Kategori arşivi: Yazılar

Çakal

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sinemamızda üçleme denildiğinde ilk akla gelen Lütfi Ömer Akad’ın “Gelin” – “Düğün” – “Diyet” üçlemesidir. Her biri farklı yönetmen tarafından çekilse de Mehmet Bahadır Er’in “Kara Köpekler Havlarken”, Aydın Bulut’un “Başka Semtin Çocukları” ve Erhan Kozan’ın “Çakal” adlı filmlerini de hep üçleme gibi algılarım. Talip Karamahmutoğlu’nun Osman Şahin’in bir hikâyesinden uyarladığı ve 04 Ağustos’ta vizyona gireceği uzun zamandır bilinen “Mezarcı”; Temmuz ayında çekimlerine başlanacağı açıklanan komedi filmi “Cenaze İşleri” ve 03 Kasım’da gösterime gireceği açıklanan “Mezarlık” isimli filmlerin adlarına bakınca sinemamız farklı bir üçlemeye daha kavuşuyor diyebiliriz. “Mezarcı”nın başrolünde sinema oyunculuğuna iyiden iyiye alışan ünlü pop şarkıcımız Emre Altuğ, “Mezarlık” filminin başrolünde ise Tolga Karaçelik’in “Sarmaşık” filminin efsane gölge adamı Seyithan Özdemir oynuyor. Bu arada Emre Altuğ da sinemamızın John Travolta’sı mı oluyor nedir? Onu da belirtmiş olayım. (29 Haziran 2017)

29 Aralık’ta gösterime girecek olan, “The Greatest Showman” orijinal adlı filmin “Muhteşem Showman” olarak belirlenen Türkçe adını okuyunca bir an film adıyla “Muhteşem Süleyman”a nazire mi yapmışlar diye düşünmeden edemedim. Şaka tabi. “Muhteşem Showman”in başrollerini Hugh Jackman, Michelle Williams, Zac Efron ve Zendaya paylaşıyor. (30 Haziran 2017)

Türk kahvesi içiminde yüzyılın yeniliği: Kahveyi bundan böyle sade, orta şekerli, şekerli değil, valla’lı içmeye başladım. Valla’lı kahvenin icat edilişinin hikâyesi şöyledir: Hanım, sağ olsun keyfi yerindeyse bendenize yemeklerden sonra orta şekerli kahve yapar. Az önce de yaptı, bir fırt çekince yüzümü buruşturdum. “Bunda hiç şeker yoook” diye şikâyet edince, hanım gayet mütevazı bir sakinlikle “Valla koydum.” dedi. Valla’lı kahvenin icat edilişinin hikâyesi budur, kurukahveciler kapmadan hemen patent hakkını alayım bari. (01 Temmuz 2017)

“Son bir-iki senedir neredeyse hemen her filmde karşımıza çıkan Fırat Tanış’ın yabancı versiyonu kimdir?” diye sorarsanız Michael Fassbender derim. Fırat Tanış’ı önümüzdeki günlerde “Bir Brüksel Hadisesi” olarak lanse edilen “Kiki ile Miki Alatura”da izleyeceğiz; Fassbender ise “300 Spartalı”da bile oynamış, daha yeni farkettim. (01 Temmuz 2017)

Bugün, hayvanlarla diyaloğumu biraz daha geliştirdiğimi fark ettim. Havuzda yüzerken kedinin birisi geldi, doğrudan bana bakarak “Meyavvv, meyavvv” demeye başladı. İnsanoğlunun başına ne gelirse meraktan geliyor ya, ben de meraklandım, “Ne var beyavvv” diye soruverdim. Açıklama “Çabuuuk çık, çabuuuk çık” diye ağaç dallarının arasındaki kumrudan geldi, havuzdan çıktım. Bu vesileyle kedilerin Trakya şivesine sempati duyduğu kanaatim de güçlendi. (02 Temmuz 2017)

Futbol Kardeşliği: 28. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü kazanan “Genco”nun yönetmeni Diyarbakır’lı sinemacı Ali Kemal Çınar ile ödül töreni gecesinin bir önceki gecesi verilen yemekte tesadüfen yan yana oturmuş ve sohbet etmiştik. Sohbetin başında “Adın bir zamanların ünlü Trabzonspor’lu futbolcusu Ali Kemal’i hatırlatıyor” demiş ve “Seninle her konuşan söze mutlaka benim dediğim gibi başlıyordur, çünkü o zamanlar Ali Kemal Türkiye’nin gözdesiydi çok sevilirdi” diye eklemiştim. Ali Kemal Çınar hemen beni doğruladı, sağındaki birkaç kişinin ötesinde, benimle aynı yaşlarda bir arkadaşı işaret ederek, “O beyefendi de aynı şeyleri söyledi az önce,” dedi ve memnuniyetini hissettiren bir yüz ifadesiyle ekledi: “Babam futbolu çok severdi. Ben doğduğum zaman Trabzonspor’lu Ali Kemal’e aşırı derecede hayranmış, o nedenle bana da Ali Kemal adını vermiş.” dedi. Bu bahsettiğim olay Eski Türkiye’nin 1975’li yıllarına rastlıyor. Oysa Yeni Türkiye’nin 2015 yılında, Diyarbakırspor takımın Amedspor ismini aldıktan sonra hedef gösterilmesi, Türkiye Futbol Federasyonu tarafından verilen cezalar ve Amedspor üzerindeki baskılar “Yeşil Kırmızı” adlı bir belgesel filme konu olabiliyor. Nereden nereye? “Genco”, 07 Temmuz’da Başka Sinema dağıtımıyla vizyona giriyor. (03 Temmuz 2017)

Sinemaseverlerin Ali Kundilli olarak tanıdığı Cem Gelinoğlu’nun çekimleri “Şanssız Adam” olarak başlayan son filminin adı “Şansımı Seveyim” olarak değiştirilmiş. Filmin yeni adını sevmedim. (03 Temmuz 2017)

Bazen öyle tesadüfler oluyor. “Durak” adlı yerli filmle, “Çırak” adlı yabancı film aynı hafta, 14 Temmuz’da vizyona giriyor. Emre Konuk’un yönettiği yerli “Çırak” filminin ise vizyon tarihi henüz belirlenemedi. Diğer Emre, Emre Altuğ’un başrolünü oynadığı “Durak” filminin vizyona gireceğini duyuran basın bültenin hemen arkasından gelen ikinci basın bülteninde ise yine Emre Altuğ’un başrolünü oynadığı “Mezarcı” filminin ikinci klibinin de yayınlandığı duyuruluyordu. Hakikaten bazen böyle ilginç tesadüfler oluyor. Bodrum’da sahile yakın, ayaklarım yere basarak yüzmeye çalışıyorum. O sırada üç genç sahilden bota binip ilerideki tekneye doğru hareketleniyorlar. Yanımdan geçerlerken öylesine bakıyorum; teknedeki gençlerden birisi birden “Merhaba Sadi Bey” diyor. Dikkatlice bakınca genç ve başarılı yönetmenlerimizden biri olduğunu görüyorum. Daha sonraki bir gün sağlık ocağından ilâçlarımı alıyorum; o sıcakta çarşıya minibüsle değil de yürüyerek gideceğim tutuyor. Labirent gibi yan sokaklardan dalıp yokuş aşağı yürüyorum. Daha genişçe bir sokağa gelince sola, sahile doğru yönleniyorum. Bakıyorum küçük bir cafenin kapısının üzerinde bir ilan: “25 – 26 Haziran’da Selçuk Ural sizlerle.” Tam, “Vah vah, bir zamanların çok ünlü Selçuk Ural’ı bayramı Bodrum’da ara sokaktaki küçük bir cafede geçirmiş.” diye hayıflanırken -ki Selçuk Ural’ın oyuncu olarak rol aldığı 6 adet sinema filmi de vardır- cafenin yanındaki otelden bir başka yönetmen arkadaş çıkıyor. Alıcı gözüyle bakmasam geçip gideceğim. “Ooo” diyerek onunla da öpüşüp, bir müddet yürüyoruz. Tabi ki o müddette de ayak üstü sinemayı kurtarmaya çalışıyoruz. Yani karada, havada, denizde, her zaman ve her yerde faaliyetimiz sürüyor. Kurtaracağız inşallah. (Son rastlaştığım yönetmen arkadaşın 3-4 yıl önce çekimlerini bitirdiği filminin nihayet Cinemaximum Art House salonlarında gösterilebilme imkânı doğmuş. Birlikte sevindik.) (03 Temmuz 2017)

(14 Ağustos 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Yönetmenin Kafa Karışıklığı

Fransız sinemasının gözde yönetmenlerindendir Arnaud Desplechin. Cannes Film Festivali seçicileri pek sever kendisini. Mumyalanmış kesik bir başın gizemli öyküsü çerçevesinde gelişen 1992 yapımı ilk uzun metrajı ‘Nöbetçi / La Sentinelle’den başlayarak filmleri tam beş kez Cannes’ın yarışmalı bölümlerine seçildi. Bizde pek tanınmıyor. İlginç filmografisinden 2004’te Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ‘Krallar ve Kraliçe / Rois et Reine’ ile 2008 yapımı ‘Bir Noel Masalı / Un Conte de Noël’i İKSV festivallerinden hatırlıyoruz. Fransız psikiyatrist ve antropolog Georges Devereux ile Kızılderili kökenli Jimmy Picard’ın doktor-hasta ilişkisiyle başlayıp dostluğa dönüşen gerçek psikoterapi deneyimi üzerine kurulmuş, İngilizce çektiği 2013 yapımı ‘Düş ve Gerçek / Jimmy P.’ ülkemizde daha önce vizyona girmiş tek filmi.

Fransızların anlı şanlı IDHEC (yeni adıyla La Fémis) sinema okulundan mezun sinemacı, ünlü oyuncu / yönetmen Mathieu Amalric’e alter egosu olarak yer verdiği yapıtlarında, yedinci sanatın ölümsüz yaratıcılarından aldığı esinlerle kaleme aldığı özyaşamsal öykülerinde yaşamın anlamını, aile ilişkilerini, ölüm meselesini sorgular. Geçtiğimiz Mayıs ayında 70. Cannes Film Festivali’nin açılışını yapmış ve bizde de gösterimini sürdüren son çalışması ‘İsmail’in Hayaletleri / Les Fantômes d’Ismaël’in ana karakteri, adını ‘Krallar ve Kraliçe’de canlandırdığı uyumsuz Ismaël Vuillard’dan ödünç almış ellili yaşlarına yaklaşan bir film yönetmeni. Bu dokuzuncu sinema filminde, Alain Resnais etkisinin baskın olduğundan söz ediyor Desplechin bir söyleşisinde. ‘Providence’ın amansız hastalığa mahkûm karısını yitirmiş yaşlı yazarının gerçeküstü kabuslarının yerini İsmail’in yaratım sancıları almış bu defa. John Gielgud misali yazlık evine kapanmış Amalric, Fransız bürokrasisi ve dış siyaseti ile ince ince dalgasını geçtiği bir casusluk öyküsü etrafında gezinen sinemaya dönüş filminin senaryosu ile boğuşmaktadır.

Bu sancılı süreç boyunca geçmişiyle hesaplaşıyor yönetmen İsmail. Yirmi küsur yıl önce kayıplara karışmasının ardından öldüğü kabul edilmiş eski eşi Carlotta’nın (Marion Cotillard), yeni aşkı Sylvia (Charlotte Gainsbourg) ile birlikte kaldığı sahil evinde ansızın belirivermesi işleri daha da karıştırıyor. Fransız sinemasının alamet-i farikası haline gelmiş bir aşk üçgeni fantezisiyle oyalanıyoruz bir süre. İki güçlü kadın oyuncunun performansları, Cotillard’ın ilerleyen yaşına rağmen diri güzelliği, hele Bob Dylan şarkısı ‘Baby, It Ain’t Me’ eşliğinde çekici dansına yoğunlaşıyor dikkatimiz.

Gerçek ile düş arasında gidip gelmeye alışmaya çalışırken, gizemli bir melodramdan, Tacikistan’dan Prag’a atlayan casusluk hikâyesine, oradan yönetmenin yaratıcılık krizine çark eden bir tür çorbası içinde buluyoruz kendimizi. Biraz Bergman, bolca Hitchcock esintileri devreye giriyor. ‘Vertigo’nun derin etkisi buram buram hissediliyor. Cotillard’ın duvarda asılı yirmili yaşlardaki portresinde ‘Rebecca’nın izlerini buluyoruz. Gregoire Hetzel’in tekinsiz tınıları (Hitchcock filmlerinin ses bandında imzası olan) Bernard Hermann ezgilerini anımsatıyor.

