Kategori arşivi: Yazılar

Koyunlar ve İnsanlar

Halen gösterimde olan ‘İnatçılar / Rams’ içinde yaşadığımız bunaltıcı yaz günlerinde İzlanda’dan esen ferahlatıcı bir meltem niteliğinde. Kuzey Avrupa’nın bu küçük ada ülkesinde yaşanan yalnız ve meşakkatli hayatın izlerini sürüyoruz bu güzel filmde. Yönetmen Grímur Hákonarson doğup büyüdüğü buz ülkesinin uçsuz bucaksız kırsalını ve insanlarını adeta bir belgesel titizliğiyle naklediyor.

Orta yaşı aşmış iki çiftçinin hikâyesini izliyoruz. Kısaltılmış isimleriyle Gummi ile Kiddi kardeş olmalarına ve komşu arazilerde yaşamalarına rağmen tam 40 yıldır birbirleriyle konuşmuyor. Aralarındaki zorunlu iletişim Kiddi’nin sevimli çoban köpeğinin taşıdığı mesajlarla ilerlemiştir bunca yıl. İki inatçı kardeşi yaşama bağlayan tek şey atalardan miras kalmış koyunlardır. Nitekim filmin özgün adı ‘Hrútar’ dilimizde ‘Koçlar’ anlamına gelmektedir.

Özene bezene yetiştirdikleri, hasbıhal ettikleri hayvanları yıllar boyu en yakın dostları, sırdaşları olmuştur onların. İçe dönük Gummi’nin hayatında başka kimse olmamıştır. Daha aktif Kiddi’nin birlikte olduğu kadınlar ise yaşadıkları durgun ve izole hayata dayanamayıp terk etmişlerdir onu. Her yaz düzenlenen en iyi koç yarışmasında ödül kazanabilmek iki kardeşin ve çevredeki yetiştiricilerin en büyük tutkusu ve eğlencesi haline gelmiştir.

Kendi ritminde akan bu dingin hayat Kiddi’nin ödül kazanan koçunda ‘deli dana benzeri’ ölümcül hastalığın tespit edilmesiyle gölgelenir. Scrapie adı verilen hastalığın yayılmasını önlemek için vadideki tüm hayvanların yok edilmesi gerekmektedir. Bu talihsiz gelişme iki kardeşin kâbusudur. Kiddi her zamanki agresif tavırlarıyla isyan ederek kendini içkiye verir. Gummi ise sinsice bir planla, ata yadigârı soyu devam ettirmeye yönelik mikro bir sürüyü gizlice yaşatmak arzusundadır.

Hákonarson yıllar önce kendi babasından duymuş olduğu iki inatçı kardeş hikâyesinden yola çıkmış. Bu içinde kara mizah barındıran öyküyü ülkesinin kırsalına hakim olan ve koyunlar etrafında şekillenmiş kültür üzerine kurmuş. Birbirleriyle iletişime geçmeyen ancak koyunlarıyla konuşan çiftçilerin hayvanlarıyla arasında ruhani bir ilişkinin olduğundan dem vuruyor İzlandalı genç sinemacı. Bu sessiz ve derin bağı resmederken hayli az diyalogla yetiniyor bu yüzden. Anamorfik lenslerin kullanıldığı sinemaskop format ve sabit kadrajlar uçsuz bucaksız kırsaldaki yalnızlık ve izole olma halini pekiştiriyor. Geçtiğimiz yıl hayran kaldığımız 140 dakikalık tek plan çekilmiş Sebastian Schipper imzalı Alman yapımı ‘Victoria’nın Norveçli görüntü ustası Sturla Brandth Grøvlen iş başında olunca film tadından yenmiyor. İzlanda’nın iki deneyimli oyuncusu Sigurður Sigurjónsson (Gummi) ile Theodór Júlíusson’un (Kiddi) mükemmel yorumları ve Atli Örvarsson’un zarif müzik çalışmasından büyük destek alan bu İzlanda usulü western trajikomik atmosferinden duygu yüklü bir finale uzanırken izleyicisinin kalbini çalmayı başarıyor.

(25 Haziran 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uzaylılar Hiç Rahat Vermeyecek

Kurtuluş Günü: Yeni Tehdit (Independence Day: Resurgence)
Yönetmen: Roland Emmerich
Senaryo: Roland Emmerich-Dean Devlin-Nicholas Wright-James A. Woods-James Vanderbilt
Müzik: Harald Kloser-Thomas Wanker
Görüntü: Markus Förderer
Oyuncular: Liam Hemsworth (Jake),Jeff Goldblum (David), Bill Pullman (Thomas), Maika Monroe (Patricia),
Travis Tope (Charlie), William Fichtner (Joshua), Charlotte Gainsbourg (Catherine), Judd Hirsch (Julius),
Jessie Usher (Dylan), Brent Spiner (Dr. Okun), Sela Ward (Başkan Lanford),
Yapım: Fox (2016)

Dünyayı istila eden uzaylıları mağlup etmenin üstünden yirmi yıl geçtikten sonra uzaylılar yine rahat durmuyorlar ve dünyayı yine istila ediyorlar. Bu filmi üç boyutlu seyretmek heyecanı da katlıyor.

Yirmi yıl önce, uzaylılar dünyayı istila etmişlerdi ve insanlık, daha çok Amerikalıların azmiyle mağlubiyete uğratılmıştı Roland Emmerich’in 1996 yapımı “Independence Day-Kurtuluş Günü” bilimkurgu filminde. Emerich, yirmi yıl sonra yeniden uzaylılarla savaşmaya karar verince, sinemaskop ve üç boyutlu perdede bir daha uzaylılarla savaş başlıyor 2016 yapımı “Independence Day: Resurgence-Kurtuluş Günü: Yeni Tehdit” bilimkurgusuyla. Yine 04 Temmuz. Bu devam bilimkurgusunda yeni karakterlerin yanında önceki filmdeki bazı karakterler de bu filme katkı sunmuşlar.

Dünyanın üstünden…

Uzaylılar geldiğinde atmosferin üstüne kalkan gibi üs kuruyorlar önce. Uzaylıların işleyişi kovan mantığındaymış. Çünkü devasa boyutlarda bir kraliçe var ve sürekli yeni savaşçılar doğuruyor. Onları yenmenin tek yolu ne olmalıydı? Zeki insanlık cevabı hemen buluyor: Kraliçeyi yok etmek… ABD’nin başkanı da bir kadın Elizabeth Lanford’du. Amerikalılar, dizilerle ve filmlerle halkı hazırlıyorlar sanki. 2001’de başlayan aksiyon – gerilim – politik dizi “24”ün ilk sezonunda siyahî başkan Amerika’yı yönetiyordu. Hatta daha sonraki sezonlarda kadın başkan da oluyordu. 2016’daki başkanlık seçimlerinde de bir kadın başkan adayı var. Liberal bakış açısıyla bunlar önemli belki. Bu iki eseri de ortaya koymuş olan Hollywood’un büyüklerinden 20th Century Fox elbette. Fox’un sahibi basın tröstü Rupert Murdoch, ABD’de liberal takılırken, İngiltere’de de liberal sağcı oluyor işte.

Evet uzaylılar da zeki. İnsanların zihnine yerleşebilmeyi başarabiliyorlar. Yirmi yıl öncesinin ABD Başkanı Thomas J. Whitmore da uzaylıları bir daha yenmek için hasta hasta mücadelenin içine giriyor. Kızı pilot Patricia da ordunun gözde askeri pilot Jake Morrison’ın sevgilisi. Patricia şimdi Beyaz Ev’de görev yapıyor. Ay’da görevi süren Luke, uzaylılarla savaşa katılıyor çok geçmeden. Luke’un, önceki filmde ölmüş kahraman asker Steven Hiller’ın (Will Smith) üvey oğlu Dylan Dubrow-Hiller’la da sorunları var geçmişte yaşanmış. Bir de hastanede uzun süre komada kalmış bilim insanı Dr. Okun var.

Perdede heyecan kasırgası…

Filmde uzaylıların tüm dünyada yarattığı tahribat, yıkıntı üç boyutlu gösterimde insanı atmosferin içine alıyor. Sanki o anın içindeymiş gibi hissettiriyor. Devasa gökdelenler darmadağın olurken, modern dünyanın simgeleri de yok olup gidiyor. İnsanlık 2016 yılında uzaylılar gibi teknolojik sıçramalar da yapmış. Işık hızında uzayda yol alırken, tüm gezegenlere de kolayca yolculuklar yapabiliyor. Gerçeklikte insanlığın bu noktalara gelebilmesi mümkün değil. Çünkü teknolojisi hem yetersiz hem de güvenilmez. Geçmişte Ay’a insanlı uçuşlarla birkaç defa gidebilen insanlık 2016’da Dünya’nın 400 km uzağındaki uzay istasyonuna gidebiliyor ancak.

En önemli sorun, insanlığın uzaylıları tuhaf ve yaratık görmesi aslında. İnsanlık, insanları daha mı üstün ve güzel görüyordu? İncil’in “Vahiy” bölümünde, tuhaf ve insana benzemeyen yaratıklar yansıtılıyor korkutmak için. Fantastik edebiyat ve sinemaya ilham olmuştur belki de bu. Aslında biz insanlar kendimize benzemeyenden korkuyoruz ve onu hemen dışlıyoruz. Buna ayrımcılık ve ırkçılık deniliyor sosyolojide. Uzayı ve uzaylıları sevin. Sevmek güzeldir. Alman yönetmen Emmerich de uzayı seviyor işte. Genç oyuncu Liam Hemsworth, “The Hunger Games – Açlık Oyunları” serisinde Gale Hawthorne karakteriyle hatırlanıyor.

(24 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bir Dahaki Sefere Banka Soyacağız

35. İstanbul Film Festivali Altın Lale ödüllü son çalışması ‘Bin Başlı Canavar / Un Monstruo de Mil Cabezas’ ile sinemalarımıza konuk olan Rodrigo Plá’nın insanı hiçe sayan kapitalist düzen ile mücadelesi devam ediyor. Uruguay asıllı yönetmen ilk çıkışını yaptığı 2007 yapımı ‘Yasak Bölge / La Zona’da halen yaşadığı ve çalıştığı Meksika’da sosyoekonomik eşitsizliği ve sınıflararası uçurumun dehşetini polisiye bir öykü çerçevesinde vermeyi dener. Filme özgün adını veren lüks yerleşim bölgesinin güvenlik sisteminin fırtına nedeniyle hasar görmesinden yararlanan üç gencin varlıklıların bölgesine giriş yapması cinayetle sonuçlanır. Yerel polisle işbirliği halindeki site sakinleri göze göz dişe dişe diş mantığıyla ekibin site içinde saklanmış çocuk yaştaki üyesini elbirliğiyle linç edecektir.

Yönetmenin dört yıl önce yine İstanbul Film Festivali’nde yarışmış bir önceki filmi ‘Gecikme / La Demora’ daha alçak tondan bir sosyal güvenlik ve bürokrasi eleştirisidir. Yetişme çağındaki üç çocuğuyla yaşam kavgası veren Maria, Alzheimer hastası babasını huzurevine yerleştirerek daha güvenli bir işte çalışma arzusundadır. Bu konuda başvurusu geri çevrildiğinde yaşlı adamı sokak ortasında yalnız başına bırakarak kaçar genç kadın. Sıradan bir karakterin yaşamındaki beklenmedik bir patlamanın derinliklerine inmek suretiyle insan zihnine hakim olan zalim gerçekliğin etkisini anlamaya çalıştığını ifade eden Plá’nın sessiz çığlığıdır bu üçüncü uzun metrajı.

Latin Amerikalı sinemacının geçtiğimiz yılın Venedik Film Festivali’nde ‘Venedik Ufukları / Venice Horizons’ bölümünün açılış filmi olan son çalışması çok daha hareketli. Başka bir sosyal bir yaraya parmak basan yapımda bin başlı devasa canavar olarak nitelenen, özel sigorta şirketleri ve onlara bağlı çalışan doktorlar ve sistemdeki adaletsizliğe sessiz kalarak ortak olan devlet bürokrasisi. Sıradan bir vatandaş ile büyük bir şirketin mücadelesini konu alan filmde kanser hastası kocasına uygulanması gereken ilaç tedavisinin onayı için kapı kapı dolaşan Sonia’nın 24 saatine tanık oluyoruz. Daha ellisine varmamış eşi için yaptığı başvurulara olumlu yanıt alamayan genç kadın ‘yaralı hayvan ağlamaz, ısırır’ misali çareyi tabancayı doktorların ve şirket yöneticilerinin kafasına dayamakta bulacaktır.

Sonia’nın oğluna hitaben ‘bir dahaki sefere banka soyacağız’ repliğinden yola çıkarak bir sonraki filminde bankaları ve finansman kuruluşlarını topa tutacağını şimdiden tahmin etmekte güçlük çekmediğimiz Latin Amerikalı sinemacının, gerilimli yüklü saatleri bir Hollywood örneğinden bekleneceği biçimde aksiyona ve aşırı duygusallığa sapmadan anlatabilmesi en büyük erdemi. Tüm filmlerini birlikte kotardığı yazar eşi Lauro Santullo’nun aynı adlı romanından beyazperdeye aktardığı filmde yaşanmış olaylar romanda olduğu gibi öyküye dahil olan farklı karakterlerin öznel bakış açısıyla veriliyor. Öyle ki, ana karakterlerin ve temel olayların gerisinde izleyici konumunda olan yan kişilerin gözlemleriyle yetiniyoruz çoğu kez. Yönetmen taraf tutmuyor, yaşananları neredeyse bir belgesel titizliğiyle yansıtıyor. Uzun planlar kullanıyor, olayların gidişatı içinde dış sesler eşliğinde mahkemedeki tanık ifadelerine yer veriyor. Plá ve Santullo’nun bu çarpıcı biçimsel tercihi filmin İstanbul’da büyük ödüle uzanmasının başta gelen nedeni sanırım.

Bu Kafkaesk bürokrasi öyküsünü görüntüleyen Odei Zabaleta’nın mükemmel çalışması ayrıca övgüye değer. Genç oğulda geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nin en iyi yapıtlarından biri olarak anılarımızda iz bırakan ‘Güeros’un genç oyuncusu Sebastián Aguirre ile karşılaşma keyfinin yanı sıra filme damgasını vuran performans, ilk sinema deneyiminde harikalar yaratan Meksika’nın deneyimli tiyatro aktrislerinden Jana Raluy’dan geliyor.

(22 Haziran 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayatın Kendi Planları Var

Kördüğüm (Maggie’s Plan)
Yönetmen-Senaryo: Rebecca Miller
Hikâye: Karen Rinaldi
Müzik: Michael Rohatyn
Görüntü: Sam Levy
Oyuncular: Greta Gerwig (Maggie), Ethan Hawke (John), Julianne Moore (Georgette), Travis Fimmel (Guy), Maya Rudolph (Felicia), Bill Hader (Tony), Wallace Shawne (Kliegler), Mina Sundwall (Justine), Jackson Frazer (Paul), Alex Morf (Al)
Yapım: Sony (2015)

Amerikalı yönetmen Rebecca Miller’ın “Kördüğüm”, hayatın gerçekliği içinden mizahı çıkartan sıradışı bir film.

New York, kış… İnsanlara özgüven yönünden cesaret veren bir işte çalışan güzel Maggie, soyadı karışıklığından iki maaş çeki birden alınca soylu bir davranış gösterip çekin geldiği merkeze başvurduğunda aynı soyadı taşıdığı antropolog-yazar John’la karşılaşıyor. O da maaş çekini alamamış. Dostlukları da gelişiyor bu arada. John yazdığı romanın tekstini Maggie’ye veriyor değerlendirmesi için. John evli. Bir kız ve bir oğlan babası. Hırslı eşi Georgette’le iletişimleri zayıflamış. Maggie evli değil ve çocuk sahibi olmak istiyor. Araştırmalarından sonra da turşu üretimcisi Guy’ı bulmuş. Çünkü Guy bir matematikçi ve zeki. Guy, matematikte ilerleyeceğine turşuculuğu seçmiş. Çünkü o, fotoğraftaki bir parçayı değil, bütünü görmek istiyormuş. Bütünü gördüğünü sandığında ya sadece fotoğrafın bir bölümünü görüyorsa?

Guy, Maggie’nin dairesine gelip spermlerini şişeye aktarıyor. Çünkü Maggie, doğal yolla aktarım olursa duygusal bağ olmasından çekiniyor. Tuvalete giden Guy, şişeye fazladan sperm bıraktığını iddia ediyor. Bu erkekler dünyasında bir şehir efsanesi aslında. Yeryüzündeki tüm erkekler her seferinde aynı gram sperm çıkartıyorlar. Ne bir eksik ne bir fazla!.. Maggie, spermi küvette içine şırıngayla enjekte ederken kapı çalıyor. Gelen John. Sonra sevişiyorlar. Üç yıl sonra. Bir melek kadar güzel Lilly olmuş. O sırada John da, eşinden boşanmış ve Maggie’yle evlenmiş. Maggie’nin, güzelliğiyle erkekleri mağlup edecek kadar büyüleyici güzelliği var. Hangi erkek bu güzelliği başıboş bırakabilir ki?

Kimin planları kazanacaktı?

John’un bencilliğini fark eden Maggie, planlarını uygulamaya başlıyor. Ama hayatın da planları vardı. Kimin planları kazanacaktı? Sürprizler filmin sonunda. Yönetmen Rebecca Miller, 1962’de Amerika’da doğdu. Yönetmen, 2005 yapımı “The Ballad of Jack and Rose-Tehlikeli Masumiyet” filminde bir baba – kızın etkileyici hikâyesini çevrecilik etrafında anlatmıştı. Yönetmen Miller, dramı çoğaltacak durumları kadınsı bir dokunuşla ince mizah katarak yumuşatabiliyor. Bu özellikler aslında kadınların genlerinde vardı. İnsanı, zeki ve ince mizahıyla gülümseten 2015 yapımı “Maggie’s Plan-Kördüğüm”, Türkçe adına uygun hoş bir film. Avustralyalı oyuncu Travis Fimmel, ünlü “Vikingler” dizisinde Rognar’ı oynamıştı.

(22 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kanlı, Sert ve Öfkeli: Martin Scorsese

Büyük ustalardan Martin Scorsese’nin iki biyografik filmi, “Kızgın Boğa” ve “Sıkı Dostlar”, sinemanın önemli yapıtlarından. Bu iki otobiyografik film, estetik olarak da birbirleriyle buluşuyorlar. Başarılı Türkçe dublajlarının, atmosferlerin ortasında dolaşmaya yardım ettiği bu filmler sinema sanatı için de ilham verici.

“Kızgın Boğa…”

Büyük usta Martin Scorsese, 1980 yapımı siyah-beyaz ve renkli “Raging Bull-Kızgın Boğa” filminin nevrotik yüklü atmosferiyle bir kişiliği derinliğine beyazperdeye yansıtıyor. United Artists’in sunduğu filmin senaryosunu Paul Schrader ve Mardik Martin ortak yazmışlar. Film, Joseph Carter ve Peter Savage’ın “Jake La Motta” eserinden uyarlanmış. Doğrudan büyük boksör La Motta’dan da destek alınmış. Ayrıca görsel arşivlerden de yararlanılmış. Bu filmde dönemin müzikleri ve şarkıları kullanılmış. Bu yüzden tema müziği yok. Çarpıcı fotoğraflarıysa usta kameram Michael Chapman yansıtmış. Elbette La Motta’nın içini dışarı çıkartan kurguda, Scorsese’nin kadim dostu Thelma Shoonmaker’ın çabaları olmuş. Filmde 8mm tadı veren renkli anlar da yansıyor. Ayrıca bazı anlarda fotoğraflar da yansıyor. Bu nostaljiyi, yaşanmışlığı fark ettiriyor. Filmde, yerler ve zamanlar yazılarla belirtilmiş gerçeküstücü estetikle.

Scorsese, United Artists’le daha önce 1977 yılında Robert de Niro ve Liza Minnelli’yi oynattığı New York, New York” müzikal filmini yapmıştı. Scorsese bu stüdyo için, “Hollywood’un en nazik stüdyosu.” demişti. Bu naziklik, 1919’da kurulan United Artists’in köklerinde var. Büyük sinemacılar Charlie Chaplin ve David W. Griffith’ten geliyor bu naziklik. Scosese’nin bu filmi, Akademi’den Robert de Niro’ya “En İyi Erkek Oyuncu” ve Thelma Shoonmaker’a da “En İyi Kurgu” dallarında Oscar getirmişti. Yönetmen, bu filminde babası Charles Scorsese’yi de oynatmış.

Ön jenerikte Jake La Motta (Robert de Niro) ringde tek başına yansıyor. Ön jenerikte sadece filmin adı kırmızı yazılmış. New York, 1964… Gösteri yapığı gece kulübünün kulis odasında şişmanlamış eski boksör Jake, ayna karşısında prova yaparken görünüyor. Sabit kamera tek açıdan yansıtıyor. Puro da içen Jake’in zihninde hep büyük rakibi Sugar Ray Robinson’ın (John Barnes) olduğu fark ediliyor.

Film, 1941 yılına gidiyor. Cleveland… “Bronx Boğa”sı ortasıklet Jake, siyahî boksör Jimmy Reeves’den (Floyd Anderson) ringde dayak yerken hikâye başlıyor. Jake, sanki tepki vermiyor gibi yumruklara. Kamera, köşelerinde oturan iki boksöre doğru kayıyor. Tribünler de karışıyor. Yönetmen, boks anlarında da atmosferin içine alıyor insanı. Onuncu rauntta Jake, Jimmy’yi kroşeyle yere düşürüyor. Hakem sayarken ayağa kalkıyor Jimmy. Sert kroşeleriyle Jimmy’ye öfkeyle yumrukları indiren Jake, hakem kararıyla baygın haldeki Jimmy’ye maçı kaybediyor. Bronx’taki dairede. Jake, sabırla karısı Irma’nın (Lori Anne Flax) pişirdiği bifteği getirmesini bekliyor. Jake öfkeleniyor. Karısı da. Karısının siniri ve mutsuzluğu filmin derinliğinde anlamlaşıyor. Sporcu eşi olmak zor zanaattı. Jake’in kardeşi Joey de (Joe Pesci), Jake’in sokağında, Tommy Como’nun (Nicholas Colasanto) yakınlarında duran Salvy’yle (Frank Vincent) beraber yürürlerken yansıyorlar. Tommy, Jake’in kendisiyle çalışmasını istiyormuş. Joey, daireye geldiğinde öfkeyi görüyor. Kadınlara nazik davranmak gerekmiyor muydu? Jake, ellerinin kadınlar gibi küçük olduğunu söylüyor kardeşine. Sonra da Joey’e kendisine yumruk atmasını istiyor. Yeni maçlar için antrenmanlar da sürüyor. Joey de abisine antrenmanda yardımcı oluyor. Salona Salvy de gelmiş. Jake bundan hoşlanmıyor.

Yaz ayları. Kamera, sağa çevriniyor ve yüksekten havuza atlayan birini gösteriyor. Jake ve Joey de havuzda. Salvy de orada. Biri daha var. Güzeller güzeli ve sarışın Vickie’ye (Cathy Moriarty) gözleri takılıyor Jake’in. Daha 15 yaşındaymış. Joey kızı tanıyormuş ve onunla hiç yatmamış. Kız, Jake’i büyülüyor. Vickie, havuza giriyor. Sanki farklı gözlerin kendisini takip ettiğinin farkındaymış gibi. Gece, Jake’in evinde. Joey de evde. Yine tartışıyorlar. Apartmanın koridorundaki çekimler özeldi. Koridorlar, simgesel anlamda Scorsese filmlerinde değerli yerde. Scorsese, 1976 yapımı “Taxi Driver-Taksi Şoförü” filminde de koridor sahnesini kullanmıştı. Travis’in (Robert de Niro), porno filme götürdüğü Betsy’den (Cybill Shepherd) özür dilemek için ankesörlü telefonla konuşurken, kamera sağa doğru kayıp, sarı tonların kuşattığı koridoru gösteriyordu. Koridor, Travis’i ve Jake’i yalnızlığa doğru gidişlerini simgeliyordu. Yalnızlık birdenbire değil, sinsice kuşatıyordu. Karısına haddini bildirmesini isteyen Joey, Jake’le kilisenin düzenlediği yaz dansına gidiyor. Vickie de Salvy’nin yanında. Salvy ve Vickie ayrılıyorlar oradan. Gündüz, yine havuzdalar. Jake, arabasıyla gelmiş. Joey, Vickie’yi çağırıyor ve Jake’le tanıştırıyor. Jake ve Vickie dolaşmaya çıkıyorlar. Jake, Vickie’ye golf bile öğretiyor. Sonra da Vickie’yi, babasına aldığını söylediği daireye götürüyor. Evde dolaştırıyor ve sonunda kızı yatak odasına götürüyor. Hemen onunla sevişmek istiyor Jake. Ama önce ritüel var. Onun sıcak ve yumuşak dudaklarından öpüyor, ardından beyaz kuğu boynunu okşuyor.

