Kategori arşivi: Yazılar

Üç Billboard -Ebbing Çıkışı, Missouri-

Dünyaya geldiğiniz ilk anda, doktor bir şaplak vurarak ağlatır sizi… Sonrası büyük bir mücadele. Evde, okulda, işte, sokakta, hayatın her anında, her alanında mücadele verirsiniz hayata tutunmak için, nefes alabilmek için, rahat etmek için, hedefinize ulaşmak için… Kızı vahşice öldürülen Mildred Hayes, yıllardır boş duran, sahibinin bile unuttuğu üç billboardı kiralayarak kızının katilinin bulunmasını ister. Gelişen olaylarla nefes nefese bir film izliyorsunuz, hem filmden bir adım öndesiniz hem bir adım geride… Ne olacak? Nasıl sonuçlanacak? Şöyle olsa… Yok, böyle olmalı… Hayır, öyle tamamlanmalı. Tam bir gerilim, tam bir heyecan.

Bizim ülkemizde acaba nasıl bir sonuç verir diye düşünmeden edemiyor insan. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabada, herkes hep göz önünde, herkes kimin neyi ne kadar yapabildiğini de biliyor. Polisin gücünü de, duyarlılığını da…

Kim bizi nasıl bilirse…

Hazreti Muhammed’in “Kim bizi nasıl bilirse, onun için öyleyiz” sözü, filmi anlatmaya yeter. Tabii ki, biz, insanların bizi bildikleri kadarıyla tanınırız, ona göre yargılanır ve ona göre tutum alırız. Kimsenin içini bilmeniz mümkün değildir, kimse de size içini açmak zorunda değildir. Kimi zaman, onun işine geldiği için yardım eder, kimi zaman siz, işinize geldiği için kabul edersiniz… Tabii, tersi de mümkün. Yine de doluya koyarsınız almaz, boşa koyarsınız dolmaz. Mücadeleye devam etmek gerekir, birileri sizin için bir şeyler diyecektir muhakkak. Ya boyun eğeceksiniz ya da başkaldıracaksınız. Onların söylediklerine bakmamak gerekir, tıpkı Mildred gibi.

Komşunuz da izliyor…

Küçük bir kasaba olması, herkesin birbirini tanıması gerçeğiyle sosyal ilişkilerin hemen her anının herkes tarafından bilindiği bir gerçeklik yaşanıyor filmde… Gerçek hayatta da öyle olmuyor mu? Annesine bağımlı, ondan ayrılamadığı için kendini alkole vermiş polis, kanseri kendisine siper edinmiş bir yönetici, genç kadın için evini-eşini terk etmiş adam, kısalığı yüzüne vurulduğu için yalnızlıktan kurtulamayan cüce… Baskın karakterli annenin, ister istemez (kardeşi öldürülmüş, babası evi terk etmiş) içine kapanık oğlu da bir başka sorun. Bir de dükkana gelip bir şey almak yerine kırıp döken biri var… İlişkilerdeki gerilim, artan öfkeyle birlikte yükseliyor. Sokaktaki insanın ne dediğini, nasıl karşıladığını göz ardı edebilir mi, Mildred denli gözü kara biri için bile. Pek mümkün değil. Ama hayran olunacak zekasıyla tek tek, hatası-sevabıyla aşıyor hepsini.

Perdeye odaklanıyorsunuz ve bir anlamda Mildred siz oluyorsunuz. Sahi, siz Mildred olsanız nasıl çözerdiniz bu sorunu?

Üç Bilboard Ebbing Çıkışı, Missouri, Yönetmen: Martin McDonagh, Oyuncular: Frances McDormand, Woody Harrelson, Sam Rockwell, Abbie Cornish… 2 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(01 Şubat 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Çürümüş Bir Toplumda Mutlu Olmak Mümkün mü

2017 yılının en iyi filmleri seçkimde ikinci sırada yer verdiğim ‘Sevgisiz / Nelyubov’ nihayet sinemalarda. Çağdaş Rus sinemasının en önemli isimlerinden Andrey Zvyagintsev’in çarpıcı dramasının açılışında, siyah fon üzerinde tek bir nota piyanodan tekrarlanırken, yükselen volüm tekinsizliğin ve kötüye doğru gidişin alametlerini iletir izleyiciye. Karlar içinde asırlık bir ağacın çıplak gövdesi belirir daha sonra perdede. Buz gibi soğukta bir orman gölünde sakin yüzen ördeklerin huzurunu hissederiz bir an için. Sonrasında birkaç ay öncesine dönerek hikâyeyi izlemeye başlarız. Bir okul binasına sabitlenir kamera. Birazdan zil çalacak ve çocuklar dağılacaktır. Sırtında çantası orman yolundan tek başına yürüyen Alyoşa eve dönmek için acele etmez. Zira Moskova’nın koyu gri sonbaharı kadar kasvet yüklüdür yuvası.

Boşanmış anne ve babası satışa çıkardıkları küçük banliyö dairesini zorunlu olarak paylaşmaktadır bir süreliğine. Bitmiş bir mutsuz evliliğin tüm kâbusu çökmüştür evin her köşesine. Hayalkırıklığı, kırgınlık, kin, öfke patlaması sarmıştır her yanı. Bağırış çağırış içerisinde birbirlerine olan nefretlerini haykıran Zhenya ile Boris yeni birer partner bulmuşlardır bile. Hayatlarında 12 yaşındaki çocuklarına yer yoktur artık. Kapı ardında herşeyi işiten Alyoşa sessiz gözyaşlarını akıtırken ebeveynleri yeni mutluluk arayışlarının peşinden sürüklenecektir.

Ertesi sabah okul için koşar adımlarla uzaklaşan Alyoşa eve bir daha geri dönmez. Sevgilileriyle birlikte olan anne baba, çocuklarının yokluğunu iki gün sonra okuldan gelen uyarıyla öğrenir. Zorlu hava koşullarında köşe bucak aranmaya başlar küçük Alyoşa. Eski karı kocanın zorunlu olarak biraraya geldiği bu süreç boyunca, karşılıklı öfke ve bezginlik giderek doruğa tırmanacaktır.

Usta yönetmen Zvyagintsev’in Sovyet sonrası düzenle hesaplaşması devam ediyor. Rus sinemacının ‘Yeni Rusya’ üzerine daha öfkeli bir politik söylem tutturduğu bir önceki başyapıtı ‘Leviathan’, mikro bir olaydan yola çıkarak Putin yönetiminin yozlaşmış kurumları üzerine tanıklığa dönüşüyordu. Büyümüş ve çürümüş ‘Devlet’i ‘dev bir balina iskeleti aracılığıyla görselleştirmişti günümüz Rusya’sındaki ahlaki ve hukuki çöküntüyü cesurca irdeleyen filminde. ‘Sevgisiz’ ile çürümüş, hayati kurumları ardı ardına işlevsiz hale gelmiş Rus toplumunu otopsi altına yatırıyor bir kez daha. Şiddetle, kavgayla yoğrulmuş bir toplumda mutlu olabilmenin imkansızlığı üzerinde duruyor.

Zhenya ‘ben bir canavar mıyım’ diye soruyor kendinden epeyce büyük sevgilisine bir sahnede. Geçtiğimiz Eylül ayında Adana Film Festivali sırasında yaptığımız görüşmede yönetmenin de altını çizdiği üzere, aslında kadın da, eski kocası da normal sıradan insanlar. Yakınlarına, komşu halklara karşı saldırgan nefret yüklü bir havayı solurken, gelecek ve hayatta kalma kaygısı para, mevki, başıboş bir özgürlüğe takılmış insanların huzurlu ve mutlu olabilmeleri mümkün müdür. Varlıklı ikinci bir eş, lüks içinde bir yaşam, alabildiğine özgür cinsellik ve ‘selfie’lerle idame ettirilmeye çalışılan bir hayat mutluluk getirecek midir. Boris’in hamile sevgilisiyle mutluluk illüzyonu ne kadar sürecektir. Komşu Ukraynalı kadının televizyondan yükselen çığlığına kayıtsız, Rus olimpiyat takımının eşofmanıyla lüks evin balkonunda yürüme bandına çıkmış Zhenya’nın kameraya diktiği gözlerinden mutluluk okunabilir mi. Oysa Alyoşa’yı ararken bir sahnede Boris’e ‘mutlu olmayı öylesine istemiştim ki’ itirafında bulunacaktır genç kadın. En başında korkunç annesinden sevgi görememiş, ondan kurtulmak için Boris’le evlenmiş, ancak dünyaya getirdiği kendi çocuğunu sevmeyi becerememiştir.

Koyu gri atmosferi, mükemmel sinematografisi ve yoğun hüznüyle son dönemin en iyi filmlerinden biri ‘Sevgisiz’. Yönetmenin yazar Oleg Negin ile 2007 yapımı ‘Sürgün’de başlayan dördüncü birlikteliği. Çok iyi yazılmış, yönetilmiş, oynanmış, başta ve sonda Evgueni ile Sacha Galperine ikilisinin piyanoda tek notaya dayalı yükselen çığlığı ’11 Cycles of E’ (Mi’nin 11 Döngüsü) ile boğazımıza düğümlenen kusursuz bir başyapıt.

Zvyagintsev hayatı boyunca ülkesinde yaşamış. Kendi dili dışında başka bir dil bilmiyor. Sorularımızı çevirmeni vasıtasıyla cevaplıyor. Hikâyesinin Moskova’da geçtiğini, ülkesinde gazetecilerin Alyoşa misali iz bırakmadan ortadan kaybolduğunu söylüyor. Ancak çağımızda sevgisizliğin ve çürümüşlüğün yalnızca Rusya ile sınırlı kalmadığının, anlattıklarının evrenselliğinin altını özenle çiziyor. Söylediklerine katılmamak mümkün değil.

(25 Ocak 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Savaş Bitse de Nefret Dinmiyor

Sıradan bir kişisel çatışma nasıl bir milli meseleye dönüşür? Ortadoğu’da geçiyorsa hikâyeniz, bir küçük kıvılcımın koca bir yangına dönüşmesi anlık bir hadise. Lübnanlı sinemacı Ziad Doueiri’nin halen ülkemizde gösterimi süren, geçtiğimiz yıl Venedik’te övgüyle karşılanmış ve festivalden, başrollerden birini oynayan Kamel El Basha’ya layık görülen en iyi erkek oyuncu ödülü ile dönmüş filmi ‘Hakaret / L’Insulte’, farklı din ve etnik gruptan iki adamın basit bir tartışma yüzünden birbirine girmesiyle başlıyor.

