Kategori arşivi: Yazılar

Acı da Haz da Yaşama Dair

70. Cannes Film Festivali’nin olay filmlerinden ‘Kalp Atışı Dakikada 120 / 120 Battements Par Minute’ (ya da kısaltılmış haliyle 120 BPM), doksanlı yılların başlarında dünyayı kasıp kavuran AIDS salgınına farkındalık yaratmak için Fransa’da faaliyete geçmiş ACT-UP’ın hikâyesi üzerine. 1987 yılında New York’ta Larry Kramer öncülüğünde temelleri atılmış olan ACT-UP Paris’in hedefi, hem toplumu öldürücü virüsten korunma yolları hakkında bilinçlendirmek, hem de hastalığa kayıtsızlığı konusunda Mitterand hükümetini eleştirmek, öte yandan ilaç şirketlerini mali çıkar gözetmeden araştırmalarını hızlandırmaları konusunda ikna etmektir.

HIV durumları ne olursa olsun, toplumun gözünde pozitif sayılmayı baştan kabul etmiş olan grup üyeleri, ‘su testisi su yolunda kırılır’ misali homofobik bakış açısıyla hastalığı, nefret ve ayrımcılığı alevlendirmek için kullanan bir düzene karşı yaşam mücadelesi vermektedir. ‘Umudun her türlüsüne varım’ sloganıyla yola çıkmıştır her biri. HIV genç yaşlarında örgütlü bir politik direnişte birleştirmiştir onları. Hükümet kaynaklı AFLS benzeri işlevsiz destek kuruluşlarının, kayıtsız ilaç şirketlerinin toplantıları basılır, direniş sokaklardaki gösterilerle sürer, liselerde cinsel ilişkiyle bulaşan virüsten korunma yöntemleri hakkında bilgilendirme çalışmaları yürütülür.

Aynı kişi farklı roller üstlenir grupta. Disiplinli bir tartışma ortamına sahne olan merkezlerinde ateşli politikacı tavırlı gençler, araştırmacı, hasta bakıcı, hemşire rollerine de talip olmuşlardır. Hayatta kalmak için mücadele ederken yaşamın kendisinden vazgeçmeye de niyetleri yoktur. Eğlenmeyi, aşık olmayı, gösteri yürüyüşünde yahut bir çatışmanın ortasında, ya da hararetli bir politik tartışmanın göbeğinde flört etmeyi unutmazlar. Ve böylece film, yoğun bir politik tartışmadan duygu yüklü şiirsel bir evrene doğru yelken açar.

‘120 BPM’ yönetmen Robin Campillo’nun üçüncü uzun metrajı. İlginç bilim-kurgu denemesi ‘Geri Döndüler / Les Revenants’ı sinemalarda, ‘Doğulu Çocuklar / Eastern Boys’u ise İKSV festivallerinden birinde izlemiştik. Fransız sinemacı özyaşamsal anılarından yola çıkmış bu kez. Bizzat aktif bir görev aldığı ACT-UP grubunun başrolde olduğu bir dönem panoraması çizmek istemiş. ‘Poustiyen bir tadı vardı filmin benim için’ diyor. ‘Bir dönemi ve anılarını filme aldığını, birlikte mücadele verdiği dostlarına saygı duruşunda bulunmak istediğini’ ifade ediyor söyleşisinde.

Campillo’nun adını Laurent Cantet filmlerinden de anımsıyoruz. Usta Fransız sinemacı Cantet’nin yıllar önce İstanbul Film Festivali’nde ilgimizi çekmiş olan ‘İş Yok Zaman Çok / L’Emploi du Temps’, ‘Güneye Doğru / Vers Le Sud’ ve de Cannes’dan Altın Palmiye’li ‘Sınıf / Entre Les Murs’ün senaryo yazarı ortağı kendisi. Özellikle ‘Sınıf’tan bildiğimiz belgeselci yaklaşımına son çalışmasında da tanıklık ediyoruz. Ancak coşkun politik söylemi ve yaşam dolu mizahıyla bir döneme tanıklık eden ‘120 BPM’ bir noktadan sonra, çok başarılı iki genç yetenek Buenos Aires doğumlu Nahuel Pérez Biscayart (Sean) ile Fransız Arnaud Valois’ın (Nathan) hayat verdikleri duygulu aşk hikâyesiyle zenginleşiyor. Trajedi ile kutlama, tartışma ve eylemle bedenlerin kutsanması iç içe geçiyor. Ve anlatısal olarak keskin manevralara sahip, sürprizlerle dolu bu dram, sadece geride kalmış bir döneme ayna tutan bir film olarak kalmayıp, örgütlü mücadele ve aktivizmin bugünü üzerine yaman sorular üreten bir belge niteliğine dönüşüyor.

(02 Ocak 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kaderin Esiriyiz

Bir yıl daha gitti. 2017 yılı da giderken sinemamızdan birçok sevdiğimizi de aldı götürdü. 2017 yılında ilk kaybımız Yazar ve Senarist Refik Erduran oldu. 07 Ocak’ta kaybettiğimiz değerli yazar 1955 yılında kendi eserinden çekilen Gün Doğarken adlı filmin senaryosunu yazmış, Canavar Cafer adlı eseri de filme alınmıştı. Ocak ayında kaybettiğimiz ses sanatçısı Selma Ersöz, Dertli Gönüller filminin şarkılarını seslendirmişti. Işık ekibinde çalışan Ömer Ekmekçi filmlerde küçük rollerde de oynadı. 21 Ocak’ta kaybettiğimiz Ayberk Atilla, Karacaahmet’e defnedildi. Kısa Film Yönetmeni Alper Baloğlu memleketi Ordu’da hayatını kaybetti. Tiyatro oyuncusu olarak bilinen Engin Cezzar sinemada oyuncu, yönetmen ve yapımcı olarak eser verdi. Yener Çakmak, İsmet Uluer, Ali Ateş, Ocak ayının aramızdan aldığı yönetmen, oyuncu ve kamera arkası çalışanlarımızdı. Ocak ayı sinemamızın üretken yönetmenlerinden Melih Gülgen’in de aramızdan ayrıldığı ay oldu.

Yapım Koordinatörü Pınar Odabaş Altuğ, TV programlarıyla tanınan Oyuncu ve Görüntü Yönetmeni Tayfun Talipoğlu, Oyuncu Nimet Alp, Nurhan Nur, Orhan Kurt, Mart ayının aramızdan aldıkları arasına katıldı. Hababam Sınıfı’nın Güdük Necmi’si Halit Akçatepe 31 Mart’ta aramızdan ayrılarak Hababam’ın Kalem Şakir’i Tarık Akan’a kavuştu. Nisan 2017, oyunculuk da yapan ses sanatçısı Handan Kara, Prodüksiyon Amiri Berk Bengü, Yönetmen Yardımcısı Ergün Işıldar ve sevilen oyuncu Bülent Kayabaş’ı aramızdan aldı.

Fono Film’in kurucusu Ercan Okan, 02 Mayıs’ta, Oyuncu Süer İzat, 11 Mayıs’ta vefat etti. Tiyatro, Dizi Oyuncusu ve Seslendirme Sanatçısı Payidar Tüfekçioğlu, Çengelköy’de toprağa verildi. TÜRVAK Sinema Müzesi Müdürü Erol Şenel de Mayıs ayında kaybettiğimiz değerlerdendi. Günümüzdeki dağıtım şirketlerinin olmadığı zamanlarda Ankara ve civarına yabancı film dağıtan Yaşar Sadık Özdemir, 28 Mayıs’ta vefat etti ve Ankara’da toprağa verildi. Sinema sektöründe Avukat olarak hizmet veren Faik Tümer Ökten ve yerli sinemamızda Yunus Emre denildiğinde bizim kuşağın aklına ilk gelen isim olan Hakan Balamir aynı ay içinde defnedildi.

2017 Temmuz ayı sinema sektörümüz için çok acımasız davrandı ve Çizgi Romancı, Karikatürist ve Senarist Galip Tekin’le başladığı acımasızlığı sinemamızın unutulmaz karakter oyuncusu Fikret Hakan, Yönetmen Utku Çelik, Oyuncu – Yapımcı Nusret Özkaya, Ses Sanatçısı – Müzisyen Harun Kolçak, sinemamızın en akılda kalan Şoför Nebahat’ı Sezer Sezin, Işık Şefi ve Oyuncu İbrahim Sabuncu’yu aramızdan alarak bu acımasızlığını sürdürdü.

Ağustos ayı da Temmuz’dan aşağı kalmadı ve Grafik Tasarımcısı Tuğrul Süer, Oyuncu Seyfettin Karadayı, Ayşe Berun Goriça, sinemamızın asi çocuğu Kuzey Vargın, birkaç filmde oyuncu olarak beyazperdeye gelen unutulmaz Spiker Mesut Mertcan, bir dönem sinema yazarlarının abisi, genç yaşta aramızdan ayrılan Tamer Baran, Senarist – Oyuncu Erdoğan Avcı, ünlü çocuk kitapları yazarı Muzaffer İzgü, genç yaşta bir cinayete kurban giden erkek güzeli Vatan Şaşmaz, Manken – Oyuncu Filiz Aker ve Oyuncu Ahmet Çetin’i ebediyete intikal ettirdi.

Eylül’de vefat eden ve tek filmle sinemada da kendi sevdiren John Nyambi, Oyuncu – Yapımcı Atalay Özçakır yurtdışında toprağa verildiler. Sinemamızın Yeşilçam döneminin önemli yan oyuncularından Tevfik Şen, 02 Ekim’de aramızdan ayrıldı. Belgeselci Barbro Karabuda, 07 Ekim’de, Seslendirme Sanatçısı ve Oyuncu Gülen Kıpçak, 11 Ekim’de hayata veda etti. Besteleriyle filmlerimize duygu katan Necdet Yaşar, 24 Ekim’de, unutulmaz Kalipso Kralı Metin Ersoy, 29 Ekim’de vefat etti.

