Kategori arşivi: Yazılar

24. Uluslararası Adana Film Festivali’nin Ardından

Yaşar Kemal’in, Yılmaz Güney’in, Orhan Kemal’in ve daha nice değerlerimizin yetiştiği bereketli topraklar üzerinde düzenlenen 24. Uluslararası Adana Film Festivali’ni yakından izleyen bir yazar olarak genel değerlendirme notlarımı paylaşmak istedim. Bu yıl 25 Eylül – 01 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilen festivalin programı içerdiği çeşitlilik ve filmlerin genel düzeyi itibarıyla birinci sınıftı. Ulusal Yarışma filmlerinin en az yarısı En İyi Film ödülünü alabilecek düzeyde güçlüydü. Bu da bir festival için önemli başarı göstergesidir. Bu açıdan ön seçim ekibini kutluyorum.

Ulusal Yarışma ana seçkisinde yer alan filmlerden en çok etkilendiklerimizin başında Orhan Eskiköy’ün inanç kavramını sorgulayan şiirsel çalışması ‘Taş’ geliyordu. Bir izleyicinin ‘bir şiir okuduk’ diye tanımladığı Pelin Esmer imzalı ‘İşe Yarar Bir Şey’in ana karakteri bir şairdi. Barış Bıçakçı’nın senaryo ortaklığı ve finaldeki ‘Fotoğraf’ şiiriyle yükselen bu güzel film, Haydarpaşa istasyonundan başlayan bir içsel yolculuğu anlatıyordu.

Kuran’daki ‘Hızır Kıssası’ndan hareketle, kaynaklarını tüketmiş dünyamızda iki bilim adamının çileli yolculuğu üzerine kurulu Semih Kaplanoğlu ustanın ‘Buğday’ı, birinci sınıf kurgusu ve sanat tasarımıyla yılın üzerinde en fazla konuşulacak filmleri arasında yer alıyordu. Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği ‘Sofra Sırları’ bir dönem Atıf Yılmaz filmlerini hatırlatan kara mizahı ve Demet Evgar’ın çok başarılı yorumuyla övgüyü hak ediyordu. Ve Emre Yeksan’ın ilk filmi ‘Körfez’, Hong Sang-soo filmlerinin dinginliğini anımsatan anlatımıyla festivalin önemli keşiflerinden biri olarak gönlümüze yerleşiyordu.

Festivalde genelde ilgiyle karşılanan oyuncu Onun Saylak’ın ilk uzun metraj denemesi ‘Daha’yı ise fazla hesaplı kitaplı ve klişelerden kurtulamamış bir çaba olarak değerlendiriyorum. Başroldeki genç oyuncu Hayat Van Eck bu filmin en büyük şansıydı. Jürinin en iyi film seçtiği ‘Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok’ filmini ise iflah olmaz Onur Ünlü sevenlerine havale etmekle yetiniyorum.

Uluslararası Yarışma seçkisi birçok sinema yazarı dostumun belirttiği üzere bir ‘Şampiyonlar Karması’ görünümündeydi. Geçtiğimiz Cannes Film Festivali ana seçkisinde yer alan (Altın Palmiye ödüllü ‘Kare’ dahil) dört filmin ağırlığını koyduğu bu bölümde, Guillermo Arriaga’nın başkanlığını yaptığı uluslararası jüri üç Cannes filmini ödüllendirdi. Daha önce Cannes’da Jüri Ödülü’nü kazanmış olan Andrei Zvyagintsev imzalı (kendisi kapanış töreninde hazır bulundu ve ödülünü aldı) ‘Sevgisiz’ ile Ukraynalı yönetmen Sergei Loznitsa’nın Dostoyevski’den esinlendiği ‘Krotkaya’sı, insanlığını yitirmiş, kurumları işlevsiz hale gelmiş çağdaş Rus toplumunu karamsar bir biçimde eleştiren yapımlardı. Festivalden mansiyon alan çok sevdiğimiz Yunanlı Yorgos Lanthimos’un ‘The Lobster’dan sonra İngilizce çektiği ikinci film olan ‘Kutsal Geyiğin Öldürülmesi’ ise, yönetmenin aile kurumuna, suçluluk duygusuna ve sınıf ilişkilerine odaklanan sinema kariyerinin en başarılı yapıtlarından biri olarak belleğimize yerleşti.

Festivalin gerçekleşmesinde büyük katkıları olan Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü ile Festival Direktörü İsmail Dikilitaş’ın şahıslarında emeği geçen herkesi kutluyor ve festivalin başarılarının devamını diliyorum.

(01 Ekim 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Adana’da Festival Coşkusu Devam Ediyor

Adana Film Festivali’ni 7 yıldır aralıksız takip ediyorum. Her yıl güzel anılarla ayrılmışım bu sanat şehrinden… Adana bir kültür-sanat şehri… Bunun her seferinde altını çiziyoruz ama laf olsun diye değil… Hem istatistikler hem de şehrin kendisi bunu size gösteriyor. Yalnızca sinema değil sanatın her dalından sanatçı yetiştirmiş bir kent burası… Peki bu yıl 24. kez gerçekleşen Adana Uluslararası Film Festivali’nde neler oluyor? Detaylar yazımda…

Muzaffer İzgü’ye Selam Olsun…

Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Türk edebiyatının en büyük yazarlarından, Adana doğumlu Muzaffer İzgü bir kere daha saygıyla anmak isterim. Geçen sene Adana Film Festivali’nde yaptığı konuşma hâlâ hatırımda… Sanki bir veda konuşması gibi ama bir o kadar umut dolu bir konuşma yaparak bu karanlık günlerde bizlere ışık tutmuştu. Bizi çalışmak, çok çalışmak kurtaracak demişti; okumak, yazmak, üretmek…

Süleyman Turan’dan Duygusal Konuşma

Dün Türk sinemasının en kıymetli oyuncuların Süleyman Turan ile sevgi kortejinin hemen ardından sanat kasabasında Milyon TV canlı yayını için bir araya gelmek fırsatı bulduk. Keyifli yayınımızın sonuna doğru, kendisiyle önümüzdeki yıllarda da burada buluşma temennisinde bulundum ve aktör, yıldızları göstererek bana baktı. Hayatımın en zor anlarından bir tanesiydi diyebilirim. Kendisi söyleşi boyunca da her geçen yıl eksilen dostlarından söz etmişti. İşte böyle hüzünlü anlara da tanıklık ediyoruz çünkü sahiden de Yeşilçam’ın yaşayan son temsilcileri ile buluşma fırsatı buluyoruz festivaller sayesinde… Yeni dönem oyuncularının büyük bir çoğunluğu hâlâ halkın onlara gösterdiği ilgi ve sevginin yanına yaklaşabilmiş değil. Kıymetini ve değerini iyi bilmek lazım… Şimdi festivalin en önemli bölümü olan filmlere geçelim…

Uluslararası Seçki Parıldıyor

Bu sene tercihimi çoğunlukla uluslararası seçkiden yana kullandım ve pişman değilim. Adana yabancı film seçkisi her sene çok başarılı olmuştur ve bu sene de yanıltmadı. Sinema yazarı Kerem Akça’yı buradan bir kez daha tebrik etmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bir alkış da Adana izleyicisine çünkü her sert, en zor ya da en dayanılmaz filmlerde bile sabırla ve sessizce filmleri izleyerek film izleme kültürlerinin ne kadar yukarıda olduğunu bir kez daha ispatladılar. Aynı şeyi üniversite öğrencileri için söylemek zor ama yaş ortalaması yüksek Adana halkı tüm filmleri büyük bir dikkat ve hassasiyet içinde hem de yoğun bir ilgiyle takip ediyor. Mesela dün akşam izlediğimiz Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un son filmi The Killing of a Sacred Deer’i neredeyse merdivenlere kadar dolu izledik. Yönetmenin Colin Farrell ile The Lobster’daki müthiş uyumu devam ediyor. Harika bir ikili oldular ve Farrell’in yıllarca Hollywood’da bulamadığı değeri ve hak ettiği saygıyı Yunan yönetmen ile kazandığını düşünüyorum.

Film Gösterimlerindeki Teknik Aksaklıklar

Filmin son dakikalarındaki aksaklığa rağmen salonun büyük bir bölümü sabırla bekledi. Ancak sorun yaklaşık 45 dakika uzayınca büyük bir kısmı salonu terk etmek zorunda kaldı. Tam da bu noktada bu soruna da dikkat çekmek lazım… Sanırım festivalin bu sene en büyük sorunu tam da bu… Film gösterimlerindeki teknik aksaklıklar. Yıllardır geldiğim Adana’da daha önceki yıllarda bu
kadar üst üste bu sorunla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Sorunlar açılış filmi The Shape of Water’ın gösterilememesiyle sinyal vermişti. Ardından ardı ardına altyazı sorunları ve kesilmelerle devam etti. Mesela sinema yazarlarının merakla beklediği Zama’nın da böyle bir sorun yüzünden izlenemediğini duymuştum. Ben o sırada Wim Wenders’in merakla beklediğim son filmi Submergence’i izlemeyi tercih etmiş, çok büyük olmasa da altyazı sorunlarıyla karşılaştığımı itiraf etmeliyim.

Wenders Haçlı Seferinde, Haneke’nin Kafası Karışık

Bu arada Wenders beni büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. En sevdiğim yönetmenlerin başında gelen Wenders, neden haçlı seferine çıkıp Müslüman avı yapmayı tercih etti aklım almıyor. Filmin 11 Eylül’den sonra tırmanan Müslüman düşmanlığına çanak tutmayı adeta misyon edinmiş. Tek taraflı ve sığ bir bakış açısı hakim. Batılılar siz harikasınız, tüm Müslümanları yok edin, dünya kurtulsun değil mi? Çok yazık… Çok talihsiz… Bir hayal kırıklığını da Michael Haneke’nin son filmi Happy End’de yaşadım. Çok kopuk ve dağınık bir hikâye anlatıyor bu kez yönetmen. Sanki kendisini tam olarak filme adapte edememiş ya da iyi bir döneminde değilmiş gibi. Yani Haneke filmi gibi ama çeken Haneke değil gibi. İnandırıcılıktan uzak… Bu arada filme öğretmenlerinin yoklama zorunluluğu ile gelmiş iletişim fakültesi öğrencilerini de sinemadan soğuttuğu kesin. Hayatında hiç Haneke filmi izlememiş biri bu filmle başlarsa yaşadığı şoku az çok tahmin edebiliyorum. Çoğu film boyunca kikirdeyerek ya da cep telefonları ile takılarak zaman geçirdiler. Yine de izleseler iyiydi. Sonunda dayanamayıp bir tanesine, “Şu anda kimin filmini izlediğinizi bilmiyorsunuz değil mi?” dedim. “Hayır bilmiyoruz” dediler. “Yaşayan en önemli yönetmenlerden bir tanesinin son filmi, izleyin bir şey kaybetmezsiniz, hatta kazarsınız.” dedim. “Filme girmeden araştırdınız mı?” diye sordum. “Hayır, keşke internetten baksaydık, asla gelmezdik.” diye cevap verdiler. “Peki.” deyip sustum. Tabii herkesten biz sinema yazarlarında olan sabrı beklemek haksızlık olur. Ne kötü filmlere tahammül ediyoruz, Haneke’nin en kötü filmi bile başyapıt kalır…

En Sevdiklerim Loveless ve Wind River

Gelelim festivalde en sevdiğim filmlerin başında gelen Loveless’a… Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev’in Cannes’da Jüri Ödülü kazanan filmi boşanma arifesinde çocuklarını gözden çıkaran bir çiftin hikâyesini yine büyük bir ustalıkla anlatıyor. İki yüzlü aile hayatına, çıkar ilişkilerine, insanın her türlü sevimsiz halini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Kutsal saydığımız kavramları sorgulatıyor. Çok başarılı, mutlaka görülmeli. Şu ana kadar izlediğim filmler arasında zirvede Wind River var. Aksiyon ve fantastik Hollywood filmlerinde görmeye alıştığımız Jeremy Renner ters köşe bir rol ile karşımıza çıkıyor. Aynı cümleyi Elizabeth Olsen için de kurmak mümkün. Filmin kadına bakış açısı ve güçlü kadın karakterleri takdire şayan. Yer yer yüreğim sıkışarak izledim. Her ikisi de çok yürekli, çok güçlü filmler… İyi ki bu filmler var ve iyi ki Adana’da bu filmleri izleme fırsatı bulduk.