Oto tamircisi Tony Hanna ile inşaat ustası Yasser Salameh, bir tamirat yüzünden kavgaya tutuşuyor. Sağcı Hristiyan partisi sempatizanı Hanna, sokağında çalışan işçilerin üzerine su akıtan balkon giderine izni olmadan müdahale eden Filistinli mülteci Salameh’in onardığı boruyu paramparça ediyor. Buna hiddetlenen inşaat ustası, ‘aşağılık herif’ lafını patlatıyor. Yasser’in patronu ortalık karışmasın, kuzeydeki yeni mülteci kampı işini kaybetmeyelim endişesiyle araya giriyor. Filistinli işçinin kendisinden özür dilemesinde ısrarlıdır Tony. Önce itiraz eden Yasser, daha sonra işi büyütmemek adına gönülsüz de olsa Tony’nin garajına gidiyor. Hristiyan milis teşkilatının kurucusu eski devlet başkanlarından Beşir Cemayel’in garajdan yankılanan Filistinliler aleyhine kışkırtıcı konuşmalarının etkisindeki öfkeli Tony’nin ağzından ‘Ariel Şaron topunuzun kökünüzü kazısaydı keşke’ sözleri dökülünce, kimliğini ve halkının geçmişini hedef alan sözler karşısında hiddetlenen Yasser’den yumruğu yiyor. Mesele mahkemeye düşünce bütün ülke ayağa kalkıyor. Tony’nin tanınmış avukatı, davayı kazanmanın prestiji uğruna geçmişin yaralarını didikliyor. Medya olaydan yararlanmaya bakıyor. Politikacılar işin içine giriyor. Sokakta çatışmalar başlıyor.

‘Hakaret’ çarpıcı bir tarih dersi. Lübnan’da siyasetten hukuk sistemine uzanırken, derin bir sosyal eleştiri getiriyor. Hristiyan halk ile azınlıktaki Filistinliler arasındaki kanlı iç savaşın sona ermesinin üzerinden otuz yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, acılar tazeliğini koruyor, halklar birbirlerini düşman olarak görmeyi sürdürüyor. Bu açıdan Doueiri’nin hikâyesi ülkesinde yaşananların metaforuna, mahkeme salonu Lübnan toplumunun mikrokozmosuna dönüşüyor.

Anlaşmazlık öncesinde bile birbirlerine karşı ön yargılı ve kin besleyen bu iki adam kötü insanlar değiller oysa. Her ikisi de işçi sınıfına mensup (Yasser mühendislik eğitimi almasına rağmen mülteci olduğu için inşaat ustası olarak iş bulabilmiş), dürüst, onurlu, işini iyi yapan adamlar, iyi aile reisleri. Gel gör ki dinsel ayrılıklar ve yakın geçmişin acı anıları birlikte yaşamalarını engelliyor, savaş bitse de nefret dinmiyor.

Lübnanlı yönetmen, aynı topraklarda yaşayan iki halkın dertlerine adil bir biçimde yaklaşıyor. Her iki tarafın öfkesinin kaynaklarını açığa çıkarırken taraf tutmuyor. İki adamın kabaran erkeklik kibirlerini, eşlerinin sağduyulu yaklaşımıyla dengeliyor. Acılı tarihlerinin yükünü taşıyan iki yaralı ruhun geçmişin travmalarıyla yüzleşerek kendilerini iyileştirdiklerine tanık oluyoruz zorlu mahkeme süreci boyunca. Tony’nin arabası bozulan Yasser’in yardımına koşmadan edememesi, Yasser’in ettiği hakaret için içtenlikle özür dilemesi gibi çok insani anları içeriyor Doueri’nin filmi. Tony Hanna’ya hayat veren Adel Karam, komedi ve şov programlarıyla ülkesinin çok bilindik bir yüzü. Yasser Salameh’i yorumlayan Venedik’ten ödüllü Kamel El Basha ise Filistinli tanınmış oyun yazarı, yönetmen ve oyuncu. Soluk soluğa izlenen filmin ana aktörlerinden bir diğeri de Beyrut şehri. İstanbul’dan beter plansız kentleşmesi ve inşaat yığınıyla bu gayet iyi anlatılmış, soluk soluğa izlenen sosyal gerilim hikâyesine fon oluşturuyor Ortadoğu’nun bu güzel ve kaotik kenti.

(22 Ocak 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Filmlerden Yararlanmak

Uzun yıllar, en çok okuyanların sinemacılar olduğunu savundum, hatta o kadar ileri gittim ki, sinemacılar olmasa kitap satılmaz diyecek kadar… Kuşkusuz her yaştan ve her sektörden çok insan okuyor. Kendini geliştirmek, dünyada olan biteni kavramak, onlardan düşünce süzmek ve/veya mesleğinde ilerlemek için. Sinemacıların çok, çoktan da çok okuması gerekliliği (hatta zorunluluğu) okudukları üzerinden iş çıkartmalarıdır; okumazlarsa üretemezler. Buna en iyi örnek “yerli dizi yersiz uzun” dizilerdir. Nasıl yazsın senarist o kadar şeyi, kendini doldurmadan. Ancak ne okuyacak zamanı kalıyor ne de gücü… varsa yoksa yazıyor. Doğal olarak da kişilerin yüzleri aynı kalsa da karakterleri değişiyor. O kadar çok tekrar ediliyor ki (sadece tekrar gösterimler değil, konular da…) izleyici o bombardıman altında bir şey diyemiyor.

Önemli bir deneyim…

Görüntüleri okumak, (Çiçekler çelenk örsün başucunda, sevgili Ertan Yılmaz’ın çevirdiği “Film Okuma Kılavuzu” önemli bir kaynak ve başucu kitabı) katmanlarından ötürü hep bir ilerisini gerektirdiğinden keyifli ve heyecan vericidir. Sizin için şöyle olan bir başka izleyici için böyle bir anlam kazanabilir, oysa herkes aynı filmi izlemiştir, aynı insan yürüyordur mesela…

Onun için de sinema önemli bir deneyim alanıdır. Herkesin kendince bulduğundan daha farklı bulgular üretebilir doktorlar. Bunun bir diğer ucu da, doktorlarla birlikte yazılan senaryolarla bambaşka izlenimler elde edilebilir.

Kaynak kitap…

Zihnini vererek alabildiğine katılarak film (televizyon da olabilir kuşkusuz) izleyen biri belli bir iletişim içine girer. İnsan, izlediği filmdeki karakterlerle özdeşleştiği gibi kendisine rehber de edinebilir. Dolayısıyla bir film, diğer birçok araca (disipline) göre çok daha etkileyicidir. Anlaşılırlığı da artar. Kendinizden değer biçin.

Film izlemenin güzelliği

“Bir bütün olarak hayat, tıpkı film izlemeye benzer. Yalnız her seferinde, sanki esas film başlamış da siz on dakika sonra içeri girmişsiniz gibidir, hiç kimse size konuyu anlatmaz, ipuçlarına bakarak her şeyi kendiniz çözmek zorundasınızdır.” Terry Prachett’in kitapta da yer alan bu alıntısı, birçok şeyi anlatıyor aslında. Bilindiği üzere, film imaj yaratmaz, imajı yaratan öyküdür (kitaptır). Film, imajın imajıdır ve onun da bir imajı daha olamaz. Prachett’in dediği gibi ipuçlarından yola çıkmak ve anlamlandırmak zorundasınızdır. O zaman, hemen, bir kez daha vurgulayalım ki okumak belirleyicidir. Film o okumanın üzerine inşa edilir. İpuçları da ona göre belirir.

Bu noktada unutmadan, Bunuel’in, “Bir filmde bir şey iki defa görünüyorsa farklı bir anlamı vardır” sözünü hatırlatmalıyım. “Sinema ve Akıl Sağlığı”ndaki film çözümlemelerini okuduğunuzda bu sözün anlamını da içerdiği değeri de bir kez daha kabul edeceksiniz.

Eğitim aracı…

Kitapta örnek olarak ele alınan, çözümlenen filmler aslında birer eğitim aracıdır, bunun altını çizmek gerekir. Kuşkusuz çözümlemelerde sonuçlar farklı çıkacaktır, tartışma yaratacaktır. Sinemanın özünde yer alan bu tartışmacılık, gelişimin de yani film okumanın da ilk adımı olacaktır.

“Sinema ve Akıl Sağlığı” sadece sinema televizyon öğrencileri için değil, sadece o okullarda ders veren akademisyenler için de değil, özellikle pedagoji, psikoloji, parapsikoloji ve psikiyatri bilimiyle ilgilenenler için de bir ders kitabı. Ama benim için asıl önemli olan, sinema sevdalıları için gerçek bir kaynak. Asistanlığım süresince, “Ben olsaydım nasıl çekerdim” diye bakardım senaryoya, montajda kafamda çektiğimle pelikülün üstüne düşen görüntülerin anlamını karşılaştırırdım; öyle ya, yılların yönetmenlerinin bir bildiği vardı, ona göre çekiyorlardı. Daha da önemlisi bir adım sonrasını görüyorlardı. Bu kitap ile birlikte “Ben nasıl çözümledim” diye bakmaya başladım. Kitapta yer alan 16 bölüm -ki her bölüm bir başka psikopatolojiyi içeriyor- ve filmlerdeki ‘kahraman’ların yer aldığı film listeleri ile yanıtlamanız beklenen sorular bakış açınızı genişletecektir.

Sinema ve Akıl Sağlığı, Psikopatolojileri Anlamak İçin Filmlerden Yararlanmak, Danny Wedding – Ryan M. Niemiec, Kaknüs Yayınları, 2016, 825 s.

