tom Goodman-Hill (Neal Beidleman), Charlotte Bøving (Lene), Pemba Sherpa (Lopsang), Amy Shindler (Charlotte), Justin Salinger (Ian), Vanessa Kirby (Sandy), Chris Reilly (Klev), Naoko Mori (Yasuko)
Yapım: Universal (2015)

İzlandalı yönetmen Baltasar Kormákur’un gerçek bir olaydan yola çıkan “Everest”, insanın doğayı fethetme savaşının trajik filmi. IMAX ve üç boyutlu bu film, sinema teknolojisinin üst noktası. İnsan kendini o anların yaşıyor sanki.

Gerçek bir hikâye… 1996 yılı. Hayatlarına anlam ve heyecan katmak isteyen çoğu zengin insan, Rob Hall’ün önderliğinde, Nepal’de Everest macerasına atılıyor. Everest, dünyanın en yüksek sıradağıydı. Bu yüce dağ, dünyanın da çatısıydı. Orada da küresel ısınmadan dolayı buzlar eriyordu. Everest’e buzullar erirse, bu Kuzey Kutbu kadar dünyanın iklimine etki yapacağı vurgulanıyor iklimbilimciler tarafından. Zirvesine yaklaştıkça  oksijen de azalıyor. Bu dağın zirvesine ulaşan çok az dağcı oldu. Çoğu oraya ulaşamadan öldü. İnsan doğaya hükmedebilir miydi? Şu ana kadar insanlar bunu başaramadı. Doğayı mağlubiyete
uğrattıklarını sandıkları anda doğa onlara büyük trajediler yaşattı. Yaşatmayı da sürdürüyor. Bu dağ tırmanışı büyük bir ekip çalışmasıyla gerçekleşiyor. Her şey en kötü durum düşünülerek oluşturulmuş. Deneyimler de var. Ama doğa da tam karşıdaydı. Her şey dinginken, birden karabulutlar çöker, ardından fırtına kopar ve trajediler yaşanırdı. Bu film üzerine yazmak yerine sinema perdesinde yaşamak daha iyi herhalde.

Hollywood’un gözdesi…
Bu filmi IMAX olarak devasa perdede görmek insanı görsel anlamda etkiliyor. Bir de üç boyutlu olunca, o anları birebir yaşıyor insan. Yağan karlar, kayan çığlar, soğuklar insana zihinsel
anlamda biraz da olsa deneyim yaşatıyor. İzlandalı heyecan verici yönetmenlerden Baltasar Kormákur, 1966’da Reykjavik’te doğdu. 2010 yapımı “Inhale-Nefes Nefese”
gerilimi, 2012 yapımı “Contraband-Son Vurgun” aksiyon-macerası, 2013 yapımı “2 Guns-Zorlu İkili” aksiyon-suç filmleri ülkemize uğramıştı. Hollywood, küçücük İzlanda’dan çıkan bu yönetmene düşlerini gerçekleştirme fırsatı veriyor işte.

Trajedinin dağında…

Kormákur’un filminde sadece Everest’in yaşattıkları değil, başka dramlar da var. Kormákur, doğa-insan ilişkisini anlattığı bu filminde, insan-insan ilişkilerini de öne çıkartıyor. Dağcıların lideri Rob, Jan Arnold’la beraber. Kadını hamile. Kız babası olmayı hayal ediyor Rob. Kızı olursa adının Sarah olmasını düşlüyor bir de. Everest’in uzmanı Rob, bildiği bu dağı yenebilecek miydi bir daha? Teksaslı Beck Weathers, zaman zaman dağa kaçan maceracılardan biri. İki çocuk babası Beck, bu defa karısı Peach’e haber vermemiş. Gözlerinden de ameliyat olmuş üstelik. Bumacera, ailedeki küçük sorunları onarabilecek miydi? Ya Doug? İlkokul öğrencileri onun bu maceraya katılması için para toplamış ve Everest’e yollamışlar. Doug Hansen, bu çocuklara ilham vermek istiyor Everest’in zirvesine ulaşarak. Helen Wilton da Rob’un sağ kolu bu macerada. Everest’in eteklerinde kurulmuş kampta iletişimi ve ihtiyaçları karşılıyor Helen. Bir de maceracılardan Scott Fischer var. Elbette yerel rehber Ang Dorjee de. Everest’in zirvesine ilk ulaşan kadın Yasuko Namba’yı da unutmamalı. Yönetmen, trajedileri yaşayanları önde göstererek Everest’in trajediler dağı olduğuna dokunduruyor seyircilere.

Çarpıcı görsellik…

Maceracılar, Everest’e tırmanmadan önce küçük tırmanışlar yapıyorlar önce. Mart ayının sonunda başlayan macera, Mayısın ilk yarısında başlıyor. Filmde gerçek anlamda o anın içinde olunan
anlar var. İki buzul arasına gerilmiş ince uzun asma köprüden geçiş anı insanı insana gerçek anlamda yükseklik korkusu yaşatıyor. Aşağısı uçurum ve neredeyse dibi görünmüyor. Bir an koltuktan aşağı doğru kaydığınızı hissedebilirsiniz. Müthiş ve anlatılamaz bir duygu. Buna benzer bir anı daha yaşatıyor yönetmen. Beck, iki buzul arasına kurulmuş merdivenlerden karşıya geçerken, onun yaşadığı korku iliklerde hissediliyor. Elbette fırtınalar ve çığlar da var. Zirvede, bu maceracılar gibi oksijensiz kalmış gibi de hissediyorsunuz. Yönetmenin, son jenerik öncesi küçük bir sürprizi de var seyircilere. Merak duygusu iyidir.

Filmde, Everest’e ilk çıkanlara da saygı sunuşu yapılıyor. 1953’te bu yüce dağa Yeni Zelandalı Edmund Hillary ve Nepalli Tenzing Norgay tırmanmıştı. Dağa adını verense İngiliz coğrafyacı Albay George Everest olmuş 1865’te.

Filmin müziklerini yazan Toskanalı besteci Dario Marianelli’yi de keşfetmeli. Joe Wright’ın 2007 yapımı “Atonement-Kefaret” filmindeki besteleri arşive alınmalı. Onun müzikleri insanın ruhuna iyi geliyor. Bu filmde de öyle. Marianelli, müziklerini Everest’in ruhuna adamış sanki. Everest’in ruhuna dokunabiliyor insan bu müziklerle. Zaman zaman dingin, zaman zaman çığlık atar gibi. Filmin kameramanı da önemliydi. Salvatore Totino, Ron Howard’ın 2006’daki “The Da Vinci Code-Da Vinci Şifresi” ve 2009’daki “Angels & Demons-Melekler ve Şeytanlar” filmlerindeki fotoğrafları çok çarpıcıydı. Ama yine Howard’ın yönettiği 2005 yapımı “Cinderella Man” filmindeki çalışması da hatırlanmalı. Kormákur’un 2015 yapımı “Everest” filminde de solukları kesiyor çarpıcı fotoğraflarıyla bu kameraman.

(21 Eylül 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Her Şeye İyi Gelen İhtiyar

Stajyer (The Intern)
Yönetmen-Senaryo: Nancy Meyers
Müzik: Theodore Shapiro
Görüntü: Stephen Goldblatt
Oyuncular: Robert de Niro (Ben), Anne Hathaway (Jules), Christina Scherer (Becky),
Anders Holm (Matt),René Russo (Fiona), Adam DeVine (Jason), Wallis Currie-Wood (Kiera),
Christine Evangelista (Mia), Annie Funke (Ali),Christina Brucato (Emily), JoJo Kushner (Paige)
Yapım: Warner Bros (2015)

Hollywood’un mizah yüklü yönetmenlerinden Nancy Meyers’in “Stajyer”i insana iyi gelen filmlerden. Bu film, yaşlı insanlara ve tecrübeye saygıyı çoğaltacak belki.

Kırk yılı aşkın telefon idaresinde rehber baskı bölümünde çalışmış Ben Wittaker, emekli olduktan sonra sudan çıkmış balık gibi olmuş. Biriktirdiği uçak puanlarıyla bedava dolaşmış durmuş. 42 yıl yıllık karısı sekiz yıl önce kendini yalnız bırakıp göçüp gitmiş bu dünyadan. Torunları da var. Arada bir istemeyerek sevişmek zorunda olduğu kendi gibi yaşlı bir kadını da idare edip gidiyor. Şimdi yetmiş yaşında ve koca bir boşluğun ortasında. Yapacak
hiçbir şey yok. Koskoca evde yalnızlıktan da bunalmış. Hayatını geçirdiği büyülü Brooklyn’de caddeden geçerken bir ilana gözü çarpıyor. İlanda, internet üzerinden giysi satan bir şirket yaşlı insanları stajyer olarak işe alınacağı yazıyor. Ama onun da koşulları var. O da teknoloji. Artık insanlar “tweet” atıyorlar, “facebook”ta arkadaş oluyorlar, birbirleriyle konuşacaklarına cep telefonlarıyla kısa mesajlar atıyorlar. Elbiselerini ve başka ihtiyaçlarını internetten sipariş ediyorlardı. 2015 yılının dünyası böyleydi işte. Kibirliklerin, iletişimsizliklerin ve yalnızlıkların dünyasıydı bu zamanlar.

İnternet ticaretinde sıfırdan yaratan Jules Ostin, şirketin patronu. Sürekli koşturuyor. Çalışanlarının çoğu bilgisayarın başında sipariş alıyor bu işyerinde. Elbise depoları da var. Jules, Matt’le evli ve Paige adında da küçük bir kızları var. Ben, Jules’la çalışmaya başlıyor. Hep erken kalkmaya alışmış düzenli Ben, yatmadan önce iki çalar saatini erken saate ayarlıyor. Ben’in evinde her şey düzenli ve tertemiz görünüyor. Yatağı bile. İşe gidiyor. Burası ona
yabancı bir mekân değil. Kırk yıl bu binada çalışmış. Jules, bu binayı almış. İlk günden, Jules dışında herkes Ben’e ısınıyor. Ben,
görmüş geçirmiş ve gençlerde pek olmayan sabrı var. Buna hayat tecrübesi deniyor. Ben’in gözü hep Jules’un üzerinde. Ben, pencereden dışarı bakarken, Jules’un şoförünün gizlice içki içtiğini görüyor. Korumacı Ben işe el koyuyor ve Jules’un şoförlüğünü yapmaya başlıyor. Jules, Ben’in sıcaklığını hissetmeye başlıyor. Bir insana yakından bakınca uzaktan görülmeyenler fark ediliyor muydu? Önyargılar böyle mi yıkılıyordu?

1949’da Pensilvanya’da doğan yönetmen Nancy Meyers, 1998 yapımı “The Parent Trap-Komik Tuzak” komedi filmiyle yönetmenliğe geçti. Asıl bilinen filmi, 2000 yapımı “What Women Want-Kadınlar Ne İster?” yapıtıydı. Bu filmde, kadınların ne istediği insanı tuhaf yapıyordu güldürürken. En Son Meryl Streep’i yatağa sokan 2009 yapımı “It’s Complicated-İlişki Durumu: Karmaşık” vardı. Meyers, melodramlarında insanları gerçeken güldürebilen yönetmenlerden. Meyers, 2015 yapımı “The Intern-Stajyer” filminde insan sıcaklığı verirken, gerçek anlamda güldürüyor. Sinemanın ağır işçilerinden koca Robert de Niro, bu filmde komedi tarafını da ortaya koyuyor. Metot oyunculuğunun önemli isimlerinden De Niro, bu filmde sanki oraya kahve içmeye gelmiş bir insan sanki. Çok rahat ve ilham vericiydi.

Ben, işyerinde herkese iyi geliyor. Hayatının sonbaharında, işyerindeki masöz Fiona’yla aşka düşüp yalnızlığından bir nebze kurtuluyor. Ama her şeyden önce Jules’a terapi gibi geliyor Ben. Birçok şey darmadağın olup gidecekken, Ben’in varlığıyla her şey yoluna giriyor sanki. O, iyi bir gözlemci ve dinleyiciydi. Jules, iş yoğunluğundan kocasını ve evini ihmal ediyor. Sevişmeye bile zaman kalmıyor hayatında. Matt, belki de bu yüzden karısını aldatmış oluyor. Ama herkes için doğru yol vardır. Aile kutsaldır.

Yakın çekimlerin yoğun olduğu filmi, televizyon estetiğine yakın bulduk. Hatta “dolly”ye takılı çekimleri de. Ama kamera biraz açıldığında film de sinemaya yaklaşıyor elbette. Bilgisayar, tablet, akıllı telefon ve televizyon ekranlarının başında daha çok vakit harcayan seyircileri yabancılaştırmak istememiş sanki yönetmen. Mutlu sonla biten, insana kendini iyi hissettiren ve de güldüren bir film bu. Yaşlıların tecrübesine ve kendilerine saygı sunuyor film. Çünkü bir gün herkes yaşlı olacak.

(17 Eylül 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

72. Venedik Film Festivali Başladı

Dünyanın önde gelen film festivallerinden biri olan Venedik Film Festivali, bu yıl 72. kez düzenleniyor. Festival Baltasar Kormakur’un yeni filmi Everest’in gösterimiyle başladı. 1996 yılında Everest’te meydana gelen bir olayı konu alan filmin başrollerini Jason Clarke, Josh Brolin, John Hawkes ve Keira Knightley gibi ünlü isimler paylaşıyor. Venedik Film Festivali, bu yıl Türkiye için ayrı bir önem taşıyor. Gerek ana yarışma jürisinde yer alan Nuri Bilge Ceylan ile gerek çeşitli bölümlerde yarışan filmlerle Türk sinemasının katılımının yoğun olduğu bir yıl. Emin Alper’in yönettiği ikinci uzun metrajlı filmi Abluka, Altın Aslan için yarışacak. (Haber: Serpil Boydak.)

Cellatla Yüzleşme

İnsanlık tarihi bir katliam tarihi. Geçmişin acı deneyimlerinden ders almadan katletmeye devam ediyor insanoğlu. Çoğu zaman cezasız kalıyor suçlar, kurbanlar kederli suskunluklarına gömülüyor. Bu hafta gösterime giren ‘Sessizliğin Bakışı / The Look of Silence’ tam elli yıl önce askeri darbeyle sarsılan Endonezya’da yaşanmış tarihin en büyük soykırımlarından birinin ardından bugüne bakıyor ve hayatta kalanların gözünden kanlı geçmişle hesaplaşmayı deniyor.

Amerikalı sinemacı Joshua Oppenheimer’ın Christine Cynn ve adı gizli tutulan bölgeden bir yardımcı yönetmen ile birlikte giriştikleri çabanın başlangıcı hayli eskiye dayanıyor. Endonezya’ya ilk kez 2001’de bir grup sömürge çiftliği işçisinin sendika kurma çabalarını anlatan ‘Küreselleşme Kayıtları / The Globalisation Tapes’ belgeseline yardım etmek üzere giden Oppenheimer, neredeyse her işçinin bir akrabasının 1965 soykırımında öldürüldüğünü keşfediyor. Onu daha da dehşete düşüren, travmaya uğramış yığınların susturulduğu ülkede suçluların halen iktidarda olmasıdır. İçinde bulunduğu ruh halini ‘Nazi Soykırımı’ndan kırk yıl sonra SS’lerin hâlâ iktidarda olduğunu görmüş gibiydim’ diye ifade ediyor yönetmen.

Suharto cuntasının emriyle katledilen yığınlara kamerasını çevirdiğinde üç yıl öncesinin eşine benzerine kolay rastlanmayacak belgesel çalışması ‘Öldürme Eylemi / The Act of Killing’ çıkıyor ortaya. Yabancı işbirlikçilerin de desteğiyle bir yıldan az bir süre içinde 1 milyondan fazla insanı katlettirmiştir dikta. Muhalefet eden tüm gruplar, sendika üyeleri, topraksız köylüler, aydınlar, Çinli etnik gruplar sistematik bir biçimde yok edilmiştir. Cuntayla birlikte çalışan yerel gangsterler ve halen iktidarını sürdüren milis kuvvetleri üyeleriyle röportaj yapmaya başladığında bu kiralık katillerin geçmişteki kanlı infazlarını gururla dile getirmeleri yönetmenin dehşetini daha da büyütür. Gangster eskileri yaptıklarını bizzat sahnelemekten çekinmez. Giderek grotesk bir görünüm kazanan bu kanlı oyunda gangster şeflerinden Anwar Kongo’yu uykusundan uyandıran kâbuslar ya da öksürük krizleri dışında vicdana ya da herhangi bir suçluluk duygusunun izine rastlanmaz. Bu korkunç insanlık suçunun cezasız kalmasının verdiği güvenle alabildiğine pervasızdır kanlı katiller.

Büyük bir şaşkınlıkla karşılanan ‘Öldürme Eylemi’ olan biteni bizzat cellatların gözünden sergilerken kurbanlara ve kurban yakınlarına söz hakkı tanımadığı ve soykırıma perde arkasında destek vermiş
uluslararası kapitalizmin çirkin yüzünü kararlı bir biçimde deşifre
etmediği için eleştiriler alır. Oppenheimer güvenlik nedeniyle yapım
süreleri iç içe geçmiş bu ikinci belgeselinde ilk filmde yeterince yer alamamış unsurları perdeye taşıyor ve Kuzey Sumatra soykırımının bu son perdesinde filmin adından da anlaşılacağı üzere sessiz bırakılmış kurban yakınlarının gözünden toplu cinayetlere ışık tutmayı amaçlıyor.

‘Sessizliğin Bakışı’nın ana karakteri Adi Rukun cinayet kurbanlarından efsanevi Ramli’nin erkek kardeşi. Ramli unutulmamış çünkü vahşi bir biçimde katlinin tanıkları var. Adi soykırımdan iki yıl sonra dünyaya gelmiş ve ailesinden hayatta kalanların sessizliği içinde büyümüş. Yönetmenin çekimlerden çok önce tanımış olduğu genç adam çevresindekilerden farklı biri. Göz bozukluklarını tespit eden optisyen genç adam, tehdit altında sessiz kalmış, komünist yaftasıyla sürekli baskı altında tutulmuş köylülerinden uzağa büyük şehre göç etmiş, meslek edinmiş.