Ödül Töreni Yaklaşıyor

Festivalin ulusal seçkisine bugünden itibaren ağırlık vermeyi düşünüyorum. Zira orada da büyük bir çekişme ve önemli filmler var. Pelin Esmer’in İşe Yarar Bir Şey’inin çok sevildiğini söylemeliyim. Filmi gören herkes ağız birliği yapmışcasına aynı şeyi söylüyor. Altını çizmekte fayda var. Yarın festivalin merakla beklenen filmlerinden Onur Ünlü’nün Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok ve Ümit Ünal’ın Sofra Sırları ekipleriyle birlikte galalarını yapacaklar. Ayrıca Aydın Orak’ın Yaşar Kemal Efsanesi adlı filmi de seyirciyle buluşacak. Ve sonrasında ödül töreni heyecanına geçeceğiz ve bakalım neler yaşanacak hep birlikte izleyip göreceğiz.

Adana’dan aktaracaklarım şimdilik bu kadar, sinemanın ışığı kalbinizi ısıtsın.

Sevgiler.

(28 Eylül 2017)

Gizem Ertürk

Sinemam ve Ben -Türkan Şoray-

Bir dönem erkeklerinin, istisnasız hepsini kendine âşık eden bir efsane, bir mit, bir simge Türkan Şoray. Beyazperdeye yansıyan iri ve güzel gözleri, hülyalı bakışları, büründüğü her rolü gerçekten benimseyen duruşu ve kuşkusuz kurallarıyla bir bütün olduğu için tektir sinemamızda da, hayatımızda da… Bu çerçevede -birçokları gibi- Türkiye’nin yüzü olarak kabul etmekten başka ne gelir elimizden (sahi, sorsalar, hâlâ en çok oy alacak yüzdür Türkan Şoray).

Sinemamızın yüzü…

Buradaki yüz, kişiyi değil, yılı anlatmak amaçlı… 100 yılı aşkın yaşı ile Türkiye sineması (Fuat Uzkınay ile değil, çok daha önce 1907’de, Manaki Kardeşler ile başlamış) günümüze dek birçok akımın, birçok yöntemin, renkli/siyah beyaz filmin, izini taşımış ama sultanını hiç değiştirmemiş: Türkan Şoray. Bu kez ‘yüz’ derken, gerçekten yüzü kast ediyoruz. Türkiye sineması deyince kuşkusuz Muhsin Ertuğrul, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, kuşkusuz Yılmaz Güney, Ayhan Işık, Cüneyt Arkın’ı da göz ardı etmeksizin “dört yapraklı yonca” gelir akla… Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın’dır bu yapraklar… Onların da ilki yine Türkay Şoray’dır, kim ne derse desin.

Sinema ölmez!

Sözlü tarih çerçevesinde ele alabileceğimiz Türkan Şoray’ın yaşamını (tabii ki en çok da sinema yaşamını) anlatan “Sinemam ve Ben”, Leyla Özalp ve Figen Gezer’in de desteğiyle, İş Bankası Kültür Yayınları aracılığıyla, ayrıntılarına varana dek okuyoruz…

Sinema, izlemesi keyifli (isterse korku filmi olsun, insanı etkiler muhakkak) bir sanat dalı ve diğer tüm dallarla da doğrudan bağlantılı. Onun için de zaten ‘yedinci sanat’ deniyor ya… Buna da bağlı olarak perdeye yansıyanlar yapımının ve üretiminin zorluğunu, yaşanan müşkülatı gizleyebiliyor. Perdede üç beş saniyede gözüküp kaybolan görüntünün üretimi bazen günler alabiliyor… Kaldı ki onu tasarlamanın pahası hiç biçilemez. Türkan Şoray, sinemayla ilişkili hayatını anlatırken ülkemizin (ve tabii, dünyanın) ekonomisinden sosyal değişimine kadar birçok noktayı da aydınlatıyor. Okura kalan, taşları yerine oturtmak sadece. Siyasi erk, sadece kendi penceresinden görürken sanat bütün pencereleri açıyor önümüze. Bununla birlikte geçen yıllarda yaşanan sorunlar sadece toplumsal, sadece ekonomik değil, günün anlam ve önemiyle de doğru orantılı sosyal yaşamı da sergiliyor.

Filmlerin katkısı…

Bugün, televizyon ekranlarında birbiri ardına yayınlanan “eski” filmler, hâlâ izleyici çekiyorsa, bir “şeytan tüyü” vardır muhakkak içinde. Yayınının ardından ya bir repliği ya müziği ya da mekânı gündeme oturuyor. Gazeteleri karıştırın, sosyal medyaya bir bakın isterseniz, hak vereceksiniz…

Türkan Şoray’ın geçmişi, bu bağlamda, bizim birikimimizdir. Zamanında sinema salonlarını doldurup (kimi zaman “mendilini unutma” uyarılarıyla kimi zaman da “vallahi benim hayatım” sahiplenmesiyle izlediğimiz filmler, onun sinemaya başlayışından itibaren kronolojik bir sıra ile günümüze kadar getiriyor anılarını. Bazen kendisinin özeleştirisini bazen çıkarttığı dersleri bazen de bize verdiği dersleri okuyoruz. Tam da bu aşamada kendimize, yaşamımıza, geleceğimize bakıyoruz ister istemez. Türkan Şoray, yer yer farklı yazarların görüşlerine de yer verirken biz okuru yönlendiriyor da… daha iyi, daha doğru, daha güzel olmamız için…

Senaryo ve hayat…

Toplumsal yaşamı belirleyen sanatın ve sanatçıların hayatın her anında, her alanında gözümüzün önünde olması iyidir. Onlarla özdeşleştikçe, onların büründükleri rolleri benimsedikçe yaşamsal refah da artacaktır. Rahat anlatımı, kolay okunurluğu, dozunda merak unsuruyla “Sinemam ve Ben” elinizden düşmeyecektir.

Bütün güzelliklerin altında insan varsa, insanın emeği, birikimi varsa, “Sinemam ve Ben”de de o birikimi en çarpıcı haliyle göreceksiniz. Yaldızlarının altındaki gerçeklik sizi de çarpacak.

Türkan Şoray, o kadar çok anı paylaşmış ki, birini aktarsam diğerine yazık… Yılmaz Güney de var, kamera önüne hiç birlikte geçmemiş olmalarına rağmen dergi kapaklarını süslediklerini anlatıyor (başka anıları da var kuşkusuz), at binerken geçirdiği kaza ve sonrasındaki korkularını da (bir Hollywood yaklaşımı olan “Show goes on = gösteri sürmeli” ile yapımcıların tutumları da) yer alıyor. Senaryoları üzerindeki tartışmalardan kostümlerinin ayrıntılarına (Sinemanın 100. yılı çerçevesinde sergilenmişti) kadar aklınıza gelen gelmeyen her hususu bulacaksınız.

Sinemam ve Ben, Türkan Şoray, anlatı, İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 2017, 495 s.

(25 Eylül 2017)

Korkut Akın

Doğanın ve Kadınların İsyanı

Polonyalı yönetmen Agniezska Holland’ın geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı ile dönen son çalışması ‘İz / Pokot’un bizdeki gösterimi sürüyor. Deneyimli kadın sinemacının Amerikan televizyon dizileriyle stil denemeleri yaptığı altı yılın ardından beyazperdeye dönüş yaptığı ve kimi yabancı yazarlar tarafından Avrupa usulü ‘Fargo’ olarak tanımlanan son filmi, Polonya ile Çek Cumhuriyeti sınırında küçük bir dağ köyünde geçiyor. Filmin baş karakteri, emeklilik çağında yerel okulda İngilizce öğretmenliği yapan, astroloji meraklısı, hayvan hakları savunucusu şirin bir kadın. İkinci adıyla çağrılmayı isteyen yaşlı Duszejko, bölgedeki hayvan katliamına ve kaçak avcılara karşı sessizliğin sesi olurken, bir sabah ‘kızlarım’ diye bağrına bastığı iki köpeğinin ortadan kaybolmasıyla çılgına dönüyor ve bunun sorumlularını bulmak üzere çevresindekileri seferber ediyor. Bu arada çoğu kaçak avcılık yapan yöre sakini adamlar art arda korkunç cinayetlere kurban gitmeye başlıyor. Cesetlerin yakınlarında hayvan izlerine rastlanması olup bitenlere ayrı bir gizem katacaktır.

Polonyalı tanınmış kadın yazar Olga Tokarczuk’un ‘Sabanınızı Ölülerin Kemikleri Üzerinden Sürün’ adlı romanından uyarlanan filmin senaryosunu yazarla ortaklaşa kaleme alan 68 yaşındaki usta sinemacı, bu son çalışmasını ‘anarşist, feminist, ekolojik bir polisiye’ olarak tanımlıyor. Baş karakteri gibi ‘insanların dünyayı değiştirmek için mücadele verdikleri bir devirde büyümüş’ olan Holland, politik bir film yapmak için yola çıkmadığını belirtiyor ancak hikâye ülkesindeki egemen eril otoriteye bir isyan çığlığı niteliğinde.

Coen biraderlerin Oscar’lı ünlü filmlerinden esinle ‘bu ülkede yaşlı kadınlara yer yok’ demekten kendini alamıyor sinemacı. Ülkesinde hüküm süren anti demokratik kültürel iklimi, mevcut hükümetin anti ekolojik kararlarını, kürtaj yasağını şiddetle eleştiriyor. Benzer bir kültürel karşı devrimin ve ayrımcılığın başta ABD, Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinden başlayarak tüm dünyaya yayılması konusunda endişeli. Brexit sonrası Polonyalıların İngiltere’de dışlanması konusunda hayli öfkeli.

Kurt sinemacı tüm bu kaygıların ışığı altında, umutsuzluğa kapılmış olan kendi kuşağına umut aşılamaya çalışıyor. Polonyanın deneyimli oyuncularından adaşı Agnieszka Mandat-Grabka’nın tüm şirinliğiyle yorumladığı Duszejko karakteri, avlanmak, doğayı ve hayvanları katletmekten geri durmayan erkekler dünyasına savaş açıyor. Öğrencileriyle birlikte kaybolan hayvanların ormanda izini sürüyor. ‘Hayvanların ruhu yok, onları öldürmek caizdir’ diyen kasaba papazına şiddetle karşı çıkıyor. Doldurulmuş hayvan kafalarıyla süslü evlerinde sefa süren bürokratları karşısına alıyor. Çağdaş bir Miss Marple edasıyla gizemli cinayetlerin peşine düşüyor. Türler arası bir gerilim ve kara komedi öğeleri taşıyan bu güzel film, Duszejko’nun ikinci baharında aşık olduğu adamla kurduğu özlenen bir dünyanın betimlemesine kadar uzanıyor. 68 kuşağının özgün temsilcisinin bu kışkırtıcı, umut dolu filmini kaçırmamanızı tavsiye ederim.

