Amerikan Rüyası’na Dalan İtalyan Aygırı!

Popüler sinemanın, genellikle on yıllık dönemler halinde ele alınan tarihine damgasını vuran erkek oyuncular kabaca masaya yatırıldığında ortaya ilginç bir manzara çıkar. Sessiz yıllarda, kapitalist sisteme ve düzen koruyucularına dil çıkarıp uzaklaşan anarşist Şarlo bir yana, Bunalım’lı 30’lar genellikle Capra’nın temiz yüzlü, vatansever Joe Americano’larıyla (Clark Gable, Gary Cooper, James Stewart) anılır. Savaşın göbeğinde, kırılgan kalbini sert görünümüyle maskelemeye çalışan Bogart’ın temsil ettiği 40’lı yıllar, Soğuk Savaş’ın John Wayne’leriyle randevulaşsa da, Brando’nun öfkesinden kaçamayacaktır. Durağın hemen ardındaysa, “gerçekçi olup imkânsızı isteyen” yığınlar beklemektedir! İdeolojilerin çarpışma noktası olarak nitelendirilen 70’lerde ise durum iyice karmaşıklaşır: Bir yanda 68’in dinmeye yüz tutmuş rüzgârını taşıyan kafası karışık adamlar, diğer yanda Yeni Sağ’ı vücuda getiren bireyci kahramanlar. Bu dönem, Stallone’nin tablonun başköşesine yerleşmesiyle; yani 80’lerle noktalanır.

Popüler sinemada 80’lerden söz açıldığında adı anılacak ilk isimlerden olan Sylvester Gardenzio Stallone, 6 Temmuz 1946 yılında New York’ta doğar. Başarısız okul yaşamını Miami Üniversitesi’nde yarım bıraktığı tiyatro eğitimiyle taçlandırmasının ve başarılı olduğu söylenemeyecek bir kaç pornografik denemenin ardından (!) sinemada paranoya dalgasını başlatan filmlerden olan “Klute” ile (dans eden bir adamı canlandırmaktadır) oyunculuğa başlar. Aralarında Woody Allen’ın ilk dönem güldürülerinden olan “Bananas”ın da bulunduğu bir kaç filmde figüranlık denemesinin ardından şans yüzüne güler ve uzunca bir süredir elinde beklettiği “Rocky” projesini 1976’da hayata geçirme olanağı bulur.

Yıl 1975, aylardan Mart’tır. Ekran karşısında, Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu, efsanevi Muhammed Ali’yle o zamana kadar adı sanı çok da duyulmamış bir boksör olan Chuck Wepner arasındaki 15 raunt süren nefes kesici maçı izleyen genç Stallone’nin kafasında şimşekler çakar. Bitime kısa bir süre kala karşılaşmayı nakavtla kaybetse de, Wepner’ın maçın sonuna kadar sergilemiş olduğu mücadele, -aklının bir köşesinde Rock Marciano gibi WASP bir boksör bulunan oyuncu için- bir Hollywood karakteri olarak zihinlere kazınacak Rocky Balboa’ya esin kaynağı olacaktır.

Elinde üç günde yazdığı senaryosuyla film şirketlerinin kapısını aşındıran Stallone, çekilecek filmde başrolü kendisinin oynamasını şart koşmaktadır. Bunu, sonunda kabul ettirebileceği yapımcı şirket Chartoff – Winkler, ona yeni bir Amerikan Rüyası’nın kapılarını açar. 1976’da John G. Avildsen’in 28 gün gibi kısa bir sürede çektiği ilk “Rocky”nin konusu kısaca şöyledir: Philadelphia’lı genç bir işçi olan Rocky Balboa, iş dışı zamanlarında yerel bir kulüpte boks yapmaktadır. Burada keşfedilerek kısa zaman içinde dünya şampiyonluğuna kadar uzanır.

Film, tam da ABD’nin kuruluşunun 200. yıldönümünde gösterime girer ve en büyük rakibi, kendisi gibi “muhafazakâr” bir kahraman olan Travis Bickle’lı “Taxi Driver”ı devirip; ‘En İyi Film’, ‘En İyi Yönetmen’ ve ‘En İyi Kurgu’ dallarında ödüle uzanır. İlginçtir; hem sinemaseverlerin hem de eleştirmenlerin büyük övgüsünü kazanan Stallone’u ‘yeni bir yıldız doğuyor’ diyerek ayakta alkışlayanların arasında sinema eleştirmenlerinin gurusu sayılan Roger Ebert da vardır. Bunda ilk filmin, dönemin “sağ” eğilimlerinin izini sürerken Philapelphia’nın yoksul işçilerini resmetmede gösterdiği başarının da rolü vardır kuşkusuz. Doğruya doğru, gerçek bir atmosferin içinde, “yaşayan” bir karakter olarak karşımıza çıkmıştır Balboa.

