Kategori arşivi: Yazılar

Bana Kara Diyen Dilber, Gözlerin Kara Değil mi?

İnsanları dil, din, ırk, cinsiyet ve rengi üzerinden niye ayırırız ki! Binlerce yıldır bu yerküre üzerinde yaşıyoruz. Kimimiz oralı, kimimiz buralı, kimimiz kadın kimimiz erkek, gencimiz de var yaşlımız da… Hayata bakışımızı belirleyen (biz Emin Oktay tarihiyle büyüyen bir nesiliz, birçok şeyi deneye sınaya bulduk) toplumu yönlendirenler olmuş. Güçlü olana çıkarılamayan ses(ler) bir süre sonra sadece boyun eğilen kurallar haline gelmiş. Bu kuralları yıkanlar artık birer kahraman.

Irkçılık yüz karasıdır

Fransız İhtilali sonrasında yükselen milliyetçilikle birlikte ırkçılık da almış başını gitmiş. Evine kendisine hizmet için gelen tamircinin su içtiği bardağı bile, bir daha kullanmamak için (aslına bakarsanız nefret söylemidir bir başka açıdan) çöpe atmaya göze alabilen İtalyan kökenli Tony Lip (Vallelonga), ünlü piyanist Dr. Don Shirley’in konser turunda şoförlüğünü yapacaktır. Piyanist ne kadar ünlü olursa olsun, Tony için belirleyici olan derisinin rengidir. Ama kazanacağı para ailesinin yaşamını sürdürmesi için elzemdir de aynı zamanda.

İki arada bir derede…

İnsanlar kolay alışırlarmış, ama onlardan kurtulmaları o kadar da kolay olamazmış. Böyle bir iş önerisi karşısında, biraz da kendi üstünlüğünü, sınır tanımaz patavatsızlığını gösterme hevesindeki (yumruğunun gücüne inanıyor olsa gerek) Tony, Sovyetler Birliğinde öğrenim görmüş, hiç de siyahi tavırlar göstermeyen, bir anlamda snop sayılabilecek Doktor ile içten içe bir çatışma başlar. Başta birbirlerine soğuk (!) davranan iki yol arkadaşı, zaman geçtikçe, gittikleri turne duraklarında gördükleri karşısında samimiyeti ilerletirler.

Kısasa kısas…

Öne çıkan bir nokta daha var… Irk ayrımı o kadar ilerlemiş ki, konser vermesi için çağırdığınız ve avuç dolusu para ödeterek dinleti verdirdiğiniz (aynı şekilde, yine avuç dolusu para ödeyip onu dinlemeye gelenler var) piyanisti, tuvalete bile sokmuyorsunuz. O dik, o özgüvenli piyanist toplumsal kurallar karşısında boynu bükük, sesini çıkaramaz durumda… Siz, izlerken isyan ediyorsunuz hem ayrımcılığa hem de sesini çıkarmamasına… Tabii, bu insanlık dışı ayrımcılığa karşı pek de yasal olmayan tepkiler de var, bizim ülkemize de benziyor bir bakıma.

Yaşanmış bir öykü

Yaşanmış bir öykünün başarılı bir sinema uyarlaması “Yeşil Rehber”. Rahat izleniyor, mesaj vereceğim diye dikte etmiyor. Siz, gördükleriniz karşısında ister istemez kendinizi katıyorsunuz yaşanmışlıkların içine. Oyuncuların da sakin ama bir o kadar da dik duruşlu rol katkıları filmin güçlü yanlarından…

Takım ve forma farklılığının dışında toplumsal birleştiricilik gücü olan futbolda da “no to racism” “stop racism” sloganı öne çıkıyorsa, “Yeşil Rehber”in, aradan geçen bunca yılda, yeniden gündeme getirilmeye çalışılan ırkçılıkla mücadeleye katkısı olacaktır muhakkak.