(24 Eylül 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uluslararası Adana Film Festivali 24 Yaşında

Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ülkemizin en köklü festivallerinden Uluslararası Adana Film Festivali 24. yaşını kutluyor. 25 Eylül – 01 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek olan festivalin Altın Koza ödüllü Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na bu yıl 10 film seçilmiş. Sinemamızın deneyimli yönetmenlerinden Onur Ünlü imzalı ‘Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok’, Semih Kaplanoğlu’nun ‘Buğday’ı, Ümit Ünal’ın ‘Sofra Sırları’ ile geçtiğimiz haftalarda dünya prömiyerini yaptığı 74. Venedik Film Festivali’nde övgüyle karşılanan genç sinemacı Emre Yeksan’ın ilk uzun metrajı ‘Körfez’ bu listenin ilk bakışta dikkati çekenlerinden. Yarışmadaki bir diğer ilk film olan Emre Erdoğdu’nun yönettiği ‘Kar’, geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde ilgiyle izlenmiş olan Pelin Esmer imzalı ‘İşe Yarar Bir Şey’, Orhan Eskiköy’ün siyah-beyaz denemesi ‘Taş’, Özgür Sevimli’nin yaşlı bir çiftin öyküsünü anlattığı ‘Murtaza’, oyuncu Onur Saylak’ın ilk kez kamera arkasına geçtiği Karlovy Vary Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan ‘Daha’ ve Orhan Oğuz’un sinemaya dönüş filmi ‘Eksi Bir’ parlak seçkiyi tamamlıyor. Ulusal Yarışma jüri başkanlığını usta yönetmenimiz Erden Kıral üstleniyor.

Festivalin bu yıl ilk kez düzenlediği Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması seçkisi sinemaseverleri heyecanlandıracak bir diğer liste sunuyor. Meksikalı tanınmış yazar yönetmen Guillermo Arriaga’nın başkanlık ettiği yarışmanın, Onur Ünlü ve Onur Saylak imzalı Ulusal Yarışma filmlerinin de yer aldığı 11 filmlik seçkisinde geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış dört önemli yapım öne çıkıyor: Ruben Östlund imzalı Altın Palmiye ödüllü ‘Kare’, jüri ödülünü kazanmış olan Andrey Zvyagintsev’in ‘Sevgisiz’i, en iyi senaryo ödüllü Yorgos Lanthimos filmi ‘Kutsal Geyiğin Öldürülmesi’, Sergei Loznitsa’nın son çalışması ‘Uysal Bir Ruh’. Karlovy Vary Film Festivali Kristal Küre büyük ödüllü Vaclav Kadrnka yapıtı ‘Küçük Hacı’, Berlin’den en iyi senaryo ödüllü Sebastian Lelio filmi ‘Muhteşem Kadın’, Rotterdam jüri özel ödüllü Niles Atallah imzalı ‘Rey’, Sundance ana yarışma filmi ‘Patty Cakes’, Venedik’ten en iyi senaryo ödüllü çok yeni Martin McDonagh filmi ‘Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’ bu cazip seçkiyi tamamlıyor.

Daha önce yalnızca 12 ülkenin katılımına açık ‘Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması’nın bu yıl ‘Uluslararası Kısa Film Yarışması’ adı altında uluslararası bir kimliğe kavuştuğu festivalin sinemaseverleri mutlu edecek ‘Dünya Sineması’ bölümü bu yıl yine göz alıcı sürprizler içeriyor. Bölüm kapsamında pek çok usta yönetmenin dünyadaki saygın festivallerden ödül almış bazı filmlerinin Türkiye prömiyerleri Adana’da yapılacak. Michael Haneke’nin Cannes’da görücüye çıkan son filmi ‘Mutlu Son’, Fatih Akın’ın Diane Kruger’a en iyi kadın oyuncu ödülünü getiren yeni çalışması ‘Paramparça’, en iyi yönetmen ödüllü Sofia Coppola yapıtı ‘The Beguiled’, Joaquin Phoenix’e en iyi erkek oyuncu ödülünü getiren Lynne Ramsay yapıtı ‘You Were Never Really Here’, Robin Campillo imzalı Cannes Büyük Jüri ödüllü ‘Kalp Atışı Dakikada 120’ ile Safdie kardeşler filmi ‘Soygun / Good Time’ zengin Cannes seçkisini tamamlıyor. Arjantinli auteur yönetmen Lucrecia Martel’in ilk kez Venedik’te gösterilmiş merakla beklenen yeni filmi ‘Zama’ bu bölümde gösterilirken, dünyanın dört bir yanından, Rotterdam, Locarno gibi önemli festivallerden ödüllerle dönmüş ilk filmler ülkemiz izleyicisince keşfedilmeyi bekliyor. Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro’nun çiçeği burnunda Venedik Altın Aslan ödüllü filmi ‘Aşkın Gücü / Shape of Water’ ile açılacak olan 24. Adana Film Festivali’ne şimdiden başarılar diliyoruz.

(22 Eylül 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Korku Öldürür

Stephen King’in korkunun kökenlerine indiği ünlü romanı ‘O / It’ ile tanışmamız otuz küsur yıl öncesine dayanır. Sevimli olduğu denli ürkütücü palyaçonun öyküsü 1990 yılında iki bölümlük bir mini dizi olarak çekilmişti televizyon için. Filmin video kaseti o dönemde bizde de rafları süslemiş, türün geniş bir meraklı kitlesince yıllarca izlenmişti. King’in öyküleri sinemada her zaman ilgi görmüş, ‘Esaretin Bedeli / Shawshank Redemption’, ‘Cinnet / The Shining’, ‘Ölüm Kitabı / Misery’, ‘Yeşil Yol / The Green Mile’ gibi uyarlamalar sinema klasikleri arasına girmiştir. Çocukluk korkuları üzerine inşa edilmiş ‘O /It’in beyazperde için tekrar gündeme gelmesi beklenmedik bir gelişme değil. Açıkçası bu özgün hikâyenin yeni çevrimini merakla bekliyorduk.

Bu yeni uyarlamada Andrés Muschietti’nin yönetmen koltuğuna oturması kişisel olarak beni heyecanlandıran bir gelişme. Hollywood’da ilk ismi Andy olarak anılan sinemacının ilk uzun metrajı ‘Mama’dan hayli etkilendiğimi okurlarım hatırlayacaktır. Filmin öğrencilerimle paylaştığım yapım öyküsü ise genç sinemacılar için örnek niteliktedir. Arjantin asıllı yönetmen, başkent Buenos Aires’teki ülkenin en prestijli sinema okulu ‘Univercidad de Cine’de Pablo Trapero, Lucrecia Martel gibi günümüzün önde gelen yönetmenleriyle birlikte eğitim görüyor. Daha sonra uluslararası reklam piyasasında uzmanlık kazanıyor. 2008 yılında, senaryosunu kızkardeşi Barbara Muschietti ile birlikte yazdıkları uzun metraj film projesinin tanıtımı için birkaç plandan oluşan ‘Mamá’ adında üç dakikalık bir kısa film çekiyorlar. İnternet’ten izleyebileceğiniz bu gerçekten ürkütücü, klostrofobik stil denemesini festivallere gönderiyor, ödüller kazanıyorlar. Büyük ilgi uyandıran yapım Meksika asıllı yapımcı yönetmen Guillermo del Toro’ya ve onun önerisiyle büyük Hollywood stüdyolarından Universal’e kadar kadar ulaşıyor. Ve on yıldır birlikte çalışan kardeşlerin ilk uzun metrajları ABD’de çok iyi bir açılış yaparak ilk hafta liste başı olunca yolları açılıyor.

Bu defa büyük dağıtımcılardan Warner Bros. ile çalışan ikili, filmin geçtiğimiz haftaki ABD açılışında 123 milyon dolar rakamına ulaşarak endüstri çalışanlarını bir kez daha şaşırttı. King’in yapıtının ilk bölümünü anlatan Muschietti’lerin iki saati aşkın süreli ikinci uzun metrajları küçük Amerikan kasabası Derry’de yaşayan, dışlanmış yedi yeni yetmenin hikâyesi üzerine kurulu. Film tüyler ürpertici açılış sekansıyla başlıyor. Fırtınalı bir günde yağmur birikintisinde kağıttan kayığını yüzdürmeye çalışan küçük Georgie, rögar girişinden kendisine seslenen ve sevimli palyaço görünümünden ‘Alien’ benzeri canavara dönüşen yaratığın beklenmedik saldırısıyla kanalizasyon çukuruna sürüklenerek kayboluyor. Talihsiz Georgie’nin ağabeyi Bill’in de aralarında bulunduğu, ‘Kaybedenler’ olarak anılan çocuklar birer birer meşum yaratık tarafından ziyaret edileceklerdir daha sonra. Ebeveynlerin kasabada giderek artan kayıplara ilgisiz kaldıkları süreçte çocuklar ‘O’ ile mücadeleyi sürdürmek üzere kenetlenirler. Ancak, kasabanın kendilerinden birkaç yaş büyük saldırgan gençleri, grubun üyesi tek Beverly’nin tacizci babası ya da kırılgan Eddie’nin aşırı korumacı annesi benzeri ebeveynler en az yaratık kadar tehdit edicilerdir.

80’li yıllara, Freddy ve Elm Sokağı’na selam gönderen ‘O’ stüdyo yapımı korku türünün en iyi örneklerinden. Muschietti kardeşler dehşet sahnelerine bolca yer veriyor. Beverly’nin ‘Carrie’nin yaşattıklarını andıran kanlı halüsinasyonu son derece ürkütücü. Yönetmenin ‘Mama’nın görsel tasarımında ilham kaynağı olmuş Modigliani’nin resimlerinden fırlamış, göz çukurları neredeyse boş ince uzun kadın portrelerinden birinin tablodan fırlayarak çocukların kabusu haline dönüşmesi etkileyici. Ancak bu dehşet verici bölümler Stephen King’in alamet-i farikası sancılı büyüme sürecinin hüznüyle çok iyi dengelenmiş, ‘Yanımda Kal / Stand By Me’nin şiirselliği ile kaynaştırılmış. Çocukların büyüme travmalarının ete kemiğe bürünmüş hali olan yaratıkla ancak korkularını yendiklerinde başa çıkabileceklerinin altı çizilmiş.

Yaratığın kasabayı 27 yılda bir ziyaret ettiği rivayet edilir. Çocukların yetişkinlik dönemini konu alan romanın ikinci bölümü, onların yıllar sonra yeni bir öldürme döngüsünü durdurmak için biraraya gelmeleri üzerinedir. İsveç asıllı ünlü oyuncu Stellan Skarsgård’ın oğullarından (son Tarzan Alex’in küçüğü) Bill Skarsgård’ın makyaj harikası başarılı bir Pennywise’a büründüğü filmde, genç oyuncular son derece başarılı. Park Chan-wook’un değişmez çalışma arkadaşı Koreli Chung-hong Chung’un IMAX perdede etkisini daha da arttıran görüntüleri ile deneyimli besteci Benjamin Wallfisch’in tedirgin tınıları da öyle. Öykünün devamını merakla bekliyoruz.