Oyuncu Cem Korkmaz, Kasım ayının aramızdan aldığı ilk oyuncumuz oldu ve Bursa’da toprağa verildi. Set İşçisi ve Figüran Kemal Sağlam da Kasım ayında bu dünyadan ayrıldı. Haldun Dormen’le birlikte yaptığı sinema programlarıyla beyazperde ile bağ kuran ve daha sonra oyunculuk ve yönetmenlik yapan Kemal Uzun yılın menfur cinayete kurban giden ikinci sanatçısı oldu. Birçok unutulmaz şarkıya hayat veren Ali Tekintüre ve yine sinemamızın Yeşilçam dönemi oyuncularından Günay Güner, 2017 Aralık ayının bizlerden kopardığı değerlerimiz oldu. 29 Aralık’ta hayatını kaybeden Mustafa Mayadağ, yönettiği Klip ve Belgeselleriyle belleğimizde yerini aldı. 2017’nin aramızdan son kopardığı değerli oyuncu Ayşe Selen, Şişli Camii’nden ebedi istirahatgâhı olan Feriköy Mezarlığı’na defnedildi. Tüm sevdiklerimize Tanrıdan rahmet, kederli ailelerine sabırlar dileriz. Onları hiç unutmayacağız.

(01 Ocak 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sarışının Adı Var Esmerin Tadı Var

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sinemacılardan rica: 7 gişenizden 1 tanesi açıkken ve kuyrukta 10-15 sinemasever beklemekteyken gişe elemanınıza popcorn menüsü satışı için dil döktürmeyin.
Sinemaseverlerden rica: 7 gişeden 1 tanesi açıkken ve kuyrukta 10-15 sinemasever beklemekteyken “Yerim F5, yok yok D8, olmadı K15 olsun” diyerek işin suyunu çıkarmayın.
Sinemacılardan bir rica daha: 7 gişeniz varsa en az 2 tanesini açık tutun. Birisinden geç seansların biletlerini, diğerinden hemen başlayacak filmin biletlerini satın. Hani marketlerde Jet Kasa uygulaması var ya onun gibi. Jet Gişe uygulaması yapın.
Kendimden rica: Popcorn menüsü satışı reklamlarını ve yer seçiminde kararsız davranan seyirciyi 15 dakika bekleyeceğine git paranı at yarışına yatır, para kazanamasan da zaman kazanırsın. En az 2 saat. (01 Eylül 2017)

“Bir tam buğday ekmek, iki poğaça” dedim ve “Kaç para?” diye ekledim. “6 lira” dedi. “7 lira versem olur mu?” dedim. Önce ne diyeceğini bilemedi, bekledi, düşündü. “6 lira yeter abi.” dedi. Gülüştük. Müşteriler genelde aldıkları malın fiyatını düşürmeye çalışır ya, ben yükselttiğim için şaşırdı herhalde. (02 Eylül 2017)

Eski Türkiye’de kumbara ve tasarruf alışkanlığı vardı; Yeni Türkiye’de kredi kartı ve gelecekten harcama modası var. (04 Eylül 2017)

Skiper balık avlanma yasağının 01 Eylül’de kalktığı haberini okuyor; balıkçıların teknelerine atlayıp engin sulara açıldıklarını, ağlarını dökmeye ve avlanmaya başladıklarını ballandıra ballandıra anlatıyor. Keza geçtiğimiz aylarda Karadeniz altını, fındık hasadının başladığını haberciler vasıtasıyla duymayan kalmamıştı. Artık tüm yıl sinemalarda yeni vizyon filmleri izleyebiliyoruz ama şu kadar yıldır Eylül aylarında TV.lerin ana haber bültenlerinde “Sinema sezonu başladı, yeni ve güzel filmler izleyeceğiz” gibi ortalığı ayağa kaldıran haberler dinlemedik. Ne bileyim uzun bayram tatilleri olduğunda hemen “Turizmciler yaşadı, restoranlar tıka basa dolacak” vs. gibi haberler duyuyoruz. Arada sırada “Sinemacılar bayram tatiline bomba gibi filmlerle giriyor, salonlar koşun”, “Okullar tatil oldu, haydi çocuklar sinemaya” gibi haberler de yapın heeey sinemanın çocuğu TV kanalları. (04 Eylül 2017)

Bakın size bir soru: Elma, kiraz, badem, sırma, zeytin, kor, kömür, kalem kelimelerinin ortak özelliği nedir? Bilen 10 kişiye e-posta ile imzasız fotoğrafımı göndereceğim. Hadi bakalım yağdırın cevapları. Bilen olmazsa bir sonraki paylaşımda cevabını yazarım. (02 Eylül 2017)

Bir önceki paylaşımda “Elma, kiraz, badem, sırma, zeytin, kor, kömür, kalem” kelimelerinin ortak özelliği nedir?” diye sormuş ve “bilen olmazsa bir sonraki paylaşımda cevabını yazarım.” demiştim. Bilen olduğu için cevabı yazmıyorum.
(Hadi yine dayanamadım yazayım bari: Bu kelimelerin tümü erkek milletinin sevgiliyi tarif etmekte kullandığı kelimelerdir. “Elma yanaklı, kiraz dudaklı, sırma saçlı, kalem kaşlı” şeklinde tarif edilir. Gözler kalbin aynası olduğu için tek benzetme yetmez, “badem, zeytin, kömür” kelimeleriyle tarif edilir. “Kor” ise Münir Nurettin Selçuk’un “Endülüs’te Raks” adlı şarkısında, “Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli” şeklinde geçiyor.) (Bu soru – cevaplı paylaşımın ilhamını az önce Nesrin Sipahi’nin söylediği yukarıda bahsi geçen şarkıdan aldım.) (02 Eylül 2017)

Ziya Paşa mı söylemişti? Şöyle: “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” Sadi Paşa olarak günümüz kamuoyuna hatırlatayım. Sosyal medyada yazılanlardan üzerinize alındığınız olursa Paşanın bu sözünü paylaşın. Söz yerine ulaşır. Paylaşan rahatlar, anlayan anlar fekat rencide olmaz. Ne şiş yanar ne kebap. (03 Eylül 2017)

Bazen kendime “Sinema tutkusuna fazla mı esir oldum” diye soruyorum. Sonra çevreme bakıyorum. Birisi Beşiktaş’ın 1957 yılında falanca lig maçının 85. dakikasında golü filanca futbolcunun attığını ballandıra ballandıra anlatıyor. Diğeri Marmara’nın feşmekanca sularında Çinekop’un bol olduğunu, Palamut’u yakalamak için şöyle misina, böyle iğne kullanılması gerektiğini mutlu mutlu ifade ediyor. O zaman “Eee” diyorum, biz fanatik sinemaseverlerin de sohbete “Marilyn Monroe’nun sarışının adı var”ından “Penelope Cruz’un esmerin tadı var”ına, Rock Hudson’un özel meraklarından, Angelina Jolie – Brad Pitt çiftinin her renkten çocukları evlat edinmelerine geçerek sohbet etmemizi normal bulu veriyorum. (04 Eylül 2017)

“Yarası olan gocunur” da, “Gocusu olan yaranır” mı? (03 Eylül 2017)

Ajda Pekkan’ın “Kimler geldi, kimler geçti” şarkısının adını son yıllardaki film dağıtım şirketlerine uyguladığımda şöyle bir sonuç çıkıyor:
Kimler geldi: TME Films (The Moments Entertainment adını kısaltması iyi oldu), FFD Film (Feature Film Distribition adını kısaltması iyi oldu), CGV Mars Dağıtım (CGV’nin açılımını merak ediyorum doğrusu / İnsanoğlu böyledir, kısaltmayı takdir eder, kısanın da açılımını öğrenmek ister), Başka Sinema, MC Film, Derin Film, Orak Film.
Kimler geçti: Tiglon Film, Medyavizyon Film, A & P Filmcilik, UNP Filmcilik, Belge Film, M3 Film, 35 mm Filmcilik, Duka Film, Roll Caption.
Gidenlere de gelenlere de selam olsun.
Geçen yıl sonuna kadar yağmur gibi yabancı film ithal eden Calinos Films’e de selam olsun. Tesbit edebildiğim kadarıyla 30 Aralık 2016 tarihinde vizyona sunduğu “Şeytanın Oğlu” (Incarnate) adlı filmden sonra herhangi bir filmi sinemalarımıza uğramadı.
(Şirket adları rastgele sıralandı.) (04 Eylül 2017)

“Kardeşim Benim 2” filminin PR.cısı arkadaşlara teşekkür ederim, sağolsunlar filmin teaser afişini IMDb.ye kadar ulaştırmışlar. İndirdim. (04 Eylül 2017)

(30 Aralık 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

2017’den Benim Seçtiklerim

Bir seneyi daha geride bırakmaya hazırlanıyoruz. Sinema sezonu yıl bitiminde sona ermiyor kuşkusuz, ancak her yazardan geleneksel bir değerlendirme ve en iyiler listesi vermesi beklenir. 2017 yılı içinde izlediğim ve duygusal olarak en çok etkilendiğim 10 filmi aşağıdaki şekilde toparladım.

1- Buğday

Semih Kaplanoğlu’nun üç ayrı kıtada farklı mekânlarda çekip kurguladığı geniş bütçeli filmi, sinemacının dünyanın gidişatına dair kaygıları ve umuda yolculuğu üzerine. Kaosun yaşanmakta olduğu yeryüzüne dair bir bilim-kurgu hikâyesi olarak başlayan filminde bugünü anlatmaya çalıştığını ifade ediyor Kaplanoğlu. İlahi ile bilimsel alanın hep birarada olduğunu savunurken, bilim-kurgu ile tasavvuf ilmini ustaca bağdaştırıyor.

2- Beden ve Ruh / Teströl És Lélékröl

Deneyimli Macar sinemacı Ildiko Enyedi’nin 19 yıl aradan sonra çektiği 67. Berlin Film Festivali’nin Altın Ayı ödüllü yapımı, mizahın eksik olmadığı büyülü gerçeklik tadı taşıyan nefis bir sevda öyküsü. Beklemedikleri bir aşk ile baş etmenin şaşkınlığını yaşayan iki yalnız ruhun aykırı aşk hikayesinde mükemmel oyuncu performansları göz dolduruyor.

3- Sevgisiz / Nelyubov

Çağımızın önde gelen yaratıcılarından Andrei Zvyagintsev ‘Elena’ ve ‘Leviathan’ın ardından çağdaş Rus toplumunu bir kez daha otopsi masasına yatırmış. Usta sinemacı, adaletsizlikle, kavgayla ve sevgisizlikle yoğrulmuş bir toplumun portresini çizmeyi sürdürüyor. Ülkemizde festivallerde izlenen filmin yaygın gösterimi Ocak 2018’e ertelendi.