‘Öldürme Eylemi’nin temsili katliam bölümlerini izleyen Adi’den gelmiş soykırım failleriyle yüzleşme fikri. İlk filmde eksik kalanı tamamlamak istemiş, katillerle yüzyüze konuşmayı o talep etmiş. Bu son derece tehlikeli süreçte Adi’nin mesleği bir koruma kalkanı olarak kullanılmış. Kapı kapı gezerek insanların gözlerini kontrol eden Adi’nin yaşlı adamların 1965 katliamına ilişkin hatıralarını
sorgulaması üzerine kurulu plan mükemmel işlemiş. Oppenheimer Adi’nin mesleğinin görme üzerine müthiş bir metafor olabileceğini düşünmüş ve birçok söyleşisinde dile getirdiği biçimde ‘Adi’nin kendisi gibi gerçeği görmek isteyenler, olan biteni korkuyla görmek istemeyen, hafızalarından silmek isteyen kurban yakınları ve yarattıkları dehşetin gözlerini kör ettiği katillerle’ sıkı bir yüzleşme süreci gerçekleştirmiş. Doktor muayenesi sırasında ortaya çıkan güçsüzlük hissinin de yardımıyla sorgulamalarını rahatlıkla gerçekleştirebilmiş genç adam.

Yine kendi ifadesiyle ‘izleyiciyi korkudan doğan sessizliğin içine daldırmayı’ başarabilen sinemacı ülkesi ABD’nin darbe ve soykırımla ilgili bağını daha açık bir biçimde göstermekten kaçınmıyor bu kez. NBC haber bülteninin katliamları olumlayan 1967 yılından kalma haber kaydı dehşet içinde izleniyor. Endonezya’nın doğal kaynaklarını ve köleleştirdiği komünist işçiler vasıtasıyla emek gücünü sömüren Good Year örneğinden yola çıkarak çokuluslu şirketlerin soykırımın yürütülmesindeki desteği açıkça vurgulanıyor.

Bizler dehşetin dehlizlerine dalarken Adi’nin tek arzusu gerçeğin ortaya dökülmesi. İçlerinde kelebekler olduğu için zıplayan tohumlar metaforu eşliğinde Oppenheimer gibi Adi’nin yaşlı annesi de gerçeğin bir yerlerden sızacağının ve susturulmuş halkın artık
konuşmaya başlamasının beklentisi içinde. Adi’nin suçlarını kabullendikleri takdirde katilleri affetmeye hazır olmasını kederli
annesi gibi bizler de kabul edemiyoruz. Toplumsal dokunun paramparça olduğu bir ülkede sosyal uzlaşmaya olan ihtiyacın bağışlama yoluyla değil, suçluların adalet önünde hesap vermesiyle sağlanabileceğini düşünüyoruz.

Devletin dindar halkı kışkırtarak muhalifleri, komünistleri, siyasi suçluları kendi komşularına kırdırdığı akıl almaz vahşet hikâyelerini işittikçe kanımız donuyor, itirazımız büyüyor. Adi’nin soğukkanlı kederinden etkileniyor, yönetmenin altını çizdiği biçimde bu cesur belgeselin ‘sadece Endonezya’ya açılan bir pencere olmadığı, hepimizin üzerine tutulan bir ayna olduğu’ hususunda fikir birliğine varıyoruz. Benzer koşullarda kendi topraklarımızda yaşanan katliam görüntüleri, faili meçhuller, Maraşlar, Madımaklar bir film şeridi halinde gözlerimizin önünde canlanıyor. Ülkemizde halen oynanmakta olan kanlı oyuna isyan ediyor, endişe içinde Cizre’den haber almayı umut ediyoruz. Tüm bu yaşananları yüreklilikle beyazperdeye taşıyacak cesur sinemacılara ise bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

(11 Eylül 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinema, Zorlukların Üstesinden Gelme Sanatı

Yedinci sanat olarak nitelediğimiz sinema, birçok sanat dalının aksine sanayi/endüstri aynı zamanda… Bütün hepsi için bilgi birikimi ve deneyim gerekiyor kuşkusuz ama sinema deyince, o bilgi birikiminin yanı sıra senaryolaştırma, mekân bulma, oyuncu seçimi, kamera, ışık, oyuncular… -eskiden banyo da vardı, teknoloji onu ekarte etti- montaj, seslendirme, kopya çoğaltımı… bitmedi, salon ve gösterim tarihi… Şöyle bir baktığınız zaman sinemacının (buna televizyoncuları da eklemek gerekir) işinin ne denli zor olduğunu görürüz.

Sanayi deyince, parasız yapılamadığını bilmem söylememe gerek var mı? “Benim hayatım filim ama yapamıyorum, çünkü param yok.” Parası olan, o filim olan hayatları mı çekiyor? Kuşkusuz evet. Benimkini değilse de arkadaşımınkini, onun değilse bir diğerini, sınırlar ötesi birilerinin hayatını… ama hep sahici olanları…

Piyasadan Alacağımız Var…

Herkes kalıcı olmak ister, herkes aklından geçeni bir başkasına aktarmak ister… Bu, kimi zaman yazıyla, resimle, konuşmayla olur, kimi zaman hepsini bünyesinde buluşturan sinema ile ancak toparlanabilir. Her ne kadar “imajın imajı olmaz, dolayısıyla yoruma açık değildir” dense de, diğerleri denli “soyut” olmadığı için insanların daha bir benimsediği daldır. Buna da bağlı olarak hemen her çocuk “Karpuz Kabuğundan Gemiler” yapıp yüzdürmek ister akıntılı sularda.

Bu hafta gösterime giren, “ama hiç ünlü oyuncusu yok ki” denilen “Piyasadan Büyük Alacağımız Var – Maddi Manevi” filmi, tam da yukarıda anlattığımız şeyi işliyor. Bir araya gelen, “Genç Kafa”lar hem para kazanmak hem düşüncelerini aktarmak hem de “zevahiri kurtarmak” için televizyona bir dizi önerirler.

İpin ucu orada kaçıyor…

Bu alanda çalışan hemen herkes, ekonomik gücü yetmeyeceği için öncelikle (tabii, daha iyi, daha güzel, daha doğru ve çok izlenebilirlik gibi düşünceler de var) para yatıracak birilerini bulmak zorundadır. Televizyon kanalları bunun için biçilmiş kaftandır ve ilk akla gelendir. Projenizi -ne kadar uyduruk olursa olsun- anlatmak zorundasınız… ama ya çalınırsa? Sahi, çalınabilir, küçük üç beş değişiklikle (ona bile gerek kalmayabilir çoğunlukla) onca kafa patlattığınız, umut bağladığınız düşünceniz kaçıverir elinizden de… eliniz böğrünüzde kalakalırsınız. Birçoğumuz yaşamadık mı bunları?

Hukuk da çözemez bu problemi… Yapabileceğiniz tek şey vardır (geçtiğimiz haftalarda gösterime giren Aşkın Ritmi ve girecek olan Sıradışı Anne -Ricki and the Flash- filminde olduğu gibi) ek iş yapmak ama o da kolay değildir bizim ülkemizde… Oralarda
parttime çalıştığınız zaman ölmeyecek kadar para kazanabilir ve sanat yapmaya fırsat bulabilirsiniz ama bizim ülkemizde fulltime çalıştığınızda bile karnınızı doyuramayabilirsiniz, kaldı ki sanata zaman ve zemin kalsın. Yani aynı alanda, belki yine kandırılmayı, dolandırılmayı kabullenmek dışında bir seçeneğiniz yoktur.

Emek yoğun çalışma koşulları

Bir de emek yoğun çalışma koşulu vardır ki, hemen bütün çalışanlar emeklerinin karşılığını alamazlar. Gün ağarmadan başlayan çalışma -çoğunlukla ünlü başrol oyuncusuna göre planlanır- ertesi gün gün ağardıktan çok sonra biter… Dinlenmeye fırsat bulamayan set çalışanları yorgun argın yola düşerler yeniden. Doğal olarak ne güçlü bir (dizi için geçerli tabii) senaryo beklenir bu durumda ne de iyi bir mizansen ve set çalışması… Zaten herkes, bir an önce bitsin de gidip dinlenelim derdindedir… Bir de acaba emeğimizin karşılığını alabilecek miyiz?

Anlatılan bizim hikayemiz…

“Piyasadan Büyük Alacağımız Var” filmi, bizim hikayemiz… birebir gerçeklerle örülü. Bir arkadaşımız bile dışında değildir bu yaşananların… Filmi birlikte seyrettiğimiz bir arkadaşım, Yadigar
Ejder’in (çiçekler çelenk örsün başucunda) küçük bir rolün ardından günlerce parasının peşinde koştuğunu, parasının yine de ödenmediğini, üstüne üstlük ulaşım için de onca para verdiğini
anlattı. Yadigar’a verilecek para da zaten öyle çok değildir ya, ayrı mesele. Güleriz ağlanacak halimize ya… mizahla anlatmışlar bu yaşamsal dramı, hem de hiç dilini bozmadan, düzeyini yitirmeden.

Bu filmi öncelikle düşünce hırsızlarına izlettirmeli, ardından da yapımcılara… Gerçi onlar hepimizden iyi biliyorlar yaşananları… Salonda (evde) koltuğa kaykılıp izlediğimiz bir filmin ardında ne sorunlar yaşanıyor, ne umutlar sönüyor ve doğuyor anlamak için…

“Piyasadan Büyük Alacağımız Var”, yönetmen Ekin Akçay, oyuncular İzzet Başlak, Baran Erdoğan, Ali Yiğit San, Rabia Tutal, Okan Sağlam Ali Rıza Kara ve Salih Kalyon.

(10 Eylül 2015)

Korkut Akın

Kanlı Postal Filminin Yönetmeni Muhammet A. B. Arslan Röportajı

Neden böyle bir film çekiyorsunuz sorusunu duymuşsunuzdur pek çok kez ama gerçekten bu kadar zor bir konuya neden ve nasıl değindiniz? Çok eleştirenler olmuştur bu işi yapmayın başınıza iş alırsınız şeklinde? Bunlar için ne diyeceksiniz? Kimler destek oldu kimler köstek oldu?

Galiba zoru seviyorum. Devrimci gelenekten geldiğim içindir belki ayrıca bu konuyu çekmemin en büyük sebebi de o dönemi yaşamam ve o dönemde orada hayatını kaybeden arkadaşlarımın anısına sahip çıkma isteğim. Korku duvarını aşalı çok oldu

Sizce ne yanlış ne doğru yapıldı o dönem? Siz filmi kimin gözüyle anlatmaya çalıştınız?

Yanlış olan emperyalizmin desteğiyle bu ülkede en acımasız faşist uygulamaların ve meydan okumaların tarihte görülmemiş biçimde baskı ve zulmün kendisidir. Doğru olan da direnerek efsaneler yaratanlardır. Ben de filmi efsaneler yaratanların gözünden anlatmaya çalıştım.

Bugün de 12 Eylül 1980 darbesinin etkileri görülüyor ülkemizde. Hâlâ o dönemin anayasasının tartışmaları sürüyor. Kaldı ki bugün ciddi bir çatışma ortamındayız 7 Haziran seçimleri sonrası? Dünü ve bugüne nasıl bağdaştırıyorsunuz sizce hâlâ o dönemin sancıları mı bunlar? Bugünlerde Güneydoğu’da yaşanan acılarla ve ölümlere nasıl bakıyorsunuz? Nasıl çıkacağız ülkece bu olaylardan dışarı?

Tabii ki hâlâ o darbenin anayasası ve hukuku uygulanmaktadır ki bu uygulama halkın bu anayasayı istemediğini belirtmemesine rağmen maalesef bu anayasaya ve hukuk sistemi hâlâ varlığını sürdürüyor. Bu anayasayla darbenin failleri uluslararası mahkemelerde yargılanacak suçlar işlemelerine rağmen kendi anayasa ve hukuklarıyla göstermelik olarak yargılandılar. Bu eli kanlı katiller yine maalesef diyorum suçlarının cezasını çekmeden ölüp gittiler. Baki kalan o yiğitçe direnenlerin efsaneleri ve mücadelesidir. Demin anlattığım gibi anayasa ve hukuk sistemi değişmediğinden hiç bir şey değişmedi. Zaten partiler yasası bunun örneklerinden biri değil mi? Belki de politikacıların işine öyle geliyordur. Artık bugün halklarımız özgürlüğün ne kadar değerli olduğunu biliyor. Bunun için artık barış ve kardeşliği getirecek tüm insan hak ve hürriyetlerinin yiğit savunucuları olarak güzel yarınları yaratacaklarına inanıyorum.

Filmin çekim süreci hakkında bilgi verir misiniz, kaç yıllık bir çalışmanın ürünü bu yapım?

Zaten çok uzun ve zorlu bir süreçti. 2010 yılında senaryo çalışmalarına başladık. Dönemin canlı tanıklarıyla görüştük. Bu anlamda çok desteklerini aldık. Onların bizden tek istediği gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmamızdı. İki yıl sonra da çekimsürecine başladık. Çok zor ve bıçak sırtı bir konu olduğu için bu hassas durumun sinema diliyle anlatmak da çok zor oldu. Özellikle de işkenceleri. Birçoğunu da yansıtmaya içimiz el vermedi. Hiç kimseden destek almadan kendi zor, sıkıntılı olanaklarımızla birçok kişinin de sadece manevi desteğini alarak bu sinema filminin çekimlerini bir kaç ay önce tamamlayabildik.

Sette kazalar oldu mu? Sanırım pek çok işkence ve yanma sahnesi var filmin?

Evet, işkence sahnelerinde özellikle kadın oyuncuların psikolojik ve fiziki olarak acı çekmeleri gibi sıkıntılı olaylar zühûr etti. Ancak en büyük kazayı dört mahkûmun kendilerini yaktıkları sahnede yaşadık, onu da küçük sıyrıklarla atlattık.

Günümüzde daha popüler içerikli filmler çekiliyor. Siz oldukça farklı ve zor bir konu üzerine film çektiniz. Nasıl bir gişe bekliyorsunuz filmden? Sizce seyirciyi yakalayabilecek misiniz?

Bu filme kendine insanım diyen herkes sahip çıkacaktır. Geçmişte olduğu gibi bugün de yarın da bu tarz filmlere duyarlı halklarımız sahip çıkacaktır. Özellikle ezilen halklarımızın özgürlük uğruna çektikleri acılar neticesinde çocuklarının hikâyesine sahip çıkacağına inanıyorum.

Yeni çalışmalar var mı, yeni projeleriniz? kısaca bahseder misiniz?

Tabi ki bu proje maddi manevi beni ve ailemi çok sarstı. Halkıma borcumun bitmediğini düşünüyorum, hatta iki proje belki üç proje daha çekmeyi planlıyorum. Bunlardan biri Halepçe katliamı diğeri Selahattin Eyyubi bir diğeri de Kenan Evren’i anlatmayı düşündüğüm “Büyük Diktatör (12 Eylül Kenan)”.

(06 Eylül 2015)

Marksist Doğdu ve Öldü: Claude Chabrol

Sinemanın değerli ustalarından Claude Chabrol’ün “Bir Kadın Meselesi” ve “Seremoni” filmleriyle anmak istedik. Bu iki film de gerçekçi sinemanın sarsıcı yapıtlarından.

Claude Chabrol, Fransız “Yeni Dalga” akımının François Truffaut’yla beraber Hitchcock’a en yakın yönetmenlerindendi. Sosyalist düşüncelerinden hiçbir zaman uzağa düşmedi. Duvarlar yıkıldıktan sonra bile. Chabrol’un asıl adı Claude Henri Jean Chabrol’dü. 24 Haziran 1930’da Paris’te doğdu. 12 Eylül 2010’da Paris’te vefat etti. Oyuncu Stéphane Audran’la 16 yıl evli kaldı. !980’de boşanmışlardı. Chabrol, “Yeni Dalga” akımının diğer genç yönetmenleri gibi Cahiers du Cinéma Dergisi’nde sinema eleştirileri yazdı önce. Hitchcock etkisi taşıyan 1958 yapımı siyah-beyaz “Le Beau Serge-Yakışıklı Serge”le ilk filmini çekti.

Chabrol’ün ülkemizde vizyona çıkmış 1959 yapımı “À Double Tour-Tehlikeli Rabıtalar”, 1965 yapımı “Marie Chantal Contre Dr. Kha-Şeytanın Tuzağı”, 1967 yapımı “Le Scandale-Öldüren Şampanya”, 1972 yapımı “Docteur Popaul-Çirkinleri Severim”, 1973 yapımı “Les Noces Rouges-Kanlı Âşıklar”, 1978 yapımı “Violette Nozière-Zehirli Çiçek”, 1997 yapımı “Rien ne va Plus-Hırsız ve Çırağı”, 2000 yapımı “Merci Pour le Chocolat-Sıcak Çikolata”, 2003 yapımı “La Fleur du Mal-Kötülük Çiçeği”, 2007 yapımı “La Fille Coupée en Deux-İkiye Bölünen Kız” gibi filmleri var.

“Bir Kadın Meselesi…”
Claude Chabrol’ün, II. Dünya Savaşı’nda geçen trajedisi 1988 yapımı “Une Affaire de Femmes-Bir Kadın Meselesi”, kadınların yanında giyotin meselesine de dokunuyor. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Colo Tavernier yazmış. Film, Francis Szpiner’in romanından uyarlanmış. Müzikleri Matthieu Chabrol bestelemiş. Dış mekânlarda, özellikle iç mekânlarda estetik fotoğraflar oluşturansa kameraman Jean Rabier filmde. Değerli oyunculardan Isabelle Huppert, bu filmindeki büyük oyunuyla 45. Venedik Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” dalında ödül kazanmıştı.