(17 Eylül 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Antalya Film Festivali Kimin Malı?

Türkiye de üretilen filmler arasında en iyi filmleri seçmek için 54 yıl önce Antalya kent halkının sözcüleri ve seçilmiş yerel yöneticileri ile sinemamızın temsilcileri bir araya gelip bu festivale karar verdiler.

53 yıldır hatası sevabı ile sektör, üretimlerinin kalitesini “ölçmek” üzere Antalya halkı ile bir araya geldi.

Yarım asrı aşan bu süre içinde hem sinemamızın çok saygıdeğer üreticileri hem de çeşitli siyasal partilere mensup yerel yöneticilerin unutulmaz emekleri sayesinde, ünik ve çok kıymetli sanatsal-kültürel bir gelenek oluşturuldu.

Şimdi sayın Türel bu geleneği çok acımasız bir anlayışla tarihin çöplüğüne gönderiyor.

Kültürel birikimini takdir ettiğim Sayın Türel, tek başına, sektöre danışmadan, Antalya halkına danışmadan, Antalya Kent Meclisine danışmadan aldığı bu karar demokratik bir incelik içermiyor.

Kararın basına açıklandığı toplantı için bile sektöre bir çağrı yapılmıyor.

Topluma mal olmuş köklü bir geleneği bu şekilde yıkamazsınız. Zira Yerel Yönetim dediğimiz iktidar süresi beş yılla sınırlıdır. Siz gidersiniz başkası gelir. Onlar gider siz gelirsiniz. Ama kökleşmiş gelenekler sizin yaşam sürenizi de aşıp tarihsel değerler kazanırlar. Buna katkı sunmanız gerekir.

Bugün tüm dünyada yarım asrı aşmış film festivali sayısı 10’u geçmez. Antalya bunların arasındadır.

Öte yandan Sayın Türel’in festivali büyütmek ve kentinin tanınmışlık düzeyini kültür ve sanatla artırmak istemesi de saygıdeğer bir çabadır. Bu konudaki arzusunu çok yakından biliyorum.

2004 Mart’ında başkan seçildiğinde, Ulusal Sinema Platformu’nun yöneticisiydim. Sayın Türel’i toplantımıza çağırdık. Daha o yıllarda Festivali uluslararası bir boyuta taşımak istediğini içtenlikle anlatmıştı.

Bize festival konusunda vizyonunu açıklarken karşımızda birikimli ve kültürel normları açısından kolaylıkla anlaşabileceğimiz bir Başkan bulduğumuz için mutluyduk.

Nitekim kendisi ile beş yıl çok etkili ve yabancı basında ses getiren festivaller yaptık. Uluslararası ve ulusal bölümler iç içe yaşandı.

Sayın Türel 2014’de beş yıl aradan sonra ikinci kez başkan seçilince, 2004’de hedeflediği festival için “ulusal yarışma” bölümünden hoşnutsuzluğu ortaya çıktı.

Bu hoşnutsuzlukta, ödül kazanan genç yaratıcıların ödül töreninde yaptıkları siyasal içerikli konuşmaların payı olduğunu düşünmek bile istemedim. Çünkü tanıdığımız başkan, demokrasi kültürünü sindirmiş bir insandı. Tüm dünyada ödül kazanan kişilerin siyasi bir mesaj vermesi yadırgatıcı bir durum değildi ve hoşgörü ile karşılanıyordu.

Sayın Türel’e birkaç kez “ulusal”ı kaldırmak yerine tarihini değiştirelim ve ayıralım önerisinde bulunmuştum. Gerçi önerim gerçekleşseydi, ödül törenlerindeki görüntüler değişmeyecekti.

Sayın Türel beklenmedik bir karar alarak bu yıl “ulusal” bölümü iptal ettiğini açıkladı.

Festivali oluşturan iradenin yetkisini tek başına üstlendi.

Bütçesi Devlet ve Belediye tarafından karşılandığı için bu hakkı kendisinde görebilir ama bu davranış nezaketten uzaktır. 53 yıllık iradenin diğer ayakları olan sektörümüz ve Antalya halkı bu kararın alınmasında hiçe sayılmıştır.

Antalya Ulusal Altın Portakal Film Festivali, hiç kimsenin ve Sayın Türel’in malı değildir. Festivalin bütçesi de kimsenin değil halkın parasıdır.

Bu vahim yanlıştan geri dönülmesini istiyoruz.

Antalya halkının iradesinin tanınmasını istiyoruz.

(17 Eylül 2017)

Sabahattin Çetin (Yapımcı)

Adana Festivali Sıkı Bir Programla Geliyor

24. Adana Uluslararası Film Festivali
25 Eylül – 1 Ekim

Merakla beklenen 24. Uluslararası Adana Film Festivali’nin basın toplantısı bu sabah Çırağan Palace Kempinski İstanbul’da düzenlenen basın lansmanı ile tanıtıldı. Oldukça yoğun katılımlı ve merak içinde geçen toplantı öncesi en çok konuşulan konu elbette, Ulusal Yarışma Bölümünü kaldırarak şok etkisi yaratan Antalya Film Festivali’nin basın toplantısı sonrası adeta ulusalın kalesi mertebesine yükselen Adana komitesinin neler yapacağı idi… Süreci yakından takip edenler bilir; tecrübeli Altın Koza ekibinin dağıtılarak aceleyle yerine yeni bir yönetim gelmesi ve onun da uzun soluklu olmasının ardından yeni bir ekibin kurulması herkesin kafalarında soru işareti yaratmıştı. Dile kolay çeyrek asra yaklaşan ve bu ülkenin sinema ve sanat kültürüne büyük katkılar sağlamış bir festivalin bunca yıllık prestijinin ne olacağı herkesi endişelendiriyordu.

180 Film, 850 Gösterim

Neyseki (sunucu felaketini saymazsak, hatalarından çok telafi etmeye çalışırken düştüğü durum çok daha acıklıydı) oldukça başarılı bir program açıklandı. 25 Eylül – 01 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek festival boyunca 180 filmin yer alacağı ve 850 gösterimin sinemaseverlerle buluşacağı açıklandı.

Yüreklere Su Serpildi

Her yıl geleneksel olarak verilen, sinemamıza uzun yıllar emek vermiş ve hayatını adamış isimlere takdim edilen Onur Ödülleri’nin bu sene; Hümeyra, Şemşi İnkaya, Temel Gürsu, Arif Keskiner ve Prof. Sami Şekeroğlu’na verileceği açıklandı. Oldukça yerinde ve doğru saptanmış ödüller olduğunu düşünüyorum.

Vizyon Sahibi Yönetmen Ödülü ve Sanat Kasabası

Festivalin bu seneki en büyük yeniliklerinden bir tanesi de ilk kez verilecek olan Vizyon Sahibi Yönetmen Ödülü… Bu ödül ile ülkemizde ve dünyada hak ettiği değeri yeterince göremeyen sinemacıların onurlandırılması ve keşfedilmesi planlanıyor. Ödülün, Nijerya asıllı Amerikalı yönetmen Adrew Dosunmu’ya verileceği açıklandı. Festivalin Ulusal Yarışma Bölümü’nün jüri başkanı usta sinemacı Erden Kıral… Onur Ünlü, Semih Kaplanoğlu, Ümit Ünal gibi deneyimli isimlerin merakla beklenen filmlerinin yarışacağı bölümde; oyuncu Onur Saylak’ın ilk yönetmenlik denemesi Daha’da yarışacak filmler arasında…

Festivalin bir diğer önemli yeniliği, Sanat Kasabası olacak… Festival komitesinin söylediğine göre, nüfus oranına gören en çok film izlenen şehir olan Adana halkını kültür ve sanatla daha da yakınlaştırmak için kurulacak sanat kasabasında ücretsiz onlarca etkinlik, söyleşi, panel ve konser düzenlenecek. Üniversitelerin iletişim fakültesi bölümlerinin de katılımına açık olan sanat kasabasına film festivali düzenleyen şehirler de katılabilecek. Ayrıca yine ilk kez düzenlenecek Türk Sineması Dayanışma Gecesi’nde Nilüfer’in de konser vereceği duyuruldu.

Bunca sıkıntı ve sarsıntıya rağmen az zamanda büyük iş başaran festival ekibini ve emeği geçen herkesi kutlamak gerektiğini düşünüyorum. Tabii daha yolun başı ve önlerinde zorlu bir festival haftası var ancak her şeye rağmen şu an görünen tablo gayet olumlu ve profesyonel görünüyor. El birliğiyle sinemamıza güç vermenin zamanıdır. Herkese şimdiden iyi festivaller!

(15 Eylül 2017)

Gizem Ertürk

Benzersiz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Cinemaximum Nişantaşı City’s Sineması’nda gecikmeli olarak “Wonder Woman”ı izledim dönüyorum. Rumeli Caddesi ile Cumhuriyet Caddesi’nin kesiştiği noktadaki yaya geçidine yaklaştım. Tam metronun havalandırma mazgalı üzerinden geçerken birden alt tarafımdan güçlü bir üfürme geldi. Ayağımdaki kısa pantolonumun paçaları o kadar kıvrıldı ki muhteşem baldırlarım ortaya çıktı diyeyim de siz anlayın. Nereden geldi bu üfleme diye dönüp baktığımda bir genç kız da uçuşan eteklerini tutmaya çalışıyordu. Yenikapı – Hacıosman metrosunun bu havalandırma mazgallarından benim bildiğim üç tanesi Ergenekon Caddesi ve Rumeli Caddesi’nin Cumhuriyet Caddesi ile kesiştiği noktalarda ve Cevahir AVM – Mecidiyeköy meydanı arasında yer alıyor. Bu vesile ile bendenize birden ilham geldi ve yayalar için yeni bir trafik levhası icat ettim. Büyükşehir Belediyesi’ne duyurayım: Marilyn Monroe’nun havalandırma mazgalı üzerinde uçuşan eteğini tuttuğu fotoğrafı hemen hemen bütün sinemaseverlerin malumudur. Büyükşehir Belediyesi, güzellik, estetik, zarafet, sanat, ahenk, asalet içeren bu fotoğrafı üçgen prizma şeklinde bir pano yapıp bahsettiğim mazgalların ortasına yerleştirmeli ve bayanların tedirginliğini önlemeli. (15 Temmuz 2017)

Sinema salonlarında perde büyüklüğünü fazla abartmamalı. Önce Nişantaşı City’s Sineması’nın 5 no.lu salonunda reklamlar, fragmanlar ve “Wonder Woman”ı izledim. Ertesi gün İstinyepark Sineması’nın IMAX salonunda yine aynı reklamlar ve fragmanlar sonrasında “Örümcek Adam: Eve Dönüş”ü izledim. Reklamlar ve fragmanlar aynı olduğu için gayriihtiyari bir önceki izleme ile karşılaştırdım City’s’deki görüntüler daha cazip geldi. Sonraki gün City’s’in, IMAX perdesinin 4’te 1’i kadar olan 6 no.lu salonunun perdesinde “İstisna”yı izlediğimde aynı reklam ve fragmanlar 3. kez perdeye yansıyınca bu kanaatimi kamuoyuyla paylaşayım dedim. Bu arada Türk Hava Yolları’nın film fragmanı şeklinde yaptırdığı “Puket: Destination 300” adlı reklam filmini de çok beğendiğimi belirteyim. (18 Temmuz 2017)