Yeşil Rehber -Green Book-, yönetmen Peter Farrelly, oyuncular Viggo Mortensen, Mahershala Ali, Linda Cardellini, Don Stark… 30 Kasım’dan itibaren gösterimde…

(28 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Çağdaş Dünyanın Köleleri

Bu haftanın ilgiye değer yapımlarından (Almanca özgün adıyla) ‘In den Gängen’ bizde (muhtemelen Grup yirmi7 ve Gripin’in solisti Birol Namoğlu’nun yorumuyla ünlenen şarkıdan esinle) ‘Muhtemel Aşk’ adıyla gösterime girdi. Genç Alman sinemasının bu yeni ürünü, bir zamanlar Doğu Almanya sınırları içinde yer alan Leipzig doğumlu sinemacı Thomas Struber’in üçüncü uzun metrajı. Bir önceki çalışması 2015 yapımı ‘Herbert’de ‘Leipzig’in gururu’ olarak ün salmış eski bir boksörün yakalandığı kas hastalığı sonrası adım adım çöküşünü perdeye taşımış olan sinemacı, özgün adının tam çevirisi ‘Koridorlar Arasında’ anlamına gelen son çalışmasında, devasa bir süpermarketin kapalı dünyası içinde hayatını kazanmaya çabalayan bir avuç mavi yakalı emekçinin hayatına sızmayı deniyor.

Gece vakti boş marketin görüntüleriyle açılıyor film. Işıklar yanmaya başlarken Johann Strauss’un ünlü ‘Mavi Tuna‘ valsinin ezgileri yükseliyor perdeden. Derken, Kubrick’in ‘2001’de boşlukta dans eden uzay istasyonlarına atfedercesine, boş mekânda forkliftlerin koreografik dansını izlemeye başlarız. Forkliftleri çalıştıran, günışığından uzakta kapalı mekânda çalışan işçilerle tanışırız daha sonra.

Vücuduna yayılmış dövmelerinde izlerini taşıdığı sorunlu geçmişini geride bırakarak yeni bir sayfa açmayı deneyen Christian, ustası Bruno’dan ilk talimatları alır. İçki reyonunda çalışacak olan içe dönük genç adam öylesine sessizdir ki, ilk sahnelerde onun dilsiz olduğu hissine kapılırız. Şekerleme bölümünde görevli şirin mi şirin Marion hayatına girer daha sonra. Palmiye ağaçlı duvar posterli penceresiz kahve odasındaki kısa rastlantılar hayatını renklendirir.

Ne var ki Türkçe adı yanıltmasın, Stuber’in filmi romantik bir aşk filmi değil. Kapalı bir mekâna sıkışmış insanların, kapitalist çalışma koşullarının ve katı Alman disiplinin kısıtladığı gri hayatlarını birbirlerine karşı sevecen davranarak aşma çabaları üzerinde duruyor daha çok. Kaçamak sigara ya da satranç molaları, tarihi geçmiş ama bozulmamış atıştırmalıklar ve bira eşlikli yeni yılı kutlamalarıyla monoton hayatlarına renk katma derdinde bu insanlar. Kimisi çabuk pes ediyor yalnızlığa ve mutsuzluğa. Kimileri, karanlık ambarda forkliftin tepesinin aşağı doğru yavaşça inerken çıkardığı okyanus dalgalarına benzer sesler aracılığıyla sıcak ve güzel bir dünyanın hayalini kurmayı sürdürüyor.

Stuber’in doğup büyüdüğü Doğu Almanya kırsalında bir otoyol kenarına konuşlanmış devasa marketin kapalı mekânında geçen filmi birbirinden iyi oyuncularıyla ayrı bir ivme kazanmış. Birkaç ay önce Christian Petzold imzalı ‘Transit’de hayranlıkla izlediğimiz (Joaquin Phoenix’e ikiz kardeşi kadar benzeyen) Franz Rogowski mahçup Christian’da; Maren Ade’nin geçtiğimiz yıl büyük yankı uyandırmış ‘Toni Erdmann’ının müthiş kadın oyuncusu Sandra Hüller dışa dönük mutsuz ev kadını Marion’da; Struber’in önceki filminde tükenmekte olan eski boksörü başarıyla canlandırmış olan deneyimli aktör Peter Kurth eski kamyoncu, babacan Bruno’da harikalar yaratıyor.

Filmin büyük bölümünün geçtiği klostrofobik mekânda mükemmel bir iş kotaran Peter Matjasko’nun görüntüleri ile Türk asıllı İsviçreli Kaya İnan’ın kurgu çalışması övgüye değer. Filmi zenginleştiren, zaman zaman mekân ile tezatlık taşıyan soundtrack albümü de pek renkli. Strauss’un valsi ve Bach’ın süitine, Timber Timbre ve Son Lux’un sert ve dinamik ezgileri eklemleniyor. Chaplin’in ‘Modern Zamanlar’ındaki fabrika ortamını anımsatan tepeden çekilmiş belgesel tadındaki süpermarket manzaralarına ise pamuk tarlasında çalışan siyahi kölelerin dilindeki blues ezgileri karışıyor sonlara doğru.