II. Dünya Savaşı yılları… Fransa, Nazi Almanyası tarafından kuşatılmış. İktidarda da işbirlikçi Vichy’nin sağcı hükümeti var. Esir alınmış kocalar, sağlıklı gençlerin Almanya’ya çalışmaya götürülmesi. Yoksulluklar ve açlıklar da bunlara dâhil. Kapı komşusu Yahudilerin gizlice toplanıp toplama kamplarına gönderilmesi de var. Filmin hikâyesi, yağmurlu kıyı şehrinde geçiyor. Kocası Paul (François Cluzet) Almanların elinde esir düşmüş Marie-Louise (Isabelle Huppert), iki çocuğuyla yoksul hayatını sürdürüyor. Yedi yaşlarındaki oğlu Pierrot ve küçük kızı Mouche’la yemek yapmak için ot toplamaya çıkıyor Marie. Ön jenerik yazıları okunurken, şehrin yoksul sokakları da yansıyor. Marie ve çocukları Pierrot (Guillaume Fourtier) ve Mouche (Lolita Chammah) kaldıkları yoksul apartmana geldiklerinde, kamera yukarı doğru kalkıyor pencereden komşu Ginette (Marie Bunel), bir erkekle öpüşürken yansıyıveriyor. Ardından, “Bu film tüm oyuncularına adanmıştır” yazıyor. Dairde oğlu Pierrot’nun dizlerini temizleyen Marie, bugün içki günü olduğu için dışarı çıkıyor, en yakın arkadaşı Rachel’le (Miriam David) kafeye gidiyorlar. İçki içip dans ediyorlar kadın kadına. Kafenin sahibi sert adam Blanche (Pierre-François Dumeniaud) onların bu mutluluğunu kısa kesiyor, “Alkol günleri hep sarışınlar geliyor” diye. Akşam çökmüş. Marie ve Rachel, çakırkeyif sokaktan geçerken kamera Bolşevizm karşıtı afişleri yansıtıyor. İlkinde, “Angagez vous Légion Volontaires contre la Bolchévisme” (Bolşevizme Karşı Gönüllü Lejyona Bağlan), ikincisindeyse, “Retournez au terre” (Dünyaya Geri Dön) yazıyor. Marie, tiyatro sahnelerinde şarkı söylemeyi hayal ediyormuş.

Sabah. Marie, çocuklarıyla aynı yatakta yatıyor. Marie, karşı komşusu Ginette’in dairesine gidiyor uyandıktan sonra. Ginette’in dairesi oyuncaklarla dolu. Müzik pikabına özlemle bakıyor Marie. Banyodan Ginette’in sesi geliyor. Hamileymiş. Bernard bebeği doğurmasını istemiyormuş. Çünkü Almanya’ya çalışmaya götürülecekmiş mahkûm değişimleri yüzünden. Sisler içinde şehir yansıyor. Yağmur da başlıyor. Çocuklar okula gidiyor. Marie, Ginette’in dairesinde. Bernard kürtaj için cephaneden bazı aletler getirmiş. Marie, suyu ısıtıyor, sonra soğutuyor. Tencerenin içine sabun doğruyor. Ardından ortasında pompası olan hortumla sabunlu suyu çekiyor. Ginette, yere uzanıyor. Marie, hortumu kadının bacaklarının arasına yerleştiriyor, içeri sabunlu suyu pompalıyor. İşi bittikten sonra kalan sabunu istiyor Ginette’ten.
Savaş zamanında sabun kolay bulunmuyor çünkü. Yağmurlu gün. Sokaklarda Alman askerleri dolaşıyor. Marie aynı kafeye gidiyor. Rachel’i arıyor. Blanche, Rachel’in Yahudi olduğu için götürüldüğünü söylüyor. İnanamıyor Marie. Onun Yahudi olduğunu da bilmiyormuş. Kamera başka bir mekânda sağa doğru kayıyor ve ağlayan Marie’yi kederler içinde gösteriyor. Elindeki evlilik alyansına bakıyor kederle. Ginette hâlâ bebeği düşürememiş. Üstelik Bernard gitmiş. Dairede. Marie, Pierrot’yu yatakta ağlarken buluyor. Üzgün olduğu için ağlıyormuş Pierrot. Gündüz patates tarlasında çiftçiyle pazarlık ediyor Marie. Çocukları için de iyi bir gün bugün. Elli franga yarım çuval patates alıyorlar. Daireye döndüklerinde Marie salondaki masada kocası Paul’ün çantasını görüyor. Mutsuzluk çöküyor üstüne birden. Paul yatağa uzanmış. Rıhtımlarda işçi aranıyormuş. Paul oralarda işe başlıyor çok geçmeden.

Ginette, dairesinde sancılanıyor, bacaklarının arasından kan geliyor ve sonunda bebeği düşürüyor. Paul, Pierrot’yla dışarı çıktıktan sonra Ginette teşekkür için müzik pikabını Marie’ye getiriyor. Marie mutlu oluyor. Artık bu kasvetli dairede müzik dinleyebilecek. Paul geldiğinde pikabı soruyor. “Hediye. Kadınlar arasında” diyor. Örgü örüp satan Marie sonra kuaföre gidiyor, saçlarını yaptırıyor. Kuaförde, Lucie’yle (Marie Trintignant) tanışıyor. Rachel’in boşluğunu Lucie’yle dolduruyor Marie. Bu dostluk derinleşiyor ve işbirliğine dönüşüyor çok geçmeden. Lucie, hayat kadınlığı, yani seks işçiliği yapıyor bu savaş dönemlerinde. Alman askerleriyle, Almanlarla iyi ilişkide olan Fransızları mutlu ediyormuş. Marie’de, “Yasaların yasakladığı işler yapıyorum” diyor ona. Dairede. Marie, leğende kocasının sidikli iç çamaşırlarını yıkarken kederli ve ağlıyor. Paul, cephede topların çıkardığı seslerden korktuğundan altına kaçırmaya başlamış Travma sonrası stres bozukluğu gibi sanki. I. Dünya Savaşı’nda da bu stres bozukluğu yaşanmıştı. Cephedeki askerler, havan toplarının çıkardığı ürpertici seslerinden çok korkuyorlardı ve kendi iradelerinin dışında vücutları Parkinson hastaları gibi titriyordu. Paul, karısının yeni saçını da fark edemiyor. Ev işlerinden ve bu e
vden sıkılmış Marie. Yeni bir daireye taşınmak istiyor. Çok geçmeden ferah bir daireye taşınıyor aile. Başka bir kafeteryada da yeni daireyi pastayla kutluyorlar. Tek mumu sırasıyla söndürüyorlar. Bir de dilek tutmalarını istiyor Marie. Küçük Pierrot da dileğinde cellât olmayı tutmuş. Sanki kader söyletmiş gibi. Gece, dairede. Marie kocasıyla aynı yataktalar. Paul sevişmek istiyor, ama Marie ona şarkıcı olmak istediğini anlatıyor. Gündüz tren yolu yansıyor. Yağmur yağarken iki kadın geliyor kürtaj için. Kadının kocası iki yıldır mahkûmmuş. Yani bir Almandan hamileymiş kadın. Çok para kazanan Marie, çocuklarına güzel yemekler yapıyor şimdi. Paul, paranın çoğalmasından dolayı
şüphelenmeye de başlıyor. Dışarıda Lucie’yle buluşan Marie, Lucie’yi yeni dairesine getiriyor. Akşam yemekte Marie, kocasına yine taşınmak istediğini söylüyor. Gündüz kafede Paul, Pierrot’yla kafede karşılıklı içiyorlar, mutlular. Paul, Pierrot’dan bilgi almak istiyor. Pierrot, eve kadınların geldiğini söylüyor babasına. Çok geçmeden çatı katı da olan yeni daireye taşınıyorlar. Artık tren sesi duyulmuyormuş. Lucie, daireye Lucien’le (Nils Tavernier) geliyor. Artık Lucie müşterilerini Marie’nin dairesine getiriyor. Randevuevi gibi oluyor. Marie de komisyonunu alıyor ondan. Lucien gittikten sonra Paul geliyor. İşsiz kaldığını söylüyor. Malul maaşı alacakmış. Marie, kocasın onu sevmediğini söylüyor artık çekinmeden. O çok para kazanıyor, Paul bir işsiz.

Gündüz. Eğlence meydanında Naziler yarışma düzenliyorlar. Kazanan Lucien, kazandığı kazı Marie’ye veriyor. Böylece Marie’ye de yaklaşıyor. Lucien, Marie’nin çillerinden hoşlanmış. Kamera başka bir mekâna gidiyor. Yoksul bir ev yansıyor. Yatakta çocuklar uyurken, Jasmine (Dominique Blanc), evden çıkıyor barakaya giriyor. Kocası Robert de (Jean-Claude Lacas) peşinden gidiyor. Altı çocuk doğurmuş kadın, bu yoksul hayatlarına birini daha katmak istemiyor. Jasmine, Marie’ye gidiyor. Kendini inek gibi hissediyormuş. Marie kabul ediyor. İşsiz Paul de gazete kupürleri yapıştırıyor defterlere can sıkıntısından. Zaman geçiyor. Marie, vinç operatörlüğü yapan Lucien’e gidiyor. Lucien, Almanlarla “temizlik işlerine” katılarak Almanya’daki zorunlu hizmetten kurtulmuş. Marie eve dönüyor. Âşığı olduğundan şüpheleniyor karısının. Gündüz. Evin avlusuna yanında iki çocuk olan bir kadın geliyor. Biraz büyümüş Pierrot (Nicolas Foutrier) ve Mouche’a (Aurore Gauvin) Marie’yi soruyor. Kadın, Marie’nin yanına gidiyor. Jasmine’in öldüğünü söylüyor. Kocası da trenin altın atmış kendini. Şimdi altı çocuk yetim ve öksüz kalmış. Marie duyarsız. Çünkü acelesi var. Kadın, “Anne karnındaki bebeklerin de ruhu var” diyor. O sırada Lucie, çatı katından müşterisiyle iniyor aşağıya. Marie sonra kafeye uğruyor. Kafenin özel bir yerinde Lucien, Nazi askerleriyle bilardo oynuyor. Lucien geç kaldığı için Marie’ye kızıyor. Yağmur altında eve dönüyor Marie. Kocasına iş bulmuş rıhtımda. Sabotajcı olup olmadığını gözetleyecekmiş Paul. Komünistler varmış. Naziler direnişçileri öldürüyorlar hep. İşi nasıl bulmuştu Marie? Gündüz. Marie genelev sokağında Lucie’yi buluyor. Kafeye gidiyorlar. Zaman geçiyor. Marie, Fernande (Evelyne Didi) adında bir hizmetçi de tutuyor. Onu çatı katına yerleştiriyor. Fernande’la kocasını seviştirmeyi bile planlıyor Marie. Yeter ki kendinden uzak dursun Paul.

Tatlı hayat bir yere kadar sürüyor. İşten eve erken dönen Paul, karısını yatakta Lucien’le uyurken görüyor. Sonun başlangıcı mıydı bu? Esaretten döndüğünden bu yana karısıyla hiç sevişememiş Paul, kendi yataklarında bir yabancı erkekle karısını zina yaparken yakalıyor. Paul, gazete sayfalarından harfler keserek polise, Marie’nin suçlarını ihbar ediyor. Mektup Paul’ün dış sesiyle yansırken, Marie sokakta mutlulukla bir binaya geliyor. İçeri giriyor. Kamera dışarıda sola doğru kayıyor ve usulca pencereye geliyor. Marie, piyano eşliğinde şarkısını söylüyor. Sonra evin avlusuna geldiğinde çocuklarını mutlulukla severken, iki sivil polis geliyor ve onu tutukluyorlar. Pierrot’nun büyümüş genç sesi duyuluyor, “Annemi tutuklarında yedi yaşındaydım” diyen.

Hapse atılan Marie’yi koğuştaki kadın mahkûmlar aşağılıyorlar sürekli. Sonra adliye müşaviri geliyor ve Paris’e gönderileceğini söylüyor Marie’ye. Paris’te cezaevi aracıyla hapishaneye götürülürken, gardiyana Eyfel Kulesi’ni soruyor. Ardından kamera, Marie’nin Paris’teki avukatı Fillon’un (Vincent Gauthier) evine gidiyor. Banyo yapan karısı Helene’e (Caroline Charbonneau), başka bir avukat bu vakayı onun sırtına yüklediğini söylüyor. Ölüm cezasıyla yargılanıyor Marie. Kürtaj ve fuhuş büyük suçlar Vichy’nin ahlakçı hükümetinde. Onca yoksulluk, işgal ve hükümetin Nazilerle işbirliği ahlaki değerlendirmelerin ötesinde miydi? Muhafazakâr ahlak ikiyüzlü müydü? Avukatıyla görüşüyor Marie. Bu dava örnek olmalıymış Fransızlara. Marie, devlete karşı işlenen suçlara karşı kurulmuş özel mahkemede yargılanacakmış Marie. Devlet, ahlaki meselelerde katı davranıyormuş. Hükümet, doğumdan çok kürtaj yapılıyor propagandasını yapıyormuş. Marie, koğuşta bir tek mahkûm kadınla konuşabiliyor. Avukat Fillon, Albay Chabert’e (Jacques Brunet) gidiyor, umut için sonra. Chabert, inatçı ve dürüst bir insanmış. Chabert, bu özel mahkemenin
komiseri. Chabert, eğitim almamış Marie’nin yaptığı işin farkına
varıp vicdan azabı çektiğini söylüyor. “Hayatında ilk kez dine döndü” diyor avukat. Chabert de, “Burası Kudüs değil” diye cevaplıyor. Umut bitiyor. Bu Chabert, Balzac’ın romanı “Albay Chabert” değil. Koğuşta konuşabildiği kadın mahkûma Marie, “Ben kimseyi öldürmedim” diyor. Mahkemeye getiriliyor. Her şey hızlı gelişiyor. Kürtaj yapmış, üstelik evini hayat kadınlarına açmış bu kadının hemen başı gövdesinden ayrılmalıydı Fransa’nın ahlaka kavuşması için. Önyargı yüklü muhafazakâr ahlak kazanıyor. Marie, koğuşundaki kadın mahkûmlarla vedalaşıyor. Konuşabildiği kadın mahkûm ona ilk komünyona ait madalyon veriyor moral için. Marie’nin ayakları da prangalı. Onu hücreye götürüyorlar. Gözleri nemleniyor. “Selâm sana Marie. Çamura battın. İçinizde yarattığınız meyve çürüdü” diye kendi kendine mırıldanıyor kederle. Madalyonu çıkartıp atıyor. Parkta avukat bir meslektaşıyla bankta oturmuş konuşurken gözüyle bebek arabalı kadını izliyor. Avukat, “Fransa dev bir kümese dönüştü” diyor umutsuzca. Ortalıkta Nazi askerleri de dolaşıyor. İnfaz günü geliyor. 30 Temmuz 1943… Avukat Fillon kendisi gelemiyor, stajyer avukatını yolluyor infaza. Marie, “Çok acıtır mı” diye soruyor. Giyotinin bıçağı yukarıdan aşağı düşüyor. Muhafazakâr ahlak buna “ilahi adalet” deyip geçecek herhalde. İnfazın ardından da “Mahkûm edilmişlerin çocuklarına acıyın” yazıyor görüntüde. Geriye kalan neydi? Fransa hükümeti, savaştaki günahlarının cezasını çekecek miydi? Bu filmin tüm kadınlarına merhaba demeli.

“Seremoni…”

Claude Chabrol’ün 1995 yapımı “La Cérémonie-Seremoni”, alt sınıfın üst sınıfı katledişinin şiddet yüklü trajedisini anlatıyor. Sadece katliama uğrayanlar için değil, katliamı yapanlar için de bu trajedi. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu Chabrol’ün kendi yazmış. Film, Ruth Rendell’in “A Judgement in Stone” adlı romanından uyarlanmış. Müzikleri Matthieu Chabrol bestelemiş. Görüntüleriyse kameraman Bernard Zitzermann yansıtmış. Bu film, Nisan 1998’de ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Filmin hikâyesi, Fransa’nın Manş kıyısındaki Ille-de-Vilaine şehrine bağlı Villes de Saint Malo adındaki kasabada geçiyor. Sophie Bonhomme (Sandrine Bonnaire), hizmetçilik için başvurmuş. Lelièvre ailesinin malikânesi, kasabaya on kilometre uzaklıktaki Saint Coulomb köyünde. Kamera, Sophie’nin kafeye gelişini gösteriyor. Resim galerisi olan evin hanımı Catherine’le (Jacqueline Bisset) buluşuyor. Anlaşıyorlar. Ön jenerik yazıları yansırken, Catherine Honda arabayla evine doğru gidiyor. Bahçeli zengin evine geliyor. Gilles (Valentin Merlet), Catherine’in önceki evliliğinden oğlu. Melinda’ysa (Virginie Ledoyen) şimdiki kocası Georges’un (Jean-Pierre Cassel) kızı. Müzik tutkunu mutlu bir burjuva ailesiydi bu. Eve televizyon için de uydu anteni takılıyor bugün. Akşam yemeğinde yeni hizmetçileri hakkında konuşuyorlar. Catherine, Sophie için “Garabet değil” diyor.

Sophie, birkaç gün sonra trenle şehre geliyor. Garda Catherine’le buluşuyorlar. O sırada Sophie’nin hayatına girecek postanede memur olan kırmızı bereli Jeanne da (Isabelle Huppert) filme dâhil oluyor. Birkaç gün tatile çıkıyormuş. Onu da yol üzerine bırakıyorlar. Sonunda Sophie yeni işyerine geliyor. Sophie yukarı katta kalacak. Odasında televizyon bile var. Herkes kendi işine gittikten sonra hemen televizyonla ilgileniyor Sophie. Tek başına şimdi evde.olunca yemek yapıyor önce Sophie. Akşam oluyor. Aile yemeklerini yiyor. Yemeklerden de memnun kalıyorlar. Gündüz George onu şehre bırakıyor. Sophie dükkânlara giriyor, alışveriş yapıyor. Numaralı gözlük de alıyor. Daha sonra Melinda onu arabayla alıyor, eve dönüyorlar. Yolda Melinda, sol söylemlerle Sophie’ye, “Ağır iş yaptırmalarına izin vermeyin” diyor. Evde. Salonda bir not buluyor Sophie. Notla odasına gidiyor. Bebek resimleriyle dolu defterinde nottaki kelimeleri ve anlamlarını arıyor. Sophie, okuma-yazma bilmiyor. Birinin bunu fark etmesinden de çekiniyor. Mutfakta. Melinda notu görüyor ve okuyor. Catherine, elbiseleri ütülemesini istemiş. Filmde ilk başlarda her şey, zaman geçişleri de hızla oluyor. Hem ev, hem aile tanınıyor böylece. Aile tatile çıkıyor. Sophie evde tek başına ve özgür. Televizyon izliyor, temizlik yapıyor. Marketten siparişleri getiren genç de evde tek başına olan Sophie’ye asılıyormuş gibi yapıyor. İrsaliyeyi de imzalaması nasıl imzalayacaktı? O da bir şeyler karalayıveriyor irsaliyeye. Evde işlerini bitiren Sophie yayan şehre iniyor sonra. Markette Jeanne’la karşılaşıyor. Sonra eve dönüyor. Beklenmedik bir anda Jeanne da geliyor peşinden. Melinda’dan kartpostal gelmiş. Gözlükleri yanında yokken okuyamıyormuş. Jeanne da notu okuyuveriyor ona. Sophie’nin odasında televizyon izliyorlar. TRT İnt Avrasya kanalında bir Yeşilçam filmine takılıyorlar. Sophie merakla bakıyor filme. Jeanne, Sophie’ye kendi geçmişinden bir şeyler anlatıyor. Georges’un şirketine başvurmuş zamanında. Onlar uzun boylu genç bir kadını işe almışlar. Jeanne arabasıyla gidiyor sonra.