Haftalık bir dergideki sayfamda 3 adet vizyon filmi tanıtabiliyorum. Hemen her hafta 3’ten fazla film vizyona girdiği için bundan böyle hangi filmlere yer vereceğimi belirlemek için 3 tercih sundum kendime.
1- Görsel ve bültenleri tüm medyaya gönderilen filmler.
2- Görsel ve bültenleri gönderilmeyen, sağdan, soldan, oradan, buradan edindiğimiz filmler.
3- Görsel ve bültenleri tüm medyaya, reklamları seçilmiş medyaya gönderilen filmler.
Bütün filmlere yer verme imkânım olsa hepsine yer vereceğim de, dediğim gibi sadece 3 tanesine yer vermem gerekiyor. Kendimce rastgele seçiyorum desem de inanmayın. (19 Temmuz 2017)

Sinemayla ilgilenen kendi halinde bir basın mensubuyum; 54. Uluslararası Antalya Film Festivali basın toplantısına katılanlarının % 80’ini tanımıyorum. Sanıyorum bende bir terslik var. (20 Nisan 2017)

Kurtuluş – Ergenekon Caddesi’ndeki Üçler Market’ten birkaç ay önce 1 kg.lık toz şeker bulamayınca 3 kg.lık toz şeker almak zorunda kalmıştım. Bugün de 500 gramlık ayçekirdeği bulamayınca 90 gramlık ayçekirdeği almak zorunda kaldım. Bu zorlama belki haklı bir stok eritme taktiği ama seçme hakkı elinden alınan müşterinin gözünde marketin prestijnin eridiğini de düşünmek lazım. (20 Temmuz 2017)

Malûm şu kullandığımız bilgisayar denilen alet hayatımıza girdiğinden bu yana birçok işimizde fevkalade faydalı oluyor. Bu faydalardan birisi de sinema filmlerimizin restorasyonu. Benim bildiğim yerli filmlerimizin restorasyonu iki firma, Vipsaş ve Fanatik Video tarafından yapılıyor. En son sinemamızın medar-ı iftiharı “Anayurt Oteli”nin restorasyonu Fanatik Video’da çalışan Ümit Zafer adlı arkadaşımız tarafından yapıldı ve film özel bir gala ile sinemaseverlere sunuldu. Bu arkadaşımız Pinema Film’de yetişmiş, sinemanın kadri bilinmeyen cefakâr ve vefakârlarından ve kameraarkası arkasının işini titizlikle yapan nadir elemanlarındandır. Restorasyonda tek bir noktayı bile ihmal etmez. “Anayurt Oteli”nin sanatsal değeri bir tarafa, galada seyreden hemen herkes filmin mükemmel bir şekilde restore edildiği konusunda hemfikirdi. Tam burada, sinema filmleri için yeni bir jenerik türü icat ettiğimi kamuya duyururum. Bu restorasyonlarda çalışan ve katkıda bulunan makine, firma ve kişilerin adları da orijinaline zarar vermeden filmin en sonuna ek bir jenerik olarak yazılmalıdır ki 100 – 200 – vb. yıl sonra seyredenler filmlerin kurtarıcı kahramanlarını minnetle ansınlar. (21 Temmuz 2017)

15 Eylül’de vizyona girecek olan “Benzersiz” filminin bir benzersizliğini de bendeniz keşfettim. Filmlerin gösterim tarihlerini genelde dağıtım şirketleri belirler. “Benzersiz”in basına gönderilen son afişinde yapımcı firmanın adı olmadığı gibi dağıtımcı firmanın da adı yok. Vizyon tarihleri o kadar değişken ki Cemal Hünal’ın başrolünde oynadığı filmin 15 Eylül’de vizyona gireceğine inansam mı, inanmasam mı, karar veremedim. (21 Temmuz 2017)

Yaz mevsiminin rehavetinden olsa gerek son haftalarda vizyona giren bazı filmlere basın gösterimi yapılmıyor. Meseleye iyi tarafından bakarsak gösterim yapılmaması, bir bakıma basın için de iyi oluyor. Misalen, bildiğim kadarıyla bugün (21 Temmuz Cuma) vizyona giren 9 yeni filmin 4’üne basın gösterimi yapılmadı. Eleştirmen arkadaşlarımız 9 filme kafa yoracağına 5 tanesi ile haşır neşir olacaklarından rahatladılar. Keza gösterim yapmayan firmalardan gelecek “Ablabi bizim filme dokundurmamışsın, yer vermemişsin, kaaleye (!) almamışsın, keşke bahsetseydin, bahsetmenin iyisi kötüsü olmaz.” vs. vs. şeklindeki muhtemel sitemlerine muhatap olmaktan da kurtulmuş oldular. O gösterimlerde geçecek -nereden baksan- 8 saatlerinde sosyal hayata duhul eylediler. (21 Temmuz 2017)

4-5 gündür, her gün, sokak poğaçacımızdan poğaça alıyorum. Bugün, az önce, “Sende abone sistemi yok mu?” diye lâf attım. Kafasını kaldırıp 5. kattaki penceremize doğru baktı, baktı, anlamadı. Ben de baktım boynu ağrıyacak, “Her gün alıyoruz ya; bize 75 kuruştan vermen lazım.” Hiç tınmadı, “Yok abi, aynı.” dedi. Dediğim şakaydı zaten, indirdim sepeti, aldım 2 tane poğaçayı 2 Atatürk portreli TL.ye. Yedim birini. (21 Temmuz 2017)

(14 Eylül 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

François Ozon’un Cinsellik Çeşitlemeleri

Fransız sinemasının en üretken isimlerinden François Ozon’un son Cannes şenliğinin yarışmalı bölümünde dünya prömiyerini yapmış yeni filmi ‘Tutku Oyunu / L’Amant Double’ sıcağı sıcağına bizde de gösteriliyor. Geçtiğimiz mevsim Ozon hayranlarını birçok açıdan ilklerle buluşturan ‘Frantz’, duygusallığını ve savaş karşıtı mesajını ustaca dengeleyişiyle dikkat çekmişti.

Yönetmen 2007 yapımı ‘Angel’dan beri çektiği bu ilk dönem filminde, iki dünya savaşı arasında Maurice Rostand tarafından kaleme alınmış ‘Öldürdüğüm Adam / L’Homme Que J’ai Tué’ isimli sahne oyunundan yola çıkmış, savaş ertesi melankolisinin etkileyici bir biçimde aktarılmasına olanak sağlayan siyah-beyaz tercihi ve farklı bir dünyada yeni ufuklara açılmaktan çekinmeyen genç kadının özgürleşme çabasını aktaran hikâyesiyle gönüllerimizi fethetmişti.

Özgün çevirisi ‘Çifte Sevgili’ anlamına gelen son çalışmasıyla Ozon bildiğimiz sulara dönüş yapıyor, yoğun cinsellik ve gizem içeren kışkırtıcı filmografisinin yeni bir örneğini sunuyor bizlere. Bir evin içinde orta sınıf aileyi kobay olarak incelediği ve filmin önemli aktörü konumundaki bir beyaz deney faresi ile etkileşim yoluyla ailenin tüm fertlerinin bastırılmış duygularını açığa çıkardığı ve ortalığın fena halde karıştığı hınzır kara mizah denemesi ilk uzun metrajı ‘Sitcom’dan beri aile kurumuyla hesaplaşan, cinselliğin binbir gizemini araştıran deneyimli sinemacı, uzun süredir karın ağrıları çeken ve bunun psikosomatik olduğunu düşünen 25 yaşındaki Chloé’nin karmaşık öyküsü üzerine kurmuş son filmini.

Yine bir edebiyat uyarlaması seçmiş Ozon. Bazı romanları gotik olarak değerlendirilen, gündelik yaşam içinden çıkan şiddet ile sevgi arasındaki bağlantıyı eşeleyen çağdaş Amerikan edebiyatının güçlü ismi Joyce Carol Oates’in Rosamond Smith takma adıyla kaleme aldığı minör polisiyelerinden ‘İkizlerin Yaşamı / Lives of the Twins’den yola çıkan yönetmen, öyküyü Fransızlaştırmakla başlamış işe. Parisli genç kadın sorunlarının üstesinden gelmek için gittiği psikiyatristi Paul Meyer’e kısa süre içinde aşık oluyor. Hisler karşılıklıdır, bu nedenle etik olarak psikolojik tedavi süreci sona ererken, iki sevgili birlikte yaşamaya başlıyor. Çiftin sağlıklı görünen ilişkileri, Chloé’nin, sevgilisinin gerçek kimliğine dair ondan birşey sakladığını keşfetmesiyle gerilimli bir hal alacak, genç kadının Paul’ün ikizi Louis ile karşılaşmasıyla üçlü bir ilişkiler yumağı devreye girecektir.

Ozon serbest olduğu belirtilen uyarlamasında Carol Oates’in gerçekçi anlatımı yerine daha fantastik bir dünya kurmayı tercih etmiş. Amerikalı yazarın nevrozlar ve bölünmüş kişiliklerin karanlık tarafları üzerine yoğunlaştığı metnini erotik çeşitlemelerinin malzemesi olarak kullanmayı seçmiş. Bir müzede sanat eserlerinin bekçiliği görevini üstlenmiş Chloé’nin gerçek ile bilinçaltı arasındaki gidiş gelişini izleyicinin yorumuna bırakmış. Louis gerçekten var mıdır, yoksa genç kadının bastırılmış ve Paul ile yaşayamadığı erotik fantezilerin tetikleyicisi midir yalnızca. Psikanaliz seansları, düşler ve kabuslar yönetmene bu alanda at koşturmasını sağlayacak zengin malzeme sunuyor. O da bundan sonuna kadar yararlanıyor ve yasak arzuların perdede vücuda gelmesine araç oluyor tüm bu psikolojik deneyimlemeler.

Ozon sinema tarihinin seçkin örneklerine saygıda bulunmakta kusur etmiyor yine. Hatta Carol Oates’in romanını kaleme alırken David Cronenberg’in jinekolog ikizleri konu alan ‘Dead Ringers’dan ilham almış olabileceğini iddia ediyor. Daha ilk sahnede saçlarını kısacık kestiren Chloé’nin müze bekçiliği giysisinin de desteğiyle büründüğü androjen görünümü ve karnının şişmesi açık olarak Roman Polanski klasiği ‘Rosemary’s Baby’den esinler taşıyor. Meraklı komşu kadının aynı filmden Oscar ödüllü Ruth Gordon’un canlandırdığı tiplemeyi andırması da cabası.

Henüz 17 yaşındayken ‘Genç ve Güzel / Jeune et Jolie’de Ozon ile çalışan ve o dönemdeki yazımda kendisinden ‘gencecik bir Gündüz Güzeli’ olarak söz ettiğim Marine Vacth, bu kez daha olgunlaşmış bir genç kadın olarak yeni bir ‘Belle de Jour’ çeşitlemesinin yüzü olmuş. Ancak bu filmi Bunuel’in ölümsüz klasiğiyle karşılaştırmamak en doğrusu. Zaten Ozon da ciddiye almıyor kendisini. Gerçeklikle oynayan malzemesi doğrultusunda erotik çeşitlemeler arasında patinaj yapmaktan zevk alıyor. Ana karakterinin bilinçaltıyla flört ediyor. Onun beynine, fantezilerine, karnının içine fütursuzca dalıyor.