Başarılı genç sinemacı Thomas Stuber’in adını bir kenara not etmekte yarar var. Roy Andersson ve Aki Kaurismäki gibi kuzeyli usta yönetmenlerin hüznü ve mizahının tadı var anlattığı yalnızlık öykülerinde. Bir sonraki çalışmasında, bu defa plazalara hapsedilmiş beyaz yakalı kölelerin sıkışmışlığının peşine düşer belki.

(28 Kasım 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Aşkın Formülü Yok

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Günümüzdeki vahşi ekonomik çark gereği sinemalarda çalışan elemanlar da o kadar hızlı değişiyor ki bu hafta muhatap olduğunuz gişedeki, kapıdaki, büfedeki elemanı mütebaki haftada göremeyebiliyorsunuz. Yeni kuşak sinema çalışanları eskiyi pek bilmediğinden artık “makinist” kavramı da unutmaya başladı sanırım. Şehrin merkezi yerindeki çok salonlu sinemada filmimi seyrettim, çıkarken bilet kesen, daha doğrusu yer kuponunu kontrol eden elemana sinemada kaç makinist olduğunu sorayım dedim. Anlamamış gibi duraksayınca “Filmleri nasıl gösteriyorsunuz? Bir kişi makine dairelerini dolaşıp düğmeye basarak mı filmi başlatıyor?” dedim. “Haa abi, ben arada gidip görüntüyü, sesi, ışıkları, perdeyi kontrol edip geliyorum.” dedi. Dolayısıyla bizim kuşak sinemaseverler film seyrederken görüntüde veya seste herhangi bir arıza hissettiğinde eski zamanlardaki gibi boş yere “Makiniiist” diye seslenmesin, çünkü o sırada gösterim odasında makinist yok. “Makiii…” diye seslenip “…neee” diye devam etseler de faydası yok, çünkü makine o sesi duymuyor. (05 Ağustos 2018)

Sanatçılarla ilgili beğeni ve hayranlıklarımda, sevdiklerim, sevmediklerim, ayıldıklarım, bayıldıklarım, kapısında kul olabileceklerim gibi çeşitli kategorilerim var. Yavuz Bingöl ile Mustafa Keser’i bir kategori yukarı taşıdım ve “Ne Sevdiğim Belli Ne Sevmediğim” kategorisine aldım. Kime ne faydası var bilemem ama duyurmuş olayım. (22 Temmuz 2018)

Hayatın İçinden / Olduğu Gibi / Bir Turgut Yasalar Hikâyesi Yazma Gayreti 3: Hava o kadar sıcak ki, “Boş ver güneşte yürüyüp D vitamini almaya.” dedim kendime; gölgeli kaldırımdan eve dönüyorum. Marketten alışverişimi yapmışım, Ergenekon caddesinden Bilezikçi sokağa girmişim. Sokağın tenhalığının verdiği cesaretle, sıcağın bunaltısını azaltmak için gömleğimin düğmelerini göbeğime kadar açmışım, yürüyorum. Kafamı kaldırdım, baktım karşıdan iki 70’lik geliyor. 70’lik dediysem rakı değil, ak saçlı, hanım hanımcık görüntülü iki bayan. Hemen, ayıp olmasın diye, telaşla, göbek tarafımdan başlayarak gömleğimin düğmelerimi kapattım. Tam yanlarından geçerken birisi “Kese 15 lira.” deyince yanındaki, “Çüşşş, 15 lira mı?” diye tepki vermesin mi? Hem 70’lik, hem bayan, hem İstanbul’un orta yerinde ikamet ediyorlar. Vallahi ben utandım, hatta şaştım. Tam burada, kıssadan hisseye gelirsek: Kimin, ne olduğu, nasıl davranacağı, kadınmış, erkekmiş, uzunmuş, kısaymış, hiç belli olmuyor. Onun için siz siz olun dış tesirler yüzünden disiplininizi bozmayın, topluma örnek olmaya devam edin. (22 Temmuz 2018)