Zaman geçiyor. Yolda Jeanne’ın Fransız kapitalizminin gururu Renault arabası bozuluyor. Eski model. Yoldan geçen Melinda, insancıllığıyla Jeanne’a yardım etmek için duruyor. Jeanne, aileye öfkeli. Genç kız küçük dokunuşla arabayı yürüttürüyor. Aküsü azalmış. Bu ilk Brechtyen vurgu. Melinda eve geliyor. Babası da eve gelmiş. Diğerleri yok. Georges av tüfeğini hazırlıyor. Bu ikinci Brechtyen vurgu. Sabah. Catherine çıkarken yine not bırakıyor. Yazılardan, notlardan acı duyuyor Sophie. Yayan şehre iniyor. Postaneye Jeanne’ın yanına gidiyor. Evde telefon bozuk diyor. Jeanne markete siparişleri telefonda söylüyor. Bazıları markette yokmuş. Olmayanları zihnine yazan Sophie başka marketten onları alıyor. Yayan poşetlerle eve doğru giderken, Catherine arabayla yanında duruyor. Pazar günü Melinda’nın doğum günüymüş. Georges evde. Mektuplarının postanede açıldığından şüpheleniyor.

Pazar günü. Eve, Melinda’nın sevgilisi Jeremie de geliyor. Ona müzik seti almış. Bu da üçüncü Brechtyen vurgu. Jeremie de Mozart seviyormuş. Melinda yirmi yaşına giriyor. Bir köşede Melinda ve Jeremie öpüşürken, kamera diğer konuklara dönüyor. İnsanlar, Sophie’nin pişirdiklerinden memnun. Bu arada Sophie de ortadan kayboluyor. Sophie, yayan kasabaya doğru yürürken, yolda Jeanne’ın arabasını görüyor. Jeanne mantar toplamak için ormana gelmiş. Jeanne’ın evine gidiyorlar. Jeanne mantarları pişiriyor. Beyaz şarapla beraber yerlerken, Jeanne kızının yanarak öldüğünü söylüyor Sophie’ye. Sonra gazeteyi alıyor ve Sophie’nin
karanlıkta kalmış bazı şeylerini okuyor Jeanne. Onun da karanlık sırları varmış, hasta babasının ölümünde. Polisin incelemelerine göre yangın kasten çıkartılmış Jacques Bonhomme’un öldüğü olayda. Sophie, babasına hastabakıcılık yapıyormuş yangın çıkmadan önce. Jeanne, “Babanı sen mi öldürdün” diyor. “Hiçbir kanıt yok” diye cevaplıyor Sophie. Sonra yatağa uzanıyorlar kahkaha atarak. Sonra kilisenin muhtaçlar için elbiselerin toplandığı yere gidiyorlar. İşe yarayanları ayırıyorlar. Jeanne, rahip ve rahibelerle alay da ediyor. Sonra arabayla Sophie’yi eve götürüyor Jeanne. Arka kapıdan içeri giriyorlar. Tüfekler göze çarpıyor. Sophie’nin odasında televizyonda Paul Newman’ın oynadığı filmi arıyor Jeanne.

Ertesi gün. Georges postaneye geliyor ve mektupları açması yüzünden Jeanne2la tartışıyor. Jeanne, Georges ve ailesinin geçmişi hakkında çok şey biliyormuş. Catherine’in eskiden fahişe olduğunu söylüyor. Evde Sophie, çalan telefonu açamıyor not alma korkusundan. Cesaret bulup açıyor. Georges bazı evrakları istiyormuş. Şoförü yollayacağını söylüyor. Strese giren Sophie odasına gidiyor televizyon izliyor. Dışarıda araba geliyor, klakson çalıyor. Sophie ilgilenmiyor. Çok geçmeden Georges geliyor. Öfkeli. Akşam. Catherine ve Gilles televizyon izliyorlar. Televizyonda gösterilen Fransız filmindeki öpüşmelerden rahatsız olan Catherine oğlunu uzaklaştırmak istiyor odadan. Sigara istiyor. Gilles sigara paketini alırken Jeanne’ın geldiğini görüyor. Jeanne ve Sophie, yatağın ucunda birbirlerine sarılmış televizyondaki yarışmayı izliyorlar. Sabah mutfakta Georges kahvaltı yaparken,
Sophie’ye Jeanne’ın eve gelmesinden rahatsız olduğunu söylüyor. Zaman geçiyor. Melinda arabasıyla eve geliyor. Hüzünlü. Sevgilisi Jeremie İngiltere’ye gidiyormuş. Melinda telefonla konuşurken, Sophie de Melinda’nın sırrını öğreniyor. Melinda hamileymiş. Sonra Melinda mutfakta test çözmeye başlıyor. Sophie adının “bilge” anlamına geldiğini söylüyor Melinda. Sophie’den de test çözmesini istiyor. Sophie’nin tedirginliğinden onun okuma-yazma bilmediğini de anlıyor Melinda. Aşağılanmış gibi hissediyor Sophie. Okullardan bahseden Melinda’ya şantaj yapıyor Sophie. Sonra odasına çıkıyor televizyon izliyor Sophie. Gece ailenin diğer fertleri de geliyor eve. Melinda’nın hüzünlü halini fark ediyorlar. Melinda her şeyi anlatıyor babasına. Georges, Sophie’nin odasına gidiyor. “Kızıma şantaj yapan birini barındıramam” diyor Georges. Bir hafta daha kalmasına izin veriyor yeni hizmetçi buluna kadar. Evde iş yapmasını da istemiyor. Georges odadan çıktıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi soğuk bir yüzle televizyon izlemeyi sürdürüyor Sophie. Görüntü kararıyor.

Gündüz. Sophie ve Jeanne, bir evin kapısını çalıyorlar. Kadından eski elbiseleri istiyorlar. Evin sahibi kadın poşete ayırmış. Jeanne, poşeti boşaltıp kadını aşağılıyor. Bu rahibin (Jean-François Perrier) kulağına gidiyor. Elbiselerin toplandığı mekânda onlara ilişkilerinin kesildiği söyleniyor rahip. Sonra Jeanne’ın evine gidiyorlar. Gece Lelièvre evinde herkes konsere gideceklermiş gibi giyinmişler. Televizyon odasında aile yerini alıyor. Televizyondan Mozart’ın “Don Giovanni” operasını izlemeye başlıyorlar. Jeanne ve Sophie, arabayla Lelièvre ailesinin evine doğru yol alıyorlar Sophie’nin eşyalarını almak için. Jeanne, kızının nasıl öldüğünü anlatıyor Sophie’ye. Kanıt bulamamışlar. Eve geliyorlar. Arka kapıdan içeri giriyorlar. Yüksek sesle operayı izleyen aile onları duymuyorlar. Jeanne, Georges’un kullandığı aletlere dokunuyor. Sophie mutfakta çikolata hazırlarken, Jeanne mutfağa elinde tüfekle giriyor. Sonra Sophie’nin odasına çıkıyorlar. Jeanne, Georges’la Catherine’in yatağına sıcak çikolatayı döküyor. Gardıroptan Catherine’in elbiselerini de çıkartıyor Jeanne. Odadan çıkıp malzemelerin olduğu yere gidiyorlar. Sophie tüfeklere fişek
yerleştiriyor. Catherine, bir gürültü duyar gibi oluyor. Georges bakmaya gidiyor. Sophie, öfkeyle Georges’a ateş ediyor. Georges kanlar içinde yere yığılıveriyor. İçeridekiler tüfek sesini duymuyorlar. Sophie ve Jeanne, sıcak çikolatalarını içiyorlar. Gilles, babasına bakmaya gidiyor. Odanın kapısını açıyor, karşısında tüfekli Jeanne ve Sophie’yi görüyor. Sonra hepsinin üstüne kurşun yağdırıyorlar. Kitaplara bile ateş ediyorlar. Korkunç bir katliam yaşanıyor. Sonra da öylece bakıyorlar cesetlere. “Ben iyiyim” diyor Sophie. “Doğru olanı yaptık” diyerek havayı yumuşatan Jeanne, müzik setini alıyor. Jeanne arabasına gidiyor. Evde kalan Sophie telefon etmek istiyor, vazgeçiyor. Sonra tüfekleri yerine koyarken bezle de siliyor. Jeanne arabasını çalıştırmakta zorlanıyor. Sophie, siyah mantosunu giyiyor, dışarı çıkıyor. Az uzakta ışıkları görüyor. Yaklaşıyor. Polisler ve cankurtaran da (ambulans) orada. Jeanne, rahibin arabasına çarpmış ve ölmüş. Bir polis memuru tüfek sesleri duyulan müzik setini buluyor arabada. Sophie, umutsuzca banka oturuyor ve ifadesiz bir yüzle boşluğa bakıyor.

Chabrol, bu filmiyle görünüşte insanı ikileme düşürüyor. İyi bir aileydi görünen. Sophie’ye de iyi davranmışlardı. O şiddet, o katliam vahşiydi ve hiç kimse savunamazdı. Film, düz bakışla izlendiğinde muhafazakâr bakışa yöneliyor insan. Chabrol, sistem eleştirisi yapıyor bu sınıfsal filminde. Her şeyi belli bir sınıfın üzerinden geliştiren düzen, uçurumları derinleştiriyor ve çoğunluğa gerçek anlamda gelecek vermiyor. Aslında bu sınıf saplantısı, ayrımcılık, ırkçılık ve katliamlar maymun atalarımızdan miras aldığımız sapkınlıklardı. Medya ağzı, denizlerde ölen sığınmacılara (mültecilere) kibir yüklü kelimelerle “kaçak göçmen” demiyorlar mıydı? Sanki haşerelerden söz eder gibi. Maymun atalarımızın, sosyolojilerini ve psikolojilerini günümüze kadar taşıdık. İnsanlık her şeyle başa çıktı, ama sapkınlıkları yenemedi. Irkçılık, ayrımcılık ve aşağılama her yerdeydi. Bir milyon yıl önce ağaçtan inip iki ayaküstünde yürümeye başladığımızda evrimleşmeyle maymunlardan ayrılarak “homo sapiens” olduk, yani zeki insan, modern insan. Aletler yaptık, ateşi ve tekerleği keşfettik. Tarım
yapmaya başladık. Yerleşik olduk. Teknolojik bir türdük. Şunun şurasında 200 bin yıldır konuşuyoruz. Gırtlağımız, evrim sürecinde iki santim aşağı indi ve değişik lisanlarımız oldu. Evet, mutluluk ve hayatın tüm güzellikleri, kapitalizmin üst noktasındaki bir ülke olan Fransa’da da belli bir zümreye veriliyor. Fransa, sosyal bir devletti, üstelik II. Dünya Savaşı sonrasından beri. Ahlak denilen şey de yanılsamalı, ikiyüzlüydü kapitalizmde ve muhafazakârlıkta. Toplumda, çelişkiler ve kaybetmeler oldukça Marksizm ölmeyecekti. Chabrol, “Son Marksist filmi yaptım” demişti “Seremoni” filmi için. Muhafazakâr bakışla bu filme doğru dokunuş yapmak, anlam yaratmak çok zor olacak. Çünkü muhafazakâr ve burjuva ahlakında, sadece görünen üzerinden yorumlama, önyargı ve genelleme var. Olaylara ve olgulara faydacılık üstünden bakıyorlar. Diyalektiğe, yani neden-sonuç ilişkisini öngörmüyorlar. Sol ahlak ve bakış gerekli gerçekliğe gerçek anlamı katabilmek için. İlahi adalet deyip geçmemek gerek. Chabrol, bu filmde yansıyan tüm tüketim ürünlerini sponsor olmuşlar gibi son jenerikte tek tek yazmış. Bu da bir ironiydi belki. Jean Renoir ustanın, 1932 yapımı “Boudu Sauvé des Eaux” (Sulardan Kurtarılmış Boudu) siyah-beyaz filmini de görmek gerek.

(05 Eylül 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

 

Hiçbir Sistem Güvenli Değildir

Genç Alman sinemasının yükselen isimlerinin peşpeşe sinemalarımıza konuk olması ne güzel. 2015 Alman Sinema ödüllerinin ‘Victoria’ ile birlikte öne çıkan bir diğer çalışması ‘Ben Kimim? / Whoami – Kein System ist sicher’ bu hafta ülkemiz vizyonuna başlıyor.

1978 doğumlu Baran Bo Odar’ın ilk uzun metraj denemesi karanlık, çok karanlık bir roman uyarlamasıdır. Bizde festivallerde ve sinemalarda gösterilmemiş olan 2010 yapımı ‘Der Letzte Schweigen / Nihai Sessizlik’ Jan Costin Wagner’in metninden yola çıkarak dram ve gerilim türlerini başarılı bir biçimde kaynaştırmasıyla dikkat çeker. Daha 12 yaşındayken Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sı ile tanışmış olan genç sinemacı ıssız Alman kırsalında 23 yıl arayla aynı gün işlenmiş hunharca iki cinayet çerçevesinde ilerleyen anlatısında herbiri kendi kederini içinde yaşayan kasaba halkının derin suskunluğunu eşeler. İnsanoğlunun karanlık dehlizlerine yelken açar. Doğanın uçsuz bucaksız güzelliği içine sinmiş insanoğlunun içindeki iblisle uğraşır. Kuşbakışı çekimlerle insan denen varlığın büyük yalnızlığını resmeder.

Anne tarafından Türk, baba tarafından Rus kökenli olduğunu ifade eden Odar dört yıl aradan sonra çektiği ‘Ben Kimim?’de bu kez farklı bir tarz deniyor. Önceki çalışmasıyla aksi yönde son derece hareketli, aksiyon ve gerilimle ilerleyen bir ‘hacker’ ya da bilgisayar korsanı hikâyesi anlatırken, öykünün merkezinde yer alan ‘Benkimim’ ya da ‘Whoami’ kod adlı yeni yetme karakterin varoluş sorunsalına odaklanıyor. Küçük yaşta anne ve babasını yitirmiş olan Benjamin içe dönük kişiliği ile mücadele ederken hep bir süper kahraman olma hayalini beslemiştir. 14 yaşında oturduğu
klavyenin başından kalkmaz. Program dillerini öğrenir, işe basit sistem çöketme operasyonlarıyla başlar. Gerçek dünyada bir dışlanmış ya da kendi deyimiyle ucube olarak görülürken sanal dünyada ağın içinde özgür ve güçlüdür. Karizmatik hacker Max ve arkadaşlarıyla tanıştığında aktif bir grubun üyesi olur. Dört kafadar kendilerine CLAY (Clowns Laughing at You / Sizlerle Dalga Geçen Palyaçolar) adını verir. Ekip ‘V For Vendetta’ya selam sarkıtan palyaço maskelerinin ardında finans dünyasını ve büyük sanayi zincirlerini hedef almaya başlar. Amaç rol modelleri olan sahnelerin yıldızı büyük hacker MRX’in dikkatini çekmektir. Ancak işler büyüdükçe başları Rus Siber Mafyası ile derde girecek, Alman Gizli Servisi ve Europol peşlerine düşecektir.

‘Ben Kimim?’ çift anlamlı ismiyle özünde bir ‘hiçkimse’ olan görünmez Benjamin’in varoluş hikâyesi, genç adamın kimlik arayışında içine daldığı serüvenin deli dolu öyküsü. ‘Der Letzte Schweigen’in acımasız katili gibi yalnız bir adamın toplum içinde itibar kazanma mücadelesi. Karanlık hikâyeleri seven Alman yönetmenin aynı ‘Victoria’da olduğu gibi genç insanların karanlık yönlerini keşfedişine ilişkin heyecanlı bir deneyim. Baran Bo Odar bu serüveni son derece işlek bir sinema diliyle aktarıyor. Filmin
özgün ikinci adında da vurgulandığı gibi ‘hiç bir sistemin güvenilir olmadığını’ ve her sistemin çökertilebileceğine işaret ederken Benjamin ve kader arkadaşlarını modern çağın sihirbazları olarak resmediyor. Nikolaus Summerer’in usta işi sinematografisinden, Michael Kamm’ın etkileyici müziğinden, Robert Rzesacz’ın ödüllü kurgu çalışmasından ve başta daha önce ‘Oh Boy’da izlediğimiz Tom Schilling olmak üzere genç oyuncu kadrosundan büyük destek alırken, ‘Olağan Şüpheliler / The Usual Suspects’ ile aşık atan final sürprizleriyle ‘hacker’lar üzerine yapılmış en parlak filmlerden birine imza atıyor.

(05 Eylül 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

80’lerden Gelen

“Rocky”, “Rambo”, “Indiana Jones”, “Superman”, dönemin aksiyon yıldızlarının gövde gösterisi olarak nitelendirilebilecek “The Expendables”in üçüncü serüveni, son “Terminator” ve halkaya eklenen Adam Sandler filmi “Pixels”. Halkaya başarılı animasyon “Oyunbozan Ralph”i de eklediğimizde tablo tamamlanmış gibi oluyor. Bütün bu yeniden çevrimler, tekrar filmleri ya da yeni kavrayışlar, siyasal zeminde ve sinema tarihinde büyük altüst oluşların yaşandığı bu dönemi, 80’leri yeniden mercek altına almamızı zorunlu kılıyor.

Tek kutuplu bir evrenin ayak seslerinin işitilmeye başlandığı ve kendisinden önceki tüm muhalif çığlıkları keskin siren sesleriyle boğan bu sürece yeniden duyulan özlemi, 60’lardan süzülüp gelen Yeni Hollywood Sineması bağlamında inceleyelim.

Yeni Hollywood’u Anımsamak

1962’de Küba’daki füze kriziyle doruğa ulaşan Soğuk Savaş’tan beslenen sistemin McCarthyci uygulamaları gündemden düşürmediği ve ortalığa içi boş bir antikomünist söyleme karışan “vatanseverlik” şarkılarının döküldüğü bu dönem, Vietnam Savaşı’yla yeni bir boyuta taşınacaktı.