Görsel tasarım açısından iyi bir işçilik çıkarmayı biliyor sinemacı. Görevlendirildiği ‘Blood / Flesh’ enstalasyonunda sergilenen parçalar Chloe’nin içsel karmaşasını yansıtıyor. Jérémie Renier’nin canlandırdığı tıpatıp ikizlerin zıt kişilikleri kostümlerine, saç şekillerine, fiziksel görünümlerine yansıyor. İki doktorun muayenehaneleri bile farklı tasarlanmış. Paul’ün deri koltuk ve yerdeki peluş halıyla sıcak renklerin hakim olduğu çalışma odasına karşılık Louis’nin mermer ağırlıklı, yapma çiçekli soğuk mekânı dikkat çekiyor.

‘Tutku Oyunu’ Ozon’un en iyi filmlerinden biri değil. Yatay ve dikey aynalardan bolca yararlanan sinemacının simetriyle, geometriyle serbestçe oynayarak hayli eğlendiği bu gerilim yüklü erotik fantezi iyi bir işçilik örneği olarak ilginizi çekebilir. Bir de yetmişli yılların çekici yıldızlarından Jacqueline Bisset’nin filmde küçük bir rolde göründüğünü ve geçmiş anıları tazelediğini hatırlatalım yaşı tutan sinefillere.

(11 Eylül 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Barry Seal: Kaçakçı -American Made-

“Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de şereflidir” demişti, zamanın Başbakanı. Gündem yaratan bu cümle, sadece bizim ülkemiz için değil, tüm dünya devletlerinde geçerliymiş meğer. Sonrasında yok edilmelerine ve katil olmalarına karşın, hâlâ övgüyle anılmalarını göz ardı etmemeliyiz.

Gizli görevdekiler…

Tom Cruise’un canlandırdığı Barry Seal, muhtemelen 1980’ler Amerika’sının en zenginlerinden biri: Kaçakçı ve muhbir, vatansever de aynı zamanda. Bir anlamda nevi şahsına münhasır bir pilot. 1975’te, uçtuğu ülkelerden getirebildiği ufak tefek kaçak mallar nedeniyle CIA’nın çengel attığı, iyi bir aile babası. CIA aynı zamanda, “yürü ya kulum” fırsatını da veriyor bu pilota. Herkesi, buna eşi de dahil, parmağında oynatıyor, deyim yerindeyse.

CIA için bilgi toplayıp fotoğraf çekerken, boş gidip gelmektense uyuşturucu ve alkol taşımaya da başlıyor… Giderek silah kaçakçısı oluyor.

İyi bir aile babası demiştik ya, eşiyle çocuklarına karşı müşfik ve duyarlı. Ama o kadar. Aklına eseni aklına estiği gibi yaparken hem kanun hem kaçakçılar hem de devlet görevlileri tarafından korunuyor. Barry Seal’ı sevmeyen yok yani…

Başarı hikâyesi…

İzlerken bile insanı tedirgin edecek kadar karanlık adamlarla o kadar rahat konuşabilen gözü pek biri Seal. Basit bir fırsatçının, sıradan bir kaçakçının, sokaktaki uyuşturucu hatta silah satıcısının aklından bile geçirmekten ürkeceği her şeyi yapıyor. Bazen şansı yaver gidiyor, bazen de ‘dostlar’ı kurtarıyor. Devlet, tabii ki, işi bittikten sonra tanımıyor, kural olarak.

Hemen her ülkede yaşanmış, benzer olaylar vardır muhakkak, çünkü devletler kendi çıkarlarının peşinde insanların canını hiçe sayar. Bizim ülkemizde de benzer çok olay yaşandı, basına yansıyan. Birçoğu gözlerden saklansa da ortaya çıkanlar yeterli her şeyi anlamaya… Girişte Tansu Çiller’in, belleklerde yer eden sözü tek örnek değil.

Film olarak…

Barry Seal, dönemini iyi yansıtan mekânları, kostümleri ve televizyon görüntüleriyle hareketli, izlenmesi rahat, bir o kadar da karşılaştırma olanağı (Taliban, Usame Bin Ladin, IŞİD vb.) vermesiyle başarılı bir film. Sadece devlet kurumlarının uyuşturucu kaçakçılarıyla iç içe olması, birbirlerini kayırmaları bile yeterli bir mesaj bana sorarsanız. Hayatın her anında, her alanında abluka altındayız aslında. Çok dikkatli olmalıyız. Her kanun dışına çıkan görevli, Seal gibi har vurup harman savurmayabilir. Komplo teorisi olarak almayın ama mahalle kavgaları bile bağlantılı bunlarla bir şekilde…

Barry Seal: Kaçakçı –American Made- Yönetmen Doug Liman, oyuncular Tom Cruise, Domhnall Gleeson, Sarah Wright, E. Roger Mitchell… 8 Eylül’den itibaren gösterimde…

(07 Eylül 2017)

Korkut Akın

Muradın Türküsü

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Uğursuz Temmuz ayı, iki Hakan’ımızı, Fikret Hakan ve Hakan Balamir’i (Fikret Hakan Balamir) elimizden aldı. Yıllar önce Kemal Sunal’ın vefat ettiği Temmuz ayında geçen yıl Leyla Sayar, 2015’te de Pervin Par aramızdan ayrılmıştı. Bir zamanlar hepsi sinemamızın gözde başrol oyuncuları olan sanatçılarımıza rahmet diliyoruz. Mekanları cennet olsun. (11 Temmuz 2017)

Tamam, Türkçeye ve dil bilgisi kurallarına uyacağız ama afişte “Muradın Türküsü” yazıyorsa o filmi “Murat’ın Türküsü” olarak anamayız. Olmaz. Keza “Yumurcak’ın Tatlı Rüyaları” diyemeyiz, çünkü afişte “Yumurcağın Tatlı Rüyaları” yazıyor. (11 Temmuz 2017)

Sayı o kadar önemli değil. Şuraya yazdığınız bir yazıya sevdiğiniz bir kişi beğeni koysa yüzünüzde güler açıyor. Bakın ne diyorum: Tanımadığınız bilmediğiniz yüzlerce, binlerce kişi yerine tek bir sevdiğiniz. Ne kadar kalabalık. (12 Temmuz 2017)

Bazen sinema sanatçıları ve genellikle şöhretleri sönmeye yüz tutmuş oyuncular için “Şarkıcılık da yapmıştı” diye bir ifade kullanılır. Bendeniz bu ifadede hep bir küçümseme varmış gibi algılarım. Yapar kardeşim, ne var bunda? Sen bütün ömrünce aynı işi mi yaptın, hiç başka işlerden ekmek kazanmadın mı? Misalen bendeniz kamulaştırma ve harita teknisyenliğinde 25 sene oramı buramı çürüttükten sonra emekli oldum. Aradaki boşluklarda pazarda parfüm de sattım, pastane mutfağında bulaşık da yıkadım. Şimdi de görüldüğü gibi sinema konusunda ahkâm kesiyorum. Kestiğim ahkâmlar bir tarafa, ciddiye bile alınıp bu konuda söz hakkı olduğumu bile kabul ediyorlar. Büyük konuşma ve kimseyi kınama E mi? E? (12 Temmuz 2017)

Netekim teknoloji de olsa, bilgisayar da olsa bazen kafası karışabiliyor. Word programına “pastahane” yazdım, kırmızı çizgiyle altını çizdi, “pastane” diye düzelttim, kırmızı çizgiyi kaldırdı. Döndüm facebook’a “pastane” yazdım, kırmızı çizgiyle altını çizdi, “pastahane” diye düzelttim, kırmızı çizgiyi kaldırdı. Bendeniz bir daha döndüm word’deki “pastane”yi yeniden “pastahane” yaptım. Herhalde bir daha bir paragraflık yazı içinde bu kadar çok “pasta” kelimesi geçeceğini tarih yazmaz. Nasıl derler “Aralarında çok da mübayenet yok efendim”. (“Uyuşmazlık” akıllım, “uyuşmazlık”. Eski Türkiye’ye methiyeler düzüyorsak da o kadar eskiye değil.) (12 Temmuz 2017)

Guillaume Canet’in yönettiği ve başrolünü Marion Cotillard ile paylaştığı “Rock’n Roll” 21 Temmuz’da vizyona giriyor. Filmde bizim kuşağın ilâh şarkıcılarından Johnny Hallyday da rol alıyor. Ki bu sanatçının soyadını hep -Hollywood kelimesinin etkisiyle olsa gerek- Johnny Hollyday olarak bilirdim oysa Hallyday imiş. Geç öğrensek de bilgi bilgidir, aklımın bir köşesine yazdım. “Rock’n Roll” filmi nedeniyle notlarımı karıştırdığımda son 10 senemizde adında “Rockn Roll” bulunan 2 filme daha rastlıyoruz. İlginç olan her iki filmin de 2009 yılı Şubat – Mart aylarında sinemalarda gösterime gireceği önce duyurulmuş, sonra vaz geçilmiş. Bu filmler Guy Ritchie’nin yönettiği ve başrolünde “300 Spartalı”nın yakışıklısı Gerard Butler’ın oynadığı “RocknRolla” ve Richard Curtis’in yönettiği “Rock’n Roll Teknesi” (The Boat That Rocket). Afişine baktığımda “Cazcı Kardeşler”in farklı bir varyasyonu sandığım “Rock’n Roll Teknesi”nin başrolünde oynayan oyuncuların hemen hepsi de, Philip Seymour Hoffman, Bill Nighy, Rhys Ifans ve Nick Frost kadri bilinmemiş özel oyuncular. Bu filmlerin sinemalarımıza uğramaması hakikaten kayıp olmuş. Büyük perdenin tadı başkadır. (“Sinemanın tadı başkadır” cümlesinden uyarlama.) (13 Temmuz 2017)

Filmlerini de, oyunculuğunu da severim fakat o gün bugündür ne zaman adı geçse elimde değil o sahne gözümün önüne geliyor: Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin birisinin açılış gecesi, Büyükşehir Belediye Başkanı rahmetli Hikmet Şahin’den sonra sahneye çıktı, doğrudan başkanı muhatap alarak ve azarlayarak “Bu ne saygısızlık, sanatçıların ve sanatseverlerin karşısına gravat takmadan çıkmışsınız.” mealinde sözler söyledi. Rahmetli Hikmet Şahin hiç menfi tepki vermedi, konuşma sonrasında hafifçe tebessüm etti ve alkışladı. Dileğim cennette buluşurlar; Allah her ikisine de rahmet eylesin. (14 Temmuz 2017)

Eski adıyla “nüfus cüzdanımı”, yeni adıyla “kimlik kartı”mı aldım. Vatana, millete, sektöre, mektöre hayırlı olsun. Üzerindeki en önemli ayrıntı, devletin son kullanım tarihimi 28 Mayıs 2027 olarak belirlemesi. Neye göre belirledi bilemiyorum. O tarihe kadar ne yaparsanız yaptınız, ondan sonra bendenizi arayın ki bulasınız. Kartla birlikte verilen “Bilmeniz Gerekenler” listesinde “Bilgilerinizde yanlışlık varsa…” diye bir ifade var. “Daha fazla yaşamak istiyorum” deyip son geçerlilik tarihine itiraz mı etsem, ne yapsam, bilemiyorum. (15 Temmuz 2017)

