Kategori arşivi: Yazılar

Haklı Savaş Yoktur!

Ülkelerarası yapılan savaşta kaybeden hep halk oluyor. Ne zaman ki, savaştan uzaksanız o kadar kazançlı çıkıyorsunuz. Bugün, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na neden girmediği tartışılmıyor, ama eğer girseydi yıkımın boyutlarının ne olacağını kimse kestiremiyor. Yine de savaşa girmişten beter koşullarda ve zorluklar içinde yaşanmış o süreç…

Casuslar savaşı…

Gündelik yaşamın içinde pek öne çıkmayan ama her zaman varlığını hissettiğimiz casuslar, en çok da savaşlarda belirleyici rol oynuyor. Savaşa girmemiş olmakla birlikte Türkiye, özellikle de Ankara casusların cirit attığı yer… Yabancı casuslar kadar yerlileri de görev başında… Kimi Türkiye’yi savaşa sokmak için çabalarken kimi de savaş denilen bu yıkımın uzak durması için canla başla çalışıyor.

İlyas Bazna…

Adı bilinen, az çok tanınan, ama ne yaptığı ne gibi yararlıklar gösterdiği bilinmeyen, kitaplarda geçmeyen, bir anlamda da değeri bilinmemiş biri İlyas Bazna, namı diğer Çiçero.

Film, çocukluğundan başlıyor… Kararını o zaman vermiş İlyas, savaşın kazananı olmaz.

Bazna, İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık yıllarında, bir yandan casusluk yapıyor, bir yandan da gerilimden uzak keyfini sürüyor. Ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek bilinmez ama yaşananların Türkiye’yi savaştan uzak tuttuğu kesin.

Filmin özelliği

Daha baştan, Arnavutluk’ta, çocuk, yaşlı demeden, hatta hayvanları bile öldürdükçe sarhoş olan çetelerle savaşın ne denli kötü olduğunu öğreniyoruz. İlyas’ın da ne denli soğukkanlı ve kararlı olduğunu…

İktidarlar kendi çıkarlarının peşindedir her zaman… yöneticileri de ya keyiflerinin ya da ceplerinin… Çoğunlukla da cinsellik, (tecavüz mü demeliyim) hem de yasal olmayan peşindedir.

Hitler, ari ırk peşinde koşarken Yahudiler gibi engelli çocukları da gaz odalarına gönderiyor. Çocuklar ki, sevinç kaynağı yaşamımızın, geleceğimiz… Neden, niye öldürülür ki! Nasıl kıyılır ki!

Çiçero’nun temelinde bu üç husus var. Savaş, tecavüz ve çocuklar. Bu kadarı bile yeter bir öykünün gücünü göstermeye, bir filmi izlettirmeye… Bunun yanında, bir de olağanüstü bir güzellikle yaşanan bir aşk var.

Filmin gücü…

Üzgünüm, birkaç arkadaş filmden umutlu olmadıklarını söylemişler ve beni etkilemişlerdi. Ancak film, daha baştan itibaren çok güçlü, çok etkileyici, sürükleyici ve çok güzel. Demek ki önyargılı olmamak gerekiyor.

Serdar Akar, çok iyi çekmiş filmi; izleyiciyi de içine alıyor, savaşın kötülüğünü vermek için olsa gerek diye düşünüyorum, hızlı çekimlerde abandone ediyor insanı… Oyuncuların hepsi çok başarılı. Senaryo iyi çalışılmış. Gerçekten iyi bir film Çiçero.

(18 Ocak 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Aile Emektir

71. Cannes Film Festivali’nin seçkin filmleri peşpeşe gösterime giriyor. Son şenliğin Altın Palmiye ödüllü yapımı ‘Arakçılar / Manbiki Kazoku’, 90’lı yıllarda ‘Maborosi’ ile başlayan uzun metraj kariyerini ilgiyle takip ettiğimiz Japon sinemasının yaşayan ustalarından Hirokazu Kore-eda’nın son dönemindeki sevilen tarzını yansıtan dokunaklı bir aile dramı.

Filmin kahramanları, Tokyo varoşlarında küçücük evlerinde yaşayan bir ailenin bireyleri. Ufacık ve çerçöp eşya ile tıklım tıklım yuvalarında yaşam mücadelesi veren Shibata ailesinde, yaşlılık maaşı alan büyükkanne dışında, geçici küçük işlerde çalışarak eve katkı sağlıyor her bir birey. Beş kişilik ailenin doyması için bu yetmiyor kuşkusuz. Ekonomik krizle sarsılan günümüz Japonya’sına inat dükkanlardan yiyecek çalmak suretiyle yaşamlarını sürdürüyor aile. Ebeveynlerinden şiddet görmüş, soğuk havada titreyen küçük bir kız çocuğu karşılarına çıktığında onu da ailelerine kabul etmekte tereddüt etmiyorlar. Aile büyüyor ancak yasalar ve yetkililer peşlerini bırakmıyor.

‘Arakçılar’ın özgün hikâyesi Kore-eda’ya ait. 2004 yapımı ‘Kimse Farketmiyor’ ile ailelerinin ilgisiz kaldığı durumda birbirlerine destek olan çocukların dünyasına giriş yapan Kore-eda, aile bağı temasını 2013’de çektiği ve satın alındığı halde ne yazık ki sinemalarda gösterilemeyen ‘Benim Babam, Benim Oğlum’ ve 2015 yapımı ‘Küçük Kız Kardeşim’ ile sürdürdü.

Bir söyleşisinde, çağın getirdikleriyle geleneksel aile yapısının büyük ölçüde değişime uğradığını dile getiren sinemacı, sevgi ve özveriyle örülmüş aile bağlarının geçmişte kaldığını ifade ediyor. Kendi kurguladığı hikâyesinde, devletin sosyal politikalarını eleştirme niyetinde olmadığını, hali hazır durumda aile bireylerinin nasıl kenetlenebileceği üzerinde bir tartışma açmak istediğini belirtiyor. Fakir ve sınırlarda yaşayan bir aile örneğini seçerken, yoksulluğun dramını eşelemek değil derdi. Toplumda geride kalmış, görünmeyenin fark edilmesi için uğraşıyor yıllardır.

Bunu yaparken aile kavramını tartışmaya açıyor. Ailenin temeli kan bağı mıdır, yoksa ailemizi kendimiz mi seçeriz? Anne çocuğu dünyaya getiren mi, yoksa yaralarına merhem olan, Şubat soğuğunda onu koynuna alıp sarmalayan mıdır? Brecht’in ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’nde ya da Cengiz uyarlaması ünlü klasiğimiz ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ın finalinde vurgulandığı gibi ‘sevgi emek değil midir’? Buradan yola çıkarak aile ‘emek’ ile inşa edilmez mi?

İşte bu soruları her bir izleyicisine sordurmak için yola çıkmış Kore-eda. Yönetmen önceki filmlerinden aşina olduğumuz klasik estetiğini sürdürürken, efsanevi Ozu’nun mirasçısı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Film plaj sekansında doruğa çıkıyor. Büyükannenin denize giren aile bireylerini seyrederken dudaklarından dökülen ‘teşekkürler hayat’ ifadesi ile sarsılıyoruz.

Kore-eda’nın gözde oyuncularının da yer aldığı filmini, Ryûto Kondô’nun uzun sekansları kadar etkileyici yakın planları süslüyor. Besteci Huruomi Hasono’nun minimalist dokunuşları bu şefkatli bakışa eşlik ediyor. Aile kavramı üzerine yeniden kafa yormak ve klişe kaçacak belki ama sıcacık bir film izlemek istiyorsanız ‘Arakçılar’ı kaçırmayın.

(17 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Doğum Gününde Bir Sinemacının Nazım – Münevver Anısı

Ben bu “Yolcu” filmini yapmadan önce Nazım’ın yaşamı ile ilgili bir film yapmayı kafama koymuştum. Bunun en önemli sebebi 1982 yılından beri Nazım’ın Piraye’sini her sabah balkonunda otururken görmemdi. Nazım’ın ve Memet Fuat’ın yapımına emek verdikleri yeşil boyalı evin bulunduğu sokakta neredeyse karşı karşıya oturuyorduk. İşe giderken yaşlı kadını balkonda tek başına otururken görmek duygularımı ateşliyor, gidip kadınla konuşmak için can atıyordum. Eski adı Okul Sokak olan sonra Aydın Sokak olarak değiştirilen Altunizade’deki bu sokakta, bir zamanlar Nazım’ın dolaştığını düşünmek bile heyecan vericiydi. Oturduğumuz apartmanın çaprazında, Memet Fuat’ın voleybol antrenörlüğü yaptığı Altınyurt Spor Kulübü vardı. İlkokula giden kızım Ayşegül, Memet amcasından voleybol kursu alıyordu.

Memet Fuat’la dost olmuştuk. Bir gün elime kameramı alıp yeşil boyalı evin kapısına dayandım. Dayandım çünkü Piraye ile konuşma isteğimi Memet Fuat sürekli engellemişti. Bu kez beni kararlı biçimde bahçede görünce gülerek aşağıya indi, “Oğlum” dedi, “Bak sana anlatayım. 1970’lerin başında bir gün Asım Bezirci senin gibi gizlice yukarı çıkıp annemle konuşmak istedi. Asım’ın çığlığı ile yukarı koştuğumuzda annemi yerde ağzında köpüklerle yatarken bulduk. Meğer Asım elini öptükten sonra Nazım hakkında konuşmak istediğini söylemiş. Sonrada olan bu işte. Bu işe bir daha kalkışma annemin katili olursun.”

Korktum ama yılmadım. Arabamın içine sinerek zoomla Piraye’nin balkon sefasının birkaç dakikalık görüntüsünü kaydettim. Zaten Nazım’ın yaşamı ile ilgili görüntü toplama merakım bu çekimle başlamıştı.

SHP’de Kültür Komisyonu’na başkanlık ettiğim dönemde yurt dışına sürgüne gitmiş ve sürgüne zorlanmış sanatçıların dönüşünü kolaylaştırmak üzere bir kampanya başlatmıştık. Demir Özlü ve Cem Karaca için yaptığımız girişimlerden olumlu sonuçlar aldık. Nazım’a “vatandaşlığını iade” kampanyasını başlattığımızda bu kez Nazım’ın kız kardeşi Samiye Yaltırım ve Sare Hala ile tanışacaktım. Samiye Ana’nın oğlu Doktor Hikmet Yaltırım ve kız kardeşi Ayşe ile dost olduk. Parti’nin kültürel etkinliklerine bu aileyi mutlaka götürüyordum. Artık Moda’daki evlerinin bir ferdi gibiydim. Onlara konuk olarak gelen Rady Fish’i bende konuk ediyordum. Bir gün Samiye Ana’ya Piraye ile aynı sokakta oturduğumu ve komşu olduğumu söyledim. Soğuk bir hava esti. Bu ailenin fertlerinin Piraye’yi sevmedikleri, Nazım’ın kadınları arasında Münevver’e özel bir yer verdiklerine kanaat getirdim. Vera da bu eve konuk olarak geldi. O’na mutfakta adını unuttuğum bir Rus yemeği de yaptırdılar ama bu aile için Münevver her zaman “özel” bir kişiydi. Daha sonra bu gözlemimi doğrulayan birçok olay yaşadım.

Moda’daki evde Nazım’la ilgili olduğunu düşündüğüm birçok kişiyi tanıdım ve görüntüledim. Ressam Balaban’ı, Rady Fish’i, Vera’yı, Aziz Nesin’i ve yaşlı kuşak komünistleri bu sırada tanıdım. Nazım’ın hayatının filmi artık benim için bir saplantı haline gelmişti. Bu amaçla konu ile ilgili yazılmış bütün kitapları okudum. Nazım’ın yaşamında birden çok film konusu vardı. Gençlik dönemi ve Va-La Nurettin’le Kurtuluş Savaşı’nın ateşi arasında Ankara’ya yaptıkları yolculuk. Rusya’ya giderek “Ekim Devrimi”nin tam ortasına düşmeleri başlı başına bir film konusuydu. Yurda döndükten sonra Piraye’ye âşık olup onunla evlendiği 1930’lar ve TKP ile ilişkiler dönemi yine ayrı film konusu olabilirdi. Öte yandan on dört yıllık hapishane dönemi ve uğradığı zulüm tek başına bir film konusuydu. Ülkeyi terk ettiği ve 12 yıl yaşadığı Rusya dönemi bir sinemacı için cazip bir film konusu olabilirdi. Fikirleri yüzünden anayurdunda yaşamasına izin vermemişlerdi. Öte yandan fikirlerinin “anayurdu” olarak gördüğü Sovyetler Birliği, özgürlüğüne âşık bir insan için cehennem demekti. Nazım kendisini bir cehennemden bir başka cehenneme sürgün etmişti. Bence etkili bir sinema, hayatının bu son evresiydi. Ancak bizim yurt dışında yaşadığı dönemi çekmeye gücümüz yetmezdi.

Nazım’la ilgili film projesini çalışan birçok arkadaşın varlığından haberdardım. Herkes bu konuyu çalışabilirdi, çünkü Nazım’ın hayatı sinema için çok verimli bir alandı. Ama henüz ırkçı liderlerin bile Nazım şiirlerini okudukları bir dönemde değildik.