(15 Ocak 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Trabzon Uluslararası Film Festivali’nde “Mezarcı” filmindeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Ödülü kazanan Emre Altuğ’u sahneden indikten sonra durdurdum, “Emre, seni sinemamızın John Travolta’sı ilan ettim.” dedim. Gülümsedi, teşekkür etti. Sanıyorum hoşuna gitti. Bilmeyenlere açıklama yapayım: Yabancıların ünlü pop şarkıcısı John Travolta kemale erince sinema filmlerinde rol almaya başladı ve sinemaseverlerin de oldukça beğenisini kazandı. Malum, bizim Emre de şarkıcılıktan sinema oyunculuğuna geçiş yaptı. (Emre Altuğ’un şarkıcılık öncesinde Konservatuar mezunu oyuncu olduğunu sağolsun yorum yapan arkadaşlardan öğrendim. Faydalı bilgi olması nedeniyle buraya da ekledim.) (04 Eylül 2017)

Aslında efkârlanmanın da kişilere göre versiyonları var. Herkes aynı sözlere, şarkılara olaylara efkarlanmıyor. Misalen birisi “Huzurum kalmadı fani dünyada”yı duyunca kendini parçalıyor, bir başkası “Olmaz ilaç sine-i sad pareme”yi duyunca kederlere gark oluyor, bir diğeri Beethoven’ın 9. senfonisini duyunca ufuklara dalıyor. Tuhaf bir alemdeyiz vesselam. (04 Eylül 2017)

“Ne de olsa kışın sonu bahardır” demiş ozan. Niye ki? Kış da bu alemin bir rengi ve neşesi değil midir? Aynı zamanda “Ne de olsa yazın sonu da bahardır”, hazan mevsimi denilse de. (10 Eylül 2017)

“Bizim Büyük Çaresizliğimiz” 15 Nisan 2011’de gösterilmişti; “Bizim Küçük Günahlarımız” ise 17 Kasım 2017’de vizyona giriyor. (10 Eylül 2017)

Film festivalleri de iyice işin suyunu çıkarmaya başladı. Daha yayınlanmamış dergide röportaj yapanları davet edip, ömrünü sinemaya vermişleri unutuyorlar. 12 yıldır yayın yapan sinema sitesine bilgi göndermeyip festival zamanı iki satır yazan dünkü çocukları çağırıyorlar. Festivale onlarca kitap hazırlamış duayen yazarı kenar köşede misafir ederken, adı sanı bilinmeyenleri en lüks yerde ağırlıyorlar. Festivallere sinemaya ve sektöre gereken kişiler iştirak etmeli ve ettirilmeli. Yakında yoldan geçenleri de görmeye başlarız festivallerde. Basın gösterimlerinde çay-kahve içmekten başka bir iş yapmayanlar olduğu gibi. Beterin beteri de var: Festivalin birisinde yanımda oturan bayana “Siz nerede yazıyorsunuz?” diye sordum. “Ben basın değilim; açılış törenini sunan falancanın arkadaşıyım. ‘Benim yalnız canım sıkılır, sen de gel’ dedi, Almanya’dan geldim.” dedi. Bu dediğim zirve sayılır. Konuğun basınla ilgisi olmadığı gibi, sinemayla da hiç ilgisi yoktu. Bazen “Boşuna kürek çekiyoruz” diye düşündüğüm de oluyor fakat “Ne yaparsak kendimiz için yapıyoruz” diyerek teselli buluyorum. Arada sırada bilgi akışında sorun olsa da sadibey.com fazla ihmal edilmiyor. Ama sadibey.com’da 5 yıldır her hafta yazan bir arkadaşı davet etmeyip, sosyal medyada yazdıkları bir-iki satır üzerinden kendilerini yazar diye lanse edenleri davet eden festivallere de gücenmiyor değilim. Sektörü tanımıyorsanız yapmayın bu işi kardeşim. (15 Ekim 2017)

Bazı şeylerin değerinin parayla ölçülmesi mümkün değil. 40 yıl öncesi İstiklal caddesindeki Atlantik Büfe’nin şişte kızartılmış Sosisli Sandöviç’i, Demirören AVM.nin olduğu yerin Emek Sineması’na dönen köşesindeki büfenin Kır Pidesi, eski Emek Sineması… Geçmiş yılların ünlü bankeri Kastelli bence Harbiye Konak Sineması’nın ah’ı yüzünden battı. Parası çok olduğu zaman sinemayı satın aldı, bol dükkânlı pasaj (O zamanlar AVM modası başlamamıştı) haline getirmeye çalıştı ve battı. Grand Pera’yı da Emek Sineması’nın ah’ı batıracak. O mekânda özel gösterim, gala, vs. yapan filmleri bile etkiler bu ah. Şuraya yazdım, “Dediydi” dersiniz. (17 Ekim 2017)

Neymiş efendim, “Kar yolları kapamışmış, dere taşmışmış, köprüleri yıkmışmış.” Hayır efendim, haberlerini doğayı suçlar gibi sunma. Onbinlerce yıldır kar yağıyordu, dere şaldır şaldır akıyordu oralarda. Sen geldin, kar yağdığı yerlere, dere yanlarına yol, üzerlerine kelepçe gibi köprüler yaptın. Suç sende. (18 Ekim 2017)

Geçenlerde “Film festivalleri işin suyunu çıkardı” demiştim. Sinema sektörümüzün de onlardan aşağı kalır yanı yok. Reklam vermedikleri web sitesi sorumlusuna, reklam vermek istedikleri web sitesinin iletişim bilgilerini sordular. Onore olsam mı olmasam mı karar veremedim. Olayım mı? (18 Ekim 2017)

Tesadüflerin büyüsü: Sanıyorum 2 gün önce, sosyal medyadan “Sonbahar Mevsimi”nin adını “Sarı Çiğdem Mevsimi” olarak değiştirdiğimi yazmıştım. Sabah kalktım, basın gösterimine gitmeye hazırlanıyorum, WhatsApp’tan bir yer bildirimi mesajı geldi. Şu sıra Ukrayna gezisi devam etmekte olan kayınbiraderim gece Lviv’den başlayan tren yolculuğunun, aydınlanan gününün sabahında büyük bir ovanın ortasından geçerken mesaj atmış. Açtım, baktım ve “Unnamed Road civarındaymışsın” diye esprili bir cevap yazdım. Basın gösterimine gittim. Filmin tahminen ilk 80 dakikası tren yolculuğunda geçiyor. Birinci büyülü tesadüf bu. Filmin Avukat ve şair olan baş kadın kahramanı, yolculuk sonunda ziyaretine gittikleri, amansız hastalık yüzünden karamsarlığa kapılmış olan ve hayatını sonlandırmayı düşünen Yavuz’a “Bir Sarı Çiçeğin Hikâyesi”ni anlatıyor ve hikâyeyi “Adam bir daha sarı çiçeğin açtığını göremeyeceğini düşündü.” diye bitiriyor. Bu da ikinci büyülü tesadüf: Sarı Çiğdem. İşe yarar bir şey yapmak istiyorsanız Pelin Esmer’in “İşe Yarar Bir Şey”ini mutlaka görün. Film desem değil, şiir desem değil, hikâye desem o da değil. Yedinci Sanat dedikleri bu olsa gerek. (20 Ekim 2017)

(13 Ocak 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Basının Özgürlüğü mü, Hükümetin Güvenliği mi

Dünya sinemalarıyla eş zamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘The Post’, Steven Spielberg’in en hızlı tamamladığı projelerinden biri. Meselenin aciliyeti var çünkü. Film, 1971 yazında basının gündemine bomba gibi düşen ve kısaca ‘Pentagon Belgeleri’ davası olarak bilinen tarihi mücadelenin izini sürerken, günümüz ahvaline açık göndermeler yapıyor.

1966 yılından Vietnam görüntüleriyle açılıyor film. Savaşın göbeğinde rapor tutan askeri gözlemci Daniel Ellsberg’in uçakta dönemin Savunma Bakanı Robert McNamara ile görüşmesine şahit oluyoruz daha sonra. Başlangıcı ta 1945’lere dayanan, tam dört başkan eskitmiş Vietnam cephesinde, her gün onlarca zayiat verilmesine karşın değişen hiçbir şey yoktur. Bakanın basın mensuplarına ‘Savaşın her alanında ilerleme kaydediyoruz’ şeklindeki açıklamasının ardından kararını veriyor Ellsberg. McNamara’nın hazırlattığı, savaşın gidişatını belgeleyen ‘çok gizli’ nitelikli askeri dokümanın basına sızmasını sağlayacaktır. Belgelerden bir bölüm The New York Times’da yayınlanır önce. Nixon hükümetinin tehdidi ve federal yargıcın aldığı ihtiyati tedbir kararıyla yayın dizisi durdurulur.

Bu sansür hadisesinin hemen ardından, o dönemde daha küçük bir yerel gazete olan ‘The Washington Post’ muhabirine ulaştırılır belgelerin küçük bir bölümü, hem de (yanlış okumadınız) bir ayakkabı kutusunun içinde. Sonrasında Ellsberg ile temasa geçerek yedi bin sayfalık raporu elde eden The Post muhabirleri, Beyaz Saray’ın gazabı karşısında belgeleri yayınlamak ya da yayınlamamak arasında tarihi kararlarını vermek durumundadır.

‘The Post’ bu tarihi kararı verecek iki kişiyi odak noktasına alıyor. Amerika’nın ilk kadın gazete patronu Katherine (Kay) Graham ile The Post’un efsanevi editörü Ben Bradlee’den söz ediyorum. Kocasının intiharının ardından 45 yaşında gazetenin başına geçmiştir Kay. Sosyal yaşamda ve iş hayatında kadının geri planda durduğu bir dönemin ürünüdür. Yönetim Kurulu’ndaki tek kadın üye olarak tedirgindir. Patron olmasına karşın erkek danışmanlarının tavsiyelerine kulak kabartır. İlerlemiş yaşında başladığı yeni hayatına ve gazetecilik mesleğine tutkuyla bağlıdır oysa. Askeri sırların ifşa edilmesi meselesi onu huzursuz etmiştir gerçi. Ancak, sırf rezil olmaktan kaçınıldığı için gencecik çocukları ölüme yollanmasına ve ulusun yıllardır yalanlarla kandırılmasına göz yummayacaktır. McNamara ile yakın dostluğuna rağmen Bradlee’nin belgeleri yayınlama kararına onay vermeye kararlıdır.

‘The Post’ sinema tarihinin gazeteciliğe saygı niteliğindeki en önemli yapımlarından 1976 tarihli Alan J. Pakula filmi ‘Başkanın Tüm Adamları’nın (All President’s Men) öncülü niteliğinde. 1972 yılında patlak veren ve sonunda Richard Nixon’u koltuğundan eden ünlü Watergate skandalını konu ediniyordu bu film. ‘The Post’ bunun öncesinde yaşanan basın özgürlüğü mücadelesini gündeme getirirken, Pakula’nın erkekler arasında geçen filminde yer verilmemiş Graham portresini ön plana çıkarıyor. Hisselerini ilk kez halka arz ettiği dönemde kırılgan bir küçük gazete patronunun tüm varlığını riske atarak, hapse girmeyi dahi göze alarak, Amerikan Anayasası’nın birinci maddesinde yer alan basın ve ifade özgürlüğünü savunan ve cesur kararıyla kendisini gıptayla izleyen hemcinslerine örnek olmuş Kay Graham’da kariyerinin en parlak performanslarından birini ortaya koyuyor muhteşem Meryl Streep. Tom Hanks’in editör Bradlee’si, Pakula’nın filminin Oscarlı oyuncusu Jason Robards’ın yorumuna kıyasla daha kibar ve babacan, ancak etkileyici.