Ezilenler için bir tür “tarihin sonu” sayılabilecek 80’lerde, Stallone’nin gösterdiği başarının anlamı büyüktür. İstatistiklere bakalım: Charlie Chaplin’in “The Great Dictator”le 1940’da, Orson Welles’in ise “Citizen Kane” ile 1941’de aynı yıl içinde hem senaryo hem de oyunculuk dallarında Oscar’a aday gösterilmesinden sonra bu şerefe layık görülen üçüncü kişi, Amerikan Başkanı George W. Bush ile aynı yıl ve aynı günde doğmuş olan Sylvester Stallone’dir!

“Rocky 2”de Carl Weathers’ın sempatik oyunu bir yana, hiç de olumlu betimlenmeyen Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu Apollo Creed’i yenerek unvanını elinden alan Stallone, bu filmle birlikte yönetmenlik koltuğuna da oturur ve serinin 3., 4. ve 6. bölümlerini yönetir.

Üçüncü filmde, karısı Adrian ile şampiyonluğunun keyfini çıkartmakta olan bir Rocky çıkar karşımıza. Unvanını elinden aldığı Creed ile artık iyi arkadaş olmuşlardır. Her şeyin yolunda gittiği sakin günleri, Clubber Lang adlı insan azmanı boksörün ona maç teklif etmesiyle bozulacaktır. İlginçtir, 80’lerin sevilen bir başka kahramanı olan ve özellikle 3. Dünya’nın “antidemokratik” yönetimlerine ders veren bir ekibin (!), “A Takımı”nın üyesi olan Mr. T., filmde gerçek bir canavar olarak çıkar karşımıza! Aslında, ilk iki filmde sınıf atlamaya çalışan Balboa’nın “bir parça hırçın” (!) hali olan Lang, Beyaz Amerika’da masumiyetin simgesi haline gelmiş Adrian’a asılmaktan bile geri durmaz: “Gerçek bir erkek arıyorsan buradayım bebeğim!”

Bu filmde işler gitgide sarpa saracak ve Rocky, antrenörü Mickey’i de, maçı da kaybedecektir. Mickey’nin ölümü, sevgili karısının hamile oluşu ve Rocky’nin boks yapmasını istememesi gibi nedenler sonucu kendine güvenini kaybeden kahramanımıza en büyük destek Creed’den gelecektir. Bir zamanlar en büyük rakibi ama artık can dostu olan Apollo, onu rövanşa hazırlayacaktır. Yıllarca Kızılderililere ve siyahi vatandaşlarına yapmadığını bırakmayan ABD, bu filmle Beyaz Amerikalı’nın gücünü bir kez daha kanıtlamıştır. Rocky’nin Apollo ile olan dostluğunu örnek göstererek ırkçılık suçlamalarına katılmayan dostlara söylenebilecek tek şey, güçlü olana itaat ettiğiniz sürece size dokunulmayacağıdır!

Yeni Sağ’ın zafere koştuğu 80li yıllarda, ‘Amerika’nın Sovyetler Birliği ile arasında süregelen soğuk savaşa nasıl katkıda bulunabilirim’ diye düşünmüş olacak ki Stallone, dördüncü filmde bir Rus boksör ile kapışır! Ölüm makinesi olarak resmedilen duygusuz Rus, son teknolojiyle ve ilaçların desteğiyle varlığını muhafaza etmektedir. Maçta Apollo’yu öldürmesi bardağı taşırır ve sırtını Sibirya ayazına yaslayan Balboa, Sovyetler’e unutamayacağı bir ders verirken, “herkes değişebilir” tiradını, milyonların şaşkın bakışları arasında Gorbaçov’a bile alkışlatır! Burada unutulmaması gereken, Gorbi’nin, filmden sadece birkaç yıl sonra, büyük ABD şirketlerinin daveti ile Yeni Dünya’ya ayak basacağı, kapitalizmin nimetlerinden bahsederek, bir başka rüya kahramanına dönüşeceğidir. Demek ki sadece Rocky için değil, eski SSCB’nin başkanı için de “acı yok”tur!