Geriye dönüşler ve çeşitli yan öyküler eşliğinde kendi geçmişiyle hesaplaşmak için yola çıkıyor Desplechin. Altı bataklık olduğu için suyun her daim pis aktığı, insanları kirli ve çirkin (yönetmenin sözleri bunlar) doğup büyüdüğü Kuzey Fransa’daki Roubaix kenti de bundan nasibini alıyor. Karmaşık projesini savunurken, ızdırap yüklü geçmişini sıkıştırılmış nesnelerden oluşan soyut resmine taşımış Amerikalı ressam Jackson Pollock’dan bile dem vuruyor filmin bir yerinde. Ama ana karakteri İsmail gibi yoğun kafa karışıklığından muzdarip Desplechin. Dolambaçlı anlatımını, mirasçısı olduğu Yeni Dalgacılar ya da ustası Resnais gibi toparlayamadığı için, düşünceler ve türler labirentinde kaybolmaktan kurtulamıyor.

(09 Ağustos 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Park Chan Wook Usulü Erotik Gerilim

Aşağıdaki yazı filmin vizyona girmesi üzerine, daha önce yazılan “Hizmetçi, İstanbul Modern’de Gösteriliyor” başlıklı yazının yeniden elden geçirilmiş versiyonudur.

Güney Kore sinemasının usta sinemacısı Park Chan Wook bir Hollywood arası verdikten sonra kendi topraklarına dönüş yaptığı ve geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali ana seçkisi dahilinde dünya prömiyerini yapmış son çalışması ‘Hizmetçi / Agassi’ sansür engelini aşarak bu haftadan itibaren bizde de gösterime giriyor. Bilindik estetize tavrıyla Hitchcock etkili korku gerilim türünün temel unsurlarını ustaca kaynaştıran ‘Lanetli Kan / Stoker’ ile yadellerde başarılı bir sınav vermiş olan Chan-wook, bu kez Galli yazar Sarah Waters’ın 2002’de yayımlanmış ‘Fingersmith’ romanını kaynak almış. Bizde Everest Yayınları’ndan ‘Ustaparmak’ adıyla çıkmış olan bu çok satan eser, şehvet, entrika, intikam ve cinsel gerilimle örülü göz alıcı bir hikâye sunuyor.

Kraliçe Viktorya döneminde geçen özgün metin, başta Dickens olmak üzere dönemin tanınmış yazarlarının yapıtlarından esintiler taşır. Waters’ın romanında ‘Oliver Twist’ geleneğinin izinde arka sokaklarda yaşayan yoksullar tekinsizdir, ancak sosyo-ekonomik düzeyi yüksek sınıf mensupları da kötücül duygulardan bir o kadar nasibini almıştır. Romanın olay örgüsüne, özellikle başlarda, hayli sadık kalarak yola çıkan Chan-wook, zaman ve mekânı 1930’lu yıllar Kore’sine naklederek işe başlıyor. Dönem Kore’nin Japonya işgali altında olduğu yıllardır. Öykünün ana karakterlerinden sokaklardan gelmiş Koreli Sookee, kendini çevresine Japon soylusu olarak yutturmuş dolandırıcı Kont Fujiwara’nın oyununun bir parçası olarak, görkemli bir malikanede eniştesinin koruyuculuğu altında hapis hayatı süren Lady Hideko’nun hizmetçisi olarak işe başlar. Öyle ki hizmetçi kız, sahte kontun zengin Japon hanımefendisinin gönlünü çalmasına yardımcı olacak, kendi payını aldıktan sonra ortadan kaybolacaktır. Lakin işler beklendiği gibi gitmez. Öykünün ilerleyen bölümlerinde entrika entrikaya karışır, karakterler arasında beklenmedik gönül ilişkileri doğar.

30’lu yıllar Kore için hayli karmaşık bir dönem. Keskin sınıf farklılıklarının ötesinde, ülke sömürge haline düşmüş durumda. Geleneksel yaşam tarzının yanısıra yeni yüzyıl ilerledikçe modernitenin benimsenmeye başladığı yıllar bunlar. Lady Hideko’nun yaşadığı malikanenin Batı ve Japon tarzlarını ustaca kaynaştıran eklektik mimarisi, dönemin özelliklerini yansıtmak açısından çok belirleyici bir örnek. Hideko’nun yatak odası Batı usulü döşenmişken, hemen yanıbaşındaki hizmetçi odası tipik Japon tarzını koruyor. Bir diğer örnek olarak evin kitaplığını gösterebiliriz. Dış cephe geleneksel Japon mimarisi özelliğini korurken, iç mekânda Batı tarzı devasa bir kütüphane yer alıyor. Aynı mekân ‘tatami’ adı verilen Japon minderleri ve Japon usulü minyatür bahçe süslemeleriyle bezenmiş. Böylece mekanın Viktoryen kasveti, ferahlatıcı Japon minyatürleriyle dengelenmiş. Bu noktada filmin ‘sanat yönetimi’ alanında Cannes’da kazanmış olduğu ödülü sonuna kadar hakettiğinin altını çizmemiz gerekiyor.

Mekândaki tezatlar metin örgüsünde de bol bol mevcut. Film de roman gibi üç ayrı bölümden oluşuyor. Her bölümü ayrı bir karakterin bakış açısıyla izliyoruz. Farklı perspektiflerden akan hikâyeyi yakın planlar ve çarpıcı kamera hareketleriyle aktarıyor yönetmen. Bu melez yapıyı müzik kullanımında da sürdürüyor. Jo Yeong-Wook’un özgün müziğini, Mozart ve Rameau’dan ödünç ezgilerle çeşitlendiriyor.Film beklenmedik sürprizlerle dolu bir seyir sunuyor izleyicisine. İşte bu seyir keyfini bozmamak için öykünün gidişatı ve dönüm noktaları hakkında fazlaca bilgi vermekten kaçınıyorum. Özetle söylemek gerekirse, 2,5 saatlik saatlik süresini ustaca kullanan, soluk soluğa izlenen bir yapım ‘Hizmetçi’. Erkek egemen bir toplumda iki genç kadın arasında filizlenen romans, eril evrene meydan okuyan başdöndürücü erotizmi ucuza kaçmadan parlak bir estetizm içinde aktaran Chan-Wook, mükemmel oyuncu performanslarından büyük destek alıyor, ‘Oldboy’ ile sinemasına gönül vermiş hayranlarını ise finaldeki sadistik intikam sekansıyla selamlıyor.

(09 Ağustos 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

The Butler: Başkanların Hizmetkârı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Film festivallerinin yapılacağı tarihler genelde yumurta kapıya gelince açıklanır. Maşallah 14. Akbank Kısa Film Festivali bu konuda alışılmışın dışına çıktı ve 2018 yılında yapacağı festivalini 19 – 29 Mart 2018 tarihleri arasına yerleştirdi. İyi de yaptı. Her ne kadar bazı festivaller bilhassa tarihlerini çakıştırsa da festival tarihi önceden açıklanırsa aynı zaman aralığında benzer festival yapılmasının önüne geçilir. Böylece konuyla ilgilenen sanatçıları ve meraklı insanları oradan oraya koşuşturmamış olursunuz. Netekim Antalya Film Festivali’nin yapıldığı geleneksel Ekim ayına -buçukları saymazsak- 3 ay kaldı ancak içinde bulunduğumuz 2017 yılı festivalinin hangi tarihler arasında yapılacağı veya yapılmayacağı henüz açıklanmadı. (23 Haziran 2017)

Sabah sabah, 04:14’te Havabus’a bindim, şoför mahallinin hemen arkasındaki makamıma kuruldum. O sıra bir vatandaş kafasını kapıdan soktu, “Ne zaman kalkacak abi?” diye sordu. “Dolarsa hemen” diye cevap veren şoföre sabah soğukluğu niyetine “Sterlin’se ne zaman?” diye bu sefer ben sordum. Çok soğuk geldi herhalde ki şoför arkadaş hiç tepki vermedi. Belki de duymamıştır veya espri anlayışımız ayrı telden çalıyordur, ne bileyim. (22 Haziran 2017)

Bazı film festivalleri birkaç yıl yapıldıktan sonra yok olup gidiyor. Sessiz sedasız sahadan çekilmektense son yaptığınız festivalde bunun son olduğunu belirtin ki yarın öbür gün memleketin film festivalleri tarihi yazıldığında “Şu tarihte başladı, şu kadar yıl yapıldı, şu tarihte sonlandırıldı” diye not düşülsün. Festivalin bir daha yapılmayacağı açıklanmazsa önceki yıllarda yapılanların saygınlığı da zedeleniyor gibime geliyor. Nitekim dergicilik alanında Penguen Dergisi yayınına son vereceğini 4 sayı önce açıkladı ve hüzünle karışık takdir bile topladı. Yani netice olarak ünlü şairimiz Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”nde “Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten / Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten” dediği gibi izzet ü ikbal ile çekilin kenara. (23 Haziran 2017)

Gemileri karadan yürüten bir ırkın ahvadıydık, (*) denizlere kazık çakan bir ırkın ahfadına dönüştük maşallah. Üsküdar’a gider iken, denize bakan tarafından geçilmesini isteseydi, Kuşkonmaz Camii’ni daha geriye yapardı Mimar Sinan.
(*) Geç kaldın Çokyiğit Coşkun; tereddüt edince TDK Sözlüğü’ne baktım kelimenin doğrusu “ahfadıydık” imiş. (22 Haziran 2017)

Peşpeşe film festivallerinden bahsetmişken bu yıl kısa film festivallerinde bir ilki yaşadığımızı da belirtmekte fayda var. Merkezi Fransa’da olan ve 30 ülke, 90 şehirde aynı anda gerçekleşen 19 yıllık bir geçmişe sahip Uluslararası Çok Kısa Filmler Festivali’nin ülkemiz ayağı ilk kez geçen yıl Antalya Sinema Derneği tarafından yapılmıştı. Bu yıl yine aynı dernek, aynı festivali, kapsamını genişleterek 3 şehirde, Antalya, İstanbul ve Ankara’da organize etti. Festivalin İzmir ayağı ise Hezarfen Film Galeri tarafından gerçekleştirildi. Aynı isimli festivalin iki ayrı kuruluş tarafından düzenlenmesi ülkemizdeki kısa film festivalleri açısından bir ilkti. Keza ayrı kuruluşlarca 4 şehirde düzenlenen festivalin basına bütün olarak yansımasına da bir ilk gözüyle bakabiliriz. (23 Haziran 2017)

Beyoğlu Sineması’nın en önemli özelliklerinden başta geleni bendenizin gözünde, isim olarak bulunduğu ilçenin adını kullanmasıdır. Yabancı, bilhassa İngilizce isimli sinemaların olmadığı zamanlarda sinemalarımızın ne kadar güzel isimleri vardı. Beyoğlu Atlas’tan hareket edersek kapanan Emek, Lale, Saray Sinemaları’nın isimleri ne kadar güzeldir. Şöyle bir hafızalarımızı yoklasak memleketin dört bir yanında onlarca aynı isimli sinema hatırlayabiliriz. Örneğin Kırklareli Saray, Adapazarı Saray, Beyoğlu Lale, Büyükada Lale, Urfa Atlas, Van Emek, Küçükköy Emek, vs. vs. Sinemalara bulundukları semtin adının verilmesi önerimi zaman zaman tekrar ederim, bu vesileyle yine tekrar etmiş olayım. Beyoğlu Sineması’nın öncülü, Kadıköy Bahariye semtindeki Moda Sineması’dır. Daha önce Kafkas Sineması adıyla işletilen salonu, sinemaların iyiden iyiye yok olma sürecine girdiği 1980’lerin sonlarında bir grup -sinemasever işinsanları diyeyim- elden geçirdi ve Moda Sineması adıyla sanat filmleri göstererek hizmete sundu. Ondan sonra aynı grup Beyoğlu Sineması’nı faaliyete geçirdi ve Ankara Kavaklıdere Sineması ile birlikte aynı tür filmler gösterilmeye başlandı. Tam hatırlayamıyorum ama sanırım Kavaklıdere Sineması’nın mazisi daha önceki yıllara dayanıyor. Dikkat ederseniz 3 sinema da isimlerini bulundukları semtlerin adından alıyor. Belki de Moda Sineması adı konulurken Kavaklıdere Sineması’nın adından ilham alınmıştır. Bir ara denk geldiğimde Kavaklıdere’nin son işletmecisi İrfan Bey’e sorarım. Başa dönersek, sinemalara bulundukları semtin adının verilmesi en doğrusudur. Misalen memleketin her tarafı Maximum’larla dolu, bilen bilir daha önce bu sinemaların adı Bonus idi. Yarın ne olacağı belli değil, parayı bastıran sinemaların adını değiştiriyor. Sponsordur, reklâm geliridir onu ben bilemem. Misalen Cevahir AVM.deki sinemanın adı Mecidiyeköy Sineması, Trump Tower’daki sinemanın adı Gültepe Sineması, Kanyon AVM.deki sinemanın adı Levent Sineması olsa “incileri mi dökülür?” (Tırnak içindeki mini cümleyi Memduh Ün’ün unutulmaz “Üç Arkadaş”ından aldım. Şöhrete kavuşmuş Muhterem Nur, arka kapıdan gazinoya gelirken biriken kalabalığın içinden onu görmek isteyen Semih Sezerli öne geçmek isteyince birisi “Ne itekliyorsun” diye sitem eder. Sezerli durur, adama dönüp, “Ne oldu, incilerin mi döküldü?” der ve aradan hayran hayran Muhterem Nur’u seyreder.) (24 Haziran 2017)

Sadi Bey’in Benzettikleri: (görseli yukarıdadır) İlginç benzerlikler barındıran iki afiş: The Bye Bye Man, 07 Temmuz 2017’de vizyona girecek; The Butler, 30 Mayıs 2014’de vizyona girmiş. Her ikisinde de ana görsel sırttan görünen erkek silueti; yazılar siluetin sırtına yazılmış; 3 renk hakim; “The B…” orijinal adıyla aynı firma tarafından gösterime sunuluyor/sunulmuş. (26 Haziran 2017)

(04 Ağustos 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sinemada Tipler – Karakterler

Daha önce yazdığım yazılarda Yeşilçam Sinemasında karakterler olmadığını, tipler bulunduğunu belirtmiş, karakterlerin batı sineması için söz konusu olduğunu söylemiştim. Konunun üzerinde yeniden durulması ve düşünülmesi gereğini duyuyorum. Yeşilçam’ın tiplere dayandığı durumunun tartışılması gereksiz. Olay çok açık ve net. Asıl sorun batı Avrupa ve Amerikan sinemasında. Buralardaki filmlerde karşımıza çıkan kişiler gerçekten karakter özellikleri mi taşımaktadırlar?