Bu ses sanatçılarımızı da bazen anlamak mümkün olmuyor “Ağlatman beni aynalar, söyletmen beni aynalar” hüznünden “Bahça duvarından aştım, sarmaşık güle dolaştım” türküsüne geçmek nedir arkadaş? Bülent Ersoy da bazen “Tuti-yi mucize guyem”den sonra efkârlanıp “Ablan kurbaaan olsun sana” diye feryad-ı figan ediyor ya, onun gibi. Ya hüzünlenenlerle ya da neşelenenlerle dalga geçiyorlar herhalde. (26 Temmuz 2018)

Kabak tadı veren “Kanlı Ay Tutulması” fotoğraf ve yazılarına alternatif soru: Diğer tutulmalar “Sütlü Ay Tutulması” mı oluyor? (28 Temmuz 2018)

Sayın yetkilinin ısrarla “Ümmet şuuru, ümmet şuuru” şeklindeki basın açıklamasının verdiği çağrışımla sorayım: Mehter marşımızın “Türk milleti, Türk milleti, aşk ile sev milliyeti”, dizesini de “Türk ümmeti, Türk ümmeti aşk ile sev ümmiyeti” şeklinde mi algılamalıyız? (30 Temmuz 2018)

Yeni sistemde mutluluğun anahtarı: Ekmeğe, elektriğe, doğalgaza yapılan zamlara üzüleceğinize, Milli Piyango’nun artık makineden de alınabileceğine ve Sayısal Loto’nun haftada iki kez oynanabileceğine sevinin. (31 Temmuz 2018)

Nereden çıkardım bilmiyorum ama son iki günde TRT Müzik’te iki kez kulağıma çarpan “Yeşil çimen üzerinde aşık oldum ben sana” türküsü ile “Cevizin yaprağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında” türküsü arasında kesin bir akrabalık var kanaatindeyim. Dolar 5 bin TL.yi geçmiş. (01 Ağustos 2018)

“Toplum çürümüş, çürümüş” ifadesi yanlış. Toplumu böyle ifade edersek felçli hayvanlara pazar arabasından protez ayak yapanlara, hesabına yanlış havale edilen 22.000 lirayı sahibine iade edenlere haksızlık yapmış olmuyor muyuz? Bence toplumun hepsi değil, belirli bir yüzdesi çürümüş. (07 Ağustos 2018)

Rahmetli Orhan Veli, çok ileri görüşlü bir şairmiş, taa o zamanlardan bu zamanları görmüş; “bedava” şiirini yazmış. Üsküdar’dan motora bindim, boğazı geçtim püfür püfür, bedava; Beşiktaş’ta indim, meydanda -affedersiniz- sıkışmışlığımı giderdim bedava; Pangaltı istikametine giden belediye otobüsüne bindim serin serin, bedava. Gelgelelim benim bedavalarımın yaşlılıktan kaynaklanan bir lütuf olduğunu hatırlayınca moralim yerle yeksan oldu. (08 Ağustos 2018)

(24 Kasım 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Politika, Ayrımcılık ve Kadın Dayanışması Üzerine Bir Soygun Hikâyesi

Amerikan sinemasının çağdaş yaratıcılarından Steve McQueen, 60’lı ve 70’li yılların yıldız oyuncusu ile aynı adı taşır. Siyahi yönetmen siyasi bir aktivistin direnişini ele aldığı 2008 yapımı ilk uzun metrajı ‘Açlık / Hunger’ ve üç yıl sonra usta oyuncu Michael Fassbender ile bir kez daha çalıştığı cinsel bağımlılık üzerine gözüpek ‘Utanç / Shame’ ile sinefillerin baştacı olmuştur. Brad Pitt’in yapımcılığında daha geniş imkanlı bir prodüksiyon olan, Amerikan tarihinin acılı kölelik geçmişi üzerine 2013 yapımı üçüncü projesi ’12 Yıllık Esaret / 12 Years A Slave’ Oscar ödülüne kadar uzanmış olmasına rağmen sinema endüstrisinin ticari gözle bakmadığı sinemacılardan biridir McQueen.