Detroit, 1943… Jake, siyahî boksör Sugar Ray Robinson’a sürekli kroşelerle yüzüne vuruyor. Jake, yumruklarıyla Sugar’ı ringin dışına bile fırlatıyor. On raunt sonunda maçı Jake hakem kararıyla kazanıyor. Sonra Vickie’yle babasının dairesinde buluşuyor. Üstü çıplak Jake yatakta uzanmışken, Vickie de onun yaralarını yumuşak dudaklarıyla öperek bir an önce sevişmek istiyor. Ardından pantolonunu çıkarmasını söylüyor. Jake, Vickie’nin güzelliğine mağlup olmama mücadelesi de veriyor. Jake kampta. Yataktan kalkan Jake, lavaboda sürahideki buzlu suyu dökerek ateşini söndürüyor. Vickie de sevişememenin verdiği acıları yaşıyor. İçindekini dışarı vuramıyor Jake’e karşı. Karşı cinsle olamamak insanın psikolojik dengesini bozabiliyor ama. Aynı yıl yine Sugar’la Detroit’te dövüşüyor Jake. Sol sert yumrukları Sugar’ı yere düşürüyor. Ama maç sonunda hakem kararıyla maçı Sugar kazanıyor. Soyunma odasında Joey öfkesini dışarı çıkartıyor. Sugar askere gidecekmiş. Halkın kahramanı olması için maçı ona vermişler. Herkes gittikten sonra Jake, elini buzlu suya sokuyor.

1944’te New York’ta Zivic’le maçı siyah-beyaz fotoğraflarla olarak yansıyor. Ardından Jake, Vickie ve Joey’in arabayla geziye çıkışları renkli görüntülerle yansıyor. Sonra 1945’te New York’ta Basora’yla da maçı siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor Jake’in. Yine görüntü renkleniyor ve Jake’le Vickie kilisede evleniyorlar. 1945’te New York’taki Kochan’la maçı da siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor. Sonra Jake ve Vickie’nin havuzdaki mutluluğu renkli görüntülerle yansıyor. Ardından Detroit’te 1946’daki maçı yine siyah-beyaz fotoğraflarla yansıdıktan sonra Joey’in Lenore’yle (Theresa Saladana) evliliği renkli olarak görülüyor. 1946’da Şikago’daki Satterfield’la maçı da siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor. Ardından Jake’in Vickie’yi yeni evlerinin önünde kucaklayışı ve arka bahçedeki barbekü partisi renkli yansıyor peş peşe. Jake ve Vickie’nin iki çocukları var. Joey’in de. Sonra 1947’de New York’ta Bell’le maçı siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor. Bu sekans, sinema tarihinin de özel ve yaratıcı sekansıydı. Çok az bir zamanda çok şey anlatabiliyordu Scorsese.

1947, Bronx… Pelham Parkway’deler artık. Jake’in kiloları da artıyor. Şimdi 77 kiloda. Joey de menajerliğini yapıyor Jake’in. Eve Joey ve karısı da gelmiş. Vickie, istemeden Jake’in rakibi Tony Janiro’ya (Kevin Mahon) yakışıklı deyince, Jake’in öfkesi hemen dışarı çıkıveriyor. Asıl zihnini karıştıran “yakışıklı” kelimesi. İçine şüphe düşüyor. Vickie onu aldatıyor muydu? Kıskançlık, öfkeyle beraber tüm ruhunu kaplıyor Jake’in. Gece Copacabana adındaki gece kulübüne gidiyorlar. Tommy ve Salvy de orada. Tommy’nin sağ kolu Charlie de (Charles Scorsese) masada. Vickie, lavabodan dönerken onların masasına gidiyor ve Tommy’yi öpüyor. Bu Jake’i zihninde çıldırtıyor. Sonra Tommy, Jake’i masasına çağırıyor. New York, 1947… Jake, ringde Tony Janiro’nun yüzünü parçalamak ister gibi yumruklarını yüzüne indiriyor. Maçı izleyen Vickie, Jake’in öfkeyle Janiro’nun yüzünde patlayan yumruklarından ürküyor. Jake, hakem kararıyla maçı kazanıyor. Jake, spor salonunda antrenman yaparken altta da hüzünlü tınılar duyuluyor. Gece, Copacabana’da Joey, birden Vickie’yi görüyor. Vickie, Salvy’yle beraber. Joey kavga çıkartıyor orada. Öte tarafta da Jake şüpheler içinde.

Jake ve siyahî boksör Billy Fox (Eddie Mustafa Muhammad), Mario (Mario Gallo) gözetiminde tartılıyorlar. Sonra kamera, spor salonunun koridorunda hızla öne doğru kayıyor. Bu koridorlar çok önemli Scorsese’de. Mario, Jake’e bahislerin iptal edildiğini söylüyor. Şike kokusu alınmış. Fox’la maçında bilerek dayak yiyor Jake. Anlaşmalı maçın ne olduğunu bilmiyor muydu? Kurul, Jake’e şike yaptığı için ceza veriyor. Evde Joey, rol yapmayı gösteriyor Jake’e. Maç anlaşmalı olsa da, anlaşılmaması lâzımdı çünkü. Cezası bittikten sonra Fransa’nın gururu Marcel Cerdan’la (Louis Raftis) maçı var Jake’in Detroit’te. Panolardan yansıyor. Cerdan, Fransız şansonunun büyük şarkıcılarından “Kaldırım Serçesi” Edith Piaf’ın sevgilisiydi.

Evde. Jake, gergin ve öfkeli. Çünkü “Dünya Ortasıklet Şampiyonluğu”nda hayalindeki “Altın Kemer”e ulaşma stresini yaşıyor. Joey, telefonla konuşuyor. Doktor da, Jake’in antrenörüne dikiş atma provası yapıyor. Joey, yemek siparişi vermek istediğindeyse Vickie’nin yemeğini de sorun yapıyor Jake. Bir zaman sonra eve Tommy ve Charlie de geliyor. Jake’i yoklamaya gelmişler. Çok kalmıyorlar. Çıkarlarken, Vickie, Tommy’yi öpüyor. Daha sonra Jake, Vickie’nin Tommy’yle ne işi olabileceğini sorgulamaya başlıyor. Acaba kimlerle yatıyordu? Vickie’ye tokat atıyor kıskançlıkla Jake. Öfkesi en tepeye çıkıyor Jake’in.

Detroit, 1949… “Steadicam” kamera, soyunma odasından çıkan Jake’i geriye kayarak izliyor yanındakilerle. Salona girdiğinde bu defa onları öne kayarak izliyor bu kamera. 15 rauntluk maçta Jake, Cerdan’ı nakavtla yeniyor onuncu rauntta. Bu maç anlarında çarpıcı ve estetik görüntüler perdeyi kuşatıyor. Hayalindeki “Altın Kemeri” de kazanıyor, “Dünya Ortasıklet Şampiyonu” oluyor.

1950 yılı… Bronx, Pelham Parkway’de. Jake, televizyonun görüntüsünü düzeltmeye çabalarken, Joel’le de konuşuyor. Vickie de orada. Jake, gergin ve şüpheler içinde. Jake, Vickie’yi sorguluyor. Salvy’nin, hatta Joey’in de Vickie’yle yatıp yatmadığını da öğrenmek istiyor takıntılı Jake. Hemen Joey gidiyor. Jake, merdivenlerden yukarı çıkıyor. Vickie yatak odasında yatakları toplarken, kafasında yarattığı gerçekliğin gerçek olması için Vickie’yi sıkıştırıyor. Vickie’ye tokat atıyor. Vickie banyoya sığınıyor. Azgın boğa kapıyı kırıyor ve gerçeği öğrenmek istiyor. Bir şeyler öğrendiğini sanan Jake, dışarı çıkıyor ve Joey’in evine gidiyor. Peşinden de Vickie gidiyor. Jake, Joey’le kavga ediyor. Kaybetmesini ve yalnızlığını hızlandırmaya başlıyor bu. Gece, salonda Jake koltukta otururken, televizyonun ekranı hâlâ karlı. Vickie, yatak odasında valizlerini toplarken, Jake geliyor, gitmemesi için yalvarıyor. Bir şans daha istiyor Vickie’den. Yüreği yumuşak Vickie acıyor ona.

Fransız boksör, rövanş için Amerika’ya gelirken, uçağı Atlantik üzerinde düşünce, Jake’in yeni rakibi Fransız Laurent Dauthuille (Johnny Turner) oluyor. 1950, Detroit… 15 rauntluk maçta Jake, Dauthuille’i nakavtla yeniyor. Az zaman sonra, Vickie, Jake’e Joey’i aramasını söylüyor. Vickie, ankesörlü telefondan Joey’in evini arıyor. Jake, telefon ahizesini kulağına götürse de Joey’le konuşamıyor. Joey, arayanın Salvy olduğunu sanıyor ve küfürleri savuruyor.

1950’lerin ortalarında. Jake, en büyük rakibi Sugar’la son maçına çıkıyor gibi. Scorsese bu maçta kamerayı çarpıcı açılara yerleştirmiş ve stilize anlar yakalamış. Köşede Jake otururken, süngerdeki kana karışmış su, Jake’in sırtından aşağı doğru giderken şiddetin ruhuna dokunuluyor sanki. Maçı televizyon da canlı yayımlıyor. Joey de maçı karısıyla beraber evde izliyor. Jake, Sugar yumruklarını indirdikçe, “Hadi, hadi” diye kışkırtıyor. Kamera, yavaşça Jake’e yaklaşıyor. Sugar sürekli yumruk atıyor. Jake, “Beni hiç düşüremedin Ray.” diyor, yumrukları yüzüne yerken. Jake yeniliyor. Kamera, sağa kayıyor ve ipten aşağıya damlayan kanları gösteriyor.

Miami, 1956… Gündüz. Gazeteciler, Jake’in havuzlu, bahçeli evlerine gelmişler. Jake, antrenmanlardan, kiloları korumaktan yorulmuş. Şimdiyse kendi adını taşıyan gece kulübünde tek kişilik gösteriler yapıyor. Jake, Vickie’yle de evleneli 11 yıl olmuş. Hâlâ onu aşağılıyor Jake. Gündüz Jake, gece kulübünde barda kule gibi yaptığı kadehlere içki doldururken, çalışanlarından biri Vicki’nin geldiğini söylüyor. Kuledeki kadehleri dağıtan Jake, dışarıda arabanın içinde kendini bekleyen karısının yanına gidiyor. Vickie, onunla boşanıyormuş ve çocukların velayetini de alıyormuş. Artık yapayalnız Jake. Gece olunca gösterisini sunuyor. Jake’in yerine rüşvetçi savcılar, devlet görevlileri de teşrif ediyorlar. Jake, grotesk mizahla onları küçük düşürebiliyor. Espri zekâsı, boksörlüğü kadar güçlü Jake’in. Sadece takıntılı ve saplantılı biriydi. Gece kulübüne 21 yaşında olduklarını söyleyen iki kız geliyor. Onların dudaklarından öptükten sonra büyük olduklarına inanıyor Jake. Çok geçmeden polis dedektifleri gece kulübüne geliyorlar. Eve gitmeyen, kulüpte kalan Jake, uykulu gözlerle şaşkınlıkla polisleri anlamaya çalışıyor. Kızların fotoğraflarını gösteriyorlar. Kızlar 14 ve 15 yaşlarındaymış. 10 bin dolar kefaletle serbest kalacak Jake’in aklına “Altın Kemeri” geliyor. Eve gittiğinde Vickie biraz tedirgin oluyor. Kemerin elmaslarını çıkartan Jake, değeri düştüğünden parayı denkleştiremiyor. Jake, yapayalnız olduğunu da anlayıveriyor. Kimseden bir şey isteyecek yüzü yok. Jake’i hücreye atıyorlar. Jake, “Neden, neden” diyerek duvara yumruk atıyor, başını duvara vuruyor. Jake, “Herkes bana aptalmışım gibi davranıyorlar. Ben kötü değilim. Ben öyle biri değilim” diyor kendine. Scorsese, John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” eserine gönderme yapmış bu sözlerle. Scorsese, hücredeki anlarda dışavurumcu ışık düzenlemeleri de oluşturmuş.

New York, 1958… Jake, tek kişilik gösterisini küçük bir gece kulübünde sürdürüyor. İnsanlar onunla dalga da geçiyorlar. Bu mekânda şarkı söyleyen Emma’yla (Rita Bennett) beraber gibi. Bir gece iş bittikten sonra eve giderken, gece kulübünün dışında Joey’i görüyor Jake. Bıyık bırakmış Joey, hâlâ kırgın ve ondan bir an önce kurtulup arabasıyla uzaklaşmak istiyor. Artık şimdi daha da yalnız Jake. Öfkesinin, kibrinin kefaretini ödüyor.
Film başa dönüyor. New York, 1964… Jake, gece kulübünün kulis odasında ayna karşısında prova yapıyor. Sabit kamera tek açıdan yansıtıyor. Elia Kazan’ın 1954 yapımı siyah-beyaz “On the Front Water-Rıhtımlar Üstünde” filminde, kendi gibi eski boksör olan Terry’nin (Marlon Brando), abisi Charley (Rod Steiger) ve bir sendikacıyla arabadaki anını anlatıyor Jake. O da, Terry de şike olayına karışmıştı. Terry mağrur değildi. Kalp kırmıyordu. Sakindi. Âşıktı. Yeni hayata gitme fırsatı vardı. Jake mağrurdu. Kalpler kırdı. Takıntılarıyla, saplantılarıyla, öfkeleriyle herkes etrafından uzaklaşmıştı. Öfkeli insanlar, yapayalnız kaldıklarını bir zaman sonra fark ediyorlardı. Körken görmeye başlıyorlardı. Artık her şey için geç miydi? İnsanlar, hayatın ve koşulların kendilerini değiştirdiğine inanıyorlar. Ama başka insanların, kendileri gibi değişebileceğine, dönüşebileceğine pek ihtimal vermiyorlar sanki. Bir insanı nasıl tanırlarsa, zaman geçse de hep aynı insan olduğunu düşünüyorlardı. Melodramla dolmuş düşence değil miydi bu? Hayat, Jake’i de değiştiriyor. Ama insanlar onu, zihinlerinde oluşmuş imgelerlerle eski haliyle düşünüyorlar. Bu bencillik değil miydi?

Film, “Yeni İngiliz İncili”nden bir hikâyeyle bitiyor. John (Yuhanna) 24-26’da geçen olay şöyleydi: Farisliler, kör adamı çağırıp “Tanrı’nın önünde gerçeği söyle. Günahkâr olduğunu biliyoruz. Günahkâr olup olmadığı anlat.” demişler. Kör adam, “Günahkâr olup olmadığımı bilmiyorum. Bir zamanlar kördüm. Şimdi artık görüyorum.” diye cevaplamış.

“Sıkı Dostlar…”

Martin Scorsese’nin 1990 yapımı “Goodfellas-Sıkı Dostlar”, bir itirafçı gangsterin hayatından anları yansıtan önemli bir yapıt. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Nicholas Pileggi ortak yazmışlar. Film, yazar Pileggi’nin “Wiseguy” eserinden uyarlanmış.

Filmde tema müziği kullanmamış yönetmen. Dönemleri vurgulayan müziklere yer vermiş. Bobby Vinton ve Tony Bennett’in müziklerini de duyuyorsunuz ve doyamıyorsunuz. Bobby Vinton’ın klasikleşmiş “Roses Are Red” şarkısı büyülüyor. Soundtrack arşivlik. Filmin kurgusu da çarpıcıydı. Bunda Thelma Shoonmaker’ın da desteği var. Scorsese, bazı anlarda görüntüleri dondurup fotoğraflaştırarak filmde nostalji duygusu oluşturuyor. Bazı anlardaysa doğrudan fotoğraf kullanmış yönetmen. Filmin kameramanı Alman usta Michael Ballhaus. Dış mekânlarda bile iç mekânlardaki kasveti yaşatabiliyor usta. Bu filmde, mekânlar ve zamanlar ara yazılarla yansıtılmış. Filmin ön jeneriği, insana Hitchcock tadı da veriyor. Nevrotik ruhlu bu filmde her şey, Henry ve Karen’in içsesleriyle yansıyor. Yönetmen, babası Charles Scorsese ve annesi Catherine Scorsese’yi de oynatmış. Joe Pesci de bu filmindeki performansıyla “En İyi Yardımcı Oyuncu” dalında Oscar kazanmıştı.

New York, 1970… Film, hikâyenin ortasından başlıyor. Araba, otobanda gecenin içinde yol alırken yansıyor. Arabayı Henry Hill (Ray Liotta) sürüyor. Önde Jimmy Conway (Robert de Niro) ve arkadaysa Tommy DeVito (Joe Pesci) oturuyor. Arabanın bagajından da tıkırtılar duyuluyor. Henry, arabayı kenara çekiyor. Bagajı açtıklarında masa örtüsüne sarılı Billy Batts’ın (Frank Vincent) hâlâ ölmediğini görüyorlar. Tommy, elindeki bıçağı Billy’ye saplayıp dururken, Jimmy de tabancasını çıkartıp kurşunları Billy’nin üstüne boşaltıyor. Kırmızı ışığın yüzüne vurduğu Henry bagajı kapatırken görüntü donuyor. İç sesiyle, “Hayatım boyunca hep bir gangster olmak istemişimdir.” diyor. Fonda da caz tınıları duyuluyor.

Brooklyn’in doğusu, 1955… Henry, içsesiyle mafyanın içine nasıl girdiğini anlatıyor. Çetenin başı Paulie Cicero (Paul Servino), fazla ortalarda görünmeyen, sessiz biriymiş. Paulie’nin kardeşi Tuddy’yle (Frank DiLeo) çalışmaya başlamış ilkin. Araba parkı, pizza işleri gibi işler. Çocukluğunda ona göre, gangster olmak, Amerika’nın başkanı olmaktan zormuş. Henry’nin annesi (Elaine Kagan), Cicero’nun da kendisi gibi Sicilyalı olmasında hoşlanıyormuş. Elbette gangster olduğunu bilmiyor. Ama Henry eve yeni takım elbiselerle gelince, “Gangster olmuşsun.” diyor annesi şaşkınlıkla. İrlandalı olan babası Frenchy (Beau Strarr), çocuk Henry’nin (Christopher Serrone) okula gitmediğini öğreniyor okuldan gelen mektupla. Mafya bu işi de kendi yöntemleriyle hallediyor. Henry, kumar oynanan yerde Jimmy’yle karşılaşıyor. Jimmy, filmlerde hep kötü adamları tutuyormuş. En sevdiği şey de çalmakmış Jimmy’nin. Henry, kendi gibi çocuk olan Tommy’yle de (Joseph D’Onofrio) tanışıyor. Üçlünün kader yolu kesişiyor böylece. Her yerde Paulie’nin adamları var ve çalınacak malları haber veriyorlar. Bir kamyon dolusu sigara kartonu çalıyor çete. Karaborsada da bunu satıyorlar. Satarlarken, FBI ortaya çıkıyor ve Henry’yi tutukluyor. Mahkemede konuşmuyor Henry. Mahkemeye gelen Jimmy bunu takdir ediyor. Jimmy, “Dostlarını asla ele verme ve çeneni hep kapalı tut.” diyor. Bu öğütler işe yarayacak mıydı? Jimmy’yle Paulie’ye gidiyorlar. Herkes Henry’yle gurur duyuyor gammazcı olmadığı için. Görüntü bu anda donarak fotoğraflaşıyor. Fonda da muhteşem bir şarkı duyuluyor.

1963 yılı. Henry ve Tommy büyümüşler. Havaalanındaki soygun yapacaklar. Havaalanında da Paulie’nin adamları, tanıdıkları var. Kargo başarıyla soyuluyor. Sonny’nin (Tony Darrow) restoranında. “Steadicam” kamera Henry’nin gözlerinden, hiç kesme yapmadan yansıtıyor. Henry, gözüne çarpan gangsterleri de iç sesiyle anlatıyor. Henry, oradan mutfak bölümüne gidiyor ve kameranın önüne geçiyor. Sonny, kargo soygunundan bolca kürk geldiği için biraz kızıyor. O, palto istemiş. Bu uzun öznel çekim, birçok şeyin Henry’nin gözleriyle yansıdığını hatırlatıyor. Birçok şey böyle de olmayabilir. Sonuçta öznel bakış vardı. Daha sonra masada Henry, Tommy’nin komik maceralarını eğlenerek dinliyor. Tommy, banka soygununda uyuyakalmış ve polise enselenmiş. Henry, bu olaya komik diye kahkahalarla gülünce, Tommy birden ciddileşiyor ve Henry’yi sorgulamaya başlıyor. Tommy, takıntılarını, aşağılık komplekslerini sertçe dışarı vuran bir gangster. İşi en kolay yoldan, şiddetle çözüyor. Eğer Tommy ciddileşmişse bunu ciddiye almak gerekti. Sonra Tommy, Henry’deki korkuyu görünce işi şakaya vuruyor. Tommy şakadan anlamazdı ama. Efemine konuşan ve eşcinsel olmadığını iddia eden Sonny, Tommy’den yedi bin dolarlık borcunu ödemesini söylüyor. Tommy’den parasını alınabilir miydi? Sonra Sonny, Paulie’ye başvuruyor Tommy’den alacaklarını tahsil için. Paulie’ye restoranına ortak olma teklifi bile yapıyor. Paulie restoran işinden anlar mıydı? Sonny hayatının hatasını yapıyor ve Paulie’yi ortak yapıyor. Paulie, kâr-zarar işlerine bakmazdı. Payı olanı isterdi her koşulda. Sonny’nin çöküşü görsel olarak da yansıyor.

Gece Tommy’nin arabasında. Tommy, Diane’le (Katherine Wallach) yemeğe çıkmak için destek istiyor. Diane, kendi gibi Yahudi olan kız arkadaşı Karen (Lorraine Bracco) olmadan yemeğe çıkmıyormuş. Henry, Tuddy’yle de buluşması gerekiyor. Sonunda Tommy’nin dediği oluyor. Yemek sıkıntılı geçiyor. Henry, Tommy ve Diane’i restoranda bırakıp maviler içindeki ve gözleri Liz Taylor’ı çağrıştıran Karen’i evine teslim ediyor. Ertesi gün Tommy, Diane ve Karen restorandalar. Karen, Henry’nin gelmesini bekliyor, ama gelmiyor. Gece Tommy, Karen’i Henry’nin olduğu yere götürüyor beyaz 1961 model Chevrolet Impala Convertible arabasıyla. Öfkeli Karen, Henry’ye her şeyi söylüyor kadın zarafetiyle. Henry, gece Karen’i Copacabana adındaki gece kulübüne götürüyor. “Steadicam” kamera dışarıdan, Henry ve Karen’in gece kulübüne girişini hiç kesme yapmadan yansıtıyor. Başka kapıdan içeri giriyorlar. Koridordan, mutfaktan geçerek içeri geçiyorlar. Bu uzun çekim de bir anlamda Karen’in de bu hikâyeye katkısı olduğunu
gösteriyor sanki. Şef garson onlara hemen masa ayarlıyor. Sahnede şarkı söyleyen Tony Vinton (Robbie Vinton), onların masasına içki bile yolluyor. Karen, daha 21 yaşındaki birinin bu kadar itibar görmesinden etkileniyor. Dışarıda üstü açık arabada Vinton’ın içkisini içmeyi sürdürüyor Henry ve Karen. Kamera, plonje açıyla yansıtıyor bu anı.