Nazım’ın kadınları arasında en çok kimin bir filme konu olabileceğini araştırdığımda Piraye mi?, Münevver mi?, Vera mı? üçlemi yaşadım. Nazım’ın kadınlarının üçünü yakından görmüştüm. Piraye hariç diğer ikisi ile yakından görüşmüştüm. Vera’ya nedense bir ağırlık veremiyordum. Piraye ise, Nazım’ın yazdığı aşk şiirlerinin ana temasıydı. Ben Münevver’le yaşadıklarının trajik sonuçlarından etkilendim. Münevver Hanım – Nazım ilişkisinin “drama” konusu olarak en uygun konu olduğuna karar verdim. Münevver Hanım, Nazım’ın tek çocuğu Mehmet Nazım’ın annesiydi. Ama önemi sadece bu değildi. Anlatacağım.

Senaryo için sağlam bilgiler edinmeden etkili bir drama yazılamazdı. Söz konusu kişi Nazım olunca daha fazla özen göstermek gerekliydi. Artık bu konuya yoğunlaşacak görüntülü, sesli ve yazılı bir arşiv oluşturmaya başlayacaktım. İlgili ve bilgili her kişinin önüne kamerayı kuruyor ve konuşturuyordum. Arşivimde bir hayli ses ve görüntü oluştu.

1990’ların başında Paris’e gidecektim. Mehmet Abi (TKP’nin Veli Gündüz’ü sosyalistlerin “Gözlüklü Memed’i gerçek adı Mustafa Oktay olan dostum), benimle Münevver Hanım’a bir hediye göndermek istedi. Varşova’dan tanışıyorlardı. Münevver Hanım’ın TKP’liler arasında en çok sevdiği kişinin Mehmet Abi olduğunu Paris’te buluştuğumuzda anladım. O Mehmet Abi’ye Veli diyordu. TKP içindeki kod adı buydu.

Odeon’da bir kahvede buluştuk. Sigara içenlere mahsus kalın bir ses tonu vardı. İki fincan kahve ile neredeyse bir pakete yakın sigara içti. Yüzündeki yaşlılık kırışıklıklarının her birinde, çektiği derin acıları görmek zor değildi. Mehmet Abi bana Nazım’la ilgili konuşma diye tembihlediği için projemi sohbet konusu edemedim. Ama sinemacı olduğumu söyledim. Ertesi gün İstanbul’a göndereceği bir paket için kısa buluşmamızda yine dilim tutuldu. Konuşamadık.

Dilimin tutulmasının çok önemli bir sebebi vardı. Bu doğrudan Münevver Hanım’la ilgiliydi. Birçok kişinin bildiği, ancak 2001 yılında İngilizce yazılan ve Türkçeye Barış Gümüşbaş’ın çevirdiği, Saime Göksu – Edward Timms ikilisinin yazdığı, “Romantik Komünist” isimli kitapta ilk kez yazılı olarak dile getirilen bu konu Münevver Hanım – Kemal Tahir ilişkisiydi. Bu konuyu biraz etraflıca anlatmalıyım.

Bursa hapishanesinde başlayan bu trajik aşk öyküsünün kahramanları Nazım ve Münevver aynı zaman da akrabaydılar. Münevver, Paris’te büyümüş Fransızcayı ilkokulda öğrenmiştir. Henüz Ressam Nurullah Berk’le evlenmeden önce yani onsekiz yaşlarındayken İstanbul’da Nazım’la karşılaşır.

Mehmet Ali Aybar ve Nazım, İstiklal Caddesi’nden Tünel’e doğru yürürken annesi ile gezmeye çıkmış Münevver’i görürler. Paris’te yetişmiş bu çok güzel kız, iki erkeği de çok etkilemiştir. Özellikle Aybar daha sonra Nazım’a kuzenini çok beğendiğini söylemekten kendisini alıkoyamaz. (Sözlü anlatım; Nazım’ın ağzından aktaran, Mustafa Oktay)

İki yakışıklı genç adam Münevver’in baş döndürücü güzelliği konusunda hemfikirdirler. Piraye ile evli olduğu bu dönemde Nazım, genç kadın yazar Cahit Uçuk’la gizlice flört etmektedir. Kısa süren bu ilişkiyi öğrenen Piraye, Nazım’ı “Bir daha asla affetmem” (Romantik Komünist S. 149) diye tehdit eder. Yani her kadın gibi Piraye de kıskanan biridir.

Münevver Berk, Nurullah Berk’den boşanınca Nazım’ı Bursa Hapishanesinde sık sık ziyaret etmeye başladı. Bu ziyaretlerin sıklaşması Piraye’nin kulağına gelince, Piraye’nin Nazım’a duyduğu güvensizlik sınıra dayandı. Cahit Uçuk macerasını içine sindiren Piraye, Bursa hapishanesine son ziyareti sırasında Münevver’i Nazım’la görünce ipler koptu. Nazım’la ilişkisine son noktasını koydu.

Nazım’la Bursa Cezaevi’nde yatan bazı dostları ile yaptığım konuşmalardan, Piraye’nin cezaevi koşullarında Nazım’a ihtiyacı olan duygusal yakınlığı göstermediğini öğrenmiştim.(Ressam Balaban’ın anlatımlarından) Cezaevi Müdürü’nün görüşme sırasında evli çiftlerin rahat etmesi için çok özel koşullar oluşturduğunu buna rağmen Piraye’nin soğuk ve mesafeli tavrı ile Nazım’a duygusal açlık çektirdiğini söylediler. (Bu konuyu komşum Mehmet Fuat’a sormuştum. Mehmet Abi “Evet annem soğuk bir kadındır.” dedi. Zaten bu konuyu daha sonra yazdığı anılarda zikretmiştir.)

Karşı cins için duygusal açlığının en uç noktasında, kuzeni Münevver hapishaneye gelince Nazım için yepyeni bir sayfa açılmıştır. Benim düşündüğüm film öyküsünün dramatik örgüsü bu ilk görüşmeyle başlar.

Nazım elli yaşına doğru yol alırken, Münevver henüz otuzundadır ve kocası Nurullah Berk’ten yeni ayrılmıştır. Sonrası herkesin bildiği öyküdür. Açlık grevinin ardından DP hükümetinin çıkardığı af, Münevver’in Nazım’ın tek çocuğu Mehmet Nazım’ı doğurması… Nazım’ın 51 yaşında bir kalp hastası iken askere çağrılması ve Refik Erduran’ın kullandığı tekne ile Karadeniz’e açılması, bir Rumen gemisi ile ülkeyi terk etmesi…

Peki, bilinmeyen nedir? Küçük bir çocukla ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan Münevver, gece gündüz polisin gözetimindedir. Hatta evin önünde uyuklayan polisleri sabahleyin uyandırmak da Münevver’in görevleri arasındadır. Yıllar süren bu çile sırasında Nazım’ın Rusya da Doktor Galina ile olan beraberliğini de duymuştur. Nazım’ın çeşitli yollardan ulaştırdığı para ise hiçbir derde ilâç değildir. İşte bu sıralarda 1956 – 57 yıllarında Kemal Tahir’le “Mike Hammer” romanlarını Fransızcadan Türkçeye tercüme etmeye başlarlar. Bu işbirliğinin bir duygusal yakınlaşmaya döndüğü anlaşılmaktadır.

İşte Paris’te Odeon’daki kafede Münevver’e soramadığım konu buydu. Kırışıklarla dolu yüzüne gizlenmiş acılar beni frenlemişti. Yaşlı kadının, bu eskimiş belki de rahatsız edici anısını canlandırmak doğru değildi.

Bu olayın doğruluğu konusunda birinci elden bilgi edindiğim için şüphem yoktu. Zaten konuyu Aybar bir mektupla Nazım’a bildirmişti. Mektubun varlığını Güzin Dino, Yıldız Sertel, Mihri ve Sevim Belli, benim arşivimde kayıtlı görüntülerde doğrulamışlardı. Ayrıca kocası Nazım Hikmet de olsa, O’nun çocuğunun anası da olsa, kocasının Rusya da bir kadınla yaşadığını biliyordu. Fransa’da büyümüş özgür ruhlu bir kadının böyle bir yakınlaşmadan kaçınması akla yakın gözükmüyordu.

Benim düşündüğüm Nazım Hikmet dramasının omurgasını bu çatışma oluşturuyordu. Dr. Galina’nın, Saime Göksu – Edward Timms çiftine anlattığına göre Nazım’ın, bu tarihe kadar Münevver’e olan aşkı, gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Hatta Dr. Galina, Münevver ve Mehmet Rusya’ya geldiklerinde Nazım’ı onlara teslim edecek ve aradan çekilecektir. (Bknz; Romantik Komünist)

Nazım, karısının Kemal Tahir’le ilişkisini Aybar’ın mektubu ile öğrenince yeni bir duygusal açlığın pençesine düştüğü anlaşılıyor. Vera’nın bu döneme denk gelmesi ve ateşli aşk şiirlerini yeniden yazmaya başlaması tesadüf olamaz.

Öte yandan Münevver ülkeden çıkmak ve etrafını saran karabasandan kurtulmak istemektedir. Birinci kaçış denemesi başarısız olur. İkinci girişimde kaçış gerçekleşir. Nazım’ın hayranı olan bir İtalyan kadın yazarın (Joyce Lussu) girişimi sonuç verir. 1961 Temmuz’unda, Münevver ve Mehmet zengin bir İtalyan kontunun teknesi ile Ayvalık’tan gizlice kaçarlar. Tekne, Midilli açıklarında kayalıklara çarpıp parçalanır. Canlarını zor kurtarıp Yunanistan’a oradan da Sofya’ya gelirler.

Yeni bir dram daha uç vermektedir. Çünkü bu kaçış macerasından Nazım’ın haberi yoktur. Nazım – Vera ilişkisi coşkulu biçimde sürmektedir. Münevver’in Mehmet Nazım’la Sofya’dan Varşova’ya uçtuğu haberi Moskova’da bulunan Nazım’a haber verildiği zaman, yüzünün aldığı şekli çok merak ediyorum. Çünkü Joyce Lussu’ın yapacağı girişimi, Nisan ayında Paris’de Nazım’a söylemiş ama bir tarih vermemişti. Şimdi Nazım’ın Moskova’dan Varşova’ya uçup karısı ve oğlunu görmesi gerekecekti. İşte sinema sanatının ihtiyacı olan dramatik an.

Benim sözlü anlatılanlardan edindiğim bilgi ile Göksu – Timms çiftinin edindiği bilgiler yer yer çelişse de özü itibari ile gerçeği yansıtıyor. Varşova’da Nazım’ı havaalanında karşılayan bir iki yoldaşına göre Nazım çok gergin ve sinirlidir. Münevver’in kaldığı odaya yönelen Nazım, on yaşındaki oğlu Mehmet Nazım’ı fuayede bekleyen yoldaşlara teslim edip Münevver’le odada baş başa kalır. Anlatılana göre, dört saat süren karşılıklı haykırış bağırış çağırış arasında, sesi en yüksek perdeden çıkan sanıldığı gibi Nazım değil Münevver’dir. Bu arada otel santralı, Moskova’dan arayan Vera tarafından defalarca taciz edilmektedir. Yoldaşların uyarısı ile santral memuru Vera’yı Nazım’a bağlamamakta ısrarcıdır. Bu da genç sevgilinin Vera’nın kıskançlık krizi değil de nedir?

Yoldaşları, Nazım karısına ve çocuğuna kavuşuyor diye bir kutlama yemeği hazırlamıştır. -Bu erkek ve kadın arasında patlayan gerilimin kaynağı hakkında hiçbir yoldaşın fikri ve bilgisi yoktur. Memet Abi bile, ancak Nazım’ın 1963 Haziranında ölümünden sonra gerçeği öğrenebilmiştir-. Ancak Nazım sinir ve öfke içinde lobiye inince çocuğunu bağrına basmadan otelden ayrılmıştır. Varşova’da kaldığı iki üç gün içinde, oğlu ile bir araya geldiklerinde, şiirlerine yansıyan yakıcı hasreti giderecek içtenlikli davranışlarda yoktur. Vera’nın Moskova’dan sürekli Nazım’ı araması da bu gergin ortama eklenince kısa süren çocuk-baba ilişkisi bir türlü kurulamaz. İşte “On yaşındaki bir erkek çocuk babasından nasıl nefret eder?” sorusunun sinemasal resmi.

Nazım’ın yaşadığı duyguları irdelediğimizde çok yakıcı bir dramayı hissetmek kolaylaşıyor. Kemal Tahir, O’nun hapishane arkadaşı ve yoldaşıdır. Ayrıca sanat ve edebiyat konularında sözlü ve yazılı derin bir paylaşım yaşamışlardır. Memleketten kaçmak zorunda olduğunda geride bıraktığı karısı Münevver ve henüz bir yaşındaki oğlu Mehmet Nazım’a “göz-kulak” olabileceğini düşündüğü üç – beş güvenilir insan arasında Kemal Tahir de vardır.