Bizde de gösterimi devam eden son çalışması ‘Dul Kadınlar / Widows’ yönetmenin ana akım sinemayla bir flörtü olarak ele alınabilir. Cinai işleriyle tanınmış İngiliz yazar Lynda La Plante’nin 80’li yıllarda BBC’de yayınlanmış televizyon dizisinden beyazperdeye uyarlanan filmde, orijinalinde Londra’da geçen hikâye Chicago kentine uyarlanmış. Temelde bir soygun öyküsü anlatıyor gözüken yapımın, ırk ayrımcılığı, sosyal sınıfların çeşitliliği ve suç oranının yüksekliği gibi kriterler açısından Chicago’yu ABD’nin mikrokozmosu olarak kullanma tercihi çok belirgin.

Filmin hareketli açılış bölümünde bir soygun girişimi, garajda sonlanan polis takibi ve ardından gelen patlamayı izliyoruz. Feci şekilde ölen soyguncular geride yaslı dul kadınlar bırakıyor. Kocaları birlikte iş yapmasa koca kentte yolları pek kesişmeyecek farklı sınıf ve ırktan kadınlardır bunlar. Soyguncuların başı Harry Rawlings’in (Liam Neeson) hayır işleriyle uğraşan ve gösterişli bir dairede yaşayan siyahi eşi Veronica (Viola Davis) güçlü bir kadındır ama şehrin yoksul 18. bölge belediye meclisi üyeliğinde de gözü olan siyahi çetenin kocasının çaldığı ve patlama sırasında kül olan parayı kendilerine iade etme tehdidi aldığında o da hazırlıksızdır. Kocasının özenle tuttuğu ve bir sonraki soygun planının detayları dahil olmak üzere her türlü bilginin yer aldığı defter eline geçtiğinde, çalınan parayı yerine koymak için soygun işine girmeye karar verir. Ancak bu işte kendisine yardım edecek kişilere ihtiyacı vardır. Hayatları tehlike altında olan diğer dul eşleri bir saunada toplayarak, onları hayatta kalabilmek için tek çarenin bu soygunu birlikte kotarmak olduğuna ikna etmeye çalışır.

Karmaşık entrikası ve aksiyon unsurlarıyla başlangıçta McQueen’in önceki işlerine mesafeli bir yerde görünen ‘Dul Kadınlar’, yönetmenin seçimleri ile bildiğimiz soygun filmlerinden ayrışıyor. Soygun hikâyesini Hitchcock’un ‘MacGuffin’i olarak düşünün. Yönetmenin asıl derdi Chicago özelinde yolsuzluk, siyasi entrika ve ayrımcılık ile bozulmuş bir toplumun genel resmini çekmek. Dinamik giriş sekansında soygun ve polis takibi ile hırsızların eşleriyle birlikte olduğu özel anları koşut kurguyla verdiği ilk açılış sekansında, farklılığını ortaya koymaya başlıyor zaten usta sinemacı.

Kenti meşgul eden belediye meclisi üyeliği seçim kampanyası sürecinde ırklar arası mücadeleyi sergilerken taraf tutmuyor. Siyasi iktidar uğruna beyazın da siyahın da aynı aşağılık yollara başvurduğunu vurguluyor. Filmin belki de en çarpıcı sekansında, beyaz aday Jack Mulligan’ın (Colin Farrell) güney Chicago’nun yoksul mahallesinden kendi yaşadığı ve seçim kampanyasının merkezi olarak kullandığı refah semtteki gösterişli evine doğru araba yolculuğunu tek plan olarak çekmiş. Bizler siyahi şoförün kullandığı otomobilin arka koltuğunda aday Mulligan ile asistanının yaptığı konuşmaya kulak verirken, tek kamera yoksulluktan refaha geçişi tam zamanlı bir plan sekansta görüntülüyor.

‘Dul Kadınlar’ #MeToo hareketine gönülden destek veren bir kadınlar dayanışması filmi aynı zamanda. Yönetmenin ilk kez kadın karakterleri merkeze oturttuğu çalışmasında, erkekler dünyasında hayatta kalmaya çalışan farklı sınıf ve ırktan dört kadının mücadelesini izliyoruz. Özgüveni yüksek güçlü Veronica kocasının ölümüyle herşeyini kaybetmiştir. Polonya göçmeni aileye mensup gösterişli sarışın Alice (Elisabeth Debicki) hayattayken dayağını yediği kocasının ardından yaşamını sürdürebilmek işbilir annesinin (Jacki Weaver) zorlamasıyla fahişeliğe yönelmek üzeredir. Meksika kökenli Linda (Michelle Rodriguez) ölen eşinin teminat olarak gösterdiği dükkanını kaybetmiştir. Bu üçlüye sonradan şoför olarak katılan siyahi Belle (Cynthia Erivo) ise babasız kızını büyütebilmek için işten işe koşan emekçi bir kadındır.