Restorana, Henry’yle buluşmak için havaalanında çalışan biri geliyor. Henry, adamı Jimmy’yle tanıştırıyor. Kusursuz planla Air France’la gelen paralar soyulabilecek. Akşamüstü. Tommy ve Henry, havaalanında Air France’ın kargosunu soymak için geliyorlar. Yağmur da yağıyor. Soygun başarıyla gerçekleşiyor. Paulie ve Jimmy mutlular. Henry’yle Karen’in aşkı da büyüyor. Henry, Karen’i evden almaya gittiğinde Karen, boynundaki haçlı kolye görülmesin diye gömlek düğmelerini ilikleyiveriyor. Annesi (Suzanne Shepherd) katı bir Yahudi. Henry, Karen’in annesine, “İyi tarafım Yahudi.” diyor. Tatile de çıkıyorlar. Tatildeyken Karen, yolun karşısındaki komşusu Bruce’u (Mark Evan Jacobs) bile görüyor. New York’a dönülünce işler de devam ediyor. Henry, dükkân sahibinden Jimmy’nin faizle verdiği parayı istiyor. Jimmy de zulada bekliyor. Adam diretince Jimmy haddini bildirecekken telefon çalıyor. Arayan Karen ve başı dertteymiş. Henry hemen1966 model üstü açık Chrysler Newport Convertible arabasıyla çıkıyor ve Karen’i buluyor. Sokağın karşısındaki komşusu Bruce, Karen’i aşağılayıp taciz etmiş. Henry, kırmızı 1966 model Chevrolet Corvette C2 spor arabası olan komşu genci öfkeli yumruklarla cezalandırıyor. Karen, arabadan inip evine gidiyor. Henry de Karen’e bir tabanca veriyor kendini koruması için.

Henry ve Karen, sinagogda evleniyorlar. Muhteşem düğüne Paulie ve aile, yani mafyanın diğer elemanları da katılıyorlar. Aileye kabul edildikten sonra her şey paylaşılıyormuş gibi görünüyordu dışarıdan. Ama gerçek durum zorlu zamanlarda açığa çıkıyordu. Karen bunu yaşayacaktı Henry hapse düştükten sonra. Hatta başka zamanlarda da gerçekle yüz yüze kalacaktı. Karen, bu mafya ailesinde isimlerin çoğunlukla Paul ve Marie olduğunu keşfetmiş. Paulie sıkça evde davetli yemek veriyor. Onlara da katılıyor hep Karen. Paulie’nin kadim dostu Vinnie de (Charles Scorsese) hep Paulie’nin yanında. Karen, çetenin içindekilerin kadınlarıyla da iletişimini geliştiriyor. Dedikoduları dinliyor, bu ortama alışmaya çalışıyor. Aslında ortama alışmak Karen için pek zor olmuyor. Çünkü para boldu. Evlendikten sonra Henry içgüveysi oluyor. Kayınvalidesinden sıkıldığı için eve uğramadığı zamanlar da oluyor. Sabaha karşı Tommy’nin arabasıyla eve geldiğinde kayınvalidesini görünce arabaya binip gidiyor. Karen, bir süre sonra her şeyi normal görmeye başlasa da kocasının tutuklanmasından endişeleniyor. Polis dedektifleri bu endişe sürerken eve gelip arama yapıyorlar. Zaman geçiyor. Kız çocukları da büyüyor.

Jimmy, karısı Mickey (Julie Garfield), Henry ve Karen beraberce tatile çıkıyorlar. Mutlu anlar fotoğraf olarak yansıyor peş peşe. Başka anlar da var. Fotoğraflar üzerine Karen’in içsesi de düşüyor. Karen, Henry’den gurur duymaya başlamış. Lüks yaşam. Bol para harcama. Mutluluk. Tatil sonrası evde Karen, üzerinden paraları çıkartıp evde zulaya saklayan Henry’den para istiyor alışveriş için. Parayı alan Karen, mutfakta Henry’nin önünde diz çöküyor birden. Queens, 1970. Gece… “Suite Lounge” adlı bar dışarıdan yansıyor. Amerikan bardaki Billy, barın öbür ucundaki Jimmy ve Henry’ye içki ısmarlıyor. Çok geçmeden bara Tommy ve sevgilisi geliyor. Billy, Tommy’yi aşağılayan kelimeler savurmaya başlıyor. Tommy’ye, “Tükür parlat.” diyor. Takıntılı Tommy buna nereye kadar dayanabilirdi? Bar dağılmaya başlayınca, Jimmy ve Tommy, Billy’ye saldırıyorlar. Tommy, Billy’yi bıçaklıyor. Öldü diye onu masa örtüsüne sarıp arabanın bagajına atıyorlar. Sonra gecenin bir yerinde Tommy’nin annesinin (Catherine Scorsese) evine gidiyorlar. Anne, onlara sofra kuruyor, hatıralardan söz ediyor. Tommy’nin sevdiği yağlıboya resimi de gösteriyor onlara. Nehirdeki kayıkta yaşlı bir adam ve değişik yönlere bakan köpek olan bir resimdi bu. Kamera, sola kayarak pencereden arabayı gösteriyor sonra. Ardından filmin girişine dönülüyor. Billy’nin cesedini gömüyorlar.

Hayat da devam ediyor. Gece kulübünde Henry, Janice Rossi (Gina Mastrogiacommo) adında bir kadınla beraber. Karen’i ilk aldatışıydı bu. Mekândakiler, sahneden gelen şarkıyı büyülenmiş gibi dinliyorlar. Henry, sonra gece Janice’in evine gidiyor arabayla. Onunla apartmana girerken, kamera sabit açıda kalıyor, sabaha karşı Henry apartmandan çıkıyor. Gündüz. Karen, Henry ve kızları, Paulie’nin evine gidiyorlar. Paulie, Billy’den söz ediyor. Billy’nin adamları katili arıyormuş. Gece. Kırmızı ışığın sardığı mezarlıkta Jimmy ve Henry, Billy’nin cesedini çıkartıyorlar. Cesedin kokusundan Henry’nin midesi bulanırken, Tommy de dalga geçip duruyor onunla. Evde de ailesiyle mutlu anlar yaşıyor Henry. Sonra da metresi Janice’i yeni daireye yerleştiriyor. Janice, daireyi kutlamak için de parti veriyor. Tommy de orada. Janice, kadınlara evi gezdiriyor. Henry, Janice’in işine pek gitmediğini, ama Jimmy ve Tommy’yle işi hallettiklerini söylüyor. O anlatırken, Janice’in patronuna haddini bildirişleri de geriye dönüşle yansıyor. Henry, Janice’in kutlama partisinde Sandy’yi de (Debi Mazar) keşfediyor. Sırada o mu vardı?

Barda Jimmy, Henry, Tommy ve kankası Frankie (Frank Siverno) kumar oynarlarken, genç garson Spider da (Michael Vinton) onlara içki servisi yapıyor. Tommy’ye içki getirmeyince, Tommy sorun çıkartıyor ve Spider’ı aşağılamaya başlıyor. Spider, hazırcevap olunca, takıntılı Tommy tabancasını çıkartıp genci ayağından vuruyor. Spider doktora gidiyor. Evde yine Henry’yle Karen tartışıp duruyorlar. Henry zamanının çoğunu Janice’e ayırıyor çünkü. Karen, Janice’i hissediyor muydu? Karen, Henry’ye “Olgunlaş artık” diyor. Kocasının dışarı çıkamaması için arabanın anahtarını pencereden dışarı atıyor. Henry bara gidiyor. Mutlu. Yine kumar oynuyorlar. Tommy, ayağı bandajlı Spider’la yine dalga geçiyor. Hazırcevap Spider karşılığını veriyor. Jimmy, Tommy’yi kışkırtıyor ve Tommy tabancasını çıkartıp kurşunları Spider’in üzerine yağdırıyor. Spider’ın ailesi ispiyoncuymuş. Jimmy, yine mezar kazacakları için öfkeleniyor. Gündüz. Karen, çocuklarıyla beraber Janice’in kaldığı apartmanın kapısına dayanıyor. Megafon düğmelerine basıyor. Kocasını terk etmesini istiyor. Janice salonda endişe içinde Karen’in öfkeli kelimelerini duyuyor. Evde. Karen, yatakta uzanmış Henry’nin kucağına oturarak tabancayı onun yüzüne doğrultarak tehdit ediyor. Henry, her gün duyduğu ölüm korkusunu evinde de duyuyor şimdi. Bu andaki çekimler de çarpıcıydı. Önce alttan plonjeyle tabancalı Karen, ardından kontr-plonjeyle korku içindeki Henry yansıyor. Bu sorunu çözmek için Paulie ve Jimmy, eve geliyorlar. Karen, Paulie’ye, hatta Jimmy’ye bile gitmiş. Kıskanç bir kadının öfkesi nasıl olurdu? Paulie, karısına dönmesini istiyor. Henry, büyüklerinin sözünü dinliyor.

Paulie, Jimmy ve Henry’yi Florida’ya yolluyor para tahsili için. Adam borcunu ödememek için direniyormuş. Jimmy ve Henry, adama hadlerini bildirseler de adam ödeme yapmıyor. Ne yapacaklardı? Gecenin içinde adamı hayvanat bahçesine götürüp aslanlara atmaktan başka çare kalmıyor. Korku her şeyi yense de, beklenmedik bir şey oluyor. Gazeteler birden onlardan bahsetmeye başlamış. Adamın kız kardeşi FBI’da daktilografmış. Kadın, FBI’a ifade verişi de yansıyor. FBI’ın, Jimmy ve Henry’yi tutuklaması siyah-beyaz fotoğraf olarak yansıyor. Kadının abisi de tutuklanıyor. Mahkeme onları dört yıl hapse mahkûm ediyor. Başkaları da var elbette. Paulie, Vinnie ve Johnny Rio da tutuklanıyor. Barda Tommy’yle içerken, barın bir köşesinde Karen de gözyaşları içerisinde. Sonra arabaya binen Henry, teslim olmak için savcılığa gidiyor. Giderken uyuşturucu hap da içiyor. Jimmy, Atlanta’da yatıyormuş tek başına. Henry, Paulie, Vinnie, ve Johnny Dio (Frank Pellegrini) özel hücrede kalıyorlar. Gardiyanlara rüşvet vererek yemekleri hücrede yapıyorlar. Yemek tutkunu Paulie, jiletle ince ve düzgün sarımsak doğrarken, Vinnie de İtalyan usulü sos yapıyor. Johnny de biftekleri pişiriyor. Henry de malzemeleri topluyor. Bir yıl sonra diğerleri şartlı tahliye olurken, Henry tek başına kalıyor. İçeride hap satıyor Henry. Karısı ve iki kızı ziyarete geliyor Henry’yi. Ziyaret defterinde Janice’in adını gören Karen çıldırıyor. Ekonomik zorluklar da çekiyorlarmış. Paulie de yardımcı olmuyormuş. Henry, Pittsburghlu biriyle uyuşturucu işine giriyor hapisteyken.

Şartlı tahliye olan Henry hapisten çıkarken, hapishane kapısında Karen, 1968 model Pontiac Grand Prix arabayla onu karşılıyor. Eve mutluluk geliyor. Henry, herkesten gizli kokain işini sürdürmeye başlıyor. Yeni metresi de şimdi Sandy oluyor. Henry, işe Jimmy ve Tommy’yi de katıyor. İşi Paulie’den gizli yapıyorlar. Pittsburg’dan uçakla malları kurye olarak taşıyansa, ilk kızının dadılığını yapan Lois Byrd (Welker White). Bu dadı, kuryeliği yanında bebeklerle yapıyormuş. Karen de uyuşturucu işini biliyor. Ekonomik durumları epey düzeliyor ailenin. Bir de araya havaalanında Lufthansa soygunu giriyor. Televizyon reklamlarıyla satışını artıran Morrie (Chuck Low), bu işi haber veriyor. Scorsese, soygunu doğrudan göstermiyor. Henry duş alırken, soygun radyodan haber olarak duyuluyor. FBI, ne kadar para çalındığını bilmiyormuş. Milyonlarca dolar. Kumar oynadıkları barda kutlama yapıyorlar. Soyguna dâhil edilmiş bazı elemanlar, eşlerine kürk, araba aldıklarını gören Jimmy çıldırıyor. Bir de Morrie hakkını istiyor. Henry ve Jimmy sürekli onu atlatıyorlar. Noel zamanı. Paulie’nin evine gidiyor Henry, ailesiyle. Paulie, Henry’nin Jimmy’den uzak durmasını istiyor. Çünkü ne yapacağı belli olmayan insanmış Jimmy. Tehlikeli biri. Psikopat.

Tommy ve Frankie, soygunda kamyoneti kullanan Stacks’ın (Samuel L. Jackson) dairesini ziyaret ediyorlar. Tommy, tabancasıyla işini hallediyor. Kumar oynadıkları barda Henry, Jimmy’ye Stacks’ın ortadan kaybolduğunu söylüyor telaşla. FBI her yerde onu arıyormuş. Tommy müjdeli haberi de veriyor. Paulie, Tommy’yi aileye kabul etmiş. Hakkını isteyip duran Morrie sıkıntı vermeye başlayınca Jimmy, o sorunu da çözümlüyor. Morrie’yi bir yere götürüyorlar. Arabayı Frankie sürüyor. Arkada oturan Tommy, Morrie’nin ensesine bıçağı sokuyor. Sabah. Çocuklar, arabanın içinde Morrie ve karısı Belle’in (Margo Winkler) cesedini buluyorlar. Ve işler değişmeye başlıyor. Frankie, et konteynerinde cesedi bulunuyor. Tommy, birileriyle bir mekâna gidiyor. Adamlar Tommy’yi de öldürüyor. Jimmy haberi telefonla öğreniyor. Billy’nin adamları intikam temizliğe başlamış.

1980 yılı… Pazar sabahı. Henry, kesekâğıdıyla arabaya biniyor. Uyuşturucu taşıyor. Sonra Henry kardeşi Michael’ı (Kevin Corrigan) hastaneye götürüyor. Henry, tepesinde uçan polis helikopteri fark ediyor. Kızlar da büyümüşler. Henry, Michael, Karen, Lois evdeler. Pazar yemeği yapıyorlar. Henry, Karen’le beraber dışarı çıkıyorlar. Karen de helikopterin arabayı takip ettiğini fark ediyor. Karen’in annesine gidiyorlar. Henry, telefonla evi arıyor, Lois’e evden çıkıp dışarıdan kendisini armasını istiyor. Polisin telefonları dinlediğinden şüpheleniyor Henry. Bıkkın, üşengeç ve müptela Lois, dışarı çıkmak yerine evdeki telefondan arıyor. Gece olduğunda evi polis kuşatıyor. Narkotik polisi de evi basıyor. Karen, evdeki kokainleri klozete boşaltıyor korkuyla. Henry’yi tutukluyorlar. Polis, Sandy ve Lois’i de gözaltına alıyor. Henry hapiste. Karen de onu ziyarete gidiyor. Karen, annesinin evini ipoteğe vermiş. Henry’nin şartlı tahliye olsun diye. Eve gelen Henry zuladaki uyuşturucuları arıyor, ama Karen klozete boşaltmıştı hepsini.

Henry, Paulie’ye gidiyor. Paulie, Henry’nin gizlice yaptığı uyuşturucu işinden haberi varmış. Paulie, “Sana şimdi sırtımı dönmem gereksiz.” diyor ve ona birkaç bin dolar veriyor. Karen de Jimmy’ye gidiyor. Zeki Karen, işlerin değiştiğini hemen anlıyor ve Jimmy’nin yanından hızla ayrılıyor. Karen, arabayla eve geliyor korkuyla. Henry de evde. Ağlıyor. Henry içsesiyle, “Öldürülecek kişilere dost gibi geliyorlar. Sonra infaz ediyorlar.” diyor. Mafya buydu işte. Henry, daha sonra restoranda Jimmy’yle buluşuyor. Jimmy ilk defa ondan birisini öldürmesini istiyor. Henry hiç kimseyi öldürmemişti. Henry, FBI’a mı sığınacaktı? Merak duygusu. Görmek gerek. Scorsese’nin mafyanın nevrotik ruh halini ayrıntılı sunduğu bu film, sinemanın mücevherlerinden. Elbette estetik yönleriyle de. İlham vermenin ötesinde keşfettiriciydi bu sinema dili. Keşfetmeli ve fark etmeli.

(19 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Suya Düşen Bedenler

Sicilya’nın güneyinde gözlerden ırak bir ada. Parlak Akdeniz güneşinin altında tutkuyla sevişen bedenler. Bizde ‘Sen Benimsin’ adıyla gösterime giren ‘A Bigger Splash’ Visconti esintili 2009 yapımı bir önceki uzun metrajı ‘Benim Adım Aşk / Io Sono L’Amore’ ile dikkatlerimizi çekmiş olan Luca Guadagnino’nun imzasını taşıyor. Mekânın sakin ve bozulmamış doğal güzelliği ile yazın parlak renk skalası reklam piyasasından gelen sinemacı için biçilmiş kaftan aslında. Alabildiğine özgür kamera ve kurgu marifetiyle uçarı biçem arayışlarını sürdürmeye devam ediyor İtalyan yönetmen.

Cennet Pantelleria adasında kaygısızca güneşlenen Marianne ve Paul ile tanışıyoruz önce. Ses tellerindeki ciddi rahatsızlıktan muzdarip ünlü rock yıldızı ile ağır bir depresyon döneminin ardından kendini Marianne’ın şefkatli kollarına bırakmış belgeselci Paul’ün huzurlu birlikteliği ani bir ziyaretle gölgelenecektir. Gölgesi güneşlenmekte olan çiftin kusursuz bedenlerine yansıyan uçak Marianne’ın eski aşkı Harry ile ‘Grinin Elli Tonu’ndan fırlamış Dakota Johnson’ın cazip bedeninde karşılığını bulmuş yeni yetme kızını taşımaktadır adaya. Aşk, tutku, rekabet ve kıskançlığın ağlarını ördüğü bir serüvenin yaşanılması kaçınılmazdır artık.

Guadagnino’nun kışkırtıcı yeni çalışması bir yeniden yapım. Fransız popüler sinemasının tanınmış isimlerinden Jacques Deray imzalı -ülkemizde yine ‘Sen Benimsin’ adıyla vizyon görmüş- 1969 yapımı ‘La Piscine’in yeniden çevirimi. Yaklaşık elli yıl öncesinin fotoroman kokan bu Fransız yapımı mekân olarak Brigitte Bardot’nun adıyla özdeşleşmiş Saint Tropez’de geçer. Lüks villanın geniş havuzunda oynaşan ana çift ise o dönem dillere destan bir aşkı geride bırakmış Alain Delon / Romy Schneider ikilisidir. Maurice Ronet’nin eski aşık, gencecik Jane Birkin’in yeni yetme kızını canlandırdıkları döneme özgü sıradan erotik gerilim bu filmin ertesinde Claude Sautet ile verimli bir sinema kariyerine başlayacak ve Fransız sinemasının en önemli kadın oyuncularından biri olarak tanınacak olan Alman asıllı muhteşem oyuncu Schneider’in hüzünlü güzelliğinin hatırına anılarımızda yer etmiştir.

İtalyan sinemacının David Bowie’yi anımsatan rock yıldızında gözdesi Tilda Swinton, kendinden yaşça küçük yakışıklı sevgilisinde son yılların yükselen oyuncusu Matthias Schoenaerts’a yer verdiği çalışmasında, ‘Şike / Quiz Show’ ile hayranı olduğumuz kıymeti fazla bilinmemiş İngiliz oyuncu Ralph Fiennes’in gösterişli barok yorumuyla rol çaldığını söyleyebiliriz. Eski tarihli ilk yapıma göre karakterlerin daha derinlemesine ele alındığından söz edilebilir belki ancak filmin esas kozu, Guadagnino’nun reklamcılıktan gelen becerisini bu bir tutam Antonioni çeşnisi katılmış tutku yüklü ilişkiler hesaplaşmasının merkezine gayet dengeli bir biçimde yedirebilmiş olmasından kaynaklanıyor.

Yeni yapım, David Hockney’nin görünmez bir yüzücünün dalışıyla ölü sükûneti bozulmuş bir yüzme havuzunu betimlediği halen Tate Museum’da sergilenen 1967 tarihli ünlü tablosu ile aynı özgün adı taşıyor. Havuzdan sıçrayan sular ana çiftin huzurunun bozulmasını simgelerken, havuzda kimin daha fazla su sıçratacağı üzerine oynanan oyun ezeli ebedi eril rekabetin temsiline dönüşüyor. İtalyan sinemacının filmi ilk çevrimde yer aldığı biçimde burjuva hayatların fırtınalı ilişkileriyle yetinmiyor. Guadagnino’nun gösterişli kamerası villanın yüzme havuzundan gökyüzüne yükseliyor ve adanın komşu Afrika kıyılarına açılan suları kadraja giriyor. Film boyunca ekrana yansıyan haberlerle Pantelleria’nın yoğun göç alan bir yerleşim merkezi olduğunun altını çizen sinemacı, ıssız bir sahilde çekilmiş kilit sahnede filmin iki karakteri ile çaresiz göçmenleri karşı karşıya getiriyor. Filme damgasını vuran cinayeti soruşturan ada komiserinin daha iyi bir yaşam uğruna yüzlercesi suda yitip giden mültecileri sadece hırsızlık ve cinayetle suçlanabilecek bir güruh olarak gördüğü şaşkın finalle başbaşa bırakıyor izleyicisini.

(12 Haziran 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çocukluk Korkuları Üzerine Ürkütücü Bir Deneyim

Yeni gösterime giren ‘Evrim / Evolution’ insan evriminin safhalarını tam tersine çevirmeye yönelik hikâyesiyle izleyicisini hayrete düşüren bir yapım. Yönetmen koltuğunda Lucile Hadzihalilovic oturduğunda bu pek de şaşılacak bir durum değil gerçi. Fransız sinemasının deneysel işleriyle bilinen isimlerinden Gaspar Noé ile evli olan yönetmeni 24. İstanbul Film Festivali’nde Uluslarlararası Eleştirmenler Birliği (FIPRESCI) ödülünü kazanmış 2004 yapımı ‘Masumiyet / Innocence’ ile bağrına basmışların uzunca bir süredir beklediği pek yadırgatmayacak bir çalışma üstelik.

Bosna asıllı kadın yönetmen kişisel büyüme sancılarını dışa vurduğu ilk uzun metrajını çocukların gözünden anlatır. Alman yazar Frank Wedekind’in 20. yüzyıl başlarında yayınlanmış ‘Mine – Haha, ya da Genç Kızların Bedensel Eğitimi’ başlıklı kısa romanından uyarlanmıştır ‘Masumiyet’. Sinemacının çocukluğunun geçtiği 60’lı yıllara uyarlanan öykü, ergenlik öncesi yaşlardaki kız çocuklarına özel geniş bir orman arazisi içine konuşlandırılmış gözlerden uzak yatılı okulda geçer. Bir tabut içinde okula kabul edilen küçük kızlar eğitmenlerinin sıkı kontrolü altında jimnastik, bale ve dans eğitimi alırlar. Karşı cinsin yer almadığı bu dünyada kızlar yetenekleri doğrultusunda erkek izleyiciye yönelik gösterilere seçilmek için mücadele verir. Kurallara uymayanın cezalandırıldığı, itaat etmenin mutluluğa giden yol olduğunun vurgulandığı katı eğitim düzenini sorgulayan film, kadının toplum içindeki ikinci sınıf itaatkâr konumunun nasıl şekillendiği üzerine yaman bir eleştiri getirir.

‘Evrim’ yine çocukların bakış açısı üzerinden gelişiyor ancak karayla bağlantısı kesilmiş volkanik adada konuşlanmış beyaz evlerde kalanlar küçük erkek çocuklar bu kez. Film büyüleyici bir deniz dibi manzarasıyla açılır. Güneşin parlak ışığı altında sakin bir şekilde akan yaşamın huzurlu atmosferi küçük Nicolas’ın su altında gördüğü erkek çocuk cesediyle yön değiştirir. Yalnızca kadınlar ve erkek çocukların yaşadığı adada, kendilerine anne dedikleri tek tip soluk giysiler giyinmiş tuhaf bakışlı kadınlar yetiştirmektedir çocukları. Deniz canlılarının sümüksü bileşimiyle beslenen çocuklara mürekkep koyuluğunda bir karışım damla damla verilmektedir. Denizdeki ceset konusunda annesinden tatmin edici bir açıklama alamayan Nicolas adanın hastanesinde tüm çocuklara uygulanan esrarengiz tedaviyi sorgulamaya başlayacaktır.