Moskova’ya varınca aklı fikri İstanbul’daki ailesindedir. Ailesine kavuşmak için yapılan girişimlerden sonuç alamamıştır. Çeşitli yollardan para göndermeye devam etmiştir. İki insan arasına giren en derin uçurumlara, faşist devlet engellerine rağmen Nazım’ın Münevver’e gönül bağı sürmüştür. Buna, Dr. Galina yakından şahit olmuştur. Karısının en yakın arkadaşı ile girdiği ilişki Nazım’ı derinden yaraladığını düşünmek zor değil.

Varşova’daki otel buluşmasının ardından Nazım bir daha Münevver’i görmedi. Yirmi iki ay sonra Moskova’da öldü.

Paris’ten döndükten sonra Münevver Hanım’ın acılı yüzü günlerce aklımdan çıkmadı. O’na merakımı giderecek soruyu sormadığım için birden mutlu olduğumu hissettim. Aslında doğru cevabı bilmek istemediğimi, sormamakla kendimi mutlu ettiğimi düşündüm. Çünkü bu sorunun cevabını biliyordum. Çekeceğimiz filmin kahramanı Nazım değil Münevver’di. Ben filmimi Odeon’daki kahvede bir saat içinde beynimde çekmiş bitirmiştim. Benim için bu öykünün dramatik değeri Münevver Hanım’ın yüzüne kazınmıştı. O orada kalmalıydı. Konudan soğumama ve uzaklaşmama sebep olan başka faktörlerde oldu. Ancak Nazım’la ilgili çok değerli bir görsel ve kişisel arşiv edinmiştim. İleride belki başkaları Nazım’ın hayatı ile ilgili bir film yapmak isterse onlara verebilirdim. Kurucuları arasında olduğum Nazım Hikmet Vakfı’na da verebilirdim. Bunu bir kazanç saydım.

Paris’te Güzin Dino ile yaptığım görüntülü kayıtlarda var olan bir bilgiyi tarihe not düşmek için aktarmak istiyorum. Münevver, Nazım’ın hayatında gelmiş geçmiş en etkili kadındır. Güzin Abla buna “keskin bıçak” etkisi diyor. Nazım’ın çok genç karısı Vera, “keskin bıçak” etkisini, Nazım’la yaşadığı süre içinde iliklerinde hissetmiştir. Nazım’ın ve Münevver’in ölümünden sonra yazdığı anılarında bile “keskin bıçak” kanatmaya devam etmektedir. Ataol Behramoğlu’nun Türkçeye çevirdiği anılarında Vera, Nazım’ın hapishanede giriştiği “açlık grevi” eylemini “Münevver’e kavuşmak” için yaptığını yazmıştır.

Güzin Abla, kitabı okuyan Abidin Dino’nun küplere bindiğini söyledi. Abidin, Vera’nın bir komünistin özgürlüğü için giriştiği “açlık grevi” eylemini küçümsemesine çok kızmıştı. Hatta kitabın çevirmeni Ataol, Vera’nın Paris’e geleceğini telefonla haber verince Abidin, “O karı bu eve giremez!” diye kükremiş.

Vera’nın bu sözlerini okuyup tepki gösteren birçok komünist tanıyorum. Hepsi Vera’ya öfke duydu. Ama Vera, Nazım’ı aşağılamak için değil, içindeki “keskin bıçak” zehrini boşaltmak için, on dört yıl haksız hukuksuz hapishanede yatan bir komünistin özgürlük mücadelesini hiçe sayıyordu.

Kemal Tahir’le Münevver Hanım arasında mektuplaşma, Kemal Tahir ölünceye kadar sürüyor. Hatta Kemal Tahir Nazım’ın ölümünden iki yıl sonra Liepzig’e gidip bir hafta Münevver’in misafiri olmuştur. (sözlü anlatımlardan)

İşte tam bu iç hesaplaşmalarımı yaşarken sevgili Rutkay Aziz gözümü açtı. Çiçek Bar’da sohbet ediyorduk. Rutkay, Nazım’ın “Yolcu” isimli tiyatro oyununun çok iyi bir film konusu olduğunu söyledi. Rutkay’ın bu sözü beni koptuğum yerden Nazım’a yeniden bağladı. 1960’lı yılların ortasında “Yolcu”, Genar Tiyatrosu’nda oynanmış ve ben oyunu izlemiştim. Nazım’ın “İnek” isimli bir oyununun da sahnelendiğini hatırlıyorum. Şimdi biz Nazım Hikmet’in bir eserini devletin izni ile filme çekecektik. O’nun ismi üzerindeki yasaklar, hâlâ sürmekteydi. Bir tabuyu daha kırmak güzel bir duyguydu.

Filme yönetmen olarak aklıma ilk düşen isim Başar Sabuncu’ydu. Başar’la buluştuğumuzda bu sevgili arkadaşımın heyecanı beni daha da cesaretlendirdi.

Önce Nazım’ın eserinin telif hakkını satın almalıydık. Bu telif hakkının Münevver Hanım ve Mehmet Nazım tarafından temsil edildiğini biliyordum. Onları da Türkiye’de yayın ajansı olarak İnci Asena temsil ediyordu. Mehmet Fuat’la da hâlâ komşuyduk. Niyetimi önce O’na anlattım. Ertesi gün beni İnci Asena ile buluşturdu. İnci Asena doğal olarak telif bedelinin ne olacağını öğrenmek istedi. Ben de “Münevver Hanım ne istiyorsa o olacak.” dedim.

Benim Münevver Hanım’la tanışıklığımdan haberdar değildi. Bir hafta sonra İnci beni aradı ve sözleşmenin hazır olduğunu söyledi. Avukat Gülçin Çaylıgil’in ofisinde buluşacaktık.

Sözleşmeyi önüme uzattıklarında bir tek satırını bile okumadan imzamı bastım. Gülçin Hanım “Niçin okumadan imzalıyorsun, okusaydın.” diyerek sözleşmeyi önüme tekrar uzattı. O sırada benim imzamın yanında Münevver Andaç ve Mehmet Nazım vekili Gülçin Çaylıgil yazısı gözüme çarpınca Nazım Hikmet’in ailesi ile yasal bir zeminde buluştuğumu hissettim. Mutluluk duygumu gizleyemedim; “Okumam gerekmez. Bu isimlerin yanında benim ismimin bulunması bana yeter.” dedim. Gülçin Hanım da gülerek ödeyeceğim telif ücretini açıkladı. “Altı bin Fransız frangı.” Bu sembolik bir ücret bile sayılmazdı. Hatta Münevver Hanım’ın beni teşvik etmek ve filmi yapmam için cesaretlendirmesi anlamı da taşıyordu.

Bu projede TRT’nin yanımızda yer almasının öyküsünü daha önce anlatmıştım. Bu gerçekten çok hoş bir durumdu. Devletin parasını Nazım’ın yazdığı bir eserin filme çekiminde kullanmak mutluluktan öte bir şeydi. Filmin çekim mekânlarını belirlemek için, Başar’la iki kere Erzurum’a gittik. Alvar Tren İstasyonu sanki Nazım bu oyunu yazarken kafasından geçirdiği ıssızlığın ta kendisiydi: “Çölde ıssız bir gemi.”

(13 Ocak 2019)

Sabahattin Çetin (Sinemacı)

Yansın Bu Dünya

Bizde ‘Şüphe’ adıyla gösterime giren ‘Burning / Beoning’in çok katmanlı yapısıyla tartışmasız bir başyapıt olduğunun altını çizerek söze başlamak istiyorum. Güney Kore’nin önde gelen yazar yönetmenlerinden ve ülkenin eski kültür bakanı Lee Chang-dong’un izleyenlerin yüreğinde yer etmiş ‘Şiir / Shi’ adlı filminden tam sekiz yıl sonra çektiği ‘Şüphe’, tanınmış Japon yazar Haruki Murakami’nin ‘Barn Burning’ isimli kısa hikâyesinden yola çıkmış.

Usta sinemacı, geniş kapsamlı bir metin haline dönüştürdüğü 10 küsur sayfalık öyküde ana karakterlerin yaşları, yakınlıkları, medeni durumları ve en önemlisi sosyal konumlarıyla oynamış. Sözgelimi, hikâyede bir arkadaş düğününde tanışan, aralarında 12 yıl yaş farkı bulunan orta sınıf kökenli Jong-su ile Hae-mi, filmde Kuzey Kore ile sınır teşkil eden kırsal yörede birlikte büyümüş ergen sayılabilecek yaşlarda iki çocukluk arkadaşı. İkili yıllar sonra büyük şehrin kalabalığında karşılaşıyor. Yarı zamanlı işlerde çalışarak metropolde tutunmaya çabalayan yazarlık heveslisi genç adam ile varoluşunun ve hayatın anlamının peşindeki genç kızın kısa süreli birlikteliğinin büyüsü, Hae-mi’nin bir Afrika seyahati sırasında tanıştığı üst sınıftan yakışıklı ve mağrur Ben’in ortaya çıkışıyla bozuluyor. Jong-su’nun görünürdeki sakinliğinin altında alev alev kabaran öfkesi hikâyeyi çok bilinmeyenli bir denkleme doğru sürükleyecektir.

Yönetmen bir söyleşisinde milenyum kuşağı gençlerinin patlamaya hazır bir biçimde ‘öfkeli’ olduklarından söz ediyor. Geleceklerinin önemli ölçüde değişmeyeceğinin paniğinde kendilerini yetersiz hisseden genç insanları anlatmak için Murakami’nin kısa öyküsünden yola çıktığını belirtiyor. Ben haricinde iki ana karakteri alt sınıftan gençler olarak konumlandırması bu yüzden. Kore’nin varlıklı bölgesi Gangnam’da lüks rezidansında yaşayan, afili Porche marka araba kullanan şık giyimli genç adam kırsal kökenli iki arkadaş/sevgili’nin dünyasına, -Jong-su’nun tabiriyle- bir modern çağ ‘Muhteşem Gatsby’si olarak giriyor. Ne iş yaptığı belli olmayan, kendi deyişiyle mali piyasalarda ‘oyun oynayarak’ para kazandığını söyleyen Ben, kendi biçimlendirdiği ahlâk anlayışını savunarak, iki aylık periyodlar dahilinde kırsalda unutulmuş seraları yaktığını ve bundan büyük bir haz duyduğunu anlatıyor Jong-su’ya kafalarının dumanlı olduğu bir gece vakti. Bu itirafın hemen ardından sırra kadem basıyor Hae-mi. Genç adamın büyüyen ‘şüphe’si, yangın yerine dönmüş ruhundaki alevlerin ortalığı kasıp kavurmasına neden olacaktır.

Adını Murakami’nin en sevdiği yazarlardan biri olan William Faulkner’ın aynı adlı eserinden alan, dilimize ‘Ahır Yakmak’ olarak çevirebileceğimiz özgün hikâyede ağılların yerini Kore’de daha yaygın olarak bulunan seralar almış. Faulkner yazar olmak isteyen Jong-su’nun da favori edebiyatçılarından. Ben’in onun tavsiyesi üzerine bir kafede Faulkner külliyatını karıştırdığı bir sahneyle yazara saygıda kusur etmeyen Chang-dong, kısacık hikâyenin sınırlarını ustaca geliştirmiş. Jong-su’nun ebeveynleri, komşuları, Ben’in arkadaşlarını devreye sokmuş.

Herşeyden önce Murakami külliyatını çok iyi incelemiş. Bu hikâyede olmayan ama Japon yazarın diğer temel yapıtlarında yer alan motifleri, meseleleri ustaca bezemiş yapıtına. Murakami’nin, daha önce de sözünü ettiğim, milenyum gençliğinin çıkışsızlıkla büyüyen öfkesi, kent ile taşra arasında giderek büyüyen uçurum, çarpık kentleşme gibi ana meseleleri; onun eserlerinin ruhunu yansıtan kedi, kuyu benzeri motifler bu çok başarılı sinema eserine ustaca yedirilmiş.

İçe dönük bir aşk ve cinsellik hikâyesi olarak başlayan, sınıf çatışmasının körüklediği bir yangın yerine dönüşen hikâye, son bölümde yaman bir gerilim ve iz sürümle noktalanıyor. Ancak perde kapandıktan sonra, filmin Türkçe adındaki ‘şüphe’ Jong-su gibi içimizi kemirmeye devam ediyor. İzlediklerimiz gerçekten yaşanmakta mıdır? Yoksa yazar olmak isteyen genç adamın hayalleri midir her şey?

Çok katmanlı, katmanların sabır ve sükunet ile açıldığı, 148 dakikalık süresine karşın su gibi bir solukta izlenen film, günbatımında Miles Davis eşliğinde Hae-mi’nin ‘büyük açlık’ın izinden yakarış dansının yer aldığı bölümle zirveye ulaşıyor. İzlenmesi, tekrar tekrar izlenmesi gereken sinema şaheserlerinden biri ‘Şüphe’.

(11 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Üç Kadın Üç Hayat

2010 yılından başlayarak 20 yıl süreyle film çekmesi ve yurt dışına çıkması yasaklanmış olan İranlı sinemacı Cafer Panahi, 2011’de ‘Bu Bir Film Değildir’ ve 2013’te ‘Perde’yi kapalı kapılar ardında çektikten sonra dört yıl önce Berlinale’den Altın Ayı ile dönen ‘Taksi Tahran’da bizzat kendisinin kullandığı ticari taksiyle kentin ana caddelerine çıkmıştı. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü aldığı ‘3 Hayat / Se Rokh’da bu kez kendi arabasını sürdüğü yeni bir yol hikâyesiyle karşımızda.