Tam da bu dönemde, sistemin öngördüğü manzara toplumsal muhalefetin reddi ile karşılanmak üzereydi: Büyük Bunalım öncesinin mücadelelerini birçok kazanımla taçlandıran kadın
hareketi, kısa sürede muhafazakârlığa öfkeye dönüşecekti.
Latinlerin bağımsızlık savaşımı tüm ezilen halklar adına umut
olurken, ilerici kamuoyunun bu durumdan etkilenmemesi düşünülemezdi. Martin Luther King’in, günümüzde yapay bir söylemle Obama’nın da diline takılan “Bir Hayalim Var” haykırışı artık sessizlik duvarında parçalanmıyor, yığınları peşine takmayı başarıyordu. Giderek büyüyen ve ‘başkaldıran yüzyıl’ın aktörleri arasında yer alacak muhalefet, çok yakın bir süreçte öğrenci hareketini de kapsayacak ve 68 rüzgârına dönüşecekti.

Aynı günlerde gösterime giren Stuart Rosenberg imzalı “Cool Hand Luke” (1967), kahramanının “Buradaki temel sorun, aramızdaki iletişim eksikliğidir” sözleriyle yeni bir başlangıca işaret edecek ve egemen çevreler adına ‘iletişimsizlik’ bu kez küçük sıyrıklarla savuşturulamayacaktı!

Sürecin sinemasal karşılığı anlamına gelebilecek filmler, 60’ların ikinci yarısıyla birlikte perdeye inmişlerdi. Arthur Penn, “The Chase”de (1966), istemeden elini kana bulamasına karşın yozlaşmış kasabanın tek masumu olan karakterinin arkasında duruyor ve bir karnavala dönüştürülen katliamı onaylamıyordu. Martin Ritt’in “Hombre”sinde (1967) ‘uygar beyaz adam’ söyleminin bir yalandan ibaret olduğunu anlatacak; Robert Aldrich’le başlayan ve John Ford’u bile içine alan iade-i itibar süreci, oldukça gecikmeli de olsa ‘Vahşi Kızılderili’ savunusunu yerle bir edecek; hatta “Little Big Man”de Vietnam ile yerli soykırımı arasında bağ kurmaktan çekinilmeyecekti.

“Bonnie ve Clyde”, suçlu kavramına getirdiği yorumla John Huston ve Kubrick’ten aldığı mirası ileri bir noktaya taşıyordu. Bu bakış kısa sürede özellikle westernleri doğrudan etkileyecek, Peckinpah, ‘katıksız iyiler’ ve ‘ölümcül kötüler’ arasında oynanan oyuna -finalde kanun adamını bir çocuğa taşlatmak pahasına- dur diyecekti. Bütün bu süreç boyunca seyirci; bir yandan westernin ölümüne tanıklık ederken, mağrur ve yalnız kovboy John Wayne Vietnam bataklığında çoktan can vermiş, mezarına karlar yağmaya başlamıştı!

Sunulanla yetinmeme tavrı, stüdyolar tarafından onyıllar içinde özenerek hazırlanmış klişelerin reddini de beraberinde getiriyor ve film kalıpları hızla tersyüz ediliyordu. Kara filmin çözülüşü (“Night Moves”), screwball comedy’lerin toplumsal sorunlarla karşı karşıya gelince paramparça olması (“Guess Who’s Coming to Dinner”), cinselliğin keşfi (“The Graduate”), Hollywood eleştirisi (“The Party”), Soğuk Savaş’ın acısını çıkarmak için insanlığa meydan okuyan zombiler (Romero Üçlemesi) ve metropolün medeni figürlerini hedef alan satanistler (“Rosemary’s Baby”).

Bu sayısız örneğe, Amerika’yı bulmak için yola çıkan; ancak onu hiç bir zaman göremeyecek olan “Easy Rider”ı; Big Brother öncüllerini (“They Shot Horses Don’t They?”); Vietnam mağduru orduyu içten içe kemiren doktorları (“M.A.S.H.”); Antonioni (“Zabriskie Point”), Altman (“Nashville”) ve Forman’ın (“Hair”) hippi kuşağı güzellemelerini; Peebles’ın, Black Cinema’nın temellerini atan “The Watermelon Man”ini ekleyebiliriz.

ABD, 70’lerin ortasına doğru yol alırken sosyal / siyasal arenada büyük altüst oluşlar yaşanmıştı. Bir bütün olarak bakıldığında özgürlükçü anlatının büyük oranda genişlediği bu dönem, ülkenin yakın tarihini derinden etkileyecek iki olayla kabuk değiştirecekti: Nixon, Watergate adıyla anılan bir skandala karışmış ve istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu olaydan sadece bir yıl sonra ‘şanlı ordu’, yakıp yıktığı ve topraklarının yarısına yakınını kullanılamaz hale getirdiği Vietnam topraklarından çekilecekti. O günlerde, bir tarihçinin not defterine şu satırları düşmesi kaçınılmazdı: “Emperyalist politikalar artık iflas etmiştir!”

Gülüşün Ardına Gizlenen

Sonraki dönemde; ilerici kamuoyu adına yeni talepleri dile getirme imkânı doğuran süreç bambaşka bir seyir izledi. İki kutuplu dünyada ibrenin Sovyetler Birliği’nden yana kayma endişesi, istila kuşkularını beraberinde getirecek ve ortaya çıkan boşluğu -sınıfsallıktan uzak ve konjonktürel olan- muhalefet adına derin bir paranoya duygusu dolduracaktı: Bütün bu olanlar sağın ölmesi değil, kabuk değiştirmesi anlamına geliyordu.

Kendine güvensiz, kuşkucu ve iletişim sorunları yaşayan orta sınıfın Woody Allen’da vücut bulmaya başladığı 70’lerin, Alan Pakula’nın paranoya filmleriyle anılması tesadüf değildi (“Klute”, “Parallax Wiev”, “Three Days of Condor”); tıpkı Spielberg’ün “Duel” ile perdede belirmesi ya da “Bullitt”ten miras kalan faşizan polislerin durumdan vazife çıkararak otoritenin zaafa uğradığı bu dönemde adaleti kendi yöntemleriyle sağlamaları gibi (“Dirty
Harry”,
“The French Connection”).
Bir süre sonra “Deliverance” ve “Straw Dogs” gibi filmler, uygarlık kavramını tartışmaya açacak, “bol gelen
demokrasi gömleğini” işlevsel hale getirmek Don Vito Corleone’ye düşecek (“The Godfather”), New York’un arka sokaklarında bambaşka bir dil konuşulmaya başlanacaktı (“Mean Streets”). “Jeremiah Johnson” dağlarda yalnızlığa mahkûm bırakılır ve garip bir biçimde 50’ler nostaljisi yaşanırken (“The Last Picture Show”, “American Grafiti”), “Serpico”nun “Death Wish”in Bronson’u tarafından vurulması kaçınılmazdı. Bu dönemin en çok iş yapan filmler, felaketi
görselleştirerek Amerikan toplumunun hücrelerine korku aşılıyor (“The Towering Inferno”, “Airport”), “The Conversation” geniş kitlelere sistemin yıkılamaz
olduğunu müjdeliyordu! Otoriteyi hiçe sayarak çitten atlayan genç kızın “Jaws” tarafından parçalanması ya da “Taxi Driver”ın Travis’inin kahraman ilan edilmesi an meselesiydi ve Sidney Lumet (“Dog Day Afternnon”), John Schlesinger (“Marathon Man”), Sydney Pollack (“All the President’s Men”) gibi ‘bir kaç iyi adam’ın son çırpınışları fazlaca anlam ifade etmiyordu.

Sistem, yenilgiyi zafere dönüştürmeyi başarmıştı. Adına ‘Yeni Sağ’ denilen ideoloji, korku ortamından aldığı cesaretle geçmişin geleneksel muhafazakârlarına cesaret aşılıyor; Kore Savaşı’nda ölen ‘Eski Sağ’, Vietnam’da yok olan binlerce insanın cesetlerinin üzerinde yeniden yükselmeye başlıyordu.

Bu dönemin yansıması olarak, sektörün en sevdiği konulardan olan ve kulaklara kapitalizmin nimetlerini fısıldayan sınıf atlama serüvenleri geri dönmüştü. “Saturday Night Fever”ın Monero’suyla birlikte geniş kitlelere ninniler okuyan İtalyan Aygırı, işçi sınıfına da kurtuluş reçetesini açıklıyordu: “Örgütlenmeyi bırak, bireye dönüşmeye bak!”

70’ler, sistemin yol kazasına uğraması sonucu ortaya çıktığı varsayılan yeni ve özgürlükçü sinemanın savunusuna karşı savaş açma çabalarına sahne olmuşken, 80’ler ‘tehlikenin bertaraf edildiği’ ve yerine yepyeni özlemlerin (olmazsa da “Elm Sokağı”, “13. Cuma” ya da “Kötü Ruh” türünden korkuların) yerleştirildiği yıllar olarak hatırlanabilirdi.

Bu dönemin filmlerinde, özgürleşmeye çalışan kadın modeli sürekli olumsuzlanmış, ikinci noir dalgasıyla femme fatale’e ideolojik bir elbise giydirilmiş, kutsal Amerikan değerlerini korumanın reçetesi olarak ‘kutsal ailenin kadını’ ön plana çıkarılmıştı. Sömürge alanlarını genişletme arzusunun simgesi olan “Indiana Jones”ların cirit attığı sürecin genç kahramanları ise ya “Fast Times at Ridgemont High”ın öfke ve isyanlarının kaynağını bulmakta zorlanan zavallılarına, ya da sorumluluğu sisteme hiç bulaştırmadan, aileye veya öğretmenlerine yıkan “Breakfast Club”ın duygusal çocuklarına dönüşmüşlerdi.

“Vietnam Sendromu” ise “First Blood” ile ABD ordusunun savaşı kaybettiğini bir türlü kabullenmeyecek, ortaya çıkan manzarayı dış güçler ya da içerdeki mihrakları ile (ne kadar tanıdık değil mi?) açıklamaya cüret edecekti. Muzaffer ordunun dillere destan başarısızlığı kimi zaman Rambo’nun Rus ve Vietnamlılara ders verdiği sahnelerle, kimi zaman ise Chuck Norris’in ya da bir başka ‘üstün adam’ Schwarzenegger’in kontrgerillalarının göz yaşartan serüvenleriyle ve “Top Gun”ın maceraperest gençleriyle unutturulacaktı.

Tüm uğraş ve mücadeleleri boş ve anlamsız olarak okuyan 80’ler ideolojisi, mutlak kaderci bakış açısını üstün yapımların alt metinlerine inceden inceye sızdırmış, en yüksek teknolojilerle donatılan toplumlarda dahi (“Terminator”) çok önceden yazılan kaderin değiştirilemeyeceğini savlamıştı. Aksini savunmak “Back to the Future” örneğindeki gibi komik olaylara yol açacak, ya da “The Fly”in talihsiz bilim adamının başına geldiği gibi trajik sonuçlar doğuracaktı.

Kısacası hiçbir şey tesadüf değildi ve yıllar sonra kapımızı bir kez daha çalan Schwarzenegger’in son “Terminator”daki çirkin gülüşünün, 11 Eylül sonrası dünyaya bir mesaj yolluyordu. Benzer şeyler, Sandler ve arkadaşlarının kültürel altüst oluşları bir kez daha anımsattığı ve bir tür “sosyalleşme” nostaljisi yaşattıkları “Pixels” için de söylenebilir: “80’lerle ikinci randevuya hazır mısınız?”

NOT: 30 Ağustos 2012 tarihinde BirGün’de yayınlanan yazının genişletilmiş versiyonunu içermektedir.

(25 Ağustos 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

David Gordon Green’in Yalnız Adamlar Albümünden

Amerikan sinemasının kelimenin tam anlamıyla ‘bağımsız’ kalmayı başarabilmiş sayılı isimlerinden David Gordon Green’in geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde görücüye çıkmış olan son filmi ‘Manglehorn’ bizde ‘Hayallerimdeki Kadın’ adıyla sönük yaz vizyonunu şenlendiriyor.

1975 doğumlu sinemacı henüz 25 yaşındayken çektiği ilk uzun metrajı ‘George Washington’ ile dikkatleri çekmiş ve her çalışması merakla beklenir olmuştur. Doğup büyüdüğü güneyin küçük kasabalarını, yaşamları katı gerçeklik ile düş dünyası arasında gidip gelen kırsal kesim insanlarının öykülerini sade bir dille, zaman zaman belgesele göz kırpan bir üslupla anlatır Gordon Green. Zincirlerinden boşalmış bir dünyada seçim yapma durumundaki bir grup yeniyetmenin sıcak yaz serüvenini ince dokunuşlarla verdiği ilk çalışması sinemada büyüme üzerine yapılmış en güzel filmlerdendir.

Filmler birbirini kovalarken yönetmenin erkek karakterleri de yaş almaya başlar. En iyi filmi olarak kabul edilen ‘Yolların Prensi / Prince Avalanche’ (2013) ile Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen olarak ödüllendirilir. İzlandalı yönetmen Hafsteinn Gunnar Sigurdsson’un 2011 yapımı ‘A Annan Veg / Either Way’ filminden esinle bu yol hikâyesini kendi topraklarına Texas’ta küçük bir kasabaya taşımıştır bir kez daha. Almanya’da yeni bir yaşam hayalleri kuran otuzlu yaşlardaki içe dönük Alvin ile aklı bir karış havada yardımcısı 1987 yılı büyük orman yangınları ertesinde perişan olmuş ıssız karayolu üzerindeki trafik çizgilerini boyama işini sürdürürken kavrulmuş ağaçlık alanda varoluşlarıyla hesaplaşır, sönmüş ocakların hayalet sahipleriyle söyleşirler.

Bağımsız tavrından ödün vermeyen sinemacı bizde de sinemalara uğramış bir önceki çalışması ‘Joe’ ile bu kez bir roman uyarlamasına girişir. Mekan yine Texas’ın ücra bir yerleşim bölgesidir ancak Larry Brown’ın metni yönetmenin önceki öykülerine kıyasla hayli serttir. Ellisine merdiven dayamış yorgun ve yalnız Joe’nun öyküsü Gordon Green’in metaforlarla yüklü sineması için biçilmiş kaftandır. Kereste şirketlerinin taşeronu olarak ormanlık alanda yaşlı ağaçların zehir zerkedilmek suretiyle kurumaya bırakılması işini organize eder Joe. Ölmeye yatmış bezgin Joe dibe batmış aile ortamından kendini ve küçük kız kardeşini kurtarmaya çabalayan 15 yaşındaki Gary’ye bir baba şefkatiyle kol kanat gerdiğinde hayatı anlam kazanacaktır. Ana akım sinemanın star oyuncularından Nicolas Cage’in Joe kompozisyonunda uzunca bir sürenin ardından en parlak yorumlarından birini sunduğu bir çalışmadır bu aynı zamanda.

Küçük bütçeli bağımsız yapımlarında yıldız oyuncularla çalışmalarını sürdürüyor Amerikalı sinemacı. Al Pacino’nun en duyarlı yorumlarından biriyle can verdiği Angelo Manglehorn da bir küçük Texas kasabası eskisi. Kırk yıldır bölgenin çilingiri olarak çalışmakta, kilitli kalmış ev ya da araba kapılarını, kasaları açmak suretiyle kasaba halkına hizmet vermektedir. Buna karşılık kendi evinin kapıları ve kalbi başkalarına kapalıdır yaşlı adamın. Gençlik yıllarının unutamadığı aşkının hayalleriyle yaşar. Clara’ya yazdığı tümü geri dönmüş mektupları titizlikle arşivler.

‘Hayallerimin Kadını’ yönetmenin önceki filmleri gibi saf gerçeklikle fantezinin, gerçeküstünün içiçe geçtiği unutulmaz anlarla dolu. Gordon Green’in yalnız adamlar albümünün şimdilik sonuncusu posta kutusunun altındaki bal peteği, fotoğraflarla donatılmış eski bir kayık, anahtar yutmuş ev kedisinin yakın çekim operasyon süreci ya da uzaktan uzağa Godard’ın ‘Week End’ine selam sarkıtan parçalanmış karpuzların nedensiz bir biçimde dört bir yana saçıldığı zincirleme yol kazası gibi uyumsuz sahneleri ardarda sıralıyor. Yönetmenin değişmez çalışma arkadaşlarından Tim Orr’un görüntülerinden, Explosions in the Sky ve David Wingo’nun müzik çalışmasının desteğini alan ‘Manglehorn’un bir diğer sürprizi de sinemada çok sık izleyemediğimiz Holly Hunter’ın varlığı. Deneyimli oyuncunun yaşlı çilingirden ilgi ve şefkat bekleyen geçkin ve alımlı banka memuresi kompozisyonu keşke daha uzun yazılsaymış diye hayıflanmaktan kendimizi alamıyoruz.

(23 Ağustos 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Pixels

Oyun, en büyük sosyalleşme aracı. Eskiden sokağa çıkılır, bir araya gelinir, birlikte oynanırdı; artık bilgisayar ekranı karşısında -kimi zaman elektronik kimi zaman arkadaşınızla ama- tek başına oynuyorsunuz. Buna da bağlı olarak “sosyalleşme” kavramını yeniden tanımlamak gerekiyor.

80’li yıllarda, elektronik oyunlar, “atari salonları”nda büyük bir heyecan içinde, kazanma hırsıyla girdi yaşamımıza. Tıpkı sokak oyunlarında olduğu gibi kazanma hırsıyla oyunu okumaya, yöntem geliştirmeye çalıştı çocuklar. Kimi fırsatları iyi değerlendirdi (limonata satan kardeşinin para çantasını kapıp oyuna yatıran siyaseten de kazanmayı bildi), kimi oyun kahramanına gönül verdi (film icabı da olsa kavuştu sonunda), kimi keyfini sürdürdü (hileyle kaybettiği şampiyonluğu bu kez gerçekten kazandı).

Hayat da bir oyundur

Çocuk filmi gibi gözükse de Pixels, özellikle 80 kuşağının (artık Y kuşağı deniyor) nereden nereye geldiğini anımsayacakları hoş bir komedi. Sadece onlar için değil, günümüzün siyasi konjonktürü açısından baktığımızda hepimizin dersler çıkarabileceği bir film.

Mimar Sinan, “bu minare eğri” diyen çocuk için halatlarla çektirerek minareye doğrultturmuş, çünkü o eğri söylentisinin ardını arkasını almak mümkün değilmiş… Bizim siyasilerimiz hayatın içine girmedikleri için ne gibi hatalar yapıyor pek bilemiyoruz ama bir karikatüre konu olduklarında ne denli sert tavır aldıklarını biliyoruz; kaldı ki “Okuma bilmeyen Başkan” saptaması… Amerikan filmlerinin standart bütün trükleri yer alıyor filmde; hem aşk var hem komedi hem de dram. Hepsi dozunda ve film bittiğinde keyif aldığınızı siz de fark ediyorsunuz.