Genelinde, toplum yapısının özerk bireylerden oluşmaya başlamasıyla, bireyler arası ilişkiler, çatışmalar sanat alanına da yansıyarak buralarda dönüşümlere yol açmıştır. Çok sesli müziğin gelişmesi, roman türünün ortaya çıkması, resimde, heykelde portrelerin yapılması gibi, tiyatrolarda dramatik yapı ve karakter kişiler belirmiştir. Dramatik tiyatro karakterler üzerine kurulmuştur. Karakter bir bireyi temsil eder. Toplumsal yapı ve toplumsal algı bu yöndedir.

Batı sinemasında, filmlerdeki kişiler bu genel eğilime uyuyorlar mı? Otomatik olarak uyması beklenir, birleşik kaplar olayında olduğu gibi. Aynı toplumsal yapının aynı kültür ve sanat ortamının bir parçası olarak sinemada da dramatik yapı ve karakter kişilerin bulunması beklenir. Öyle midir gerçekten de? Kesin olarak öyledir demek kolay değil. Orada da tipler var, belki tiplemeler var demek daha doğru olur.

Bu konularda derinlemesine irdelemelerde bulunmak beni çok aşar. Konunun uzmanları olayı çok açık olarak ortaya koyup tartışabilirler. Ben kabaca bazı durumları görmeye, üzerinde düşünmeye çalışıyorum.

Yeşilçam sinemasını besleyen kültür halkımızın sözlü, geleneksel kültürü. Onun özelliklerini taşıyor. Bu kültür, bütünüyle Anadolu’ya özgü değil, köklerini Asyadan alıyor. Asya kültür çevresinin parçası. Ayrıca,burada da özel olarak Orta Asya Türk kültür çevresinin bir parçası ve devamı.

Yeşilçam, görünürde Türkiye’deki yaşamın soyut yansımalarını taşıyor. Tipler bizim yaşamımızın tipleri. Ama yaşamın içinde tipler yok, kimse ait olduğu tipin maskesiyle dolaşmıyor. Toplumda kişiler var, Ahmet, Mehmet, Ali, Özgür, Hakan gibi. Sinema gerçek yaşamın olduğu gibi gerçek bir yansıması değildir. Aynaya baktığımızda herkes orada kendini görür Ahmet’i, Mehmet’i… Aynada biz görmek istediğimizi değil aynada yansıyanı görürüz. Ayna optik olarak gelen ışığın görüntüsünü yansıtır, tarafsız bir yansıtıcıdır yalnızca. Sinema böyle bir ayna değildir. Sinema bir kurmacadır, kurmacayı yansıtır. Orada biz işte asıl görmek istediklerimizi görmek isteriz. Orasının biz görmek istediklerimizin aynası olmasını bekleriz ve bunu sağlarız. Sinema görmek istediklerimizi bize gösterir.

Ama sinema olayı bir organizasyondur. Erki elinde tutan organizasyonu da kendine göre yapar. Olay burada düğümlenmektedir.

Yeşilçam sinemasında erk seyircidedir. Çünkü para seyircidedir. Orada kültürel kimliğiyle kendini görmek ister ve görür. Tipler de yaşamındaki kültürel tiplerdir.

Batı sineması farklı bir toplumsal, kültürel yapının olayıdır. Orada asıl erk kapitalist sistemdir. Sistem neyin nasıl yansımasını istiyorsa sinema seyircilere onu yansıtır, sistemin yansıtıcısıdır, sistemin kültürünün, kimliğinin yansıtıcısıdır. Burada seyirci müşteridir, tüketicidir, manipüle edilendir.

Yeşilçam böyle bir sinema olmamıştır. Yeşilçam’ın demirbaş tipleri vardır. Oyuncular o tipleri oynarlar. Tipler genelinde oyunculardan bağımsız oluşumlardır. Oyuncular o tiplerle var olurlar.

Batı sinemasında da tipler vardır. Daha doğrusu tip anlayışı vardır. Burada oyuncular kendi tiplerini oluştururlar. Filmlerde kendi tipine uyan kişileri oynarlar. Yada, belki şöyle demek daha doğru olur, sistemin toplum için uygun bulduğu kişileri oyuncular kendi tipleriyle canlandırırlar.

Amerikan sinemasından, Fransız, İtalyan sinemasından oyuncuları gözümüzün önüne getirelim, Robert De Niro, Bruce Willis, Silvester Stolone, Alain Delon, Jean Paul Belmondo, Jean Gabin, Lino Ventura, Anna Magnani, Sophia Loren, Franco Nero ve diğerleri hep kendi tiplerini oynarlar. Yan roller içinde durum aynıdır. Klasik western filmlerinde oynayan oyuncular her filmde hep aynı kendi tipiyle ve giysileriyle perdede görünür.

Batı sinemasında oyuncular ait oldukları toplumun toplumsal kodlarına uyan tipleri canlandırırlar. Kendi ulusal (yerli) sinemasının parçasıdırlar, Fransızdırlar, İtalyandırlar, Amerikalıdırlar.

Seyirci genel bir seyircidir, toplumun bütün kesimleridir. Böyle olmak zorundadır. Sermaye herkese seyrettirebileceği ticaretini yapabileceği ürün için yatırım yapar. Bu ürünün (filmin) tasarımını sermaye, para yatıran yapımcı yapar. Senaryo yazarı, yönetmen, oyuncu bu tasarıma uyan katkılarda bulunur. Bu bir sistemdir, sanayileşmiş bir sinemadır. Filmler bu kapitalist sanayinin ürünleridir. Satılmak üzere, herkes seyretsin diye, bir kültürel tüketim nesnesi olarak yapılırlar.

Ama iş her zaman olduğu gibi salt ticaret değildir. Sistemin toplumsal, kültürel politikalarına da hizmet eder. Bu durumun bu şekilde netleşmesi soğuk savaş döneminin (1950 sonrasının) bir gelişmesidir. Oluşumları şöyle gruplayabiliriz: Sinemanın ilk yılları (1900 başları), birinci dünya savaşı sonları (1920-1930), ikinci dünya savaşı sonrası (1940-1950) ve soğuk savaş dönemi. Sıcak savaş dönemleri film üretiminin sekteye uğradığı yıllardır.

Daha öncede çok yazdım, sinema kapitalizmin kucağına doğmuştur ve onun elinde yetiştirilmiş, büyütülmüş, olgunlaştırılmış ve biçimlendirilmiştir. Kısaca kapitalizmin çocuğudur, ürünüdür, sinemasıdır, onun siyasetinin, ideolojisinin bir yansımasıdır, aynasıdır. Genel işleyiş böyledir. Ve bu yapıdaki bir sinema diğer ülke sinemaları için de bir model oluşturmuştur. Film üretimi pahalı bir uğraştır para gerektirir. Para sermayedarlardadır (kapitalizm). Sermaye işine gelen ürüne para yatırır öyle de olmuştur. Parayı veren düdüğünü çaldırmıştır.

1900’lerin başlarında sinemanın gücü sermaye tarafından hemen anlaşılmıştır. Halk sinemayı merak etmektedir ve filmlere ilgi büyüktür. Sinema yatırım yapılabilir yeni bir alandır.ama ne çekilecektir nasıl çekilecektir? Deneye deneye yol alınır. Sinema diye yeni bir şey yaratılacaktır. Yaratıcılık en öndedir. Yatırımcılar da, film çekenler de yaratıcı olmak zorundadırlar. Nasıl olsa hazır bir seyirci vardır, film istemektedir, yeterki perdede hareket eden görüntüler olsun her şey denenebilir. İlk yıllar böyle geçer. Zamanla olay netleşmeye başlar. Her ülke kendi koşulları içinde sinemaya biçim vermeye, başkalarının yaptıklarından öğrenmeye çalışır. Ulusal kodlara uyan filmler çekilir.

1920’ler sinemanın tecimsel boyutunun yanı sıra bir kültür ürünü de olduğu, hatta yeni bir sanat olabileceği özellikle Avrupalı düşünürler tarafından tartışılmaya başlandığı kuramlar üretildiği dönemdir.

2. savaş yılları Avrupa’da film çalışmalarını sekteye uğratır. ABD’de ise filmler yapılmaya devam eder. Sessiz sinemadan sesli sinemaya geçilir. Sinemada yeni bir dönem başlar çok şey değişir.

Savaş sonrasında batı toplumları yeniden toplanırken sinema da toplumun aynası olacak filmler üretmeye başlar. Gerçekçilik temelinde İtalya’da yeni gerçekçilik, Fransa’da şiirsel gerçekçilik, psikolojik gerçekçilik, İngiltere’de belgesel sinema, Almanya’da gerçeküstücülük, Sovyetler Birliği’nde sosyalist gerçekçilik anlayışında filmler çekilmeye başlar. Her ülke kendi ulusal kültür yapısına uyan filmlerle kendi ulusal sinemasını oluşturmaya çalışır. Sinemanın sanat olduğu da artık onaylanmıştır, sinema üstüne eleştirel, kuramsal düşünceler gelişmektedir. Sinema yayınları, film eleştirileri, sinema dergileri, film üretimlerine koşut çoğalmaya başlar.

Bu dönemde film kişileri karakter özellikleri gösterirler. Gerçek yaşamın gerçek insanları, bireyleridir bunlar.

Soğuk savaş dönemiyle birlikte kabaca 1950’lerle Avrupa sineması nitelik değiştirir. Ülkelerdeki yönetimlerde ekonomik sisteme daha bir hizmet eder yapıya girerler. Ekonomik sistem siyasal anlayışıyla birlikte ideolojik olarak da belirleyiciliğini devreye sokar. Bunun izleri sinemada da kendini gösterir. Film üretiminde ağırlık tecimsel filmlere geçer. Tecimsellik belirleyici olur. Hemen savaş sonrasının gerçekçi, eleştirel, toplumsal filmleri yerlerini halkı oyalayacak, dertlerinden uzaklaştıracak yapımlara bırakır. Her ülke kendi tecimsel sinemasını yaratır.

Bu arada ABD’de Hollywood kesintiye uğramadan film üretimini sürdürmüş ve sistemini oturtmuştur. Tür filmleriyle kendi masal dünyasını kurmaktadır ve filmlerini bütün dünyaya pazarlamakta satmaktadır. Hollywood sineması bütün dünya için bir modeldir. Her ülkede filmleri gösterilmekte, seyircilerle buluşmaktadır. “Amerikan yaşam tarzı” anlayışı yayılmaktadır. Avrupa ülkelerinde bir yanda kendi sinema filmleri bir yanda da Hollywood filmleri başat olarak gösterilmektedir. Her ülkenin yapımcıları Hollywood filmlerine karşı kendi tecimsel filmlerini üretmeye çalışır. Tecimsel anlayış filmlerin çok seyirciye ulaşmasını amaçlar. Bunun için belli tecimsel film anlayışı, film yapısı, film standartları belirlemek gerekir. Her ülke bunu kendi toplumuna göre çözümler ama bu arada filmlerin başka ülkelere de satışları söz konusudur. O zaman bu tecimsellik anlayışı diğer ülkeler içinde geçerli olmalıdır. “Bileşik kaplar” sistemi işler. Ortak bir tecimsel film anlayışı ve standartları oluşur. Ortak yapımlarda bunu destekler, ortak anlayış, ortak oyuncular, ortak konular…

Avrupada sinema bir sanayi ürünüdür,sanayileşmiş bir sinemadır. Sanayi ürünlerinin standartları olur. Her şey ekonominin kurallarına göredir. Halk müşteridir, seyircidir ona filmler pazarlanır tüketmesi için. Oyuncular bu sistemin filmlerinin oyuncularıdır. Onlar da bir bakıma sanayinin ürünüdür, pazarlanırlar. Ayrıca film pazarlamanın lokomotifidirler. Oyuncunun filmi pazarlanır. Reklam ve tanıtım sektörü işin bir parçasıdır.oyuncunun ne oynadığından çok oyuncunun kendisi önemlidir seyirci için. Seyirci sevdiği oyuncunun filmlerine gider. Oyuncu yapımcı için bir yatırım alanıdır (nesnesidir). Seyirci sevdiği oyuncuda kendine dair özellikler bulur, oyuncudan hep aynı şeyleri bekler bu beklenti oyuncunun oynayacağı filmlerdeki durumunu da belirler. Seyircinin beklentilerinin dışına çıkamaz. Bu onun standart kişiliğidir artık. Dolayısıyla hep kendi karakter tipini oynar her filmde. Sanayi ürünü tecimsel popüler kültür içinde popüler sinema ve popüler oyuncular… Her şey sistem tarafından tasarıma uygun olarak üretilir ve pazarlanır.

