Kategori arşivi: Yazılar

37. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

37. İstanbul Film Festivali’nin şehrimize konuk olmasına sayılı günler kaldı. Bu yıl 06 – 17 Nisan tarihleri arasında yapılacak olan gösterimler için genel bilet satışı 24 Mart Cumartesi günü başlıyor. Program kitapçığına Atlas ve Rexx Sinemaları ile İKSV’den ulaşabilir, zengin bir seçki içinden kişisel programınızı yapabilirsiniz. Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemde yer alan 20 küsur filmi takdim ediyorum.

BİR EVLİLİKTEN MANZARALAR (Scener Ur Ett Äktenskap):

Önceki yazımda da belirttiğim gibi, 100. doğum yılında İsveçli büyük usta Ingmar Bergman kariyerinden tam on adet başyapıtla anılıyor festivalde. Bu seçkinin tüm değerli parçaları geniş perdede izlenmeli, ancak bir çiftin evliliklerini on yılın ardından mercek altına alan bu film, altı bölümlük bir mini dizi olarak İsveç televizyonunda yayınlandıktan sonra sinema için yeniden kurgulanarak kısaltılmıştı. Festivalde bütünlüğü korunarak 5 saatlik özgün kopyası gösterileceği için izleme listenize almayı ihmal etmeyin.

İZ SÜRÜCÜ (Stalker):

Efsane Rus sinemacı Andrey Tarkovski’nin imzasını taşıyan yapım, iki yolcunun bir rehber eşliğinde yasak bölgeye yaptığı metafizik yolculuğa dair. Yalın ama güçlü görüntüleriyle hem gerçek bir bilimkurgu hem de zengin felsefi çağrışımlarıyla tam bir zihin egzersizi olan bu benzersiz başyapıt, yıllar geçse de büyüsünü yitirmeyen sinema hazinelerinden. Atlas Sineması’nın geniş perdesindeki tek gösterimi kaçırılacak gibi değil.

BUĞDAY:

Semih Kaplanoğlu’nun şimdiden sinema tarihimize geçen son çalışması, esinler taşıdığı Tarkovski filmiyle birlikte izlenmeli. Yakın geleceğe dair ‘Stalker’ benzeri karanlık dünya tasviri içinde, iki bilim adamının Tasavvuf inancından hareketle umuda yolculuğunu anlatan film, ‘Buğday mı Nefes mi’ sorusunu yöneltiyor izleyicisine. Vizyonda görememiş olanlar yine Atlas Sineması’nın geniş perdesindeki tek gösterimini kaçırmasın.

PARIS, TEXAS:

‘Yol filmlerinin en içlisi, işlevsiz aile filmlerinin en yürek acıtıcısı, atsız bir western’. Festival kitapçığında ne güzel tanımlanmış bu kült başyapıt. Ry Cooder’ın klasikleşmiş müzik çalışmasıyla, aradan geçen yıllara rağmen etkileyeceğini koruyan benzersiz Wim Wenders filmi, geçen yıl kaybettiğimiz usta oyuncu Harry Dean Stanton’ı anmak için de güzel bir fırsat.

24 KARE:

Sinemada başyapıtlar üretirken fotoğrafçılığı hiç bırakmamış olan İranlı ozan Abbas Kiarostami’nin ölmeden önce çektiği son filmi, fotoğraf ve tablolardan esinlenen her biri dört buçuk dakikalık 24 kısa filmden oluşuyor. Fotoğraf çekildikten hemen sonra ne olur? Görüntünün öteki dünyası neler saklar? Film bu soruların peşine düşen bir ustalık gösterisi, sanatçının sinemaya gönderdiği veda mektubu.

12 GÜN:

Fransız bürokrasisine göre, isteği dışında psikiyatrik denetim altına alınanların hakimin karşısına çıkmak için 12 günü vardır. Gazeteci, fotoğrafçı, yaman belgeselci Raymond Depardon son yapıtında, kurumların ve bürokrasinin insanların hayatları üzerindeki etkilerini ve sorumluluklarını ele alırken Fransız adalet sistemine tartışmalı bir açıdan bakıyor, ‘deliliği’ tüm boyutlarıyla belgeliyor.

DOVLATOV:

Dünya prömiyerin Berlin’de yapan film, ölümünden sonra ünlenecek Rus yazar Sergei Dovlatov’un 1971 Leningrad’ında geçen altı gününü anlatıyor. Yönetmen Alexey German Jr. bu hikâye üzerinden dönemin entelektüel çevresi ve onların Brejnev zamanı Sovyetler Birliği ile ilişkisinin çarpıcı bir portresini sunuyor.

MİRASÇILAR (Las Herederas):

Berlin Film Festivali’nden üç ödülle dönen film, iki kadının 30 yıllık birlikteliklerinin ekonomik sorunlarla yıpranması ve yeni bir niteliğe bürünmesinin hikâyesi. Paraguaylı yönetmen Marcelo Martinessi sınıf farklılıklarına ve kadının özgürleşmesine özgün bir bakışla yaklaşırken yılın en ilgiye değer filmlerinden birini imzalamış.

YÜZ (Twarz):

Berlin’den en iyi yönetmen ödüllü ‘Beden / Cialo’ filmiyle tanıdığımız Polonyalı kadın yönetmen Malgorzata Szumowska, geçtiğimiz ay yine Berlin’den, bu defa Jüri Büyük Ödülü ile dönen son çalışmasında, yüz nakli ameliyatı üzerinden derin bir kimlik ve toplum eleştirisine soyunuyor. Yönetmen filmini ‘yetişkinler için bir masal’ olarak tanımlıyor.

HANNAH:

Bol ödüllü ilk uzun metrajı ‘Medealar’ ile 2014 yılında festivale konuk olmuş Andrea Pallaoro, dört yıl aradan sonra çektiği ikinci filminde başrolü usta oyuncu Charlotte Rampling’e teslim etmiş. Hapse giren eşinin arkasında durmayı seçen, bir yandan güçlü, öte yandan içini kemiren şüpheyle yüzleşmekten çekinen Hannah yorumuyla Venedik Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı Rampling.

KORKUNÇ ANNE (Sashishi Deda):

Locarno’da Altın Leopar için yarışmış bol ödüllü yapım, her şeyi karşısına alıp tutkusunun peşinden gitmeye karar veren elli yaşındaki yazar ev kadını Manana’nın hikâyesi üzerine. Gürcü yönetmen Ana Urushadze’nin ilk uzun metrajı, geçtiğimiz yıl festivalde ilgiyle izlenen ‘Benim Mutlu Ailem’den izler taşıyor.

MAKALA:

Prömiyerini yaptığı Cannes Eleştirmenler Haftası’ndan büyük ödül ‘Altın Göz’ ile dönen film, Gus Van Sant’in ‘Gerry’, Bela Tarr’ın ‘Torino Atı’ndan esinlenmiş. Bu şiirsel belgesel, Dominik Cumhuriyeti’nin güneyinde aşırı yoğun kömür imalatı nedeniyle bitki örtüsüyle hayvan nüfusu neredeyse tükenmiş olan bir bölgede, hayatını kömür yapıp satmakla kazanan genç bir adamın hikâyesi üzerine.

EV:

İranlı sinemacı Asghar Yousefinejad hayranlık uyandırıcı bir yönetmenlikle kotardığı ilk uzun metrajında, bir vasiyetin hikâyesini anlatıyor. Neredeyse tek mekanda geçen ve sürükleyici psikolojik gerilimini hiç kaybetmeyen, oyuncuların harika performansları ile dikkat çeken film festivalin keşif avcıları için.

TRANSIT:

Alman sinemacı Christian Petzold’un Berlin’de dünya prömiyerini yapan son filmi, günümüzün göçmen krizine Avrupa’nın geçmişinden bakıyor. Usta yönetmen tarihten ödünç aldığı öyküyü günümüz Marsilya’sında çekerek 75 yılda çok az şeyin değiştiğini vurgularken, göçmenlik ve arada kalmışlığa dair bir tartışma başlatıyor.

ATÖLYE (L’Atelier):

Fransız sinemasının en önemli yönetmenlerinden Laurent Cantet’nin, bir grup genç yazar adayını bir atölye çalışması için ünlü bir yazar rehberliğinde bir araya getirdiği son filminde, gençlerden kasabanın endüstriyel geçmişiyle bağ kuracak bir suç romanı yazmaları isteniyor. Cantet, kurgu ve yaratıcısı arasındaki ilişkiyi masaya yatıran filminin senaryosunu, önceki filmlerinde olduğu gibi, geçtiğimiz yıl ‘Kalp Atışı Dakikada 120’ ile dikkatleri çeken Robin Campillo ile birlikte yazmış.

TARİHSİZ, İMZASIZ (Bedoune Tarikh, Bedoune Emza):

Festivalde keşfedilmeye değer bir İran yapımı daha. Selanik’ten Fipresci ödüllü filminde yönetmen Vahid Jalilvand, suçluluğun pençesinde kıvranan bir doktorun trajik günlerini mercek altına alıyor. Korkaklık, şüphe ve dürüstlük gibi kavramları ahlaki bir ikilem üzerinden sorgulamaya girişiyor.

DUA (La Prière):

Berlinale 2018’den en iyi erkek oyuncu ödülü ile dönen filmde, genç Anthony Bajon dua yoluyla kurtuluşu arayan genç bir eroin müptelasını canlandırıyor. Fransız sinemasının deneyimli isimlerinden Cédric Kahn’ın yönetmenliğini yaptığı film, inanç, din ve bağımlılık konularına çok farklı bir noktadan yaklaşıyor, duanın dönüştürücü gücünü keşfe çıkıyor.

POROROCA:

Adını Amazon nehrindeki dev gelgit dalgalarından alan film, Romen Yeni Dalga sinemasının son ürünlerinden biri olarak keşfedilmeyi bekliyor. Yönetmen Constantin Popescu bu üçüncü uzun metrajında, özellikle 18 dakikalık kesintisiz park planıyla övgüleri topladı. Beş yaşındaki küçük kızlarının kaybolmasıyla hayatları alt-üst olan ailenin hikâyesini anlatan filmdeki baba rolüyle San Sebastian Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu seçilen Bogdan Dumitrache’ye özel dikkat.

ÇİĞ SÜT (Petit Paysan):

Genç Fransız yönetmen Hubert Charuel, ‘En İyi İlk Film’ dahil üç Cesar ödülü kazanan filminde, büyük tarım şirketlerinin karşısında ezilen küçük çiftçilerin ayakta kalma mücadelesini akıllıca yazılmış bir senaryo ve doğal bir sinema diliyle anlatıyor. Film geçtiğimiz yıl ‘Avrupa Sinema Ödülleri’nin ‘keşif’ dalı adaylarından biriydi.