4- Umudun Öteki Yüzü / Toivon Tuolla Puolen

Absürd tonlarda gezinen kendine özgü gülmeyen mizahıyla Aki Kaurismäki’yi ne kadar özlemişiz. Finlandiyalı usta sinemacı bir kez daha çağımızın en yakıcı meselesi olan mülteci sorununa eğilirken duygu sömürüsüne kalkışmadığı gibi, olan biteni Kuzey Avrupalılara özgü mesafeli bir tavırla aktarmayı seçiyor. Nefes aldıkça umut vardır misali insanlığa, insani dayanışmaya dair umudunu hiç yitirmiyor.

5- Mutlu Son / Happy End

Büyük usta Michael Haneke’nin son filmi de mülteci meselesi üzerinden ilerliyor. Etkileyici bir mutsuz Avrupa tablosu çizerken, iletişim teknolojisinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği ve mahrem alanların hızla işgal edildiği çağımızda insan hayatının nasıl da giderek çölleştiği, yalnızlık ve mutsuzluk meselesinin nasıl da tavan yaptığına dair yaman çelişkiyi gözler önüne seriyor.

6- Ana, Sevgilim / Ana, Mon Amour

Romanya Yeni Dalgası’nın temsilcilerinden Calin Peter Netzer, ‘Çocuk Pozu’ndan sonra çektiği yeni filminde bir kara sevda öyküsü anlatıyor. Genç bir çiftin uzun yıllara dayanan sorunlu ilişkisini psikanalize geniş yer açan bir senaryo vasıtasıyla ele alan, dinamik el kamerası, Berlin’den ödüllü yaman kurgusu ve doğal oyunculuklarıyla gönlümüze yerleşen bir film bu.

7- Zama

‘Bataklık’ ve ‘Başsız Kadın’ ile hayranlığımızı kazanmış olan Arjantinli sinemacı Lucrecia Martel imzalı edebi uyarlama, 18. yüzyılın Paraguay sömürgesinde görevli İspanyol yetkili Diego de Zama’nın ailesinin özlemiyle umarsızca tayinini beklediği çileli yıllarını ve deliliğe adım adım evrilişini büyüleyici bir sinema diliyle anlatıyor.

8- Benim Mutlu Ailem / Chemi Bednieri Ojakhi

‘Hayatın Baharı’nın yönetmenleri Nana Ekvtimisvili ve Simon Grass imzalı Gürcistan yapımı film, 25 yıllık evli edebiyat öğretmeni kadının, anne-babası, kocası, iki yetişkin çocuğu ve damadıyla birlikte yaşadığı üç odalı evini terk ederek tek başına bir eve çıkma kararı alışı üzerinden ilerliyor. ‘Bizim aile, mutlu aile’ klişelerini ters yüz eden yapısıyla yılın en ilgiye değer çalışmalarından biri.

9- Dunkırk

Adını İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren mucizevi tahliyeden alan Christopher Nolan imzalı yapım, yaratıcısının da altını çizdiği gibi konvansiyonel bir savaş filmi değil. Farklı zaman dilimlerinde geçen olayların kurgu marifetiyle şimdiki zamanda birleştiği İngiliz asıllı sinemacının bu en kişisel çalışmasında, Dunkirk sahilinde yaşanan ölüm kalım mücadelesi üzerine deneysel bir seyir hedeflenmiş.

10- Hayalet Hikâyesi / Personal Shopper

Fransız sinemacı Olivier Assayas, Cannes’dan en iyi yönetmen ödüllü sıra dışı çalışmasında, gotik hayalet öyküsünü çağdaş elektronik alışkanlıklarla harmanlamış. Yabancılaşma ve kimlik arayışı üzerine kafa yoran, beden ile ruh arasındaki huzursuz ilişkiyi kurcalayan film, maddi dünya ile ruhlar dünyası arasındaki kişisel yolculuğun ilginç bir tasviri.

(25 Aralık 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yitik Umutların Peşinde

Sinemanın ihtiyar delikanlısı Woody Allen, hayli ilerlemiş yaşına rağmen her yıl bir film çekme geleneğini sürdürüyor. Bu hafta sonu bizde de gösterime giren son çalışması ‘Dönme Dolap / Wonder Wheel’, 1950’lerin Coney Adası’nda bir lunaparkın hareketli ortamında kaderleri kesişen karakterlerin hikâyesini anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde yazar olabilmek umuduyla büyük kente kapağı atmış, hayatını kazanmak için plajda cankurtaranlık yapan Mickey (Justin Timberlake) ile açılıyor film. Tanınmış bir oyun yazarı olabilme hayaliyle yanıp tutuşan genç adam kameraya doğru bakarak, (Woody’nin sözcüsü sıfatıyla) ‘melodramlardan ve ağdalı kişiliklerden haz aldığını’ aktarıyor bizlere. O dönemin oyunlarında ya da filmlerinde oldukça sık rastladığımız karakterler bunlar. Hevesli Mickey, Eugene O’Neill hayranı. Kendinden yaşça büyük Ginny (Kate Winslet) ile flörtü olsa olsa oyunlarına ilham verecek bir yaz macerasıdır onun için.

Lunapark’ın atlıkarınca operatörlüğünü yapan Humpty’nin (Jim Belushi) karısı olan Ginny tam da Woody’ye uygun bir dram karakteri olarak öne çıkıyor. Yakında kırkına basacak olan feleğin çemberinden geçmiş kadın, yitik umutlarının peşinde genç adamın kollarına sığınmıştır. Lunapark’ın içindeki atış poligonun hemen üzerindeki gürültülü dairede yaşar dangul dungul kocasıyla. Yeşil gözlerine vurulduğu davulcu ilk kocası küçük oğluyla bırakıp gitmiştir O’nu. Bu terk edilişte kendi ihanetinin payı olduğunu da açıklayacaktır dürüstlükle. Gösteri dünyasında bir rol kapabilmek için uğraşıp didindiği yıllar çok gerilerde kalmıştır artık. Bir midye lokantasında garson olarak ömür tüketirken genç yazar adayının ilgisi onun yeniden düşler kurmasına neden olur. Ta ki, Humpty’nin gangster kocasından kaçarak baba evine sığınan kızının (Juno Temple) Mickey’nin ilgi alanına girmesine kadar…

Coney Adası’nın tüm parıltısına, eğlence parkının rengarenk atmosferine tezat bir biçimde, Woody’nin son dönemde çektiği en hüzünlü filmlerden biri ‘Dönme Dolap’. Tennessee Williams’ın ünlü oyunu ‘Arzu Tramvayı’ndan (A Streetcar Named Desire) yola çıkmış ‘Blue Jasmine’in ardından dramatik bir kadın karakteri merkeze almış yine. Ginny’nin koyu dramı Bertolucci’nin görüntü yönetmeni usta Vittorio Storario’nun benzersiz renk düzenlemeleriyle akıyor perdeden. Kariyerinin en parlak kompozisyonlarından birinde döktüren Winslet’in ilk evliliğinin ve oyunculuk hayallerinin çöküşünün öyküsünü dile getirdiği (Zeki Demirkubuz’un pek seveceği) uzun monologunda üstadın kamerası oyuncunun yüzünden ayrılmıyor; Ginny’nin hikâyesine, ay ışığında okyanusun koyu mavi ışıltısı eşlik ediyor. Coney kaldırımlarının parlak sarı ışıkları, Ginny’nin mutsuz yatağına yansıyan kırmızı neon lambaları, günbatımının turuncusu son mutluluğun peşindeki Ginny’nin dramına fon oluşturuyor. Woody’nin bir mizah unsuru olarak kurguladığı Ginny’nin 10 yaşındaki kundakçı oğlunun sebep olduğu alevler, son tahlilde genç kadının sönmemiş tutkularının son kıvılcımları olarak metaforik bir anlam kazanıyor.

82 yaşındaki Woody, başrollerinde ‘Beni Adınla Çağır / Call Me By Your Name’ filmiyle yıl sonu ödül listelerinin gündemine oturan Amerikalı genç oyuncu Timothée Chalamet ile Jude Law ve Elle Fanning gibi tanınmış isimlerin yer aldığı yeni filmi ‘New York’ta Yağmurlu Bir Gün / A Rainy Day In New York’un çekimlerini tamamlamak üzere bugünlerde. Ne diyelim, Allah uzun ömürler ve çalışma gücü versin ihtiyar delikanlıya…

(23 Aralık 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Manifesto

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Nokta deyip geçmeyin; bir nokta çok şey değiştirir. Kulaktan dolma türkücüysen türkünün “Evvelim sen oldun, ahirim sensin” dizesini, “Evvelim sen oldun, ahırım sensin” olarak söylersen rezil oldun gittin demektir. Pos, pala, kaytan, burma bıyıkların bile yiğitliğe geri döndüremez seni. (24 Ağustos 2017)

“Görkem var, organizasyon sıfır.” (Vallahi atasözü gibi oldu; aferim bana.) (26 Ağustos 2017)

Bakın size bir öneri: Bir şekilde çaresini bulup horon oynayan ekiplerin enerjisinden elektrik üretmeli. (Nasıl ama, müthiş bir öneri değil mi?) (26 Ağustos 2017)

Trabzon Avşar Sinemaları adını içinde bulunduğu AVM.den alıyor ve Varlıbaş Avşar Sinemaları diye anılıyor. Lara Sinemaları adını üzerinde bulunduğu Saray Çarşısı’ndan alıyor ve Lara Sinemaları diye anılıyor. Şimdi bendeniz de bu cümlede bir tuhaflık olduğunu seziyorum. “Lara adını Saray Çarşısı’ndan alıyor da nasıl Lara oluyor” diyebilirsiniz. Şöyle oluyor: Sinemanın adı daha önce Saray Sineması’ymış, bölünme modası sonrasında bölünüp, yenilenince adı Lara’ya dönüşmüş. Hemen arkasındaki sokakta bulunan Royal Sinemaları da dünyaya Konak Sineması olarak gelmiş, o da bölünme modası sonrasında yenilenince Royal olmuş. Konak deyip geçmeyin, bir zamanlar bu sinemanın bir kardeşi Samsun’da, diğer bir kardeşi de İstanbul Harbiye’deydi. Samsun’dakini görmedim ama Harbiye’deki Konak Sineması’nda bir sürü güzel film izlemiştim. Her üç sinema da bir zamanların efsane ithalatçısı Konak Film’in sinemalarıydı. Hatırladığım kadarıyla Konak Film daha sonra Başaranlar Film’e dönüştü. (30 Ağustos 2017)