“Dünkerk Kahramanları” adlı yabancı film 1964 yılında vizyona girmiş. O zaman filmi görmedim. Daha sonra, muhtemelen 70’li yıllarda, 20’li yaşlarımda seyrettiğimi hatırlıyorum. O yıllarda filmler sinemalarda şimdiki gibi 2-3 ayda tüketilip, büyük perdede seyredilme imkanı yok olmaz, 2-3 veya 5-6 sene sonra dahi yazlık sinemalarda veya kışlık sinemaların düzenlediği “Kahramanlık Filmleri Haftası”, “Müzikal Filmler Haftası”, “Kovboy Filmleri Haftası” gibi düzenlemelerle gösterilirdi ve bizler vizyonda göremesek de kaçırdığımız filmi bir gün, bir vesileyle sinemada izleyebileceğimizi bilirdik. “Dünkerk Kahramanları”nı öyle bir zamanda izlemiş olabilirim. Bu yabancı filmin kısmi adı ve ünlü çıkartma hafızamda hep “Dünkerk” olarak kalmıştır ve önümüzdeki hafta vizyona girecek olan filme “Dunkırk” olarak verilen Türkçe ismi ilk duyduğumdan beri yadırgarım. Keşke sinema salonlarında gösterilen filmlere isim konulurken bu sinemasal hafızanın da sürmesine dikkat edilse. Misalen “Kutsal Hazine Avcıları”nın yeniden çevirimi 40 yıl sonra ülkemize geldiğinde “İlahi Define Bulucuları” adıyla gösterilmese ve yine 40 yıl önceki adıyla gösterilse. Türkçe film adı konulmasında hafıza bağı sürse. Uzun sürdü ama sanıyorum anlatabildim. En azından ben anladım. Ne demiş tasavvuf ehli: “Beni bir kişi dahi anlasa yeter.” Yeter. (15 Temmuz 2017)

(04 Eylül 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Halk İşi Soygun

‘Şanslı Logan / Logan Lucky’ Amerikalı usta sinemacı Steven Soderbergh’in dört yıllık aranın ardından yönetmenliğe dönüşünü müjdeleyen ilgiye değer bir yapım. Sinemanın bu harika çocuğu 1989’da henüz 26 yaşındayken çektiği küçük bütçeli bağımsız ilk uzun metrajı ‘Seks Yalanları / Sex, Lies and Videotape’ ile Cannes şenliğini ayağa kaldırmış, en iyi filme verilen Altın Palmiye’nin yanı sıra, erkek oyuncu (James Spader) ve Fipresci Eleştirmenler Ödülü’nü de kucaklamıştı. Soderbergh’in verimi ilerleyen yıllarda devam etti, sene başına yaklaşık bir filmle hem ana akım sinemanın farklı türlerinde ilginç eserler verdi, hem de başlangıçtaki bağımsız ruhunun doğrultusunda farklı denemelere girişti. Dört yıl önce sinemayı bıraktığını, kendini resme vereceğini duyurmuştu yorgun yönetmen. Bu planını uygulamaya koyamadı. Bu süre içinde farklı televizyon dizilerinde yapımcılık yaptı. Takma isimlerle görüntü yönetmenliği ve kurgusunu yaptığı bu dizilerden ‘The Knick’in iki sezonluk yirmi bölümünün yönetmenliğini üstlendi.

Dünya sinemalarıyla eşzamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘Logan Lucky’, sinemacının pek maharetli olduğu soygun filmlerine on yıllık bir aradan sonra dönüş yaptığı bir yapım aynı zamanda. 1960’ların Frank Sinatra, Dean Martin, Sammy Davis Jr.’lı -bizde ‘Soyguncular’ adıyla gösterilmiş- ünlü ‘Ocean’s Eleven’ın, George Clooney ve Brad Pitt’in başı çektiği gösterişli bir oyuncu kadrosuyla kotarılmış ve büyük ilgi görmüş yeni yüzyıl versiyonu üçlemesinin ardından Soderbergh’in bu türde anlatacak neyi kaldı sorusu gelebilir hemen akla. Ancak sinemacının bu yeni hamlesinin, kıvrak hikâyesi ve karton olmayan karakterleriyle, kendisini özleyenleri hayal kırıklığına uğratmadığını baştan belirtelim.

Kuşaklar boyu Batı Virginia’nın küçük yerleşim bölgesi Boone County’de yaşamış Logan kardeşleri tanıyoruz önce. Bir zamanların gözde yakışıklısı, futbol takımı kaptanı Jimmy Logan geçirdiği sakatlık sonucu gençlik hayallerine çoktan veda etmiştir. Topallayan bacağı yüzünden, NASCAR araba yarışlarının yapıldığı Charlotte Pisti İşletmesi’nin altyapı onarım ekibindeki işinden olduğunda, hayata isyanı büyür. Velayeti eski karısında olan küçük kızından ayrı kalmamak için acilen paraya ihtiyacı vardır. İkinci Irak seferinin ardından ön kolunu kaybetmiş olarak evine dönmüş barmen kardeş Clyde’ın dilinden düşmeyen ailenin yüzyıllık lanetini tersyüz etme zamanı gelmiştir artık. Kırk yıllık borularını onardığı ülkenin en yoğun spor tesisi büfelerinin pnömatik tüp sistemiyle dolan ana kasasını soyacaklardır.

Kuaför kız kardeş Mellie ile halen hapis yatmakta olan patlayıcı uzmanı Joe Bang ve biraderlerinin de katkısıyla riskli bir soygunun karmaşık planlamasını adım adım yöneten Logan’ların adrenalin yüklü serüvenini keyifle anlatıyor Soderbergh. Görüntü yönetmenliğini ve filmin usta işi kurgusunu yine kimselere bırakmamış. Senaryo yazarı olarak adı geçen Rebecca Blunt’ın önceleri takma bir isim olduğu söylentilerini bizzat yalanlayan da kendisi. Durum böyleyse, kadın senaristin Coen Biraderler ustalığından esinler taşıyan ilk denemesinde çok başarılı bir iş çıkardığını söyleyebiliriz.

Logan ve Ocean’s serisi benzer ancak birbirine tamamen zıt özellikleri de olan projeler. Danny Ocean sevdiği kadını geri almak için çabalarken ve para ikinci plandayken, 100 yıllık kötü talihi kırmaya çalışan, Yaradan’a şikâyeti olan Jimmy ve Clyde para ve itibar için girişiyorlar soygun işine. Clooney ve ekibinin pahalı ve şık görünümleri yanında Logan biraderler işçi sınıfı temsilcileri, halktan kişiler. Jimmy küçük kızına John Denver öyküleri anlatır filmin başlarında. Sadie de bir müsabakada, halk ozanının bölgede marş haline gelmiş ‘Take Me Home, Country Roads’ şarkısını armağan eder babasına.

Kır insanlarının toprakları ve suları kirlenmekte, ekonomik koşullar giderek zorlaşmaktadır. Usta işi senaryo tüm bu olumsuz gelişmeleri ve sınıfsal meseleleri, politik bir cümle sarf etmeden ya da günümüz Amerika’sı hakkında doğrudan bir politik görüş ileri sürmeden satır aralarında duyurmakla yetiniyor. Tam da kırsalda yaşayan beyazların öfkesinin kabardığı Trump dönemine mesafeli durmayı seçiyor. Popüler türdeki benzerlerinden farklı bir yerde yine de.

Filmin yetmişli yılların isyankâr gerçekçi örneklerine yakınlığı, İrlanda asıllı David Holmes’un aynı dönemin tınısını yakalayan müzik çalışmasıyla daha bir pekişmiş. Soderbergh’in yeni dağıtım firması tarafından dağıtılması, yapımın stüdyo müdahalesi görmemiş bağımsız ruhunun öne çıkmasını sağlamış. Ve tabii güçlü oyuncu kadrosunun desteğini de atlamayalım. Soderbergh ile dördüncü kez çalışan Channing Tatum, yakışıklılığını ikinci plana atmış yorgun halk adamında çok iyi. Jim Jarmusch ile çalıştığı unutulmaz ‘Paterson’ın ardından, hüznünü ifadesiz maskının ardına gizlemiş küçük kardeş Clyde’da Adam Driver kusursuz. Ve de mükemmel Güneyli aksanıyla unutulmaz bir Joe Bang karakteri çizen deneyimli oyuncu Daniel Craig (ya da nam-ı diğer James Bond) hakkında bir yabancı yazarın ‘Bond’dan ziyade böyle rollere ihtiyacı var’ yorumuna katılmamak elde değil.

(29 Ağustos 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aşk Kırmızı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sinemamızın sevilen oyuncularından Hakan Balamir’i de kaybettik; Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Balamir’in 11. Antalya Film Şenliği’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandığı, en önemli filmlerinden “Yunus Emre”nin pek bilinmeyen veya unutulan bir özelliği vardır. Özdemir Birsel, yönetmen, senarist ve yapımcısı olduğu bu filmi çok özen göstererek ve titizlikle çekmiş, çekim sonrasında 3 saate yakın bir film ortaya çıkmıştı. Görüntülere kıyamayan Elvan Film – Özdemir Birsel bu filmi ikiye bölerek, “Yunus Emre” ve “Gönüller Fatihi: Yunus Emre” olarak iki ayrı film halinde 1974 Aralık ayında peşpeşe gösterime sunmuştu. (04 Temmuz 2017)

Gönül kırıklıkları, istemeseniz de bazen kendiliğinden oluşabiliyor. Doğal olarak sinema ve internet sektöründen misal vereceğim. Şöyle vereyim: Türk Sineması hakkında yazılı bilgi ve görselleri sunmayı amaçlayan bir oluşum başladığında sadibey.com’daki görselleri talep etmişlerdi. Herhangi bir şart ileri sürmeden istisnasız hepsini kullanabileceklerini söylemiştim. Nitekim zaman zaman web sitesine girip baktığımda teşekkür ifadelerine rastlıyorum; bu teşekkürlerine ben de içtenlikle teşekkür ederim. Gelgelelim Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün de destek verdiği bu oluşumdan, sitemizdeki haberlerde kullanmak üzere bizim arşivimizde olmayan bazı fotoğrafları indirmeye çalıştığımda her fotoğrafın orta yerinde araba tekeri gibi kocaman kabartma logo olmasından şahsen rahatsız oluyorum. Gönül kırıklığım ondandır. Bir karakter oyuncumuzla yaptığımız yazışmada O da aynı dertten muzdarip (*) olduğunu yazmış, “Abi, benden aldıkları fotoğrafımı istediğimde bile logo basılı gönderiyorlar, vallahi zoruma gidiyor.” demişti.
(*) Word programının bu kelimenin altını kırmızı çizgiyle işaretlediğine bakmayın, TDK – Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde ve “muzdarip” ve “mustarip” olarak her iki şekilde de kullanılabileceği belirtiliyor. (06 Temmuz 2017)

İlk afiş, Aralık 1971’de vizyona giren Yılmaz Güney’in yönettiği ve başrolünü oynadığı “Umutsuzlar” filminin orijinal afişidir. İkinci afişe ise yeni orijinal afiş diyebiliriz. Açıklamasını yapayım: Yapımcı İrfan Ünal’ın sahip olduğu Akün Film yapımı tüm filmlerin mülkiyetini satın alan Fanatik Film (Horizon International) sahibi olduğu yerli filmlerin bazıları için İbrahim Enez’e yağlı boya tablo şeklinde yeni afişler sipariş ediyor. Takdir edilesi bu çalışmanın amacı bir zamanların efsane ressam-grafikeri İbrahim Enez’e (*) sahip çıkmaktır. Enez’den her hafta bir adet olarak talep edilen bu afişlerden düzenlenen sergi yanılmıyorsam bir-iki sene önce yapılan Antalya Film Festivali kapsamında sinemaseverlere sunulmuştu. Sergideki afişlerden oluşan bir kitapçık da meraklılarının kitaplıklarına girmişti, ki Enez imzalı birisi bendenizin kitaplığındadır.
(*) Diğeri Cemal Dündar’dır. (06 Temmuz 2017)