Ayrıca bir de gene sistem içinde ama sistemin tecim anlayışının dışında “sanat sineması denen” sınırlı bir seyirciye ulaşan filmlerde yapılmaktadır bu ülkelerde. Bu, “sanat sineması” filmlerinin sistem içindeki konumu işlevi başka bir yazının konusu.

Ayrıca gene özellikle İtalya ve Fransa’da güçlü sol partiler ve sendikalar vardır, güçlü bir entelektüel çevre vardır, yayıncılık eleştiri kuramsal çalışmalar yapılmaktadır.

Cannes ve Venedik festivalleri sinemanın tecimsel boyutunun dışındaki oluşumların sergilendiği dünya sinema çevrelerine sunulduğu ortamlardır. Yani Avrupa’da sinema tamamıyla tecimsel sinemaya teslim olmamıştır. Yönetmenlerin isimleri oyuncular kadar önemsenmektedir. Gene de bütün bunlar seyirciler için yapılan tasarımlardır. Bunu ister kapitalist yapımcı yapsın, ister sanatçı, yaratıcı yönetmen yapsın olay seyirciler için yapılan tasarımlardır. Kuşkusuz seyircilerin eğilimleri, beklentileri dikkate alınarak yapılmaktadır filmler. Seyirciler asıl belirleyiciler değillerdir. Oysa Yeşilçam’da belirleyici olan seyircilerdir, asıl tasarımcı seyircilerdir. Dolayısıyla sinemada var olan tipler bu durumlara göre biçimlenmişlerdir. Yeşilçam’ın kahraman tipleri seyircilerin kültürünün derinliklerinden gelirler, batı sinemalarında böyle bir derinlik yoktur, zaten batı toplumlarının tarihsel geçmişleri de çok eskiye gitmez. Yeşilçam geleneksel sözlü kültür ürünüdür batı halkın sözlü kültürünü çoktan geride bırakmış yazılı kültürle yol almaktadır ve bu yazılı kültür toplumsal oluşumlara yön vermektedir. Batı sinemaları da kapitalizmle birlikte bu yazılı kültür insanları tarafından tasarlanmaktadır.

Sinema sanat kültür alanına girdiğinde diğer sanatların toplum yaşamında yüzlerce yıllık bir geçmişleri ve gelişim süreci vardır. Sanat ailesinin yeni doğan bir çocuğu olarak sinema bu sanat ortamından beslenmek yerine yatırımcının beklentileri doğrultusunda yol almaya çalışır. 1. savaş öncesi yıllarıdır Avrupa’da sanat ve düşünce ortamında köktenci oluşumlar çeşitli akımlar, dönüşümler yaşanmaktadır. Hatta sinema bunlara etkide eder ama kendisi pek etkilenmez. Diğer sanatların popüler bir kitlesi, yapısı yoktur. Geniş kitlelerin yaşamını kucaklama gibi bir beklenti içinde değildir. Sanat ve kültür çevrelerinin bir olayıdır. Uzun zaman içinde ancak geniş kitlelerin yaşamına girebilir. Bu yıllarda daha sinemanın sanat olabileceği kimsenin düşüncesinde yoktur. Eğlence eğlendirme aracıdır, çok ilgi çekmektedir, popülerdir. İşte sermaye böyle bir sinema algısına yatırım yapar. Her ülke kendi halkının kültüründen, tarihinden, günlük yaşamından beslenen öyküler anlatan filmler yapar. Genelde filmlerin sesi ve rengi yoktur ama geniş bir kitlesi vardır.

Savaş sonrasında Avrupa’da sinema sanat ve kültür çevrelerinin de ilgisini çeker tartışılmaya başlanır. Çünkü sinema eğlence kültürünün bir parçası olmuştur ve kendi kültürel yapısını oluşturmaktadır. Ayrıca yeni bir sanatın oluşumu söz konusudur. Böylece sinema yalnızca sermayenin değil kültür çevrelerinin de alanına girer. Bu çevreler sinemaya el atarlar sanat alanlarında o sıra var olan akımlara, düşüncelere, anlayışlara göre ona şekil vermeye çalışırlar.

Oyunculuk anlayışı da tiyatroda var olan “bir karakter yaratmak” düşüncesi üzerine kuruludur. Oyuncular “karakter” olmaya çalışırlar. Bir çoğu da zaten tiyatrodan gelmektedir başka bir model de yoktur.tip yaratmak tip olmak uzak doğu sanatlarının batıda tanınması sonucu batı tiyatrosunda düşünülmeye tasarlanmaya başlar. Fakat sinema oyuncularında tipleşme bunun sonucu ortaya çıkmaz. “Brecht’in denemeleri, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamalar bu konuda yönlendirici olmamıştır.” Ve 1950’lerden sonrasının bir olayıdır ve de tecimselliğin sinemanın ana yapısı olmasının bir sonucudur. Sermaye tecimsel anlayışıyla ve siyasal ideolojik yaşam yapısıyla sinemayı şekillendirir. Sermaye için filmler tecimsel mallardır ve pazarlanırlar. Tecimsel malın pazarlanmak için belli standartları olmalıdır. İşte bu standart olma düşüncesi oyuncuların standart tiplere dönüşmesinin başlıca nedenidir. Tecimsel popüler filmlerin popüler oyuncuları artık tiptirler. Yatırımcının sinemasında durum ve ana akım budur.

Yeşilçam’daki tiplerin oluşumunun kaynağı seyircilerin kültürel yapısıdır. Oysa batıda tipler tecimsel sinemanın standardizasyonunun bir sonucudur.

Yeşilçam seyircileri “sinema aynasında” kendi kültürel kimliğinin yansıması tipleri görürken batı sineması seyircileri sistemin onlar için tasarladığı kimliği yansıtan tipleri görmekte onlarla bütünleşmektedir. Batı sineması sistemin uygun bulduğu bir toplum modelinin oluşturulması ve sürdürülmesinde görevini yerine getirir. Batı sinemasındaki oyuncular kendi tipleriyle bu oluşumda yer alırlar. Yeşilçam ise kendi kültürünün yansıtıcısı olarak bu kültürel toplumsal kimliğin yaşamasını sağlar. Yeşilçam seyircisi sinemada kendi yansımasını görür batı sineması seyircisi ise orada kapitalist sistemin anlayışının yansımalarını görür. Yeşilçam sinemasında halkın kültürel kimliği yansır, batı sinemasında kapitalizmin kültürel kimliği yansır. Tipler de bu durumun yansıtıcılarıdır.

(23 Temmuz 2017)

Engin Ayça

Dunkirk’de Yaşam Mücadelesi Üzerine Benzersiz Bir Deneyim

‘Dinamo Operasyonu’ olarak tarihe geçen ‘Dunkirk Tahliyesi’, İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren yakın tarihin dönüm noktalarından biridir. Belçika ve Fransa’ya giren Alman askerlerinden kaçarak Manş Denizi kıyısındaki Dunkirk sahiline konuşlanmış 400 bin kişilik İngiliz ordusu, 26 mil ötedeki evlerine ulaşabilme mücadelesi içindedir. Karadan Alman tanklarıyla sarılmış, hava ve denizaltı bombardımanlarıyla çoklu ateş altında kalmış askerler yok olmak ya da teslim olmak tercihiyle karşı karşıyadır.

1940 yılının 27 Mayıs’ından 4 Haziran’a kadar süren operasyon başarıyla sonuçlanmış ve 335 bin İngiliz askeri sağ salim vatanlarına dönebilmişlerdir. Dünyanın yeni düzenini yakından etkilemiş bu olaydan çok etkilendiğini, yaşamı boyunca duyduğu en insani ve en gerilimli vaka olduğunu belirtiyor Christopher Nolan. Buradan hareketle çektiği ‘Dunkirk’, dünya sinemalarıyla eşzamanlı olarak bizde de gösterime girdi ve ilgiyle izlenmeye devam ediyor.

İngiliz asıllı sinemacının en kişisel eseri olarak dikkat çeken ‘Dunkirk’, yaratıcısının da altını çizdiği gibi konvansiyonel bir savaş filmi değil. ‘Er Ryan’ı Kurtarmak / Saving Private Ryan’ın açılış sekansı benzeri kanlı savaş sahnelerine yer vermekten özellikle kaçınmış yönetmen. Kısıtlı bir süre içinde 72 kilometre uzunluktaki sahilde tutsak kalmış askerlerin hayatta kalma mücadelesi üzerine yoğunlaşıyor yapım. Askerler kumlar ve tahta mendirek üzerinde destroyerlerce alınmayı bekliyor. Gemiler ve tüm plaj Alman uçaklarınca bombalanıyor. Manş denizinin öte yakasından sivil tekneler mahsur kalmış askerleri kurtarmak için harekete geçiyor.

Nolan, farklı zaman dilimlerinde geçen olayları kurgu marifetiyle birleştiriyor. Bu tür zaman sıçramalarına yönetmenin önceki filmlerinden aşinayız gerçi. Bu kez, karada yaklaşık bir hafta, denizde azami bir gün, havada ise bir saatlik yakıt yüklemesi yapabilen uçakların ortak mücadelesini soluk soluğa bir ritimle harmanlanmayı başarıyor ve bu ölüm kalım deneyimini tüm görselliğiyle aktarıyor. Karakterlerin hikâyeleriyle, geçmişleriyle ya da gelecekte neler yapmayı plânladıklarıyla ilgilenmeyişi bu yüzden. Her şey şimdiki zamanda anlatılırken, izleyiciyi derinden etkileyen iki saate yakın deneysel bir seyir hedeflenmiş.

Filmin neredeyse % 90’lık bölümünde kullanılmış IMAX formatı tercihi de bu yüzden. Yönetmenin ‘Yıldızlararası / Interstellar’da da birlikte çalıştığı İsviçre doğumlu Hollanda-İsveç asıllı görüntü ustası Hoyte Van Hoytema’nın izleyiciyi olay anının tam ortasına sokan ve yaşananları orada bulunanların gözünden aktaran çalışması tam bir mühendislik şaheseri. Bu nedenle filmin IMAX formatında film gösteren salonlarda izlenmesi tavsiye olunur.

Sessiz filmlerin tutkunu olduğunu bildiğimiz Nolan, sinemanın bu has döneminden esinle filminde çok az diyalog kullanıyor. Sözgelimi, baştan sona yaşam mücadelesine tanıklık ettiğimiz genç asker (Fionn Whitehead) ilk 35 dakikada hiç konuşmuyor, devamında ise birkaç repliğin ötesinde sesini işitmiyoruz. Havada Tom Hardy, karada Kenneth Branagh, denizde Mark Rylance ve Cillian Murphy gibi tanınmış usta oyuncuların filmin önüne çıkmayan mütevazi katkıları var, ancak karakterler üzerine değil, hayatta kalma mücadelesinin deneyimlenmesinin hedeflendiği bir seçim söz konusu.

Sadece teknik bir gösteriden de ibaret değil ‘Dunkirk’. Havadan keklik gibi avlanan insanların dayanışmasını izlerken çok etkileyici duygusal anlara tanıklık ediyoruz. Gökten Almanların ‘teslim olun ve sağ kalın’ broşürleri düşerken yollarına devam eden genç askerlerin tedirginliği, doğal ihtiyacını gidermek üzere kumlara eğilmiş askerin toparlanarak ölü arkadaşını gömmeye çalışan bir diğerinin yardımına koşması, büyük oğlunu savaşta kaybetmiş sivil tekne sahibinin ‘savaşı benim yaşımdakiler çıkardı, çocukları ölümden kurtarmalıyız’ feryadı, istemeden genç bir sivili ağır yaralayan travma geçirmekte olan askerin pişmanlığı, hayatını kaybeden genç sivilin kurtuluş sonrasında son arzusunun yerine getirilmesi, karaya oturmuş tekneye doğru koşan genç İskoçların görüntüleri filmin unutulmaz kareleri olarak zihinlerde yer ediyor.