KARANLIKLAR VADİSİ (Skyggenes Dal):

İlk gösterimini Toronto Film Festivali’nde yapan film, İskandinav masallarından esinlenen yeni nesil gotik bir çalışma. Yönetmen Jonas Matzow Gulbrandsen 35 mm peliküle çektiği ve çocukluk korkularının tedirginliğini perdeye taşıdığı filminde, Polonyalı büyük usta Krzystof Kieslowski’nin vazgeçemediği Zbigniev Preisner’in film için bestelediği müzik özellikle dikkat çekiyor.

WESTERN:

Bir grup Alman inşaat işçisinin Bulgaristan kırsalında, evlerinden çok uzakta çalışmalarına dair bir hikâye anlatıyor Valeska Grisebach imzalı yapım. Aralarından biri, sıradan bir yabancı olmayı reddederek, inşaat alanının yakınlarındaki bir köyün sakinleriyle arkadaşlık ilişkisi kurmaya girişiyor. Film, adından da anlaşılacağı üzere, Western ikonografisini kullanarak oldukça güncel bir ‘yabancılık’ tartışmasına soyunuyor.

Bu sınırlı seçki dışında, keşfedilmeyi bekleyen, çağdaş sinemanın son örnekleriyle dolu, çok zengin bir program sunuyor festival. Önümüzdeki yazıda, ‘Ulusal Yarışma’ seçkisinde yer alan, sinemamızın son hasadından sürprizler vadeden yapımları ele alacağız.

(21 Mart 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

İstanbul Film Festivali 37 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali bu yıl 37. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla, 06 – 17 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 9 ayrı sinema salonunda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler, konserler ve özel etkinlikler de yer alıyor.

İstanbul Film Festivali ve ana sponsor Vodafone Red işbirliği bu yıl getireceği teknolojik yeniliklerle festivalin daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamayı amaçlamış. 37. festivalin açılış ve kapanış törenleri gibi birçok etkinliği canlı izlenebilecek. Bu yıl Beyoğlu ‘Yapı Kredi Kültür Sanat’ta yer alacak ‘Festival Merkezi’nde gerçekleştirilecek söyleşiler ve festivalin ulusal ve uluslararası konuklarıyla gerçekleştirilecek seçili röportajlar dijital ortamda takip edilebilecek. Sinemaseverler sadece İstanbul’dan değil, tüm Türkiye’den saatleri ve programı festival tarafından duyurulacak dijital seanslarda film izlemenin keyfine varacaklar.

Programına aldığı 198 uzun metrajlı, 12 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri yine epeyce koşuşturacağa benzeyen festival, dünya sinemasının en saygın yönetmenlerinden Ingmar Bergman’ı doğumunun 100. yılında özel bir seçkiyle anıyor. Bu bölüm için Türkiye’den 10 yönetmen İsveçli ustanın çağdaş sinema sanatına yön vermiş filmlerinden kendilerini en çok etkileyenleri seçtiler. Semih Kaplanoğlu’ndan Reha Erdem’e 10 tanınmış sinemacımız ‘Yaban Çilekleri’nden ‘Güz Sonatı’na Bergman filmlerinin festival gösterimlerini bizzat sunacaklar.

Geçtiğimiz günlerde açıklanan 37. yıl seçkisi, her sinemaseverin iştahını kabartacak bir çeşitlilik içeriyor. Festivalin ‘sinema tutkusu’ndan yola çıkan yeni bölümlerinden ‘Cinemania’ ve ‘Gömülü Hazineler’ kapsamında usta sinemacıların başyapıtları, kayıp, kült veya yeniden gündeme gelmiş klasiklerin dijital restore edilmiş sinema kopyaları yer alıyor.

‘Cinemania’ kapsamında, iki yıl önce aramızdan ayrılan İranlı usta Abbas Kiarostami’nin fotoğraf ve tablolardan esinlenmiş her biri dört buçuk dakikalık 24 kısa filmden oluşan sinemaya veda mektubu ’24 Kare’, Eylül ayında kaybettiğimiz Harry Dean Stanton’ın anısına gösterilen Wim Wenders imzalı kült başyapıt ‘Paris Texas’, yine yakınlarda yitirdiğimiz Jeanne Moreau anısına programda yer alan François Truffaut klasiği ‘Siyah Gelinlik / La Mariée Etait En Noir’ ilk bakışta dikkat çekenlerden.

İki yıl önce program kapsamına alınan ‘Gömülü Hazineler’ seçkisi yine ilginç yapımlar içeriyor. 1960 yapımı bizde hiç gösterilmemiş Leslie Stevens filmi ‘Özel Mülk / Private Property’, unutulmuş Joseph Losey filmi ‘İki Kaçak / Figures In A Landscape’, Tayvanlı usta Hou Hsiao-Hsien’in kariyerinin kilit yapıtlarından ‘Nil’in Kızı’ bölümün heyecan verici sürprizlerinden. Efsane Rus sinemacı Andrey Tarkovski’nin benzersiz başyapıtı ‘Stalker / İz Sürücü’‘Mimari Ütopyalar-Sinematik Distopyalar’ seçkisi dahilinde Atlas Sineması’ndaki tek gösteriminde bir kez daha geniş perdede izleme şansı bulacağız. Sinemamızın değerli kadın yönetmenlerinden Bilge Olgaç’ın 1987 yapımı ‘İpekçe’si yenilenmiş kopyasıyla festivalin bir diğer armağanı olarak programda yer alıyor.

İki yıl önce ilk kez düzenlenmiş ‘Ulusal Belgesel ve Kısa Film Yarışmaları’ ile yarışma cephesini genişleten etkinlik, yabancı festivallerde öne çıkmış yapımlardan oluşan zengin bir seçkiyle sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Berlinale 2018’in ödüllü filmleri bu listeye dahil. Sinemaseverler için sıkı keşif imkanları sunan yapımlar ve ülkemiz sinemasından yirmiyi aşkın yepyeni kurmaca uzun metraj filmin yanısıra, ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler her zaman olduğu gibi program menüsünü çeşitlendiriyor.

Festival filmlerine ilişkin önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi bir sonraki yazıya saklıyoruz. Festival biletleri 24 Mart Cumartesi günü 10:30’dan itibaren (hizmet bedeli eklenmeden, tüm satış kanallarında aynı fiyatlarla) Biletix satış kanalları ile Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Rexx Sinemaları’nda açılacak ana gişelerden satışa sunuluyor.

(15 Mart 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Kaybedenler Kulübü Yolda

Bir araştırmada, insanların sinemaya gündelik yaşamdan sıyrılmak amacıyla, rahatlamak için gittiklerini okumuştum… Komedi filmlerinin bunca çok izlenmesinin nedenini açıklıyor bu sonuç. Sadece; gerek ekonomik, gerekse sosyal sorunların çokça yaşandığı bizde değil, bir sürü nedenle bütün ülkelerde geçerli bu durum. Buna ek, bir de korku/gerilim filmlerini saymak gerekir. Gizli, bilinçaltına yönelik yeni deyimle subliminal mesajları olanların dışında doğrudan mesaj veren filmleri pek tutulmuyor. Pek ders veriyor gibi geldiğindendir…

Kaybedenler kulübü

Bir radyoda doğaçlama gelişen, aslında “geyik” konuşmalar yapan iki arkadaşın yaptığı program; konuşanların sakinliği ve doğallığından kaynaklı çok tutmuş ve filmi Kaybedenler Kulübü, çekilmişti. İzlenme oranını bilmiyorum ama kamuoyu oluşturması açısından hâlâ dillerde, hâlâ anılıyor. Bu kez iki arkadaş, tatildeler… Sıkı bir yol filmi bekliyor bizi.

İlkini Tolga Örnek çekmişti, bu kez rejide Mehmet Ada Öztekin var. İlki ağırlıklı radyo programıydı… Bu ağırlıklı olarak yol maceraları. Bir bakıma Akdeniz ve Ege’nin doğal güzellikleriyle tarihini de tanıyoruz. Her ikisinin de görüntüleri iyi, ışık sağlam, montajı eksiksiz. Her ikisinde de oyuncular çok başarılı.

Erkek filmi…

Küfürler ve içki/sigara dolayısıyla değil, mantık açısından bakınca erkek filmi Kaybedenler Kulübü Yolda. Yolda olan, daha ağırlıklı. “…ama öyle bir olay örgüsü, onu anlatıyor” diye savunmanın yersizliğini ileri süreceğim. Tam bir maço iki arkadaş. Sadece kendilerini düşünüyorlar. Kimseyi zorlamıyorlar, tamam, tacizde de bulunmuyorlar, lâfla bile. Kadını açıkça aşağılıyorlar.

Bir kuşağı, erkek anlayışını tanımak için savunusu da yetmiyor. Sonunda yine kadın başarılı oluyor, kendisine çekiyor erkeği diyenler avunuyorlar bence.

Peki, kötü bir film mi Kaybedenler Kulübü Yolda? Hayır! Kesinlikle kötü değil, birçok yönüyle çok güzel, çok başarılı bence. Yine de Kadınlar Günü’nün hemen peşine bu kadar seksist, bu kadar erkek yanlısı film girmeseydi gösterime, demekten alamıyorum kendimi. Bir de vurdumduymazlık, umursamazlık, boşvermişlik var ki evlere şenlik. İzlemek gerek.

Can alıcı nokta

Gelelim en önemli, can alıcı noktaya…

Kaybedenler Kulübü Yolda, ancak sinemada izlenir. Çünkü RTÜK gibi bir sansür kurumu var tepemizde… Sigara ve içki buzlanmak zorunda kalıyor, küfürlü sözler de ‘bip’leniyor. Yani sinema dışında izlemek pek kolay değil, zaten görüntünün güzelliğini almak ve o tadı yaşamak istiyorsanız muhakkak salonda izleyin.

Kaybedenler Kulübü Yolda, yönetmen Mehmet Ada Öztekin, oyuncular Nejat İşler, Yiğit Özşener, Hande Doğandemir, Merve Çağıran, Rıza Kocaoğlu, Sarp Akkaya… 16 Mart’tan itibaren gösterimde…

(15 Mart 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Stalin’in Ölümü

“Anı yaşa” derler ya… Stresten kurtulmak için, geleceği düşünmemek, geçmişe üzülmemek, ne olup olmayacağıyla ilgilenmemek gerektiğini söylerler. Bilmem artık hayatın ne kadarını taşır ama bir bildikleri vardır ki söylerler, doktorlar bile. Oysa akşam ne yiyeceğinizden, çocukların eğitimine, sağlık sorunlarından soğuğa sıcağa kadar her şey (komşudan gelen gürültü bile… çünkü yazmamı engelliyor neredeyse) sizin yaşama sevincinizi belirler. Bir şeyler yapmak gerekirken, nasıl olur da o anı yaşarsınız?