Festivaller sarsılıyor: 2016 yılı film festivalleri için uğursuz bir yıl olarak hatırlanacak. Yıl içinde 2. Uluslararası Edirne Film Festivali yapılamadı, bu yıl da 9. aya gireceğiz Edirne’den çıt yok. Keza Malatya Uluslararası Film Festivali de 2016 yılında yapılamadı, Köyceğiz Kaunos Altın Aslan Türk Filmleri Festivali yapılamadı, SineMardin Uluslararası Film Festivali yapılamadı. Köyceğiz ile Mardin’in 10. festivalleri 2015 yılında yapılmıştı. Köyceğiz 11. festivalini geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız gerçekleştirdi, ne basının ne basmayının haberi oldu. Neyse ki önümüzdeki günlerde gerçekleştirilmesi planlanan 11. SineMardin Uluslararası Mardin Film Festivali sesli sedalı çalışmaya başladı, bir ressama yaptırdığı festival afişini sosyal medyada dolaşıma sundu. 2017’nin uğursuzluğu da ülkemizin önde gelen film festivallerine nazar değmesi oldu. Uluslararası Antalya Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nı kaldırarak 53 yıllık geçmişini karaladı. Uluslararası Adana Film Festivali de tecrübeli kadrosunu feshetti. Yeni kadro sosyal medyaya yüklendi, her gün facebook’ta olsun, twitter’da olsun yağmur gibi paylaşımlar yapıyor ama ülkemizin ünsüz sinema sitesi sadibey.com’un varlığından haberi yok. Özet olarak başa dönesek: Festivaller sarsılıyor. (30 Ağustos 2017)

Sezen Aksu, “Manifesto” adlı şarkısının ilhamını Cate Blanchett’in 13 ayrı karakteri canlandırdığı “Manifesto” filminden mi almış? Şarkının adını sormuyorum, o belli de, klipte kliktan kliğa girdiğini görünce sorayım dedim: Sezen Aksu “Manifesto”nun ilhamını “Manifesto”dan mı almış? Başına taç konduruyor kraliçe oluyor, omuzuna kürk atıyor hayvansever oluyor, bıyık takıyor erkek oluyor, kafasına çiçekten çelenk koyuyor hippi oluyor, erkek şapkası takıyor vatman oluyor, vs., vs., (31 Ağustos 2017)

Atalarımız zamanında hakikaten güzel sözler söylemişler, bunlardan “beterin beteri var, haline şükret dostum”a basın toplantılarından bir örnek vereyim. Fi tarihinde, Uluslararası Antalya Film Festivali’nin İstanbul basın toplantısına katılanların sadece 8-10 tanesini tanıdığımı yazmıştım. Az önce internette, yeni kültür bakanımızın İstanbul’da medyanın kültür ve sanat bölümü mensuplarıyla geçen ay yaptığı toplantının fotoğrafına rastladım. Gözlüksüz baktım, gözlükle baktım, bilgisayar ekranına burnumu sokup baktım, yandan baktım, üstten baktım, inan olsun o kadar medya kültür sanat elemanından sadece 1 (yazıyla bir) tanesini tanıyabildim. Valla, billa, iki gözüm yerinde dursun ki doğru söylüyorum. (31 Ağustos 2017)

Yeni Türkiye’nin mucizelerinden birisi de şans oyunları vasıtasıyla zengin olma ihtimalimizin artmış olması. Benim gençliğimde bildiğim kadarıyla sadece Milli Piyango vardı, çekerek zengin olmaya çalışıyorduk. Sonra hayatımıza Spor Toto girdi, doldurarak zengin olmaya çalıştık. Maşallah günümüze baktığımızda şansımız bir hayli yükseldi. Eski şans oyunlarına İddaaa eklendi, Şans Topu eklendi, Sayısal Loto eklendi. Ömrümüz vefa ederse olacağız netekim. (31 Ağustos 2017)

Bir “Planlasan Böyle Olmaz” Hikâyesi: İlk bir iki gün sorun olmadı, yarışma filmlerini izledik. Sonra nereden ve nasıl çıktıysa “jüri filmleri kendi başına izlemeli” raconu arz-ı endam etti. Neyse ki ulaşımda “jüri servis arabasına kendi başına biner” diye bir racon kesilmediğinden 3. gün sinemaya birlikte gittik. Gruptan ayrıldım, yaklaşık 2-2,5 saatlik zaman aralığından sonra yine birlikte yemeğe gidilmesi planlandı. O zaman aralığında bir film izleyeyim dedim. Festival filmi denk getiremeyince 16:18’de sinemanın gişesine dayandım. Dernek kartımı gösterip müdürden onay alana kadar 2 dakika geçti mi, geçti. 16:20’de gişedeki kızdan, “Belalı Tanık” (Hitman’s Bodyuguard) filmi için bilet vermesini rica ettim. Gösterimin 10 dakika önce başladığından bahisle bilet veremeyeceğini söyledi. Sağ çaprazımdaki diğer filmlerin seanslarına baktım. Allah’ın lütfu mudur nedir, zaman aralığına sadece “Cumali Ceber”in seansı denk geliyordu. “Cumali Becer”in 16:40’daki seansına bilet aldım. O biletle 16:25’te, yani 15 dakika gecikmeli olarak “Belalı Tanık” filmine girdim mi girdim. Filmin sonuna doğru, yaklaşık 15 dakika kala, zırt bir mesaj: “Hocam neredesiniz, yemeğe gidiyoruz.” Çıktım mecburen. Yemeğe gittik. Yedik. Dolayısıyla hayatımda ilk defa başından 15, sonundan 15 dakikasını izleyemediğim bir filmim oldu. Bir başka facebook paylaşımında da, yine festival programını denk getiremeyince ticari gösterimdeki “Dangal” filminin ilk yarısını bir gün, ikinci yarısını başka bir gün izlemek zorunda kaldığımı yazarım mı, yazarım. (Bu paylaşımın gerçek hayattaki kişi ve kuruluşlarla ilgisi yoktur. Benzerlikler bulunursa tesadüfidir.) (01 Eylül 2017)

(18 Aralık 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Türk Sinemasının Sessiz Yıllarını Dinlemek İster misiniz?

Sinemaseverler, sinema tarihiyle ilgilenenler ve özellikle sessiz dönem Türk sinemasına merak duyanlar, Yapı Kredi Kültür Sanat’ta kaçırmamanız gereken bir söyleşi var: Türk Sinemasının Sessiz Yılları.

Söyleşi 15 Aralık Cuma günü, Yapı Kredi Kültür Sanat – Loca’da yapılacak. Konuşmacılar sinema yazarları Burçak Evren ile Barış Saydam ve Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi (1895-1922) adlı kitabı bu yıl Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Ali Özuyar.

Söyleşide Türk sinemasının Osmanlı’da başlayıp Cumhuriyet’in kuruluşuna dek süren sessiz yılları konuşulacak. Özuyar’ın titiz bir arşiv çalışması ve tarih metodolojisine dayanarak dört başlık altında (İstibdat Dönemi, II. Meşrutiyet Dönemi, I. Dünya Savaşı Yılları, Mütareke ve İşgal Yılları) incelediği bu “sessiz yıllar”da sinemanın dönemin siyasi, iktisadi ve sosyokültürel koşullarından nasıl etkilendiği tartışılacak.

Söyleşiye pek çoğu ilk kez yayımlanan belgeler, fotoğraflar ve sessiz dönem Türk filmlerinden kısa parçalar eşlik edecek.

Türk sinemasının çok bilinmeyen sessiz yıllarının konuşulacağı etkinlik Kültür Tarihi Konuşmaları kapsamında gerçekleştiriliyor.

15 Aralık 2017 Cuma
Kültür Tarihi Konuşmaları
Türk Sinemasının Sessiz Yılları
Yer: Yapı Kredi Kültür Sanat – Loca
Saat: 18:30
Konuşmacılar: Ali Özuyar, Burçak Evren, Barış Saydam

Ali Özuyar

1971 yılında Bergama’da doğdu. 1996’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Tarih bölümünden mezun oldu. Siyah-Beyaz Gazetesi’nde film eleştirmenliğiyle başlayan yazı hayatını Antrakt, Sinema, Pencere, Popüler Tarih, Toplumsal Tarih, Sinematürk ve Cinemascope dergilerinde Türk Sineması’nın ilk yıllarına ilişkin birçok makalesiyle sürdürdü.

Sinemanın Osmanlıca Serüveni (1996), Babıâli’de Sinema (2004), Devlet-i Aliyye’de Sinema (2007), Modern Tarihin İlk Sivil Esir Kampı – Knockaloe ve Meçhul Türkler (2008), Faşizmin Etkisinde Türkiye’de Sinema (1939-1945) (2011), Türk Sinema Tarihinden Fragmanlar (2013), Sessiz Dönem Türk Sinema Antolojisi (1895-1928) (2015) ve Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi (1895-1922) (2017) adlı kitapları yayımlandı.

TRT’nin Genç Sinemacılar projesi kapsamında Bir Cinnet-i Aşk Cinayeti (2003) adlı bir kısa film çekti. 2011 yılında Mahur Özmen ile birlikte Adalet Oyunu adlı ilk sinema filmini çekti.