Hadzihalilovic’in 10 yıllık bir finansman bulma sürecinin ardından çektiği ‘Evrim’ sinemacının çocukluk korkuları ve büyüme sancıları üzerine inşa edilmiş. Henüz 10 yaşındayken apandisiti için ameliyat masasına yatmasının travması öyküyü oluşturmasında etken olmuş. Casablanca kıyısında benzer bir sahil şeridinde geçmiş çocukluğu. Gizemli ses bandına karışan dalga sesleri ve rüzgârın tekinsiz uğultusuna aşinalığı ta çocukluk yıllarına dayanıyor. Lakin kızlar değil erkek çocuklar üzerinden anlatmayı seçmiş huzursuz öyküsünü. Aslında huzursuz kelimesi çok yetersiz, düpedüz bir korku hikâyesi anlatıyor Hadzihalilovic. Ergenlik öncesi erkek çocukların biyolojik deneylere tabi tutulduğunu ve bu çocuklara doğurganlık işlevi kazandırmak üzere çalışmaların yapıldığından bahsedelim ve seyir keyfini bozmamak için ötesini izleyicinin deneyimine bırakalım dilerseniz.

Her halükarda izleyicinin yorumuna açık bir film ‘Evrim’. Yönetmenin temennisi doğrultusunda seyircinin kendi çözümlerini bulması için içinde kaybolmasını istediği türden bir yapım. Fazla söze dökmeden duygusal anlamda ve detaylarda ipuçlarını veren filmde Ridley Scott’ imzalı ‘Yaratık / Alien’ ya da Cronenberg ve Lynch filmlerinin yoğun etkisi hissediliyor. Biyolojik transformasyon motifi H. G. Welles romanı ‘Dr Moreau’nun Adası’nı anımsatıyor. Ancak içerdiği dehşeti ucuz numaralara başvurmadan tartışmaya açmayı başarıyor Hadzihalilovic. Çocukların ‘büyüyünce başımıza neler gelecek’ tedirginliği, kız veya erkek olsun onların kendi kontrolleri dışında bedenlerine müdahale edilmesinin korkusunu etkileyici bir dille veriyor. Kanarya takımadalarından Lanzarote’da yapılan çekimlerde usta Manuel Dacosse’un Max Ernst, Dali ve İtalyan ressam Giorgio de Chirico ilhamlı görüntüleri ile 1920’lerden kalma elektronik çalgı Ondes Martenot’nın (Martenot Dalgaları) kullanıldığı Jesus Diaz ve Zacarias M. de la Riva imzalı ses bandının desteğiyle esrarengiz bir peri masalı inşa ediyor sinemacı. Gece çekimlerinin ağırlıklı olduğu bu benzersiz görsel işitsel şöleni -bizim izlediğimiz Moda Sahnesi benzeri- projeksiyonu mükemmel bir salonda deneyimlemenizi tavsiye ediyoruz.

(05 Haziran 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kasvetli ve Gerilimli Bilimkurgu

Midnight Special
Yönetmen-Senaryo: Jeff Nichols
Müzik: David Wingo
Görüntü: Adam Stone
Oyuncular: Michael Shannon (Roy), Joel Edgerton (Lucas), Kirsten Dunst (Sarah), Jaeden Lieberher (Alton), Adam Driver (Sevier), Bill Camp (Doak), Scott Haze (Levi), Paul Spark (Ajan Miller), David Jensen (Elden), Sam Shepard (Calvin)
Yapım: Warner Bros. (2015)

Yaratıcı bağımsız yönetmenlerden Jeff Nichols’ın “Midnight Special”, bir çocuğun etrafından uzaylılara bakan çarpıcı bir bilimkurgu.

1978’de Arkansas’ın Little Rock şehrinde doğan Amerikalı bağımsız yönetmenlerden Jeff Nichols, 2011 yapımı sinemaskop “Take Shelter – Sığınak” filminde şizofreni etrafında korkuyu anlatmıştı. 2015 yapımı sinemaskop “Midnight Special” da bir çocuğun etrafından uzaylılara bakan bir bilimkurgu filmi. Teksas’ta başlıyor bu tuhaf hikâye. Calvin Meyer’ın tarikat gibi yönettiği çiftlik, adeta kilisede toplanır gibi ayin yapıyorlar. Ayetleri de İncil’den değil. Sekiz yaşındaki Alton’ın verdiği sayılar. Alton’ı büyüten Calvin. Onun asıl anne ve babası Roy ve Sarah. Roy, çocukluk arkadaşı Lucas’la üç gün önce oğlu Alton’ı kaçırmış. Bu gerilim ve merak yüklü film, yol filmine de dönüşüyor.

Alton’ı bulmak…

FBI, bir geceyarısı çiftliğe baskın yapıyor. FBI ajanı Miller’la Ulusal Güvenlik’ten (NSA) Paul Sevier sorgulara başlıyor. Sevier, zeki ve Roy’la Lucas’ın Alton’ı nereye götüreceklerini çözüyor. Aldığı notlar ve sayılar bir koordinat gibi yeri tespit ediyor. Öte tarafta gecenin içinde yol alırken, yolda bir kaza olduğu için duran Lucas, yardım ederken gelen polis arabası trajedi yaşatıyor. Roy, bazı anlarda acımasız ve öfkeli bir insan. Üstelik tabancası da var. Alton, ışıktan etkilendiği için özel gözlük takıyor sürekli. Lucas, Alton’ın hayal gücü gelişmesi için de ona çizgi romanlar veriyor. Roy, oğlunun gerçeklerin içinde olmasını istiyor. Sonra yolları Sarah’ya uğruyor. Sarah, oğlunu seyretmeye de doyamıyor. Peşlerinde çiftlikten Roak ve Levi de var. Bu da her şeyi değiştirse de finaldeki olayı değiştiremiyor.

Yönetmen Nichols, filmindeki gizemleri ve gerilimleri, sakin bir kamera kullanımıyla yansıtmış. Bu sakinlik karakterlerine de sinmiş sanki. Fonda duyulan müzikler de bu sakinliğe yardımcı oluyor. Filmin kasvetli atmosferinde toplanmış bu sakinlikler içinde sürekli bir merak duygusunun içinde sona doğru gidiliyor. Filmde çiftlik gerçek anlamda gizemli kalmış. Nichols’ı sinema yolculuğuna katmak iyi olabilir sinemaseverler için. Filmin neden orijinal adıyla gösterildiğini çözemedik.

(05 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Yaşam ile Ölümün Tam Sınırında

‘İnsanlar ölüm gerçeğini göz ardı ediyorlar’ diyor Michel Franco. Dünya sinemasının yükselen yıldızlarından Meksikalı yazar sinemacının bizde yeni gösterime gören 68. Cannes Film Festivali en iyi senaryo ödüllü dördüncü uzun metrajı ‘Kronik / Chronic’ yaşamın sonuna ilişkin kaçınılmaz gerçek üzerine soğukkanlı bir gözlem, yaman bir deneme.

Ölümcül hastalara son dönemlerinde yardımcı olan bir erkek hasta bakıcıdır David. Onları şefkatle kucaklar, dertlerini dinler, bu dünyaya huzurlu bir biçimde veda etmeleri için elinden geleni yapar. Çocuklarından, akrabalarından daha yakındır onlara. Filmin ilk bölümünde genç adamın özel hayatı hakkında bilgi edinemeyiz. Hasta evinden ayrıldıktan sonra yürüme bandında bazen açık havada koşarken izleriz onu. Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide hayatta kalmak için antrenman yapar gece saatlerinde.

David hastalarıyla bütünleşmiştir. Öldükten sonra cenaze törenlerine katılır. Gece uğradığı barda tanıştığı çifte sözünü ettiği kaybettiği karısında ölen hastasını tarif eder. Başka bir erkek hastası ile paylaştıkları aile fertleri tarafından yanlış değerlendirilir. David kimdir? Hastalarının hayatına giren, onların kimliklerini, mesleklerini kendine mal eden bir psikopat mıdır? Bir süredir arabasıyla ve internetten takip ettiği genç kız kimdir? Filmin ilk bölümü bu tür soruları sorduran bir gizem perdesiyle kaplıdır. Ancak ikinci bölümde David’in geçmişte yaşadığı trajediyi öğrendiğimizde davranışları bir ölçüde anlam kazanacaktır.

Çağdaş Meksika’da cinsellik ve şiddet üzerine çarpıcı filmleriyle tanıdığımız Franco’nun haklı yükselişine Cannes Film Festivalleri tanıklık etmiştir. Sinemacının şenliğin ‘Yönetmenlerin 15 Günü’ bölümüne seçilen 2009 yapımı ikinci uzun metrajı ‘Daniel ile Ana’ Latin Amerika porno mafyasının kurbanı olan varlıklı ailenin bireylerinin açmazı üzerinedir. Film ölüm tehdidiyle cinsel ilişkide bulunmaya zorlanan iki kardeş kurbana ait kaydın internette satışa sunulduğu gerçek bir olaydan yola çıkar. 2012 yapımı ‘Lucia’dan Sonra / Después de Lucia’ annenin kaybından sonra babasıyla birlikte büyük kent Mexico City’ye taşınan genç kızın hikâyesidir. Varlıklı sınıf arkadaşları tarafından aşağılanan ve cinsel tacize uğrayan Alejandra’nın öfkeli babası şiddete karşı şiddet uygulama yoluna gidecek, film beklenmedik finaliyle izleyicisini altüst edecektir.

‘Lucia’dan Sonra’ aynı yıl Cannes şenliğinin ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisine dahil olur ve Tim Roth’un başkanlığını yaptığı jürinin elinden bölümün büyük ödülünü alır. Genç sinemacının İngiliz oyuncuyla tanışması ve çalışması böyle gerçekleşir. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülüyle dönen ‘Kronik’ başrolde yer alan Tim Roth nedeniyle İngilizce çekilmiş ve Franco’nun Meksika için düşündüğü mekânlar Los Angeles banliyösüne kaydırılmış.

Yönetmen ilk İngilizce filminde üslubunu korumayı başarmış, üstelik Michael Cristofer (John) ve Robin Bartlett (Marta) gibi mükemmel karakter oyuncularıyla çalışma fırsatı bulmuş. Ancak eşsiz performansıyla bir Tim Roth filmi ‘Kronik’. Seyri pek kolay değil belki ama yaşlılık ve ölüm sorunsalına sözgelimi Haneke filmi ‘Aşk / Amour’ gibi belli bir mesafeden bakabilen, duygusal klişelere kapılmadan kaçınılmaz süreci belgesel titizliğiyle aktarabilen özel bir film. İzleyiciye kişisel yaşam ile mesleğin birbirini ne ölçüde etkilediği hususunda sorular sorduran bir çalışma aynı zamanda.

Daha 36 yaşında olan yönetmen, ölüm sürecine bu denli yoğunlaşmasını, babaannesinin felç sonrası geçirdiği 6 aylık zorlu sürece şahit olmasıyla açıklıyor. Yaşlı kadının bakıcılarıyla yaptığı konuşmalar ve onların özverili çalışmaları kendisini derinden etkilemiş. Bu süreçte hastanın kendisine bakan hemşireye aile fertlerinden daha fazla bağlandığına şahit olmuş.

Sade ve gösterişsiz bir üslupla anlatıyor David ve hastalarının hikâyesini. Alamet-i farikası uzun planlarını daha önce Bruno Dumont ve Claire Denis gibi auteur sinemacılarla çalışmış görüntü yönetmeni Yves Cape’e emanet etmiş. Çok gerekmedikçe kamera hareketlerinden ve yakın plandan kaçınıyor. Hasta odasında bazen duyulan Bach ya da Grieg süitleri dışında müzik kullanmıyor. İzleyicinin aklını çelmek için numaralara girişmiyor. Bizleri hasta odasına konuk ederken bir gözlemci olarak olan biteni değerlendirmemizi istiyor.

‘Kronik’i izleyin. Ölümün belki ürpertici, korku salan ancak hayatın bir parçası olduğunu olabilecek en saf biçimde anlatan ve gücünü dürüstlüğünden alan farklı ve ilgiye değer bir deneme olduğu için.

(30 Mayıs 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Para Tuzağı -Money Monster-

Televizyonculuk zor meslek. Karşınızda, teorik olarak bütün bir halk (uydu ile bütün dünya) var ve herkese seslenen bir yayın politikası gütmelisiniz. Onun için ince eleyip sık dokuyarak seçtiğiniz konu ve konuklarla yapabileceğiniz programlar bulmalısınız. Zamana karşı yarış da cabası… Bazen kantarın şirazesi kayabiliyor tabii…

Gerçi koşullar değişti, arada dağlar kadar fark var ama onlarca canlı yayın yönettim, “Para Tuzağı”ndaki (Money Monster) heyecanı ve hızı hiç yaşamadım. Canlı yayın yönetmeni, zeki, hızlı karar veren, tutarlı ve sakin olmalı.

Her işin başı para…

“Money Monster”, bir finans haberleri programıdır, sunucusu Lee Gates (George Clooney) izlenirliğini arttırmak için şarkı söyler, dans eder… Hayatı kendine yontmanın bir yolunu hep bulmuştur. Programın yönetmeni Patty Fenn (Julia Roberts) programı yönetirken sunucu Gates’in şımarıklıklarını engeller. Sunucunun kulağına ne yapacağını fısıldar, bir sonraki durumdan haberdar eder, arada olası kaprislerini de sineye çeker.

Gates’in verdiği bir tüyo nedeniyle bütün birikimini kaybeden silahlı bir yatırımcı (Kyle Budwell rolündeki Jack O’Connell), stüdyoyu basar. (Burada güvenlikçilerin ne denli lakayt olduklarına, işlerini savsakladıklarına… Polisin de akla gelen ilk çözümü gerçekmiş gibi uygulamaya koyduğuna, ellerin tetikte durmasının geri dönülmez sonuçlar doğurduğuna değil, televizyonculuğa ağırlık verdiğimiz için onları seyircinin yorumuna bırakıyorum.) Gelişmeler çığırından çıkmıştır, aklıselim davranmak gerekir. Büyük bir koşuşturma başlar, gerilimle birlikte merak doruğa çıkar.

Yönetmen, yapımcı, sunucu ve kameraman

Silahlı biri stüdyoyu basmış, ateş etmiş ve kapıları kilitlemiştir. Kamera arkası çalışanlar işlerini yapmakla canlarını kurtarmak arasında kalmış, ne yapacaklarını bilemez durumdadırlar (Kameramanla olayların bitiminde yapılan röportaj, birçok konuya açıklık getiriyor aslında). Yönetmen girer devreye… Herkesi sakinleştirir. Aynı anda onlarca kişiye direktifler verir ve kaosu da yönetmeyi başarır.

Filmin yönetmeni, -filmdeki değil, filmi yöneten- gerek sinemayı gerekse televizyonu içeriden bilen biri: Julia Foster. Akışı engellemeden izleyiciyi perdeye kilitlemeyi başarmış Foster. Çok önemli… kameraların birbirini görmemesini sağlamış. Bir canlı yayın stüdyosunda, onca kameranın arasına kendi (yani filmi çeken) kameraları da girince düşünün karmaşayı… Başarılı bir reji.

Filmin anlattığından öte…

Film, finans hayatının ne denli önemli olduğunu, borsa ve benzeri yerlerde kimlerin ne kadar parayı ne canlar uğruna kazanma hırsını ve bağlı olarak sönen hayatları anlatıyor. Bunu doğrudan bir para/borsa filmi olarak yapsa belki bu kadar heyecanlı olmayacak. Canlı yayında, bütün dünyanın gözü önünde gerçekleştiriyor. Benim de ilgimi çeken bu tarafı zaten.

Yaşananların dışında gibi gözüken (aslında belki de sunucu ile bir para ilişkisi de olan) yapımcının (yapım amiri), hayatı pahasına işini yapması küçük ama belirleyici bir ayrıntıydı. Bizdeki yapımcılar, aslında bütün kamera arkası çalışanları işin önemini anlamalı…

Montaj aşamasında…

Bizim bir yanlışımız var: Kurgu ile montajı aynı görüyoruz… Kurgu, senaryo üzerinde yapılan; montaj ise planların kesilip biçilmesiyle elde edilen sonuç. Kurguyu yönetmen ve senarist yaparken, montajı montajcıyla yönetmen yapıyor. Birçok Hollywood filminde yönetmeni çalışma sırasında montaj odasına bile almadıklarını duyuyoruz; neyse…

Montaj ustası Matt Chessé, birkaç açıdan bakılması gereken filmde (özellikle Wall Street’te, çok önemliydi) reji odasındaki yönetmenin, olay yerindeki polisin ve meraklı (provokatörler de çıkıyor kuşkusuz) halkın, bir de Gates ile Kyle’ın bakışını birbirlerini destekleyecek şekilde birleştirmiş. Bu, stüdyoda da geçerli, çünkü ekrandan stüdyoya, izleyiciden yönetmene, yönetmenden asıl belirleyici olan finans şirketine geçişlerde de başarılıydı.

Film ilgimi çekti, birçoğunuzun da çekecektir. Hele de Hükümet, Avrupa Birliği ve terör sorunu ile doğrudan bağlantılı olarak paranın yerinde durmadığı günümüzde, daha da çok. Kamera arkasında olanlar içinse bir de yaşananlar karşısında kararlı, duyarlı ve tutarlı olmak gibi özellikler / güzellikler de saklı.

Para Tuzağı (Money Monster), yönetmen Jodie Foster, oyuncular George Clooney, Julia Roberts, Jack O’Connell, Dominic West…

(25 Mayıs 2016)

Korkut Akın

69. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ken Loach’un Oldu

Bu yıl 69. kez düzenlenen Cannes Film Festivali dün akşam gerçekleşen ödül töreniyle son buldu.

21 film yarıştı ve ödülün sahibi, “I, Daniel Blake” filmiyle İngiliz yönetmen Ken Loach oldu. İşçi sınıfının yönetmeni olarak adlandırılan Loach, filmde hem bürokrasiyi eleştiriyor, hem umudu tükenen orta yaşlı bir marangozun dramını anlatıyor.

Jüri Büyük Ödülü, Kanadalı yönetmen Xavier Dolan’ın “It’s Only the End of the World” filmine verildi. Başrollerinde Marion Cotillard, Léa Seydoux ve Vinsent Cassel’in oynadığı yapım, uzun yıllar ayrı kaldığı aile evine dönüş yapan ölüm döşeğindeki yazarın hikâyesini anlatıyor.

Jüri Ödülü ise İngiliz yönetmen Andrea Arnold’un ilk Hollywood deneyimi “American Honey”e gitti. Filmin konusu, sokaklarda dergi satan bir genç kızın başına gelenler.

İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin filmi “The Salesman” En İyi Senaryo Ödülü ve filmdeki rolüyle Shahab Hosseini de En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı.

En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü ise Filipinli yönetmen Brilliante Mendoza’nın “Ma Rosa” filmindeki rolüyle Jaclyn Jose aldı.

En İyi Yönetmen Ödülü ise “Mezuniyet” (Bacalaureat – Graduation) isimli filmi ile Romanyalı yönetmen Cristian Mungiu ve “Personal Shopper” filmiyle Fransız yönetmen Olivier Assayas arasında paylaşıldı.

Altın Palmiye Onur Ödülü ise Fransız aktör Jean-Pierre Leaud’e verildi. Leaud, Fransız Yeni Dalga akımının kurucularından François Truffaut’un filmlerindeki Antoine Doinel karakterini canlandırmış ve pek çok filmde rol almıştı.

Eleştirmenler Haftası (Critics’ Week) bölümünde Yenilikçilik Ödülü’nü yarışmadaki tek Türk filmi olan, başrollerini Murat Kılıç ile Şebnem Bozoklu’nun paylaştığı yönetmen Mehmet Can Mertoğlu’nun filmi “Albüm” kazandı. Ödülle birlikte 4 bin Avro’nun da sahibi olan Mertoğlu, France 4 ‘Yılın En Yenilikçi ve Yaratıcı Yönetmeni’ unvanını da kazanmış oldu.

Bütün Ödüller

Altın Palmiye (Palme d’Or) – I, Daniel Blake (Ken Loach)
Jüri Büyük Ödülü (Grand Prix) – It’s Only the End of the World (Xavier Dolan)
Jüri Ödülü (Prix du Jury) – American Honey (Andrea Arnold)
En İyi Yönetmen – Cristian Mungiu (Mezuniyet – Bacalaureat – Graduation) & Oliver Assayas (Personal Shopper)
En İyi Erkek Oyuncu – Shahab Mosseini (The Salesman)
En İyi Kadın Oyuncu – Jaclyn Jose (Ma’ Rosa)
En İyi Senaryo – Asghar Farhadi (The Salesman)
Altın Kamera – Divines (Houda Benyamina)
Altın Palmiye Kısa Film Ödülü – Timecode (Juanjo Giménez Pena)
Altın Palmiye Onur Ödülü – Jean-Pierre Léaud

Belirli Bir Bakış

Büyük Ödül – The Happiest Day in the Life of Olli Mäki (Juho Kuosmanen)
Jüri Ödülü – Harmonium (Kôji Fukada)
En İyi Yönetmen – Matt Ross (Kaptan Fantastik – Captain Fantastic)
En İyi Senaryo – Delphine & Muriel Coulin (The Stopover)
Özel Ödül – The Red Turtle (Michael Dudok de Wit)

Yönetmenlerin 15 Günü

Art Cinema Ödülü – Wolf and Sheep (Shahrbanoo Sadat)
SACD Ödülü – The Together Project (Sólveig Anspach)
SACD Özel Mansiyon Ödülü – Divines (Houda Benyamina)
Avrupa Sineması Ödülü – Mercenary (Sacha Wolff)
Illy Kısa Film Ödülü – Chasse Royal (Lise Akoka & Romane Gueret)
Illy Kısa Film Özel Mansiyon Ödülü – The Beast (Miroslav Sikavica)

Eleştirmenler Haftası (Critics’ Week)

Nespresso Büyük Ödülü – Mimosas (Oliver Laxe)
France 4 Visionary Ödülü – Albüm (Mehmet Can Mertoğlu)
Leica Cine Keşif Ödülü – Prenjak (Wregas Bhanuteja)
SACD Ödülü – Diamond Island (Davy Chou)
Canal+ Ödülü – Birth of a Leader (Antoine de Bary)
Gan Derneği Dağıtım Desteği Ödülü – One Week and a Day (Asaph Polonsky)

Fipresci

Ana Yarışma – Toni Erdmann (Maren Ade)
Belirli Bir Bakış – Dogs (Bogdan Mirică)
Diğer Bölümler – Raw (Julia Ducournau)

Cinefondation

Birincilik Ödülü – Anna (Sinai)
İkincilik Ödül- In the Hills (Hamid Ahmadi)
Üçüncülük Ödülü- The Noise of Licking (Nadja Andrasev) & The Guilt, Probably (Michael Labarca)

Diğer Ödüller

Evrensel Jüri – It’s Only the End of the World (Xavier Dolan)
Queer Palm – The Lives of Thérèse (Sébastien Lifshitz)
Altın Göz Belgesel Ödülü – Cinema Novo (Eryk Rocha)
Françoiz Chalais Ödülü – The Student (Kirill Serebrennikov)
Cannes Soundtrack Ödülü – Cliff Martinez (Neon Şeytan – The Neon Demon)

(23 Mayıs 2016)

Serpil Boydak

Polisiye Sinemanın Büyüğü: Melville

Fransız polisiye sinemasının dünyaya sunduğu büyük ustalardan Jean-Pierre Melville’in Alain Delon’la yaptığı “Kiralık Katil”, ”Ateş Çemberi” ve “Gecelerin Adamı” filmleriyle anmak istedik. Bugün bu polisiyeler sinemanın büyük değerleri.