Tam da bunu içeren (dikkat edin, anlatan demiyorum) bir film Stalin’in Ölümü. Ekonomik durumu, sınav stresini, savaşın yıkımını unutmak için birebir. Tarihsel doğrularla ne kadar örtüştüğü kesinlikle kuşku götürecek kadar abartılı ve ters, ama keyifle izletiyor ve reel yaşamın sıkıntılarını alıp gidiyor.

Kara propaganda…

Stalin’in Ölümü filmini sırf içeriği, siyasi mesajları dolayısıyla izlerseniz tırnaklarınızı yiyebilirsiniz sinir ve stresten. Oysa sinemanın rahat koltuğuna yayılır da görüntülerin akışına kaptırırsanız kendinizi keyifli bir şekilde, stresinizi atmış olarak çıkabilirsiniz.

Seçim, yani tercih sizin. Stalinist arkadaşlar, yerden yere vururken, Rusya’da bile gösteriminin yasaklanmasına atıf yapıp sizi etkilemeye çalışırken karşıt düşüncede olanlar, Nazi Almanya’sı ile İkinci Dünya Savaşı’nda ölen milyonlarca insanla bağdaştırmaya çalışacaklar Sovyet liderini.

Abartı sanatı

Komedi, biraz da abartma sanatı değil midir? Dozu biraz -biraz mı? Çoktan da çok- kaçmış propagandanın… Sadece bir kişiyi değil, bir siyaseti, bir düşünceyi, bir ülkeyi karalamaya varmış.

Buradan bir sonuç çıkarmamız gerekirse… Bir lideri ve düşüncesini, Stalin’in Ölümü ile yargılamayı bırakıp bir tarafa, filmin (resmiyle, müziğiyle, ışığıyla, kostümüyle, montajıyla) tadını çıkarmak daha doğru olacaktır. Yargı için daha çok okuyup daha çok izlemek, daha çok tartışmak gerekir.

Stalin’in Ölümü, Yönetmen: Armando Iannucci, oyuncular: Andrea Riseborough, Jason Isaacs, Olga Kurylenko, Tom Brooke… 16 Mart’tan itibaren gösterimde…

(12 Mart 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Hayat, Aşk ve Kontrol

Paul Thomas Anderson’ın sekizinci filmi ‘Phantom Thread’, Amerikalı sinemacının hayranlık uyandıran son çalışması. Stanley Kubrick ve Robert Altman gibi ustaların takipçisi olan usta yaratıcı, Upton Sinclair uyarlaması ‘Kan Dökülecek / There Will Be Blood’dan sonra bir kez daha işbirliği yapıyor çağımızın en iyi oyuncularından Daniel Day-Lewis ile. Aktör son filmi olduğunu beyan ettiği yapımda 50’li yıllar Londra’sının tanınmış giysi tasarımcısı Reynolds Woodcock’a hayat veriyor. Mükemmelliyetçiliği ile tanıdığımız Woodcock, yazar/yönetmenin hayal gücünün ürünü bir kişilik. İngiliz asıllı Amerikalı modacı Charles James’den ve daha çok Christian Dior’un ustaların ustası olarak andığı İspanyol tasarımcı Cristóbal Balenciaga’dan esinlenmiş bir karakter.

Savaş sonrası İngiliz modasının merkezinde, kraliyet ailesini, film yıldızlarını, mirasyedi sosyetik hanımları kendi tarzıyla giydiren Woodcock, tanınmış moda tasarımcıları gibi kontrollü, aşırı titiz, talepkâr bir yaşam sürer. Sahip olduğu moda evi biricik yardımcısı kızkardeşi Cyril’in yönetimi ve gözetimi altındadır. Kendini tamamıyla işine (sanatına) vermiş olan Woodcock, müzmin bekar hayatı sürmektedir. Kadınlar ilham kaynağı olarak hayatına girer ve çıkarlar. Taşradaki nadir bir mola anında karşılaştığı Belçikalı garson kız Alma, alıcı bakışlarıyla orta yaşlı adamın ilgisini çeker. Genç kadın kısa sürede onun hayatında ilham perisi, gözde modeli ve sevgilisi olarak kalıcı bir yer edinir. Lakin işkolik Reynolds, titizlikle organize ettiği hayatının aşkla meşkle altüst olmasına izin vermeye hiç niyetli değildir. Buna karşın Reynolds’u seven ve ona tutkuyla bağlı olan Alma, kendine özgü alışılmadık bir yöntemle onu yola getirmeye kararlıdır.

Türkçe isim konmamış filmin özgün adı, ‘kumaşın içine gizlenmiş dikiş’ anlamına geliyor. Reynolds öylesine tutkuludur ki yaratırken, hazırladığı giysinin astarına, sahibine ithafen görünmez bir dikişle ‘bir talihsizlik yaşamayasın’ benzeri temennilerini yazdığı notlar iliştirir. Sanat ile ticaret arasındaki ezeli kavga doğrultusunda tasarımlarının ticari bir meta olarak teşhir edilmesine itiraz eder. Bir sarhoşluk anında hazırladığı kostüm ile yatağa giren kontesin üzerinden giysiyi çekip çıkardığı coşkun sahnede delice takıntısı tavan yapar.

Bir ‘Pygmalion’ hikâyesi görünümünde başlar ‘Phantom Thread’. Raymonds ürkek Cinderella’sını zengin şölen sofralarında gerçek prenseslerin görkemli dünyasına yerleştirir. Ancak bir peri masalı değildir izlediğimiz. Filmin açılış sahnesinde dile getirdiği üzere, Reynolds hayallerini gerçek kılmıştır, evet. Ancak bunun karşılığı olarak Alma ona her bir zerresini vermiştir. Ama yağma yoktur. Reynolds’un buz kesmiş kalbinin kilidini açmaya, annesinin hasretini çeken onun içindeki büyüyememiş çocuğa soluk aldırmaya niyetlidir genç kadın.

47 yaşındaki Anderson’ın kılı kırk yaran, eserinin her bir karesinin kontrolünden çıkmasına izin vermeyen bir yönetmen olduğunu biliyoruz. Bu çalışmasında görüntü yönetmenliğini de bizzat üstlenmiş. Keza ‘Method oyunculuğu’nun zirve isimlerinden Day-Lewis de aynı kumaştan bir sanatçı. İkilinin kafa kafaya verip geliştirdikleri (hatta Reynolds Woodcock adının Day-Lewis tarafından önerildiği) tasarımcı karakterinin Anderson’ın örtülü alter-ego’su olduğunu da düşünebiliriz. Ancak Amerikalı yönetmen, Reynolds denli takıntılı yaşamadığını, 12 yıldır evli olduğu aktris eşi Maya Rudolph ve dört çocuğuyla birlikte, zaman zaman kaotik hale bürünebilen bir özel hayatı olduğunun altını özellikle çiziyor.

‘Phantom Thread’ ilişkiler üzerine yaman bir deneme. Anderson deneyimlediği ve şahit olduğu benzer ikili ilişkilerden yola çıkarak, filmin iskeletini teşkil eden erkek-kadın beraberliğindeki durmadan değişen güç dengelerinin izini alışılmadık yöntemlerle tasvire girişmiş, böylelikle kariyerinin en kışkıtıcı aşk serüvenini imzalamış. Yönetmen hasta yatağında yattığı bir döneminde karısı onunla ilgilenirken filmin hikâyesi şekillenmeye başlamış zihninde. Sevgi ve ihtimama muhtaç bir halde, kendini zayıf hissettiği bir durumda hayatı ve uğraşları üzerindeki kontrolü kaybetme duygusu iyi gelmiş ona. Hasta yatağında Alma’nın ihtimamına sığınan Reynolds’un huzuru keşfetmenin tuhaf hazzı içinde oluşu gibi.

Hitchcock’un Daphne du Maurier uyarlaması Rebecca (1940) ya da 1944 yapımı George Cukor filmi ‘Işıklar Sönerken / Gaslight’ benzeri, Hollywood’un hazine değerindeki eski gotik aşk öykülerine tutkun Anderson. İsyan eden bir Rebecca hayal etmiş hep. Onun başkaldıran Rebecca’sıdır Alma. Laurence Olivier kumaşından Day-Lewis’in onu kendi yaratım evreninin bir ürünü, sofrasında ve yatağında birlikte olduğu halde yalnızca tasarımlarını taşıyan bir beden olarak görmesine itiraz edecek, üstadın hayatına girmiş diğer kadınların aksine yaratıcının boyunduruğu altına girmeyi reddedecektir.

Bir peri masalından, aşk ile mazoizmin sınırlarında gezinen hınzır bir deneyime dönüşen filminin ana karakteri olarak bir giysi yaratıcısını seçmesini, bu evrenin sinematografik çekiciliğine bağlıyor Anderson. Zarif iç mekanlar ve danteller arasında usul usul ilerleyen ve bizlere Visconti sinemasını anımsatan bir esere imza atıyor. Muazzam Day-Lewis’e Anderson’ın ilk güçlü kadın karakteri olan Lüksemburglu keşfi aktris Vicky Krieps ile ‘Rebecca’nın Mrs. Danvers’ini anımsatan bir rolde İngiliz oyuncu Lesley Manville eşlik ediyor. Jonny Greenwood’un nefis müzik çalışmasına, Schubert, Brahms, Fauré ve Debussy gibi klasik bestecilerin ölümsüz ezgileri eşlik ediyor. Brahms’ın valsinde (opus 39 si minör) İdil Biret’in usta yorumunu dinliyoruz. Her filmi ile gönüllerimizi fetheden çağımızın en önemli yaratıcılarından Paul Thomas Anderson son başyapıtını, geçtiğimiz yıl Nisan ayında kaybettiğimiz, yapıtlarından ve derin hümanizminden etkilendiğini belirttiği yakın dostu ve ustası yönetmen Jonathan Demme’e ithaf etmiş. Geniş bir perdede iyi bir ses düzeniyle izlemeyi ihmal etmeyiniz.

(08 Mart 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Andy Weir’in Yeni Romanı Artemis de Film Oluyor

Yazar Andy Weir’in 2011 yılında yayımlanan Marslı adlı bilimkurgu romanı, 2015 yılında yönetmen Ridley Scott tarafından filme uyarlanmıştı. Başrolünde Matt Damon’ın oynadığı filmin Oscar adaylığı ve bir Altın Küre ödülü de bulunuyor.