Yönetmen Filmografisi:
Adalet Oyunu – 2009 / Ali Özuyar, Mahur Özmen
(1. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, Askıda Hukuk ve İnsan Hakları Bölümü, Gösterim. 2011)

Kısa Filmleri:

– Kısa Metraj Üzerine Bir Film – 11′

– Bir Cinnet-i Aşk Cinayeti – 2003
(15. Ankara Film Festivali, Ulusal Kısa Film Yarışması, Finalist. 2003)

(13 Aralık 2017)

Serpil Boydak

serpil_boydak@yahoo.com

Huzur Maskesinin Ardındaki Dehşet

Amerikan rüyasının değişmez sembollerinden biridir banliyöler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ekonomik refah döneminin ve de nükleer savaş korkusunun etkisiyle banliyö hayatı Amerikalıların gözde yaşam tarzı haline gelmiştir. Günümüzde tüm dünyayı sarmış bulunan, ailelerin hep birlikte vakit geçirdiği büyük alışveriş merkezlerinin temeli hep bu dönemde atılmıştır. Hollywood yıldızlarından George Clooney’nin son yönetmenlik denemesi ‘Suburbicon’ 50’li yılların böylesine popüler bir banliyö merkezinden alıyor adını.

Çarpıcı bir reklam kampanyasıyla tanıtılıyor ‘Suburbicon’ filmin ilk karelerinde. Gürültünün trafiğin olmadığı, okulları ve tam teçhizatlı sağlık kurumlarıyla kendi kendine yeten bir yeryüzü cenneti olarak. Siyahi bir ailenin taşınmasıyla mahalledeki dengeler sarsılıyor. Afrikalı Amerikalılarla birlikte yaşamaya gönülsüz beyazlar ırkçı şiddeti adım adım tırmandırmaya başlıyor. Clooney’nin filmi bu gergin girişin ardından siyahi Mayers ailesinin karşı komşusu Lodge’ların gizemli hikâyesine odaklanmayı tercih ediyor.

Beyaz ailenin evinde tuhaf bir gasp olayı yaşanıyor bir gece. Silahsız iki soyguncu evin bireylerini etkisiz hale getiriyor. Yoğun doz kloroforma maruz kalan evin kötürüm annesi olay sonrasında hayatını kaybediyor. Yaşadıklarının bir kurmaca olduğunu keşfeden evin küçük oğlu Nicky’nin gözünden izlediğimiz hikâye dehşetengiz bir cinayet silsilesine dönüşürken, komşu bahçede benzer bir ırkçı terörün fitili ateşleniyor.

‘Suburbicon’, Coen biraderlerin 2000’li yılların ortalarında çekilmesi planlanan ancak daha sonra rafa kaldırılmış özgün hikâyesinden yola çıkmış. Aynı projede eksantrik sigorta müfettişini canlandırması düşünülmüş olan Clooney, Coen’lerin öyküsünü 50’li yıllarda Levittown, Pennsylvania’da yaşanmış gerçek bir linç hadisesiyle birleştirmiş. Mayers ailesinin liberal geçinen Kuzey Amerikalıların ırkçı öfkelerinin hedefi haline gelişini, komşu evde yaşanan ürpertici olaylar silsilesiyle paralel olarak anlatmayı denemiş.

Proje kağıt üzerinde hayli çarpıcı duruyor. Beyaz evinde yaşanan dehşetin farkında dahi varmayan ve tüm öfkesini ‘yaşanan ölümcül olaylardan’ sorumlu tuttukları kendi halindeki siyahi aile üzerine kusan, Güneyin Klu Klux Klan takımını aratmayan ırkçı beyaz topluluğun hikâyesi Trump öncesi bir dönemde kaleme alınmış ve çekimler gerçekleşmiş. Ancak başkanlık seçimleri ve ardından Charlottsville’de yaşanan ırkçı terör ve başkanın olaylar karşısındaki taraflı tutumuyla güncelin ve sıcak gelişmelerin sözcüsü olma fırsatını elde etmiş bir çalışma bu aslında. Ancak elindeki malzemeyi yeterince etkin kullandığı söylenemez. Önceliğin Lodge ailesinin evinde yaşanan Coen biraderler entrikasında olduğu yapımda, siyahi ailenin fertleri ve dertleri geri planda kalmış. Baba Mayers’ın tek bir repliğine bile yer yok Clooney’nin filminde. ‘Fargo’dan ve son dönemde Coen’lerin yürütücü yapımcılığını yaptıkları üç sezondur ilgiyle izlenen aynı adlı TV dizisinden aşina olduğumuz küçük kasabaların huzur maskesinin ardındaki dehşet kasırgasına yeni bir şey ekleyemiyor film, komşu evlerde yaşananlar heyecan verici bir biçimde kurgulanamıyor. Matt Damon, (çifte rolde) Julianne Moore ve Clark Gable bıyığı ve kemik gözlükleriyle eksantrik sigorta müfettişi kompozisyonunda parlayan Oscar Isaac’in performansları, Robert Elswit’in aydınlık / karanlık karşıtlığını özenle yaratan görüntüleri, Alexander Desplat’nın dönemin ruhunu yakalayan müzik çalışması filmi ancak seyredilir hale taşıyabiliyor.

(11 Aralık 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Daha İyi Bir Dünya İçin

Ülkemiz sinemasından heyecan verici bir keşif olarak parlıyor ‘Körfez’. Genç sinemacı Emre Yeksan’ın dünya prömiyerini 74. Venedik Film Festivali’nin ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisinde yer almış ilk uzun metrajı bu hafta gösterime giriyor. Film, otuzlu yaşlardaki Selim’in sona ermiş bir evlilik sonrasında İstanbul’dan İzmir’e dönüşüyle başlıyor. Genç adam baba ocağında eski hayatının izleriyle karşılaşırken, körfezde meydana gelen bir tanker kazası hayatı derinden sarsıyor, olayın ardından insanlar akın akın şehri terk ederken Selim geride kalanlarla birlikte bambaşka bir dünyanın hayallerini kurmaya başlıyor.

‘Körfez’ otobiyografik özellikler taşıyor. Yazar Ahmet Büke ile ortaklaşa kaleme aldığı hikâyede Selim’in yaşadıklarının, kişisel yolculuğu ile paralelliğini vurguluyor Yeksan. Ailesinin yanına dönüş yaptığı, hayatın akışında bir nebze kaybolduğu ve arayış içinde olduğu yıllarına, çocukluk döneminde İzmir Körfezi’nden yayılan pis kokuların hatırası eşlik ediyor.

Kokuların anıları güçlü bir biçimde tetiklediğinin altını çizen yönetmen, ‘pis koku aniden ve çok daha beter biçimde yeniden hayatımıza geri dönse ne olurdu’ sorusundan hareketle hikâyesini oluşturmuş. Kokuyu ya da genel olarak kirlenmeyi, bozulmayı bir kent, hatta ülke boyutlarının ötesine giderek evrensel bir problem olarak sunmayı hedefliyor. Bunu yaparken distopik bir geleceği gerçekçi bir gündelik akış içinde anlatmayı seçiyor. İklim değişiklikleri, ekolojik felâketler ve kıtlık sorununun tehlikeli bir biçimde kendisini hissettirdiği günümüzde değişen hayatlarımızın erozyona uğramasını, sessiz sakin bir üslûpla aktarıyor.

‘Doğanın farklı biçimlerde alarm vermeye başladığı çağımızda, yakın gelecekte bizi bekleyen felâketlerden endişe duymamak mümkün değil’ diyor sinemacı bir söyleşisinde. ‘Körfez’in hikâyesinde geçmişe duyulan özlemle geleceğe dair böylesi bir endişeyi harmanlayarak, içinde bulunduğumuz durumun ne kadar komik ve saçma olduğunu da vurgulayıp, umuda doğru bir ihtimalin varlığına işaret etmek istediğini’ söylüyor. Bir ayı aşkın bir süre içinde İzmir’i sokak sokak arşınlayan filminde, bir belgeselci üslubuyla insan portreleri çiziyor. Selim’in ailesi, çocukluk arkadaşları, eski sevgilisi ve çevresindeki insanlarla iletişimi çerçevesinde içsel arayışını, çok sevdiğimiz Güney Koreli yönetmen Hong Sang-Soo’nun minimalizmine benzer bir sinema anlayışıyla gün be gün beyazperdeye taşıyor. Karanlık bir yakın geleceği çizer ve bir arada var olmanın yöntemlerini ararken son derece sakin ve umut dolu. Çevre ve insan gözlemleri ile ana karakteri Selim’i canlandıran Ulaş Tuna Astepe’nin dingin yorumu bir o kadar etkileyici. Türkiye prömiyerini yaptığı 24. Adana Film Festivali’nden aldığı ‘Jüri Özel Ödülü’ ve 54. Ulusal Yarışma’daki en iyi senaryo ödülünü hak ediyor ‘Körfez’.

(30 Kasım 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

20. Randevu İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı (TÜRSAK) tarafından düzenlenen 20. Randevu İstanbul Film Festivali bu yıl 01 – 07 Aralık tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. Her yıl farklı bir ülkenin sinemasını mercek altına alan festival, bu yıl ‘Çin Sineması’na odaklanmış. ‘Çin’e bak Dünyayı Gör’ adlı bu bölüm kapsamında konuk ülke sinemasındaki film üretim çeşitliliğini yansıtmayı hedefleyen 10 filmden oluşan bir seçki, film ekiplerinin katılımıyla izleyici ile buluşacak.

Festivalin ‘Özel Gösterimler’ bölümünde bir avuç ilginç yapım İstanbul izleyicisine ilk kez sunuluyor. Ülkemiz sinemasından yeni yönetmenleri müjdeleyen bir diğer bölümde, Ceylan Özçelik imzalı ‘Kaygı’, Özgür Sevimli’nin ulusal festivallerde yarışmış ilk uzun metrajı ‘Murtaza’ izlenebilir. Festivale geçen yıl dahil edilen ‘Gastonomi Randevusu’ bölümünde ise bu yıl dünya gastronomi gündeminin nabzını tutan 7 yapım gösteriliyor.

Kısa ve uzun metrajlı 60 civarı filmin gösterileceği festival programından seçtiğimiz beş filmlik ‘kaçırılmaması gereken filmler’ listemiz ise şu yapımlardan oluşuyor.