Fransız sinemasının büyüklerinden Jean-Pierre Melville, 20 Ekim 1917’de Paris’te doğdu. Gerçek adıysa Jean-Pierre Grumbach’tı. Yahudiydi. Sinemadaki soyadını, çok sevdiği Amerikalı yazar Herman Melville’den ödünç almıştı. Yazar Melville (1819-1891), “Moby Dick” romanıyla ünlüydü. Yönetmen Melville, 1973 yılında daha 56 yaşındayken vefat etti Paris’te.

Melville sinemasında mekânlar, trenler, arabalar, yollar, yağmurlar, kış atmosferleri, kasvet, müzikler, ayrıntılı anlar, gece kulüpleri, alıntılar, uzun sekanslar, kameranın bir karaktere dönüşmesi önemli bir yerde. İnsana ilham veriyor hep. Melville, İngiltere’de yaşadığı dönemlerde sinemayı keşfetti. Bolca film ve belgesel izledi. Onun ayrıntılı anlatımına, İngilizlerin belgesel ruhu çok şey katmış sanki.

Ustanın birkaç filmi gösterime çıkabildi ülkemizde. Ocak 1955’te, ustanın 1953 yapımı siyah-beyaz “Quand Tu Liras Cette Lettre-Öldüren Dudaklar” vizyona giren ilk filmiydi ülkemizde. 1949 yapımı siyah-beyaz “Le Silence de la Mer-Denizin Sessizliği” savaş filmi ve 1966 yılında çektiği siyah-beyaz “Le Deuxieme Souffle-İkinci Soluk” kara filmi de unutulmazlardan. 1956 yapımı siyah-beyaz “Bob le Flambeur-Kumarbaz Bob” filminde kameraman Henri Decaë’nin görüntüleri ilham ve hayal gücü verirken, bu filmdeki kadınlar da büyülüyordu. Usta çok az film yönetebilmişti. Sadece 13 film.

“Kiralık Katil…”

Büyük Jean-Pierre Melville’in yönettiği 1967 yapımı kolay aşılmaz kara filmi “Le Samourai-Kiralık Katil”, koca şehirde, Paris’te yapayalnız donuk yüzlü bir kiralık katilin trajedisini anlatıyor. O, devri bitmiş samuraylar gibi. Bir “ronin…” René Chateau’nun sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Georges Pellegrin yazmış. Film, Kanadalı yazar Joan MacLeod’un “The Ronin” romanından ilham almış. Yalnız samurayın içindekileri dışa yansıtan müzikleri François de Roubaix bestelemiş. Kasvet yüklü iç ve dış mekânlarda oluşturduğu fotoğraflarla sinemaya katkı sunan Henri Decaë, sinemanın büyük kameramanlarından. Bu filmde mekânlar ve kamera birer karakter gibiydi. Decae, sadece karanlık sokaklarda ve iç mekânlarda değil, gündüz dış mekânlarda da kasveti yaratabilmiş. Gri bulutların altındaki Paris, romantizmin ötesinde kasvet yüklü yansıyor filmde. Decae, Raoul Coutard gibi Fransız sinemasında “Yeni Dalga” akımının kameramanlarındandı. Alain Delon, bu filmde o zamanlarda eşi olan Nathalie Delon’la oynamıştı. Çiftin, Anthony adında bir oğulları olmuştu. Melville ustanın “Kiralık Katil” filmi, Ocak 1969’da ülkemizde gösterime çıkabilmişti.

Kış. Cumartesi, akşamüstü… Yalnız samuray Jef Costello (Alain Delon), genel çekimde kamera belli belirsiz geriye kayarken, salon dairesinde yatağında uzanmış sigara içerken ön jenerik yazıları yansıyor. İki pencereden dışarıda yağmur yağdığı fark ediliyor. Araba sesleri de duyuluyor. İki pencere arasında kuş kafesinin içinde kuş da fark ediliyor. Ardından Buşido Kitabı’ndan bir alıntı yapılıyor: “Samurayınkinden daha büyük bir yalnızlık yoktur, belki ormandaki kaplanınki hariç…” Çığlığa dönüşen müzik duyuluyor sonra. Jef, yatağında doğruluyor, sigarasını söndürüyor, sonra da kalkıp kafesteki kuşunun yanına gidiyor. Kamera da kayarak onu izliyor. Açık renk trençkotunu giyiniyor. Aynada ifadesiz soğuk yüzüne bakıyor. Şapkası da var. Müzik daha gerilimli duyulmaya başlıyor. Daireden çıkıyor, merdivenler iniyor. Jef caddede yağmurun altında etrafına bakınıyor. Ardından bir Citroen araba park ediyor kaldırım kenarına. Yavaşça arabaya yaklaşıyor. Arabaya biniyor. Bir dolu anahtarı çıkartıp birkaç tanesini deniyor. Araba çalışınca hareket ediyor Jef. Yağmur hızını arttırıyor. Sigara yakıyor. Trafikte durduğunda yakışıklılığından etkilenen bir başka arabadaki kadın ona bakıyor. Jef, Paris dışındaki araba tamirhanesine gidiyor. Burası yabancı bir yer değil. Arabayı küçük tamirhaneye sokan Jef, arabadan çıkıyor. Tamirci (André Salgues) plakaları değiştiriyor. Tamirci ona bir kâğıt ve “Smith-Wesson 10” bir tabanca veriyor. Hiç konuşmuyorlar. Tamirciye ücretini ödeyen Jef, geldiği yönden şehre dönüyor.

Geceleyin. Jef arabayı park ediyor. Bir apartmana giriyor. Eski nişanlısı Jane’in (Nathalie Delon) dairesinin kapısına geliyor. Jane de yatakta. Jef, Kapının zilini çalıyor. Genç kadın kapıyı açıyor. Jane, Jef’in ne istediğini biliyor sanki. Jef onun ne yapacağını söylüyor. Daireye Wiener (Michel Boisrond) adında biri gelecekmiş. Jef, nerede olduğunu kanıtlamak için nişanlısına gelmiş. Jane, onun kendisine ihtiyacı olduğunda gelmesinden hoşlanıyormuş. Jef dışarı çıkıyor, arabaya gidiyor. Caddede park ediyor. Arabadan çıkıyor, otele giriyor. Merdivenlerden yukarı kata çıkıyor. Jef, koridorda yürürken, kamera da onu arkadan kayarak takip ediyor. Kapıyı çalıyor. İçeride poker oynanıyor. Bir sandalyeye oturuyor ve orada birine “İkiden sonra beni de hesaba yazın” diyor. Oradan ayrılıyor.

Pazar, geceyarısı… Jef, Martey’in gece kulübüne gidiyor. Orada önce tuvalete giriyor. İki müşteri geliyor. Jef’in ellerinde eldivenler var. Gece kulübü kalabalık ve sahnedeki orkestra orada caz çalıyor. Orkestranın yıldızı da siyahî kadın piyanist Valérie (Caty Rosier). Caz tınıları duyulurken, Jef de patron Martey’in olduğu yere gitmek için eğlenen insanların olduğu yerden geçiyor ve kerpiç tadı veren kasvetli koridora giriyor. Kamera, geriye doğru kayarak izliyor Jef’i. Odaya giriyor. Martey, “Kimsin sen” diyor. Çekmecedeki tabancasına davranırken Jef birkaç el ateş ediyor ve Martey’i öldürüyor. Piyanist Valérie koridora geliyor. Martey’in odasına doğru yürüyor. Jef odadan çıkarken göz göze geliyorlar. Bir an öyle kaldıktan sonra Jef hızla uzaklaşıyor oradan. İçeriden geçerken barmen (Robert Favart) Jef’e bakıyor kuşkulu gözlerle. Sarışın vestiyerci genç kadının (Catherine Jourdan) önünden geçiyor. Jef gece kulübünden çıkıyor, kamera onu sağa kayarak izliyor. Arabaya biniyor, uzaklaşıyor. Görüntü kararıyor. Jef, Seine Nehri üzerindeki bir köprüde arabasını durduruyor. Dışarı çıktığında eldivenlerini yere atıyor. Jef, bir şeyleri hep yere atıp duruyor filmde. Köprüde de tabancayı nehre fırlatıyor. Arabayla başka bir yere geliyor ve arabayı park ediyor sokakta. Jef, eski nişanlısının apartmanına giriyor. Dairenin kapısında bekliyor. Wiener beyaz arabasıyla geldiğinde, Jane’in dairesinden ayrılıyormuş izlenimi veriyor Jef. Arabaya binip uzaklaşıyor. Başka bir yerde arabayı park eden Jef, taksiye binip poker oynanan otele gidiyor. O sırada polisler de gece kulübündeler.

Jef otel odasında poker oynarken, polisler baskın yapıyor. Aradıkları yağmurluk giyinmiş şapkalı biri. Kimlik kontrolü yapılıyor. Tarife uyan da Jef. Onu, Merkez’e götürüyorlar. Tarife uyan bir dolu şüpheli de Merkez’de. Şüpheliler platforma çıkıyorlar tek tek. Kamera, sağa doğru kaymaya başlıyor. Tanıklar, şüphelileri inceliyor. Tanıklar içinde gece kulübündeki piyanist Valérie ve vestiyerci sarışın genç kadın da var. Soruşturmayı Komiser (François Périer) yürütüyor. Jef’in üzerinde silah bulamıyor polis. Tanıklar, şüphelileri çıkartamıyorlar. Komiser, hep Jef’ten şüpheleniyor. Komiser hemen onu sorguya alıyor. Jef, nişanlısının evindeymiş. Telefon ediyorlar. Zincirlemeli geçişle Jane ve Wiener Merkez’e geliyorlar. Komiser önce Jane’i sorguluyor. Komiser, Jane ve Jef’i tuzağa düşürmek için her şeyi deniyor. Sonra Wiener’le görüşüyor. Wiener olayı anlatıyor. Apartmana girdiğinde ışığı yaktığını söylüyor. Jef, dairenin kapısından uzak değilmiş. Komiser, tüm şüphelileri paltolu ve şapkalı olarak görgü tanıklarının karşısına çıkartmak istiyor. Jef’i de alıyor Komiser. Şüpheliler, paltoları ve şapkaları değiştiriyorlar. Wiener’e onları gösteriyor. Wiener şüpheliler arasında dolaşıyor. Jef’in önünde duruyor. Ama kafası karışık Wiener’in. Komiser, gece kulübündekilere tekrar Jef’i gösteriyor. Piyanist kadın, “Kesinlikle o adam değildi” diyor. Sonra Komiser odasında Jef’le konuşuyor. Dışarı da yağmur yağıyor. Jef’i bırakmak zorunda kalıyor Komiser. Sonra yardımcısı odaya giriyor ve “Costello hakkında ne düşünüyorsun” diyor. Komiser, “Ben düşünmem” diye cevaplıyor. Komiser, jaluzili pencereden dışarıya bakıyor düşünceli.

Pazar sabahı… Jef bir taksi durduruyor ve biniyor. Altta duyulan müzikler de etkileyici bu anda. Yağmur da yağıyor. Jef, bir apartmana giriyor sonra. Asansöre biniyor. Asansörden çıktıktan sonra kamera onu arkadan izliyor. Polisin de takibinde. Jef izlendiğinden kuşkulanıyor. Polisleri atlatıyor. Dışarı çıkıyor. Yağmur sürüyor. Jef metroya giriyor. Trene biniyor. Daha sonra bir durakta inen Jef, caddeye çıkıyor. Bir tünelin içinde yürüyor. Çelik köprüde sarışın bir adamla (Jacques Leroy) buluşuyor Jef. Adam, onun tutuklandığını biliyor. Tabancasını çıkartıyor. Jef de. Adam ateş ediyor ve Jef’i yaralıyor. Ardından kaçıyor. Jef, dairesine geliyor. Saksofonun önde olduğu caz tınıları duyulmaya başlıyor. Trençkotunu çıkartıyor. Sol kolunu sıyırmış kurşun. Koluna pansuman yapıyor. Pencere yanına geliyor, kuşa yem veriyor. Bu dünyadaki tek dostuydu kuş. Sonra yatağa uzanıyor Jef.

Diğer bir mekânda bir toplantı yansıyor. Çetenin lideri Olivier Rey (Jean-Pierre Posier), Jef’in yakalandığını ve serbest bırakıldığını söylüyor. Bu çete, Martey’i öldürmesi için Jef’i tutmuş. Polisin de Jef’in izini sürdüğünü biliyorlar. Jef’i ortadan mı kaldıracaklardı? Merkez’de Komiser, “Pis kokular alıyorum” diyor yardımcısına. Komiser, Wiener’in doğru söylediğine inansa da Jane’in yalan söylediğine inanıyor. Komiser, Jef’in zayıf noktasını yakalamak istiyor. Jane’i yalancı tanıklıkla suçlayıp Jef’i yakalayabilir miydi? Jane’i de takip almak istiyor Komiser.

Zincirlemeli geçişle Jef’in dairesinde. Pazar gecesi on. Jef hâlâ yatağında. Doğruluyor, ışığı yakıyor. Pansumanını çıkartıyor. Fonda da caz tınıları duyuluyor. Koluna yine pansuman yapıyor. Müzik değişiyor ve tedirginlikle coşkuyu aynı anda hissettiriyor. Silmeyle (wipe) zaman geçiyor. Jef yatağını düzgünce toplamış. Giyinmiş. Bu defa siyah palto giyiyor, aynada kendine bakıyor. Pansuman bezlerini kâğıda sarıyor. Şapkasını başına takıp daireden çıkıyor. Silmeyle apartmandan çıkan Jef, çöpü kaldırım kenarına atıyor. 1965 model Renault Estafette 800 minibüse gizlenmiş polisler attığı çöpü alıyorlar. Jef, gece kulübüne gidiyor. Amerikan bara oturuyor. Barmen, “Eğer polislerin aradığı adamsanız, katillerin cinayet mahalline döndükleri doğru demektir” diyor ona. Jef, içkisini içmiyor. Dışarı çıkıyor. Minibüsteki iki polis de Jef’in kaldığı apartmanının önündeler. İçeri giriyorlar. Merdivenlerden çıkıyorlar. Dairesinin kapısını anahtarla açıyorlar. İçeride kuşun sesi duyuluyor. Jef’in dairesine telaşsızca ses cihazı yerleştiren polisler geldikleri gibi gidiyorlar. Polislerden biri, Jef’in dairesini gören bir otel odasına konuşlanıyor ve makaralı teybini kuruyor.

Pazartesi, sabaha karşı… Jef, piyanist Valérie’nin siyah arabasına giderken karşısına çıkıyor. Arabaya biniyorlar. Jef, neden kendini tanımadığını soruyor ona. Kadın da Martey’i neden öldürmek istediğini soruyor. Elbette para için. Merkez’de de, Jef’in yere attığı çöpü Komiser’e veriyorlar. Jef, kadının dairesinde. Her taraf ve eşyalar bembeyaz. İçeriden merdivenli dairede beyaz piyano da var. Jef’e ücretini kurşunla ödemişler. Jef onları bulmak istiyor. Kadının da onları tanıdığını hissediyor. Kadın piyanonun başına oturuyor, çalıyor. Jef tutuklanınca onu tutanlar için tehdit haline gelmiş. İki saat sonra sekizde kadını telefonla arayacakmış Jef. İsimleri öğrenmek için. Sabah yedide kapı çalınıyor, Jane uyanıyor. Komiser ve diğer polisler Jane’in dairesine geliyorlar. Diğerleri dairede arama yaparken, Komiser de Jane’i kendince yumuşak kelimelerle itirafa zorluyor. Komiser liberalmiş. Sonra Jane’i Wiener’le ilişkisinden dolayı fahişelikle suçlayıp Ahlak Masası’yla korkutuyor, aşağılıyor faşizan ahlâksız Komiser. Ama Jane’den beklediği cevapları alamıyor. Jef’in piyanist kadının evinde bile olduğunu söylüyor kışkırtıcı kelimelerle. Jane, dairesinin kapısını açıyor ve onları gönderiyor.

Jef dairesine geliyor. Onu izleyen polis de otel odasında. Jef paltosunu asıyor. Telefon ederken gözü bir yere takılıyor. Kafese yaklaşıyor. Kuşta bir gariplik seziyor. Kuşkulanıyor. Yatağın altına bakıyor. Çekmeceyi, sonra da elbise dolabını kontrol ediyor. Mutfakta dolaşıyor. Pencereye bakıyor ve dinleyiciyi buluyor. Dinleyiciyi söken Jef paltosunu giyiyor. Silmeyle bir dükkân yansıyor. Jef içeri giriyor ve telefon kabininden piyanist Valérie’yi arıyor. Kadın çalan telefonu açmıyor. Sonra yukarı kata çıkıyor kadın. Jef dairesine geliyor. Camı kıran tabancalı bir el görünüyor. Çelik köprüdeki trençkotlu sarışın adamdı bu. Silahını Jef’e doğrultuyor. Sandalyeyi alıp oturuyor. Yeni iş için para veriyor Jef’e. Yatakta oturan Jef, her zamanki gibi soğuk ve ifadesiz bir yüzle. Jef, adamı gafil avlayıp tabancasını alıyor. Sonra da konuşturuyor onu. Olivier’nin adresini de alıyor. Merkez’de de Komiser, Jef’in dinleme cihazını bulduğunu söylüyor. Neredeyse tüm teşkilatı Jef’in peşine takıyor Komiser. Jef, dairesinde siyah paltosunu giyiyor. Anahtarlarını alıyor. Tabancayı da, yatakta oturan adamın yanına atıyor.

Jef dışarı çıkıyor. Gündüz. Metroya gidiyor. Komiser, Merkez’de metro güzergah haritasıyla Jef’in yolculuğunu takip ederken, hem metroda hem dışarıda polisler de peşinde. Jef gelen trene biniyor. Sonraki durakta iniyor. Yönetmen dış çekimlerde yoğun zumlu çekimler kullanmış. Başka bir tren geliyor, ama Jef binmiyor. Jef, polislerin farkında. Jef başka bir trenden iniyor. Bu defa peşine kadın polis takılıyor. Jef polisi atlatıyor. Bu anlar kedi-fare oyunu gibiydi. Jef’in izini kaybediyorlar. Jef metrodan çıkıyor. Caddede yol kenarına park edilmiş siyah Citroen’e biniyor. Anahtarlarını çıkartıyor ve biriyle arabayı çalıştırıyor. Silmeyle yine aynı araba tamirhanesine geliyor Jef. Tamirci yine plakayı değiştiriyor. Kâğıt verirken “Bu sonuncu” diyor tamirci. Smith-Wesson Revolver tabancayı da alıyor Jef. Akşamüstü Jef, Jane’in dairesine gidiyor. Kapıyı çalmadan Jane kapıyı açıyor. İçine doğmuş. Sarılıyorlar. Sonra Jef çıkıyor.

Silmeyle kamera başka bir mekâna geçiyor. Resim galerisi miydi burası? Jef bir kapıyı açıyor, aşağı katta piyanist kadının beyazlar içindeki dairesine bakıyor yukarıdan. Üst katta Olivier’yle karşılaşıyor Jef. Adam tabancasına davranıyor, ama Jef hızlı davranarak adamı vuruyor. Silmeyle kamera, Martey’in gece kulübünün girişi yansıtıyor. Jef arabayla geliyor. Araba durunca kamera öne doğru kayıyor. Jef arabanın içinde elindeki tabancadaki kurşunlara bakıyor. Jef, içeri giriyor. İçeride caz tınıları duyuluyor. Vestiyerci sarışın genç kadına şapkasını bırakıyor. Piyanist kadın Valérie piyanonun başına oturuyor beyazlar içinde. Jef Amerikan barda otururken, beyaz eldivenlerini takıyor. Jef piyanoya doğru yürüyor. Valérie’ye bakıyor. Kadın gülümsüyor ve “Burada durma” diyor. Jef tabancasını çıkartıp kadına doğrultuyor. Kadın, “Neden Jef” diyor. Jef, “Bunun için ödeme yaptılar” diye cevaplıyor. Şimdi ne olacaktı? Merak ve gerilim iyidir. Son jenerikte çalan müzik gerçekten unutulmazdı. Evet, bu film sinemanın önemli polisiyelerindendi. İnsan bu başyapıtı izlerken tutuluyor sadece.

“Ateş Çemberi…”

Jean-Pierre Melville’in 1970 yapımı kara film tadı veren “Le Cercle Rouge-Ateş Çemberi” soygun filmi, polisiye sinemanın başyapıtlarından. Corona’nın sunduğu filmin senaryosunu yönetmenin kendisi yazmış. Etkileyici müzikleriyse Eric de Marsan bestelemiş. Çarpıcı iç ve dış mekân görüntüleriyse büyük kameraman Henri Decaë yansıtmış. Gece ve gündüz, iç ve dış mekânlar insana kasvet duygusunu yaşatıyor filmde. Bütün bunlar sinema perdesinde bambaşka görünüyordu. Ayrıca bu filmi, 1977 baharında görmüştük sinema perdesinde küçükken. Filmi izlerken de, polislerin mağlubiyete uğramasını diliyor insan sonuna kadar.

Film, Rama Krişna’dan bir alıntıyla başlıyor: “Siddharta Guatama, Buda kırmızı tebeşirle bir çember çizdi ve dedi ki: İnsanlar, bilsinler ya da bilmesinler bir gün tekrar karşılaşacaktır. Kimin başına ne gelirse gelsin, hangi yolları seçmiş olurlarsa olsunlar bahsi geçen günde hepsi bir araya gelecektir Kırmızı Çember’de…” Buda biblosu da yavaşça çerçevenin solunda dönüp duruyor. Yazının ardından bir kırmızı çember oluşuveriyor. Kader gibi.

Marsilya. Kış. Gece. Dışarıdan bir vitrin yansıyor. Trafik ışıklar da fark ediliyor. Gecenin içinde yollar sakin. Kamera birden sola çevrinme (pan) yapıyor yolda hızla gelen arabaya doğru. Arabada Komiser François Mattei (André Bourvil) ve mahkûm Vogel (Gian-Maria Volonté) arabanın arka tarafında. Araba Marsilya tren garına geliyor. Mattei, Vogel’i trenle Marsilya’dan Paris’e götürecek. Tren hareket etmeden ön jenerik yazıları yansıyor. Tren, gardan ayrılırken Mattei, Vogel’i kompartımanda üst ranzaya kelepçeliyor bileğinden. Kamera, kompartımanın penceresinden geriye çekildiğinde trenin hızla yol aldığı fark ediliyor. Alt ranzaya oturan Mattei, bir sigara yakmak istiyor çakmağıyla, ama vazgeçiyor. Sonra ceketini çıkartıyor, ışığı söndürüyor ve yatağa uzanıyor.

Marsilya’daki hapishanede. Hücresinde beş yıldır yatan soyguncu bıyıklı Corey (Alain Delon) uyurken, kamera yavaş zumla onun yüzüne yaklaşıyor. Gardiyan (Pierre Collet), hücre kapısının küçük penceresinden içeriyi kontrol ediyor, sonra da kapıyı açıp içeri giriyor. Hücrede lavabo, klozet ve masa da var. Tabureyi çekip oturan gardiyan, “İyi haber, yarın çıkıyorsun” diyor. Bir iş varmış ve sadece Corey yapabilirmiş. Ama Corey bir daha buraya, bu hücreye dönmek istemiyor. Dışarıdan bir ses duyuluyor. Gardiyan saklanıyor. Bir göz içeriye bakıyor. Dışarıdaki gardiyan gittikten sonra içerideki gardiyan riskli iş teklifini yapıyor. Gardiyanın kayınbiraderi yıllardır bir firmada çalışıyormuş. Yeni güvenlik sistemi yapılmış. Diğer tarafta tren sabaha karşı yol alırken yansıyor. Kompartımanda Vogel uyur gibi yaparken, kelepçeyi de sivri bir cisimle açıyor usulca. Hapishanedeyse Corey’i erkenden salıyorlar. Önce eşyalarını teslim ediyorlar ona. Sarışın kadının olduğu siyah-beyaz fotoğrafları da veriyorlar. Corey’in eski sevgilisi. Ehliyeti de var. Trenin kompartımandaysa Vogel uyanık. Mattei de uykuya direniyor. Gözlerini kapadığında kamera ona yaklaşıyor. Vogel kelepçeyi çıkartıyor. Mattei doğrulup oturuyor. Gerilim de yükseliyor bu anda. Vogel yatakta doğruluyor. Ayağıyla kompartıman penceresini kırıyor ve aşağıya atlıyor. Mattei, treni durdurmak için kolu çekiyor. Tren yavaşlayınca Mattei de pencereden dışarıya atlıyor. Takip anında kamera “kesme”lerle (cuts) ikisini de önden gösteriyor. Mattei, Vogel’i görünce ateş ediyor. Vogel uzaklaşınca Mattei de geri dönüyor. Küçük garda telefonla eşlik ettiği mahkûmun kaçtığını söylüyor. Yollara barikatlar kurulup büyük arama başlayacakmış.