Weir’in yeni romanı Artemis’in de film hakları satıldı. 20th Century Fox‘tan reddemeyeceği bir teklif aldığını belirten Weir’a göre, bu kitabın filmi de Marslı’yı beyazperdeye taşıyan ekip tarafından çekilecek.

20th Century Fox şirketi de Marslı’nın başarısından dolayı Andy Weir’in konusu Ay’da geçen yeni romanı Artemis’in film uyarlamasını çekeceğini duyurdu. Filmin yönetmenliğini Phil Lord ile Christopher Miller yapacak. Prodüktörleri ise Marslı filminin de yapımcılarından Simon Kinberg ile Aditya Sood olacak.

Artemis, Goodreads okurlarına göre 2017’nin en iyi bilimkurgu romanı. Dilimize İthaki Yayınları tarafından kazandırılan kitabın çevirmeni Marslı’nın da çevirmeni olan Emre Aygün.

Weir, Ay’daki hayali şehri tasarlamak ve gerçekçi kılmak için haftalarca araştırma yapmış. Ayrıca kitabın ismini seçerken Yunan mitolojisindeki Güneş Tanrısı Apollo’nun kardeşi Ay Tanrıçası Artemis‘i uygun görmüş.

Bize yeni bir uzay macerası sunan Artemis, Jasmine Bashara’nın hikâyesini anlatıyor. Yirmili yaşlarında olan Jasmine, küçük kasaba hayatını terk etmek isteyen amaçsız bir genç kız. Kendisinden kısaca Jazz olarak bahsedilen bu karakter Ay’daki Artemis isimli kasabada yaşıyor. Böyle bir kasabada yaşayabilmek için ya zengin bir turist olmanız ya da bir milyoner olmanız gerekiyor. Jazz hiçbir zaman kahramanlık peşinde koşmamıştı. Tek isteği zengin olmaktı. Ek iş olarak kaçakçılık yapan Jazz’in hayatı karşısına reddedemeyeceği bir teklif çıkınca tamamen değişir.

Artemis’in ön okuması için tıklayınız.

(08 Mart 2018)

Serpil Boydak

[email protected]

Işığımızın Emekçileri

Işık artı hareket eşittir sinema, bir tanımdır ama sadece sinemanın değil aslında hayatın tanımıdır daha çok. Bir başka deyişle “sinema hayattır” anlamındadır ve bu çok önemlidir. Buna da bağlı olarak belgesel sinema bize bizi gösterir, izletir. Kendinizi görürsünüz beyazperdede, ekranda… kendinizdir o sureti yansıyan. Belgesel çok önemlidir (hatta anketlere göre) herkesin izlediğidir. Ancak yine de hak ettiği değeri bulmaz hayatın içinde.

Belgeselci arkadaşlarımız, hayatın içinden küçük ayrıntılar üzerinden giderek önemli şeyler anlatırlar bize zorlu koşulları aşarak. Kolay değildir, bizse rahat koltuklarımızda ahkâm keseriz acımasızca, şurası olmamış, burası uymamış…

Hat bakım ustaları

Metin Avdaç, yıllarca emek verdiği bir alanda (enerji nakil hattı bakım teknisyenliğinden emekli) yaşanan haksızlığı anlatıyor yeni filmi “Işığımızın Emekçileri”nde… 11 yıla dayanan bir süreçte ilmek ilmek işlediği, karda fırtınada, zor koşullarda gerçekleştirdiği çekimleri bir inci gibi işleyerek (Burada Thomas Balkenhol’ün desteğini unutmamak gerekir… muhakkak ki, böylesi çalışmalara emeğiyle birlikte her şeylerini katıyorlar ışıkçısından müzikleyenine, afişini tasarlayanından taşıyanına dek) sunuyor.

İnsan emeğiyle yapılmak zorunda olan bir iş bu. Zaman kaybettirmeye izni yok. O anda, hemen çözümlenmezse sorun tepeden tırnağa kızıyor, sinirleniyor, köpürüyor herkes. İçyüzünü bilmeden, belki de haksız yere giden küfürler ediliyor birbiri ardınca…

Emek yoğun mücadele

Her şeyimiz elektrikle artık. Elektrik yoksa her şeyimiz duruyor, yapabilecek hiçbir şey kalmıyor… Evlerimiz soğuyor, yemeklerimiz pişmiyor, raylı toplu taşıma araçları hareket etmiyor, suyumuz kesiliyor, bilgisayarlarımız duruyor ve daha nicesi… Peki, kim getiriyor o gideni geri? Masa başında oturup ahkâm kesenler değil, olağanüstü koşulları yenmeye kararlı işçiler. İşte, o işçileri anlatıyor “Işığımızın Emekçileri”.

Küfretmeyin…

Elektriğiniz kesildiğinde, işinizin yarım kalması nedeniyle üzüntünüzü o canla başla, canı burnunda, ölümle kucak kucağa çalışan emekçi insanlara küfretmeyin. İnanın ki, sizden daha çok üzülüyorlar yaşanan o arızalara. Hatta onların üzüntüsü çoklu. Birincisi; evlerinden çıkıp dağ başlarına gitmek, o devasa direklerin tepesine çıkmak zorundalar, güneşin ezmesini, fırtınanın kırbaç gibi yüzlerine vurmasını, karla birlikte donan ellerini umursamadan… İkincisi; canlarını bile feda ederler de, yoksunluklar büküyor bellerini… Malzemeleri yetersiz, lojistik destek neredeyse hiç gelmiyor. Sorunlarını dinleyecek kimseyi bulamıyorlar. Olmazsa olmaz denilecek ihtiyaçları bile karşılanmıyor.

Tam da onun için onlar küfredebilirler, çaresiz insan küfredermiş çünkü. Elektriksiz kalınca bizler de çaresiz kaldığımız için bizim de katılmamız pek haksız sayılmaz küfretmeye… Ama biz, onların küfrettiklerine küfretmeliyiz. Ücretini az ödeyenlere, ihtiyaçları yerine getirmeyenlere, karşılamayanlara, özlük hakları ve sendikal çalışmaları engelleyenlere…

Teşekkürler…

Emeğine çok teşekkür ediyoruz bu gözlerden ırak ama çok önemli bir çalışma alanını ve çalışanlarını bizlere gösterdiği için “Işığın Emekçileri”ni yapanlara, yaratanlara… hem de tepeden tırnağa.

Işığımızın Emekçileri, Metin Avdaç, montajda Thomas Balkenhol, özgün müzikte Güldiyar Tanrıdağılı ve Duygu Demir desteklemiş.

(06 Mart 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Seven Ne Yapmaz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Memlekette o kadar çok film festivali yapılmaya başlandı ki artık takip etmekte zorlanmaya başladık. Biri bitmeden diğeri, hatta ikisi, üçü birden başlıyor. Aralarda da sos niyetine film günleri, haftaları yapılıyor. Bence her film festivali bir salonla anlaşmalı, yıl boyunca kendi konseptine uygun olan eski-yeni filmleri döne döne göstermeli. Hangi zaman aralığına yerleşelim diye ne siz uğraşın, ne de biz hangisini takip edelim diye koşuşturalım. (09 Aralık 2017)

Hemcinsleri lüks ve bakımlı bahçelerde zevk ve sefa içinde yaşarken, rüzgârın savurduğu bu garibim çiçek yol kenarına sığınmış. Bu dahi bir lütuf. En azından deniz manzarası var, esaret altında değil; kendi keyfince yapraklanıyor. (04 Aralık 2017)

65 yaşı geçmenin bir güzel tarafı da gittiğin durağa göre ücret alınan minibüslerde (Muğla ve ilçeleri) yaşanıyor. Bedava olduğu için şuradan bindim, burada ineceğim derdi yok. Biniyorsun, iniyorsun. Biniyorsun, iniyorsun. Nereye eserse oraya. Gülmeyin, bir gün herkes 65 yaşını geçecek. Kaçış yok. (04 Aralık 2017)

Baktım herkes, “Müsait olan bir yerde ineyim.” diyor, değişiklik olsun deye “Müsait olmayan bir yerde ineyim.” dedim. Şoför arkadaş hiç tepki vermedi; esprim boşa gitmesin diye buraya yazdım. (04 Aralık 2017)

Farklı bir açıdan baktığımızda sanatçıların işi gerçekten iki kez zor. Bir taraftan hayatlarını idame ettirmek için para kazanmak zorundalar, diğer taraftan sanatlarını layıkıyla yaparak şöhretlerini ve örnek kişiliklerini sürdürmek mecburiyetindeler. Misalen, bir bakıyorsun başımızın tacı sanat müziği şarkıcımız bir taraftan “Tûti-i mûcize-i gûyem, ne desem lâf değil” şarkısını söyleyerek sanatının müspet tarafından puan topluyor, iki şarkı sonra “Ablan kurbaaan olsun sana” diyerek parasını kazanıyor mecburen. Bir bakıyorsun yerli filmlerimizin tonton dedesi oyuncumuz Kerime Nadir uyarlamasında ailenin sevimli ihtiyarı olarak perdeye geliyor, iki film sonra bakmışsın C sınıfı bir kovboy filminde belinde tabancasıyla kovboyculuk oynuyor. Konuya müspet başladık, sanat, hayat gailesi, vs, vs.; doğrudur, hepsi tamam da yapılan işlerde biraz ahenk, biraz uyum, bir miktar paralellik olması gerekmez mi azizim? He? (05 Aralık 2017)

Türk sanat müziği de bazen kafa karıştırıyor. Birisinde “Git mutlu olacaksan beni düşünme, sen iyi bak kendine beni dert etme.” diyor sevgiliyi özgür bırakıyor, diğerinde “Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın, annen bile okşasa benim bağrım kan olur.” diyerek neredeyse sevgiliye pranga vuruyor. (07 Aralık 2017)

Habere göre “kar hayatı felç etmiş”. Niye ki? Hayat sadece güneşli günlerden mi ibaret. Kar da, yağmur da, fırtına da hayatın parçası değil mi? (07 Aralık 2017)

Kayınbiraderim palamutları tepsiye dizerken ben dolaptan zer-zevatları (“altın kişiler” manasına da geliyor) çıkarıyorum. Limona uzanırken yandan hafiften buruşmaya yüz tutmuş iri armudu görünce gayriihtiyari “Armut ayvayı yemiş.” deyiverdim. Gülüştük. Çok şükür böylece günümüzün modasına uygun olarak meyvaları da birbirlerine düşürmüş olduk. (18 Aralık 2017)

Telaşlanmayın, her şey geçecek. “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” işin tesellisi; o dahi geçecek. Dedesinin dedesinin hoş sedasını hatırlayan mı var? (21 Aralık 2017)