1- Yakınlık / Tesnota:

Dünya prömiyerini yaptığı 70. Cannes Film Festivali’nin ‘Belirli Bakış Bakış’ bölümünde hayranlıkla karşılanan ve FIPRESCI (Eleştirmenler Birliği) ödülünü kazanan yapım gencecik bir yönetmenin ilk filmi. 1991 doğumlu Kantemir Balagov, içine kapalı bir toplumu perdeye yansıtmakta gösterdiği incelik ve anlatım yeteneğiyle deneyimli yönetmenlere taş çıkartıyor. Büyük usta Alexander Sokurov’un öğrencisi olan Balagov’un Kuzey Kafkasya’da kendi kasabası Nalchik’de çektiği film, bir adam kaçırma olayı çerçevesinde Yahudi ve Müslüman Çerkes toplulukları arasında büyüyen gerilim üzerinden gelişiyor.

2- Hayat İşte / Life and Nothing More:

San Sebastian Film Festivali’nde FIPRESCI ödülüne layık görülen yapım, İspanyol yönetmen Antonio Méndez Esparza’nın ikinci uzun metrajı. Güney Florida’da üç çocuğuyla birlikte yaşam savaşı veren genç bir kadının hikâyesi çerçevesinde şekillenen film, siyahi toplumun ırkçılık ve yoksulluk ile mücadelesini anlatıyor. Bressonvari sessiz ve minimalist bir bir anlatımla dikkatleri çeken filmin etkileyici sinematografisi ‘Sieranevada’nın Romanyalı usta görüntü yönetmeni Barbu Balasoiu’nun imzasını taşıyor.

3- İyi Günler / Have A Nice Day

Bağımsız Çin sinemasının önde gelen isimlerinden Liu Jian kasırga gibi bir neo-noir ile karşımızda. 68. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan Çin yapımı ilk animasyon olan “İyi Günler”, ironik ve eleştirel bir suç öyküsü. Peşine düşülen para dolu çanta aracılığıyla ülkedeki toplumsal çelişkilere dokunarak rengârenk bir yelpazeden insan portreleri sunuyor. .

4- Melekler Beyaz Giyer / Angels Wear White

Küçük bir sahil kasabasında cinsel tacize uğrayan iki kız öğrenci ve işini kaybetmemek için sessiz kalmayı tercih resepsiyonist görgü tanığı. Çinli kadın yönetmen Vivian Qu’nun sarsıcı neo-noir draması, ataerkil düzenin ezdiği kadın karakterlerin karmaşık bakış açılarına eğilmiş.

5- Kuyu

Sinemamızın tartışmasız büyük ustası Metin Erksan imzalı 1968 yapımı eşsiz klasiklerimizden biri. Yapımcısı Necip Sarıcı’ya takdim edilecek ‘Onur Ödülü’ şerefine programda yer alan filmi tertemiz kopyasından beyazperdede izleme fırsatı kaçırılmamalı.

Ülkemizden genç sinemacıların ürünlerinin yer aldığı ‘Geleceğin Sinemacıları’ ve Çin yapımı 22 kısa filmin sunulacağı ‘Çin’den İnsan Manzaraları’ bölümlerinin de yer aldığı festivalde filmler Zincirlikuyu Zorlu Cinemaximum (Salon 12) ve Karaköy Salt Galata’da gösteriliyor. Tüm sinemaseverlere iyi seyirler, heyecan verici keşifler şimdiden.

(28 Kasım 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hepimiz Bir Rüyadayız, Ölünce Uyanacağız

Bu hafta sinemalarımızda gösterime giren Tokyo Film Festivali’nden büyük ödüllü ‘Buğday’, usta sinemacı Semih Kaplanoğlu’nun dünyanın gidişatına dair kaygıları ve umuda yolculuğu üzerine. Anlatı pek de uzak olmayan bir gelecekte gezegenimizde geçiyor. İklim değişimi yeryüzündeki yaşamı yok oluşa sürüklemiştir. Sınırların yeniden kurulduğu dünyada, göçmen halklar manyetik kalkanlarla korunan şehirlere kabul edilmek için bekletilmektedir. Hayvan, bitki kalan ne varsa kazınarak şehre taşınmış, genetiğiyle oynanmış tohumlar vasıtasıyla (filmin İngilizce adı ‘Grain’ tohum anlamına geliyor) yaşamın sürmesi hedeflenmiş, ancak birkaç hasattan sonra bozulma başlamıştır. Bilim adamı Erol, kariyerini bırakarak yığınların kaderine terkedildiği ‘ölü topraklar’da yaşamayı seçen yeni yaşam teknoloji uzmanı Cemil’i bulmak için yollara düşer. İkilinin yeşertecekleri tohumları aramak için çıktıkları yolculuk, Erol’un bugüne kadar öğrendiği herşeyi değiştirecektir.

‘Buğday’, kaosun yaşanmakta olduğu yeryüzüne dair bir bilim kurgu hikâyesi olarak başlıyor. Kaplanoğlu tasvir ettiği dünya için ‘distopik’ kelimesini kullanmak istemediğini, bugünü anlatmaya çalıştığını ifade ediyor. İklim değişiklikleri, ekolojik felaketler ve kıtlık sorununun tehlikeli bir biçimde kendisini hissettirdiği günümüzde geçtiğinin altını çiziyor hikâyesinin. Bir söyleşisinde dile getirdiği üzere ‘yaşadığımız zor bir dünya ve hepimiz dünyanın bu halinden sorumluyuz’.

Beş yıl emek verdiği, üç ayrı kıtada farklı mekânlarda çektiği filmi, Tarkovski’nin ‘İz Sürücü / Stalker’ filminin karanlık atmosferinden izler taşıyor. Etkisine önceki çalışmalarında da tanık olduğumuz Tasavvuf Felsefesi ve İbnü’l Arabi’nin rehberliğinde kuruyor filmini. ‘Çok adaletsiz bir dünyada yaşadığımızı ve insanlığın bir umut arayışı içinde olduğunu’ ifade eden Kaplanoğlu soru sormaya devam ettiğini söylüyor. Tasavvuf inancından hareketle, ‘Hepimiz bir maddeyiz ve o madde bütün kâinat, hepimizde her şeyde var olan Allah, bunu unuttuğumuzu düşünüyorum’ diye ilave ediyor. İki bilim adamının zorlu arayışları, Kur’an-ı Kerim’in Kehf Suresi’nden Hz. Musa ile Hızır Aleyhisselam kıssasının bir tasviri. Bilim yoluyla harekete geçen ana karakterler kurtuluşu ilahi olanda buluyor ‘Buğday’da. Cemil inancını Hz. Muhammed’in bir hadisinde yer alan ‘Hepimiz bir rüyadayız, ancak ölünce uyanacağız’ sözleriyle ifade ederken, ilahi ile bilimsel alanın hep bir arada olduğunun altını çiziyor Kaplanoğlu.

‘Buğday’ yoğun bir emeğin ürünü. Tartışmalara, farklı yorumlara, özellikle Tasavvuf alimlerinin eleştirilerine açık, ilgisiz kalınamayacak bir çalışma. Görüntü yönetmeni Giles Nuttgens’in 35 mm siyah-beyaz sinemaskop çabası; Almanya, Amerika, Afrika ve ülkemizin başta Kapadokya olmak üzere farklı bölgelerinden alınmış görüntülerin kurgusu kusursuz. Naz Erayda’nın görsel tasarım çalışması da parmak ısırtacak cinsten.

(24 Kasım 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dersu Yavuz Altun: Türkiye Uyduruk Komedi / Mavra Sineması Mezarlığına Dönüştü

2008 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi Münferit ile sinemamıza taze bir soluk getiren Dersu Yavuz Altun, 9 yıllık uzun bir aranın ardından Ayaz ile geri döndü.

Münferit’in üzerinden 9 yıl geçti, oldukça uzun bir süre… Sinemaya neden bu kadar ara verdiniz?

Ayaz gibi senaryoları olan yönetmenlerin yapımcı bulması çok zor. Bu bütçeyi bir araya getirmek zaman aldı. Tiyatroyla ilgili yapmamız gereken bir sürü işte arka arkaya gelince ara vermek zorunda kaldım.

9 yıl önce gerçekleştirdiğimiz röportajımızda Ayaz’dan bahsetmiş ve Kültür Bakanlığı tarafından onaylandığını söylemiştiniz… Daha sonra ne oldu da rafa kalktı? Bu süre boyunca tiyatro çalışmalarınıza devam ettiniz diye biliyorum, öyle mi?

Türkiye çok hızlı dönüştü ve maalesef yaptığımız filmlerin seyirciye ulaşma şansı gittikçe azaldı. Sinema tekelleri, dağıtım şirketlerinin tercihleri, sinema sahiplerinin kaygıları bir araya gelince Türkiye uyduruk komedi/mavra sineması mezarlığına dönüştü. Artık ülke sineması adına kalıcı olacak işlerin, sinemayı toplumsal bir yüzleşme alanı olarak gören yönetmenlerin seyirciyle buluşma şansı neredeyse sıfırlandı. Sistem “Ya bize benzeyeceksin, ya da yok olacaksın.” diyor. Sistemin içerisinde bu durumu ranta dönüştüren sinema salonu tekel yöneticileri, dağıtımcılar, yapımcı, oyuncu, yönetmen, senarist arkadaşlar ülkenin geleceğiyle ilgili bir kaygı duymuyorlar çünkü kendilerine ve çocuklarına başka ülkelerde bir gelecek kurmanın derdindeler. Bu seviye kaybını ranta dönüştürerek yurtdışındaki hayatlarını finanse edecekler. Gitmeyenler, gidemeyenler, bu ülkenin yarınından kaygı duyanlar umudu çoğaltmaya devam edecekler.

Cezaevlerinde gerçekleştirdiğiniz bir sosyal sorumluluk projesi sırasında namus cinayeti nedeniyle ceza alan bazı mahkûmların yaşadığı derin pişmanlığı gözlemledikten sonra bu filmi yapmaya karar verdiniz, bundan hareketle bizimle gözlem ve deneyimlerinizi paylaşabilir misiniz?

Beni en çok etkileyen yoksulluk ve eğitimsizliğin yanı sıra sürekli olarak şiddet ve öfke üreten ataerkil söylemin içerde çok baskın olmasıydı. Çoğu mahkûma göre ellerinde “namustan” başka hiçbir şeyleri yoktu. O’nu da kaybettiklerini düşündüklerinde yaşamak için hiçbir nedenleri kalmıyordu. Bu müthiş bir yoksulluk; hem maddi hem manevi yoksulluk. Baş başa görüşmelerimizde pişmanlıklarını dile getirenler, diğer mahkûmlar olduğunda hemen susuyorlardı.