Ve bu görsel deneyim ve duygu fırtınasını bir sessiz sinema piyanisti edasıyla müzikleyen Hans Zimmer’in filme önemli katkısının hakkını vermeden de geçmeyelim. Üstadın, İngiliz besteci Edward Elgar’ın bir teması üzerine oluşturduğu müzik bandı kolay unutulacak cinsten değil. Cristopher Nolan’ın en kişisel filmi, şimdiden klasikleşmiş bir başyapıt ‘Dunkirk’. Ödül mevsiminde adını bol bol duyacağımızdan eminim.

(22 Temmuz 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Karaoğlan: Camoka’nın İntikamı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Kelebek etkisi nedir, bilirsiniz. Dünyanın bir ucundaki kelebeğin kanat çırpmasının dünyanın öteki ucundaki başka bir olaya etki edebildiğini öngören bir felsefedir. Sinemada “The Butterfly Effect” adıyla filmi de yapılmıştır ve “Kelebek Etkisi” adıyla 09 Nisan 2004 tarihinde sinemalarımızda gösterilmiştir. Geçen hafta Özen Film “Davud ve Calût: İnanç Savaşı” Türkçe ismini uygun gördüğü “David vs. Goliath: Battle of Faith” orijinal isimli filmi önümüzdeki aylarda vizyona çıkaracağını duyurdu. Filmin adındaki “Calût” kelimesini ilk defa duyduğumu itiraf ederim. Bu kelime görüldüğü gibi orijinal isimdeki “Goliath” kelimesinin karşılığı olarak kullanılmış. 1960’lardaki Herkül ve Masist’li filmler furyasına yetişmiş sinemaseverler -tahminen- “Herkül Golyat’a Karşı”, “Masist ve Golyat” isimli onlarca film seyrettiğini hatırlar. Günümüzdeki filmlere Türkçe isim koyarken benzer filmlerde geçmişte nasıl isimlendirme yapıldığına bakmakta yarar vardır. Herkül’den misal verirsek son yıllarda sinemalarımıza “Hercules” olarak gelen filmlerin adlarını yadırgamışımdır. Lâfı dolandırıp kelebek etkisine getireceğim. 40 yıllık Golyat nasıl Calût olmuş diye düşünürken bir baktım Yeşilçam’ın unutulmaz oyuncusu Danyal Topatan’a gelmişim. Calûd-Golyat-Masist etkisini yukarıda açıkladım. Bahsettiğim olayda kelebek etkisi şöyle devam ediyor: Masist’li filmleri düşünürken o tür filmlerde oynayan ünlülerinden Steve Reeves ve Gordon Mitchell’i hatırladım. Steve Reeves’in günümüzün John Wick’i Keanu Reeves’in dedesi olmadığını daha önceki bir yazımda bahsetmiştim. Bilen bilir, bilmeyen internetten bakabilir, Gordon Mitchell yabancı sinema oyuncularının en yakışıklı çirkin adamıdır. Tuhaf bir ifade olduğunun farkındayım ama Yılmaz Güney’e Çirkin Kral lâkabını veren bir neslin sinemaseveri olduğumu düşünürsek bu ifademi mazur görebilirsiniz. Gordon Mitchell’den de Danyal Topatan’a geçtim. Karaoğlan filmlerindeki Camoka rolüyle başrole kadar tırmanan bu benzersiz oyuncumuz zamanında çok sevilirdi. Allah rahmet eylesin. (18 Haziran 2017)
Kelebek etkisini sürdüren diğer yorumlar:
Nizam Eren: Abi harika anlatmışsın… Hiç bişey anlamadım.
Sadi Çilingir: Başında yazıyor: Kelebek etkisi. Danyal Topatan – Karaoğlan – Cengiz Han – Orta Asya… Git gidebildiğin kadar. Sen yine de bir beğendi ifadesi tıkla.
Ali Sönmez: “Yabancı sinema oyuncularının en yakışıklı çirkin adamı” bence Charles Bronson’du.
Sadi Çilingir: Sen benden daha genç kuşak olduğun için makûldür. Bronson da gözdelerimdendir. Lemi Kovşın’ı da hatırlatırsın sen şimdi. Michael Constantine miydi? (Nizam gördüğün gibi kelebek etkisi sürüyor.)
Nizam Eren: Kelebek etkisi değil bu, huzurevi dayanışması.
Ali Sönmez: Eddie Constantine; bak ona yetiştim. Ama o yakışıklı filan değil, düpedüz çirkindi. At suratlı Fernandel’den biraz daha yakışıklı ancak.
Sadi Çilingir: Nizam, sen de huzurevini ziyarete gelen gençlerdensin sanırım.
Nizam Eren: Bu bayram el öpmeye geleceğim. Bana Feri Cansel, Melek Görgün’ü falan anlatırsınız.
Sadi Çilingir: Süheyl Eğriboz, Kudret Karadağ, Coşkun Göğen… Anlatacak çok şey var. Önder Somer… Kelebek etkisi devam ediyor.

(Fotoğraf: Steve Reeves – Herkül) Toplumumuz insanı tarif ederken nedense pek dengesiz davranmış. Kalem kaş, elma yanak, kiraz dudak, hokka burun, burma bıyık, top sakal, zeytin göz dediğimiz yüzümüzü seyre açık bırakmışız; sırma / lepiska saçlım diye methettiğimiz kafamızın tepesini ise şapka, bere, kep gibi malzemelerle muhasaraya almışız. Bendeniz her iki tarafımı da özgür bıraktım. Bıyık yok, şapka yok, sakal yok, bere yok. Maşallah her yönüm püfür püfür. (20 Haziran 2017)

“İyilikten maraz doğar” atasözümüze şu günlerde yürürlükte olan sinema ortamından bir misal vereyim. Arkadaşın birisi filminin DVD.sini yayınlamak için bir firmadan talep geldiğini belirttikten sonra bir an önce sinema salonlarında gösterilebilmesi için öneride bulunmamı istedi. Bilen bilir, filmler sinema salonlarında gösterilmişse DVD hakkı ücretleri artar. Sanat filmleri gösteren bir grup ile bağlantı sağladım. Bir süre bekledim, bir süre dediğime bakmayın, lafın gelişi öyle. Arkadaştan birkaç hafta çıt çıkmayınca grubu arayıp neticeyi sordum. Önümüzdeki Ekim ayında gösterimini planladıklarını söylediler. Tam bu aşamada filmin DVD.si pat diye piyasaya çıkarılıverdi. Muhtemelen grup DVD.si çıkan filmi Ekim ayında sinema salonlarında göstermekten vaz geçecek. Yazının başındaki atasözünün “iyilik” kısmını anmasak da olur, çünkü biz sinefiller hiçbir menfaat beklemeden tüm filmlerin sinema perdesinde izlenmesi için gayret sarf ederiz. Ancak bu durumda “doğan maraz” bendenizin şevkimin kırılması oluyor. Bu kırılma, benzer durumda bir müddet çekimser davranmama sebep olacak. Neticede hepimizi insanız, ne kadar prensipli davranmaya çalışsak da aciz olduğumuzdan prensiplerimizi askıya alabiliyoruz. Ama henüz korsandan sinema filmi izlememe prensibimi devam ettirdiğimi belirteyim. (22 Haziran 2017)

Son zamanlarda sade ifadeli yazıları daha çok sever oldum. Misal: Gökyüzü bulutlandı, yağmur yağabilir. Çok süslü, tuhaf ifadeli yazıları sevmiyorum. Misal: Sevgisizlik uçurtmanın kanadında umarsızlığın pişmanlığıyla dalgalanıyor. (20 Haziran 2017)

İrmik helvasında racon: Çam fıstığı ne kadar pahalı olursa olsun her porsiyonda yeteri kadar olacak. (21 Haziran 2017)

(21 Temmuz 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Busan Treni’nde Dehşet

2016’nın sürpriz filmlerinden Kore yapımı ‘Busan Treni / Train to Busan’, bu haftadan itibaren ‘Zombi Ekspresi’ adıyla bizde de gösterimine başlıyor. Yaratıcısı Yeon Sang-ho tanınmış bir canlandırma ustası. Kendisine ait Dadashow isimli yapım merkezinde üretmiş olduğu çizgi dışı animasyonlarından tanıyoruz sinemacıyı. Güney Kore toplumundaki çürüme ve şiddeti eksen alan yapıtlarının ilki olan 2011 yapımı ‘Domuzların Kralı’nda, çelimsiz öğrencilerin zorbalığa maruz kaldığı kendi lise yıllarının acımasız düzeninden yola çıkar yönetmen. 2013 yapımı ‘Sahtekar’da toplumu sömüren sahte din adamlarını eleştirir.

Yapımını 2015’te tamamladığı ‘Seul İstasyonu’ o yıllarda Güney Kore’yi kasıp kavurmuş solunum sistemini etkileyen Ortadoğu kökenli virüs salgınından esinlenir. Filme konu olan ölümcül virüs, boynundan ısırılmış yaşlı bir evsizin başkentin merkez istasyonunda zombiye dönüşmesinin ardından hızla yayılmaya başlar. Tek bir gece boyunca yaşanan dehşete tanık oluruz daha sonra. Fahişeliğe zorlanan evinden kaçmış genç kız, kızı pazarlamaya çalışanlar ve istasyonun evsizleri bu karanlık dramın baş kişileridir. Finalde tüm karakterlerin zombiye dönüştüğü çürümüş, merhametsiz bir dünya çizer sinemacı. Ekonomik eşitsizlik ve yolsuzluğun tavan yaptığı ülkesinde evsiz zombilerin saldırısını, toplumsal patlamanın metaforu olarak kullanır.

Yönetmenin animasyonlar sonrasında canlı karakterlerle çektiği ‘Zombi Ekspresi’, ‘Seul İstasyonu’nun devam filmi olma özelliğini taşıyor. Cannes Film Festivali’nde Geceyarısı Seansı’nda dünya prömiyerini yapan, ardından gösterime girdiği ülkesinde gişe rekorları kıran film, korku ve dehşetin pençesindeki bir tren dolusu yolcunun hikâyesini anlatıyor. İşkolik fon yöneticisi Seak-woo (Gong Yoo) ile ayrı yaşadığı annesini görmeye giden küçük kızının da aralarında bulunduğu hızlı trendeki yolcular, önüne geçilemeyen bir virüs salgını tüm Kore’yi sarmışken, başkent Seul’den ülkenin güneyine, zombilerin henüz ulaşamadığı düşünülen Busan’a varmaya çalışıyor.

Yeon Sang-ho dehşetengiz zombi kıyametini, ülkesindeki sınıf çatışmasını körükleyen ekonomik dengesizliğe isyanın metaforu olarak kullanmayı sürdürüyor. Vagonlar toplumun yukardaki ve aşağıdakileri arasındaki ateşten sınırlar olarak çiziliyor. Klostrofobik tren kompartmanlarında sıkışan yolcular arasındaki sınıf kutuplaşmaları ortadan kalkıyor, farklı sınıflardan insanlar ancak dayanışma ve işbirliği ile hayatta kalabileceklerini idrak ediyor. Bir yolcu tarafından toplumun ‘kan emicisi’ olarak suçlanan kibirli fon yöneticisi, ilk kez başkaları için kendi hayatını riske atmaktan çekinmiyor.

Kişisel olarak çok önemsediğim allegorik alt metninin dışında son derece iyi çekilmiş bir aksiyon/gerilim filmi; Koreli sinemacıların B-yapımlarını sanatsal nitelikli çabalara dönüştürmesinin güzel bir örneği; iki saatlik süresi boyunca temposu hiç aksamayan başarılı bir yönetmenlik denemesi ‘Zombi Ekspresi’.

Yang Jin-mo’nun soluk soluğa kurgusu, Jang Young-gyu’nun müzik çalışması ve Choi Tae-young’un ani şoklar yaratmaktan öte gerçek dehşet anlarını ustaca vurgulayan ses efektlerinin katkısıyla merakla izlenen yapım, sadece teknik bir gösteriden ibaret olmayan, kanlı canlı karakterleri ve dışardaki öfke patlaması karşısında onların birbirleriyle olan ilişkileri, uygarlık ve barbarlık arasındaki ince çizgi üzerinde değişimleri doğrultusunda yol alan bir hikâye. Karanlık animasyonlarındaki acımasız figürlerden farklı olarak, bu kez toplumun farklı kesimlerinden insancıl karakterlere ağırlık vermiş, trendeki kötü adamı orta yaşlı şirket CEO’sundan seçmiş yönetmen.