İlk senaryo taslağını kaleme alan Liz Hannah, Kay Graham’in Pulitzer ödüllü anı kitabı ‘Kişisel Tarih / Personal History’den yola çıkmış. Daha sonra, bir diğer çarpıcı gazetecilik hikayesini konu edinen 2016 yapımı ‘Spotlight’ filminin Oscar ödüllü yazarının işe dahil olmasıyla senaryo son halini almış. Değişmez çalışma arkadaşlarıyla bir kez daha biraraya gelmiş olan Spielberg’in filmi usta Janusz Kaminski’nin görüntüleri ve John Williams’ın bu politik gerilime çok yakışan müzik çalışmasıyla heyecanla izleniyor. Ann Roth’un kostümleri ve Rena DeAngelo’nun dönemin havasını bire bir yansıtan ve biz yıllanmış yazarlara yetmişli yıllarda çekilmiş bir film izleme hissini tattıran yapım tasarımına da hayran kalmamak elde değil. Ancak sonuçta önemli bir davanın filmi bu. 1971 ve 2017 sayıları arasındaki ironik benzerliğe dikkat çekiyor Spielberg. ‘Tweet atmak yerine derdimi bu filmle dile getiriyorum’ diyor bir söyleşisinde. Nixon devri ile Trump dönemi arasındaki paralelliklere dikkat çekiyor, basını yalan habercilikle suçlayan şimdiki başkanlarına bu filmiyle cevap verdiğini sözlerine ekliyor. ‘Devlet benim’ deme cüretinde bulunan bir diktatör heveslisiyle mücadelesi takdire değer yıllanmış sinemacının. Demokrasinin yalnızca dokuz harflik bir kelimeden ibaret olduğu, basını susturulmuş, hukuku ayaklar altına alınmış mazlum ülkelerin gazetecilerine sabır ve mücadele gücü versin diyelim bizler de.

(12 Ocak 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Van Gogh’dan Sevgilerle

2017’nin en özgün yapımlarından ‘Loving Vincent’ bizdeki gösterimini sürdürüyor. Sinema tarihinin muhtemelen biricik kalacak bu çılgın denemesinde, modern sanatın kurucusu Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un tanınmış eserlerinden yola çıkılmış ve filmin tüm kareleri yağlı boya resimlerden oluşturulmuş.

Henüz izlemeden insanı heyecanlandıran bir deneme bu. Hele bir de Van Gogh hayranıysanız. Yakınlarda Avrupa Film Akademisi’nce yılın en başarılı animasyonu seçilen çalışmanın ortak yönetmenlerinden Dorota Kobiela, Varşova Güzel Sanatlar Akademisi mezunu. Sinema endüstrisinin farklı alanlarında yapımcı, yazar ve görsel efekt uzmanı olarak çalışmış İngiliz Hugh Welchman ile birlikte soyunmuşlar bu zorlu çabaya. Film, yağlı boya resim eğitim sistemindeki üstünlüğü ile bilinen Polonya’da yapılmış. Polonya Film Enstitüsü’nün desteklediği yapımda 125 kadar klasik eğitim almış ressam çalışmış. Van Gogh’un izinde, tuval üzerine tamı tamamına 62.450 adet yağlı boya tablo çizilmiş. Onun ikonlaşmış portrelerinin fırça darbeleri bire bir taklit edilmiş.

Kobiela ve Welchman ikilisi sinema perdesinde daha önce üç kez izlediğimiz türden bir biyografik hikâye yerine, üstadın 37 yaşındaki ani ölümünün ardındaki sır perdesini aralamaya yönelik bir çabaya yönelmiş. Yaşamı boyunca kaleme aldığı uzun mektuplarıyla bilinen sanatçının sadık postacı dostu, onun ölümünden önce yazdığı mektubu kardeşi Theo’ya teslim etmesi için oğlu Armand Roulin’i görevlendiriyor. Genç adamın, Van Gogh’un izini takip ederek, en ünlü eserlerine ilham olmuş Paris’in güneyindeki Auvers-sur-Oise kasabasına olan yolculuğu ve orada karşılaştığı, sanatçının portreleriyle ölümsüzleşmiş yüzlerle yaptığı sohbetler filmin konusunu oluşturuyor. Sanatçının stilinde yapılmış yağlı boya resimler eşliğinde Yurttaş Kane tarzı ve Agatha Christie gizeminde bir soruşturmayı sürdürüyor genç Roulin. Sanatçının ayak izlerini takip ediyor, dostunu düşmanını tanıyor; boya tedarikçisi Père Tanguy’nin, doktor Gachet’nin, güzel Marguerite’in, onu sevgiyle anan Adeline’in, çiftçilerin çelişkili ifadeleri karşısında kafası karışıyor. Doktoru ile ilişkisinde bir Mozart-Salieri izleği duyumsuyoruz. Ancak sonuçta Vincent’in intihar edip etmediği sorusu bizler gibi onun için de yanıtlanamıyor.

Bu gizemli hikâye izleyiciyi 90 dakika uyanık tutmak için düşünülmüş belli. Sorular, tartışmalar ilginç kuşkusuz ancak heyecanı uzun süre diri tutacak kadar güçlü değil. Ama ne gam, filmin görsel büyüsüne kapılıp gidiyoruz. Müzelerde, kitaplarda statik olara görmeye alıştığımız resimlerin hareket etmesini ve sessiz portrelerin konuşmasını (Douglas Booth, Saoirse Ronan, Aidan Turner gibi ünlü oyuncular seslendirmiş) yadırgıyoruz önceleri. Hareketli Van Gogh manzaralarını da. Kısa bir süre sonra yaratıcı bir evrene dalıveriyoruz. Armand Roulin’in yolculuğu ve sohbetleri renkli, geçmişe dönük sahneler ise (yönetmenlerin deyişiyle, ardarda perdeye düşen Van Gogh canlılığındaki imajlar arasında ‘izleyicinin gözünü dinlendirmek maksadıyla’) siyah-beyaz olarak tasarlanmış.

Kobiela ile Welchman’ın yapıtı ‘hayatın her detayını olağanüstü bulan’ bir büyük sanatçının dünyasını derinlemesine solumamıza vesile oluyor. ‘Bizler resimlerimizle konuşuruz’ diyen üstada yakışır bir biçimde dertlerini ‘her karesi bir tablo’ filmleriyle anlatırken, Van Gogh’un yaşamı ve yapıtı üzerine yeni keşiflere çıkma arzumuzu harekete geçiriyorlar.

(04 Ocak 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Arif V 216

Bir şeyi başarmışsak, tutmuşsa, izleyicisi varsa, sonuna kadar götürüyoruz, ta ki sıkı(lı)ncaya kadar. Televizyonu etkileyen sinemanın dizilerle aynı yanlışta buluşmasını anlayamıyorum.

Bizim dizilerimizde her şey uzun, reklamlardan başka geliri olmayan diziler, daha çok reklam alabilmek için -televizyonun bir tanımının da “aptal kutusu” olduğunu unutmamalı bu arada- uzattıkça uzatıyorlar. Öyle ki karakterler bile değişiyor, bırakın tipleri…

Sinemanın bu akıma katılmayacağını düşünüyordum ama nedendir bilmiyorum, yerli yabancı birçok film uzun, hem de çok uzun. Sıkı bir montajın ardından zımba gibi olabilirler oysa. Eskiden seans süreleri vardı, esnediği için artık kimse 90 dakika çerçevesinde yapmıyor filmini…

Arif ile bir kez daha…

Cem Yılmaz, gerçekten çok başarılı filmi G.O.R.A’nın, A.R.O.G’dan sonraki devamını çekmiş: Arif V 216. Devam filmlerinin giderek ivme yitirdiğini, o keyfi vermediğini söylemeliyim hemen. G.O.R.A’da, hâlâ unutulmayan replikler, hatırlanan sahneler varken aynı şeyleri A.R.O.G’da bulamıyoruz. Ya daha uzun hazırlık süresi gerekiyor ya da yeni trükler bulmalı, yeni karakterler yaratmalı, yeni öyküler yazmalı… İzleyici, bir şey demese de fark ediyor, hissediyor.

Başarılı yapım

Arif V 216 gerek çekimi, gerek sahne düzeni, gerek kostümleri, gerekse oyuncuları açısından dört dörtlük ama öyküye gelince… Orada durun işte. Şu filmle veya bu sahneyle benzeşikliğinden söz etmiyorum, etkilenmeler, esinlenmeler, laf atmalar olabilir, olmalı da ama bir filmi kurtarmıyor bu toplamalar. Arif V 216, bizi 1969’lara götürüyor. O dönemin sosyal yaşamını, insan ilişkilerini, aile düzenini, şarkılarını sergiliyor. Peki, 216 bunun neresinde? Sahi, pek de gerekli gibi değil… Yani Cem Yılmaz’ın “İnsan olmak isteyen bir Pinokyo öyküsü gibi ve dostluk üzerine” sözleriyle özetlediği filmde, G.O.R.A’dan gelen 216 yapay kalıyor.

Film, inanıyorum ki, gişe yapacak, izleyici hemen her yerde konuşacak, müthiş mutlu olacak (yapımcı da, izleyici de). Ancak sinema açısından baktığımızda yetmeyecek tümü bir arada.

Sosyal ve kültürel bellek…

Filmde, Zeki Müren’den Ajda Pekkan’a, Sadri Alışık’tan Ayhan Işık’a geç 60’lar ve erken 70’lerin sosyokültürel yaşamını yeniden izliyoruz, o kültürü yeniden yaşıyoruz. O dönemi yaşamışlar, gülümseyerek bakarken, yeni kuşak “Vay be…” diyecektir, şaşkınlıkla. Biz izleyicilerin bildiği ama kendilerinin bilmediği birçok şarkı ve olayla o çelişkiyi yaşıyoruz. Çok güzel, çok da başarılı. Hele Zeki Müren’i çok sevdim. Tek kelime etmeden yaşayan Ajda ise aldı götürdü beni… Peki, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın ve hatta Filiz Akın… Uzun dediğim o… Paraşüt sahnesi de çıkarılsa film daha bir güçlenir, dirilir.