Sabahın erken saatlerinde Corey de bir kafede kahve içiyor. Bir adam ve bir kadın yatakta uyurlarken yansıyor. Corey, dairenin zilini çalıyor. Adam yataktan çıkıyor, dairenin kapısına geliyor. Kapının deliğinden bakıyor, Corey’i görüyor. Bir an duraksasa da kapıyı açıyor. Sarılıyorlar. Corey tutuklandığında Rico’yu (André Ekyan) ele vermemiş. Ama Rico, Corey’in sarışın sevgilisini ayartmış. Rico, “Senin gelmenle uyanacağımı söyleselerdi inanmazdım” diyor. Para istiyor. Paranın nerede olduğunu biliyor Corey. O sırada yatak odasında sarışın kadın çırılçıplak yataktan çıkıp kapının ardından onları dinliyor. Rico, duvardaki resim tablosunun arkasındaki küçük kasayı açıyor. Corey çabuk davranarak bir deste parayı alıyor. Corey ardından sarışın kadının fotoğrafını da kasaya bırakıyor. Parayı borç aldığını da söylüyor. Oradan ayrılıyor. Rico yatak odasına geliyor ve telefonla adamı Paul’ü (Jean-Pierre Janic) arıyor. Corey daha uyanmamış Marsilya’da aylak aylak dolaşıyor. Corey, daha açılmamış kullanılmış araba satan oto galeriye gidiyor önce. Ardından aşina olduğu bilardocuya uğruyor zaman geçirmek için. Kendi kendine bilardo oynuyor. Bu an çarpıcı açıyla yansıyor. Kamera yukarıdan “plonje” açıyla Corey’in ıskatayla toplara vuruşunu gösteriyor. O sırada Rico’nun adamları geliyor. İkisi de silahlı. Paul, parayı istiyor. Paul’le dövüşüyor. İkisinin de tabancasını alıyor Corey. Sonra yine oto galeriye uğruyor. Bir siyah 1966 model Chrysler Plymouth Fury arabayı satın alıyor ve Paris’e doğru yola çıkıyor.

Kamera, arabanın Corey’in arkasında. Corey, tabancaları torpido gözüne bırakıyor, ama sonra yeniden pardösüsünün cebine koyuyor. Arabayı yol kenarına çekiyor. Arabadan çıkıp tabancaları bagajın içindeki çantaya saklıyor. Bagajı kapatıyor, ama kilitlemiyor. Sonra yola devam ediyor Corey. Polisler de jandarmayla beraber Vogel’in peşindeler. Köpekleri de var. Mattei de onlarla beraber. Vogel, dereden geçmek için soyunuyor. Elbiselerini siyah paltosuna sarıyor ve karşı kıyıya fırlatıyor. Köpekler Vogel’in kokusunu kaybediyorlar. Yolda da polis barikatlar kurmuş. Corey duruyor. Ehliyet ve ruhsatını gösteriyor. Arabanın kâğıtları eksikmiş. Polis bagajı açmasını söylüyor. Corey, bagaj kapısını açarken, polis kamyona doğru yürüyor. Corey de hemen arabaya binip oradan uzaklaşıyor. Corey, yolda giderken duruyor. Kahvaltı yapmak için tesise yöneliyor. O kahvaltı yaparken, kar hızını arttırıyor. Kaçak mahkûm Vogel de yol kenarına geliyor. Yoldan geçen kamyonda kırmızı yazıyla “Vivogel” yazıyordu. Yolun öbür tarafında park halinde arabaları görüyor. Karşıya geçiyor ve arabaların bagajlarını kontrol ederken, Corey’in arabasının bagajı açılıyor. Tesadüf, bu iki adamın kaderini birleştiriyor bu anda. Corey yola çıkıyor. Kamera arabanın içinden yansıtıyor. Yine yollarda polis barikatları kurulmuş. Corey duruyor. Bir Citroen araba kontrolden sonra giderken, kamera da arabayı sola çevrinme yaparak izliyor. Nedendi? Üniformalı polise belgeleri gösteriyor. Polis bagajı açmasını söylüyor. Corey anahtarla açar gibi yapıyor. Açılmıyor. Bozukmuş. Polis kamyona doğru yürürken, Corey de arabaya binip oradan uzaklaşıyor. Altta da caz tınıları duyuluyor. Sonra da arabayı bir tarlada durduruyor. Bu anda piyano tınısı öne çıkıyor. Corey, arabadan dışarı çıkıyor, dolaşıyor, bir sigara yakıyor. Corey, “Dışarı çık, kimse yok etrafta” diyor. Elinde tabancalarla Vogel çıkıyor bagajdan. Corey hapisten çıkmış, Vogel de hapisten kaçmış. Corey, sabah tahliye olduğunu söylüyor. Sonra yola çıkıyorlar. Vogel yine bagaja saklanıyor.

Paris’te kamera bir binayı doğru zum yaparak yansıtıyor. Görüntü kararıyor. Mattei dairesine geliyor. Hepsine isim verdiği kedileri var. Onlarla konuşuyor. Mattei de, Corey ve Vogel gibi yalnız. Karısının siyah-beyaz çerçeveli fotoğrafı çalışma masasında. Kedilerini besliyor. Mattei, elektrikli tıraş makinesiyle tıraş oluyor banyoda.

Yolda Corey, arabanın dikiz aynasından mavi 1965 model Chevrolet Impala arabayı fark ediyor. Yağmur da yağıyor. Araba, Corey’in önünü kesiyor. İçeriden bir adam hızla gelerek Corey’in arabasına biniyor. Araba ormana giriyor. Corey dışarı çıkıyor. Rico’nun adamları parayı istiyorlar. Bagajdan çıkan Vogel iki adamı da öldürüyor.

Mattei, polislerin içişlerine gidiyor Vogel olayını anlatmak için. İçişlerindeki amir (Paul Amiot) kendi odasında “Artık şansın bile talihi yok” diyor. Amir, Vogel hakkında bilgi istiyor. Mattei, Vogel’in zekâsına saygı duyduğunu söylüyor. Ama yakalayacağını da düşünüyor. Amir, “Herkes suçludur. Polisler bile” diyor sonra. Yönetmen bu sahnede yoğun olarak kaydırmalı ve çevrinmeli bir kamera kullanmış açı-karşı açı çekimlerine sıkça başvurmamak için. Mattei, kendi gibi yaşlı polisle odadan çıkıyor. Kamera, onları geriye kayarak izliyor koridorda. Mattei’le konuşan polis de Vogel’i yakalayacağından kuşkulu. Amir odasında Mattei hakkında bilgi istiyor. Amir, “Neden adı Mattei. Sarı saç, mavi göz. Hiç Korsikalıya benzemiyor” diyor. Amirin felsefesi de var: “Suç içimizdedir. Onu temizlemek zorundayız…” Mattei, arabanın içinde polise “Vogel’i klasik yöntemlerle araştıracağım” diyor.

Gece Corey, arabayla Paris’e geliyor. Sokağa giren araba apartmanın önünde duruyor. Vogel bagajdan dışarı çıkıyor hemen. Corey, anahtarla dairenin kapısını açıyor. İçeri giriyorlar. Corey elindeki fenerle salona bakıyor. Her taraf tozlanmış. Şimdi Rico’nun yatağını ısıtan eski sarışın sevgilisinin çerçeveli fotoğrafını görüyor ve çerçeveyi fırlatıyor kıskançlıkla. Santi’nin gece kulübünde dansçı kadınlar yansıyor ardından. Mattei buraya uğruyor. Gözler onun üzerindeyken Amerikan bara oturuyor. Santi (François Périer), bara doğru yürürken, kamera da sağa çevrinme yaparak onu izliyor. Santi bara geldiğinde de kamera sağa kayıyor. Melville usta, açı-karşı açıyı en aza indirmek için büyük çaba göstermiş sanki. Santi onun gelişinden huzursuz oluyor. Çünkü herkesin yasadışı iş çevirdiğini düşünmesinden çekiniyor Santi. Ama Mattei, Santi’nin açığını bulmuş ve Vogel için ondan yardım istiyor. Oradan ayrılan Mattei, Sonra dışarıda arabanın şoför mahalline biniyor. Eve gitmek istiyor yorgun Mattei. Kamera, polislerin içişlerine gidiyor. Kamera, önce geriye, sonra da öne kayarak masada oturmuş Mattei dosyasını inceleyen amiri gösteriyor.

Sabah. Kamera, yukarı doğru “tilt” yaparak apartmanı yansıtıyor. Dairede Corey, Vogel’e hapishanedeki gardiyanın kendisine anlattıklarını söylüyor. Soygun için nişancıya ihtiyaçları varmış. Corey, Vogel’i düşünmüş. Vogel, profesyonel olmadığını söylüyor. Polis teşkilatındaki pislik işlere dayanamamış ve ayrılmış, biraz “çatlak” eski polis Jansen’i (Yves Montand) tanıyormuş Vogel. Jansen, en iyi atıcılardanmış. Telefonunu Corey’e veriyor. Corey, “Benim gardiyan, senin polis. Sence abartmadık mı” diyor Vogel’e. Kamera, Jansen’in mekânına gidiyor. Yatakta uykusundan uyanan Jansen, tuhaf yaratıkların ortasında buluyor kendini. İri örümcekler, sürüngenler, sıçanlar vb. Kâbusla uyanan Jansen, telefon zilini duyuyor. Onu kim arayabilirdi ki? Zorla yataktan çıkan Jansen telefon ulaşabiliyor. Arayan telefon kulübesinden Corey. Ona, “Beni tanımıyorsunuz. Bir arkadaşınızın arkadaşıyım” diyor Corey. Geceyarısı Santi’nin yerinde buluşmak istiyor Corey onunla. Jansen, hayatı bırakmış gibi. Yaşadığı yer de onun gibi enkaza dönüşmüş. Jansen, kibritle sigarasını yakıyor.

Mattei ve polisler, ormanının içinde Vogel’in öldürdüğü iki adamım cesedini bulmuşlar. Olay yerinde incelemeler sürerken, bir başka araba izini de fark ediyorlar. O arabayı da bulmaları gerekiyormuş. Bu vakanın Vogel’le ilgisi var mıydı? Mattei bunu düşünüyor.

Geceyarısı. Corey, gece kulübüne girerken kamera da arkadan kayarak onu takip ediyor. Kamera, orkestradan sağa çevrinme yaparak sahnedeki revü kızlarını yansıtıyor. Bir an duran kamera, sağa çevrinme yapmayı sürdürerek Corey’i buluyor. Corey, sahnedeki kızlara bakıyor. Sonra etrafına. Bir masaya oturuyor. Ardından kamera, merdivenlerden inen ayakları yakın planla gösteriyor. Gelen Jansen. Şapkalı ve paltolu Jansen, tıraş da olmuş. Corey, Jansen’i görüyor. Kamera geriye çekiliyor. Corey ayağa kalkıyor ve tokalaşıyorlar. Jansen masaya otururken, iki adam fark ediliyor. Birisini arar gibi etrafa bakınıyorlar. Bunlar sivil polisler. Kamera, sağa çevrinme yaparak onları takip ediyor. Amerikan bara gidiyorlar. İki polis, Santi’yle konuşuyorlar. Santi, paltosunu ve şapkasını alıp iki polisle çıkıyor. Santi ve polisler Merkez’e gidiyorlar. Mattei odasında. Oraya götürüyorlar. Mattei masadan kalkıyor, kamera da sağa çevrinme yaparak onu izliyor. Odada körük kollu bir telefon da var. Mattei, telefonu Santi’ye doğru çeviriyor. Kamera da, Santi’ye doğru zum yapıyor. Mattei, Vogel’i aramasını umuyor Santi’nin.

Gündüz arabada. Arabayı Corey sürüyor. Corey’in yanında Jansen otururmuş. Araba duruyor ve Vogel de arabanın arkasına biniyor. Bu anlarda arka plan, eski Hollywood filmlerindeki gibi projeksiyondan yansıyormuş gibi hissediliyor. Soyacakları yere geliyorlar. “Plonje” çekimle içerisi yansıyor. Jansen tek başına elinde şemsiyeyle içeri giriyor. Merdivenlerden çıkıyor. Etrafı gözlüyor. Koridorda boy aynasında kendine bakıyor. Mücevherlerin sergilendiği salona geçiyor. Jansen, etraftaki kameraları fark ediyor. Sonra mücevherleri inceliyor bir alıcı gibi. Sonra oradan ayrılıyor. Arabadaki Corey ve Vogel’e bilgi veriyor Jansen. Kamera, Paris dışındaki ormana gidiyor. Jansen, arabasıyla ormana geliyor ve tüfeğiyle ormanda atış talimleri yapıyor. Corey de arabasıyla Paris dışında bir yeri ziyarete gidiyor. Dış kapının zilini çalıyor. Evdeki mücevher uzmanı (Paul Crauchet) adam, pencereden Corey’i görüyor ve tabancasını alıyor, pantolonunun cebine koyuyor. Evin bahçesinde dalmaçyalı bir köpek de var. Ev iyi döşenmiş. Corey iç merdivenlerden yukarı kata çıkıyor. Konuşuyorlar. Yönetmen bu anlarda sıkça açı-karşı çekimler kullanmış. Sonra Corey çıkıyor. Adam, pencereden Corey’i izliyor.

Gece. Mücevherlerin olduğu lüks mekânda müdür, yanındaki güvenlikçiyle (Marcel Bernier) etrafta incelemeler yaparken yansıyor. Sistemleri çalıştırıyorlar. Sonra güvenlikçi ışıkları kapatıyor. Sadece loş ışıkla aydınlanıyor mekân. Jansen, kendi mekânında kibritle sigarasını yakıyor. Mutfakta malzemeleriyle küçük gülleler döküyor. Bu anlar “silme” (wipe) tekniğiyle yansıyor. Corey ve Vogel de dairede giyiniyorlar. “Silme”yle kamera sokakta Corey’in arabasını gösteriyor. Gece. Corey yol kenarına park ediyor. Kamera, arabaya doğru zum yapıyor. Corey ve Vogel bekliyorlar. Sonra arabadan çıkıyorlar. Kamera, sağa çevrinme yaparak onları izliyor. Bir apartmana giriyorlar. Corey haritayı inceliyor. Işığı yakıyorlar. Beyaz bir koridorda yürüyorlar. Vogel, çıplak kadın heykelinin göğsüne dokunuyor. Koridor önemli. Büyük yönetmenlerden Martin Scorsese de bazı filmlerinde “koridor”ları öne çıkartıyordu. Bir kırılma anıydı bu. Scorsese’nin, Melville ustadan ilham aldığı hissediliyor. Koridora girdiklerinde görüntü kararıyor. Corey ve Vogel, yukarıdan “plonje” çekimle merdivenlerden çıkarken yansıyor. Duvar merdiveniyle çatıya çıkıyorlar. Müziğin duyulmadığı bu anlarda gecenin sessizliğinin tınısı duyuluyor sanki. Şehir de sessiz. Derin uykuda. Ama alttan gelen belli belirsiz ve aralıklı vurmalı sesler duyulmaya başlıyor sonra. Jansen de evinde giyiniyor. Müzik çantasında tüfeği var. Corey ve Vogel, çatıda aşağıya merdiven sarkıtıyorlar. Güvenlikçi bir tıkırtı duyuyor. El fenerini alıp teftişe çıkıyor. Pencereyi kontrol ediyor. Sonra da oradan çıkıyor. Corey ve Vogel pencerenin camını kesiyor. Görüntü kararıyor. Pencereden önce Corey giriyor, sonra da Vogel. Siyah maske takıyorlar. Güvenlikçinin odasına girip onu bayıltıyorlar, sonra da ağzını bantlıyorlar. Ardından güvenlikçiyi yatağın üzerine sırtüstü yatırıp ellerini arkadan bağlıyorlar. Ayaklarını da. Jansen de dışarıda binaya doğru yayan geliyor müzisyen çantasıyla. Jansen geliyor. Corey ve Vogel, mücevherlerin olduğu yerin kapısındalar. Jansen içeri giriyor. Merdivenlerden çıkıyor. Jansen’in yaptığı her şey bir tören gibi sanki. Jansen ayakkabılarını çıkartıyor. Sonra yine merdivenlerden aşağıya iniyor. Sabaha karşı saat üç oluyor. Jansen, Corey ve Vogel’in olduğu yere geliyor ve maskesini takıyor. Güvenlikçi de odasında ayılıyor. Jansen müzik çantasını açıyor, susturuculu tüfeğini çıkartıyor. Üçayağı kuruyor. Ama sonra vazgeçip kapının kilidine nişan alıp tam ortasından vuruyor. Tüm sistem çöküyor. Her tarafı mücevherler kuşatmış gibi. Altta da vurmalı tınılar duyulmaya başlıyor. Corey ve Vogel, açlıkla mücevherleri çantaya dolduruyorlar. Cebindeki içkisinden içen Jansen, tüfeğini çantasına koyuyor, sonra da çıkıyor. Jansen sokağa çıkıyor. İşi bitiren Corey ve Vogel de Jansen’in çıktığı yerden dışarı çıkıyorlar. Güvenlikçi de doğrulup alarm ziline basabiliyor. Jansen arabayla geliyor. Alarm zilini duyunca binanın önünde bir tur atıyor, ardından binanın önünde durup Corey ve Vogel’i alıyor. Mattei, açık kalmış güvenlik kameralarından soygunu izliyor TV’nin siyah-beyaz ekranından. Mattei bir şeylerden şüpheleniyor. Soygun tüm gazetelere yansıyor çok geçmeden. Bu uzun sekans sinemanın özel anlarındandı.

Gündüz. Corey, daha önce gittiği Paris dışındaki evde mücevher uzmanına mücevherleri gösteriyor. Corey çıktıktan sonra elinde çantasıyla kahverengi paltolu ve şapkalı Rico ortaya çıkıyor. Rico teşekkür ediyor. Sonra Rico iç merdivenlerden aşağıya iniyor. Gündüz. Corey arabayı sürüyor. Jansen önde, Vogel arkada oturuyor. Sonra kamera başka bir mekân gidiyor. Kahverengi paltolu ve şapkalı, gözlerinde de gözlük olan Mattei, bilardo masasına oturmuş telefonla konuşurken, arkada da şömine yansıyor. Yönetmen bu anda zihinsel bulanıklık yaratsa da merak duygusunu fazla uzatmıyor. Mattei, Santi’yle konuşuyor. Jansen de Santi’yle beraber gece kulübünde. Jansen, kulaklıktan dinliyor konuşmaları. Mattei, alıcı gibi davranıyor. Gündüz Paris trafiğinde polisler üniversiteli gençleri tutukluyor. Mattei, başka bir arabada. Yollar da ıslak. Merkez’e getirilen genç ((Jean-Marc Boris), Santi’nin oğlu. Sonra Santi geliyor merkeze. Mattei, Santi’yle konuşuyor odasında. Vogel’e karşı oğlu. Şantaj işe yarayacak mıydı?

Corey, Jansen’in mekânında. Jansen giyinirken konuşuyorlar. Jansen, Santi’den söz ediyor. Mattei, boş ve soğuk dairesine geliyor. Her zamanki gibi kedilerinin karnını doyuruyor. Santi’nin gece kulübünde siyahî kadın dansçılar sahnede dans ederken, masada oturmuş Corey, sabaha karşı birde alıcıyı bekliyor. Çiçek satıcısı ponpon kız da Corey’e kırmızı gül hediye ediyor. Bu kadar yakışıklı bir erkeğin yalnız olması mı onu hüzünlendirmişti? Çok geçmeden siyah gözlüklü Mattei geliyor Corey’in masasına. Dairede Corey, mücevherleri kahverengi çantaya koyuyor. Corey, kırmızı gülü Vogel’e vermiş. Corey tek başına çıkıyor. Arabayla şehir dışındaki bahçeli bir malikâneye gidiyor Corey ve Jansen gecenin derinliğinde. Arabayı Corey sürüyor. Araba evin önünde duruyor. Corey, çantayla dışarı çıkıyor. Tedirgin biçimde malikâneye doğru yürüyor. Yönetmen bu anlarda öznel kamera da kullanmış. İçeride her şey ayarlanmış. Corey içeri giriyor. Mattei de orada. Bilardo masası ve şömine de fark ediliyor. Corey mücevherleri gösterirken Vogel elinde tabancayla geliyor. Şimdi ne olacaktı? Merak duygusu ve gerilim değerliydi. Filmi görmeli ve klasik bir polisiye bu filmin tadı çıkartılmalı. Bu film bir başyapıttı.

“Gecelerin Adamı…”

Büyük yönetmen Jean-Pierre Melville’in kara filmin içindeki ve de ölümünden önceki son filmi, “vasiyet filmi” 1972 yapımı “Le Flic-Gecelerin Adamı” bir soygun filmi. Şiirsel ve naif anlatımıyla polisiye sinemanın unutulmaz yapıtlarından bu. Studio Canal’ın sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Michel Colombier, insanın ruhunda dolaşan ve insana iyi gelen müzikleri bestelemiş bu film için. İnsan bir an müziklere dalabiliyor filmin içinde dolaşırken. Yoğunlukla gece atmosferlerinde geçen filmde dışavurumcu ruhu yansıtabilen fotoğraflarsa kameraman Walter Wottitz’den. Ülkemizde 1977’de gösterime giren bu filmi, aynı yılın yazında yazlık sinemada üç defa izlemiştik küçükken. Bu filmde, “Rambo” seriyalinde Rambo’nun komutanı olan Amerikalı Richard Crenna da var.

Melville usta, bu filminde yine bir alıntıyla başlıyor. Paris polisini düzene sokan, cinayet masasını oluşturan sokakların adamı François Eugene Vidocq’tan bir alıntıydı bu. Vidocq, “Poliste iki şey yoktur: Çift anlamlılık ve mizah duygusu” demiş 19. yüzyılda. Film, öğleden sonra gri göğün altındaki yağmurlu Vandée’nin Atlantik’teki Saint-Jean-de-Mots kıyısında açılıyor. Okyanus üzerinde uçan martılar, kıyıya vuran öfkeli dalgalar. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi her şey. Büyük öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenşytayn buna “tonal kurgu”, yani “sessel kurgu” diyordu. Bir büyük bina yansıyor. Geniş, yatay ve sonsuz gibiydi bu bina. Kamera, sağa çevrinme (pan) yaparak binayı tarıyor önce, sonra da gelen siyah arabayı gösteriyor. Ön jenerik yazıları da siyah fon üzerine düşmeye başlıyor. Araba yaklaştıkça kamera sola doğru kayarak arabayı takip ediyor. Piyano tınıları da duyulmaya başlıyor. Araba duruyor. Arabadakiler dört kişiydi. Yağmur şiddetini arttırıyor.

Paris’te. Bir ağaç yansıyor. Ekip 8’in başındaki Komiser Coleman (Alain Delon) devriye arabasının arkasında iç sesiyle kendini tanıtıyor: Her öğleden sonraları, aynı saatlerde Champs-Elysées’deki devriyeme başlarım…” Citreon arabanın telefonu çalıyor. Yardımcısı Morand (Paul Crauchet) konuşuyor önce, sonra da telefonu Coleman’a veriyor. Coleman iç sesiyle, “Ben sadece geceleri çalışırım. Bütün şehir ışıklana kadar görev yaparım. Benim adım Edouard Coleman” diyor.