Panahi’nin sinema yapma inadı bir kez daha engel tanımıyor, çağımız video devriminin olanakları sanatçının cesaretiyle birleştiğinde yasakların üstesinden gelmenin zorluğu aşılıyor. İran-Türkiye sınırında, yönetmenin ailesinin yaşadığı Azeri topraklarına yolculuk bu defa. İşte bu ücra köylerden birinde yaşayan Marziye’nin, Telegram üzerinden İranlı sinemacı kanalıyla ülkenin tanınmış kadın oyuncularından Behnaz Caferi’ye gönderdiği görüntülü mesaj zoraki yolculuğu tetikleyen. Oyuncu adayı genç kız Tahran’daki konservatuvara kabul edildiğini, ancak ailesinin buna rızası göstermediğini dile getirirken, ‘can yoldaşımsın’ diye hitap ettiği yıldız oyuncunun aramalarına geri dönmediğinden yakınarak intihar girişiminde bulunuyor yolladığı görüntülerde. Bunun üzerine çalışmakta olduğu dizinin son sahnesini çekemeden apar topar seti terkeden Caferi, Panahi ile birlikte kızın izini sürmeye başlıyor.

Usta yönetmen kendini, ailesini bir sosyal medya olayının tam merkezine yerleştiriyor ve hem sanat dünyasının hem de İran kırsalının huzursuzluğunu keskin gözlemciliğiyle mercek altına yatırıyor. Ücra köylerde trajikomik hallerle karşılaşıyoruz. Tek vasıtanın geçebildiği dağ yollarında korna düzeniyle geçiş hakkı talep eden köylüler, mezarına yatmış ve yılanlar gelmesin diye gece vakti lamba ve mum ışığıyla kabrini ışıklı tutan yaşlı nine, daracık yolu çökerek kapatmış damızlık boğasının başında veteriner bekleyen adam, oğlunun sünnet derisini Tahran’a götürülmesi için köye gelen konuklardan yardım isteyen yaşlı adam benzeri insan manzaralarına tanık oluyoruz. Ancak Panahi bu defa kadın hikâyelerini ön plana çıkarıyor. Kendi varlığını daha geri plana çekerek üç kuşak oyuncu kadının hikâyesi ve İran’da yaşadıklarıyla ilgileniyor. Devrim sonrasında dışlanmış ve hor görülmüş bir dönemin ünlü kadın oyuncusu Şehrazad’ın yüzünü bizlere hiç göstermiyor ama diğer kadınların dayanışmasını uzaktan da olsa aktarıyor.

Bu arada içinde bulunduğu koşulların komiğini çekmekten de geri durmuyor. Hemen başta yer alan yaklaşık 10 dakikalık kesintisiz sekansta, kendisini telefonla arayan ve film çektiği duyulursa ceza alacağından endişelenen annesini teskin ediyor. Köy yerinde gece vakti kendisine yol göstermeye çalışan köylülere ‘Burada başka her yerden daha güvendeyim’ cevabını veriyor.

Ve baştaki ustalıklı plan sekans, Nuri Bilge izleri taşıyan ve ‘Taksi Tahran’da olduğu gibi araba camından sabit planda ilerleyen şiirsel bir finalle noktalanıyor. Tüm engellemelere rağmen zekice kotarılmış mizah yüklü bir yapım, çağımız İran toplumu üzerine bir belge ‘3 Hayat’.

(09 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ruh ile Bedenin Mücadelesi

Belçikalı yönetmen Lukas Dhont’, Cannes’da ‘Altın Kamera’ ile ödüllendirilen ilk uzun metrajı ‘Kız /Girl’de bir gazete haberinden yola çıkmış. Henüz 18 yaşında olduğu ve eşcinselliğini gizlediği bir dönemde, 15 yaşındaki trans birey Nora’nın bir yandan ergenliğe ilişkin huzursuzlukla başa çıkmaya çalışırken, diğer yandan profesyonel bale sevdasının zorluklarıyla cebelleşmesinin öyküsü büyülemiş genç adamı.

Kendi hikâyesinde Lara adını vermiş olduğu genç kızı canlandıracak kişiyi bulmakta hayli zorlanmış 26 yaşındaki yönetmen. Filmde ağırlıklı olarak yer alan bale eğitimi sahneleri için dansçı özelliği olan bir çok adayı denemiş, sonunda bir erkek adayda, Victor Polster’de karar kılmış. Bu seçim transgender ya da dilimizde yaygın olarak kullanılan transseksüel topluluk tarafından eleştiriye uğradı gerçi ancak Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde en iyi erkek oyuncu seçilen genç adam rolünün hakkını veren güçlü bir performans sunuyor.

Dhont’un ‘bir süper kahraman hikâyesi’ olarak tanımladığı filminde, sarışın mavi gözlü Lara bedeniyle mücadele içindedir. 6 yaşındaki erkek kardeş ve annenin yokluğunu doldurmuş şefkatli babadan oluşan küçük ailesiyle birlikte Belçika’dan İsveç’e göç etmiştir. Ülkenin prestijli bale okullarından birinde eğitim görerek iyi bir balerin olmaktır hedefi. Eğitiminin yanı sıra doktor ve psikolog kontrolünde cinsiyet değiştirme ameliyatına hazırlanmaktadır. Cinsel kimliği babası ve çevresi tarafından sevecenlikle kabul edilmiş, uygar bir düzenin talihli bireyidir Lara. Asıl sorun, bedeninin değişme süreciyle genç kızın ergenlik dönemi öfkesi ve sabırsızlığının çatışmasından kaynaklıdır. Doktorların takip ettiği bu ağır ilerleyen değişim süreci onun ‘Siyah Kuğu / Black Swan’ filminden aşina olduğumuz- meşakkatli bale programı ile birleşince genç bireyin bedeniyle mücadelesi ikiye katlanıyor.

Dhont bu süreci bir belgesel titizliğiyle perdeye aktarmış. Ülkesinin usta sinemacıları Dardenne kardeşler filmlerinin esinini taşıyan bir doğallık ve mesafe ile anlatıyor hikâyesini. Lara’nın günlük rutinini, ev halini, zorlu bale antrenmanlarını kesmelerle veriyor. Değişim zamanı gelene kadar vücudunu saklayan, vücudu değişene kadar duygularını bastıran Lara içinde kopan fırtınaya daha ne kadar dayanabilecektir.

Şok edici bir finalle bağlıyor filmini genç sinemacı ancak tekrarlara dayalı oldukça uzun tuttuğu bu süreçte duygularımızla oynamaya yeltenmiyor. Lara’nın yaşadıklarını bir trajediye çevirmekten özenle kaçınıyor. Bu ilgiye değer ilk filmin en büyük erdemi de bu.

Çoğunlukla ifadesiz bir maskeyle Lara’yı canlandıran genç Polster’in gerek oyuncu gerekse yetenekli bir dansçı olarak hiç aksamadığı ‘Kız’ keskin bir meseleyi bu denli incelikle dile getirdiği için mutlaka izlenmeli. Senaryoda da imzası bulunan genç yönetmene sinemaya hoş geldin diyor, bir sonraki işini merakla bekliyoruz.

(08 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yeniden Başla

Festivaller Festivallerimiz

Uluslararası Adana Film Festivali bu yıl 25. yılını kutlaması nedeniyle oldukça iyi bir program hazırlamıştı. Programın en önemli kısmı olan Ulusal Uzun Metraj Yarışması’na 15 adet filmin katılması da bunu gösteriyordu. Antalya Film Festivali’nin 2 yıldır Ulusal Yarışma’yı kaldırması nedeniyle sinemamızın son dönemde yapılan ve yurtdışında ödüllen kazanmaya başlayan onlarca filmi yarışmaya katıldı. Nitekim en dikkat çeken Çağla Zencirci ve Guillauma Giovanetti’nin birlikte yönettiği “Sibel” jüri tarafından En İyi Film seçildi, Sinema Yazarları Derneği Jürisi’nin En İyi Film Ödülü de Banu Sıvacı’nın yönettiği “Güvercin” filmine gitti.

Festivalin açılış gecesinde sinemamızın Yeşilçam döneminde yardımcı rollere çıkan 25 karakter oyuncusuna ödül verilmesi sırasında duygusal anlar yaşandı. Yıllardır unutulduklarını, kenarda köşede kaldıklarını ve günümüz filmleri ve TV dizilerinde rol alamadıklarından bahseden yardımcı oyuncularımız festival yönetimine şükranlarını bildirdiler. Bu tanıdık yüzler arasında sinemamızın Rambo’su Sönmez Yıkılmaz, kötü adam rollerinin sarışını Oktay Yavuz, hemen her filmde kadınları rahatsız eden karakterleri perdeye getiren Coşkun Göğen gibi isimler vardı. Coşkun Göğen, cefakâr yan rol oyuncularımızın durumlarını çok güzel özetledi. “Sinemadan aldığım paralar, yediğim dayakları hiçbir zaman karşılamadı, bize gösterilen bu değer ve ilgi için çok teşekkür ederim. Yıllardır festivalleri özlemiştim, geldiğimize değdi.” dedi. Keza Oktay Yavuz’un festivalden birkaç hafta önce sosyal medyada vefat ettiği haberinin yayılmasından sonra, hayranlarının hayatta olduğunu öğrenmeleri üzerine kendisine gösterilen sevgi yansımalarının yeniden eski günlerdeki gibi yoğunlaştığını anlattı.

Festivalin açılış ve kapanış törenlerine bu yıl Adana Hilton Oteli ev sahipliği yaptı. Açılış gecesi sevilen oyuncu Yakup Yavru’nun vefat etmesi herkesi üzdü. Yurtdışındaki festivallerde çeşitli ödüller alan yabancı filmlere gösterilen ilgi çok iyiydi. Avşar, Cinemaximum ve Arı Sinemaları’nda yapılan gösterimlerinde seyirciler bilet bulmak için adeta yarıştılar. Sadece konuklar için hazırlanan ve cep telefonlarına yüklenebilen rezervasyon uygulaması çok yararlı oldu. Festivallerde ilk defa rastlanılan bu uygulama ile sinemaya gitmeden önce cep telefonunda istenilen film için koltuk rezervasyonu yapılabildi. Önümüzdeki yıl bu uygulamanın tüm seyircileri kapsayacağı belirtildi. Umarız diğer film festivalleri de benzer uygulamaları kullanırlar.

Uluslararası Adana Film Festivali’nin ekibinin son 2 yıldır komple değişmesi festivali müspet ve menfi birtakım zaaflara uğrattığı da dikkatlerden kaçmadı. Yabancı film danışmanlığını sinema yazarı Kerem Akça’ya verilmesi çok isabetli bir karardı. Yurtdışı festivallerde çeşitli ödüller kazanmış filmlerin seçiminde gösterilen itina seyirciyi çok memnun etti. Festivalin kamuoyuna yansıtılmasında oldukça öne çıkarılan “Türkiye’nin en büyük festivali” ifadesi pek tasvip edilmedi ve bilinen diğer festivallere haksızlık edildiği kanaati yayıldı. Adana Film Festivali’nin bu yıl yayınladığı kitaplarda dikkat çeken bir husus sinema tarihi yazınımıza yeni isimlerin de katıldığıydı. Sinemamızın Yeşilçam dönemi sanatçıları Süleyman Turan, Cüneyt Arkın, Muhterem Nur, Ahmet Mekin ve Şerif Gören adına yazılan kitaplarda yeni yazarlar Erhan Tuncer, Ali Karadoğan ve Rıza Kıraç’ın isimleri göze çarpıyordu. Bilindiği gibi festivallerde yayınlanan kitaplarla sinema kütüphanemiz gittikçe büyüyor. Yıllardır bu konuda gayret gösteren diğer yazar arkadaşlarımız Ali Can Sekmeç, Burçak Evren ve Agah Özgüç’ü de bu vesileyle minnetle anmak isteriz.

Basın mensupları yine festivalin kadim oteli Seyhan’da, oyuncular, yönetmenler, yapımcılar ve yabancı konuklar Hilton Oteli’nde konakladılar. Altın Koza’nın 25. yılı olması nedeniyle konuk sayısının da oldukça fazla olduğu anlaşılıyordu. Adana, festivali zamanında yaklaşık 1.000 kişiyi ağırladı.

25. Uluslararası Adana Film Festivali, 29 Ülkemizin iki büyük festivalinin birkaç günü bu yıl aynı zaman aralığına denk geldi. Eylül’de kapanış törenini gerçekleştirirken aynı gece 55.  Uluslararası Antalya Film Festivali açılış gecesini düzenlemekteydi. Antalya açılışının en büyük sürprizi ünlü Fransız oyuncu Vincent Cassel’in yaşam boyu onur ödülü almak için Antalya’ya ve festivalin açılış gecesine gelmesiydi. Festivale yabancı konuk oyuncu olarak ayrıca dişi Terminator olarak da bilinen Kristanna Loken ve sinema dünyasının ünlü kötü adamlarından Eric Roberts de iştirak etti. Eric Roberts’in diğer bir özelliği de, Özel Bir Kadın adlı filmle bir zamanlar ülkemizde büyük bir hayran kitlesi edinen Julia Roberts’in kardeşi olması.