Geniş yığınlara hitap eden üstünyapım koşullarında Koreli sinemacının karamsar ve nihilistik bakış açısı, toplumsal başkaldırıları şiddet yoluyla bastırmaya çalışan polis ve asker eleştirisi biraz yumuşamış belki. Mutlaka izlemenizi önerdiğim önceki çalışmaları ve ‘Seul İstasyonu’nun hikâye zenginliğini arayanlar da olabilir ancak ‘Zombi Ekspresi’ni de son zamanların en başarılı aksiyon/gerilimi olarak ihmal etmemek gerekiyor.

(19 Temmuz 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Celladın Çırağı

Bu hafta gösterime giren ‘Çırak / Apprentice’, Uzakdoğu’nun incisi Singapur’dan gelen ilgiye değer bir yapım. Farklı kültürlerin ve ırkların birarada yaşadığı, farklı dillerin konuşulduğu Uzakdoğu’nun bu küçük adasından çıkmış filmin yönetmeni Çin asıllı Boo Junfeng. Cannes Film Festivali’nin ‘Eleştirmenler Haftası’ bölümünde gösterilmiş 2010 yapımı ilk uzun metrajı ‘Kumdan Kale / Sandcastle’ ile dikkatleri çekmiş olan 32 yaşındaki sinemacının ikinci filmi olan ‘Çırak’, ülkesinde yürürlükte olan idam cezası üzerinden farklı tartışmaları başlatacak bir biçimde başlıyor.

Ordudan ayrıldıktan gardiyan olarak çalışan 28 yaşındaki Aiman,yaşadığı bölgenin yüksek güvenlikli hapishanesine tayin olmuştur. İnsanların değişmesine yardımcı olmak, suça bulaşanların topluma kazandırılmasında yer almak istediğinden bu işi seçtiğini dile getirir mülakatında. Hapishanenin 60’lı yaşlardaki deneyimli celladı Rahim, genç adamın kişiliğinden ve iş disiplininden etkilenerek onu asistanı olarak yanına aldırır daha sonra. Ancak Rahim’in genç adamın babasını idam eden infazcının ta kendisi olduğunu öğrendiğimizde, bu karşılaşmanın tesadüfi olmadığını anlarız.

Bir intikam hikâyesi izleyeceğimizi düşürdürten ‘Çırak’ın meselesinin daha farklı olduğunu anlarız film ilerledikçe. Kanlı bir cinayet işleyen ve toplumun canavar addettiği babası için kefaret aramakta, babası gibi olmadığını ispatının peşindedir Aiman. İlk filmi ‘Kumdan Kale’nin babasının ve ailesinin geçmişinin izini süren yeni yetme delikanlısı gibi, babanın günahlarından ve suça bulanmış kendi geçmişinden sıyrılmak ve değişebilmek arzusundadır genç gardiyan.

Singapur benzeri refah düzeyi yüksek ülkelerde, idam cezasının adaletin tescil ettiği suça caydırıcı en etkin silah olduğunu belirtiyor Junfeng. İdam cezasının ülkesinde bu nedenle görmezden gelindiğinin altını çiziyor bir söyleşisinde. Yine de infaz eylemine ayrıntılarıyla yer verdiği filminde, izleyicinin yaşananları farklı bir gözle değerlendirmesi umudunu taşıdığını da ekliyor. Junfeng’in filmi idam eylemini, benzer çalışmaların tersine, infazcıların ve idam mahkumunun geride kalan yakınlarının bakış açısından değerlendirme yolunu seçiyor. Bu hedef doğrultusunda, doğru ile yanlış arasındaki ezeli çekişmeyi irdelerken ışık ve karanlık karşıtlığını ustalıkla kullanıyor. Sinemacının kendi açıklaması doğrultusunda, ‘Larangan hapishanesi genç gardiyanın akıl sağlığının, bulanık zihninin somutlaştırılmış temsili haline dönüşüyor’. Aiman babasının son günlerini geçirdiği loş koridorlarda dolaşırken, kendi kişiliğinin derin noktalarını, kendi karanlığı ve aydınlığını keşfe çıkıyor, dipsiz bir boşlukta çocukluk travmalarıyla yüzleşiyor.

İdam cezası alan katiller ve uyuşturucu satıcılarının genellikle toplumun suça bulaşmış yoksul sınıflarından geldiklerini vurguluyor Uzakdoğulu yönetmen. Baş cellat ile çırağının azınlık Malay halkı mensubu olmasını bu yüzden tercih etmiş. İşçi sınıfının yoğunlaştığı küçük banliyö evinde ablası ile mütevazi bir hayat süren Aiman ile amir Rahim’in baba oğul ilişkisini andıran ilişkilerinde bu kültürel birliğin rolü büyük. Filmin eksik kalan yanı ise, deneyimli baş celladın psikolojisine ve iç dünyasına yeteri kadar yer vermemesi. Buna karşılık, ‘Ilo Ilo’dan hatırladığımız Fransız Benoit Soler’in etkileyici görüntü çalışmasından ve de ilk filminde genç oyuncu Firdaus Rahman ile Malay asıllı karizmatik aktör Wan Hanafi Su’nun başarılı performanslarından büyük destek alan parlak bir yönetmenlik denemesi olarak ilgiyi hakediyor ‘Çırak’.

(14 Temmuz 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Geçmiş

Hepimiz yaşanmışlıklardan ders çıkarmak kadar avunmak, aramak, belki biraz da keşke demek anlamında şöyle bir geriye dönüp bakarız… Çünkü geçmişimiz bizim birikimimizdir, deneyimimizdir. Çoğunlukla da takılır kalırız o yaşanmışlığa. Doğru olup olmadığını, bizi engelleyip engellemediğini pek önemsemeyiz. Orada kaldıkça daha bir yalnızlaşır, daha bir uzaklaşırız ilişkilerimizden. Tabii ki kandırmak ve başarısızlık da gelir peşi sıra.

Çağdaş Çağrı’nın, Kültür Bakanlığı’ndan da destek aldığı “Geçmiş”, o hastalıklı yalnızlığı aktarıyor beyazperdeye.

Kendinizi izleyin…

Yurtiçi ve yurtdışından ödüller toplayan “Geçmiş”te, gerçekten başarılı performans sergileyen Bülent Emin Yarar, izleyiciye ayna tutuyor bir anlamda. Tamam, filmde bir fotoğrafçıyı canlandırıyor ama geçmişe takılıp kalmış herkes olabilir bu, işi, yaşı, cinsiyeti ne olursa olsun. Sığınabileceği tek şey sigarası… Yani izleyici, televizyonda oynar nasılsa diye rehavete kapılmamalı, çünkü buzlanan görüntüler nedeniyle bütün keyfi kaçacaktır. Aslında sigarası, sığındığı tek liman fotoğrafçı Yusuf’un.

“Kendisini benim için yakıp kül eden” diye tanımlanan sigara, bütün iletişimini engelliyor ama o, o an için görece rahatlık yaşıyor. Gerginliğinde de, rahatladığında da, çalışırken de sığındığı tek liman o… Doğru olup olmaması bir yana, film izleyicinin de nefretini yükseltiyor bu kadar çok olunca.

İçiniz nasıl, içiniz?

Yönetmen Çağdaş Çağrı’nın, ilk filmi olmasına, ağır bir konu işlemesine rağmen başarıyla kotardığı “Geçmiş”, geleceği için de umut vaat ediyor. Bu film kendisi için de iyi bir deneyim, iyi bir birikimdir muhakkak. Şu noktayı da belirtmeden bitirmeyeyim yazımı: Sıradan bir film değil “Geçmiş”, birçokları tarafından önemsenmeyecektir ama kendinizi bulacağınız bir film olduğu için de etkisinin diğer hemen tüm filmlerden daha büyük olacaktır. O dinginliğin içinde kendinizi bulacak, içinizle hesaplaşacaksınız.

Geçmiş, Yönetmen: Çağdaş Çağrı, Oyuncular: Bülent Emin Yarar, Lila Gürmen, Gözde Kansu, Volga Sorgu, Yeliz Akkaya, Muhammed Cangören, Elena Viunova, 14 Temmuz’dan itibaren gösterimde…

(13 Temmuz 2017)

Korkut Akın

Hayalet Hikayesi

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bizim kuşağın malûmudur, bizden bir sonraki kuşak da hatırlar, Mel Gibson’ın başrolünde oynadığı “Forever Young” adlı filmi ülkemizde 1993 Mart’ında “Daima Genç” adıyla gösterilmişti. Az önce TV.de sevimli türkücümüz İzzet Altınmeşe’yi o hiç beyazlamayan saçlarıyla görünce gayri ihtiyari “Yabancıların ‘Daima Genç’ Mel Gibson’ı varsa bizim de ‘Hiç İhtiyarlamayan’ İzzet Altınmeşe’miz var” diyesim geldi. Dedim. (14 Haziran 2017)

Komşularımız bendenize “Martıları Susturan Adam” lâkabı taksa yeridir. İnsanoğlunun hayvanoğlundan daha çekinilecek bir yaratık olduğu mânâsını da içeren bu lâkabı -istemeyerek de olsa- kendime neden uygun gördüğümü anlatayım: Malûm, olmasını istemesek de hayatın normal akışı içinde bazı olaylar mecburen oluyor. Bu dahi öyle bir olaydır. İkâmet etmekte olduğumuz daimi yeryüzü mekânımız evimiz, binamızın çatısının bir altındadır. Şu sıra, Pangaltı Ergenekon Caddesi civarındaki mahallemize rağbet gösteren martı milleti, dinlenme yeri olarak Shingle kaplı düz çatımızı seçiyor. Ve müzik dinleme ihtiyacımızı -neredeyse- 24 saat martı gaklamalarıyla gideriyoruz. Açık pencerenin önünde çalışırken bir ara öksürme ihtiyacı hissettim. Aniden öyle bir öksürdüm ki çatıdaki martılar seslerini birden kestiler. Aklınızda bulunsun, olur da martı gaklamalarından gına gelirse güçlüce öksürün, zınk diye seslerini kesiveriyorlar. Olası lâkabımın hikâyesi bu kadardır. Hikâye bitti martı sesleri hâlâ kesik. (19 Haziran 2017)

Yabancı filmlerin Türkçe afişlerinde 8 farklı düzenleme tespit ettim. Görüntüde “Elena”dan başlayarak sağa doğru gidersek, şöyle:
1-Kişi adı olduğu için orijinal film adının Türkçeye çevrilmesine gerek olmayan afişler.
2-Orijinal adı aynı kalan, diğer bilgileri Türkçe olan afişler.
3-Orijinal adı aynen Türkçeye çevrilen afişler.
4-Orijinal adıyla hiç ilgisi olmayan Türkçe isimli afişler.
5-Orijinal adıyla hiç ilgisi olmayan, tamamlayıcı adı küçük yazılan iki Türkçe isimli afişler.
6-Orijinal adıyla hiç ilgisi olmayan, tamamlayıcı adı büyük yazılan iki Türkçe isimli afişler.
7-Orijinal adı büyük, farklı çevrilen Türkçe adı küçük yazılan afişler.
8-Orijinal adı büyük, aynen çevrilen Türkçe adı küçük yazılan afişler. (14 Haziran 2017)

Şehrin muhtelif yerlerindeki yıllanmış ağaçları her ne sebeple olsun kesenlere, kestirenlere, planlayanlara, göz yumanlara 10 dakika öncesi itibarıyla lanet yağdırmaya başladığımı kamu aleme duyururum. Tanrının gazabı üzerlerine olsun; ömürleri boyunca ağaç gölgesi bulamasınlar. Şimdiye kadar hiç kimseye ve eşyaya ve makineye ve nebatata böyle lanet okumadığımı belirttikten sonra gerekçemi yazayım: 80’lerde, yani 37 yıl önce iş yerimin Mecidiyeköy’deki servis aracı durağına, Şişli istikametinden yürüyerek gelirken, soldaki mezarlığın bitimine yakın, karşı kaldırımın kenarında yaşlı bir ağaç vardı. Önünden geçerken gövdesine çakılmış iri çivileri her gördüğümde rahatsız olurdum. Günlerce süren bu tedirginliğimi sona erdirmeye karar verdim. Bir sabah, kerpeten, pense, keser, keski, tornavida ne varsa torbaya doldurdum ve her günkü çıkış saatimden bir saat önce, sabahın karanlığında evden çıktım. Ağacın yanına gidip, bütün çivileri, telleri, plastik ipleri, tek tek söktüm, temizledim. Ağaç rahatladı, ben huzura kavuştum. Sonraki yıllarda, emekli olduktan sonra dahi oralara yolum düştüğünde, yeni çiviler çakılmış mı diye kontrol ettim. İşte o ağacı kesmişler, yerine saksı içinde küçük fidanlar dikmişler. (19 Haziran 2017)