Okyanus kıyısında. Sisli ve yağmurlu havada kamera sola çevrinme yaparak 1965 model Citroen 600 P arabayı gösteriyor. Arabadan önce elinde çantayla trençkotlu Simon (Richard Crenna) çıkıyor. BNP adındaki bankanın binasına giriyor. İçeride çok az müşteri ve çalışanlar var sadece. Kamera sola kayarak Simon’u gösteriyor. Ardından arabadaki diğer adam çıkıyor ve bankaya giriyor. Kıyıya öfkeyle çarpan dalgalar yansıyor birden. Üçüncüsü arabadan çıkacakken bankaya iki kişi girince bekliyor. Ardından arabadan çıkıyor. Bankaya giren Simon, Marc (André Pousse) ve Paul (Riccardo Cucciolla)… Şoförlük yapan Louis (Michael Conrad) arabada kalıyor. Bankadaki soyguncular siyah gözlükleriyle beyaz maskelerini takıyorlar. Dışarıda da bir banka görevlisi kepenkleri indiriyor o sırada. Biri makineli tüfekli, diğer ikisi de tabancalı. Veznedar ayağıyla alarm ziline basmayı deniyor. Simon, “Bu bir soygundur. Kimse kıpırdamasın” diyor. Paraları çuvala dolduruyorlar. Louis, arabayı bankanın önüne çekiyor. Veznedar, paraları çuvala doldururken alarm ziline basıyor. Çığlık gibi siren sesi duyuluyor. Sakinliklerini bozmuyorlar. Çalışanları ve müşterileri bir odaya kilitlerken, veznedar zuladaki tabancayı alıyor, ateş ediyor. Marc yaralanıyor. Dışarı çıkıyorlar. Çuvalı, arabanın arka tarafına koyuyorlar. Sisli havada oradan uzaklaşıyorlar. La Roche kasabasından geçiyorlar. Araba gar önünde park ediyor. Yaralı Marc, Paul ve Louis bilet alıyorlar. Gişe memuru şüpheleniyor. Simon arabada kalıyor. Garın içinden geçip arabayı park ettikleri yere geliyorlar. Sonra 1966 model Mercedes 250 SE arabaya binip uzaklaşıyorlar. Kasaba dışında toprağı kazıp çuvalı saklıyorlar. Sonra oradan ayrılıyorlar. Ama Marc da kan kaybediyor.

Coleman, yardımcısı Morand’la devriyede. Arabayı Coleman sürüyor. İhbar telefonu geliyor. Dairede sarışın tek başına güzel bir kadın vahşice öldürülmüş. Olayı kapıcı haber vermiş. Coleman, apartmanın merdivenlerinde Pacinelli’yi görüyor. “Olağan şüpheli” Pacinelli burada mı oturuyordu? Coleman, “Sen ölmedikçe uslanmayacaksın” diyor ona. Yine arabadalar. Yine ihbar telefonu geliyor Ekip 8’e. Bu defa yargıcın (Jean Desailly) dairesine gidiyorlar. Yargıcın dairesine hırsız bir genç mi girmişti? Yargıç, bazıları suç işlediğinde ceza veremiyormuş. Çoğu 18 yaşın altındaymış. Coleman, elindeki siyah bibloyla oynarken, “Kanunlardaki boşluklar” diyor. Biblo zihinsel bulanıklık yaratıyor bu anda. Akla hemen, Melville’in 1970 yapımı “Le Cercle Rouge-Ateş Çemberi” filmindeki Buda biblosu geliveriyor. “Hırsız” genç yakalanmış. Yargıcın, sarışın genci görünce konuşma tonu daha da efemine oluyor. Genç, 17,5 yaşındaymış.

Simon ve çetesi, yaralı Marc’ı kliniğe bırakıyorlar. Çete yine araba değiştirmişler. Coleman, arabayla Noel Baba kılığındaki birine yaklaşıyor. Sonra Coleman arabada tek başına yol kenarına park ediyor. Sarışın kürklü kadın Gaby (Valérie Wilson) lüks arabayla geliyor. Transseksüel Gaby, Coleman’ın muhbiri. Arabasından çıkıp Coleman’ın arabasına biniyor. Paris-Lizbon treninde büyük bir uyuşturucu trafiği olacakmış. Uyuşturucuyu “Bavul” Mathieu (Jean Minisini) adında biri taşıyacakmış. Coleman’ın, polis merkezindeki odasına Morand geliyor “Muhteşem üçlü” diyor. Orly Havaalanı’nda yankesicilik yapan üç adam gözaltına alınmış. Fransızca bilmiyorlarmış. Coleman onların tutulduğu yere gidiyor, sağ bileğindeki saatini çıkartıyor, adamlar ayağa kalkıyor. Coleman gözleriyle onları tararken, kamera da onun bakışından sağa çevrinme yapıyor. Coleman, ortadakine tokat atıyor. Adam, “Yavaş konuşursan anlayabiliriz” diyor korkudan.

Paul, gece evine gidiyor. Karısı (Simone Valère) onu müşfik bir sıcaklıkla karşılıyor. Paul Weber, yıllarca bankada çalışmış ve eline pek bir şey geçmemiş. Paul, banyoya gidiyor. Aynada yüzüne bakıyor. Karısı ağlamaya başlıyor birden. Çetenin şoförü Louis Costa, arabayla gazete bayiinin önünde duruyor. Simon da arabada. Bir gazete alıyor. Gazete, “Saint-Jean-de-Mots’da kanlı soyguncular trenle kaçtı” diye haberi öne çıkartmış. Louis, gazeteyi Simon’a veriyor. Simon direksiyona geçiyor ve oradan tek başına uzaklaşıyor. “Rue d’Armailie” sokağının levhasından sola çevrinme yapan kamera, Coleman ve Morand’ı gösteriyor sonra. Simon’un gece kulübüne giriyorlar. Coleman’ın ağzında sigara da var. Coleman piyanoyu görüyor. Piyanoya doğru yürüyor, tabureye oturuyor ve çalmaya başlıyor. Ağzında sigarayla piyano çalarken sinemanın unutulmaz anı yaşanıyordu bu sahnede. İkonik bir andı bu. Kamera, usulca öne kayarak Coleman’ı önden gösteriyor. Sarışın, beyaz tenli, güzeller güzeli ve soğuk Cathy’yi (Catherine Deneuve) görüyor. Cathy, bu kara filmin “femme fatale”ıydı. Simsiyah elbiseler içindeki Cathy’nin kıpkırmızı dudakları ateşi çağrıştırıyordu sanki. Cathy, kendine bakan Coleman’a gülümsüyor. O anda Simon geliyor elindeki gazeteyle. Coleman’ın yanına gidiyor. Morand, “Biri siz görmek istiyor şef” diyor Coleman’a. Tabureden kalkıyor, avucunu öpüyor ve Cathy’ye doğru gönderiyor öpücüğü Coleman. Sarışın Cathy de aynısını yapıyor. Coleman çıktıktan sonra Simon gazeteyi gösteriyor.

Kamera, karlar içindeki kasabayı yansıtan tablodan geriye çekiliyor. Paul, manzara resimlerine bakarken, Simon da Van Gogh’un otoportresinin önünde duruyor. Louis de orada. Çete müzede buluşmuş. Oturuyorlar. Simon, polisin her hastaneyi ve kliniği aradığını söylüyor. Marc’ı hastaneden çıkarmaları gerekiyormuş. Planı varmış. Ayağa kalkıyor ve Van Gogh’un tablosuna bakarak konuşuyor.

Gündüz. Coleman, talim için atış poligonunda antrenman yapıyor. Hedefler karşısına aniden çıktıkça refleksle ateş ediyor. Paslanmamış. Coleman’a telefon geliyor. Çete, geceleyin cankurtaran (ambulans) arabayla hastaneye geliyor. İçlerinde hemşire kıyafetleri giyinmiş Cathy de var. Simon, danışmadaki hemşireye Marc Schmit’i nakletmeye geldikleri söylerken, Cathy, Marc’ın kaldığı odaya gidiyor. Yeni ameliyattan çıkmış Marc gözlerini açıyor. Cathy, Marc’ın sol kolundaki serum hortumunu çıkartıyor ve onu sonsuz uykusuna göndermek için bir iğne yapıyor.

Gündüz. Coleman ve Morand arabadalar. Seine kıyısında banliyö treni geçiyor. Kamera da sola çevrinme yaparak treni izliyor ve morgun olduğu bina üzerinde duruyor. Marc’ın cesedi morga kaldırılmış. Marc’ın elbiselerini inceliyorlar. Marc’ın üzerinde kimlik çıkmamış. Tanrı’dan yardım gelecek miydi? Marc hakkında bilgilere ulaşabilecekler miydi? Marc, isimsiz bir ceset olarak mı kalacaktı? Coleman koridorda, “İyice yoruldum. İşimi sevmeme rağmen bazen ben de senin gibi düşünüyorum. Şiddet öyle hale geldi ki, insanları tanıyamıyorum” diyor Morand’a. Öne doğru yürüyen Coleman duruyor, yüzü karanlıkta kalıyor ve “Şiddet” diyor umutsuzca.

Gündüz. Şoför Louis, Paris dışında biriyle yürüyerek konuşurken yansıyor. Onlar yürürken, kamera da geriye kayarak onları izliyor. Louis, “Hızlı, güvenli, dikkat çekmeyecek bu işi bitirmemiz lâzım” diyor. İki haftaları varmış. Bu anda zihinsel bulanıklık yaşatıyor yönetmen. Çete, arkada yansıyan evde mi toplanacaklardı?

Kamera caddede bir arabayı sola çevrinme yaparak gösteriyor. Akşamüstü. Duran başka model arabanın arkasından Coleman iniyor. Morand’a iki saat sonra burada buluşacaklarını söyleyen Coleman, bir binaya giriyor, merdivenlerden çıkıyor. Koridorda yavaşça yürüyor. Gözlerinde de siyah gözlük takmış Coleman. Kapıyı açıyor, içeri giriyor. Cathy’nin kaldığı oda burası. Coleman, Cathy’ye “Tutuklusun” diyor. Kamera, hızla yukarı “tilt” yapıyor ve onları tavan aynasından yansıtıyor. Bu ayna yansımaları, “plonje”den çok, kübist bir resmi çağrıştırıyor. Cathy dişiliğini kullanıyor. Coleman’ın tabancasını alıyor ve “Ölü bir adam kimseyi tutuklayamaz” diyor. Sonra tabancayı yatağın üstüne atıyor. Ardından da Coleman’ı dudağından öpüyor kırmızı dudaklarıyla. Köprüden geçen banliyö treni yansıyor birden. Bu, hem sevişmeye hem de soyguna birer metafordu sanki.

Kamera sağa çevrinme yaparak, Paris’in dışındaki müstakil evi yansıtıyor. Üç araba da park etmiş dışarıda. Bu evde, “Bavul” Mathiue’nün Paris-Lizbon hattında trenle taşıyacağı mafyanın eroinini çalmayı konuşuyorlar. Simon’un yine planları var. “Bavul” Mathieu, trene Bordeaux’dan binecekmiş. Çok eski trenmiş bu. Elektrikli olduğundan da hızı yavaşmış. Kamera, haritaya zum yaparak Simon’un tren güzergâhı gösteren parmağını gösteriyor. Kimse onlardan şüphelenmeyecekmiş. Yönetmen, bu sahnede açı-karşı açı tekniğine az yaslanabilmek için kaydırmalı çekimlere başvurmuş. Banliyö treni yansıyor köprüden geçerken. Kamera, sola çevrinme yaparak hızla yol alan treni izliyor.

Gece. Gaby yine lüks arabasıyla geliyor. Coleman arabasında onu bekliyor. Paris-Lizbon treni hakkında bilgi veriyor Gaby. Mallar, “Bavul Mathieu’ye Bordeaux tren garında teslim edilecekmiş. Paul evde karısına, trenle seyahate çıkacağını söylüyor. Paul, salondan çıkıp yatak odasındaki banyoya gidiyor. Aynada yüzüne bakıyor. Ardından kamera gece kulübüne gidiyor. Dansçı kızlar sahnede dans yaparken, kamera Simon’un odasına zum yapıyor. Simon, Cathy’ye sabah döneceklerini söylüyor. Cathy, soğuk ve tedirgin. Riskleri korkutuyor onu. Ya Paul ve Louis? Sonra Simon’u kırmızı dudaklarıyla öpüyor Cathy. Gece kulübüne Coleman da geliyor. Kamera, geriye kayarak onu izliyor. Bir dansçı kızla selâmlaşıyor. Sonra Simon’un odasına yöneliyor. İçeride Simon ve Cathy var. Dışarı çıkıyorlar, Amerikan bara geçip içki içiyorlar. Simon, Coleman’ın Cathy’ye bakışlarından bir şeyler hissediyor gibi.

Akşamüstü otobanda. Siyah Mercedes’le yağmurlu havada çete yollarda. Louis arabayı sürüyor. Simon önde, Paul de arkada arabanın içinde. Ardından Bordeaux yönünü gösteren levha yansıyor. Kamera, Bordeaux Garı’nda saati ve geçilecek istasyonları gösteren yazıları gösteriyor sonra. Gece. Geriye doğru kayan kamera, peronda sarı saçlı “Bavul” Mathieu’yü trene doğru yürürken takip ediyor ardından. “Bavul” Mathieu, trene bindiğinde kamera da sola doğru kayıyor. Yataklı kompartımanına giriyor. İki çantası var. Zaman geçişleri zincirlemeli geçişlerle yansıyor bu anlarda. Coleman ve ekibi de gara geliyor. Mafyadan birkaç adam trene biniyor. “Bavul” Mathieu’ye bavul bırakıyorlar. Onlar gittikten sonra “Bavul” Mathieu, kompartımanın kapısını kilitliyor. Adamlar trenden iniyor. Coleman onları gözlüyor. “Bavul” Mathieu de kompartımanda bavulu açıp içindeki paket eroinleri çantalarına yerleştiriyor. Tren yola çıktığında havada da bir helikopter fark ediliyor. Helikopteri Louis kullanıyor. İşçi tulumu içindeki Simon iple hızla giden trene iniyor. Vagondan aşağı inip diğer vagona geçen Simon, vagonun içine giriyor. Tuvalete girdiğinde önce yüzünü yıkıyor. Kurulanıyor. Saçlarını tarıyor. Ardından spor ayakkabılarını ve tulumunu çıkartıyor. Üzerinde kırmızı Robdöşambr var Simon’un. Anahtarla alt dolabı açıp her şeyi oraya koyan Simon etrafı da temizliyor. Koridorda yaşlı yolcu tuvalete doğru gelirken gerilim de çoğalıyor bu anda. Simon dışarı çıkıyor ve adam çıkana kadar sigara içip oyalanıyor. Yaşlı adam gittikten sonra “Bavul” Mathieu’nün kompartıman kapısına gelen Simon, metreyi çıkartıp ölçü alıyor. Nal mıknatısı kilide yerleştirip takılı zinciri çıkartıyor. İçeri girince uykudan uyanan “Bavul” Mathieu ne olduğunu anlayamadan Simon onu bayıltıp çantaları alıyor. Tuvalete gidip tulumu giyinen Simon, vagondan dışarı çıkıyor. El feneriyle helikoptere işaret veriyor. Ardından ip sarkıyor, çantaları kancaya takıp yolluyor yukarıya. Kendisini almak için ip sarktığında koridora bir kondüktör gelince gerilim yine çoğalıyor. Kondüktör gidince Simon, tren vagonunun üstüne çıkıyor ve iple helikoptere alınıyor. Kompartımanında da “Bavul” Mathieu ayılıyor. Pencereyi açıyor ve bavulu dışarı atıyor sadece. Sabaha karşı helikopter araziye iniyor. Helikopterin sahibi aracını teslim alıp giderken, çete de arabalarına biniyor. Bu uzun sekans yarım saatten fazla sürüyordu.

Polis merkezinde Coleman çok öfkeli. Muhbiri Gaby’yi getiriyorlar. Coleman, Gaby’nin kendilerini yanılttığını düşünüyor. Ona tokat atıp saçalarını kestirip erkek kıyafetleri giydireceğini söylüyor tehditle. Sokaklara salacakmış onu. “Bizimle işin kalmadı” diyor. Coleman’ın ekibi, ölen Marc hakkında bilgilere ulaşmışlar. Marc’ın soyadın Schmit değil, Albouis olduğunu öğrenmişler. Coleman telefonla Simon’un yerini arıyor. Bulamıyor. Sonra masasına oturuyor ve Marc’ın belgesine bakıyor. Sonra telefonla bir gazeteyi arayarak Albouis’nin kimliğini açıklamamaları için rica ediyor. Ama geç kalınmış. France Soir adlı gazetede haber yayımlanıyor. Louis, arabanın içindeyken yansıyor sonra. Elinde gazeteyle dışarı çıkan Louis restorana giriyor. İçeride boş bir masaya oturuyor. Tabancasını peçetenin altına gizliyor. Coleman ve ekibi de restoranda. Coleman, Louis’nin masasına arkadan yaklaşıyor ve üzerine atlıyor. Louis’ye ters kelepçe takıp Merkez’e götürüyorlar. Merkezde kelepçeyi çıkartıp bu defa önden kelepçeliyorlar Louis’yi. Ona, 23 Aralık’taki soyguna katılıp katılmadığını soruyor Coleman. İnkâr ediyor. Hatta Marc Albouis’yi de tanımadığını söylüyor. Coleman’ın tek istediği diğer ikisinin ismi. Louis onları ele verir miydi? Akşamüstü. Kamera, sola çevrinme yaparak çetenin daha önce buluştukları evi gösteriyor dışarıdan. Simon ve Paul, evde Louis üzerine konuşuyorlar. Simon, Louis için asla konuşmaz, diyor. Paul emin değil. Yine evi dışarıdan yansıtan kamera, ardından sola çevrinme yaparak polis merkezini gösteriyor. Kamera kesme yapmadan aşağıya doğru “tilt” yapıyor. Ardından kamera Coleman’ın odası gidiyor. Sivil polisler jaluzi perdeleri kapatıyorlar. Gece. Zincirlemeyle yine polis merkezinin binası yansıyor dışarıdan. Kamera, yine sola çevrinme yaparken, aşağıya doğru “tilt” yapmayı da sürdürüyor. Polisler, “özel konuşturma yöntemleri”ni mi uygulayacaklardı?

Zincirlemeyle kamera Simon’un yerine gidiyor. Gece. Arabada Coleman ve Morand var. Coleman içeri giriyor. Amerikan bara oturuyor. Sahnede dansçı kızlar da görülüyor. Simon, Coleman’ı fark ediyor ve onun yanına gidiyor. Viski içiyorlar. Marc Albouis’yi soruyor ona. Simon tanımıyormuş. Paul Weber’i de. Ya Louis Costa? Onu da çıkartamıyor. Coleman, “O seni tanıyor” diyor. Yönetmen, bu anlarda açı-karşı açı tekniği kullanmış. Coleman çıkıyor. Simon da odasına gidiyor. Paul’e telefon ediyor. Kamera, karanlık salonda sağa çevrinme yaparak çalan telefona yöneliyor, çevrinmeyi sürdüren kamera dairenin açılan kapısını gösteriyor. Paul ve karısı kapıdan girdiklerinde Paul telefona yetişemiyor. Simon yine arıyor. Simon, Louis’nin konuştuğunu söylüyor. Simon hemen ülkeyi terk et diyor Paul’e. Ama artık geçti. Coleman ve ekibi sokağa geliyorlar çünkü. Hayal kırıklığı içinde telefonu kapatan Paul, karısına hüzünle bakıyor. Karısı endişeleniyor. Kapı çalıyor. Paul yatak odasına giriyor. Karısı kapıyı açıyor. Coleman, içeri hızla dalıyor. Yatak odasının kapısını açıyor ve içeride Paul tabancayı başına dayarken görüyor. Kapıyı kapadığında içeriden tabanca sesi duyuluyor.

Dışarıdan lüks otel yansıyor. Kamera, Champs-Elisées’deki lüks otelin üzerinden sağa çevrinme yaparken, sabahın sakinliğindeki caddeyi gösteriyor. Paris hâlâ uyuyor. Kamera, çatıya doğru zum yapıyor sonra. Otel odasında Simon tek başına ve Cathy’ye telefon ediyor kendisini alması için. Polis de Simon’un nerede olduğunu tespit etmek için dinleme yapıyor başka bir mekânda. Champs-Elysées’de “Zafer Takı” yansıyor sonra. Trençkotlu Simon otelden çıkıyor. Arabayla Cathy de geliyor. Simon arabaya doğru giderken, Coleman elinde tabancayla onu durduruyor. Şimdi ne olacaktı? Merak duygusu önemliydi. Melville bu final anında melodramı öne çıkarmış. Coleman ve Morand arabayla şehrin içlerine doğru yol alırken, altta da caz tınıları duyulmaya başlıyor son jenerikte. Cazın ardından Isabelle Aubret’nin söylediği muhteşem “C’est Ainsi que les Choses Arrivent” şarkısı duyuluyor. Bu şarkıda Charles Aznavour’un ruhu vardı.

*** Özen Film’e sevgi ve saygı duyduğum için, kırgın bir anda Alain Delon’un oynadığı 1975 yapımı “Flic Story-Öldürmek Arzusu” polisiye filmi Özen Film’in vizyona soktuğunu yazmıştım yanlışlıkla. Filmin Türkçe afişiyle karşılaştım. Bu filmi Met Film vizyona sokmuş 1977’de. Alain Delon’da bütün yollar Özen Film’e çıkıyordu herhalde bende. Özen Film’e değer veriyorum ve olmasını diliyorum hep. Çocukluğumdan getirdiğim birkaç şeyden biriydi. Polisiye sinema, Fransız sineması, sinemaskop tutkusu, radyo, Jean-Pierre Melville, Alain Delon, Elvis Presley, Edip Akbayram, sarı-kırmızılı Galatasaray, yeşil-siyah-beyazlı Mönchengladbach, yeşil-beyazlı St. Etienne, mavi-lacivertli Adana Demirspor gibi. Met Film’i de, saygı ve özlemle anmalı. 1980’lerde, Alsancak’taki İzmir Sineması’nda Orion Pictures filmlerini keşfettirdi bizlere. “Dolby-Digital” ses sistemiyle büyüledi. Bu sinema salonunun duvarlarında, “Film, sinemada izlenir” yazıyordu o zamanlar. 1980’lerde Özen Film, Amerikalılar gelmeden önce filmlerini İzmir’deki görkemli Konak Çınar Sineması’nda gösterirdi. 1987’de, Jean-Jacques Annaud’nun 1986 yapımı “The Name of the Rose-Gülün Adı” filmini Türkçe altyazılı vizyona sokmuştu Özen Film. Altyazı okumaktan filmi takip edememiştik. Sonra da gerisi geldi ve alıştık. Her zaman öncüydü. İstanbul’daysa, filmleri üzerine hâlâ heyecanla yazı yazdığım bir film şirketi Özen Film…

(23 Mayıs 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Anne, Kız ve Sınıf İlişkileri

‘Annemle Geçen Yaz’ açılış sahnesiyle ele alacağı temaları zekice aktarabilen Brezilya yapımı ilgiye değer bir film. Zengin evinin yatılı hizmetçisi Val’in dadılığını yaptığı küçük Fabinho’yu yüzme sonrası şefkatle kuruladığı sırada cep telefonundan uzun bir süredir yüzünü görmediği kendi öz kızı ile telefon konuşmasına tanık oluyoruz bu sahnede. Hizmetkâr kadın kocasıyla arası bozulduktan sonra başkent Sao Paulo’ya gelmiş ve eli ayağı olduğu ailenin yanında çalışmaya başlamış, onun gönderdiği parayla üvey anne yanında büyümüş küçük Jéssica.

Aradan yıllar geçmiş, iş hayatının yoğunluğu içinde gerçek annesinin ilgisinden uzak 15 yaşına erişen Fabinho sevecen dadısını ikinci bir anne yerine koymuştur (filmin İngilizce adı ‘The Second Mother’ buradan geliyor, özgün adı ‘Que Horas Ela Volta? ise -Jéssica’nın ağzından- ‘Ne Zaman Geri Döneceksin?’ anlamında). Val 13 yıl boyunca sadakatle hizmet etmiştir aileye. Emeklerini takdir eden ev sahipleri Barbara ve Dr. Carlos kendisini ailenin bir ferdi olarak kabul ederler. Bir köle Isaura devri geride kalmıştır belki ama ülkenin sömürgeci geleneğinden gelen sınıf ilişkilerinin sessiz kuralları geçerliliğini sürdürmektedir. Val sistemin dikte ettiklerini sorgulamaz. 13 yıl boyunca evin yüzme havuzuna ayağını sokmamıştır. Kimin hangi dondurmayı yiyebileceği, kimlerin geniş misafir odasını kullanabileceği konusunda yukarıdan emredileni tartışmasız kabullenir.