Oyun kahramanları…
Chris Columbus’un yönetmenliğini üstlendiği filmde Adam Sandler, Kevin James, Michelle Monaghan, Peter Dinklage, Josh Gad ve Brian Cox bizi 1980’li yılların unutulmaz figürleri Sam Brenner, Will Cooper, Ludlow Lamansoff ve Eddie “Ateş Püskürten” Plant ile atari salonlarında dünyayı kurtarmaya götürüyor bir kez daha. Uzaya gönderilen tanıtım videosunu kendilerine savaş ilan edildiğini sanan uzaylıların saldırısını engelliyor, bağlı olarak Dünyayı kurtarıyorlar.

Bir dönemin en çok duyulan PAC-MAN, Donkey Kong, Galaga, Centipede ve Space Invaders oyunlarını anımsamak için de bir fırsat kuşkusuz.

Pixels, yönetmen Chris Columbus, oyuncular Adam Sandler, Kevin James, Michelle Monaghan, senarist Adam Sandler, Timothy Dowling, Tim Herlihy, dağıtım Warner Bros, gösterim tarihi 21 Ağustos.

(23 Ağustos 2015)

Korkut Akın

Hayallerimdeki Kadın (Manglehorn)

Hangimiz hayaller âleminde yüzmedik, hangimiz hayallerimizin gerçek olması için birçok şeyi feda etmeyi göze almadık. Bazılarımız başardı, bazılarımızsa vazgeçti. Bazılarımız gıpta ile izlendi, bazılarımız kaybettiği gibi kayboldu da…

Yaşamın tam da kendisinde, her an görebileceğimiz bir karakter ile çıkıyor karşımıza Al Pacino. İçinde fırtınalar kopan ama dışına hiç yansıtmayan (hiç mi yansıtmıyor) çilingir Manglehorn aradan geçen onca yıla rağmen düşlerinde canlı tuttuğu platonik sevgilisini, kendisine ilgi duyan kadına (Holly Hunter) tercih ediyor. Film de orada başlıyor zaten.

Yönetmen David Gordon Green, senaryoyu doğrudan Al Pacino için, onu düşünerek yazdığını söylüyor. Al Pacino da, yılların deneyimiyle, döktürüyor deyim yerindeyse.

Mektuplar ve çilingir…

Filmin metaforları çok güçlü. Adam çilingir ama bir kadının kalbini açamıyor. Yazdığı mektuplarsa sürekli geri dönüyor. Nasıl yalnız kalmasın, nasıl bunalıma sürüklenmesin… Müşterilerine karşı müşfik, yardımsever biri olan çilingir, kendi çocuğuna (platonik sevgilisinden olmadığı için mi) o yakınlığı, o sıcaklığı gösteremiyor.

Hayallerimdeki Kadın (Manglehorn) bir Amerikan filmi ama tam bir Avrupa havasında… Tam bir festivallik film tadında. Derinliği olan ve salondan çıktıktan sonra da etkisini sürdüren film, bilinçli ve duyarlı sinemaseverler tarafından büyük bir keyifle izlenecektir. Alışılageldiği gibi sıradan bir seyirlik olmadığı için ‘sıkıcı’ yorumları yapılsa da aslında hepimizin (ama hepimizin) içindeki bir başka dünyayı açığa çıkarabileceği için bile izlenmeli.

Herkesin kendince bir mesaj alacağı filmde Al Pacino gerçekten başarılı. Yalnızlık bunaltısını, yalnızlığın tedirginliğini, çözümsüzlüğünü ve o tutkudan kurtulamamanın haklı hüznünü elle tutulur düzeyde yansıtıyor.

Başrol oyuncusu ile hatırlanır, onu çıkardığınız zaman film de kaybolur. Tekrar çevrimlerde de rastlıyoruz, aynı tadı vermiyor. Bu filmde de Al Pacino’nun yerine kim gelirse gelsin aynı film olmaz.

Hayallerimdeki Kadın (Manglehorn), yönetmen D. Gordon Green, yuncular Al Pacino, Holly Hunter, Harmony Korine, Chris Messina, gösterim tarihi: 21 Ağustos

(18 Ağustos 2015)

Korkut Akın

Bir Zamanlar Yugoslavya’da: Emir Kusturica

Büyük Boşnak yönetmen Emir Kusturica’nın, Tito’nun ülkesi Yugoslavya parçalanmadan önce bu ülkenin dönemlerine baktığı “Dolly Bell’i Hatırlıyor musun?”, “Babam İş Gezisinde” ve “Çingeneler Zamanı” filmlerini hatırlatmak istedik. Koca bir tragedya sunan Kusturica’nın yapıtlarında Fellini ruhuna da dokunuyorsunuz.

“Dolly Bell’i Hatırlıyor musun?..”

Boşnak usta Emir Kusturica’nın 1981’de çektiği “Sjecaš li se Dolly Bell-Dolly Bell’i Hatırlıyor musun?” bir ilk film. Bu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Abdulah Sidran yazmış. Filmin müziklerini Zoran Simjanovic bestelemiş. Görüntülerse ünlü kameraman Vilko Filac’tan. Bu film, Venedik Film Festivali’nde ilk filmlere verilen “Altın Aslan’ı da kazandı. Bu filmi seyrederken yoksulluğa da dokunuyorsunuz. Ayrıca Kusturica’nın filmlerinde Fellini ruhunu da hissediyorsunuz her zaman. Fellini filmlerindeki gibi bütünden parçalara gidiyorsunuz. Her şey yoğun ve bir sirkin içindeymiş gibi.

1960’lı yıllar. Yaz ayları… Film, dernekteki toplantıyla açılıyor. Kıdemli önder yoldaş Cica (Zika Ristic), Saraybosna’nın bu kenar mahallesinde gençleri kötü yollardan uzak tutabilmek için müzik topluluğu kurulmasını öneriyor. Yoldaşlar da bunu kabul ediyor. Ardından panayır yansıyor. Ön jenerik sürerken 16 yaşındaki Dino’yu (Slavko Štimac), direkteki megafondan çılgınca etrafa saçılan İtalyanların büyük şarkıcısı Adriano Celentano’nun söylediği “24 Mila Baci” (24 Bin Öpücük) şarkısını kendinden geçerek dinlerken buluyor kamera. Küçük kardeşi de çekilişle güvercin işi yapıyor. Dino’nun takıldığı çete de orada. Sigara içiyor. Abisi Kerim, onu sigara içerken gördüğünde tokat atıyor. Akşam olunca Dino ve çetesi şarabı ve sigarayı paylaşıyorlar. Yanlarına biraz büyük olan Marbles (Aleksandar Sasa Zurovic) geliyor birayı yudumlarken. “Marble”, İngilizcede “mermer” anlamına geliyor. Mermer gibi ifadesiz ve soğuk gibi anlamlara geliyor. Altında donu olmayan bir kızı anlatıyor. Onunla sevişecekken başarısız olmuş. Sonra sevdiği şarkıyı mırıldanıyor Marbles. “Esen meltemin altında / Mavi denizin kumsalında / O sarışının hayalini kurdum / Nasıl da mutluydum” diye sürüp gidiyor şarkı. Çok geçmeden, Pog geliyor motosikletiyle. Pezevenk “Yumurcak” Pog, hapisteymiş. Dino’yu çağırıyor. Ne konuştukları anlaşılmıyor. Dino’nun, evlerinin üstünde özel bir yeri var. Erkek tavşanı Pero ve güvercinleri var. Burası Dino’nun tüm dünyası, sığınağı. Evde akşam yemeği yerlerken, eve baba Maho (Slobodan Aligrudic) geliyor. Her zamanki gibi sarhoş geliyor elbette. Dino evde, babası Maho, annesi Sena (Mira Banjac), kendinden küçük erkek kardeşi Midho ve çok küçük kız kardeşiyle yaşıyor. Kerim, Dino’yu sigara içerken yakaladığını söylüyor babasına. Maho’nun sigara tabakası ve çakmağı var. Değerli. Zamanı gelince kime bırakacağını biliyor tabakayı. Yağmur yağıyor, dam akıyor. Maho, bilime inanıyor ve bilimsel makaleleri dinlemeyi de seviyor. Sosyalizme de bilimsel bakıyor. Maho, “Sosyalist komünizmde bilimsel yaratıcılığı öne çıkarmalıyız” diyor çocuklarına. Maho, Dino’yu çok seviyor, çünkü Dino bilimi seviyor. Dino, kendi sığınağında Marbles’le başlarını suya sokmadan önce Emile Coué’nin “Her geçen gün iyiye gidiyorum” sözünü söylüyorlar beraberce. Sonra da gözleri parlak olsun diye yüzlerini suya batırıyorlar. Dino, hipnoz üstüne çalışıyor. Marbles de ondan bir şeyler öğrenip kadınları hipnoz ederek onlarla sevişmek istiyor.

Lokalde. Dino, “Dörtgöz” (Boro Stjepanovic) dedikleri derneğin önderiyle satranç oynuyor. Sonra Dino ve çetesi partide eğleniyorlar. Pog da oraya geliyor. Sahnenin perdesi açılıyor ve Marbles sevdiği şarkısını söylemeye başlıyor. Sonra müzik-eğlence filmi izliyorlar. Fonda Beethoven’in “9. Senfonisi”ni çağrıştıran müzik de duyuluyor. Film izlenirken, “Dörtgöz” de müzik grubu için eleman seçiyor. Elbette Dino ve çetesi bu grup. Sonra filmde görünen ve striptiz yapan sarışın Dolly Bell hepsini büyülüyor. Ama Dino’yu daha çok. Akşam evde. Her zamanki gibi baba Maho eve geliyor. Salonun ortasındaki masada yemek yeniyor. Çakırkeyf Maho Sena’yla dans ediyor. Maho, “Komünizm 2000’li yıllara kadar gelmeli” diyor coşkuyla. Çünkü komünizm bir bilim Maho’ya göre. “Herkes komünizmi içinde var etmeli” diyor Maho. Maho, hipnoza karşı. Ona göre, bu ideolojikmiş. “Komünizm fabrikalarda doğdu” diyor neşeyle. Dino’ysa özel sığınağında hipnoz kitabı okumayı sürdürüyor. Sonra pezevenk Pog geliyor yanında bir kızla. Dino, kızı yukarı, kendi yerine çıkartıyor. Kız merdivenlerden tırmanırken, Dino da hayatında ilk defa eteğin altındakileri görüyor. Dino, gazlı lüks lambasını yakıyor. Kız rahat. Dino ne yapacağını bilmiyor. Kız kendine Dolly Bell diyor. Dolly Bell sarışın değil miydi? Dolly Bell (Ljiljana Blagojevic), üstünü çıkartıyor ve irice göğüsleri ortaya çıkıyor. Dino bunları da ilk defa yakından görüyor. Dolly Bell’e yiyecek bir şeyler almak için alt kattaki eve giden Dino’yu uyuyamamış Maho görüyor. Sonra onu takip ediyor, kızı fark ediyor. Gururlu olsa da merak içinde Maho. Sabah… Duvar aynasında tıraş olan Maho, Dino’ya dokundurmalı laflar gönderiyor kızın farkında olduğunun. Dino’ya, “Kadınlar tuz gibidir. Onsuz da olunur” diyor Maho. Tavan arasına çıkıyor. Dolly Bell uyanmış, Dino’nun tavşanı Pero’yla oynuyor kız. Kız soyunuyor, utangaç Dino ona bakamıyor.

Gündüz ailecek halalarını ziyarete gidiyorlar. Hala (Nada Pani) güzel yemekler hazırlamış avluda yiyorlar. Enişte (Pavle Vujisic), Türk sazı çalıyor, türkü söylüyor. Elbette sesi pek iyi değil eniştenin. Midho da en çok jayalini kurduğu bisiklete binmeye çabalıyor. Sonunda bisikletle masaya bindiriyor, yemek sefası bitiyor. Ebeveynler neşeyle dans yaparlarken, yağmur yağmaya başlıyor ardından. Herkes içeri girerken, yağmurda ıslanmak istiyor Maho. Belki de bu hayatının kırılması olacak Maho’nun hastalanarak. Kendi sığınağında Dino, hipnoz hakkında konuşuyor Dolly Bell’le. Kız anlamasa da dinliyor. Hipnozla dünya daha eşit olur muydu? Gece gitar çalıp şarkı söylüyor Dino. Sonra eve dönüyor. Masada babası oturmuş sanki onun gelmesini bekliyormuş gibi. Dino’ya sigara uzatıyor Maho. Sigarayı alıyor. Maho, dolaylı yollardan kadınlar üstüne konuşuyor Dino’yla. “Her canlının teninde özel bir yüzey var. Ona dokunduğunda beyninde salgı başlar, bedeni fiziksel olarak tıkayan. (…) Maddi dünyada hiç etkisi olmaz. Tamamen kimyasaldır. Ama kimya da fiziktir. Fizik de biyolojidir. Tamamen diyalektik” diyor Maho, sevişme üstüne nutkunda. Dino pek anlam veremiyor bu sözlere. Tavan arasında Dolly Bell yıkanırken, Dino da güvercinlerini besliyor. “24 Mila Baci” şarkısını da coşkuyla mırıldanıyor. Tüm dişiliğiyle tam karşısında Dolly Bell. “Öpüşmeyi biliyor musun” diyor Dolly Bell. Sürahiyle başlarına su döküyorlar. Ardından Dolly Bell, dudaktan öpüşme dersi veriyor Dino’ya. Gündüz, Maho’nun rötgen filmlerine bakıyor çocuklar evde. Olağanüstü toplantı yapıyor ve vasiyetini Midho’ya yazdırıyor. Tabakasını ve çakmağını Dino’ya bırakıyor Maho.Sonra yine Dolly Bell’le Dino. Kıza, doğal yollarla öleceğini söylüyor mum ışığı altında. Yatağa uzanıyorlar. Dolly Bell’in yumuşak tenini yakından hissediyor Dino. Ama bu mutluluk anı uzun sürmüyor. Pog ve Dino’nun çetesi oraya geliyor. Önce Pog, ardından diğerleri Dolly Bell’e tecavüz ediyorlar. Yağmur damlalarına Dino’nun gözyaşları karışırken. Sabah Pog, Dolly Belly motosikletiyle götürüyor. Dino için şiir bitiyor böylece. Dino kederler içinde. Kendi sığınağında tavşanı hareketsiz yatarken buluyor. Pero ölüyor muydu? Maho da hastaneye gidiyor. Dino babasını hastane kapısına bırakıyor şehirde. Maho, “Evlen” diyor oğluna. “Soğukkanlı ol. Kadınlar, soğukkanlı erkekleri sever” diye nasihatte bulunuyor Dino’ya.

“Dörtgöz”, Dino ve çetesiyle derneğin orkestrasını kuruyor. Sonra Dino yine hastaneye gidiyor. Kamera, geriye doğru kayıyor ve Dino banka oturuyor. Babasına yemek getirmiş. Ardından Maho geliyor. Ona sigara veriyor Dino. Ondan annesine destek olmasını istiyor Maho. Eve geldiğinde bayramlık elbiselerini giyen Dino, tavşanını pazarda satıyor. Beyaz ceketiyle şehre gidiyor, gece kulübünde Dolly Bell’in striptizini izliyor biraları içerken. Otel odasında Dolly Bell’le buluşan Dino, onun sarı peruğunu çıkartıyor ve hayatının en mutlu anını yaşıyor. İkisi de soyunuyor. Yatağa uzanıyorlar. Sevişiyorlar. Dino cenneti keşfediyor bu unutulmaz anda. Mutluluk uzun sürmüyor ve Pog geliyor. Dolly Bell’den kazandıklarını istiyor, Dolly Bell’i dövüyor. Buna dayanamayan Dino, tüm gücüyle Pog’la dövüşse de iyi bir dayak yiyor.

Evde. Babası hastaneden taburcu olmuş. Dino masada yemek yerken Pog’u nasıl dövdüğünü anlatıyor, mağlubiyet yüzündeki morluklara yansırken. Dino, Midho ve Kerim aynı yer yatağında uyuyorlar gece. Sabah… Evde hemşire de var. Dino, babasına çok sevdiği bilim ve teknoloji haberlerini okuyor gazeteden. Dünyanın her tarafından yüz milyon bilim insanından oluşan bilim ordusu bir araya gelmiş ve bir insan ömrü kadar sürede dünyayı kurtarmanın mümkün olduğunu belirtmişler. Gazetede, “Önce Kuzey Kutbu’ndan Güney Kutbu’na doğru dev bir siper inşa edilir. Ardından yerkürenin dönüş eksenine de etki yapılarak eksi dereceler tamamen ortadan kaldırılabilir. Ebedi gündüzlerin baharına kavuşulur” yazıyor. Maho, “İyi fikre benziyor” diye mırıldanıyor. Anne ve çocuklar da salonun kapısından onları izliyorlar. Dino okumayı sürdürüyor. Haber, “Hint Okyanusu’nun hareketli kütlesi gezegenimizin dengesini bozuyor. (…) Hint Okyanusu’nun kurutulmasıyla dünyadaki karasal alan 91 milyar 200 milyon kilometrekareye ulaşabilirdi. Bu alanın tarıma elverişli hale getirilmesiyle 146 milyar insan beslenebilirdi” diye sürüp gidiyor. Maho, “Şimdi kaç kişiyiz” diyor. Dino da “İki veya üç milyar” diye cevap veriyor. Maho da, “Beni sayma” diyor latife ederek. Eğer tüm okyanus suları başka bir yere akıtılabilseymiş, dünya 72 katrilyon daha hafif olurmuş. Dünya, güneşten 30 milyon km daha uzağa da taşınırmış. Üstelik bir yıl 365 gün değil, tam 425 gün olurmuş. Yaşanan tek mevsim de sadece yaz olurmuş. Maho, “Daha zekice Tanrım” diyor ve gözlerini dünyaya kapatıyor, insanların atalarının maymun olduğunu öğrenemeden. Maho’nun başı kıbleye gelecek şekilde yatırılıyor. Artık ev, bir yas evi. Enişte de elinde bisikletle geliyor eve. Midho’nun gözü de bisiklette. O sırada “Dörtgöz” geliyor cenaze evine. Dino’yu alıp götürüyor. Dernekte şarkı söylüyor Dino, kendi çetesiyle. Gençler de bu müthiş müzikle dans ediyorlar. Bu, Cica için hoşgeldin konseriymiş. Gündüz… Dino ve ailesi bu mahalleden taşınıyorlar. Uzakta şehrin apartmanları yansıyor. Kamyonun arkasında oturan Dino sigarasını tüttürürken, “Her geçen gün biraz daha iyiye gidiyorum” diyor sürekli tekrarlayarak. Son jenerik yazıları da uzaktaki şehir apartmanları üzerine düşüyor. Gerideyse, coşku ve keder kalıyor.