“Güneydoğuda rüzgârlar hava kalitesini düşürüyor.” Hadi ben söylesem neyse de, bu cümleyi hava durumu sunan bir skiper söylüyor. Rüzgârın da, havanın da kalitesi her zaman yerli yerindedir kardeşim; rüzgâra ve havaya saygı göstermeye davet ediyorum sizi. (23 Aralık 2017)

Farkında mısınız, her “gün” geçip gittikten sonra “hey gidi günler”e dahil oluyor. O nedenle bu gün olumlu düşünün, iyi şeyler yapın, neşeli ve mutlu olun, insanların, hayvanların ve doğanın günü güzel geçirmesine katkıda bulunun. (24 Aralık 2017)

Kasabamızda (Şişli) nereden baksan 24 saattir sular kesik. Ne içebiliyorsun, ne… içebiliyorsun. Ellerimi yıkayacağım, musluktan tıss sesi bile gelmeyince önce su’ya giydirmeye niyetlendim, sonra fren yaptım. Garibim suyun bir suçu yok, O bizden de mağdur durumda. Derelerde, tepelerde şaldır şaldır akarken insanoğlu O’nun da yolunu hes’lerle baraj’larla kesmiş, 1600 mm çaplı borulara hapsetmiş. Neticede yeryüzündeki olumsuz her ne varsa biz, insanlar suçluyuz. Yönetimden sorumlu insanlara giydirdim. (24 Aralık 2017)

Vallahi ben şuraya, facebook tarihine not düşeyim de siz yine bildiğinizi okuyun. Kültür Bakanlığı’nın verdiği parayı geri ödememek için bazı filmlerin yılın son haftalarında tek kopya ile vizyona çıkarılmaları bendenizi fevkalâde rencide ediyor. Parayı kurtarıyorsunuz ama bu bir çeşit “kanunun ardından dolanma” olayı filminizin üzerine ilelebet yapışıp kalıyor. Pekâlâ alâkası var bir benzetme yapayım: Fi tarihinde büyüklerimiz “Koalisyonlardan memlekete bir fayda gelmez” deyip seçim yenilemişti, şimdi ise “Seçim ittifakı” adı altında gizli koalisyon yapıp seçime gitmeyi tartışıyorlar. Yapılacak öyle ittifaklara da oy vermeyeceğimi şimdiden belirteyim. (27 Aralık 2017)

(02 Mart 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sevmek Özen Göstermektir

4 Mart Pazar gecesi sahiplerini bulacak olan 90. Oscar ödüllerine beş ana dalda aday olan ‘Uğur Böceği / Lady Bird’ sıcağı sıcağına gösterime giriyor. 34 yaşındaki yazar/oyuncu Greta Gerwig’in bu ilk yönetmenlik denemesi, sanatçının özyaşamsal anılarından besleniyor. Senaryo ortağı olduğu ‘Frances Ha’ da olduğu gibi. Noah Baumbach imzalı 2012 yapımı bu film, üniversite eğitiminin ardından New York sokaklarını mesken tutmuş 27 yaşındaki taşra kökenli Frances’in büyük şehirde var olma mücadelesi üzerinedir. Tutkulu olduğu modern dans kariyerinde yükselmeyi hedeflemektedir genç kadın. Lakin kalabalık metropolün rekabeti de büyüktür. Parasız kalıp çok bunaldığında Sacramento’daki aile ocağına sığınır. Ne var ki huzurlu olduğu denli durağan taşra hayatı ona göre değildir artık.

California orta batısının orta ölçekli kenti Sacramento’da orta halli ailesiyle birlikte yaşayan 17 yaşındaki Christine McPherson’ın hayalleri üzerine şekillenen ‘Uğur Böceği’, Frances’in tek kişilik serüveninin öncesini öyküler gibidir. Bire bir yönetmenin özyaşamsal hikâyesi değildir belki, ancak ‘Lady Bird’ olarak çağrılmak isteyen, taşradaki baba evinden Doğu kıyısının -‘yazarların ormanlık bölgelerde yaşam sürdüğü’- New York benzeri kültürlü insanların yaşadığı doğu kıyısındaki kentlere kaçma arzusuyla yanıp tutuşan Christine’in yaşadıkları, yönetmenin ilk gençlik yıllarından izler taşır.

Hikâyenin omurgasını hararetli anne-kız çatışması oluşturuyor. Gerwig’in annesi gibi ‘Lady Bird’ün annesi Marion da kızının geleceği konusunda kaygılıdır. Öyle ya, yıllardır depresyonda olan baba bir de işini kaybedince, ailenin tüm yükü onun omuzlarına binmiştir. Aile eyalet dahilindeki okulların ücretini dahi zar zor karşılarken, Christine’in büyük kent okullarına başvurma konusundaki ısrarı, endişeli anneyi iyice çileden çıkartacaktır. Ancak zaman zaman iki kadın arasında bir güç gösterisine dönüşen bu ilişki, karşılıklı sevgi ve özeni de içermektedir. Gerwig kendi annesi ile sorunlar yaşadığını ama bu denli çatışmadığını bir röportajında dile getiriyor.

‘Lady Bird’ ilk bakışta, benzerlerini defalarca izlediğimiz büyüme serüvenlerinden birini öykülüyor gibi dursa da, yazar yönetmenin içtenliği ve kıvrak diyaloglarıyla benzerlerinden sıyrılmasını bilmiş. ‘Gazap Üzümleri’ romanının final cümlelerini gözyaşları içinde dinledikten hemen sonra ‘keşke ben de badireler atlatmış olsaydım’ diye dert yanan Christine’in, annesinin kinayeli sözlerini duyunca arabanın kapısını açıp dışarı atladığı ilk sahneden başlayarak çatışmalı gergin atmosferini inşa etmeye başlayan, tahmin edilemeyen sürprizlerle dolu bir anlatım tutturmuş Gerwig. Hükümetin Irak müdahalesiyle vaziyeti kurtarmaya çalıştığı, işten çıkarılmaların arttığı ekonomik açıdan sorunlu 2002 yılı iklimini incelikle betimlerken, kıt kanaat geçinen ailenin hayat mücadelesini karamsar bir bakış açısıyla ele almıyor. Sorunlu dönemeçleri komik anlarla süslüyor.

Herşeyden önce tüm karakterlerini; endişeli anneyi, depresif babayı, isyankâr genç kızı, eşcinselliğini gizlemek zorunda kalmış erkek arkadaşı ve diğerlerini sevgi ve hoşgörüyle sarmalıyor. Onların ilişkilerini zeki, nükteli diyaloglarla aktarıyor. Okul müdürü baş rahibenin bir sahnede sözünü ettiği gibi ‘insan sevgi duyduğuna özen gösteriyor’. Gerwig de, çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği küçük kentini sevgiyle hatırlıyor, Sam Levy’nin parlak görüntüleri eşliğinde Sacramento köprüleri üzerinden gün batımına selam çakıyor.

Filmin oyuncuları da mükemmel. Üçüncü kez Oscar adayı olan Saoirse Ronan, ‘Lady Bird’ kompozisyonuyla ışıldıyor. Annede -yine Oscar adayı- Laurie Metcalf, babada emektar Tracy Letts; Christine’in genç aşıklarında, geçtiğimiz yıl ‘Yaşamın Kıyısında / Manchester By The Sea’ ile Akademi ödülüne aday olmuş Lucas Hedges ile ‘Beni Adınla Çağır / Call Me By Your Name’in göklere çıkartılan -bu yıl aynı filmle Oscar adayı da olmuş- Fransız asıllı oyuncusu Timothée Chalamet’nin kusursuz takım oyunu, büyümeye dair bu incelikli filmin başarısına katkıda bulunuyor.

(01 Mart 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Rüya Projenin Arka Bahçesindekiler

Günümüzün en yaratıcı yönetmenlerinden biri Sean Baker. Amerikalıların pek de görmek ve bilmek istemediği marjinal yaşamları filmlerinde sergilemesiyle ünlü. Geçtiğimiz yılın en ilgiye değer yapımlarından biri olan sinemacının altıncı uzun metrajı ‘The Florida Project’in Cinemaximum sinemalarının arthouse salonlarında gösterim şansı bulması başlı başına sevindirici bir hadise.

If Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilen 2015 yapımı bir önceki filmi ‘Tangerine’ ile ülkemizde sınırlı bir hayran kitlesi edinen yönetmenin daha önce çektikleri sinemalarımıza uğramadı maalesef. Yoksul Amerikalıların yaşam mücadelesini dile getirir Baker. 2000 yılında, kırsal Amerikan erkeklerinin tutum ve davranışları üzerine ‘cinéma verité’ (gerçeğin sineması) tarzında çektiği ilk uzun metrajı ‘Four Little Words / Dört Kısa Kelime’ adını taşır. Kendine has ‘yeni gerçekçilik’ esinli yarı dokümanter tarzını inşa ettiği denemelerinden 2004 yapımı ‘Take Out’, mafyaya olan borcunu ödemek üzere para bulmak üzere bir gün boyunca koşturan Çinli kaçak işçinin; 2008’de çektiği ‘Prince of Broadway’ varlığından haberi bile olmayan oğlu kucağına verilen sokak satıcısı siyahi Lucky’nin; 2012 yapımı ‘Starlet’ bir porno yıldızının öyküleri etrafında şekillenir. Avrupa’dan Ken Loach ustayı örnek alan, Dardenne kardeşlerin dünyasıyla gözle görülür bir akrabalığı olan Baker sineması ‘Tangerine’ ile daha geniş bir izleyici kitlesince fark edilmeye başlar. iPhone ile çekilen bu film, iki transseksüel seks işçinin kaotik Los Angeles sokaklarındaki zorlu bir günü ve gecesi üzerinedir.

Baker bağımsız sinemacıların en bağımsızı ünvanını kesinlikle hak ediyor. Yaklaşık 20 yıldır yazar dostlarıyla ortaklaşa filmlerinin senaryolarını oluşturuyor, çok düşük bütçelerle çekiyor, daha sonra kendisi kurguluyor. 35 mm çektiği ‘The Florida Project’ bugüne kadar en çok ses getiren denemesi. Bizde Türkçe isim konulmamış ancak özgün adının tam karşılığıyla ‘Florida Projesi’ olarak dilimize çevirdiğimiz yapımda, bu defa Amerika’nın güneyine, Florida’nın güneşli rengarenk iklimine yollanıyor Baker; Orlando’nun varoşlarında, Disneyland eğlence diyarının arka bahçesindeki motellerde yaşayan yoksul Amerikalıların dünyasına. Filmin özgün adı hem yönetmenin yeni projesini adlandırıyor, hem de Walt Disney’nin yok pahasına ele geçirdiği Florida bataklığında hayata geçirdiği Disney World projesinin kod adı olmasıyla çifte anlam kazanıyor.