Namus cinayetleri bu ülkenin en büyük sorunlarından… Filmin 10 yıllık yapım sürecini de göz önünde bulunduracak olursak neler gözlemlediniz?

Cinayet sayıları giderek arttı. Sanki erkeklerle kadınlar arasında bir iç savaş var. Her gün birkaç kadının öldürülmesi sıradanlaştı. Bu ülkede kadın cinayetleri, iş cinayetleri ve çocuk tacizleri istatistiklerine bakıp ürkmeyecek vicdan sahibi hiçbir insan yoktur.

Ayaz’ın seyirciyi zorlayan bir anlatım dili var. Ana karakterlerin çıkmazlarını ve çaresizliklerini bizde iliklerimize kadar hissediyoruz. Katılıyor musunuz bu yoruma?

Seyircide oluşturmak istediğim duygu tam da buydu… Sonuna kadar katılıyorum…

Hasan’ın hiç konuşmaması seyircilerde merak uyandırıyor… Gerçekten ihtiyacı yok muydu Hasan’ın kelimelere?

Yoktu, çünkü O söyleyeceği şeyi en iyi susarak söyleyebilirdi. O’nun susması, bakması, nefes alıp vermesi karakter ve hikâye açısından daha etkileyici anlatım olanakları sağlıyordu. Sessizlikte bir sestir aslında. Biz o sesin seyirci tarafından yürekten duyulmasını sağlamaya çalıştık.

Ayaz’ın bundan sonraki yolculuğu nasıl ve nerelerde devam edecek? Özel gösterimler planlıyor musunuz?

Zor da olsa vizyona girmeye çalışacağız. Sonra da festivallerde seyirciyle buluşmayı deneyeceğiz. Konuya duyarlı kadın örgütleriyle birlikte özel gösterimler yapmayı düşünüyoruz…

Bundan sonraki projeleriniz neler? Sinemaya bir daha bu kadar uzun ara verecek misiniz?

Bir kara-komedi hazırlığımız var. Para bulur bulmaz sete çıkabiliriz. Ama kolay görünmüyor.

(22 Kasım 2017)

Gizem Ertürk

g.juliadream@gmail.com

Amerikan Sapığı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sinemaya hep “Yedinci Sanat” denir ya, haddim olmayarak bendeniz bundan böyle “Sekizinci Sanat” unvanını verdim kendimce. Sinema sekizinci olarak “yabancı dil öğretme sanatı”dır. Bir örnekle şuracıkta hemen açıklayıvereyim: Markette yanaştığım dondurma tezgâhının başında iki hanım konuşuyor, yakın olduğum için mecburen kulak misafiri oldum. Bir ara birisi “Velvet ne demek acaba?” diye yanındakine sorunca, benim kafa hemen süratle çalıştı, taaa David Lynch’in “Blue Velvet / Mavi Kadife”sine gitti, oradan Türkçe “Kadife” kelimesini aldı geldi. Gayriihtiyari hanımlara “Kadife” deyiverdim; “‘Velvet, kadife mânâsına geliyor” diye de ekledim. Taciz ettiğimi sanmasınlar diye tebessüm de ettim tabi ki. (*) Birkaç hafta önce de yeni bir dağıtım şirketimiz filmini “Mine” orijnal adıyla gösterime çıkardı, sonradan edindiğim Türkçe afişine baktım “Mayın” adını koymuşlar; hemen hafızama İngilizce’de “Mine” kelimesinin “Mayın” anlamına geldiğini yazdım. Sinemanın Sekizinci Sanat vasfı tam da budur.
(*) Hanımlar uzaklaştıktan sonra Sherlock Holmes’luğum tuttu, baktıkları yeri inceledim. “Velvet” kelimesi Magnum After Dinner Classic adlı dondurma kutusunun üzerinde yazıyor. (15 Ağustos 2017)

Sevgili yönetmenimiz Aydın Bağardı’nın yabancı filmlere Türkçe isim konulmasıyla ilgili yorumuna yazdığım cevabı aşağıya tekrar yazıyorum: Fazladan bir kişi dahi okusa faydası var:
Sevgili Aydın, paylaşımı yaptıktan sonra yola çıktım, o nedenle gecikmeli olarak sana yanıt yazayım. Verdiğin linkte bulunan listeleri hazırlayan arkadaşların konu hakkında bilgileri olmadığı kanaatindeyim. 4-5 yabancı film şirketinde çalışmış birisi olarak yabancı filmlere Türkçe isim konulurken birebir tercüme edilip isim konulmadığı biliyorum. Bazı filmlerde -sen bilirsin- tam tercüme edilmiş isim değil, seyircinin ilgisini çekecek, filmin konusunu kısaca özetlediği düşünülen isimler konuyor. Ayrıca düşünsene adam yüzbinlerce dolar verip yabancı film getirmiş, filmin adını yetersiz bir çevirmen tercüme ediyor, olacak şey mi? “Amerikan Sapığı” adlı filmin ithali söz konusu olduğunda altyazıların çevirisi için filmin uyarlandığı kitabın çevirmenine bizzat teklif götürmüştüm, işlerinin yoğunluğu nedeniyle teklifimizi kibarca geri çevirmişti. Telefonda konuştuğumuz, zaman zaman yazılarımda dile getirdiğim örnekleri buraya da yazayım. “What Dreams My Come” adlı yabancı film Türkçe olarak “Aşkın Gücü” olarak sinemalarda gösterildiğinde seyirciye çekici gelmiştir. Orijinal adı birebir çevrilse akılda kalıcı bir isim olamayabilirdi. Keza -zaman zaman hep bu filmi örnek veririm- ülkemizde “Kızarmış Yeşil Domatesler” adıyla gösterilen filmin orijinal adı (Fried Green Tomatoes at the Whistle Stop Cafe) birebir çevrilseydi “Tren Durağı Kafeteryasındaki Kızarmış Yeşil Domatesler” şeklinde bir Türkçe isim koymak gerekirdi ki böyle bir film adının da akılda kalması çok zor olurdu. Keza “Arachnophobia”yı çevir çevirebilirsen, adam tabi ki “Örümcek Korkusu” Türkçe adını koyacak filmine. En yakın örnek, Tom Cruise’un önümüzdeki günlerde bir filmi “Barry Seal” adıyla vizyona girecek; bu isim kimin aklında kalacak da arkadaşına “Git gör şu ‘Barry Seal’ı” diyecek. İthalatçı altına “Kaçakçı” diye ek yapmak zorunda kalmış, dolayısıyla filmi “Tom Cruise’un ‘Kaçakçı’sını gör” diye tavsiye edeceğiz. Ayrıca son yıllarda bazı yabancı şirketlerin Türkiye’de gösterilecek filmlerinin isimlerinin birebir çevrilmesini istediklerini de biliyoruz. Onu bırak, en uç örnek Sandra Bullock’un kendi firmasına çevirdiği filmlerde afişlerde yazılacak yazıların çevirilerini kontrol ettiğini, çeviri bir tarafa yazıların puntolarına dahi müdahale ettiğini yazayım da durum daha iyi anlaşılsın. Böyle bir ortamda bilmeyenler tutup yabancı film adlarının yetersiz ve bilgisiz kişilerce çevrildiğini yazıyorlar. Durum şekilde okunduğu gibidir. (16 Ağustos 2017)

Bayram tatillerinin 10 güne, 11 güne çıkarılmasına genelde “Turizm sektörüne destek verilmesi” gerekçe gösteriliyor. Verilsin tabi ki ama Turizm sektör oluyor da diğer sektörlerin başı yel mi? Arada sırada -ne bileyim- hafta sonu tatillerini 3 güne çıkarıp Sinema sektörüne, öğle paydoslarını 2 saate çıkarıp Yemek sektörüne de destek verseniz olmuyor mu? Adalet mülkün temelidir? (17 Ağustos 2017)

Öyle demeyin, aynı ifade birbirinin tamamen zıddı anlamına da gelebilir. O nedenle söylemlerimize dikkat etmeli, onları yerli yerinde kullanmalıyız. Misalen bir hastaya şifa dileği olarak söyleyeceğiniz “Allah çektirmesin”i hafazanallah “Yarın çekiliyor” diyerek bilet satan bir seyyar Milli Piyango bayiine söylediğinizde yandı gülüm keten helva. Piyangocu “Ekmeğimde gözün mü var” diye seyyar seyyar üzerinize yürüse, ihtilaf vukuunda yapılacak soruşturmadan sonra % 99 serbest bırakılır. (19 Ağustos 2017)

Filmcilerimizden hasseten rica ediyorum: Ne olur filmlerinizin jenerik yazılarının puntolarını beyazperdede rahat okunabilecek büyüklükte ayarlayın. Aramızda az da olsa jenerikleri sonuna kadar okuyan vaaar; filmin her aşamasına kimler, nerede, ne kadar katkı yapmış, merak edenler vaaar; “Aaa bu film bizim köyde çekilmiş.” diye şaşırmak isteyenler vaaar. (21 Ağustos 2017)

Egonun önlenemez yükselişi: “Nuri Alço ile oynadınız mı?” / “Hayır, oynamadım. O benimle oynadı. (22 Ağustos 2017)

İlahi çevirmen sabah sabah beni güldürdün. Yabancı filmin Adam Driver adlı oyuncusunu Adam Sürücüsü olarak çevirmişsin ya, sen çok yaşa. (24 Ağustos 2017)

Yasemin Adar’ın ilk dünya şampiyonu kadın güreşçimiz olmasının, Hindistan’ın ilk dünya şampiyonu kadın güreşçisinin hayatının anlatıldığı “Dangal” filminin vizyona girdiği haftaya denk gelmesi şaşılacak bir tesadüf. Veya ne büyük bir dağıtımcı öngörüsü. Bravo vallahi; ben öyle gördüm. (24 Ağustos 2017)

(21 Kasım 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

O Güzel Atlara Binip Gidenler

“Güzel atlar” herkes gibi bende de Kapadokya’yı çağrıştırıyor… Uçsuz bucaksız bir alanda dörtnala, yelelerini savurarak koşan atları, hele mevsim baharsa, gelincikler de salınıyorsa… O güzel atlar baharın, rüzgar gibi geçmenin coşkusunu veriyorsa, sonsuza uğurladıklarımızı niye bindiriyoruz… Bilmiyorum.