Filmlerin vizyona girme tarihleri yaklaşık 2-3 ay öncesinden belirlenir. Bu konuda sinema sektöründe son yıllarda sessiz ve derinden yeni bir moda oluştu. Vizyon tarihleri son anda erteleniveriyor. Öyle ki Cuma günü vizyona gireceği duyurulmuş olan filmin gösterimi Perşembe günü ertelenebiliyor. Adını hatırlayamadığım böyle birkaç film var. Tuhaf olan bir başka durum ise şöyle: Bazı filmler için vizyona girmesine birkaç gün kala basın gösterimi yapılıyor. Filmi seyreden basın mensupları eleştirilerini veya bilgilendirme yazılarını gazetelerine, dergilerine internet sitelerine gönderiyor, yazılar basılırken film erteleniveriyor. Bu ertelemeler o kadar karışık bir hal aldı ki, biz işin içindeki sinema yazarları bile konuyu takip etmekte zorlanmaya başladık. Nitekim 5-10 gün önce “Dokuzuncu Hayat” filminin 28 Ekim 2016 tarihinde vizyona çıkarıldığını, bu yıl ise 2. kez vizyona sokulduğunu yazmıştım. Oysa film için 25 Ekim 2016 tarihinde basın gösterimi (*) yapılmış fakat film o hafta vizyona girmemiş, ertelenmiş. Sağ olsun sinema yazarı arkadaşımız Ali Ulvi hatırlattı da yazımı düzelttim. Geçmişten birkaç örnek daha vermek gerekirse Settar Tanrıöğen’in oynadığı “Hayalet Dayı” ve Mehmet Ali Erbil’in oynadığı “Polis Akademisi: Alaturka”nın da basın gösterimi/galası yapılmış fakat filmler duyurulan ilk tarihlerde gösterime sokulmamış birkaç hafta/ay sonra genel gösterime çıkarılmıştı. 10 – 15 gün önce basına gösterilen “Hizmetçi” ve “Hayalet Hikayesi” adlı filmlerin akıbeti de aynı oldu. Vizyona girene kadar, eleştirilerini yazmamış olan basın mensupları muhtemelen her ikisi de beğenilen bu filmleri unutacaklar. Nitekim 30 Haziran’da vizyona gireceği açıklanan “Hayalet Hikayesi” için Ferhan Baran’ın yazdığı eleştiri yazısısadibey.com’da önce yayınladık, vizyonunun ertelendiğini öğrenince yayından kaldırdık ve yazar arkadaşımızın isteği üzerine tekrar yayına verdik. Yazarı, filmcisi, sinemacısı, herhalde -klasik tabirle- “elde olmayan nedenlerden dolayı” böyle davranmak zorunda kalıyoruz.
(*) Doğru bilgidir. (Basına veya sektöre ender olarak gerekse de filmlere yapılan basın gösterimlerinin tarihleri sadibey.com’un şifreli bir bölümünde muhafaza edilmektedir.) (16 Haziran 2017)

(08 Temmuz 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Güçlendikçe Zalimleşmek

Tiyatro ve opera yönetmenliğinden gelme William Oldroyd’un ilk uzun metraj denemesi ‘Lady Macbeth’ haftanın ilgiye değer seçeneklerinden biri olarak bizdeki gösterimini sürdürüyor. Filmin tahmin edildiği üzere bir Shakespeare uyarlaması olmadığını baştan belirtelim. Rus yazar Nikolai Leskov’un 1865 yılında Dostoyevski’nin ‘Epoch Dergisi’nde ilk kez yayınlanmış ‘Mtsensk’li Lady Macbeth’ isimli novellasından yola çıkmış İngiliz sinemacı. Eserin 1934 yılında Shostakovich’in aynı adlı operasına kaynaklık ettiğini, ancak Stalin’in hışmına uğrayıp yasaklandığını biliyoruz.

1962 yılında Polonyalı usta sinemacı Andrzej Wajda yönetiminde ‘Sibiryalı Lady Macbeth’ adıyla ilk kez beyazerdeye uyarlanmış olan bu kısa romanın yeni versiyonunda öykü 19. yüzyıl İngilteresi’ne, evli kadınların henüz kocalarının mülkü olarak görüldüğü 1860’larda adanın kuzey doğusundaki Northumbria bölgesine taşınmış. Hikâyenin ana karakteri Katherine, bir toprak parçası ile birlikte bölgenin zengin maden işletmecisine satılmıştır. Adam genç kızı, tahakkümü altında yetişmiş oğlu Alexander ile evlendirir. İktidarsız damat için gönülsüz bir evliliktir bu. Evden dışarı çıkması yasaklanan genç kız için hapis hayatı demektir evlilik yaşamı.

Kocası ve kayınpederinin iş seyahatleri nedeniyle evden uzaklaşmaları genç kıza soluk aldırır. Çok özlediği temiz havaya kavuşur. Çiftlik çalışanlarıyla arkadaşlık etmeye başlar, yakışıklı Sebastian sayesinde cinsellikle tanışır. Başlangıçtaki iyimser, hayat dolu Katherine özgürlüğünü korumak, bu ilişkiyi sürdürebilmek için her şeyi, cinayeti bile göze almaya hazırdır. Güçlendikçe acımasızlaşır. Sınıfsal üstünlüğünü idrak ettikçe önündeki engelleri birer birer ortadan kaldırmaya başlar.

Shakespeare’in ölümsüz karakterlerinden esinlenmiş döneme özgü bir kara film niteliği taşıyan ‘Lady Macbeth’ başarılı bir ilk film. Çiçeği burnunda sinemacı Oldroyd kadın haklarından yola çıkan öyküyü perdeye uyarlarken çok başarılı kadınlarla çalışmış. Senaryoda imzası bulunan tanınmış İngiliz oyun yazarı Alice Birch ile mükemmel iş birliği, İngiliz sanat yönetmeni Jacqueline Abrahams’ın Vikoryen İngiliz dramalarının gösterişinden uzak durması hikâyenin ve karakterlerin ön plana çıkmasını sağlamış. Avustralyalı Ari Wegner’in usta görüntü çalışmasıyla Katherine’in yaşadığı ve kadınların hayvan muamelesi gördüğü ormanlık alanın ortasındaki ıssız ev, kasvetli bir hapishaneye dönüşmüş. Malikanenin gönülsüz tutsağı rolünde ilk kez bir sinema filminde yer alan Florence Pugh, keşfedilmesi gereken parlak bir geç yetenek.

Fransız yönetmen Pascale Ferrand’ın 2006 yapımı ‘Lady Chatterly’si ya da Andrea Arnold’un siyahi bir Heathcliff’e yer verdiği 2011 yapımı Emily Brontë uyarlaması ‘Uğultulu Tepeler / Wuthering Heights’ ile benzerlikler taşıyor Oldroyd’un filmi. Özgürlük savaşı olarak başlayan öyküde sınıfsal ilişkiler öne çıkıyor. Siyahi kadın hizmetli ve melez Sebastian karakterleriyle ırksal tahakkümün altı çiziliyor. Leskov’un Mtsensk’li Lady Macbeth’i, ondan bir yıl kadar sonra yayınlanmış Gustave Flaubert’in ünlü romanının ana karakteri ‘Madame Bovary’ ile karşılaştırılır. Bovary’nin erkek egemen dünyada sessizce acı çekmesi karşılığında Leskov’un karakteri, ‘şiddet şiddeti besler’ misali zalimleşerek ‘Lady Macbeth’i aratan bir konuma yükseliyor. Oldroy’un filmi kadın hakları, sınıfsal ilişkiler, iktidar ve zulüm üzerine kafa yoracağınız ilgiye değer bir dönem filmine dönüşüyor.

(02 Temmuz 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Belalılar

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bizim sinemamız eskiden bazen birbirini yerdi. Eylül 1973’de de öyle olmuştu. Bu birbirini yeme işini muhtemelen Ramazan ayına denk getirmişler ve iki adet “Rabia” filmini aynı haftada gösterime sokmuşlardı. Bu filmlerden birisinde Fatma Girik, diğerinde Hülya Koçyiğit, Rabia olmuştu. Hülya Koçyiğit’in oynadığı filmin bir özelliği de 3 isimli olmasıydı. Filmin o zamanlar sinemalarda kullanılan afişinde “Rabia / İlk Kadın Evliya / İslamın Nuru” yazıyordu. Yani filmin Ramazanda gösterime sokulması yetmemiş, iki tane daha isim konularak filmin ulvi bir film olduğu seyircinin gözüne gözüne sokulmuştu. İki gün sonra gösterime gireceğinden sosyal medya vasıtasıyla haberdar olduğum günümüzden bir filmin afişinde de 3 isme rastlayınca geçmişteki bu iki filmi hatırladım. 09 Haziran’da gösterime girecek olan filmin adı afişinde şöyle yazıyor: “Dede Korkut Hikayeleri / Salur Kazan / Zoraki Kahraman”. Rahmetlilerin dönemlerine yetişemedik ama sinemadaki temsillerinde sağ olsun “Deli Dumrul” internet medyasını kaaleye (*) almış ve gösterime gireceğini 6 ay önceden duyurmuştu.
(*) Bu kelimenin doğrusu “kâle almak”tır ancak günümüzde muteber olan “halkın seçimine” göre genelde böyle kullanıldığından böyle kullandım. (07 Haziran 2017)

Kemer aldım, satan esnaf “Dana abi” dedi, “halis, muhlis.” Dolayısıyla biri bana bakıp “Dana” dese doğal kabul etmem gerekebilir. Doğru muyum? Bence doğruyum. Gerekçemi yazayım: Bize “Aslanım, kaplanım” diye hitap ettiklerinde kasılırız, dik dururuz; “Kuşum, kargam vs.” denildiğinde alınırız. Neticede hepimiz aynı dünyadan geçip gidiyoruz; aynı su, aynı hava, vs, vs. (05 Haziran 2017)

Taneli sebze ve meyveleri (soğan, patates, domates, biber, elma, ayva, armut, kivi, vs.) hep çift alırım; sorun yok değil mi? (05 Haziran 2017)

Az önce motosikletli bir turist sokağın sonuna kadar geldi, güzelce U dönüşünü yaptı, aynı hızla çıktı gitti. Şu günlerdeki hobim, sokağa girip geri dönen özel araba, kamyonet, motosiklet, vs.yi seyretmek. Merak edenler için “kel âlâka”yı “normal âlâka”ya çevireyim: Efendim bahsi geçen sokak, Bodrum’da, İçmeler istikametine giden ana caddeden 90 derece açıyla sağa, büyük gemilerin yanaştığı iskele yönüne giden, Şalvarağa namıyla maruf sokaktır. Bu sokağın sonu eskiden geniş bir kavis yaparak liman yoluna iniyordu. Yeni Türkiye’de nasıl olduysa o kavis özel mülkiyete dahil oldu ve sokağın sonuna antik tiyatromsu bir merdivenler güzellemesi yapıldı. Dolayısıyla haritalarda çıkar sokak olan mekân, çıkar da çıkmaz sokak haline dönüştü, yani yayalara çıkar da arabalara çıkmaz sokak haline geldi. Yaklaşık 300 metre uzunluğundaki bu sokağın tarihini bilmeyen onlarca yabancı araba, her gün, kestirmeden limana inerim niyetiyle sokağa giriyor, dönüyor ve çıkıyor. Sokağın başına irice bir “çıkmaz sokak” levhası yerleştirilmesi için Belediyeye -yalanıyla beraber- yüzlerce müracaat yapıldı. Koyduramadık vesselam. (07 Haziran 2017)

Ulaşır mı, ulaşmaz mı bilmem ama akşam akşam sinemaseverlerin kutsal bilgi kaynağı IMDb.ye benden kocaman bir “helal olsun” gönderiyorum. Nedenini açıklayayım. Az önce tesadüfen bir DVD şirketinin web sitesine girdim. Paul Newman ile Robert Redford’un oynadığı ünlü “The Sting” adlı filmin DVD.sini “Üç Kağıtçılar” adıyla piyasaya sürmüşler. Malûm biz sinefiller filmlerin sinemalarda gösterildiği adlarıyla anılmasını isteriz. Farklı adlarla karşımıza geldiğinde filme zarar verilmiş gibi hissederiz. Yanlış mı hatırlıyorum diye bir de IMDb.den bakayım dedim, adamlar filmin Türkçe adını 1974 Ekim’inde sinemalarımızda gösterildiği şekilde “Belalılar” olarak belirtmişler. Bir elin oğlunun gösterdiği hassasiyete bak, birde bizim oğlanın yaptığına. Bu gibi durumlarda, günlük elemanlar filmin sinemalarda gösterildiği Türkçe adını bulamazsa en azından sinema yazarlarının kulaklarını çınlatın, bir şekilde size filmin gerçek Türkçe adını ulaştırırlar. IMDb.nin yabancı filmlerin Türkçe adlarına ülkemizde görevlendirdiği kişiler vasıtasıyla ulaştığını biliyoruz. Bu arkadaşlarımız zaman zaman değişiyor olsa da gösterdikleri hassasiyetin takdire şayan olduğunu belirteyim. “Belalılar” hakkında ekstradan bilgi vereyim. Bu film ülkemize Sintel adlı şirket tarafından getirilmişti. Bu şirketin o yıllardaki bir diğer filmi de başrolünde Clint Eastwood’un oynadığı “Kadın Affetmez” (The Beguiled) adlı filmdi. Bu filmin yeniden çevrimi olan “The Beguiled” ile Sofia Coppola geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü kazanmıştı. (07 Haziran 2017)