Film boyunca bu rüya fabrikasının hemen arkasına konuşlanmış ucuz motellerin dünyasına dalıyoruz. Dış cephesine mor rengin hakim olduğu Magic Castle (Büyülü Şato) isimli, garsonluk, satıcılık ya da seks işçiliğiyle aylık kira parasını toparlamaya çalışan insanların ikamet ettiği motel odalarından birinde yaşıyor 7 yaşındaki Moonee ile 22 yaşındaki annesi Halley. İsmine aldanmayın, ucuz barların, dondurmacıların, sıradan hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu, Disney düş fabrikasına geçiş yolu üzerinde bir mekân burası. Genç yaşında çocuk sahibi olmuş Halley işsiz. Gününü kira borcunu ertelemeye çalışmakla ya da taklit parfümlerle turist kazıklamaya bakıyor. Çaresiz kaldığında odasına adam alıyor.

Ancak bu basit mahalle, çocuklar için sınırsız bir eğlence ve macera cenneti. Moonee ve arkadaşları sıcak yaz güneşi altında koştururken ya da türlü yaramazlıklarla ortalığı birbirine katarken son derece mutlular. Motel yöneticisi Bobby babacan bir figür. Hem binanın hem de bu unutulmuş ruhların gözeticisi konumunda. Çocuklar elektrik şalterini kapattığında ya da ortalığı karıştırdıklarında bile sevecen. Moteldeki günlük kaosu kontrol altında tutan, ebeveynleri olmadığı zaman onları gözeten, bölgeye yaklaşan yaşlı pedofilleri bertaraf eden yine o.

Türlü imkansızlıklara karşın çocukların eğlence dolu günlük maceralarının sahnesidir bu ucuz motel ve çevresi. Alabildiğine özgür çocukluklarını yaşamaktadır onlar. Moonee ile anne-kız yerine abla-kardeş olmuş Halley, onun evsiz kalmaması, karnını doyurması ve eğlenmesi için herşeyi yapmaya hazırdır. Ama bu koşullarda küçük kız her an bir risk altındadır. Bunun tedirginliğini film boyunca bizler de duyumsarız. Moonee ile yakın arkadaşı Scooty, Huckleberry Finn ile Tom Sawyer misali serüvenlerini yaşarken, sosyal güvenlik görevlileri bir gün kapıda bitecektir.

Baker kolaylıkla sert ve acıtıcı olabilecek bir hikâyeyi, yaşam sevinci ve umutsuzluğu çok başarılı bir biçimde dengeleyerek anlatmasını bilmiş. Duygu sömürüsü tuzağına asla düşmüyor. Karakterlerini yargılamıyor, onlara sevgiyle yaklaşıyor. Yaklaşan trajediye rağmen, genç anne ve küçük kızının yaşama pembe gözlüklerle bakışını sevgiyle resmediyor. Bu acımasız ve zor hayatı çocukların gözünden anlatıyor. Örneğin Moonee yıkanırken banyoya dalan adamın şeklini şemalini göstermiyor izleyiciye, kamera küçük kızın şaşkın ifadesine odaklanıyor.

Filmlerinde sürekli olarak ilk kez kamera halktan kişilere yer vermiş olan Baker, bu defa iki parlak keşifte bulunmuş. 7 yaşındaki enerji topu Brooklynn Prince ile instagram yıldızı Bria Vinaite deneyimli oyunculara taş çıkartan performanslar sergiliyor. Yönetmen ilk kez ünlü bir profesyonel ile çalışmış. Otel yöneticisi Bobby, usta aktör Willem Dafoe’nun kariyerinin en nadide parçalarından biri olarak hafızalara kazınacak. 80 başlarının popüler Kool & The Gang parçası ‘Celebration’ ile hayatı kutsayan film, doğru çevirisiyle ‘Okulu Kırmak’ anlamına gelen Truffaut’nun ünlü ilk başyapıtı ‘Les Quatre-Cent Coups’yu hatırlatan güzelim finaliyle kapanıyor. Adım adım Amerikan sinemasına alternatif bir anlatım inşa etmekte olan Sean Baker’ı keşfetmek ve Yeni Dünya’nın gizli evsizlerinin yaşamlarına tanık olmak isterseniz ‘Florida Projesi’ni kaçırmayın.

(22 Şubat 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Brooklyn’e Son Çıkış

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ben daha az geçilmişinden gittim ve bütün farkı yaratan bu oldu.” (Yol Ayrımı, Yön: Yavuz Turgul) (08 Kasım 2017)

Malatya Havaalanı’nda uçaktan indik, valizi aldım. “Çıkış” yazısını görünce oraya yöneldim. Hemen yanında duran güvenlikçiye bir çıkıştım, bir çıkıştım, bildiğin gibi değil. Şaşırdı, ne diyeceğini bilemedi. Ben de fazla uzatmadım, gevşedim, “Şaka yaptım yahu, telaşlanma; ‘çıkış’ yazmışsınız, onun için çıkıştım.” Rahatladı, güldü. (Aslında yok böyle bir şey. Bu senaryoyu niye yazdığımı açıklayayım: Sosyal medya ortamına baktım, herkes “Malatya’da olduğunu bildirdi” yazıyor. Bende böyle bildireyim dedim.) (09 Kasım 2017)

Gitmek ve ulaşamamak; işte bütün mesele bu. (William Shakespeare’den uyarlama.) (10 Kasım 2017)

Erişemez mezil-i maksuda acele giden, tiz-reftar olmayanın payine damen dolaşmaz. (Ziya Paşa’dan uyarlama.) (10 Kasım 2017)

Zaman ne kadar acımasız. Bir zamanlar kovboy filmlerinin sevilen karakteri Davy Kroket günümüzde Patates Kroket olmuş. (12 Kasım 2017)

İran kısa filmlerinin gösterileceği seansa 5 dakika kala kapıya dayandım, kapıda bir genç durmuş kimseyi içeri almıyor; “Ne oldu, niye kapıyı açmıyorsunuz?” dedim. “Vakit gelmedi.” dedi. “Niye ki, merdiven başında gördüm, yukarı çıkıyordu.” Ciddi bir yüzle konuştuğumdan genç dediğime mânâ veremedi. “Kim yukarı çıkıyordu?” diye sorunca “Vakit, vakit.” dedim. Güldü. (12 Kasım 2017)

Bir ilk gerçekleştirdim ve 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’nin sadibey.com’a verdiği basın sponsorluğu plaketini, film seyrederken telefonlarını kapalı tutan sinemaseverlere adadım. (15 Kasım 2017)

Filmlere fazla yüklenmeyin. Her film hem iyidir hem kötüdür. (16 Kasım 2017)

Geç gelse de servis beklemek bile büyük nimet. Asıl felâket bekleyecek bir şeyi olmamak. Ulasamadıklarımıza üzüleceğimize, ulaşabildiklerimize sevinelim. Yakındaki küçük, ıraktaki büyükten daha değerlidir; onu fark et. (16 Kasım 2017)

Hostes sordu: “Bişey içer misiniz?”
“İçerim.”
“Ne içersiniz?”
“Bişey.”
Tebessüm ettim. Durdu, düşündü, vişne suyu verdi. (17 Kasım 2017)

Fazla abartmaya gerek yok. Merkezde sen varsın, her şey senin etrafında dönüyor; dünya, memleket, kâinat, geçmiş, gelecek, tarih, coğrafya, sanat. Sen yoksan hiçbir şey yok. (22 Kasım 2017)

Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ı için müspet, menfi, herkes bir şeyler söylüyor. Ben de farklı bir şey yazayım. Buğdayı Malatya Film Festivali’nde izledim. Festivalde seyrettiğim filmlerin hemen hepsinde film başladıktan bir müddet sonra birileri seyri bırakıp salonu terk etti. Buğday filminde salonun bütün koltukları doluydu, tek kişi dahi filmden çıkmadı ve jenerik bile sonuna kadar izlendi. (25 Kasım 2017)

“Neden saçların beyazlamış arkadaş; sana da benim gibi çektiren mi var?” şarkısını kendini parçalarcasına sallanarak ve üzgün üzgün söyleyen bir zamanların meşhur bay şarkıcısının 7 kez evlenip boşandığını hatırlayınca adama hak verdim. Kendi kendisine çektirmiş garibim ama suçu başka yerlerde arıyor. (26 Kasım 2017)

Sanki fazla abartıyoruz gibime geliyor. Neticede herkes kendi işini yapıyor ve de yapmak zorunda. Maddi karşılığını aldığın işini yaptığın için alkış beklemenin ve övünmenin pek bir manası yok. Bırak içlerinden gelirse alkışlasınlar ve övsünler. Gerçek takdir o. (04 Aralık 2017)

Beyazperdenin sihrini bozanlar:
1- Ünlü bir oyuncu “O film festivalinin yapıldığı şehri çok merak ediyorum, gitmek isterim.” diyor. Bağlantı kuruyorsunuz, davet ediliyor, daha ilk gün kaprislere başlıyor, oteli beğenmiyor, özel servis istiyor.
2- “Abi, bir ara Vali Bey’e benden bahsetsene.” diyor. Prensip olarak sinema sanatçılarının lehine hareket ettiğinizden bir punduna getirip oyuncuyu Vali’ye övüyorsunuz. Sonraki bir toplantıda diğer basın mensubu arkadaşlarla konuştuğunuzda bir-iki tanesi daha “Bizden de Vali’ye kendisi hakkında müspet sözler söylememizi istedi.” deyince sükutu hayale uğruyorsunuz.
3- “Filmimizi falanca festivale göndermek istiyoruz, bağlantı kurar mısınız?” diyorlar. Bağlantı kuruyorsunuz, film festivale davet ediliyor. Size teşekkür geri dönüşü dahi olmuyor; ancak gösterim sonrası yapılan söyleşide lütfen gelmişler gibi bir tavırla: “Davet edilince geldik.” diyorlar.
4- Yapımcının birisi TV.de kendi filminin gösterildiğini görünce şaşırıyor; “Ben bu filmi satmamıştım.” diyor ve TV.yi arıyor. Filmi başka bir yapımcının sattığını öğreniyor. Araştırıyor, “Bana borcu vardı, onun karşılığında sattım.” diye cevap geliyor.
5- Yapmayın böyle, kendinizle birlikte koskoca camiayı lekelemeyin. (04 Aralık 2017)

(20 Şubat 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Zor Zamanlara Dair Bir Peri Masalı

Türkiye prömiyerini yaptığı 24. Uluslararası Adana Film Festivali ve ardından İKSV Filmekimi haftasında ‘Aşkın Gücü’ adıyla gösterilen ‘The Shape of Water’, ithalatçı firma karar değiştirince ‘Suyun Sesi’ adıyla gösterime girdi. Oysa film sessizce yaşanan bir büyülü sevdayı anlatıyor.