Geçen sene ve bu sene Ulusal Yarışma’nın yapılmaması, Uluslararası Antalya Film Festivali’nin sinema sektörünün çoğunluğu tarafından protesto edilmesine yol açtı. İstanbul’da alternatif 55. Ulusal Yarışma Ödülleri etkinliği düzenlendi. Festivalin Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması’nda, yerli film olarak Mustafa Karadeniz’in yönettiği “Çınar” ve Sefa Öztürk Çoban’ın yönettiği “Güven” adlı filmler yarıştı. Festival günlerinde fısıltı gazetesinde Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’in Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın yapılması konusunda ikna olduğu ancak festivale az zaman kaldığı gerekçesiyle yarışmanın o nedenle bu yıl da yapılmadığı haberleri dolaşıyordu.

Öyle veya böyle, yerli sinemamızın sektör insanlarının izleyicileriyle en büyük buluşma organizasyonu olan Antalya Film Festivali’nin Ulusal Film Yarışması’nı tekrar hayata geçirmesi tüm yerli film seven sinemaseverlerin ortak arzusu. 55. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin bu sene çok sönük geçtiği söylenebilir. Daha önce şehir sinemalarına dağılan film gösterimleri bu yıl sadece Kültür Park içindeki Antalya Kültür Merkezi’nin büyük salonu ve Perge Salonu’nda yapıldı. Uzak semtlerdeki sinemalar arasında koşuşturmanın olumsuzluğu yanında aynı bina içinde film gösterilmesi avantaj gibi görünse de festivalde gösterilen yaklaşık 40 kadar film, yıllardır festivalde yüzlerce film seyreden Altın Portakal seyircisini pek tatmin etmedi. Basına yapılan duyurularda da dikkatten kaçmayan küçük hatalar, Antalya’da yapılan diğer festivallerde görev yapan arkadaşlarımızın film festivale ekibine dahil edildiğini hatırlatıyordu. Festivalin ana etkinlik mekânı AKM’nin açılımının Antalya Kültür Merkezi olarak bilinegelmesine rağmen duyurularda Atatürk Kültür Merkezi olarak geçmesi hafızalara sevimli ve arzulanan bir dil sürçmesi olarak geçti. Keza birçok kere festivali ziyaret etmiş olan ve Türev adlı filmiyle festivalde En İyi Yönetmen ödülü kazanan Atıl İnaç’ın, Atıl İnanç olarak, keza sevimli oyuncu Fadik Sevin Atasoy’un Fadik Sevim Atasoy olarak duyurulması festivale sevimli ve renk katıcı hatalardı.

Festival süresince tüm konukların, gösterim, panel, atölye ve etkinliklerin yapıldığı yerlere yakın olan Rixos Oteli’nde konumlandırılması çok yararlı oldu. Basın mensupları bir yandan Ferzan Özpetek’le son filmi Napoli’nin Sırrı’nı konuşurken diğer taraftan Eric Roberts veya Kristanna Loken’le röportaj yapma yapmaya yarışmaları festivale farklı renkler kattı. Geçmiş yıllarda da David Carradine, Antonio Delon, Matt Dillon gibi şöhretleri ağırlanması da birçok sinemaseverin anılarında unutulmayacak şekilde yer etti.

Geçmiş yıllarda, hemen her yıl festival kapsamında sinema sanatçılarımızla ilgili 2-3 adet kitap yayınlanırdı, bu sene sadece festival kataloğu yayınlamakla yetinildi. Neyse ki festival çalışanlarının fedakârca çalışmaları ve açılış, kapanış törenlerinin eski yıllardaki gibi yine Cam Piramit’te yapılması memnuniyet yarattı. Umarız Uluslararası Antalya Film Festivali önümüzdeki yıllarda yine eski günlerdeki görkemine kavuşur ve yerli sinemamızın tümüne yeniden kucak açar.

Bir öneride bulunarak bitireyim. Yazımıza konu olan, sevdiğimiz bu iki festivalimiz bu yıl Uluslararası Adana Film Festivali ve Uluslararası Antalya Film Festivali olarak adlandırıldı. Geçmiş yıllarda adlarına festival kapsamında verdikleri ödüller, Altın Koza ve Altın Portakal olarak dahil ediliyordu. Geçmişe özlem duyan bazı arkadaşlarımız festival isimlerinden ödül adlarının çıkarılmasını tasvip etmiyor ve kınıyorlar. Ancak başka bir açıdan bakıldığında uzun festival adlarının karmaşaya sebep olduğu dikkatten kaçıyor. Misalen geçmişte basına gönderilen bir bülten içinde festivalin adı Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali, Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Altın Portakal Uluslararası Antalya Film Festivali, Antalya Altın Portakal Uluslararası Film Festivali, vs. vs. şeklinde birden fazla isimle anılabiliyordu. O nedenle film festivali adlarında sadece şehir adı kullanılmalıdır. İstanbul Film Festivali 6-7 senedir, Boğaziçi Film Festivali bu yıl o şekilde adlandırılmaya başlandı. Bahse konu olan festivallerimiz de önümüzdeki yıllarda Antalya Film Festivali, Adana Film Festivali ve diğerleri Malatya Film Festivali, Gaziantep Film Festivali, Antakya Film Festivali, Köyceğiz Film Festivali, Mardin Film Festivali, vs. vs. şeklinde anılmalıdır.

(Bu yazı CineTele Dergisi’nin Ocak 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

(08 Ocak 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Bir Aile Fotoğrafı

Son yıllarda Türkçe isminin bu denli yakıştığı bir film görmemiştim. Yeni yılın ilk filmi olarak heyecanla izlediğim ‘Yangın Yeri’ ya da özgün adıyla ‘Wildlife’dan söz ediyorum. İlk gençlik yıllarından başlayarak sinemada ve geçtiğimiz haftalarda televizyonda yayınlanan ‘Escape at Dannemora’ adlı mini dizide naif mahkum Richard Matt performansıyla hayranlığımızı kazanmış olan yetenekli aktör Paul Dano’nun ilk yönetmenlik denemesi bu güzel yapım.

Richard Ford’un 1990’da yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanan film, bir çekirdek ailenin öyküsü üzerine. Hayat şartları nedeniyle sürekli yer değiştiren Jerry ile Jeannette, artık 14 yaşına gelmiş oğulları Joe ile Montana’nın Kanada sınırına yakın küçük yerleşim bölgesinde yeni bir düzen kurma peşindedir. Yaşam gailesi yirmili yaşların hemen başlarında evlenmiş olan çiftin gelecek hayallerini çoktan törpülemiştir. İlk gençliğinde başarılı bir sporcu olma düşleri kuran Jerry, hizmet verdiği pestijli golf kulübünde yöre zenginlerinin gönlünü hoş tutma çabası içindedir artık. Kendi yapamadığını oğlu başarsın, tanınmış bir futbolcu olsun diye didinir durur.

Garson adı gibi dediği ismini hiç sevmeyen Jeannette’e gelince; bir zamanların ‘fırlama güzeli’ genç kadın o kasabadan bu kasabaya kocasının peşinden giderken yüzündeki bahar coşkusunu yitirmiştir. Jerry’nin kulüp üyeleriyle fazla samimi olduğu gerekçesiyle işinden olması için için kaynayan aile yuvasında ilk yangın ateşini tetikler. Yapılan yanlıştan geri dönülür ve genç adam tekrar işe çağrılır ama olgunlaşmamış yüreği ve gururu yüzünden bunu kabul etmez. Karısı ve oğlunun itirazlarına kulak asmadan, ani bir kararla bölgede süregelen orman yangınlarını söndürme ekibine gönüllü olarak katılmak üzere evi terk eder. Jerry’nin gidişi genç kadının hayatını yeniden gözden geçirmesine ve yeni kararlar almasına neden olacaktır.

Yavaş ve sakin bir insan olduğunu ifade ediyor yönetmen bir söyleşisinde. Titiz, içe dönük, her şeyi sorgulayan, kolay tatmin olmayan bir yapısı olduğunu ilave ediyor. Ford’un incelikli romanını perdeye uyarlarken bu titizliğin ve sadeliğin baştan sona filmin her bir planına sindiğini gözlemliyoruz. Romanın, filmin Türkçe adına uyumlu yangın metaforu bu minvalde usul usul ateşleniyor. Aile içi yangın ile ormanı kasıp kavuran afet eş zamanlı olarak büyüyor.

Bir aile ve kimlik krizini anlatırken büyük olaylara yer vermiyor Dano. Olan biteni çoğunlukla 14 yaşındaki Joe’nun şaşkın ve hüzünlü bakışlarından izleniyor. Baba’nın işten kovuluşu, orman yangının ilk dehşeti ya da annenin başka bir adamla yaptığı çaça dansını hep onun bakışlarıyla vermeyi tercih ediyor. Romanın kişiliklerinde kendi büyük ailesinin fertlerinden izler bulduğunu söylüyor genç yönetmen. Anne ve babalarımızın bizlerin ebeveyni olmanın dışında bir insan olarak hayalleri, arzuları, kırgınlıkları ve küskünlüklerini keşfetmek üzere yola çıktığını ifade ediyor. Bu amaçla, dağılan bir aileyi toparlama işini küçük Joe’nun gayretleri üzerinden vermeyi deniyor.

Yangından sonra ayakta kalan ‘ölü ağaçlar’ gibi olmak istemediğini haykıran annede Carey Mulligan, büyüyememiş genç adamda Jake Gyllenhaal ve şaşkın maviş gözlerle hayatı anlamaya çalışan küçük adamda Avustralyalı genç yetenek Ed Oxenbould’dan oluşan harika üçlü onun en büyük destekçileri. Görüntüler, görenlerin Apichatpong Weerasethakul’un ‘Saltanatın Mezarlığı’ filmindeki çalışmasından hatırlayacağı Diego Garcia’ya emanet edilmiş. 60’lı yılların küçük Amerikan kasabasını yeniden yaratırken ressam Steven Shore ve fotoğrafçı Rinko Kawauchi’nin eserlerinden yararlanılmış. Hopper ve Rockwell gibi ölümsüz sanatçıların esini her bir kareye sinmiş. Küçük Joe’nun bir fotoğraf atölyesinde yarı zamanlı çalışma hikayesinden yararlanılarak dönem insanlarının naif aile fotoğrafı çekimlerine yer açılmış.

Son olarak Coen biraderlerin ‘The Ballad of Buster Scruggs’ın filminin ‘Endişeli Kız / The Gal Who Got Rattled’ epizodunda izleme şansı bulduğumuz oyuncu / yazar eşi ve beş aylık kızının annesi Zoe Kazan ile birlikte kaleme aldıkları senaryodan yola çıkan Paul Dano, yakınlarda kaybettiğimiz ve oyuncu olarak yer aldığı ‘Tutsaklar / Prisoners’ filminde birlikte çalıştığı İzlandalı besteci dostu Jóhann Jóhannsson’a adamış filmini. Yeni seneye bu çok başarılı ilk filmle başlamanızı öneririm.

(05 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yalan Dünya

Hayatın gerçeği bu; geleni hep neşeyle karşılıyoruz, giden ise bizden birşeyler alıp götürdüğünden hüzünle hatırlanıyor. 2019’u neşeyle karşıladık, şimdi bizlere giden 2018’in hüzünleri kaldı. Sinema sektörümüz 2018’e herkesin sevgilisi, Hababam Sınıfı’nın Mahmut Hocası Münir Özkul’un kaybı ile başladı. 05 Ocak 2018’de kaybettiğimiz değerli sanatçı Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. Ocak ayında Özkul’un ardından Baki Avcı ve Turan Özdemir adlı oyuncularımız da hakkın rahmetine kavuştu. Şubat ayında yine oyuncularımızdan kayıplar verdik. Zeki Keskin, Sivas’ın Ayli Köyü’nde; kendine has sesiyle söylediği Türkülerini çok sevdiğimiz ve oyuncu olarak da izlediğimiz Nuray Hafiftaş ise Zincirlikuyu’da toprağa verildi. Ülkemizin ilk showman’lerinden Celal Şahin 23 Şubat’ta aramızdan ayrıldı.

Dans koçluğu yapan, oyuncu Ümit İris, 02 Mart’ta; Yeşim Soydan, 06 Mart’ta; menajerlik ve oyunculuk yapan Yaşar Gaga, 07 Mart’ta; Perihan Abla dizisiyle tanınmışlığının zirvesine varan Ercan Yazgan, 08 Mart’ta hakkın rahmetine kavuştu. Seslendirme sanatçılığı ve oyunculuk yapan Nur Subaşı, Üsküdar Şakirin Camii’nden 10 Mart’ta ebediyete uğurlandı. Mart ayında ayrıca, setlerde şoförlük yapan Sabit Özdemir; oyuncu ve seslendirme sanatçısı Ercüment Balakoğlu ve tiyatro oyunlarında da seyrettiğimiz Süreyya Küçük vefat ettiler.

Nisan ayı ilk gününde şair, gazeteci, çevirmen ve oyuncu Ülkü Tamer’i; ikinci gününde ise Dursun Ali Sarıoğlu’nu bizlerden ayırdı. Opera sanatçısı olarak bilinen fakat son yıllarında oyuncu olarak da çok sevilen Sevda Aydan; festival yöneticisi İlhan Kantoğlu; sesiyle onlarca filmimizin şarkılarını seslendiren Tülin Korman ve yapımcı – senarist Şahin Koçak da Nisan ayında vefat eden sevdiklerimizdendi.