Toplumsal mesaj

Cem Yılmaz, önceki filmlerine bakarak daha çok toplumsal mesaj yüklemiş senaryosuna. Doğaçlama cümleler (bilmem ne kadardır) çok sıcak ve güçlü. Bağlı olarak mesaj da içinde yüklü kuşkusuz.

Cem Yılmaz, çok daha güçlü karakterler yaratabilir, çok daha sımsıcak film yapabilir, daha bir sarıp sarmalayabilir izleyiciyi. Çok şey mi bekliyorum Cem Yılmaz’dan? Çıtayı yüksek mi tuttum (ya da o mu yükseltti)? Daha çok yılı var önünde oysa… Oğuz Aral ama öncesinde Aziz Nesin, bu ülkede mizahın kaynaklarının tükenmeyeceğini söylemişti… Yeter ki şöyle bir başını kaldırsın Cem Yılmaz. Onda o cevher var. Daha iyisini, daha güzelini, daha komiğini bekliyoruz.

Arif V 216, Yönetmen: Kıvanç Baruönü, Oyuncular: Cem Yılmaz, Ozan Güven, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Ahu Yağtu, Çağlar Çorumlu, Özge Özberk, Can Yılmaz… 5 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(04 Ocak 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Acı da Haz da Yaşama Dair

70. Cannes Film Festivali’nin olay filmlerinden ‘Kalp Atışı Dakikada 120 / 120 Battements Par Minute’ (ya da kısaltılmış haliyle 120 BPM), doksanlı yılların başlarında dünyayı kasıp kavuran AIDS salgınına farkındalık yaratmak için Fransa’da faaliyete geçmiş ACT-UP’ın hikâyesi üzerine. 1987 yılında New York’ta Larry Kramer öncülüğünde temelleri atılmış olan ACT-UP Paris’in hedefi, hem toplumu öldürücü virüsten korunma yolları hakkında bilinçlendirmek, hem de hastalığa kayıtsızlığı konusunda Mitterand hükümetini eleştirmek, öte yandan ilaç şirketlerini mali çıkar gözetmeden araştırmalarını hızlandırmaları konusunda ikna etmektir.

HIV durumları ne olursa olsun, toplumun gözünde pozitif sayılmayı baştan kabul etmiş olan grup üyeleri, ‘su testisi su yolunda kırılır’ misali homofobik bakış açısıyla hastalığı, nefret ve ayrımcılığı alevlendirmek için kullanan bir düzene karşı yaşam mücadelesi vermektedir. ‘Umudun her türlüsüne varım’ sloganıyla yola çıkmıştır her biri. HIV genç yaşlarında örgütlü bir politik direnişte birleştirmiştir onları. Hükümet kaynaklı AFLS benzeri işlevsiz destek kuruluşlarının, kayıtsız ilaç şirketlerinin toplantıları basılır, direniş sokaklardaki gösterilerle sürer, liselerde cinsel ilişkiyle bulaşan virüsten korunma yöntemleri hakkında bilgilendirme çalışmaları yürütülür.

Aynı kişi farklı roller üstlenir grupta. Disiplinli bir tartışma ortamına sahne olan merkezlerinde ateşli politikacı tavırlı gençler, araştırmacı, hasta bakıcı, hemşire rollerine de talip olmuşlardır. Hayatta kalmak için mücadele ederken yaşamın kendisinden vazgeçmeye de niyetleri yoktur. Eğlenmeyi, aşık olmayı, gösteri yürüyüşünde yahut bir çatışmanın ortasında, ya da hararetli bir politik tartışmanın göbeğinde flört etmeyi unutmazlar. Ve böylece film, yoğun bir politik tartışmadan duygu yüklü şiirsel bir evrene doğru yelken açar.

‘120 BPM’ yönetmen Robin Campillo’nun üçüncü uzun metrajı. İlginç bilim-kurgu denemesi ‘Geri Döndüler / Les Revenants’ı sinemalarda, ‘Doğulu Çocuklar / Eastern Boys’u ise İKSV festivallerinden birinde izlemiştik. Fransız sinemacı özyaşamsal anılarından yola çıkmış bu kez. Bizzat aktif bir görev aldığı ACT-UP grubunun başrolde olduğu bir dönem panoraması çizmek istemiş. ‘Poustiyen bir tadı vardı filmin benim için’ diyor. ‘Bir dönemi ve anılarını filme aldığını, birlikte mücadele verdiği dostlarına saygı duruşunda bulunmak istediğini’ ifade ediyor söyleşisinde.

Campillo’nun adını Laurent Cantet filmlerinden de anımsıyoruz. Usta Fransız sinemacı Cantet’nin yıllar önce İstanbul Film Festivali’nde ilgimizi çekmiş olan ‘İş Yok Zaman Çok / L’Emploi du Temps’, ‘Güneye Doğru / Vers Le Sud’ ve de Cannes’dan Altın Palmiye’li ‘Sınıf / Entre Les Murs’ün senaryo yazarı ortağı kendisi. Özellikle ‘Sınıf’tan bildiğimiz belgeselci yaklaşımına son çalışmasında da tanıklık ediyoruz. Ancak coşkun politik söylemi ve yaşam dolu mizahıyla bir döneme tanıklık eden ‘120 BPM’ bir noktadan sonra, çok başarılı iki genç yetenek Buenos Aires doğumlu Nahuel Pérez Biscayart (Sean) ile Fransız Arnaud Valois’ın (Nathan) hayat verdikleri duygulu aşk hikâyesiyle zenginleşiyor. Trajedi ile kutlama, tartışma ve eylemle bedenlerin kutsanması iç içe geçiyor. Ve anlatısal olarak keskin manevralara sahip, sürprizlerle dolu bu dram, sadece geride kalmış bir döneme ayna tutan bir film olarak kalmayıp, örgütlü mücadele ve aktivizmin bugünü üzerine yaman sorular üreten bir belge niteliğine dönüşüyor.

(02 Ocak 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Kaderin Esiriyiz

Bir yıl daha gitti. 2017 yılı da giderken sinemamızdan birçok sevdiğimizi de aldı götürdü. 2017 yılında ilk kaybımız Yazar ve Senarist Refik Erduran oldu. 07 Ocak’ta kaybettiğimiz değerli yazar 1955 yılında kendi eserinden çekilen Gün Doğarken adlı filmin senaryosunu yazmış, Canavar Cafer adlı eseri de filme alınmıştı. Ocak ayında kaybettiğimiz ses sanatçısı Selma Ersöz, Dertli Gönüller filminin şarkılarını seslendirmişti. Işık ekibinde çalışan Ömer Ekmekçi filmlerde küçük rollerde de oynadı. 21 Ocak’ta kaybettiğimiz Ayberk Atilla, Karacaahmet’e defnedildi. Kısa Film Yönetmeni Alper Baloğlu memleketi Ordu’da hayatını kaybetti. Tiyatro oyuncusu olarak bilinen Engin Cezzar sinemada oyuncu, yönetmen ve yapımcı olarak eser verdi. Yener Çakmak, İsmet Uluer, Ali Ateş, Ocak ayının aramızdan aldığı yönetmen, oyuncu ve kamera arkası çalışanlarımızdı. Ocak ayı sinemamızın üretken yönetmenlerinden Melih Gülgen’in de aramızdan ayrıldığı ay oldu.

Yapım Koordinatörü Pınar Odabaş Altuğ, TV programlarıyla tanınan Oyuncu ve Görüntü Yönetmeni Tayfun Talipoğlu, Oyuncu Nimet Alp, Nurhan Nur, Orhan Kurt, Mart ayının aramızdan aldıkları arasına katıldı. Hababam Sınıfı’nın Güdük Necmi’si Halit Akçatepe 31 Mart’ta aramızdan ayrılarak Hababam’ın Kalem Şakir’i Tarık Akan’a kavuştu. Nisan 2017, oyunculuk da yapan ses sanatçısı Handan Kara, Prodüksiyon Amiri Berk Bengü, Yönetmen Yardımcısı Ergün Işıldar ve sevilen oyuncu Bülent Kayabaş’ı aramızdan aldı.

Fono Film’in kurucusu Ercan Okan, 02 Mayıs’ta, Oyuncu Süer İzat, 11 Mayıs’ta vefat etti. Tiyatro, Dizi Oyuncusu ve Seslendirme Sanatçısı Payidar Tüfekçioğlu, Çengelköy’de toprağa verildi. TÜRVAK Sinema Müzesi Müdürü Erol Şenel de Mayıs ayında kaybettiğimiz değerlerdendi. Günümüzdeki dağıtım şirketlerinin olmadığı zamanlarda Ankara ve civarına yabancı film dağıtan Yaşar Sadık Özdemir, 28 Mayıs’ta vefat etti ve Ankara’da toprağa verildi. Sinema sektöründe Avukat olarak hizmet veren Faik Tümer Ökten ve yerli sinemamızda Yunus Emre denildiğinde bizim kuşağın aklına ilk gelen isim olan Hakan Balamir aynı ay içinde defnedildi.

2017 Temmuz ayı sinema sektörümüz için çok acımasız davrandı ve Çizgi Romancı, Karikatürist ve Senarist Galip Tekin’le başladığı acımasızlığı sinemamızın unutulmaz karakter oyuncusu Fikret Hakan, Yönetmen Utku Çelik, Oyuncu – Yapımcı Nusret Özkaya, Ses Sanatçısı – Müzisyen Harun Kolçak, sinemamızın en akılda kalan Şoför Nebahat’ı Sezer Sezin, Işık Şefi ve Oyuncu İbrahim Sabuncu’yu aramızdan alarak bu acımasızlığını sürdürdü.

Ağustos ayı da Temmuz’dan aşağı kalmadı ve Grafik Tasarımcısı Tuğrul Süer, Oyuncu Seyfettin Karadayı, Ayşe Berun Goriça, sinemamızın asi çocuğu Kuzey Vargın, birkaç filmde oyuncu olarak beyazperdeye gelen unutulmaz Spiker Mesut Mertcan, bir dönem sinema yazarlarının abisi, genç yaşta aramızdan ayrılan Tamer Baran, Senarist – Oyuncu Erdoğan Avcı, ünlü çocuk kitapları yazarı Muzaffer İzgü, genç yaşta bir cinayete kurban giden erkek güzeli Vatan Şaşmaz, Manken – Oyuncu Filiz Aker ve Oyuncu Ahmet Çetin’i ebediyete intikal ettirdi.