Beşinci filmde, işlevini fazlasıyla tamamlamış olduğundan, ringlere dönme konusunda isteksiz olan ve büyük maddi sıkıntıya düşen Rocky’i, umut veren bir boksör olan Tommy Gunn’ın antrenörü olarak görürüz. Zamanla kendine aşırı güvenen Tommy, Balboa’yı beğenmeyecek ve ona ihanet ederek kendisine başka bir antrenör bulacaktır. Stallone’nin 10 üzerinden “0” verdiği bu film, mantıkdışı olayları ve çığırından çıkmış bir sokak dövüşü ile noktalanır.

Birçok kişi, serinin beşinci film ile sona ermiş olduğunu düşünürken, on altı yıl sonra 2006’da, senaryosunu yine Stallone’nin yazıp oynadığı “Rocky Balboa” karşımıza çıkar. Kendi mitolojisinin sonunda bir yerlerde, adeta başlangıca dönen ve hüzünlü bir atmosfere sahip olan altıncı filmde artık yaşlı bir adam olan Balboa, eşi Adrian’ın ölümü ve oğlunun onun gölgesi altında kalmamak için ondan uzak durması gibi nedenlerle yaşamdan kopmuştur. Artık tek mutluluk kaynağı, lokantasında müşterilere geçmiş anılarından söz etmektir. Bir gün, televizyonda kendisiyle ağır sıklet boks şampiyonu Mason Dixon arasında sanal bir dövüş oyunu düzenlendiğini görür. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Dixon’ın menajerleri Rocky’ye bir maç teklifinde bulunurlar. Teklifi kabul eden Rocky, kendinden 30 yaş daha genç Dixon’la nefes kesen bir maça çıkacaktır.

Vietnam hezimetini kabul edemeyen militarist çevrelerin ilgi odağı haline dönüşecek bir başka uzun serinin, tarihsel gerçekliği tersyüz ederek “ilk kanı ben dökmedim!” diye haykırıp duran “Rambo”nun da kahramanı olan Stallone’nin yıkıntıya dönüşmüş kişisel efsanesi ile bu film arasında bir bağ vardır: Hayali zaferlerin sağladığı ticari başarı, Stallone’nin beyazperdede kalıcı bir karaktere dönüşmesini sağlamamıştır. Kimi zaman “iyi”, kimi zaman ise “komik polis” olarak belirdiği filmler çoğunlukla hüsranla sonuçlanmış, Bruce Willis ve Arnold Schwarzenegger’la Planet Hollywood lokantalar zincirinin ortağı olması dışında elde avuçta çok da bir şeyler kalmamıştır (!). (Stallone, “Rezil Oyunculuk” ödülü olan Razzie’yi birer ikişer toplaya toplaya 2000 yılında “Yüzyılın En Kötü Aktörü” unvanını da eline geçirmiştir!)

Gelinen noktanın tüm hayal kırıklıklarını bünyesinde toplayan “Rocky Balboa”, biraz da yarattığı nostalji duygusuyla, suratına kapanan kapıları aralar; dahası Stallone’ye, kendisi gibi unutulmuş kahramanlarla birlikte yeniden yaşama tutunma olanağı verir. İzinden giden Chuck Norris, Dolph Lundgren, Van Damme gibileri, “Expendables” serisiyle milyonları yeniden kucaklayacaktır. Şurası da bir gerçektir ki, muhafazakâr bir İtalyan/Amerikalı olan Stallone, Uncle Sam’in övgüsüne mazhar olmuş ve Rocky gibi o da kendi ‘Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmiştir!

Bir tür yedinci film de sayılabilecek “Creed”, aldığı övgülere bakıldığında yeni bir serinin de ipuçlarını taşımaktadır. Bir yanıyla da mizah unsuru aramak gerekir iltifatlarda. Son film, model olarak tüm Rocky filmlerini kendisine örnek almakta, ayrıca finaliyle de ilk filmin kopyası konumunda bulunmaktadır. Belki de her şey, bizim kuşaklar için anlamı büyük olan o sihirli cümlede saklıdır, ne dersiniz:

“Adriaaaan başardııııkkk!”

NOT: Yıllar önce Modern Zamanlar’da enfes bir Stallone biyografisine imza atan ve bu yazının önünü açan sevgili dostum Atila Sarıcıoğlu’na teşekkürü borç bilirim.

(07 Şubat 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com