Sinemamızın en bilinen makyözlerinden, oyuncu olarak da birçok filmde beyazperdeye gelen Cemal Gonca, 01 Mayıs’ta Büyükçekmece’de vefat etti. Yapımcı, yönetmen yardımcısı ve oyuncu Aliye Turagay, 19 Mayıs’ta Bebek Camii’nden kaldırılarak toprağa verildi. Hababam Sınıfı öğrencilerinden Dinçay Çetindamar, 21 Mayıs’ta Darıca’da hayatını kaybetti. Onlarca yerli filmimizde 2. adam rollerinde oynayan İran’lı oyuncu Nasır Melek, 25 Mayıs’ta vefat etti ve Tahran’da toprağa verildi. 27 Mayıs’ta kaybettiğimiz Arda Öziri, İzmir Bornova’da; Tayyar Yıldız, Karaman’da hayatlarını kaybettiler, her ikisi de oyunculuk yapmaktaydı.

Birçok TV dizisi ve sinema filminde seyrettiğimiz Selahattin Fırat, Haziran ayının aramızdan aldığı ilk sevilen sanatçımız oldu. Yapım sorumlusu ve genel koordinatör Mesut Ünlü, 13 Haziran’da; kamera asistanı, set fotoğrafçısı ve afiş tasarımcısı Güngör Özsoy, 15 Haziran’da aramızdan ayrıldı, Özsoy Eyüp’te toprağa verildi. Yapımcı ve ithalatçı Asaf Özpetek, 02 Temmuz’da vefat etti ve Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi, Özpetek dünyaca ünlü yönetmenimiz Ferzan Özpetek’in ağabeyi idi. Temmuz’daki 2 kaybımızdan Nazif Kündem, set amirliği; İzzet Yaşar ise şairlik, yazarlık ve senaristlik yapmaktaydı.

Ağustos ayı yine yaptı yapacağını ve aralarında yönetmen, oyuncu, seslendirme sanatçısı, yapımcı ve görüntü yönetmeni olan sanatçımızı bizlerden ayırdı. Hatırlarsak: Cankat Ergin, Funda Ersin, Sıtkı Sezgin, ilk uluslararası ödüllü filmimiz Susuz Yaz’ın yapımcı ve başrol oyuncusu Ulvi Doğan, unutulmaz ses Toron Karacaoğlu, sinemada görüntü denildiğinde ilk akla gelen ustalardan Güneş Karabuda, Ayla Oranlı, Esen Günay.

Eylül ayı 9 sinema sanatçımızı aramızdan alarak klasik hüznünü hissettirdi, yine yüreklerimizi sızlattı. Yönetmen, senarist ve yapımcı olarak tanıdığımız Aram Gülyüz, 01 Eylül’de; sinema yazarı Ali Gevgilili, 11 Eylül’de; sinema araştırmacısı, senarist, yönetmen, danışman, kurgucu ve sanat yönetmeni Deniz Yayın, 17 Eylül’de; seslendirme sanatçısı, sinema ve tiyatro oyuncusu Ferdi Merter Fosforoğlu, 19 Eylül’de; seslendirme sanatçısı Oytun Şanal, 20 Eylül’de; sevilen oyuncumuz Yakup Yavru, 24 Eylül’de misafir olduğu Adana Film Festivali’nde; yapım asistanı ve sorumlusu, oyuncu Asım Par, 28 Eylül’de; oyuncu Mehmet Uslu ve Kemal İnci, 29 Eylül’de hakkın rahmetine kavuştular.

03 Ekim’de vefat eden Yıldırım Öcek, Kadıköy Söğütlüçeşme Camii’nden kaldırılarak Yedikule Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yönetmen, oyuncu Kamil Renklidere, 06 Ekim’de; oyuncu, senarist, yazar Yaman Tüzcet, 11 Ekim’de hayatlarını kaybettiler. Dünyaca ünlü fotoğraf sanatçımız, bir belgesel filmde oyunculuk da yapan Ara Güler, 17 Ekim’de vefat ederek Şişli Ermeni Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yine bir belgesel filmci, yapımcı ve yönetmen Kemal Öner, 29 Ekim tarihinde aramızdan ayrıldı, Eskişehir’de toprağa verildi.

Kasım ayındaki kayıplarımız müzisyen, oyuncu Aziz Azmet’in 02 Kasım’da vefatı ile başladı; aynı gün, kaderin cilvesi, yine bir müzisyen oyuncumuz Yılmaz Tatlıses, talihsiz bir kazada hayatını kaybetti.

Aileden sinemacı ve oyuncu Alev Gürzap, 08 Kasım’da Bodrum – Torba’da toprağa verildi. Oyuncu Remo Değerli, 15 Kasım’da; yapımcı, senarist, yönetmen Mahur Özmen, 19 Kasım’da; oyuncu Cengiz Baykal, 20 Kasım’da; stüdyo çalışanı Hasan Gürbüz, 22 Kasım’da hakkın rahmetine kavuştular. Değerli ve sevimli sanatçımız Uğur Kıvılcım’ı 27 Kasım’da İstanbul – Çekmeköy’de toprağa verdik. Kasım ayının aramızdan aldığı son sanatçımız ünlü şair ve birkaç filmde oyunculuk yapan Refik Durbaş oldu. Durbaş, 30 Kasım’da Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı’na defnedildi.

2018 yılının son ayı Aralık’taki kayıplarımız, geçen yıllarda kaybettiğimiz değerli yönetmenimiz Başar Sabuncu’nun sevgili eşi Sevil Candan (Sabuncu) ile başladı. Yapımcı Ferit Turgut’u Karacaahmet’te; oyuncu Tayfun Akalın’ı Zincirlikuyu’da toprağa verdik. 2018 yılının son kayıpları ise belgesel yönetmeni Cengiz Bektaş (21 Aralık); set amiri, figüran Erdal Sümer (25 Aralık); yönetmen yardımcısı, yönetmen, senarist, oyuncu Mesut Taner (27 Aralık); Sinema Emekçileri Sendikası Sine-Sen’in kurucu genel başkanı, set çalışanı Mevlüt Ekinci ve tiyatromuzun duayen sanatçısı, anlı – şanlı Keşanlı Ali Destanı oyununun Zilha’sı Gülriz Sururi (31 Aralık) oldu.

Kaybettiğimiz tüm sevdiklerimize tanrıdan rahmet, kederli ailelerine sabırlar diliyoruz. Mekânları cennet olsun.

(01 Ocak 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

2018’de Kaybettiklerimiz

Münir Özkul (05 Ocak 2018), Oyuncu (Zincirlikuyu)
Baki Avcı (14 Ocak 2018), Oyuncu (Küçükbakkalköy)
Turan Özdemir (15 Ocak 2018), Oyuncu (Yatağan, Muğla)
Zeki Keskin (03 Şubat 2018), Oyuncu (Sivas, Ayli Köyü)
Nuray Hafiftaş (14 Şubat 2018), Ses Sanatçısı, Oyuncu (Zincirlikuyu)
Celal Şahin (23 Şubat 2018), Oyuncu, Şovmen
Ümit İris (02 Mart 2018), Dans Koçu, Oyuncu (Zincirlikuyu)
Yeşim Soydan (06 Mart 2018), Oyuncu (Kazlıçeşme)
Yaşar Gaga (07 Mart 2018), Oyuncu, Menajer
Ercan Yazgan (08 Mart 2018), Oyuncu (Karacaahmet)
Nur Subaşı (10 Mart 2018) Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Üsküdar Şakirin Camii)
Sabit Özdemir (12 Mart 2018), Şoför
Ercüment Balakoğlu (23 Mart 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Süreyya Küçük (29 Mart 2018), Oyuncu (Kurtköy Osmangazi Mezarlığı)
Ülkü Tamer (01 Nisan 2018), Şair, Gazeteci, Oyuncu, Çevirmen, Film İthalatçısı (Bodrum Turgutreis Gümüşlük)
Dursun Ali Sarıoğlu (02 Nisan 2018), Oyuncu (Üsküdar Şakirin Camii)
Sevda Aydan (06 Nisan 2018), Opera Sanatçısı, Oyuncu (Alaçatı)
İlhan Kantoğlu (13 Nisan 2018), Festival Yöneticisi
Tülin Korman (14 Nisan 2018), Ses Sanatçısı
Şahin Koçak (23 Nisan 2018), Yapımcı, Senarist (Ümraniye Ihlamurkuyu Mezarlığı)
Cemal Gonca (01 Mayıs 2018), Makyöz, Oyuncu (Büyükçekmece Kuba Camii)
Aliye Turagay (19 Mayıs 2018), Yapımcı, Yönetmen Yardımcısı, Oyuncu (Bebek Camii)
Dinçay Çetindamar (21 Mayıs 2018), Oyuncu (Darıca)
Nasır Melek (25 Mayıs 2018), Oyuncu (Tahran)
Arda Öziri (27 Mayıs 2018), Oyuncu (İzmir Bornova Işıkkent)
Tayyar Yıldız (27 Mayıs 2018), Oyuncu (Karaman Boyalı Köyü)
Selahattin Fırat (03 Haziran 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Kavaklı, Gürpınar Köyü)
Mesut Ünlü (13 Haziran 2018), Genel Koordinatör, Yapım Sorumlusu (Sarıyer)
Güngör Özsoy (15 Haziran 2018), Kamera Asistanı, Set Fotoğrafçısı, Afiş Tasarımcısı (Eyüp)
Asaf Özpetek (02 Temmuz 2018), Yapımcı, Film İthalatçısı (Karacaahmet Mezarlığı)
Nazif Kündem (08 Temmuz 2018), Set Amiri (Sarıyer)
İzzet Yasar (13 Temmuz 2018), Şair, Yazar, Senarist (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Cankat Ergin (13 Ağustos 2018), Yönetmen (Kumyaka, Mudanya)
Funda Ersin (15 Ağustos 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Sıtkı Sezgin (18 Ağustos 2018), Oyuncu (Samsun Derecik Mezarlığı)
Ulvi Doğan (21 Ağustos 2018), Yapımcı, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Toron Karacaoğlu (22 Ağustos 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Altınoluk)
Güneş Karabuda (24 Ağustos 2018), Yönetmen, Senarist, Görüntü Yönetmeni (Stockholm)
Ayla Oranlı (27 Ağustos 2018), Oyuncu (Küçükçekmece)
Esen Günay (29 Ağustos 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Aram Gülyüz (01 Eylül 2018), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (İstanbul)
Ali Gevgilili (11 Eylül 2018), Sinema Yazarı
Deniz Yayın (17 Eylül 2018), Senarist, Sinema Araştırmacısı, Yönetmen, Danışman, Kurgucu, Sanat Yönetmeni (Bursa Karacabey)
Ferdi Merter Fosforoğlu (19 Eylül 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Ankara Karşıyaka)
Oytun Şanal (20 Eylül 2018), Seslendirme Sanatçısı (İzmir Çandarlı)
Yakup Yavru (24 Eylül 2018), Oyuncu (Amasya)
Asım Par (28 Eylül 2018), Yapım Asistanı, Yapım Sorumlusu, Oyuncu (Tekirdağ Saray)
Mehmet Uslu (29 Eylül 2018), Oyuncu (Akşehir)
Kemal İnci (29 Eylül 2018), Oyuncu, Senarist (İzmir Karşıyaka Şemikler Mezarlığı)
Yıldırım Öcek (03 Ekim 2018), Oyuncu (Kadıköy Söğütlüçeşme Camii / Yedikule Mezarlığı)
Kamil Renklidere (06 Ekim 2018), Yönetmen, Oyuncu
Yaman Tüzcet (11 Ekim 2018), Oyuncu, Senarist, Yazar (Bakırköy Kozlu Mezarlığı)
Ara Güler (17 Ekim 2018), Fotoğraf Sanatçısı, Oyuncu (Şişli Ermeni Mezarlığı)
Kemal Öner (29 Ekim 2018), Yapımcı, Belgesel Yönetmeni (Eskişehir)
Aziz Azmet (02 Kasım 2018), Müzisyen, Oyuncu (Üsküdar Şakirin Camii)
Yılmaz Tatlıses (02 Kasım 2018), Müzisyen, Oyuncu
Alev Gürzap (08 Kasım 2018), Oyuncu (Bodrum Torba)
Remo Değerli (15 Kasım 2018), Oyuncu
Mahur Özmen (19 Kasım 2018), Yapımcı, Senarist, Yönetmen (Ankara)
Cengiz Baykal (20 Kasım 2018), Oyuncu (İstanbul Bahçelievler Çobançeşme)
Hasan Gürbüz (22 Kasım 2018), Stüdyo Çalışanı
Uğur Kıvılcım (27 Kasım 2018), Oyuncu (İstanbul Çekmeköy)
Refik Durbaş (30 Kasım 2018), Şair, Oyuncu (Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı)
Sevil Candan (05 Aralık 2018), Oyuncu (Antalya)
Ferit Turgut (07 Aralık 2018), Yapımcı (Karacaahmet Mezarlığı)
Tayfun Akalın (10 Aralık 2018), Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Cengiz Bektaş (21 Aralık 2018), Belgesel Yönetmeni
Erdal Sümer (25 Aralık 2018), Set Amiri, Figüran
Mesut Taner (27 Aralık 2018), Yönetmen Yardımcısı, Yönetmen, Senarist, Oyuncu
Gülriz Sururi (31 Aralık 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Mevlüt Ekinci (31 Aralık 2018), Sinema Emekçileri Sendikası (SİNE-SEN) Kurucu Genel Başkanı, Set Çalışanı (Aksaray Ortaköy Çatin Köyü)

2018’den Benim Seçtiklerim

Son dönemin en bereketli yıllarından birini geride bırakıyoruz. 2018 yılı içinde gönlüme düşen filmlerin sayısı geçen yıllara oranla hayli fazlaydı. Geç izlediğim birkaç tanesi dışında bunların tümü detaylı olarak yer aldı haftalık yazılarımda. 2019 yılında enfes filmlerle yolculuğumuza devam etmek üzere, tüm sinemaseverlere huzurlu bir yeni yıl diliyorum. 2018 yılı için 10 film ile sınırladığım en iyiler listem ise şöyle:

1- SOĞUK SAVAŞ / Zimna Wojna

Polonyalı sinemacı Pawel Pawlikowski’nin son filmi, tutkulu bir aşkın izinde yürek paralayan bir memleket hikâyesi üzerine. 15 çileli yıl yaman bir kurgu maharetiyle akıyor perdeden. Mükemmel oyuncuları, etkileyici ses bandı, doyumsuz siyah beyaz görüntüleri hep birlikte yönetmenin dünyasını oluşturmasına hizmet ediyor.