Eylül’de vefat eden ve tek filmle sinemada da kendi sevdiren John Nyambi, Oyuncu – Yapımcı Atalay Özçakır yurtdışında toprağa verildiler. Sinemamızın Yeşilçam döneminin önemli yan oyuncularından Tevfik Şen, 02 Ekim’de aramızdan ayrıldı. Belgeselci Barbro Karabuda, 07 Ekim’de, Seslendirme Sanatçısı ve Oyuncu Gülen Kıpçak, 11 Ekim’de hayata veda etti. Besteleriyle filmlerimize duygu katan Necdet Yaşar, 24 Ekim’de, unutulmaz Kalipso Kralı Metin Ersoy, 29 Ekim’de vefat etti.

Oyuncu Cem Korkmaz, Kasım ayının aramızdan aldığı ilk oyuncumuz oldu ve Bursa’da toprağa verildi. Set İşçisi ve Figüran Kemal Sağlam da Kasım ayında bu dünyadan ayrıldı. Haldun Dormen’le birlikte yaptığı sinema programlarıyla beyazperde ile bağ kuran ve daha sonra oyunculuk ve yönetmenlik yapan Kemal Uzun yılın menfur cinayete kurban giden ikinci sanatçısı oldu. Birçok unutulmaz şarkıya hayat veren Ali Tekintüre ve yine sinemamızın Yeşilçam dönemi oyuncularından Günay Güner, 2017 Aralık ayının bizlerden kopardığı değerlerimiz oldu. 29 Aralık’ta hayatını kaybeden Mustafa Mayadağ, yönettiği Klip ve Belgeselleriyle belleğimizde yerini aldı. 2017’nin aramızdan son kopardığı değerli oyuncu Ayşe Selen, Şişli Camii’nden ebedi istirahatgâhı olan Feriköy Mezarlığı’na defnedildi. Tüm sevdiklerimize Tanrıdan rahmet, kederli ailelerine sabırlar dileriz. Onları hiç unutmayacağız.

(01 Ocak 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sarışının Adı Var Esmerin Tadı Var

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sinemacılardan rica: 7 gişenizden 1 tanesi açıkken ve kuyrukta 10-15 sinemasever beklemekteyken gişe elemanınıza popcorn menüsü satışı için dil döktürmeyin.
Sinemaseverlerden rica: 7 gişeden 1 tanesi açıkken ve kuyrukta 10-15 sinemasever beklemekteyken “Yerim F5, yok yok D8, olmadı K15 olsun” diyerek işin suyunu çıkarmayın.
Sinemacılardan bir rica daha: 7 gişeniz varsa en az 2 tanesini açık tutun. Birisinden geç seansların biletlerini, diğerinden hemen başlayacak filmin biletlerini satın. Hani marketlerde Jet Kasa uygulaması var ya onun gibi. Jet Gişe uygulaması yapın.
Kendimden rica: Popcorn menüsü satışı reklamlarını ve yer seçiminde kararsız davranan seyirciyi 15 dakika bekleyeceğine git paranı at yarışına yatır, para kazanamasan da zaman kazanırsın. En az 2 saat. (01 Eylül 2017)

“Bir tam buğday ekmek, iki poğaça” dedim ve “Kaç para?” diye ekledim. “6 lira” dedi. “7 lira versem olur mu?” dedim. Önce ne diyeceğini bilemedi, bekledi, düşündü. “6 lira yeter abi.” dedi. Gülüştük. Müşteriler genelde aldıkları malın fiyatını düşürmeye çalışır ya, ben yükselttiğim için şaşırdı herhalde. (02 Eylül 2017)

Eski Türkiye’de kumbara ve tasarruf alışkanlığı vardı; Yeni Türkiye’de kredi kartı ve gelecekten harcama modası var. (04 Eylül 2017)

Skiper balık avlanma yasağının 01 Eylül’de kalktığı haberini okuyor; balıkçıların teknelerine atlayıp engin sulara açıldıklarını, ağlarını dökmeye ve avlanmaya başladıklarını ballandıra ballandıra anlatıyor. Keza geçtiğimiz aylarda Karadeniz altını, fındık hasadının başladığını haberciler vasıtasıyla duymayan kalmamıştı. Artık tüm yıl sinemalarda yeni vizyon filmleri izleyebiliyoruz ama şu kadar yıldır Eylül aylarında TV.lerin ana haber bültenlerinde “Sinema sezonu başladı, yeni ve güzel filmler izleyeceğiz” gibi ortalığı ayağa kaldıran haberler dinlemedik. Ne bileyim uzun bayram tatilleri olduğunda hemen “Turizmciler yaşadı, restoranlar tıka basa dolacak” vs. gibi haberler duyuyoruz. Arada sırada “Sinemacılar bayram tatiline bomba gibi filmlerle giriyor, salonlar koşun”, “Okullar tatil oldu, haydi çocuklar sinemaya” gibi haberler de yapın heeey sinemanın çocuğu TV kanalları. (04 Eylül 2017)

Bakın size bir soru: Elma, kiraz, badem, sırma, zeytin, kor, kömür, kalem kelimelerinin ortak özelliği nedir? Bilen 10 kişiye e-posta ile imzasız fotoğrafımı göndereceğim. Hadi bakalım yağdırın cevapları. Bilen olmazsa bir sonraki paylaşımda cevabını yazarım. (02 Eylül 2017)

Bir önceki paylaşımda “Elma, kiraz, badem, sırma, zeytin, kor, kömür, kalem” kelimelerinin ortak özelliği nedir?” diye sormuş ve “bilen olmazsa bir sonraki paylaşımda cevabını yazarım.” demiştim. Bilen olduğu için cevabı yazmıyorum.
(Hadi yine dayanamadım yazayım bari: Bu kelimelerin tümü erkek milletinin sevgiliyi tarif etmekte kullandığı kelimelerdir. “Elma yanaklı, kiraz dudaklı, sırma saçlı, kalem kaşlı” şeklinde tarif edilir. Gözler kalbin aynası olduğu için tek benzetme yetmez, “badem, zeytin, kömür” kelimeleriyle tarif edilir. “Kor” ise Münir Nurettin Selçuk’un “Endülüs’te Raks” adlı şarkısında, “Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli” şeklinde geçiyor.) (Bu soru – cevaplı paylaşımın ilhamını az önce Nesrin Sipahi’nin söylediği yukarıda bahsi geçen şarkıdan aldım.) (02 Eylül 2017)

Ziya Paşa mı söylemişti? Şöyle: “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” Sadi Paşa olarak günümüz kamuoyuna hatırlatayım. Sosyal medyada yazılanlardan üzerinize alındığınız olursa Paşanın bu sözünü paylaşın. Söz yerine ulaşır. Paylaşan rahatlar, anlayan anlar fekat rencide olmaz. Ne şiş yanar ne kebap. (03 Eylül 2017)

Bazen kendime “Sinema tutkusuna fazla mı esir oldum” diye soruyorum. Sonra çevreme bakıyorum. Birisi Beşiktaş’ın 1957 yılında falanca lig maçının 85. dakikasında golü filanca futbolcunun attığını ballandıra ballandıra anlatıyor. Diğeri Marmara’nın feşmekanca sularında Çinekop’un bol olduğunu, Palamut’u yakalamak için şöyle misina, böyle iğne kullanılması gerektiğini mutlu mutlu ifade ediyor. O zaman “Eee” diyorum, biz fanatik sinemaseverlerin de sohbete “Marilyn Monroe’nun sarışının adı var”ından “Penelope Cruz’un esmerin tadı var”ına, Rock Hudson’un özel meraklarından, Angelina Jolie – Brad Pitt çiftinin her renkten çocukları evlat edinmelerine geçerek sohbet etmemizi normal bulu veriyorum. (04 Eylül 2017)

“Yarası olan gocunur” da, “Gocusu olan yaranır” mı? (03 Eylül 2017)

Ajda Pekkan’ın “Kimler geldi, kimler geçti” şarkısının adını son yıllardaki film dağıtım şirketlerine uyguladığımda şöyle bir sonuç çıkıyor:
Kimler geldi: TME Films (The Moments Entertainment adını kısaltması iyi oldu), FFD Film (Feature Film Distribition adını kısaltması iyi oldu), CGV Mars Dağıtım (CGV’nin açılımını merak ediyorum doğrusu / İnsanoğlu böyledir, kısaltmayı takdir eder, kısanın da açılımını öğrenmek ister), Başka Sinema, MC Film, Derin Film, Orak Film.
Kimler geçti: Tiglon Film, Medyavizyon Film, A & P Filmcilik, UNP Filmcilik, Belge Film, M3 Film, 35 mm Filmcilik, Duka Film, Roll Caption.
Gidenlere de gelenlere de selam olsun.
Geçen yıl sonuna kadar yağmur gibi yabancı film ithal eden Calinos Films’e de selam olsun. Tesbit edebildiğim kadarıyla 30 Aralık 2016 tarihinde vizyona sunduğu “Şeytanın Oğlu” (Incarnate) adlı filmden sonra herhangi bir filmi sinemalarımıza uğramadı.
(Şirket adları rastgele sıralandı.) (04 Eylül 2017)

“Kardeşim Benim 2” filminin PR.cısı arkadaşlara teşekkür ederim, sağolsunlar filmin teaser afişini IMDb.ye kadar ulaştırmışlar. İndirdim. (04 Eylül 2017)

(30 Aralık 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

2017’den Benim Seçtiklerim

Bir seneyi daha geride bırakmaya hazırlanıyoruz. Sinema sezonu yıl bitiminde sona ermiyor kuşkusuz, ancak her yazardan geleneksel bir değerlendirme ve en iyiler listesi vermesi beklenir. 2017 yılı içinde izlediğim ve duygusal olarak en çok etkilendiğim 10 filmi aşağıdaki şekilde toparladım.

1- Buğday

Semih Kaplanoğlu’nun üç ayrı kıtada farklı mekânlarda çekip kurguladığı geniş bütçeli filmi, sinemacının dünyanın gidişatına dair kaygıları ve umuda yolculuğu üzerine. Kaosun yaşanmakta olduğu yeryüzüne dair bir bilim-kurgu hikâyesi olarak başlayan filminde bugünü anlatmaya çalıştığını ifade ediyor Kaplanoğlu. İlahi ile bilimsel alanın hep birarada olduğunu savunurken, bilim-kurgu ile tasavvuf ilmini ustaca bağdaştırıyor.

2- Beden ve Ruh / Teströl És Lélékröl

Deneyimli Macar sinemacı Ildiko Enyedi’nin 19 yıl aradan sonra çektiği 67. Berlin Film Festivali’nin Altın Ayı ödüllü yapımı, mizahın eksik olmadığı büyülü gerçeklik tadı taşıyan nefis bir sevda öyküsü. Beklemedikleri bir aşk ile baş etmenin şaşkınlığını yaşayan iki yalnız ruhun aykırı aşk hikayesinde mükemmel oyuncu performansları göz dolduruyor.