Fantastik sinemanın özgün yaratıcılarından Guillermo del Toro 1960 başlarının Baltimore kentini seçmiş mekân olarak. Savaş sonrasının bolluk bereketiyle yükselen banliyö yaşamı, her garajda bir araba, yıldızı giderek parlayan televizyon dünyası ve reklam sektörüyle, Amerikan mitinin şekillendiği yıllardır bunlar.

Toplumun kıyısındakiler için durum farklıdır her zaman olduğu gibi. Farklı evrenlerden yüreklere dokunan masallarla tanıdığımız Meksika asıllı usta öykücü, Hollywood stüdyo yapımlarının tüm dünyaya pompaladığı Amerikan rüyasınının gerisindeki küçük insanlardan, hor görülen azınlıklardan oluşturmuş filminin ana aktörlerini. ‘Soğuk Savaş’ın en kızışmış yıllarında gizli araştırmaların sürdürüldüğü bir laboratuvarda temizlikçi olarak çalışan Elisa (Sally Hawkins), bebekken uğradığı bir saldırı sonrasında nehir kenarında terkedilmiş. Duyabiliyor ama konuşamıyor. Amazon nehrinde ele geçirilmiş ve incelenmek üzere laboratuvara getirilen insansı amfibik yaratık (Doug Jones) ile bakışlar ve işaretler aracılığıyla ilişki kuruyor. Bir de yaratığın bir çırpıda yuttuğu haşlanmış yumurtalar ve portatif pikaptan yayılan müziğin nağmeleriyle.

Yaratığın deney alanından kaçırılması pek kolay olmayacaktır. Elisa’nın siyahi iş arkadaşı Zelda (Octavia Spencer), babalığı eşcinsel ressam Giles (Richard Jenkins) ile amirlerinin imha emrine karşı çıkan çift taraflı casus Dr. Hoffstetler -ya da Rus adıyla Dmitri- (Michael Stuhlbarg) bu bölümde devreye girecektir.

‘Suyun Sesi’, Del Toro usulü etkileyici bir ‘Güzel ve Çirkin’ hikâyesi. Hem heyecanla izlenen bir gerilim, hem duygusal bir aşk hikâyesi. Hem de Hollywood sinemasının parlak günlerine, müzikallere, yok olmuş sinema kültürüne bir ağıt, bir aşk mektubu. Alice Fay, Betty Grable gibi yıldızların şarkıları ve danslarıyla düşlere dalan Elisa ile Giles eski usul bir sinemanın üst katındaki dairede yaşıyor. Bir zamanların görkemli, tapınak misali sinema salonlarından biridir bu.

Kennedy suikasti ve Vietnam bozgunu öncesinde görünürdeki pembe tablo, arka planda derin bir nükleer saldırı korkusunu barındırıyor gerçi. Konuşma engelli kız, siyahi işçi kadın, eşcinselliğini bastırmış ressam ve suda yaşayan insansı yaratık örneğinde olduğu gibi azınlıkta kalanlar için çok daha zor zamanlar bunlar. Farklı ırklara, milletlere, farklı cinsel tercihlere yaşam hakkı tanınmayan o yılları, aynı mücadelenin sürmekte olduğu günümüz iklimine bağlamak istemiş Del Toro.

Farklı türleri bir potada eritebilen, duygusal açıdan güçlü, insani mesajlarıyla izleyicisini mutlu eden bir film ‘Suyun Sesi’. Görsel tasarımı, Alexander Desplat imzalı müzik çalışması ve de cinselliği saklamayan tavrıyla etkileyici bir çalışma.

(15 Şubat 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Suyun Sesi -The Shape of Water-

Hemen baştan, film adlarının izleyici için belirleyici olduğunu söyleyerek başlamalıyım. Deyim değilse, çevirisi bizim dilimizde farklı (amaçlananın dışında) bir anlam taşımıyorsa o çeviri kullanılmalı… Belki de en iyisi hiç çevirmemek, buna da bağlı olarak kafaları karıştırmamak gerekir. Sinema izleyicisi, -bizim ülkemizde ağırlıklı olarak ekonomik nedenlerle- televizyonla birlikte hedef kitlesini belirledi. Daha akılcı, daha seçici ve bir o kadar da seçkin, daha bilinçli bir izleyici kitlesi var. Bu, filmlerin izlenme oranından da görülebilir kolayca… Aşkın Gücü olarak ilk gösterimini yapan The Shape of Water, bu kez Suyun Sesi olarak gösterimde…

Soğuk savaş…

The Shape of Water, belki de ilk adıyla -ki basın bülteninde de bu adla anılıyor- daha bir anlamlı… Çünkü inanılmaz bir aşk var iki tür arasında, biraz daha açmak gerekirse iki canlı türü arasında. Kuşkusuz, suyun etkisini de unutmamalı. Suyun katkısı da yadsınamayacak denli önemli.

Elisa ve Zelda, yüksek güvenlikli bir merkezde iki çalışandır, en alt düzeyde. Elisa’nın konuşma engelli olması, Zelda’nın onu koruyup kollaması ile aralarındaki dostluğun ne denli büyük olduğuna tanık oluyoruz. 1960’lı yılların hemen başlarıdır, iki büyük güç -Amerika ve Sovyetler- arasında soğuk savaş vardır ve bu, kendisini uzay yarışında göstermektedir. İki büyük gücün hedefinde suda yaşayan ama karada da yaşamını sürdüren bir varlığı ele geçirmektir. Elisa ve Zelda bu yaratığı içsel duygularla -Elisa, cinsel açıdan da etkilenir- sahiplenirler. Biraz aşk, biraz duygu, biraz kin ve nefret, çokça kibir, en çok da yalnızlık filmin temelini oluşturuyor. Soğuk savaşın karşı konulamaz gerilimiyle harmanlanınca seyrine doyulmayan bir film çıkıyor karşımıza…

Dönemi yansıtıyor

Film anlattığı dönemi birebir yansıtmayı başarıyor. Mekânlar ve kıyafetler kusursuz. Müzik inanılmaz. Yöneticiler gaddar ve acımasız, işlerinin yapılması dışında hemen hiçbir destekleri yok insanlara… Hatta evlerinde çocuklarını, eşlerini bile “iş” olarak görüyorlar. İyi ki bu bakış değişmiş günümüzde, yoksa ciddi gerilim içerisinde yaşıyor olurduk. Bir de bizim tam da içinde bulunduğumuz savaş, terör ve ekonomik koşullar eklenince iyiden iyiye çekilmez olurdu yaşam.

Bu çekilmez yaşamın içinde bir güneş gibi parlayan aşk var, aşkın gücü var. Film asıl temelini de burada atıyor: Aşk varsa, gerisi teferruat.

Büyük bir aşk…

Nazım Hikmet, “Öyle büyük dostlarız ki, kelimesiz anlaşırız” diyor o güçlü şiir diliyle… Sesleri işiten ama konuşamayan iki canlının birbiriyle duygusal bir bağ kurması, tam da şairin şiirce dedikleriyle örtüşüyor. Onların dışındakilerin anlamaması -en yakın arkadaşı bile cinsel açıdan bakıyor- çok doğal.

Günümüzden 55-60 yıl kadar önce insan ne kadar yalnızsa bugün de o kadar yalnız. Teknoloji gelişkin ama aşk… aşk tükenmiş artık. Buna da bağlı olarak o güzellikler sıyrılıp gitmiş elimizden.

Suyun Sesi, güzel ve bir o kadar da anlam derinliği taşıyan bir film. İzlemeniz, ruhen size de iyi gelecektir.

Suyun Sesi, The Shape of Water, yönetmen Guillermo Del Toro, oyuncular Sally Hawkins, Michael Shannon, Richard Jenkins, Doug Jones, Michael Stuhlbarg, Octavia Spencer, 16 Şubat’tan itibaren gösterimde…

(13 Şubat 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Sevgilim İstanbul

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Büyük beyazperdede film gösteren mekânlara sinema denildiğini biliyoruz. Sinema mekânı, genelde Kışlık Sinema ve Yazlık Sinema olarak bilinegelmiştir. Kışlık sinemaları Kapalı Sinema, yazlık sinemaları ise Açıkhava Sineması ve Bahçe Sineması gibi isimlerle de anarız. Bir defa arabalı vapurda film gösterildiğini de hatırlıyorum. 35 mm.lik makine vapurun üst katına, perde ise arabaların iskeleye çıktığı bölüme kurulmuştu, ancak vapurun elektrik tesisatı yeterli gelmediğinden film gösterimi yarım kalmıştı. Bir okur yorumunda ilk defa duyduğum bir Yazlık Sinema çeşidini de paylaşayım: Sevgili okur fotoğraftaki yazlık sinemayı (Üsküdar Büyük Işık Bahçe Sineması) Yokuş Sineması olarak anıyor. Makine dairesi orta kısmında bulunan bu sinema, fotoğrafın çekildiği zamanlarda Üsküdar’da Çavuşdere Bostanı’nın sonunda yer almaktaymış. Günümüzdeki yeri Yeni Üsküdar Belediye Binası’nın sol tarafındaki Veteriner Bölümü’nün yanı olarak belirtiliyor. Rampa şeklindeki araziye yapılmış bu sinema çeşidini çok sevdim. (22 Ekim 2017)

Şehrinizin herhangi bir yerinde durun, etrafiınıza orayı hiç görmemiş, hiç tanımamış gibi bakın. Sanki başka bir şehirdeymişsiniz, ilk defa gelmişsiniz gibi hissedeceksiniz. Az önce otobüs durdu, kafamı telefonumdan kaldırdım, sağa baktım, sola baktım, ileri baktım. (Geri bakmadım.) Bir müddet nerede olduğumu çıkaramadım. Sonra birden geçmiş kendini hatırlatmaya başladı. Meğer Aksaray’la Yenikapı arasındaki bulvar trafiğinde durmuşuz. 50 yıldır İstanbullu olduğumu itiraf etsem de bu paylaşımımın son bölümünü kimseye söylemeyin ne olur. İstanbulum sitem eder, ben utanırım. (22 Ekim 2017)