Gökyüzünü tırmalayan binalara bakarsak, adını aldığı Osmanlı’dan herhangi bir iz yok Levent’te. Semtin yeni adı Terminator olsa yeridir. (10 Haziran 2017)

Bendeniz yeni fark ettim, bazı kâğıt havluların boyu 2 cm kadar daha kısa; uzunu alıyorum derken pahalısını alabilirsiniz. 900 gramlık paketlerde satılan ve kg. fiyatını daha ucuz gibi gösteren kuru bakliyat paketleri yok oldu. Kâğıt havlularda ve tabanı derin oyuk kaplarda satılan gıda maddelerinde de bu yanıltmaların önüne geçilmeli ve standarda kavuşturulmalı. (13 Haziran 2017)

(30 Haziran 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

3. Koruncuklar İçin BAK Liseler Arası Kısa Film ve Senaryo Yarışması’na birkaç gün önce start verildi. Yarışmanın basın bülteninde bu yıl yapılacak yarışmanın sadece kurmaca filmleri kapsadığı belirtiliyor. BAK kelimesinin açılımı “Belgesel, Animasyon, Kısa Film” olduğundan bu yılki yarışmanın içeriği ile adının uyuşmadığını görüyoruz. (26 Mayıs 2017)

Cuma günü vizyona giren 5. Karayip Korsanları filmi sinema sektörümüzde şu anda 4 isimle anılıyor. Basına yansıtılan ilk haberlerde “Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı” (Pirates of the Caribbean: Dead Men Tell no Tales) adıyla duyurulan filmi sinema perdesinde “Pirates of the Caribbean: Salazar’s Revenge” adıyla izliyorsunuz. Türkiye’nin en genç sineması olduğunu duyuran Cinemo ise gönderdiği bültende filmin Türkçe adını “Karayip Korsanları: Ölü Adamlar Masal Anlatmaz” olarak belirtmiş, oysa ekte gönderdiği afişte “Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı” yazıyor. (27 Mayıs 2017)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Montesquieu iki tür yozlaşmadan bahseder: Birincisi insanların kanunlara karşı koymaya başlamaları, ikincisi kanunların insanları zorlaması.” (Genç Karl Marx – The Young Karl Marx. Yön: Raoul Peck) (27 Mayıs 2017)

Geçen 2016 yılında yapılacak olan 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde Hülya Darcan’a onur ödülü verileceğini açıklanmıştı ancak festival iptal edilince kamuoyuna duyurulmuş olan bu vaad gerçekleştirilemedi. İptal edilen festivalin, bu yıl 09 – 16 Kasım 2017 tarihleri arasında yapılacağı geçen hafta düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Toplantıda geçen yıl duyurulan isimlere onur ödülü verileceği belirtilse de basına servis edilen bültende Hülya Darcan’ın adına rastlayamadım. Jüri başkanı Hülya’nın adaşı Hülya’ya onur ödülü vermesi ne güzel olurdu. Biz sinemaseverler de çifte Hülya görmüş olurduk. (28 Mayıs 2017) [Bu paylaşımım üzerine festival, aracı (yapımcı) firmanın olumsuz/nezaketsiz tavrı sebebiyle kararından vazgeçtiğini belirtti. Demek ki zannedilenin aksine festival sanatçıyı unutmamış.]

İnsan her an yeni bir şey öğreniyor. “Söyleyemem derdimi kimseye derman olmasın diye” başlayan şarkının “İnleyen kalbimin sesini ağyar duymasın” diye bildiğim dizesi “İnleyen kalbimin sesini o yar duymasın” şeklinde de söyleniyormuş. TRT Müzik’te yayınlanan “Eşref Vakti” programından öğrendim. Küçük bir sarsıntı geçirsem de sevilen bazı şarkıların reklâm müziği olarak kullanılmasının verdiği huzursuzluk kadar rahatsız olmadım. 40 yıldır Yıldırım Gürses’ten dinlediğimiz “Eller eller” şarkısının “Renkler renkler” şeklinde boya reklâmında kullanılmasına nasıl izin verirsiniz kardeşim? Şarkının mirasçısı, bestekârı, güftekârı, sazendesi, nazendesi siz olabilirsiniz ama dinleyeni olmayan şarkı şarkı mıdır? Sorarım size. (29 Mayıs 2017)

Dün kendime sinemasal bir nostalji yaşattım. Saat 15:00’te gittiğim Mecidiyeköy Cinemaximum Cevahir Sineması’nda sadece 16:10’da başlayacak olan film benim için uygundu. Bilet aldım ve zamanım kısıtlı olduğundan bir önceki matinesinde gösterilmekte olan aynı filmin 2. yarısında salona girdim. Film bittikten sonra da ilk yarısını izleyip çıktım. Günümüz sinemaseverlerinden bazıları “Nostalji bunun neresinde?” diyebilir. Anlatayım: TV.nin olmadığı zamanlarda bazı sinemalarda “devamlı matine” uygulaması yapılırdı. Sabah 10:00’da iki film birden, bazen üç film birden gösterilmeye başlanır, sinemaya gittiğiniz herhangi bir zamanda salona girer, filmleri seyreder, başladığınız yere geldiğinde çıkardınız. Bu uygulama genellikle kenar semt sinemalarında yapılan 2. vizyon film gösterimlerinde uygulanırdı. Benim gibi suriçi İstanbul’unda ikamet eden sinemaseverler ise bu uygulamadan o zamanlar 6 adede kadar yükselen Şehzadebaşı sinemalarının (Şehzadebaşı, Turan, Kulüp, Gül, Gündeş, Yeni) gösterimlerinde yararlanırlardı. (29 Mayıs 2017)

“Terminator 2: Mahşer Günü” sinemalarımızdaki ilk gösterimini 1991 Eylül’ünde yapmış. Aynı ay içinde “Danielle Teyze”, “Hudson Hawk”, Kevin Costner’ın Robin Hood olduğu “Robin Hood: Hırsızlar Prensi”, “Texasville” ve “The Doors” gibi çok bilinen filmleri izlemişiz. Bu bilgi muhtemelen internette yoktur, onun için yazdım. Biliyorsunuz “Terminator 2: Mahşer Günü”, 25 Ağustos 2017 tarihinde 3D olarak yeniden vizyona giriyor. Geçmiş yıllardaki ünlü filmlerin 3D formatına çevrilmelerini hiç tasvip etmiyorum. Bir ara eski klasik siyah – beyaz filmlerin renklendirilmiş kopyaları da TV ekranlarını sarmıştı, onları da hiç sevmemiştim. Ha filmleri 3D.ye çevirmişsin, ha zeytin yetişen arazileri imara açmışsın, ikisi de rant canavarlığı. Yapmayın. (03 Haziran 2017)

Kasabadan kasabaya giden belediye otobüsüne biniyorum, şoföre “Kaç para?” dedim; “Parayla binecek kadar küçük müsün?” diyerek soruyu bana döndürdü. Önce anlamadım. Gülünce anladım. “Para hanım için, ben nüfus kâğıdımı göstereceğim.” dedim. Yaşlılık hatırlatması olsa da ilk söylediği hoşuma gitti, iltifat olarak kabul ettim. (03 Haziran 2017)

Ꙟ Kağıt üzerindeki çizim, uygulamada her zaman randıman vermeyebiliyor. Bu gibi durumları “evdeki hesap çarşıya uymaz” lâfıyla özetleyebiliyoruz. (Bodrum, Zeki Müren Caddesi, Halikarnas kapısının karşı köşesi. Araziyi göremeyen ilgililer belki sanal alemde bu görüntüye nazar atfedebilirler.) (04 Haziran 2017)

(22 Haziran 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Kimlik Arayışı, Mistisizm ve Teknoloji

Sevdiğiniz birini kaybettiğinizde kendinizi bir boşlukta hisseder, onun artık sizle olmadığını kabullenmek istemezsiniz. Onunla iletişim kurmaya çalışmak bir umut, bir tesellidir bazen. Olivier Assayas’ın bizde ‘Hayalet Hikayesi’ adıyla gösterime giren Cannes’dan en iyi yönetmen ödüllü son filmi ‘Personal Shopper’ işte böylesine bir iletişim olasılığı üzerine kafa yoran ilgiye değer bir çalışma. ‘Cahiers du Cinéma’ eleştirmenliğinden gelmiş Fransız sinemacı, günümüzde geçen bir hayalet hikâyesini, çağımıza özgü bir iletişim biçimi olan akıllı telefonlarla mesajlaşma üzerine kuruyor, gotik hayalet öyküsünü çağdaş elektronik alışkanlıklarla harmanlıyor.

İkiz erkek kardeşini kısa bir süre önce kaybetmiş olan Maureen yas süreci içindedir. Ölen ikiziyle aynı kalp rahatsızlığından mustarip olan, -filmin özgün adına uygun olarak- Paris’te yaşayan ünlü bir Alman modelin ‘alışveriş asistanlığı’nı sürdüren genç kadın, ikiz kardeşinin kendisine bıraktığı metruk evde onunla irtibat kurmanın peşine düşer. Eurostar treniyle Paris’ten Londra’ya yolculuğu sırasında iPhone’undan cüretkâr mesajlar alır. Bunlar erkek kardeşinden mi, yoksa kötücül başka bir ruhtan mı gelmektedir.

Yaşayanlar ve ölüler arasındaki puslu ve geçirgen çizginin izinde, çağımızın mesafeleri yok eden iletişim teknolojisi devreye girer. Google’dan soyut sanatın öncüsü kabul edilen İsveçli medyum sanatçı Hilma af Klint’in (1862-1944) resimlerini inceler Maureen. Eski bir televizyon filminde ünlü Fransız yazar Victor Hugo’nun (1802-1885) bizzat yönettiği ruh çağırma seansını izler. Uzak alemlerin artık çok yakın olduğu çağımızda, onun Umman’daki erkek arkadaşıyla Skype görüşmesinin bir ruh çağırma seansıyla benzerliklerini farkederiz.

‘Sinemanın bir diriliş, kendi hayaletlerimizle yüzleşmek suretiyle onları hayata geçirme sanatı olduğunu’ ifade eden yönetmen Assayas ‘sinema vasıtasıyla bilinçaltınızı ve hatıralarınızı kurcalar, kaybettiklerinizi geri çağırırsınız’ diyor. Diğer yarısını kaybetmiş genç kadının kendini bulma ve yeniden inşa sürecini anlatırken moda endüstrisini, genç kadının dişiliğini ve ruhaniyeti sorgulayan karakter incelemesinin zemini olarak kullanıyor. Kamera film boyunca Kirsten Stewart’ın yüzüne yoğunlaşıyor, filmin şimdiden antolojilere girmeye hak kazanmış ünlü ‘soyunma-giyinme’ sekansında, genç kadının cinselliğini keşfe çıkışına tanık oluyoruz.

19. yüzyılın ruhani fotoğrafçılığından, ruhsal varlıkları tespit etme çalışmalarından etkilendiğini belirten Assayas, mistisizm ile teknolojinin flörtünden yola çıkıyor. Akıllı telefonu görünmeyen varlıklarla iletişim kurmada metafor olarak kullanıyor. Bir filminde ilk kez bilgisayar efekti kullanıyor, ama daha ziyade psikoloji ile, bilinç ile bilinçaltı arasındaki muğlak alanda olup bitenlerin peşinde.

Hayalet sahnelerinde müzik, hele elektronik müzik kullanmaya yanaşmamış Assayas. Filmini tür klişelerine hapsetmek istemiyor, gürültü ve doğal seslerin etkisinden yararlanarak daha ürkütücü bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Ünlü ‘soyunma-giyinme’ sekansı Marlene Dietrich’in seslendirdiği şarkı eşliğinde bir dans gösterisine dönüşüyor. ‘Das Hobellied’ isimli bu Viyana halk şarkısında, ‘ölüm’ün zamanı geldiğinde hepimizi aynı yere, toprağın altına götüreceği dile getiriliyor.

Fransız yönetmenin bizde ‘Ve Perde’ adıyla oynamış ‘Sils Maria’dan sonra bir kez daha çalıştığı Kirsten’dan harika bir sonuç aldığı bu sinefil işi hayalet öyküsünde yabancılaşma ve kimlik arayışı üzerine kafa yoruyor, beden ile ruh arasındaki huzursuz ilişkiyi kurcalıyor, ölüm ile kurduğumuz ilişki üzerine meditasyona girişiyor. Finaldeki üç dakikalık kesintisiz sekansıyla Antonioni imzalı ‘Yolcu’nun (Professione: Reporter) kapanış bölümünü anımsatan bu güzel filmi; maddi dünya ile ruhlar dünyası arasındaki kişisel yolculuğun bu ilginç tasvirini kaçırmamanızı tavsiye ediyorum.

(15 Haziran 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com