3- Sevgisiz / Nelyubov

Çağımızın önde gelen yaratıcılarından Andrei Zvyagintsev ‘Elena’ ve ‘Leviathan’ın ardından çağdaş Rus toplumunu bir kez daha otopsi masasına yatırmış. Usta sinemacı, adaletsizlikle, kavgayla ve sevgisizlikle yoğrulmuş bir toplumun portresini çizmeyi sürdürüyor. Ülkemizde festivallerde izlenen filmin yaygın gösterimi Ocak 2018’e ertelendi.

4- Umudun Öteki Yüzü / Toivon Tuolla Puolen

Absürd tonlarda gezinen kendine özgü gülmeyen mizahıyla Aki Kaurismäki’yi ne kadar özlemişiz. Finlandiyalı usta sinemacı bir kez daha çağımızın en yakıcı meselesi olan mülteci sorununa eğilirken duygu sömürüsüne kalkışmadığı gibi, olan biteni Kuzey Avrupalılara özgü mesafeli bir tavırla aktarmayı seçiyor. Nefes aldıkça umut vardır misali insanlığa, insani dayanışmaya dair umudunu hiç yitirmiyor.

5- Mutlu Son / Happy End

Büyük usta Michael Haneke’nin son filmi de mülteci meselesi üzerinden ilerliyor. Etkileyici bir mutsuz Avrupa tablosu çizerken, iletişim teknolojisinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği ve mahrem alanların hızla işgal edildiği çağımızda insan hayatının nasıl da giderek çölleştiği, yalnızlık ve mutsuzluk meselesinin nasıl da tavan yaptığına dair yaman çelişkiyi gözler önüne seriyor.

6- Ana, Sevgilim / Ana, Mon Amour

Romanya Yeni Dalgası’nın temsilcilerinden Calin Peter Netzer, ‘Çocuk Pozu’ndan sonra çektiği yeni filminde bir kara sevda öyküsü anlatıyor. Genç bir çiftin uzun yıllara dayanan sorunlu ilişkisini psikanalize geniş yer açan bir senaryo vasıtasıyla ele alan, dinamik el kamerası, Berlin’den ödüllü yaman kurgusu ve doğal oyunculuklarıyla gönlümüze yerleşen bir film bu.

7- Zama

‘Bataklık’ ve ‘Başsız Kadın’ ile hayranlığımızı kazanmış olan Arjantinli sinemacı Lucrecia Martel imzalı edebi uyarlama, 18. yüzyılın Paraguay sömürgesinde görevli İspanyol yetkili Diego de Zama’nın ailesinin özlemiyle umarsızca tayinini beklediği çileli yıllarını ve deliliğe adım adım evrilişini büyüleyici bir sinema diliyle anlatıyor.

8- Benim Mutlu Ailem / Chemi Bednieri Ojakhi

‘Hayatın Baharı’nın yönetmenleri Nana Ekvtimisvili ve Simon Grass imzalı Gürcistan yapımı film, 25 yıllık evli edebiyat öğretmeni kadının, anne-babası, kocası, iki yetişkin çocuğu ve damadıyla birlikte yaşadığı üç odalı evini terk ederek tek başına bir eve çıkma kararı alışı üzerinden ilerliyor. ‘Bizim aile, mutlu aile’ klişelerini ters yüz eden yapısıyla yılın en ilgiye değer çalışmalarından biri.

9- Dunkırk

Adını İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren mucizevi tahliyeden alan Christopher Nolan imzalı yapım, yaratıcısının da altını çizdiği gibi konvansiyonel bir savaş filmi değil. Farklı zaman dilimlerinde geçen olayların kurgu marifetiyle şimdiki zamanda birleştiği İngiliz asıllı sinemacının bu en kişisel çalışmasında, Dunkirk sahilinde yaşanan ölüm kalım mücadelesi üzerine deneysel bir seyir hedeflenmiş.

10- Hayalet Hikâyesi / Personal Shopper

Fransız sinemacı Olivier Assayas, Cannes’dan en iyi yönetmen ödüllü sıra dışı çalışmasında, gotik hayalet öyküsünü çağdaş elektronik alışkanlıklarla harmanlamış. Yabancılaşma ve kimlik arayışı üzerine kafa yoran, beden ile ruh arasındaki huzursuz ilişkiyi kurcalayan film, maddi dünya ile ruhlar dünyası arasındaki kişisel yolculuğun ilginç bir tasviri.

(25 Aralık 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Yitik Umutların Peşinde

Sinemanın ihtiyar delikanlısı Woody Allen, hayli ilerlemiş yaşına rağmen her yıl bir film çekme geleneğini sürdürüyor. Bu hafta sonu bizde de gösterime giren son çalışması ‘Dönme Dolap / Wonder Wheel’, 1950’lerin Coney Adası’nda bir lunaparkın hareketli ortamında kaderleri kesişen karakterlerin hikâyesini anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde yazar olabilmek umuduyla büyük kente kapağı atmış, hayatını kazanmak için plajda cankurtaranlık yapan Mickey (Justin Timberlake) ile açılıyor film. Tanınmış bir oyun yazarı olabilme hayaliyle yanıp tutuşan genç adam kameraya doğru bakarak, (Woody’nin sözcüsü sıfatıyla) ‘melodramlardan ve ağdalı kişiliklerden haz aldığını’ aktarıyor bizlere. O dönemin oyunlarında ya da filmlerinde oldukça sık rastladığımız karakterler bunlar. Hevesli Mickey, Eugene O’Neill hayranı. Kendinden yaşça büyük Ginny (Kate Winslet) ile flörtü olsa olsa oyunlarına ilham verecek bir yaz macerasıdır onun için.

Lunapark’ın atlıkarınca operatörlüğünü yapan Humpty’nin (Jim Belushi) karısı olan Ginny tam da Woody’ye uygun bir dram karakteri olarak öne çıkıyor. Yakında kırkına basacak olan feleğin çemberinden geçmiş kadın, yitik umutlarının peşinde genç adamın kollarına sığınmıştır. Lunapark’ın içindeki atış poligonun hemen üzerindeki gürültülü dairede yaşar dangul dungul kocasıyla. Yeşil gözlerine vurulduğu davulcu ilk kocası küçük oğluyla bırakıp gitmiştir O’nu. Bu terk edilişte kendi ihanetinin payı olduğunu da açıklayacaktır dürüstlükle. Gösteri dünyasında bir rol kapabilmek için uğraşıp didindiği yıllar çok gerilerde kalmıştır artık. Bir midye lokantasında garson olarak ömür tüketirken genç yazar adayının ilgisi onun yeniden düşler kurmasına neden olur. Ta ki, Humpty’nin gangster kocasından kaçarak baba evine sığınan kızının (Juno Temple) Mickey’nin ilgi alanına girmesine kadar…

Coney Adası’nın tüm parıltısına, eğlence parkının rengarenk atmosferine tezat bir biçimde, Woody’nin son dönemde çektiği en hüzünlü filmlerden biri ‘Dönme Dolap’. Tennessee Williams’ın ünlü oyunu ‘Arzu Tramvayı’ndan (A Streetcar Named Desire) yola çıkmış ‘Blue Jasmine’in ardından dramatik bir kadın karakteri merkeze almış yine. Ginny’nin koyu dramı Bertolucci’nin görüntü yönetmeni usta Vittorio Storario’nun benzersiz renk düzenlemeleriyle akıyor perdeden. Kariyerinin en parlak kompozisyonlarından birinde döktüren Winslet’in ilk evliliğinin ve oyunculuk hayallerinin çöküşünün öyküsünü dile getirdiği (Zeki Demirkubuz’un pek seveceği) uzun monologunda üstadın kamerası oyuncunun yüzünden ayrılmıyor; Ginny’nin hikâyesine, ay ışığında okyanusun koyu mavi ışıltısı eşlik ediyor. Coney kaldırımlarının parlak sarı ışıkları, Ginny’nin mutsuz yatağına yansıyan kırmızı neon lambaları, günbatımının turuncusu son mutluluğun peşindeki Ginny’nin dramına fon oluşturuyor. Woody’nin bir mizah unsuru olarak kurguladığı Ginny’nin 10 yaşındaki kundakçı oğlunun sebep olduğu alevler, son tahlilde genç kadının sönmemiş tutkularının son kıvılcımları olarak metaforik bir anlam kazanıyor.

82 yaşındaki Woody, başrollerinde ‘Beni Adınla Çağır / Call Me By Your Name’ filmiyle yıl sonu ödül listelerinin gündemine oturan Amerikalı genç oyuncu Timothée Chalamet ile Jude Law ve Elle Fanning gibi tanınmış isimlerin yer aldığı yeni filmi ‘New York’ta Yağmurlu Bir Gün / A Rainy Day In New York’un çekimlerini tamamlamak üzere bugünlerde. Ne diyelim, Allah uzun ömürler ve çalışma gücü versin ihtiyar delikanlıya…

(23 Aralık 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Manifesto

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Nokta deyip geçmeyin; bir nokta çok şey değiştirir. Kulaktan dolma türkücüysen türkünün “Evvelim sen oldun, ahirim sensin” dizesini, “Evvelim sen oldun, ahırım sensin” olarak söylersen rezil oldun gittin demektir. Pos, pala, kaytan, burma bıyıkların bile yiğitliğe geri döndüremez seni. (24 Ağustos 2017)

“Görkem var, organizasyon sıfır.” (Vallahi atasözü gibi oldu; aferim bana.) (26 Ağustos 2017)

Bakın size bir öneri: Bir şekilde çaresini bulup horon oynayan ekiplerin enerjisinden elektrik üretmeli. (Nasıl ama, müthiş bir öneri değil mi?) (26 Ağustos 2017)