Evin güç dengesi Val’in yetişkin kızının ziyaretiyle değişmeye başlar. Ayakları üzerinde duran, akıllı bir kızdır Jéssica. Giriş sınavları için ilk kez ayak bastığı başkentin gözde üniversitelerinden birinde mimarlık okumaya niyetlidir. Onun gelişiyle evin dinamikleri sarsıntıya uğrar. Ergenlik döneminin endişe ve kırılganlıklarını yaşayan Fabinho ikinci anne bildiği dadısını kıskanır. Aileden zengin depresif Dr. Carlos, cesur ve alımlı genç kız ile yeni bir başlangıcın hayalini kurar. İşkolik Barbara yüzeydeki hoşgörüsünün ardına gizlenmiş kibriyle genç kızın varlığından duyduğu rahatsızlığı dile getirmekte fazlaca gecikmez. Val ise ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü halde sesini çıkarmadığı için kendisini eleştiren kızına karşı şaşkın ve mahçup ne yapacağını bilemez önceleri. Kızının yetişme döneminde yanında olamadığı için hep suçluluk duymuş olan emektar kadın için sadakati ve fedakârlıklarının sınırlarını gözden geçirme vakti gelmiştir artık.

Anna Muylaert’in yazıp yönettiği bu güzel film sorunlu bir ana kız ilişkisi ile sınıf ilişkilerini ustaca harmanlamış. Brezilyalı sinemacının kişisel gözlemlerine dayanan ve sinemaya yeni başlayanlar gerçek bir ders niteliğinde olduğunu düşündüğüm senaryosu mükemmel. Ülkesinin sömürgeci geçmişinden izler taşıyan hikâyesini evrensel kılmayı bilmiş Muylaert. Patronlarının çıkarını kendi menfaatlerinden önde gören, sonsuz bir sadakatle onlara kayıtsız şartsız itaat eden emekçi kadın portresinin tam karşısına yerleştirdiği Jessica’yı bir süper kahraman olarak gördüğünü ifade ediyor kadın yönetmen. Onu hem kadınların, hem sömürülen emekçilerin haklarını savunan gözüpek genç kuşağın temsicisi olarak çizdiğini ifade ediyor. Kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış iyiler ve kötülerin dünyası değil perdeye yansıyan. Kendi kırılganlıkları, kibirleri ve zaaflarıyla her iki sosyal sınıftan karakterleri ilgiyle izliyoruz.

Çok dramatik meseleleri dile getirirken mizah unsurunu mükemmel kullanışıyla dengeyi tutturuyor sinemacı. Yemek masasında aile fertlerinin cep telefonlarına yumuluşu, Val’in yeni model eksantrik bir termos ve kahve takımı ile mücadelesi gibi bölümler filmin sergilediği ağır çatışmaları hafifletiyor. ‘Viski’den hatırladığımız Uruguaylı Barbara Alvarez’in görüntüleri eşliğinde Brezilya sinemasının divalarından Regina Casé ile gencecik Camilla Mardila’nın Sundance ödüllü incelikli performansları harikalar yaratıyor. Muylaert’in üzerinde çalıştığı yeni projesi ‘Sadece Bir Anne Vardır’ı bekleme listesine alırken haftanın en iyi filmi ‘Annemle Geçen Yaz’ı kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz.

(21 Mayıs 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

69. Cannes Film Festivali Altın Palmiye Adaylarına Bir Bakış

11 – 22 Mayıs 2016 tarihleri arasında düzenlenecek olan 69. Cannes Film Şenliği için geriye sayım başladı. 21 filmin yer aldığı Altın Palmiye ödüllü ana yarışmanın büyük jürisine yeni sürüm ‘Mad Max’ ile hem seyircinin hem eleştirmenlerin büyük övgüsünü kazanan Avustralya asıllı yetmişlik usta George Miller başkanlık ediyor bu yıl. Jürinin diğer yönetmen üyeleri, ikinci uzun metrajı ‘La Sentinelle’den başlayarak tam beş kez ana seçkide yer almış Fransız sinemacı Arnaud Desplechin ile geçtiğimiz yıl ilk uzun metrajı ‘Saul’un Oğlu / Saul Fia’ ile Cannes’ı sallayan, ardından en iyi yabancı film dalında Oscar ödülüne uzanan Macar kökenli Laszlo Nemes. ‘Bal / Miele’ ile ilk yönetmenlik sınavını veren İtalyan Valeria Golino ve İranlı kadın yapımcı Katayoon Shahabi ile birlikte Amerikalı Donald Sutherland, ‘Onur Savaşı / Jagten’ ile Cannes ödüllü Danimarkalı (Hannibal) Mads Mikkelsen, ‘Melancholia’ ile yine Cannes ödüllü Kirsten Dunst ve Fransız Vanessa Paradis gibi tanınmış oyuncularla jüri heyeti tamamlanıyor.

Açılış için yarışma dışı olarak gösterilecek yeni Woody Allen filmi seçilmiş. Başrollerinde Jesse Eisenberg, Kirsten Stewart, Steve Carell, Parker Posy gibi ünlü isimlerin yer aldığı ‘Café Society’, sinema endüstrisine adım atan genç bir adamın aşk hikâyesi çerçevesinde 1930’lu yılların Hollywood’unu öykülüyor. Ana yarışma seçkisinde Fransız filmleri geleneksel ağırlığını muhafaza ediyor. Olivier Assayas imzalı ‘Personal Shopper’ Paris’in moda dünyasında geçen İngilizce çekilmiş bir hayalet öyküsü. Sinemacı (bizde ‘Ve Perde’ adıyla gösterilmiş) ‘Sils Maria’nın ardından bir kez daha Kirsten Stewart ile çalıştığı filminde ‘Oslo, 31 Ağustos’un yaman oyuncusu Anders Danielsen Lie ve ülkemizi iki kez ziyaret eden müthiş tiyatro grubu ‘Schaubühne Berlin’ ekibinden Lars Eidinger gibi isimlerin yer aldığı müthiş kastıyla dikkat çekiyor. Fransız sinemasının auteur isimlerinden Bruno Dumont televizyon için çektiği bir önceki ‘Küçük Serseri / P’tit Quinquin’ benzeri bir polisiye güldürü olan ‘Ma Loute’ ile ana yarışmada yer alıyor. Yönetmenin bir kez daha memleketi Kuzey Fransa insanlarının hınzır portresini çizdiği söylenen film Juliette Binoche, Fabrice Luchini ve Valeria Bruni-Tedeschi gibi isimlerden oluşan harika bir oyuncu kadrosuna sahip.

‘Mal de Pierres’ uzun bir aranın ardından festivalde boy gösteren Nicole Garcia’nın son çalışması. İtalyan yazan Milena Agus’un romanından beyazperdeye aktarılan ve başrollerinde Marion Cotillard ile Louis Garrel’in yer aldığı film, İkinci Dünya Savaşı ertesinde hayallerinin ve arzularının peşinden gitmeye kararlı bir kadının hikâyesi etrafında şekilleniyor. Üç yıl önce festivalin ‘Belirli bir Bakış / Un Certain Regard’ bölümünde ödüllendirilen Hitchcockyen eşcinsel gerilim ‘L’Inconnu du Lac / Göldeki Yabancı’ ile övgülere boğulan Alain Guiraudie ana seçkide yer alan bir diğer Fransız sinemacı. Tek başına çocuğunun bakımını üstlenmek zorunda kalan sinemacının hikâyesi üzerine kurulu ‘Rester Vertical’ festivalin gizemini koruyan yapımlarından.

Yarışmanın frankofon seçkisi iki ilginç filmle tamamlanıyor. Festivalin iki kez Altın Palmiye kazanmış ikilisi Belçikalı sinemacılar Luc ve Jean-Pierre Dardenne ‘La Fille Inconnue’de bakmayı reddettiği kimsesiz genç kızın ölü bulunmasının ardından suçluluk duygusu içinde kıvranan bir kadın doktor karakterini merkeze almış. Geçtiğimiz yıl ‘İlk Güreşte Aşk / Les Combattants’ ile en iyi kadın oyuncu César’ını alan Adèle Haenel’in canlandırdığı doktor Madeleine genç kızın polisin tespit edemediği kimliğinin peşine düşüyor. Sinemanın dahi çocuğu Kanadalı Xavier Dolan ise iki yıl önce övgülere boğulan ‘Mommy’nin ardından çektiği son filmi ‘Juste La Fin du Monde’ ile seçkiye dahil olmuş. Marion Cotillard, Nathalie Baye, Léa Seydoux gibi farklı kuşaklardan Fransız aktrislerin yer aldığı yapım, uzun yıllar ayrı kaldığı aile evine dönüş yapan ölüm döşeğindeki yazarın hikâyesi üzerine kurulu.

Amerikan yapımları geçmiş festivallerde olduğu gibi bu yıl da altı filmle ana seçkideki ağırlığını koruyor. Festivalin kıdemlisi Jim Jarmusch Altın Kamera ödülünü kazanmış olduğu ilk filmi ‘Stranger than Paradise / Cennetten de Garip’ten tam 32 yıl sonra ‘Paterson’ ile yarışıyor. New Jersey’de yaşadığı küçük yerleşim bölgesi ile aynı adı taşıyan otobüs şoförü ve eşinin şiir tutkusuyla bezenmiş gündelik hayatları üzerine bir deneme olan filmin başrollerinde Adam Driver ve İran asıllı oyuncu Goldshifteh Farahani yer alıyor. Jeff Nichols imzalı ‘Loving’ 1958 yılında Virginia’da evlendikleri için hapse mahkûm olan biri beyaz diğeri siyah çiftin öyküsünde dönemin ırkçı anlayışını mahkûm ediyor. Oyuncu yönetmen Sean Penn’in Charlize Theron, Javier Bardem, Jean Reno gibi uluslararası yıldızlara yer verdiği ‘The Last Face’ Liberya’nın iç savaş ortamında iki doktorun sosyal adaletsizliğe karşı verdikleri mücadele üzerine politik bir dram. ‘Driver’ ile festivalden en iyi yönetmen ödüllü Danimarka asıllı Nicolas Winding Refn ‘The Neon Demon’ ile ‘tehlikeli güzellik’ kavramından yola çıkarak güzeller güzeli modeller dünyasından ürkütücü bir gerilim çıkartıyor. ‘Red Road’ ile festivalin ilk filmlere verilen Altın Kamera ödülünü kazanmış olan İngiliz Andrea Arnold’un ilk Hollywood deneyimi ‘American Honey’ yeniyetme Star’ın bir seyahat dergisi satış ekibinin izinde Orta Batı’da macera arayışını anlatıyor.

Festivalin bizleri en heyecanlandıran yapımları Romanya sinemasından geliyor. Romen yeni dalgasının önde gelen isimlerinden Cristian Mungiu, ‘4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’ ve ‘Tepelerin Ardında’nın ardından ‘Bacalaureat’ ile Cannes’a bomba gibi düşmeye hazırlanıyor. Önceki filmlerinden farklı olarak bir erkek karakter üzerine odaklanan filminde herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabanın doktorunun çocuklarını yetiştirme konusunda yaşadığı tereddütlerini ele almış. ‘Bay Lazarescu’nun Ölümü’ ile tanıyıp sevdiğimiz Cristi Puiu’nun ‘Sieranevada’sı yine aile üzerine odaklanan bir yapım. Ölüm yıldönümünde aile büyüğünü anmak için bir araya gelmiş bireylerin beklenmedik bir konuğun tetiklediği hesaplaşma sürecini ele alan bu filmi merakla bekliyoruz. Yılda yalnızca 20 filmin üretildiği Romanya sinemasının Cannes çıkartması ‘Un Certain Regard’ bölümüne seçilen Bogdan Mirica’nın ‘Köpekler’i ile sürüyor. Genç sinemacı ilk uzun metrajında dededen kalma arazisini satmak üzere Bükreş’e gelen genç Roman’ın yerel mafya ile giriştiği mücadeleyi konu alıyor.

Uzak Doğu’dan iki tane Altın Palmiye adayı var bu yıl. Jüri Büyük ödüllü ‘Old Boy’dan 13 yıl sonra Cannes’da yarışacak olan Güney Koreli tanınmış sinemacı Park Chan-Wook’un imzasını taşıyan ‘Hizmetçi’ Galli yazar Sarah Waters’ın romanından uyarlanmış. Japon işgali altındaki 1930’ların Kore’sinde geçen film hizmetinde olduğu zengin kadını ortağıyla birlikte dolandırma planları yapan Sookee’nin hikâyesi üzerinden gelişiyor. Yine Cannes gediklilerinden Filipinli Brillante Mendoza’nın son çalışması ‘Ma’ Rosa’ Manila varoşlarında yaşam kavgası verirken uyuşturucu işine bulaşmış dört çocuklu Rosa ve ailesinin polisle olan alışverişi üzeriden ilerliyor. Nuri Bilge Ceylan’ın jüri üyesi olduğu 2009 şenliğinde ‘Kinatay’ ile kazandığı en iyi yönetmen ödülünün ardından Mendoza’nın ana yarışmada yer alan ilk filmi bu.

Güney Amerika ve İran sinemaları ana seçkide bu yıl birer filmle temsil ediliyor. 12. If Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde Keşif Ödülü’nü kazandığı ilk uzun metrajı ‘Komşu Sesler’ ile gönüllerimizde taht kurmuş olan Brezilyalı sinemacı Kleber Mendonça Filho’nun yönettiği ‘Aquarius’ ülkenin kıyı kasabası Recife’de 1940’lardan kalma iki katlı evinde tek başına yaşayan 65 yaşındaki müzik eleştirmeni Carla’nın bölgedeki komşu binaları satın almış inşaat firması ile mücadelesini anlatıyor. Berlinale Altın Ayı ödüllü ‘Bir Ayrılık’ın İranlı yönetmeni Asghar Farhadi iki yıl önce Fransa’da çektiği ‘Geçmiş / Le Passé’nin ardından ülkesine dönüş yaptığı son çalışması ‘Forushande / Satıcı’ Arthur Miller’in ‘Satıcının Ölümü’ oyunundan esinler taşıyor.

Avrupa sinemasından dört örnekle Altın Palmiye seçkisi tamamlanıyor. Alman yönetmen Maren Ade ‘Toni Erdmann’ da yetişkin kızıyla iletişime geçmek isteyen babanın hikâyesini anlatıyor. Cannes gediklisi üç ustanın son işlerinde İngiliz sinemacı Ken Loach ‘I, Danel Blake’ ile sol hareketin ve emekçi dayanışmasının yılmaz sözcülüğünü sürdürüyor. İspanyol üstad Pedro Almodovar’ın ‘Julieta’sı sorunlu ana kız hikâyesi üzerinden ilerliyor. Hollanda asılı Paul Verhoeven’in Hollywood yorgunluğu taşıyan yılların ardından Fransa’da çektiği ve başrolünde muhteşem Isabelle Huppert’in yer aldığı son filmi ‘Elle’de izleyiciyi gerilim dolu dakikalar bekliyor.

(08 Mayıs 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

35. İstanbul Film Festivali’nden Bir Avuç Belgesel

35. İstanbul Film Festivali çerçevesinde bu yıl ilk kez düzenlendi ‘Ulusal Belgesel Film Yarışması’. 13 filmlik seçkiden izleme fırsatı bulduğum dokuz tanesi üzerine bu yazım. Üç belgeselciden oluşan yarışma jürisi (bizden Emel Çelebi ve Güliz Sağlam ile Meksikalı sinemacı Carlos Hagerman) büyük ödülü ‘Hazır Ol!’ filmine verdiler. Onur Bakır ve Panagiotis Charamis ortak imzalı yapım, 32 yaşındaki doktora öğrencisi Bakır’ın bedelli askerlik yapmak ile 6 ay boyunca orduya hizmet etmek arasında ikilemde kalması üzerine. Bu tartışmalı konuyu mizahi bir dille ele alan filmde Bakır aile büyükleriyle ve arkadaşlarıyla samimi bir ortamda röportajlar yapıyor. İstanbullu tedirgin orta sınıf ailenin imkânları zorlayarak hem Onur hem de kendinden küçük erkek kardeşinin bedel karşılığı askerlikten muaf olmaları için görüş birliğinde olduğuna şahit oluyoruz. Son 12 yılda asker ocağında 1070 intihar vakasının kayıtlara geçtiğini öğreniyoruz. ‘Vicdani Ret Derneği’nin militarizm karşıtı görüşlerine kulak veriyoruz. Hızlı bir kurguyla derdini pek güzel ifade eden genç sinemacılarımızın yeni işlerini merakla bekliyoruz.

Jüriden özel mansiyon alan ‘Ötekiler’ ile Van ilimize hareket ettik. 1915 tehcir ve soykırımı öncesinde Ermenilerin tarihi vatanı olan kentten bugün geriye kalan çoğu harap haldeki kiliseler, mahvedilmiş freskler ve Ermeni köklerini itiraf etmekten çekinen Vanlı kürtlerdir. Ayşe Polat imzalı yapım Ermeni trajedisinin ağızdan ağıza aktarılan vahşet hikâyelerini konu alıyor. Van’a bağlı Çatak’taki Çevre ve Tarihi Eserleri Koruma Derneği’nin üyesi Ali (Sulmaz), ölüm döşeğindeki son dileği imamlarca yerine getirilmeyen büyükannesi Piroze’yi (sonradan Hanife adını vermişler) anlatıyor. Günümüz Türkiye’sinde öteki sınıfına dahil edilmiş Kürtlerin Ermenilere ötekiler gözüyle baktığına tanık oluyoruz. Çok zengin malzemesini yeterince toparlayamamış ancak eldeki haliyle bile son derece değerli bir çalışma bu.

Yönetmen Gürcan Keltek’in Kıbrıs üzerine tanıklığının filmi ‘Koloni’ festivalin ilgiye değer yapımlarından bir diğeriydi. Bir coğrafyanın tarihinin ve hafızasının o coğrafyada yaşayan insanlar üzerinde yaşayan insanlar üzerindeki etkisinin peşine düşen Keltek, 1974 yılında adada Müslüman Türkler ile Ortodoks Rumlar arasında yaşanan savaş sırasında öldürülen insanların izini süren Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi’nin Beşparmak dağlarında tampon bölge içinde yürüttüğü kazı çalışmaları üzerine yoğunlaşıyor. Seyirciyi söz ve bilgiyle boğmayan yönetmenin kamerası henüz açılmamış toplu mezarlarda, boşaltılmış köylerde dolaşıyor, geçmişin hayaletlerinin peşine düşüyor. 2015 Documentarist İstanbul Belgesel Günleri’nde Yeni Yetenek Ödülü kazanmış olan bu siyah beyaz film deneysel özellikleriyle dikkat çekiyor.

 Faysal Soysal’ın ‘Kayıp Zamanlar’ı bizleri geçtiğimiz yüzyılın yüzkarası soykırımlarının bir diğerine, Bosna vahşetinin göbeğine taşıdı. Srebrenitsa ve Prijedor katliamlarında yakınlarını kaybedenlerin mücadelesini anlatıyor bu belgesel. 1995’te izini kaybettiği kocası ve iki oğlunun kemiklerine on yıl sonra ulaşan Hatice Mehmedovic, Prijedor’daki katliamda kendi ailesinden annesi dışında herkesin ölümüne tanık olmuş Mirsad Duratovic’in tanıklıklarıyla ilerliyor film. Arşiv görüntüleri insanlık dışı toplama kamplarını belgeliyor, yüzlerce cesedin gömülü olduğu toplu mezarların açılışını izliyoruz öfke ve hüzünle.

Halen devam etmekte olan 11. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin açılış filmi de olan ‘Soluk’ta kamerasını maden işçilerinin şehri Zonguldak’ın kaçak madenlerine yöneltmişti yönetmen Metin Kaya. En küçük güvenlik önleminin alınmadığı, ağır koşullar altında yaşanan çeşitli varoluş hikâyelerine, kaçak kömür üretiminin bir parçası haline gelmiş çocukların ve katırların trajik yaşamlarına tanıklık ettik bu ilginç yapımda.

Festivalin ses getiren bir diğer belgeseli ‘Kara Atlas’ kömürle çalışan termik santrallerin çevreye ve insan sağlığına verdiği zararı çarpıcı bir dille ortaya koyan bir çalışmaydı. Manisa Karabiga’ya bağlı Yırca köyü halkının haklı mücadelesine tanıklık eden Umut Vedat imzalı film, köy arazisine üçüncü bir termik santral yapılmasına, çocukları gibi büyüttükleri zeytin ağaçlarının kesilmesine genciyle yaşlısıyla direnen Yırcalıların soylu direnişini, doğayı tehdit eden kömür termik santrallerine karşı zehir solumak istemeyen insanların güçlü çığlığını son derece etkileyici bir dille belgeliyor. Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki mücadelelere katılıp ‘taşımıza, kuşumuza, böceğimize göz diktiler! Kimse sesimizi duymuyor’ diyen köylülerin mücadelesine omuz vermiş, Greenpeace gönüllüleriyle birlikte aylarca nöbet alanlarında yaşamış film ekibi.

Festivalden üç film üçü de birbirinden ilginç portreler sundu bizlere. ‘İki Dil Bir Bavul’ ve ‘Babamın Sesi’ gibi yüz akı filmlerde imzası olan Orhan Eskiköy’ün ‘Başgan’ı 40 yılı aşkın süredir devam eden Kıbrıs Sorunu’nu çözeceğine kendini fazlaca inandırmış ve buna destek ararken kendi gerçekliğini kaybetmiş nevi şahsına münhasır politikacı Arif Salih Kırdağ’ın 13. kez giriştiği seçim kampanyasını öykülüyor. ‘Fotoğraf’ ve ‘Fırtına’ kurmaca filmleriyle ve ilgiyle karşılanmış ‘Son Mevsim: Şavaklar’ belgesiyle tanıdığımız Kazım Öz’ün son çalışması ‘Beyaz Çınar / Çınara Sıpȋ’, Dersim’in Hozat ilçesinin bir dağ köyünde yaşayan 100 yaşına merdiven dayamış on parmağında on marifet Kürt usta Zeynel Dede’nin (Zeynel Kahraman) renkli yaşamına çeviriyor kamerasını. Onlarca popüler türkünün yaratıcısı Dede’nin sadece müzik alanında sınırlı olmayan ustalığını taş, ahşap alanlarında miras bıraktığı eserlerinde keşfederken ezgilere takılıyor, aile içindeki ilişkilere, acılara sevinçlere tanıklık ediyoruz.

Kişisel olarak bizleri en çok etkileyen işlerden biri olan ‘Rafet’in Çocukları’ ise Türkiye’de yıllarca sol örgüt liderliği yaptıktan sonra darbe sırasında çalışmalarını sürdürdüğü Berlin’de 25 yıl sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmış Rafet Temur’un hikâyesi üzerine. Rafet’in Berlin’deki göçmen çocuklara kol kanat gerişinin, aileleri tarafından dışlanmış sevgiye hasret gençleri biraraya toplayarak psikoloji, felsefe, politika hakkında düzenli seminerleriyle onları hayata kazandırmasının müthiş güzel hikâyesini anlatan belgeseli Mümin Barış ile Reşit Ballıkaya ortaklaşa yönetmişler. ‘Uzun bir süre evsiz ve yurtsuz kalınca, her yeri ev ve yurt haline getirmeyi öğreniyor ve bu süreçte kendi değerlerini yaratıyor insan’ diyor Rafet. ‘Çocuklarla birlikte hep bu arayışın insanları olduk ve Berlin’de kendi yurdumuzu yarattık’ diye ekliyor.

35. İstanbul Film Festivali’nin en çarpıcı toplamlarından birini oluşturuyordu bu yılın ‘Ulusal Belgesel Filmler’ seçkisi. Deneyimli isimlerin son işlerinin yanı sıra yepyeni sinemacıların birbirinden değerli çalışmalarıyla kanatlandık, sinemamız adına umutlandık. Bu güzel filmlerin vizyon görme ihtimali fazla değil. Diğer festivallerde, internet ortamında veya başka bir mecrada herhangi birine rast gelirseniz atlamayın diye kaleme aldım bu haftaki yazımı.

(02 Mayıs 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com