Antalya Film Festivali’nde dün yapılan basın toplantısında “Saraybosna’da Ölüm” filminin yönetmeni Danis Tanovic’in festivallere gelmekten pek hoşlanmadığını, basın toplantılarını sevmediğini belirtmesinden sonra bugün de Anthony Delon’un oyunculuğu bıraktığını, bundan böyle deri ceket tasarımıyla uğraşacağını açıklaması yadırgandı. Festivalin önümüzdeki yıllarda uluslararası vasfına saygı gösterecek sanatçılarla bağlantı kurmasında fayda var. (27 Ekim 2017)

Neyse ki Matt Dillon onur ödülü alırken yaptığı konuşmada Suriyeli mültecilere gösterilen şefkatten müsbet olarak bahsetti. Yoksa seneye onur ödülleri de iptal edilirdi. (28 Ekim 2017)

O şarkıyı eğer bir bayan sanatçı söyleyecekse “Biraz kül biraz duman, Aslı misali yanan o benim işte” şeklinde söylese daha bir gerçekçi olur. Efendim? (29 Ekim 2017)

54. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde Ulusal Uzun Film Yarışması’nın kaldırılması bir yana Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması’nda Türkiye’yi temsil eden iki filmin ikisi de Türkçe değildi, her iki filmi de Türkçe altyazı ile izledik. (31 Ekim 2017)

Kalipso kralı olarak tanınan Metin Ersoy da hakkın rahmetine kavuştu, bugün ebediyete uğurladık. Mekânı cennet olsun, siteye vefat ettiği haberini yazarken az bilinen bir özelliğini keşfettim. Haber için fotoğraf ararken adaşı Metin Erksan’ın cenazesinde çekilmiş fotoğraflarını buldum. Böylece rahmetlinin gizli bir sinefil olduğunu öğrenmiş oldum. Metin Ersoy, kendine has özellikleri olan nadir şarkıcılarımızdan birisidir. Zirvede olduğu yıllarda sempatikliğiyle kalipso müziğini herkese sevdirmişti. Türküsever de, sanatmüziğisever de, popmüziğisever de, herkes kendisini ilgiyle izlerdi. Örnek aldığı ve görüntü olarak da benzediği Harry Belafonte gibi O da sinemaya uzak kalmadı, dört sinema filminde rol aldı. Yabancı sinemada benzer özellikleri olan bir diğer şarkıcı da Sammy Davis Jr.dur. Sammy Davis de genelde esprili rollerde oynamıştı. (31 Ekim 2017)

Rıza Sönmez’in “Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var” filmi sessiz sedasız tek salonda gösterime girdi. Has sinemaseverlerin haberi olmadığı için ilk 3 günde 18 kişi tarafından izlendi. Film için bu bir ölçü değil. Sönmez’in filmi sinemamızda benzeri olmayan nefis bir eserdir. Yeşilçam Sineması’nın sezon açılışına jest olsun diye tek kopya olarak vizyona çıktı. Böyle bir jesti anlı şanlı, devasa şirketler bile yapamaz. “Türk Sineması’nı seviyorum” diyen herkesin mutlaka görmesi şart olan bir filmdir. Ve ilk 3 günde filmi izleyen o 18 kişi, hasılat rekorları kıran Recep filmlerine destek veren 180, 1.800, 18.000 kişiden daha değerli seyircilerdir. (02 Kasım 2017)

An itibariyle, zannımca 2017 yılının bir yabancı filme konulan en güzel Türkçe film adı: “Yarını Yok”; kim bulduysa tebrik ederim. Çok rica ederim, hemen “Filmin ‘24 Hours to Live’ olan orijinal adı doğru tercüme edilmemiş” filan gibi yorumlar yazılmasın; bazı yabancı filmlere Türkçe isim olarak orijinal adın tam çevirisinin değil konuya uygun bulunan Türkçe ismin konulabildiğini biliyoruz. (04 Kasım 2017)

Yine nefis bir Yavuz Turgul – Şener Şen filmi izledik: Mazhar Kozanlı’nın bisikleti = Yurttaş Kane’in kızağı (Rosebud). (07 Kasım 2017)

(03 Şubat 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

İnsanlıktan Umut Kesilmez

Tecavüze uğrayarak öldürülmüş genç bir kızın acılı annesinin adaletin yerini bulması için yapamayacağı şey yoktur. Missouri eyaletine bağlı Ebbing kasabasında yaşayan Mildred Hayes, tam yedi aydır evinin yakınlarında katledilmiş kızının katillerinin yakalanmasını beklemektedir. Yetkililerin dikkatini çekmek için harekete geçmeye karar verir ve kasabanın çıkışında, otoyol yapıldığından beri pek kullanılmayan tali yolda boş duran üç adet ilan panosunu kiralar.

Bu hafta gösterime giren ve Mart başında dağıtılacak olan Oscar ödüllerinin en güçlü adayı konumundaki ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’ adını bu ilan panolarından alıyor. Sırasıyla şu ibarelere yer veriliyor panolarda: ‘Ölmek Üzereyken Tecavüze Uğradı’; ‘Hâlâ Kimse Tutuklanmadı’; ‘Bu Nasıl İştir Şerif Willoughby?’. Kederli annenin herkesin sevdiği, üstüne üstlük ölümün eşiğinde kanserle cebelleşen kanun adamına meydan okuyuşu kasaba halkınca hoş karşılanmaz. Başta peder olmak üzere ilanları çekmesi için ona baskı yaparlar. Ancak Mildred’ın vazgeçmeye niyeti yoktur. Bazı insanların işlerine odaklanarak, siyahlarla uğraşmak yere kızının kanlı katillerinin izini bulmasını istemekte kararlıdır.

Bizde ‘Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’ adıyla gösterime sokulan film, tanınmış oyun yazarı Martin McDonagh imzasını taşıyor. 1970 Londra doğumlu, İrlanda asıllı İngiliz yazar filmlerinden önce tiyatro oyunlarıyla tanındı ülkemizde. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda yıllarca (AKM kapanana kadar) afişte kalmış, Sumru Yavrucuk ve Rüçhan Çalışkur’un üstün yorumlarıyla çok sevilmiş ‘Leenane’in Güzellik Kraliçesi’ ya da ilk kez 2003 yılında Kenter Tiyatrosu’nca sahnelenen ‘Inishmore’lu Yüzbaşı’ oyunlarıyla. Yazar/yönetmen olarak sinemaya adım atışı da ilginçtir. 2008 yapımı ilk uzun metrajı ‘In Bruges’ kısa süre içinde unutulmazlar arasına girdi. Bizde de gösterime giren 2012 yapımı ‘Yedi Psikopat’ın ardından çektiği ‘Üç Billboard’ ile kendisine bağlanmış umutları boşa çıkarmayan mükemmel bir filme daha imza atıyor McDonagh.

Oyunlarında başrolü ağırlıklı olarak kadın karakterlere vermiş olan sanatçının adını zikrettiğimiz önceki sinema filmleri baskın erkek karakterler etrafında şekilleniyordu. Bu defa, aynen oyunlarında olduğu gibi, güçlü bir kadın karakter yönlendiriyor hikâyeyi. Yaklaşık 20 yıl kadar önce Amerika’yı boydan boya katederken bir ilan panosunda gözüne çarpan mesajdan yola çıktığını ifade ediyor söyleşilerinde. Bunca yıldır hiç aklından çıkmayan mesajın ardındaki öfke ve kederin bir kadına ait olduğunu düşünmüş ve öyküyü bunun üzerinden geliştirmiş.

Mekân olarak Amerika’nın güney kırsalını seçmesi bölgenin sinematografik zenginliğinden kaynaklanmış. Filmin adının geçtiği Missouri eyaletine bağlı ‘Ebbing’ hayali bir kasaba. Çekimler Silver, Güney Carolina’da yapılmış. Ancak, ırksal gerilimin yüksek olduğu, erkek egemen, neredeyse 50’li yıllardan beri fazla bir değişime uğramamış derin Amerika’nın tipik kasabaları olarak, birbirlerine çok benzeyen yerleşim bölgeleri bunlar.

Ben Davis’in panoramik görüntüleri ve Carter Burwell’in country ezgileri eşliğinde çağdaş bir western havası taşıyor McDonagh’ın filmi. Lakin izlediğimiz sıradan bir ‘kahraman kötülere karşı’ öyküsü değil. Bir John Wayne ya da Clint Eastwood edasıyla kasaba meydanına inen Mildred kanunu sağlamakla yükümlü zevatla çatışıyor önceleri. Ancak kabaca iyi ve kötü olarak sınıflandırmıyor kişilerini İngiliz sinemacı. İnsanlıktan umudunu kesmeyen, değişim ve dönüşüm üzerine bir anlatı şekilleniyor iki saat süresince.

Aksiyondan ziyade karakter gelişimi üzerinden ilerleyen bir çalışma ‘Üç Billboard’. Bu amaçla, daha önce ‘Galaksinin Koruyucuları’ ve ‘Doctor Strange’ gibi gösterişli Marvel uyarlamalarında çalışmış usta sinematograf Davis’in kamera hareketleri abartıdan uzak. McDonaugh’un senaryosu da, bu amaç doğrultusunda, karakter dönüşümlerinin peşinde olaylar dizisinden ve kolay çözümlerden uzak duruyor. Tüm bu öncelikler filmi sırtlayıp götüren üç büyük oyuncunun (üçü de Oscar adayı) mükemmel kompozisyonlarına olanak sağlamış. İngiliz yazarın hikâyeyi kaleme alırken başından beri düşünmüş olduğu Frances McDormand, 1996 yapımı ‘Fargo’dan beri belki de en muhteşem performansında parlıyor. Yönetmenin de tercihi doğrultusunda acılı karakteri duygusal olarak istismar etmiyor, hatta kederin ağırlığıyla yaşlanmış annenin kayıtsız aksiliğini vurgulayarak karakterle aramıza sınır koyuyor. İlan panolarının çevresini çiçeklerle süslerken, yavru ceylanın bakışında kızını hissettiği o insanın içini cız ettiren sahnede bile son derece kontrollü.

Başlangıçta karanlık, ırkçı, (belki de bastırılmış eşcinselliği yüzünden) homofobik çavuş Dixon karakterinin dönüşümünde harikalar yaratıyor filmin bir diğer başarılı yorumcusu Sam Rockwell. Bağımsız Amerikan sinemasının bu pek kadri kıymeti bilinmemiş oyuncusundan istediğini almış McDonagh. Keza incelikli yorumuyla şerif Willoughby’de bir kez daha klasını konuşturuyor Woody Harrelson.

Hikâyesiyle, sinematografisiyle, oyuncu yönetimiyle, trajedi ile mizahı ustaca dengeleyen diyalogları ile yılın en iyi filmlerinden biri ‘Üç Billboard’. Kaçırmamaya çalışın.

(01 Şubat 2018)

Ferhan Baran

[email protected]