Trabzon Avşar Sinemaları adını içinde bulunduğu AVM.den alıyor ve Varlıbaş Avşar Sinemaları diye anılıyor. Lara Sinemaları adını üzerinde bulunduğu Saray Çarşısı’ndan alıyor ve Lara Sinemaları diye anılıyor. Şimdi bendeniz de bu cümlede bir tuhaflık olduğunu seziyorum. “Lara adını Saray Çarşısı’ndan alıyor da nasıl Lara oluyor” diyebilirsiniz. Şöyle oluyor: Sinemanın adı daha önce Saray Sineması’ymış, bölünme modası sonrasında bölünüp, yenilenince adı Lara’ya dönüşmüş. Hemen arkasındaki sokakta bulunan Royal Sinemaları da dünyaya Konak Sineması olarak gelmiş, o da bölünme modası sonrasında yenilenince Royal olmuş. Konak deyip geçmeyin, bir zamanlar bu sinemanın bir kardeşi Samsun’da, diğer bir kardeşi de İstanbul Harbiye’deydi. Samsun’dakini görmedim ama Harbiye’deki Konak Sineması’nda bir sürü güzel film izlemiştim. Her üç sinema da bir zamanların efsane ithalatçısı Konak Film’in sinemalarıydı. Hatırladığım kadarıyla Konak Film daha sonra Başaranlar Film’e dönüştü. (30 Ağustos 2017)

Festivaller sarsılıyor: 2016 yılı film festivalleri için uğursuz bir yıl olarak hatırlanacak. Yıl içinde 2. Uluslararası Edirne Film Festivali yapılamadı, bu yıl da 9. aya gireceğiz Edirne’den çıt yok. Keza Malatya Uluslararası Film Festivali de 2016 yılında yapılamadı, Köyceğiz Kaunos Altın Aslan Türk Filmleri Festivali yapılamadı, SineMardin Uluslararası Film Festivali yapılamadı. Köyceğiz ile Mardin’in 10. festivalleri 2015 yılında yapılmıştı. Köyceğiz 11. festivalini geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız gerçekleştirdi, ne basının ne basmayının haberi oldu. Neyse ki önümüzdeki günlerde gerçekleştirilmesi planlanan 11. SineMardin Uluslararası Mardin Film Festivali sesli sedalı çalışmaya başladı, bir ressama yaptırdığı festival afişini sosyal medyada dolaşıma sundu. 2017’nin uğursuzluğu da ülkemizin önde gelen film festivallerine nazar değmesi oldu. Uluslararası Antalya Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nı kaldırarak 53 yıllık geçmişini karaladı. Uluslararası Adana Film Festivali de tecrübeli kadrosunu feshetti. Yeni kadro sosyal medyaya yüklendi, her gün facebook’ta olsun, twitter’da olsun yağmur gibi paylaşımlar yapıyor ama ülkemizin ünsüz sinema sitesi sadibey.com’un varlığından haberi yok. Özet olarak başa dönesek: Festivaller sarsılıyor. (30 Ağustos 2017)

Sezen Aksu, “Manifesto” adlı şarkısının ilhamını Cate Blanchett’in 13 ayrı karakteri canlandırdığı “Manifesto” filminden mi almış? Şarkının adını sormuyorum, o belli de, klipte kliktan kliğa girdiğini görünce sorayım dedim: Sezen Aksu “Manifesto”nun ilhamını “Manifesto”dan mı almış? Başına taç konduruyor kraliçe oluyor, omuzuna kürk atıyor hayvansever oluyor, bıyık takıyor erkek oluyor, kafasına çiçekten çelenk koyuyor hippi oluyor, erkek şapkası takıyor vatman oluyor, vs., vs., (31 Ağustos 2017)

Atalarımız zamanında hakikaten güzel sözler söylemişler, bunlardan “beterin beteri var, haline şükret dostum”a basın toplantılarından bir örnek vereyim. Fi tarihinde, Uluslararası Antalya Film Festivali’nin İstanbul basın toplantısına katılanların sadece 8-10 tanesini tanıdığımı yazmıştım. Az önce internette, yeni kültür bakanımızın İstanbul’da medyanın kültür ve sanat bölümü mensuplarıyla geçen ay yaptığı toplantının fotoğrafına rastladım. Gözlüksüz baktım, gözlükle baktım, bilgisayar ekranına burnumu sokup baktım, yandan baktım, üstten baktım, inan olsun o kadar medya kültür sanat elemanından sadece 1 (yazıyla bir) tanesini tanıyabildim. Valla, billa, iki gözüm yerinde dursun ki doğru söylüyorum. (31 Ağustos 2017)

Yeni Türkiye’nin mucizelerinden birisi de şans oyunları vasıtasıyla zengin olma ihtimalimizin artmış olması. Benim gençliğimde bildiğim kadarıyla sadece Milli Piyango vardı, çekerek zengin olmaya çalışıyorduk. Sonra hayatımıza Spor Toto girdi, doldurarak zengin olmaya çalıştık. Maşallah günümüze baktığımızda şansımız bir hayli yükseldi. Eski şans oyunlarına İddaaa eklendi, Şans Topu eklendi, Sayısal Loto eklendi. Ömrümüz vefa ederse olacağız netekim. (31 Ağustos 2017)

Bir “Planlasan Böyle Olmaz” Hikâyesi: İlk bir iki gün sorun olmadı, yarışma filmlerini izledik. Sonra nereden ve nasıl çıktıysa “jüri filmleri kendi başına izlemeli” raconu arz-ı endam etti. Neyse ki ulaşımda “jüri servis arabasına kendi başına biner” diye bir racon kesilmediğinden 3. gün sinemaya birlikte gittik. Gruptan ayrıldım, yaklaşık 2-2,5 saatlik zaman aralığından sonra yine birlikte yemeğe gidilmesi planlandı. O zaman aralığında bir film izleyeyim dedim. Festival filmi denk getiremeyince 16:18’de sinemanın gişesine dayandım. Dernek kartımı gösterip müdürden onay alana kadar 2 dakika geçti mi, geçti. 16:20’de gişedeki kızdan, “Belalı Tanık” (Hitman’s Bodyuguard) filmi için bilet vermesini rica ettim. Gösterimin 10 dakika önce başladığından bahisle bilet veremeyeceğini söyledi. Sağ çaprazımdaki diğer filmlerin seanslarına baktım. Allah’ın lütfu mudur nedir, zaman aralığına sadece “Cumali Ceber”in seansı denk geliyordu. “Cumali Becer”in 16:40’daki seansına bilet aldım. O biletle 16:25’te, yani 15 dakika gecikmeli olarak “Belalı Tanık” filmine girdim mi girdim. Filmin sonuna doğru, yaklaşık 15 dakika kala, zırt bir mesaj: “Hocam neredesiniz, yemeğe gidiyoruz.” Çıktım mecburen. Yemeğe gittik. Yedik. Dolayısıyla hayatımda ilk defa başından 15, sonundan 15 dakikasını izleyemediğim bir filmim oldu. Bir başka facebook paylaşımında da, yine festival programını denk getiremeyince ticari gösterimdeki “Dangal” filminin ilk yarısını bir gün, ikinci yarısını başka bir gün izlemek zorunda kaldığımı yazarım mı, yazarım. (Bu paylaşımın gerçek hayattaki kişi ve kuruluşlarla ilgisi yoktur. Benzerlikler bulunursa tesadüfidir.) (01 Eylül 2017)

(18 Aralık 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Türk Sinemasının Sessiz Yıllarını Dinlemek İster misiniz?

Sinemaseverler, sinema tarihiyle ilgilenenler ve özellikle sessiz dönem Türk sinemasına merak duyanlar, Yapı Kredi Kültür Sanat’ta kaçırmamanız gereken bir söyleşi var: Türk Sinemasının Sessiz Yılları.

Söyleşi 15 Aralık Cuma günü, Yapı Kredi Kültür Sanat – Loca’da yapılacak. Konuşmacılar sinema yazarları Burçak Evren ile Barış Saydam ve Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi (1895-1922) adlı kitabı bu yıl Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Ali Özuyar.

Söyleşide Türk sinemasının Osmanlı’da başlayıp Cumhuriyet’in kuruluşuna dek süren sessiz yılları konuşulacak. Özuyar’ın titiz bir arşiv çalışması ve tarih metodolojisine dayanarak dört başlık altında (İstibdat Dönemi, II. Meşrutiyet Dönemi, I. Dünya Savaşı Yılları, Mütareke ve İşgal Yılları) incelediği bu “sessiz yıllar”da sinemanın dönemin siyasi, iktisadi ve sosyokültürel koşullarından nasıl etkilendiği tartışılacak.

Söyleşiye pek çoğu ilk kez yayımlanan belgeler, fotoğraflar ve sessiz dönem Türk filmlerinden kısa parçalar eşlik edecek.

Türk sinemasının çok bilinmeyen sessiz yıllarının konuşulacağı etkinlik Kültür Tarihi Konuşmaları kapsamında gerçekleştiriliyor.

15 Aralık 2017 Cuma
Kültür Tarihi Konuşmaları
Türk Sinemasının Sessiz Yılları
Yer: Yapı Kredi Kültür Sanat – Loca
Saat: 18:30
Konuşmacılar: Ali Özuyar, Burçak Evren, Barış Saydam

Ali Özuyar

1971 yılında Bergama’da doğdu. 1996’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Tarih bölümünden mezun oldu. Siyah-Beyaz Gazetesi’nde film eleştirmenliğiyle başlayan yazı hayatını Antrakt, Sinema, Pencere, Popüler Tarih, Toplumsal Tarih, Sinematürk ve Cinemascope dergilerinde Türk Sineması’nın ilk yıllarına ilişkin birçok makalesiyle sürdürdü.

Sinemanın Osmanlıca Serüveni (1996), Babıâli’de Sinema (2004), Devlet-i Aliyye’de Sinema (2007), Modern Tarihin İlk Sivil Esir Kampı – Knockaloe ve Meçhul Türkler (2008), Faşizmin Etkisinde Türkiye’de Sinema (1939-1945) (2011), Türk Sinema Tarihinden Fragmanlar (2013), Sessiz Dönem Türk Sinema Antolojisi (1895-1928) (2015) ve Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi (1895-1922) (2017) adlı kitapları yayımlandı.

TRT’nin Genç Sinemacılar projesi kapsamında Bir Cinnet-i Aşk Cinayeti (2003) adlı bir kısa film çekti. 2011 yılında Mahur Özmen ile birlikte Adalet Oyunu adlı ilk sinema filmini çekti.

Yönetmen Filmografisi:
Adalet Oyunu – 2009 / Ali Özuyar, Mahur Özmen
(1. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, Askıda Hukuk ve İnsan Hakları Bölümü, Gösterim. 2011)

Kısa Filmleri:

– Kısa Metraj Üzerine Bir Film – 11′

– Bir Cinnet-i Aşk Cinayeti – 2003
(15. Ankara Film Festivali, Ulusal Kısa Film Yarışması, Finalist. 2003)

(13 Aralık 2017)

Serpil Boydak

[email protected]