“Öteki Taraf, hareketli teaser afişi ile Türkiye’de bir ilke imza attı” başlıklı bir haber bülteni gelince doğal olarak sitede yayına verdim. Ancak daha önce böyle bir çalışma yapılmıştı gibi tereddüde düşünce sadibey.com’da arama yaptım ve tereddüdümü giderdim. Türkiye’de yerli filmlerde ilk “hareketli afiş” 2013 yılında başrolünde Nurgül Yeşilçay, Ezgi Asaroğlu ve Tayanç Ayaydın’ın oynadığı “Aşk Kırmızı” adlı filme yapılmış. Öte yandan “Öteki Taraf”ın yaptığı da bir ilk, çünkü haberde “hareketli teaser afiş” şeklinde belirtilmiş, aradaki “teaser” kelimesi olmasa ilk olmayacaktı. Bir yabancı film için de Türkçe hareketli afiş yapılmıştı ancak o filmin adını hatırlayamadım.
Aşk Kırmızı’nın hareketli afişi için tıklayınız.
Öteki Taraf’ın hareketli teaser afişi için tıklayınız. (07 Temmuz 2017)

Adrian Brody değil Adrien Brody, Johnny Deep değil Johnny Depp, Meryl Strepp değil Meryl Streep. (08 Temmuz 2017)
Yazıya gelen tamamlayıcı yorumlar:
Halil Işık: Oysa ki IMDb bunun için var.
Sadi Çilingir: Ben öncelikle afişlere bakıyorum. Kutsal kaynak IMDb.de filmin dosyasında bazen aynı fotoğraf iki kez yüklenmiş olabiliyor. Fotoğraflarda genelde sadece o fotoğraftaki oyuncu adları etiketleniyor, bazen filmdeki tüm oyuncuların adları etiketleniyor. Hâlâ Türkçe karakter kullanmamalarını da zaaf olarak görüyorum. İsveç, Norveç vs. dillerindeki özel harfleri kullanıyorlar, bizim Türkan Şoray’ı Türkan Soray olarak yazdıkları halde, Løytnant Bjørn Gustavsen karakterinin adını Løytnant Bjørn Gustavsen olarak yazabiliyorlar.

Yıldızların altında müzikal aşk filmi izlemek isteyen İstanbullu sinemaseverler yarın akşam ne yapacaklarını, nereye gideceklerini şaşıracaklar. Herhalde böyle tesadüf 100 yılda bir dahi olsa denk gelmez. Geçtiğimiz sezon oldukça ilgi gören “Aşıklar Şehri” (La La Land) adlı müzikal film, hem Yeniköy’deki Sait Halim Paşa Yalısı bahçesinde, hem de Akmerkez Üçgen Teras’da kurulan perdede yıldızların altında izlenebilecek. Muhtemelen, yeme içmeyi sevenler lüks mutfak aletleri sektörünün en önemli markası Gaggenau’nun düzenlediği boğazdaki gösterimi, Jazz müziğini sevenler ise öncesinde Uninvited Jazz Band’ın ücretsiz konser vereceği Akmerkez’deki gösterimi tercih edecek. (11 Temmuz 2017)

Her iki tarafı park edilmiş araba ile dolu, hatırı sayılır bir eğimi de olan sokakta beton mikseri çalışmakta olan kamyonu geri geri sürerken şoför cep telefonu ile konuşuyor. Her halde bu bir dibe vurma hali. (12 Temmuz 2017)

(26 Ağustos 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sanatın Amacı Üzerine Zihin Açıcı Bir Meditasyon

Mimarlık eğitimi almış Alman enstalasyon sanatçısı Julian Rosefeldt, çağımızın en önemli oyuncularından Cate Blanchett ile Berlin’de bir işinin sergilendiği müzede karşılaşıyor. Tanışmalarına vesile olan ortak dostları ise, geçtiğimiz yıllarda İKSV Tiyatro Festivalleri’nde ‘Hamlet’ ve Ibsen’den ‘Bir Halk Düşmanı’ yorumlarını büyülenerek izlediğimiz ‘Die Schaubühne Berlin’in efsanevi yönetmeni Thomas Ostermeier’den başkası değil.

Rosefeldt’in 20. yüzyıl sanat iklimine damgasını vurmuş manifestolar üzerine yoğunlaştığı yeni projesi Avustralyalı aktrisin de aklına yatınca, son yılların en çarpıcı işlerinden biri ortaya çıkmış. Alman sanatçının tiyatro, sinema ve edebiyatı harmanlayarak sanatın amacı üzerine yazılmış manifestolar üzerine hazırladığı çalışması, faaliyete geçtiği 2007 yılından beri New York kentinin gözde kültür merkezlerinden biri haline gelmiş ‘Park Avenue Armory’de sergilenmiş önce. Bu video art enstalasyonunda, bir tanesi haricinde geçtiğimiz yüzyıl sanat tarihine yön vermiş çeşitli manifestolardan yola çıkan kısa filmlerde yer alan ve tümü Blanchett tarafından seslendirilmiş metinler, eş zamanlı olarak 13 ayrı ekranda müze ziyaretçilerince izlenmiş. Cate Blanchett’in ünü ve cazibesinin katkısıyla bu çalışmayı bir filme dönüştürüyor yönetmen Rosefeldt daha sonra. Bu yılın başında bağımsızların kalesi ‘Sundance Film Festivali’nde gösterilen bu sıradışı yapım ‘Manifesto’ adını taşıyor, İstanbul Film Festivali’nde gördüğü büyük ilgi sonrasında sinemalardaki gösterimini sürdürüyor.

Toplumsal bir hareketin duyurulması ya da çeşitli konularda bireysel savların umuma duyurulduğu manifestolar serisinde 13 farklı karakteri canlandırıyor Blanchett. Evsiz bir adam, borsacı, temizlik işçisi, üst düzey yönetici, alt sınıftan bir rock şarkıcısı, bilim insanı, cenaze töreninde bir dul, kuklacı, koreograf, haber spikeri, zengin bir koleksiyoner, ev kadını ve ilkokul öğretmeninden oluşan karakterleri, farklı İngilizce aksanlarla seslendiriyor. Bunu yaparken her bir ayrı epizodda farklı bir manifestonun metninden bölümleri yorumluyor. Böylece esas olarak erkekler tarafından kaleme alınmış metinler bir kadın sesi aracılığıyla yeniden hayat bulmuş oluyor.

Yönetmenin tercihi doğrultusunda, metinler içerikleriyle bağdaşmayan ortamlarda dile getiriliyor. Bu da işin en hınzır tarafı. Örneğin, yaslı dul kadın cenaze töreni kürsüsünde Dada manifestosunu dile getiriyor. Birinci Dünya Savaşı’nın dehşetine tepki olarak bir insanın değil, bir düşüncenin, bir dünyanın ölümünü haykırıyor. İlkokul öğretmeni küçük öğrencilerine Jim Jarmusch’un ‘hiçbir şey orijinal değildir, herşeyi çalabilirsiniz’ cümlesiyle, Jean-Luc Godard’ın ‘neyi nereden aldığınız değil, nereye taşıdığınız önemli’ deyişini ve hemen ardından Lars von Trier ve Thomas Winterberg’in öncülerinden olduğu ‘Dogme 95’ akımının bunların tam zıddını savunan, ‘kameranın elde tutulması gereğinden, özel ışıklandırma, filtre kullanımı, tür filmlerinin reddi ya da yönetmenin isminin jenerikte yazılmaması’ yasaklarını getiren sıkı kurallarını sıralıyor.

Üç yaşlı kadının havai fişek ateşlemelerinin ardından eski dünyanın ölümü, kapitalizmin ve burjuva ahlâkının çöküşüyle yeni bir dünyanın doğumunu muştulayan, sanatçının toplumdaki rolünün ancak devrimci olabileceğini haykıran Marx ve Engels’in ünlü 1848 Komünist Manifesto’sundan bölümlerle başlangıç yapıyor film. Endüstriyel kalıntılar arasında gezinen derbeder evsiz daha sonra megafonuyla ‘Durumculuk’ (Situationism) akımının manifestosundan aktarımla kapitalizmin kriz içinde olduğunu ilan edecektir. Bu metinlerin yıllar sonra Donald Trump’lı bir dünyada hâlâ geçerliliğini koruyor olması işin en ilginç yanı kuşkusuz.

Mekânların özenle seçildiği ve önemli işlevlerinin olduğu filmde ‘Fütürist Manifesto’ devasa bir borsa işlem salonunda dillendiriliyor. ‘Acı çeken biri ancak acı çeken bir lamba kadar ilgilendiriyor bizi’ metni okunurken kamera hızla yükseliyor ve bu güzel sinemasal bölümde, tepeden kuş bakışı diğer objeler arasında kayboluyor aşağıdaki insanlar. Rosefeldt metinlerin coşkun ruhunu ve şiirselliğini, gündelik yaşamın mütevazılığına taşıyor. Olur olmaz yerlerde okunan metinler, hınzır ve komik tonu pekiştiriyor. Amerikalı heykeltraş Claes Oldenburg’un popüler sanat hakkında ‘ben politik-erotik-mistik bir sanattan yanayım’ deyişi ya da ‘sanat olduğunun farkında olmayan sanatın; patavatsız olanın; bir sigara gibi tüttürülen, bir ayakkabı gibi kokan sanatın tarafındayım’ sözleri, aile yemeğinde dua eden ev kadını tarafından dile getiriliyor. (Bu sahnede kadının yakınlarını Blanchett’in gerçek hayattaki kocası (Andrew Upton) ve çocuklarının canlandırdığını magazin bilgisi olarak ilave edelim). Keza filmin en güzel bölümlerinden birinde Fluxus hareketinin ‘hiyerarşik kültürü ve sanatçının bu kültür dahilinde yüceltilmesini kınayan’ metni, burnu havada Rus koreograf tarafından söze dökülüyor. Amerikalı kadın dansçı ve koreograf Yvonne Rainer’in ‘sihire, rol yapmaya, ihtişama, star imajına, bayağılığa HAYIR’ sözleri yine aynı karikatürize edilmiş Doğu Avrupalı koreograf üzerinden aktarılıyor.

Julian Rosefeldt’in usta işi uzun planlar ve mekân seçimiyle, Christoph Krauss’un etkileyici görüntüleri, Nils Frahm ile Ben Lukas Boysen’in çarpıcı müzik çalışmalarıyla kelimenin tam anlamıyla bir sanat filmi ‘Manifesto’. Kavramsal yapıda, konvansiyonel olmayan bir formda ve sanatseverlerin iştahına yönelik, zihin açıcı bir çalışma. Cate Blanchett işin içinde olmasaydı, müzeler ve galeriler dışında kolay kolay ticari dağıtıma çıkamayabilecek, dinamik bir seyir keyfi veren ve özellikle genç kuşaklara sanatın amacı üzerine olağandışı bir deneyim yaşatan çizgi dışı bir sanat ürünü. Kaçırmamaya çalışın.

(17 Ağustos 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com