Güzel insanlar…

Atillâ Dorsay’ın “o güzel atlarına, güzel insanlar binip gitmişler” sadece… Kırk kişi üzerine yazdıklarını toplamış, düzeltiyorum, yeniden yazmış Dorsay. 1966’dan bu yana sinema yazarı olması dolayısıyla kuşkusuz sinemacılar önde. Ancak her biriyle birlikte gerek yazıda gerek sizin zihninizde gerekse duyduklarınız üzerinden diğerleri de yer alıyor. On üç yönetmen, on üç oyuncu, on üç damgasını vuranları buluşturmuş yazar, bir de -aslında o da aralarında olmalıydı, ama nedense ayırmış- gençlik arkadaşı… Aradan sıyrılan ise, ilginçtir soyadını zikretmediği Vitali Bey. Bir Aziz Bey’i tanımıştım, Aziz Nesin’i, şimdi bir de Vitali Hakko’yu… “Bey”i hak eden insanlar onlar.

Toplumsal bellek…

Mimar ve rehber de olan Atillâ Dorsay, bilir ki, bir kentin yüzü 20 yılda değişir. Yavaş yavaş gerçekleşen bu değişimi fark etmeyebiliriz. Ancak yıllar sonra birileri gösterdiğinde ve/veya işaret ettiğinde şaşırırız: “Vay be!” Belleğimizi tazeleyen ve bil(e)mediklerimizi gösteren her şey toplumsal belleğimiz, bir diğer deyişle kültürdür. Kitapta yer alan gerek yönetmen gerek oyuncu gerek yazar birçok kişiyle arkadaşlık ettim, tanıdım, elimden tuttular, yol gösterdiler… Bendeki onlarla Atillâ Dorsay’daki onları karşılaştırma olanağı buldum. Ah! yazabilme yeteneğim olsaydı, ben de yazsaydım.

Böyle gelmiş, böyle gitmez…

Şöyle yazmış Atillâ Dorsay: “Zavallı Türk sanatçısı. Ülkesinde diğer toplumlarda olduğu gibi el üstünde tutulmak söyle dursun, baskıya uğratılan, mahkemelerde süründürülen, içeri atılan, sürekli kendisiyle uğraşılan, kitapları yasaklanıp filmleri yakılan…

Kimi zaman ise çağdaş göçmenler halinde yurtdışında yaşayan, yaşamak zorunda bırakılan, o ülkeden öbürüne, o soğuk Batı dururken, içinde hep öksüzlük, yalnızlık, terk edilmişlik duygusu filiz gibi sürüp duran Türk sanatçısı…” Bir başka yerde de, “…kültür insanlarının katkısıyla oluşan onca filmin hiç olmazsa en önemlilerini koruyup ölümsüzleştiren bir çağdaş devlet kimliğine ulaşabilseydik…”

Kime ve neye göre?

Buraya küçük bir işaret koymalı… Madem ki toplumsal bellektir bu yapıtlar, hepsi korunmalı, temizlenip izlemek isteyenlerin görüşlerine sunulmalı. Bu, kitaplar, resimler, heykeller, tiyatro oyunları, danslar için de geçerli. Tabii, bir soru işareti de büyüyor beynimde: “en önemlileri”. Hangileridir onlar? Kime göre belirlenecektir?… Aman gişe başarısına göre olmasın!

Bu kitap, “o güzel atlara binip gidenler”i buluşturduğu için, umutlu, heyecanlı, coşkulu gelecek kuşağı yok sayıyor sanılmasın. Yazarını bilmem ama ben bir kez daha inandım bu kitapla: “Gençlik gelecektir”. O “geleceği” de toplumsal belleğimizle oluşturacaklar.

O Güzel Atlara Binip Gidenler, Atillâ Dorsay, Remzi Kitabevi, Ekim 2017, 320 s.

(18 Kasım 2017)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Suç ve Ceza

Hayır hayır, Dostoyevski’nin ölümsüz romanından söz etmiyorum. Yunan Yeni Dalgası’nın haşarı çocuğu Yorgos Lanthimos’un bu hafta sinemalarımıza gelen son filmine ilişkin yazım. Bizde ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ adıyla gösteriliyor ancak özgün adı ‘The Killing of a Sacred Deer’in dilimizdeki doğru karşılığı ‘Kutsal Geyiğin Öldürülmesi’. Bunu özellikle belirtmemin nedeni, suç ve adalet kavramları üzerinde yoğunlaşan filmde doğal bir ölüm değil, bir cinayet ya da ölüme neden olan eylem yargılanıyor.

Film, Schubert’in ölümsüz ‘Stabat Mater’inin giriş bölümüyle açılıyor. Çarmıha gerilmiş Hz. İsa’nın yasını tutan Hz. Meryem’in hüznünü dile getiren koral bölümdür bu. Daha sonra yakın plan bir açık kalp ameliyatının görüntüleriyle Lanthimos’un oyunbaz evrenine dalıyoruz. Takip edenlerinin çok iyi bileceği gibi bir kez daha çekirdek aileden yola çıkarak kuruyor dünyasını yönetmen. Başarılı bir cerrahtır Cincinnati’li Steven Murphy. İlerlemiş yaşına rağmen hâlâ çok cazibeli göz doktoru eşi ve ergenlik çağının başındaki kızı ve ondan iki yaş küçük oğlu ile lüks evlerinde yaşarlar. Yönetmenin alamet-i farikası haline gelmiş donuk oyunculuk tercihi, mesafeli diyaloglar ve çiftin tuhaf sevişme alışkanlıklarının da ilavesiyle bu proje ailenin yapaylığının altını çizer Lanthimos.

Kendinden emin cerrahın 16 yaşındaki Martin’le tuhaf arkadaşlığı vasıtasıyla meraklandırır izleyicisini önce. Steven’ın pahalı hediyeler aldığı bu genç çocuk kimdir. Cinsel bir çekim ya da yasak bir aşkın meyvesi olduğu şüphelerine kapılırız bir süre. Martin ile cerrah arasındaki ilişkinin sırrına vakıf olduğumuzda Lanthimos’a özgü gerilim hızla devreye girer. Alkollü girdiği bir ameliyat sonucunda çocuğun babasının ölümüne neden olmuştur cerrah. Kısasa kısas bir adaletin tecellisini talep etmektedir Martin. Ya çocuklarından birisini ya da karısını feda etmelidir Steven, aksi halde çocukları önce elden ayaktan kesilecek, sonraki aşamada yemek yemeyi reddedecek, daha sonra gözleri kanayarak adım adım ölüme sürükleneceklerdir.

Filmin özgün adı antik Yunan kaynaklı. Esin kaynağı ise Euripides’in ölümünden hemen önce kaleme aldığı bilinen ‘Iphigenia Aulus’da’ adlı oyunu. Truva seferinin ünlü komutanı Agamemnon, gemilerinin yola çıkabilmesi için gerekli rüzgârı sağlayacak olan Artemis’e karşı suç işlemiştir. Tanrıça, kazara öldürdüğü kutsal geyiklerinden birinin karşılığında büyük kızı Iphighenia’yı kurban etmesini ister ondan. Oyun, işlediği suçun kefaretini ödemek durumunda kalan çaresiz komutanın karar verme süreci üzerinden ilerler. Lanthimos bu klasik öyküden yola çıkarak oyunbaz dünyasını kurar. Bir önceki filmi ‘The Lobster’da (İstakoz) olduğu gibi kendine özgü kuralları olan, inşa edilmiş bir evren değildir bu, içinde yaşadığımız dünyada geçer hikâye. Bu yaşanan dehşeti daha da büyütür.

Başlangıç sahnesindeki açıktaki kalbin çırpınışından başlayarak izleyicinin tedirginliği adım adım büyür. Bedenimizin ve varlığımızın ne kadar kırılgan olduğunu duyumsarız daha ilk sahneden. Saygın doktor çiftin dehşete sürüklenişlerine, umutsuzluklarına tanık oluruz. Bilim ve rasyonellik adına çaldıkları tüm kapılar yüzlerine kapanır. Çocukların kaçınılmaz ölüm yolculuğunu tıp izah edememektedir. Martin ise ‘Omen’ benzeri şeytani bir yaratık olarak çizilmemiştir. Onunla ve yaşadıklarıyla özdeşleşiriz. Giderek Tanrısal tecellinin cisim bulmuş haline dönüşür genç çocuk.

Değişmez ortağı Efthymis Filippou ile birlikte kaleme aldığı öyküsünden yola çıkan Lanthimos, kendine özgü kaos ve absürdü ilmek ilmek ördüğü bu en ürkütücü filminde, parmak ısırtan bir yönetmenlik sergiliyor. Görüntü, müzik ve kurgu çalışması kusursuz olarak hizmet ediyor tedirgin serüvene. Başlangıçtaki klasik Bach, Schubert ezgilerinin yerini Ligeti’nin karanlık tonları, çağdaş Tatar besteci Sofia Gubaidulina’nın yaylılar ve vurmalılar için soyut yapıtları alıyor. Kamerayı görünmez, dünya dışı bir varlık olarak düşündüğünü ifade ediyor sinemacı. Film boyunca ‘Köpek Dişi / Kynodontas’ ile ‘The Lobster’da da birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis’in ustalıklı üst ve alt açı çekimleriyle tepeden ya da yerden sürünerek ana karakterleri izliyor kamera görünmez bir varlık edasıyla.

İngilizce çektiği bu ikinci filmde bir kez daha Colin Farrell ile çalışıyor Yunanlı yönetmen. İçinde bulunduğumuz yılı pek verimli geçiren Nicole Kidman ve Martin’i canlandıran ve daha önce ‘Dunkirk’de izlediğimiz İrlandalı genç oyuncu Barry Keoghan’ın gözalıcı performanslarından sonuna dek yararlanıyor. Tek bir sahnede Martin’in annesi olarak gözüken doksanlı yılların çıtı pıtı, şimdinin yaşını almış oyuncusu Alicia Silverstone ise bu tekinsiz maceranın ‘tatlı’ bir sürprizi olarak gönüllerde yer ediyor.

(16 Kasım 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com