2- ROMA

Tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile artık geride kalmış bir çağın tasviri. İzleyiciyi çocukluğunun geçtiği yetmişli yılların başlarına taşıyan Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron dönemi usta bir dinginlikle yeniden yaratırken, kendisini yetiştiren kadınlara bir sevgi ve şükran mektubu gönderiyor.

3- ŞÜPHE / Beoning – Burning

Haruki Murakami’nin ‘Barn Burning’ isimli hikâyesinden sinemaya uyarlanmış yılın en iyi filmlerinden biri. Koreli sinemacı Lee Chang-Dong’un mahareti, kısacık metne yeni karakterler ve öykücükleri kaynaştırarak çağdaş Kore toplumunun yaman bir portresini çizmesinde. 11 Ocak’ta vizyona girdiğinde üzerine uzun uzun konuşacağız.

4- YAZ / Leto

Halen ülkesinde ev hapsinde tutulan Rus yönetmen Kirill Serebrennikov’un, 80’li yılların başlarında Leningrad’ın yer altı rock alemine, çökmekte olan Sovyet yönetiminin baskılarına karşın kendilerini müzikle ifade etmek isteyen gençlerin dünyasına taşıyan eseri, siyah beyaz bir özgürlük çığlığı, hüzünlü bir isyanın filmi.

5- KÜL EN SAF BEYAZDIR / Jiang hu er nv

Usta sinemacı Jia Zhang-Ke’nin Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filmi, 21. yüzyıl başından günümüze Çin toplumunun kapitalist dönüşüm sürecini buruk bir sevda öyküsü kanalıyla aktarıyor. Toplumun kıyısında yaşayan bir çiftin kayıp gençlik hayalleri üzerinden ilerleyen bu güzelim film muhtemelen sinemalara gelmeyecek.

6- HİÇBİR ZAMAN BURADA DEĞİLDİN / You Were Never Really Here

İngiliz sinemacı Lynne Ramsay, baştan itibaren saf bir sinemanın peşinde. Ana metnin kara film özellikleri ile hem tür izleyicisinin beklentilerini karşılıyor, hem de benzersiz bir karakter çalışmasına imza atıyor. Sürprizlerle, yanılsamalarla anlatıyor öyküsünü. Yaratıcı kurgusu ve kusursuz yönetmenliğiyle sinema tarihine geçmeye hak kazanıyor.

7- ARAKÇILAR / Manbiki Kazoku

Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda’nın Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü son çalışması, ustanın sevilen tarzını yansıtan dokunaklı bir aile öyküsü. Farklı aile yapısıyla benzerlerinden ayrışan, ‘aile nedir?’ sorusunu toplumsal bir açıdan irdelemesiyle öne çıkan yapım, efsanevi Ozu’yu anımsatan bölümleri ve özellikle plaj sekansıyla büyülüyor.

8- WESTERN

Kadın yönetmen Valeska Grisebach’ın erkekler dünyasına şaşırtıcı bakışıyla sivrilen son dönemin en ilgiye değer yapımlarından biri. Alman sinemacı gösterişsiz, hayranlık uyandıran sade üslubuyla sömürgeciliğin kökleri, Avrupalı olmak, kırılgan erkeklik değerleri üzerine yaman bir sorgulamaya giriştiği filminde amatör oyuncular kullanmış.

9- MİRASÇILAR / Las Herederas

Latin Amerika’da geleneksel geniş bir ailede kadınlar arasında büyüdüğünü söyleyen Marcelo Martinessi’nin bu çok başarılı ilk uzun metrajı tümüyle kadınlar arasında geçiyor. Metaforik bir dille dört başı mamur bir otoriter toplum portresi çizmeye soyunan Paraguaylı sinemacı, baskı ve sınıflar meselesini benzersiz bir aşk ve arzu hikayesi eşliğinde irdeliyor.

10- TARİHE BARBARLAR OLARAK GEÇMEK UMURUMDA DEĞİL / İmi este indifferent daca in istorie vom intra ca barbari

Radu Jude, ülkesinin Nazilerle işbirliği yaptığı yıllarda gerçekleşen 1941 Odessa Yahudi katliamını yeniden canlandırmayla halka açık bir gösteri olarak tasarlayan tiyatro yönetmeninin hikayesini anlatırken, Romanya’nın yakın tarih soykırım utancıyla yüzleşmesini amaçlıyor. Karlovy Vary büyük ödüllü film, yılın benzersiz yapımlarından biri.

(29 Aralık 2018)

Ferhan Baran

ferha@ferhanbaran.com

İçinizdeki Erkeği Öldürün!

“Dünle beraber geçti cancağızım ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyen Mevlana’yı aradan geçen 800 yıl sonrasında bir avukat duyar ve sadece müvekkilinin (bağlı olarak kendisinin) değil, bütün kadınların toplumsal cinsiyet eşitliğini kazanabilmesi için ilk adımı atar.

Ruth Bader Ginsburg, tutucu ve bir o kadar da gerici Amerikan mahkemelerinde bir “devrim” sayılabilecek ilk adımları atan bir avukat. Eşinin hastalığında onun yerine de eğitime katılan, çocuğunu büyütmenin yanı sıra onun yetişmesini hatta hayata tutunabilmesini sağlayan, erkek egemen bir okul ve dünyada ayakta durmayı başaran bir avukat. Büyük mücadelelerle geçen bir yaşam…

Ne kadar da bize benziyor…

Kendisi haksızlıklara karşı mücadele ederken, toplumsal cinsiyet eşitliği kavgasını kora kor verirken, Vietnam Savaşına karşı yükselen toplumsal muhalefetin bir üyesi olma yolundaki kızını alıkoymaya çalışıyor. Bizde de öyle olmuyor mu? 12 Eylül öncesi hayatı değiştirmek için çaba harcayanların hemen hiçbirinin çocuğu yok artık toplumsal mücadelenin içinde… Aynı şeyi Ginsburg ya kızına yapmaya çalışıyor. Şairce söylersek: “Erken öten horozun başını keserlermiş/Bitmez tükenmez ki başın kesile kesile”… kızı da yanında yer alıyor, hatta o da güçlü bir avukat oluyor. Bir diğer açıdan bakarsak da en ilerici, en geniş görüşlü, en devrimci insanların bile tutucu yanları olabiliyor. Ama filmde kızı değil annenin başının (!) kesilmesi söz konusu… Direniyor, yılmıyor, sonunda başarıyor.

Başarılı ama ikinci sınıf

Kadınlar, hele de farklı bir dine mensupsa ne kadar başarılı olursa olsun hep aşağılanıyor. Ginsburg’un 1950’li yıllarda başlayan mücadelesi 1970’lerde ancak meyvesini verebiliyor. Harcanan, koca bir ömür, ama kazanılan erkeklerin de yararına olan vergi yasasındaki değişiklik.

Kadınlar tarih boyunca eşitlik mücadelesi vermiş… Amerikan yasalarında tam 132 maddenin erkek egemen oluşu belirleyici bir örnek. Muhakkak ki, etkileri hâlâ sürüyor ve hayata tam anlamıyla geçmemiş… Yani daha kırk fırın ekmek yememiz gerekiyor, deyim yerindeyse…

Filme gelince…

Sinema tarih kitabı değildir, ama tarihin derinliklerinde kalanları kolay, hızlı ve anlaşılır bir şekilde anlatabilir bizlere.

Ruth Bader Ginsburg’ün, haklı mücadelesinde kadınlarla birlikte erkeklerin de kazandığını, çalışma alanlarında da görülen ayrımın, cinsiyet eşitliği çerçevesinde hepimize örnek oluşturduğunu izlemek gerekir. Ginsburg rolünde Felicity Jones, eşi rolünde Armie Hammer gerçekten başarılı… Ev hayatıyla iş hayatındaki farklılıkları, birbirlerine karşı tutum ve davranışları hiç göze batmıyor. Ginsburg’e destek olan ve yardım eden hukukçu arkadaşlarını da unutmamalı…

On the basis of sex, Eşitlik savaşçısı, Yönetmen Yönetmen Mimi Leder, oyuncular Felicity Jones, Armie Hammer, Justin Theroux, Jack Reynor, Cailee Spaeny, Stephen Root, Sam Waterston, Kathy Bates… 28 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(25 Aralık 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sarkaç Zamanı Öldürür!

Bazı filmler vardır anlatılmaz, izlenir. Soğuk Savaş da onlardan… İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’yı anlatıyor. Bakmayın Polonya, Yugoslavya ya da Doğu Almanya’da geçtiğine… Diğer ülkelerde de, hatta bizim ülkemizde de yaşananlardı filmde geçen…

Türküler şahit!

“Neler çekmiş halkım / Türküler şahit” diyor İlhan Berk. Dere tepe demeden, o soğukta, halk türkülerini kaydetmeye çalışan iki “idealist” derlemecinin düşleri, masa başındaki yöneticinin iki dudağının arasından çıkan tek bir cümle ile sönüyor ister istemez. Türküler, halkın yaşamı olmaktan çıkıp bir propaganda aracına dönüşüyor. Artık dünyayı dolaşsa ne! Alkışlar da yapay, beğeniler de çünkü gerçeği yansıtmıyor, kesinlikle.

Zıtların birlikteliği

Zula ve Viktor, ayrı dünyaların insanı olmakla birlikte, birbirinden kopamayan, buna da bağlı olarak biz izleyiciye yaşamı sorgulamayı sağlayan iki müzisyen. Ayrı pencerelerden bakıyorlar. Ayrı şeyler görüyorlar. Ama birlikteler.

İki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş diyor ya atasözümüz… Düş/ünceler birlikte olmayınca iki gönül ancak samanlıkta saklanır, göster(e)mez yüzünü. Metaforlar olmadan yaşamın ne güzelliği kalır ne de anlaşılırlığı… Peki, metaforlar mıdır bizi ayakta tutan? Peki, ben sorayım o zaman: Siz hayalsiz, metaforsuz yaşayabilir misiniz?

Sinema işte, tam da böyle bir şey. Duyguyla yükselen kaçış, bize zıtlıkların birbirlerini çektiğini, asla kopamadıklarını gösteriyor.

Oscar adaylığı…

Soğuk Savaş, beş dalda birden Oscar adaylığı ile gündemin birinci sırasında yer alıyor. Kuvvetle muhtemeldir ki, kazanacaktır da… Başından sonuna değin dolu dolu bir film. Senaryo çok iyi… hem nalına hem mıhına vuruyor. Kapitalist dünya ile sosyalist dünyayı karşı karşıya getiriyor. Birbirinden bir farkı olsaydı sona ermezdi o iki karşıt gücün biri… Ama birbirinden aslında o kadar da çok farkı var ki, hâlâ ısrar ve inatla tek çözüm olarak gösterilebiliyor. Sosyalist ülkelerde yaşananların gerçekten sosyalizm olmadığı düşüncesini geliştiriyorsunuz filmle birlikte… Bunu sadece aşk ve müzik üzerinden, iki kişiyle başarıyor film.

Oyuncular, müzik, dekor, montaj… hasılı reji çok başarılı. Adaylığı da ödülleri de hak ediyor.

Soğuk Savaş/Cold War, yönetmen Pawel Pawlikowski, oyuncular Joanna Kulig, Tomasz Kot… 21 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(20 Aralık 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Alnımın Çizgilerindesin Memleketim

‘Roma’nın büyülü etkisi sürerken, bir başka muhteşem sinema deneyimine hazır mısınız. Geçtiğimiz hafta Avrupa Film Ödülleri’ni adeta süpüren (en iyi film, yönetmen, senaryo, kurgu ve kadın oyuncu) Pawel Pawlikowski imzalı ‘Soğuk Savaş / Zimna Wojna’dan söz ediyorum. Beş yıl önce ‘Ida’ ile sinemasına olan hayranlığımızı perçinlemiş olan Polonyalı yönetmen, İkinci Büyük Savaş sonrasının tedirgin iklimini etkileyici bir siyah beyaz estetikle perdeye taşıyor bir kez daha.