“Babam İş Gezisinde…”


Emir Kusturica’nın ikinci filmi 1985 yapımı “Otac na Sluzbenom Putu-Babam İş Gezisinde”, bir çocuğun gözüyle yansıyan, çocukluk dönemi üstüne muhteşem bir film. Bu filmin senaryosunu Abdulah Sidran yazmış. İnsanı etkileyen müzikleri de Zoran Simjanovic bestelemiş. Görüntülerse elbette kameraman Vilko Filac’tan. Bu film, 1985 yılında Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ve “Fibresci” ödülleri kazanmıştı.

Saraybosna, 1950… Yaz… Hasat zamanı. Filmin hikâyesi, altı yaşındaki Malik’in (Moreno Bartolli) iç sesiyle yansıyor. Hikâye 1952 yılına kadar sürüyor. Küçük oğlan, “Adım Malik Malkoç” diyor. Kasım 1944’te doğmuş. Kendi doğduğunda annesi bir aylık fazladan maaş almış. En iyi arkadaşı da Yoza’ymış. Yoza’nın babası Franjo (Predrag Lakovic), çok içen ve gitarıyla Meksika şarkıları söyleyen biriymiş. Malik’in annesi, Franjo’ya içme dermiş hep. Malik’in babası Franjo’ya “Neden Meksika şarkıları söylüyorsun” demiş. Franjo da, “Yoldaş Meşa, böyle zamanlarda en güvenlisi bu” dermiş. Başkan yoldaş Tito’nun Yugoslavya ülkesi, etnik ve dini farklılıkları bir araya getirse de, bu bir yere kadar gitti, sonunda patladı. Tek parça denilen ülke parçalandı ve iç savaş sonucu milyonlarca insan öldü. Soykırımlar yaşandı 1990’ların başında. Birliğin ilk bağımsızlığını ilan eden parçası Slovenya’ydı. Almanya, kültürel olarak yakınlık hissettiği Slovenya’yı tanıyınca, diğer parçalar da bağımsızlıklarını ilan ettiler hemen. Yugoslavya’da her zaman büyük lokmayı yutan Sırbistan, Bosna Hersek’e saldırdı. Sırp ve Hırvat faşistler trajedilerin çoğalmasına neden oldular bu iç savaşta. Yugoslavya, yani “Güney Slavya” tutkalla birbirine yapıştırılmış yapay bir ülkeydi belki. Parçalandı. Kusturica’nın 1980’lerde çektiği ilk iki film bu Yugoslavya’yı fotoğrafladı işte. Tutkalla bir arada tutulan Tito’nun Yugoslavya ülkesini.

Trenin kompartımanında Malik’in babası Meşa (Predrag Manojlovic), can sıkıntısıyla gazetede bir karikatüre gözü ilişiyor. Karikatürde, Marks masada oturmuş, Stalin’in de fotoğrafı çerçevelenmiş duvara asılmış. Meşa, “İleri gidiyorlar artık” diyor. Karikatürü metresi Ankica’ya (Mira Furlan) gösteriyor. Ankica, Meşa’nın karısı Sena’yı (Mirjana Karanovic) boşayıp kendisiyle evlenmesini bekliyor. İki yıldır bıkmış Meşa’nın yalanlarından. Kompartımandan öfkeyle çıkıyor. Bir satıcı ona barışmak için ruj satıyor. Elbette Meşa iki ruj alıyor. Karısı da var çünkü. Meşa, Ankica’yı tuvalete sürüklüyor ve sevişiyorlar. Meşa eve dönüyor. Sokakta oynayan Malik’i alıp eve giriyorlar. Meşa, gözlüklü büyük oğlu Mirza’ya (Davor Dujmovic) küçük projeksiyonuna objektif de getirmiş. Evde karısı Sena’nın babası Muzaffer de (Pavle Vuisic) yaşıyor. Banyo yapmaktan da pek hoşlanmıyor yaşlı kurt. Mirza, evde yeni objektifiyle çizgi film gösterisi de yapıyor hemen. Projeksiyon makinesinin kolunu Malik çevirirken, Mirza da akordeonu çalıyor film müziği gibi. Gündüz… Beden kültürünü geliştirmek için gösteriler yapılıyor ulusal bayramda. Havada uçaklar uçarken, paraşüt gösterileri de propagandanın parçası. Ankica da uçak kullanıyor törenlerde. Sosyalist bu ülkenin ilk planör uçuran kadınıymış. Törende Meşa’nın kayını Zijo da var parti kontenjanından. Tören sonrası cipte Ankica, Meşa’nın gazetedeki karikatürü eleştirdiğini söylüyor. Bu ihbar acılar getiriyor çok geçmeden.

Meşa, Zijo’nun bürosuna gidiyor. Bu anlar soğuk ve insanı tedirginliğin içine düşürüyor. Yönetmen bu anlarda sıkça vantilatörleri gösteriyor. Bu anlardaki vantilatörler, hem bir kısırdöngüye hem de bir sıkıntıya düşüşe metafor yapıyorlar. Karar verilmiş. Ama Meşa durumu anlıyor. Ankica’nın Zijo’yla beraber olduğunu. Zijo ona rahatlama içkisi de ikram ediyor son olarak. Ama sürgüne gitmeden önce oğulları Mirza ve Malik’in sünnet yaptırıyor Meşa. Sünnete Zijo’yu da davetli. Komşuları da var yemekte. Komşularının kızları Nataşa (Jelena Covic), şimdi asker olan Sena’nın kardeşi Fahro’yla nişanlı. Nataşa, tuvalette Fahro’nun fotoğrafına bakıyor gizlice. Mirza ve Malik’in amcaları berber Hamdo (Tomislav Gelic) sünnet ediyor ikisini de. Sünnetten sonra Meşa vedalaşıp gidiyor. Malik, babasının iş gezisine çıktığını sanıyor. Sena için zorlu günler de başlıyor. Dikiş makinesiyle dikiş işleri yapıp evin geçimini çıkarmaya çabalıyor. Gece… Malik, ortadan kayboluyor. Malik’in uyurgezerliği yine nüksetmiş. Dede, Sena ve Mirza beraberce Malik’i aramaya çıkıyorlar. Malik, köprünün üst demirinde usulca yürürken görüyor Sena. Usulca ona yaklaşıyor ve Malik annesinin güvenli kollarına geliyor uyurgezer. Evde Mirza, yatakta uyuyan malik’in ayağına ip bağlıyor, ucuna da çan takıyor uykusunda başını alıp gitmesin diye.

Sena, kardeşi Zijo’nun evine gidiyor Meşa’nın sürgününü öğrenmek için. Şimdi okulda beden eğitimi öğretmenliği yapan Ankica, şimdi Zijo’yla beraber. Evleniyorlar. Uykudan uyanan Zijo, “Patronun emir kuluyum” diyor. Sena, Meşa için birkaç parça giysi getirmiş Zijo ulaştırsın diye. Zijo, yeğeni Malik için aldığı futbol topunu veriyor Sena’ya. Gündüz… Yağmur yağıyor. İnsanlar sokakta toplanmış megafondaki konuşmayı dinlerlerken, Mirza okuldan çıkıyor. Malik’i görüyor Yoza’ya futbol topunu satarken. Tepki gösteriyor. Ama Malik’in soylu bir davranışı var bu satışta. Anneleri, hiç dikiş makinesinin önünden kalkmıyor evin geçimi için. Hem dikiyor hem ağlıyor. Malik annesine destek olmak istiyor bu küçük parayla. Gece Sena’nın asker kardeşi Fahro dönüyor eve. Mutluluk geliyor onun gelişiyle. Nişanlısı Nataşa’yı da özlemiş. Fahro gündüz yeğenleri Mirza ve Malik’i sinemaya götürüyor. Mirza, makinistten film parçaları alıyor evde göstermek için. Ertesi gün Fahro müjdeyi getiriyor Sena’ya. Çünkü Meşa’dan mektup gelmiş.

Trende… Sena ve Malik, Meşa’yı ziyarete gidiyorlar Lipnica’ya. Bıyıklarını kesmiş Meşa tam anlamıyla çökmüş. Hasretini çektiği karısıyla bir an önce sevişmek de istiyor. Yatakta Sena’nın göğüslerine özlemle bakıyor. Malik, anne-babasının fısıltılı konuşmalarıyla uyanıyor, sonra da muziplik yapıveriyor. Onu uyutma çabaları yorgun babayı da uykunun derinliğine çekiyor. Malik, özlediği babasının sıcaklığına bırakıyor kendini. Sena, Saraybosna’ya döner dönmez doğrudan okula, Ankica’nın yanına gidiyor. Sena bir şeyleri anlamış. Öğrencilerin bakışları altında Ankica’yla kavgaya tutuşuyor Sena. Yanında Malik de varken. Sonra kilisede cenaze töreni düzenleniyor. Yoza’nın babası Franjo vefat etmiş.

1951 yılı… Malik mutsuz. Çünkü Hidroelektrik Santralı (HES) yapılacak Zvornik’e taşınacaklarmış. Babası oradaymış şimdi. Eşyalar toplanıyor, kamyonete yükleniyor. Dede Muzaffer evde kalıyor. Sena, Malik ve Mirza kamyonette şoför mahallinde yolculuk yaparlarken, altta da gitar eşliğinde etkileyici bir şarkı duyuluyor. Yollardan, ormanlardan, tünellerden geçip gidiyor kamyonet. Şarkı, “Baban çok zaman önce gömüldü / Nemli toprağa gömüldü / Kardeşin çok zaman önce gitti Sibirya’ya / Çok zaman önce çınlayan prangalarla / Baykal serserisi geri döndü / Annesine / Merhabalar anne / Babam ve kardeşim iyi mi” diye uzayıp gidiyor. Şarkıyı gitarıyla söyleyen Rus Dr. Ljahaov (Aco Djorcev) söylüyor. Meşa onun yanında. Kamyonet, Drina kıyısına geldiğinde bir asker (Aleksandar Sasa Zurovic) şoförden sigara istiyor, sonra da geçmelerine izin veriyor. Aile yeniden birbirine kavuşunca mutluluk meltemi esiyor. Kamyonet salla karşı kıyıya taşınıyor. Malik için buraya gelmek Maşa’yı da tanımak oluyor. Kendinden birkaç yaş büyük Maşa’yla ilk aşkını yaşıyor Malik. Dr. Ljahaov’un karısı ve kızı Maşa (Silvija Puaric), aileye sıcak davranıyorlar. Malik okula da başlıyor. Malik, Yugoslavya’nın futbolda İsveç’i 2-1 yendikleri gün âşık olduğunu anlamış. Maşa hasta. Kanının sürekli değiştirilmesi gerekiyor. Öte taraftan Maşa da, kendini gözlem altında tutan okul müdürü Ostoja Çekiç’le (Slobodan Aligrudic) satranç oynuyor bol bol. Hatta Çekiç’le eğlencelere de katılıyor Meşa. Karısına alışveriş yapacağını söylüyor ve yanına Malki’i de alarak şehre gidiyor. Yanında da Dr. Ljahaov ve Çekiç de var. Otelin restoranında sahnede müzik çalarken, hepsi eğleniyorlar. Çekiç üç kadın ayarlıyor. Kadınlar masaya geldiğinde Meşa içlerinden birine romantik bakışlar fırlatıyor, masanın altından ayağını kadının bacaklarına sürtmeye başlıyor. Malki masanın altında kibriti çakıp kadının eteklerini tutuşturuveriyor. Sonra herkes odalarına çekiliyor. Meşa kadınla odada sevişirken, arabada uyuyan Malik uyurgezerliği nüksedince ortadan kayboluyor. Telaşla onu arıyorlar. Ormanda kayaların üstünde uçuruma yakın Malik’i fark ediyor Meşa. Onun yanına gidiyor, Malik geriye, babasının sıcaklığına bırakıyor kendini. Sabah evde. Sena, Meşa’ya öfkeli davranıyor “Keşke seni bırakmasalarmış” diyor. Meşa, “Salak karı” deyip bir tokat atıyor ona. Sena, kocasının neler yaptığını biliyor hep. Malik annesine sarılınca kavga uzun sürmüyor. Hepsi beraber Mirza’nın akordeonunun tınılarıyla mutlu oluyorlar. Gece. Malik yine uyurgezer yataktan çıkıyor, sokakta yürüyor, doktorun evine gidiyor. Doktor ona kapıyı açıyor. Malik merdivenlerden çıkıyor ve doğruca Maşa’nın odasına gidiyor. Doktor da onların üstünü örtüyor. Sabah banyoda. Malik aynanın karşısında dişlerini fırçalarken, Maşa da küvette banyo yapıyor. Sonra Malik de küvete giriyor. Donunu çıkartıyor. Malik, arkadaşı Yoza’nın şeyiyle ağırlık kaldırdığını bile söylüyor. Ama kendisi yapamıyormuş daha. Amcasının kendisini sünnet ettiğini söylüyor Malik. Maşa, “Yahudiler de sünnet oluyor” diyor. Maşa, doktorlara sünnet olmanın daha iyi olduğunu söyleyince, önce kendi pipisine, sonra kızın önüne bakıyor, hiçbir şey göremiyor yukarıdan aşağıya küçük bir çizgi dışında Malik. Demek ki doktorlar sünnet ederse hepsini götürüyorlarmış. Üstelik Maşa’nın da babası bir doktordu. Bir mutlu gün geliyor. Çünkü Malik izci oluyor bugün. Hem de başkana meşaleyi o verecek. Babasının ezberlettiği sözleri de söyleyecek. Törende meşaleyi başkana verirken heyecanlanıyor ve bunalıma giriyor Malik. Teselli etmek de babasına düşüyor onu. Çekiç, Meşa’yı çağırıyor. Yüzünde hiç umut vermeyen bir ifade var. Yine vantilatör yansıyor sıkça. Çekiç, Meşa’ya içkisini veriyor ve çok geçmeden mutlu haberi veriyor. Meşa affedilmiş ve Saraybosna’ya dönebilirmiş. Ama öncesinde Çekiç, “Parti mi Tito’yu yönlendiriyor, Tito mu partiyi” diyor. Meşa da, “Ne fark eder ki” diye cevaplıyor. Zijo ve Çekiç’in bürolarında yansıyan vantilatörler kısırdöngüye metafor yapıyordu. İlkinde sıkıntı, ikincisindeyse mutluluk hissediliyordu. Zijo ona votka ikram etmişti sürgün öncesi. Çekiç de konyak ikram ediyor geriye dönüş öncesi. Aynı şeyler farklı sonuçlara götürüyor. Kusturica’nın bu ilk iki filminde sinema adına güçlü dersler var senaryo anlamında. Kusturica filmlerinde coşku öne çıkıyormuş gibi olsa da, keder ve trajedi sarıyor hep. Onun filmleri bir tragedyaydı. Gece sokakta. Malik, cankurtarana (ambulansa) doğru koşuyor. Maşa hastaneye götürülüyor. Maşa, Malik’i teskin ediyor. Malik de çanını ona veriyor. Kadınlar, hangi yaşta olurlarsa olsunlar daha mı olgunlardı? Malik bir daha Maşa’dan haber alamıyor.

1952 yılı… Fahro’yla Nataşa’nın düğünü yapılıyor. Bu düğünde geçmişin hesaplaşmaları da yaşanıyor. Dayısı Zijo, Malik’e futbol topu hediye ediyor. Düğünde Zijo’nun karısı Ankica da var. Meşa, içerlerken, Zijo’yu affetmediğini söylüyor. Onun ispiyonuyla iki yıl sürgün olmuş, kolay değildi. Ama Meşa, hamile karısının Zijo’yla barışmasını istiyor. Sena, kardeşini görmeye bile tahammül edemiyor onca acı çektirdikten sonra. Zijo, uykusuzluk çekiyormuş. Vicdan azabından mı, yoksa şeker hastası olduğundan mıydı? Zijo şarkı söylerken başı masaya düşüyor. Alnı kanıyor. Fahro onu içeri götürüyor. Dede Muzaffer, Mirza’ya valizini getirmesini söylüyor. Meşa, Ankica’yı eski eşyaların konduğu bodrum katına sürüklüyor. Ankica’nın üstündekileri parçalarmış gibi çıkartıyor. Sonra da ona tecavüz eder gibi sevişiyor. Ankica da karşı koymuyor. Malik, pencereden bu olayı izliyor. Bodrumda kalan Ankica, klozetin ipiyle intiharı deniyor, başaramıyor. Sadece ağlıyor. Dede Muzaffer, haftada bir banyoyu göze alarak huzurevine doğru yol alıyor. Çünkü bıkmış tüm gerilimlerden. Radyodan da maç yaıyını dinliyor insanlar bahçede. Yugoslavya, SSCB’yi 3-1 yenmiş. Malik uykusunda rüya görüyor. Bu gerçeküstücü anda Malik havaya kalkıyor, ağacın boyunu aşıyor. Sonra kameraya dönüp gülümsüyor ve görüntü donarak nostalji oluyor. Son jenerik yazıları akıyor hemen.

“Çingeneler Zamanı…”

Emir Kusturica’nın 1988 yapımı üçüncü filmi “Dom za Vešanje-Çingeneler Zamanı”, sinemasında dönüm noktası. Coşku daha bir öne çıkmaya başladı bu filmle. Ama keder ve trajedi devam etmeyi de sürdürdü. Dünya dağıtımını Columbia’nın yaptığı, Film Forum’un sunduğu yapıtın senaryosunu yönetmenle beraber Gordan Mihic yazmış. Kusturica’yla ünlü müzisyen Goran Bregovic’in yolu bu filmle kesişmişti. Bu filmin müzikleri gerçek anlamıyla unutulmaz. Bu müzikler, filme imza atan bestelerden. Sinema tarihinde böyle imza atan müzikler var. Görüntülerse elbette Vilko Filac’tan. Filmi dünyaya Columbia dağıtınca birçok yerde İngilizce adıyla biliniyor bu film. İngilizcesi “The Time of the Gypsies” olan film, “Çingeneler Zamanı” olarak ünlendi. Filmin “Dom za Vešanje” orijinal adı, “Asma Ev” anlamına geliyor. Bu adın anlamını yönetmen arada bir hatırlatıyor filmde. “Çingeneler Zamanı”, 1989’da Cannes Film Festivali’nde Kusturica, “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandı. Bu film ülkemizde, Mayıs 1990’da vizyona çıkmıştı.