Bu defa 40’lı yılların sonlarındayız. Polonya kırsalından halk türküleriyle açılıyor film. Savaş ertesinde Doğu Bloku ülkeleri arasında yerini almış olan Polonya Halk Cumhuriyeti’nden iki kentli müzisyen, köy köy dolaşarak halk konservatuvarlarında eğitilmek üzere yetenekli gençleri aramaktadır. Piyanist ve orkestra şefi Wiktor ile yeteneğiyle ışık saçan genç köylü kızı Zula’nın aşkı bu süreçte başlıyor.

Ülkenin gözbebeği haline gelen yeni oluşmuş ‘Mazurka (Mazurek)’ topluluğu süreç içinde Stalinci rejimin propaganda aracı haline geliyor. Milli kültür hazineleri olarak keşfedilen halk türküleri ve danslarının arasına Sovyet liderini kutsayan hamasi ezgiler karışıyor. Mutsuz Wiktor bir Berlin turnesinde Batı’ya iltica kararı alıyor, lakin asi ve güzel Zula’nın diline ve kültürüne yabancı olduğu bir diyara kaçma konusunda tereddütleri vardır.

Röportajlarından öğrendiğimiz kadarıyla kendi ebeveynlerinin 40 yıllık fırtınalı beraberliğinden ilham almış Pawlikowski. Bu uzun ve yorucu süreçte bir ayrılık, hatta annesinin ikinci evliliği söz konusu olmuş. 14 yaşındayken annesiyle birlikte İngiltere’ye göç ediyor sinemacı. Babası da arkalarından geliyor. İkili yıllar sonra yeniden biraraya gelmiş ve birlikte göç etmişler bu dünyadan.

İngiltere’ye iltica etmek isteyen Doğu Avrupalı göçmenlerin sorunlarını dile getirdiği 2000 yapımı ‘Son Çıkış / Last Resort’ ile ilk çıkışını yapan ve en iyi genç yönetmen olarak Bafta ödülünü almış olan sinemacı, ‘Soğuk Savaş’ın ana karakterlerine ebeveynlerinin adını vermiş. Ancak anlattığı hikâye tamamen kurgusal. Filmdeki Wiktor ile Zula’nın aşkı 1949’dan 1964’e uzanan 15 yıl boyunca baş döndürücü bir biçimde sürüyor. Varşova’dan Berlin’e, Yugoslavya’dan Paris’in bohem gece kulüplerine uzanan süreçte, bu coşkun sevdanın peşinden sürükleniyoruz bizler de. Pawlikowski’nin başarısı, bu çileli ve tutkulu 15 yılı yaman bir kurgu maharetiyle seksen dakikadan az bir süre içinde bu denli etkileyici bir biçimde anlatabilmesi. Görüntülerde Lukasz Zal imzasını taşıyan siyah beyaz estetiğin büyüsü, çok iyi bir şarkıcı olan Joanna Kulig ile Tomasz Kot’un mükemmel ötesi yorumları, ses bandından yükselen klasik, caz ve folk ezgilerin güzelliği ayrı ayrı yönetmenin dünyasını oluşturmasına hizmet ediyor.

Yalnızca tutkulu bir aşkın öyküsü değil, yürek paralayan bir memleket hikayesi de ‘Soğuk Savaş’. Rejimin buyruklarını yerine getirmek istemeyen Wiktor, vatanından ve sevdiği kadından uzakta Paris’in ünlü gece kulübünde caz piyanisti olarak çaldığında mutlu olacak mıdır. Filme damgasını vuran ‘İki Aşık’ ezgisi caz versiyonuyla, hatta Fransızca sözlerle kulağı okşayabilir ama Polonya’nın bağrından çıkmış özünden koptukça Zula onu aynı coşkuyla icra edebilecek midir. Kendi kültüründen, kendi insanlarından uzakta yaşamak bir insana, hele hele bir sanatçıya huzur getirecek midir.

Filmi izleyen Polonyalı bir arkadaş ‘neler yaptık biz bu insanlara’ diye içten hüznünü dile getiriyordu. Biz de ülke olarak çok acılar çektirdik yazarlarımıza, şairlerimize diye cevap verdim kendisine. ‘Kime ne yaptık biz?’ sorusuna yanıt arayan kederli Wiktor ile Zula’nın buruk öyküsünü izlerken Nazım geldi aklıma. Gözlerim doldu. Onun vatan özlemi kokan şiirlerinden ‘Memleketim’de şöyle diyordu usta şair:

Memleketim, memleketim, memleketim
Ne kasketim kaldı senin ora işi
Ne yollarını taşımış ayakkabım,
Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
Alnımın çizgilerindesin memleketim,
Memleketim,
Memleketim…

(20 Aralık 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Robotlar da Ağlar

Hayatın bir akışı var, kendince… İnsan(lar) o akışa uymaya, ama bir yandan da kendine çevirmeye çalışıyor. Evrim dediğimiz bu olsa gerek.

Son yıllarda hızla gelişen teknolojiyle birlikte yaşanan değişim gerçekten hepimizi geleceği düşünmeye zorluyor. Olmayacak şey değil… George Melies -ama önce Jules Verne- Ay’a Seyahat çekmişti, kimsenin aklının bile ucundan geçmediği zamanlarda. Ay nurdu, ona gidilemezdi… Aradan geçen yıllar, değil Ay’a, diğer gezegenlere bile gidilebileceğini gösterdi. Şimdi benzeri fantezi(!!!)ler sıradan (!) artık. Çocuklar bile o düşleri kuruyor.

İnsan da… yakında!

Her şeyi zorlayan insan; kendisinin de yapay olabileceğini, ona da duygular yükleyebileceğini düşünüyor. Aşkın Algoritması/Zoe bu umudun filmi…

Ash, android robot olduğuna bakmadan, kendisini üreten Zoe’ye âşık olur. Zoe ise birlikte çalıştıkları Cole’ün peşindedir. Anketlerin sonuçlarına göre normal (!!!) insanların partneri olacak android robot üreten Zoe ile Cole, aralarındaki hoşlanmayı göz ardı edemezler. Ama Cole, mutlu olmasa da evlidir.

Robotlar da ağlar

Gelişen teknolojiyle birlikte gelinen aşamada, üretilen robot insanların diğerlerinden ayırt edilebilmesi mümkün bile değildir. Sokakta, işte, evde hatta lokantada bile o robot insanlar artmış olsa da bir küçük (!) eksikleri vardır. Cole, onlara “duygu” yüklemek ister. Tabii ki en büyük destekçisi Zoe’dir.

Bilim kurgu filmlerin büyük çoğunluğu gergin aksiyonlar oluyor. Belki de gerçekçi bir yaklaşımla (bugün, dünyamızın geldiği durum da bu değil mi? Küresel savaş bekleniyor, yereller zaten devam ediyor, üzgünüm) medeniyetin yok ettiği yeni bir dünyada yeni bir yaşam kurma savaşı ele alınıyor. Aşkın Algoritması/Zoe ise alabildiğine duygusal, alabildiğine sakin ve yalın bir yaklaşımla gelecekte karşımıza çıkacak bir başka soruna parmak basıyor.

Aşk yoksa hayat da yok

“Umutsuz yaşanmıyor” diyor şair, sahiden de umutsuz mümkün değil yaşamdan tat almak… Tüm zorluklarına, eksikliklerine, sıkıntılarına rağmen aşkla sarıldığımız bu yaşamın, gelecekte de aynı güç ve düzeyde olacağını düşündürüyor film hepimize.

Bir damla gözyaşı, yaşama sevinci olabiliyor. Sahi, siz hiç kendi gözyaşınızı sevdiniz mi? Aşkın Algoritması/Zoe o mutluluğu tattırabilir.

Aşkın Algoritması/Zoe, yönetmen Drake Doremus, oyuncular Ewan McGregor, Léa Seydoux, Theo James, Christina Aguilera, Rashida Jones, Miranda Otto… 21 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(19 Aralık 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kaybolmuş Bir Dünyanın Şiiri

Bazı filmleri kelimelere dökmek kolay olmuyor. Alfonso Cuarón imzalı ‘Roma’ işte böylesi sıra dışı sanat eserlerinden. Fellini’nin ‘Amarcord’da yaptığı biçimde, izleyiciyi çocukluk yıllarının kaybolmuş büyülü dünyasına taşıyan Meksikalı yönetmenin çabası, kendisiyle hemen hemen aynı yaşlarda olan benim kuşağım için daha da yüklü anlamlar taşıyor.

1970 yılının ikinci yarısında, bizde de ilgiyle takip edilmiş tarihi Dünya Kupası’nın hemen ertesinde başlıyor Cuarón’un öyküsü. Mexico City’nin merkezinde orta sınıftan ailelerin yaşadığı Roma mahallesinde geçiyor hikâyemiz. Aile reisi doktor baba bir iş seyahati ertesinde eve dönmeyince, annesi, anneannesi, kızkardeşi ve iki erkek kardeşiyle birlikte kalıyor ailenin en küçüğü Pepe. Ancak anlatı, çocuklara anneleri kadar özen gösteren ve onlar üzerinde büyük emeği olan Meksika yerlilerinden hizmetçi kız Cleo’nun gözünden ilerliyor. 70’li yılların çalkantılı siyasal ortamında sosyal hiyerarşi ve aile içi huzursuzlukların canlı ve duygusal portresini çizen Cuarón, ta 1991 yapımı ilk uzun metrajı ‘Solo con Tu Pareja’dan beri kafasında olan ‘Roma’yı hayata geçirirken yaklaşık 50 yıl öncesinin kaybolmuş dünyasını yeniden yaratıyor. Filmde anlatılanların yüzde 90’ının özyaşamsal anılarından kaynaklandığını söyleyen sinemacı, yaşadığı evden, oturduğu mahalleden evde kullandıkları eşyalara kadar her bir detayı özenle koruduğunu ifade ediyor.

‘Roma’nın kendisini yetiştiren kadınlara bir aşk mektubu olduğunun altını çiziyor sinemacı. Senaryoyu oluştururken ailenin bir ferdi haline gelmiş Cleo’nun anlattıklarından büyük ölçüde yararlanmış. Renkli çektiği filminin siyah beyaz olarak basılmasını özellikle istemiş. Kaybolmuş bir dünyadan sahneler aktarırken uzun planlar kullanmış. Yakın çekimlere çok az yer vermiş.

İzleyeni büyüleyen şiirsel bir dinginliğin hakim olduğu ‘Roma’nın bizim kuşak için ifade ettiklerine gelince. 70’lerin Mexico City’si aynı yılların İstanbul’u ile ne kadar da benzerlikler içeriyor. Sosyal ve siyasi kaynama, sokak protestoları, Cleo’nun serseri sevgilisi Fermin benzeri işsiz güçsüz uzak doğu sporlarına hevesli varoş gençlerinin sopayla silahla yürüyüş yapan öğrencilerin üzerine salınması bizim kuşağa yaşadığımız acı yılları hatırlatıyor. O yıllardan kalan güzel şeyler de akıyor perdeden. Cleo ile sevgilisi, bizdeki benzerleri çoktan yok edilmiş büyük ve görkemli sinema salonlarından birinde bir Louis de Funès filmi (Şahane Oyun / La Grande Vadrouille) izliyor. Aynı filmi aynı yıllarda şimdilerde Opera binası olarak hizmet veren Süreyya Sineması’nda izlediğimi hatırlıyorum, duygulanıyorum.

Yanlış anlaşılmasın, duyguları sömüren bir film değil bu. Tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile artık geride kalmış bir çağın şiiri ‘Roma’. Daimi çalışma arkadaşı Emmanuel Lubezki işlerinin yoğunluğu nedeniyle projeye katılamayınca görüntü yönetmenliğini bizzat üstlenmiş ve müthiş bir iş çıkarmış Cuarón. Hizmetçi Cleo’ya hayat veren ve ilk kez perdede gözüken Yalitza Aparicio da öyle.

Dingin bir ön jenerikle açılıyor film. Kamera, ailenin oturduğu evin avlusuna çıkan yol üzerindeki karolara sabit kalıyor uzunca bir süre. Cleo’nun temizlik vaktidir. Elindeki hortumdan çıkan suyun sesini duyuyoruz ekran/perde dışından. Deterjanlı suyla yıkanıyor karolar. Tepedeki pencereden sızan ışığın aydınlattığı su birikintisinin üzerinde belli belirsiz bir uçak silueti beliriyor. Cuarón’un filmin ilerleyen bölümlerinde birkaç kez daha göstereceği gökyüzünde süzülen bu uçaklar, modern teknolojinin hayatları ve yaşam biçimlerini kaçınılmaz bir biçimde dönüştüreceğinin habercisidir sanki. Hayat akıp gidiyor. Çocuklar büyüyor, yaşlanıyor. Dünya değişiyor. Gıptayla, özlemle biraz da gizli bir kıskançlık duygusuyla izledim ‘Roma’yı.

(17 Aralık 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com