Film, Çingene mahallesinde düğünle açılıyor. Beyazlar içinde şişmanca gelin öfkelerini savuruyor el arabasında sarhoşluktan sızmış damada. Ön jenerik yazıları sürerken bir deli, kameraya bakarak akıllılara konuşuyor. Ona, zehir içmesi emrediyorlarmış. Birden “Ampuller” diyor deli. Uzakta bir topluluk tabut taşırken fark ediliyor. Düğün ve cenaze aynı anda yaşanıyor. Kusturica, ince bir zihin karışıklığı mı yaratıyordu farkına vardırmadan bu giriş bölümüyle? Deli, “Kanatlarımı kırpmak isterler be! Kanatsız bir ruh ne işe yarar” diyor. Ruhu kuş gibi özgürmüş onun. Mahallede yoksulluk her yandan yansıyor. Bir köşede zar oynayan genç Merdzan (Husnija Hasimovic) “Allah baba yardım et” diyerek günahlarına destek istiyor. Oyundan kalkıp meydandaki çeşmeye geliyor Allah’ın durumunu daha iyi anlaması için. Sonra yine kumara dönüyor Merdzan. Asma evde gözlüklü Perhan (Davor Dujmovic), yürümekte zorlanan kız kardeşi Danira’nın (Elvira Sali) başucunda. Kumarda yenilmiş Merdzan eve dönüyor. Merdan, Perhan ve Danira’nın dayısı. Annesi Khaditza’ya (Ljubica Adzovic) öfkeleniyor her şeyi torunu Perhan’a verdiği için. Perhan akordeon çalıyor Merdzan’ın öfkesi sürerken. Perhan’ın hindisi de içeride dolaşıyor özgürce. Bu hindisine “güneş kuşu” diyor Perhan.

Gündüz. Aile kireç satarak geçimini sağlıyor. Perhan kireç fırınının önündeyken yanına dünyalar güzeli aşkı Azra (Sinolicka Trpkova) geliyor kireç alma bahanesiyle. Perhan, Azra’ya kirecin nasıl yapıldığını anlatırken, kamera öne doğru kayıyor, kireç fırınını üstünden yukarı çıkıyor, Perhan ve Azra ayakta konuşurken gösteriyor. Kız onunla öpüşmek istiyor. Hiç kesme yapmayan kamera, bu defa geriye doğru kayıyor, kireç fırınından aşağı iniyor, Perhan ve Azra bu defa fırının önünde oturmuş konuşuyorlar. Bu anlar insana, Antonioni’nin 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filmindeki otel odası sahnesini hatırlatıyor. Afrika’daki. Kamera bu stilize alıştırmaları yaparken, Perhan da Azra’ya “Orman Anne ile Taş Anne” masalını anlatıyordu. Geceleyin… Aziz George Günü… Dışarıda perdeye yansıyan Jim McBride’ın, 1983 yapımı Breathless-Nefes Nefese” filminden anlar düşüyor. Perhan’la Azra, Richard Gere ve Valérie Kaprisky’nin oynadığı bu filmi izliyorlar. Filmde en heyecan verici ansa, filmdeki iki kahramanın sinema perdesinin arkasında seviştiği an. Perhan ve Azra da ilkleri yaşıyorlar bu anda. Sonra Perhan’ın hindisi, içmekten sızmış kemane komşuları Zabit’i (Zabit Memedov) uyandırıyor güzel uykusundan. Gözünü açan Zabit, kendi kendine kayan konserve kutusunu görünce korkudan kaçıp gidiyor oradan. Perhan’ın, büyükannesi kadar güçlü olmasa da telekinetik yeteneği var. Perhan, aynı gece Azra’nın evine gidiyor ve Azra’yı annesi Ruza’dan (Sedrije Halim) istiyor. Ruza, doğru düzgün işi olmayan baldırı çıplağa kız verir miydi? Azra’nın babası da bu çenebaz kadından yorulmuş. Koca, Ruza’nın beline ip dolayıp duvara asıyor. Perhan da kendini kilisenin çanıyla asmak istiyor. Hep ayyaş Zabit, Perhan’ı kurtarıyor, büyükannesinin yanına götürüyor. Sonra Perhan, akordeonunu çalıyor. Büyükanne ve zabit neşeyle dans ediyorlar. Hep Almanya’da olmayı hayal eden Merdzan da orada. Merdan, Şarlo gibi giyinmiş ve küçük bir gösteri yapıyor onlara. Büyükanne de bu kadar yakına gelmişken komşu Zabit’le yatmak istiyor herkes neşeliyken. Uyuyamayan Perhan, büyükannesinden annesini anlatmasını istiyor. Anneleri, Danira’ya hamileyken hastalanmış. Danira doğduktan sonra ölmüş. Büyükanne, kızının çok güzel olduğunu söylüyor. Güzel kızı, Sloven bir askere âşık olmuş. Perhan’ın rüyasında:. Sevgili hindisi kucağındayken etrafa bakınıyor Perhan. Görüntü o an kırmızımsı. Fonda o unutulmaz “Ederlezi” şarkısı duyulmaya başlıyor ilk defa. Bu, “Hıdrellez” şarkısıydı. Perhan havada uçuyor. Çingeneler nehir kıyısında toplanıyor Hıristiyan azizinin bayramında. Perhan suyun içinde ve irice göğüsleri suyun üstünde görünen Azra’ya doğru yürüyor. Sonra ikisini kayığın içinde uzanmış görüyor Perhan. Kayık suda giderken, büyükanne de tedirgin bakışlarla onları izliyor. Azra, suyun içinde kadınlara doğru yürüyor rüyanın sonunda.

Gündüz… Hindiler çiftleşiyor. Perhan, bayramlık elbiselerini giyinmiş elinde paketle Azra’yı yine istemeye gidiyor annesinden. Azra olmadan Perhan yaşayabilir miydi? Perhan’ın ardından büyükannesi de peşinden geliyor. Ruza’nın önüne para atıyor ama, Ruza işsiz birine kız vermek istemiyor. O gün İtalya’dan çete reisi Ahmet (Bora Todorovic), kardeşleriyle gösterişli bir dönüş yapıyorlar. Arabalar, karavanlar, eğlenceler. Merdan, dayanamıyor onlarla kumar oynuyor ve kaybediyor. Kaybeden Merdzan, yeniden kaybetmek için annesinden para istese de başaramıyor. Dışarıda gök yarılmış gibi yağmur yağıyor gece. Çıldıran Merdzan, ipi eve bağlıyor, pikabın yardımıyla evi çerçeve olarak yukarı kaldırıyor. Filmin orijinal adı da bu asma evden geliyor işte. Ahmet, küçük oğlu Roberto’yu iyileştirmesi için yardım istiyor büyükanneden. Telekinetik güçleri olan büyükanne zorlanmadan Roberto’yu iyileştiriyor. Sabah Ahmet, bir enkaza dönmüş büyükannenin evine geliyor minnettarlık için. Ahmet, gördüğü her çocuğu iş olarak görüyor. Onları İtalya’ya götürüp dilendiriyor. Çetenin başı Ahmet, çocukları köle edip sömürerek büyük servet sahibi olmuş. Büyükannenin evine geldiğinde de kazanacağı paraları düşünüyor. Danira’nın hastalığını öğrenen Ahmet, onu Ljubljana’da hastaneye yatırıp iyileştireceğini söylüyor büyükanneye. Perhan, kız kardeşini yalnız göndermek istemiyor. Yol çıkarken, Zabit ve küçük orkestrası da onları uğurlama müziği çalıyorlar. Perhan, sevgilisi Azra’yla da vedalaşıyor. Büyükanne elmaşekerleri de hazırlamış. Ahmet, yola çıkmadan önce çocuk İrfan’ın babasına para veriyor ve İrfan’ı satın alıyor. İrfan da onlarla beraber yola çıkıyor. Hastaneye geldiklerinde Danira orada kalıyor. Ahmet’in planları var. Perhan’ı ikna edip onu Milano’ya sürüklüyor. Dilenecek yeni çocuklar da kırmızı Ford minibüsteler. Geldikleri yerde büyükçe topraktan bir top sahası var. Üstelik kaleler bile konduruşmuş. Top sahasının yakınında derme çatma binalar, karavanlar, otobüsten bozma yatakhane vs. var. Perhan şaşırıyor. Ama hemen işi kavrıyor. Başlarında da Ahmet’in kardeşi Saddam işleri kontrol ediyor. “Saraybosnalı” denilen cüce, Perhan’a işleri öğretiyor. Yankesicilik, araba soyma, dilenen çocukları gözetleme vb. Mekâna döndüğünde, diğer çocuklar gibi Perhan’ın da üzeri aranıyor. Az para çıkınca Saddam onu döverek işkence yapıyor. Perhan, gizliden gizliye para biriktirmek için de bu dayak fikir veriyor. Perhan, kazandığı paranın bir kısmını zulaya ayırıyor ve çetenin ruhu bile duymuyor sonra. Ahmet’in karısı da orada kalıyor. Roberto’nun annesi. Bunca kötülüklerin ve sertliklerin içerisinde şefkat duygusu azalmamış.

Gerçeküstücü bir an gibi, Perhan bir eve giriyor. İlk işi. Orada bir piyano görüyor. Piyanonun başına oturuyor, tuşlara basıyor. Sonra çıkıp gidiyor. Başka bir anda büyükannesine yazdığı mektupta iyi olduğunu yazarken, Perhan camekânda Orson Welles’in purolu siyah-beyaz fotoğrafını görüyor. Kendi de bir puro çıkartıyor, önce Orson Welles’in purosunu yakıyor. Geceleyin Perhan, yaktığı ateşin karşısında büyükannesine mektup yazıyor yine. Mektubunda, “Tanrı’nın hepimiz için planları olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum” diye yazıyor. Ahmet’in, İtalya’da avukatlar, hâkimler, polisler tanıdığını da yazıyor Perhan. Beyaz kazlar burada da sıkça yansıyor, tıpkı bir “leit motif” gibi. Kırmızı Ford minibüs geliyor birden. İçinden dayak yemiş İrfan çıkıyor. Ahmet ona, “Ne istiyorsun, tatil mi” diye soruyor. İrfan, sıcak suyu önce sıcak suyu savuruyor, Saddam ve Ahmet haşlanıyor. Sonra da İrfan kaçıyor. Gerçeküstücü gibi bir sahne yansıyor birden. İrfan, ipe bağlanmış sürükleniyor. Sonra Perhan, Ahmet’e yardım etmeye çalışıyor. Ahmet’in tansiyonu yükselmiş. Yağmur yağıyor. Otobüsten bozma yatakhanede bir hindi Perhan’ı uykusundan uyandırıyor.

Perhan rüya görüyor. Milano’daki meydanda katedral yansıyor. Perhan gözünü açıyor hindiyi görüyor. Zabit ona bir akordeon veriyor. Büyükannesi elinde kırmızı nesneyle top gibi oynuyor. Danira da top sahasının kalesinin önünde dans ediyor kendi kendine. Perhan eve dönmüş zengin olarak. Danira iyileşmiş. Evi yanarken görüyor. Bu rüya sürerken altta duyulan müzik de muhteşemdi. Perhan gece polis baskınıyla uyanıyor. Saklanan Perhan olayları izliyor. Polis herkesi tutuklayıp götürüyor. Bu baskını atlattıktan sonra Ahmet, karşısına aldığı Perhan’a, “Oğlum gibisin” diyor. Kardeşi Saddam’ın görevlerini ona veriyor. Artık Perhan, takım elbise giyiyor, fötr şapka takıyor ve artık puro içiyor. Tam bir mafya oluyor. Kazandığı paralar da ona çok tatlı geliyor. Hiç zahmete girmeden bir dolu parası oluyor. Öyle ki, rakip Çingene çetesinden de tehdit almaya başlıyor. Perhan, Ahmet’ten izin koparıp eve dönüyor gemiyle. Önce müstakbel kayınvalidesini evine gidiyor. Azra uyuyor ve hamile. Ruza’nın önüne desteyle para atıyor Perhan. Azra’nın hamileliğinde şüpheleniyor önce. Azra’nın karnındaki bebek kendinden olabilir miydi? İçindeki şüpheyle kedere düşüyor ve tavernada bol bol içiyor Perhan unutmak için. Ama, hem kederli hem de neşeli. Çingene ruhu böyle olmalı. Zabit de orada. Kar yağıyor. Büyükanne ve Azra da geliyor. Büyükannesi kırgın ona. Danira da gelmemiş daha. Azra’nın hamileliğinden şüpheye düşen Perhan, “Kendime yalan söylediğimden beri kimseye inanmıyorum” diyor büyükannesine. Kadınlar, kendilerinden uzaktayken hamile kaldıklarında erkekler hep şüpheye düşüyor. Beraber oldukları o gün akıllarından uçup gidiyor işte. Büyükannesi gittikten sonra dışarı çıkan sarhoş Perhan, yere yığılıyor. Gözünü açtığındaysa Azra’yla düğününde buluyor kendini. Düğün sürerken işleri de halletmeye çalışıyor. Kayınbabasına para bile veriyor yeni çocuklar bulunması için. Yeni çocuklar daha çok para demek. Gerdek gecesinde Azra’ya soğuk davranmayı sürdürüyor Perhan. Gelin Azra, üstünü çıkartıyor, o büyüleyici güzelliği sunuyor. Aynanın karşısında, tıpkı nehirdeki gibi karnına bir yazıyormuş gibi yapıyor. Simgesel bir anlamı olabilir bunun. Sabahleyin bir inşaata uğruyor Perhan. Ustadan başka inşaat olmadığını da öğreniyor. Ahmet ona hep yalan söylemiş.

Sonra yola çıkılıyor. Azra gelinliğini çıkarmamış. Arabanın içi de yeni dilenecek çocuklarla dolu. Milano’daki mekâna gidiyorlar. Perhan hâlâ soğuk. Azra, Aziz George Günü beraber olduklarını söylese de zihnindeki şüphe dağılmıyor Perhan’ın. Ahmet, “Nerede benim yeni karım” diyor Perhan’a. Her yede kadın mı kaynıyordu Ahmet için? Ortamı yumuşatmak veya kızıştırmak için, Roberto’nun da kendinden olduğundan şüphelendiğini söylüyor Ahmet. Azra dışarı çıkıyor. Rüzgârlar esiyor. Gecenin karanlığında Azra gözden kayboluyor. Perhan ve diğerleri, Azra’yı aramaya çıkıyorlar. Tren yolunun kenarında Perhan, biricik karısı Azra’yı uçarken görüyor. “Ederlezi” şarkısı da duyuluyor bu anlarda. Azra, kanlar içinde bir erkek bebek doğuruyor ve ardından ölüyor. Ahmet’in karısı şefkatle bebeği sarıyor. Perhan şimdi ne yapacaktı? İlk aklına gelen intihar oluyor. Kendini suya atıyor. Çünkü Tanrı onu cezalandırıyormuş. Ama suyun içine düşmüş yavru kedinin yaşama savaşını görünce yaşamaya karar veriyor Perhan. Sonra Ljubljana’daki hastaneye gidiyor Danira’yı bulmak için. Orada gerçeği öğreniyor. Ahmet, çok geçmeden Danira’yı hastaneden çıkarmış. Milano’da, Ahmet’in karısından Ahmet’in Roma’da olduğunu öğreniyor.

Roma’da Ahmet’i arıyor Perhan. Kız kardeşini de. Dört yıl geçiyor. Tesadüfen Danira’yı görüyor arabadan inerken. Yıllar sonra birbirlerini buluyorlar. Danira, Ahmet’in yerini söyledikten sonra, kendine benzeyen oğlu Perhani’nin de (Ajnur Redzepi) yaşadığını anlatıyor Perhan’a. Buluşuyorlar. Oğlunu ve Danira’yı trene bindiren Perhan, son hesaplaşması için Ahmet’in düğününe gidiyor. İrfan da hâlâ Ahmet’in çetesinden kurtulamamış. Perhan, İrfan’dan yardım alıyor. Düğünde fark edilen Perhan, Ahmet’in karşısına getirildiğinde hemen onun elini öpüyor. Onu bir masaya oturtuyorlar. Perhan, telekinetik gücünü kullanarak masadaki çatalı havalandırıyor, havada uçan çatal mızrak gibi Ahmet’in boğazına şişleniyor. Sırada Saddam’ı haklamaya geliyor. Onu da tuvalette buluyor. Saddam’ı yaralıyor. Saddam, tuvalet kulübesiyle ortalarda dolaşırken, gelinin tabanca ateşiyle yaralanan Perhan’ı İrfan tren yoluna götürüyor. Ama gelin peşlerini bırakmıyor. Köprüye çıkan Perhan trenin geçmesini beklerken, gelin tabancasıyla geleceğini yok eden Perhan’a ateş edip vuruyor. Perhan köprüden geçen trenin kum yüklü vagonuna düşüyor. Fonda da “Ederlezi” şarkısı duyuluyor.

Perhan’ın cenazesinde… Büyükanne de keder yüklü. Herkes içiyor. Perhan’ın elbise giydirilmiş cenazesinde gözlerine sikke altın konuyor. Oğlu Perhani, gizlice gelip altınları alıyor. Bunun farkına varan Merdzan, kutu içinde saklanıp kaçan Perhani’nin peşine düşüyor. Sonra Merdzan kilisenin penceresinden İsa’nın çarmıha gerildiği anı tasvir eden ikonasını görüyor. İkonayı doğrultuyor. İsa’yla konuşuyor. Derinlikte de bir kırat fark ediliyor. Simgesel anlar. Yağmur da yağıyor bu son anlarda. “Ederlezi” şarkısı da sürüyor. İkona yine düşüyor. Belki her şey Merdzan için eskisi gibi geçip gidecek Almanya düşleriyle. Ya büyükannenin? Danira ve Perhani de var elbette. Çingene coşkusu ve kederi her yeri kuşatıyor bu filmde. Düğün ve cenaze gibi hepsi aynı anda. Bu film üstüne yazmak yerine seyretmek gerek sadece. Filmin girişiyle final bölümüne zihinsel yoğunluk vermek gerek.

(18 Ağustos 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com