‘Kayıp Kız / Gone Girl’ün (Şikagolu) yazarı Gillian Flynn ile birlikte yazdığı senaryodan yola çıkan McQueen başta eşsiz Viola Davis olmak üzere göz kamaştırıcı bir oyuncu kadrosunu mükemmel yönetmiş. Yan rollerde Lukas Haas (Alice’in zengin müşterisi), yaşlı kurt Robert Duvall (baba Mulligan) gibi deneyimli isimleri, ‘Kapan / Get Out’un Oscar adayı mazlumu Daniel Kaluuya’yı gözü dönmüş psikopat Jatemme Manning kompozisyonunda izlemenin keyfine varıyoruz.

Görünürdeki soygun öyküsü çerçevesinde cinsel ayrımcılığı, ırkçı polis şiddetini, ırklar arası evliliği, yolsuzluk ve derin siyasi yozlaşmanın kökenlerini (filmin Al Capone benzeri eski gangsterlerin ortaya çıktığı ve daha sonra kanunen aklandığı Chicago’da geçmesi boşuna değil) irdeleyen, bunu yaparken anaakım sinemanın seyirlik unsurlarını ustaca kullanan ‘Dul Kadınlar’ı ben pek sevdim. Bana 70’li yılların sosyal eleştiri kaygısı taşıyan Lumet, Pollack ya da Pakula benzeri sinemacıların çabalarını hatırlatan bu özel film yılın en ilgiye değer Amerikan yapımlarından biri.

(22 Kasım 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Resimli Vahşi Batı Öyküleri

Coen biraderlerin Western ile ilişkileri sağlamdır. Bizde ‘İz Peşinde’ adıyla gösterilmiş ‘True Grit’ (2010) ya da Oscarlara boğulmuş ünlü ‘İhtiyarlara Yer Yok / No Country For Old Men’ (2007) gibi birebir Western örneklerinin yanı sıra, daha ilk filmleri ‘Kansız / Simple Blood‘dan (1984) başlayarak türün karanlık ve vahşi raconu filmlerine sızmıştır.

Usta sinemacı kardeşlerin bir Netflix yapımı olduğu için Cannes’da yarışmaya kabul edilmeyen ancak Venedik ana seçkisinden en iyi senaryo ödülüyle dönen son filmi ‘Buster Scruggs’ın Şarkısı / The Ballad of Buster Scruggs’ bir hafta kadar önce Amerika’da vizyon gördü. 16 Kasım Cuma gününden başlayarak da tüm dünyada olduğu gibi bizde de Netflix kanalından izleyiciyle buluşuyor.

Coen’lerin bu yeni çalışması altı Amerikan Vahşi Batı hikâyesi üzerine kurulmuş. Yönetmenlerin tanımıyla bir antoloji projesi niteliği taşıyan çalışma, onların yıllar boyu kaleme aldıkları kişisel kısa hikâyelerini perdeye/ekrana taşıyor. Öyküler, bez ciltli resimli bir kitabın bölümleri olarak sunuluyor. Her bir öykü, uçsuz bucaksız vahşi batı kırsalında varolmaya çabalayan insanların talihsiz kaderleri üzerine. Klasik Western antolojisinden kopup gelmiş bu insanlar sütten çıkmış ak kaşık değil kuşkusuz. Birkaç tanesi dışında hırslı, açgözlü, namussuz karakterler bunlar. Her an tetikte bekleyen tehlike ve ölümün gölgesinde yerleşik bir yaşam kurmaya çalışırken, topraklarına göz diktikleri klasik Western’in vahşi kızılderilileri ile amansız bir mücadeleye girişmişler.

Coen’lerin filmi Western’e yeni bir bakış açısı getirme gayretinde bir çaba değil. Türün klasik klişelerini, kendi sinemalarının mizah, şiddet ve gerçeküstücü kokteyli içinde kullanıyor ve kendilerine özgü Coen dünyası içinde türe saygılarını sunuyorlar.

İzlemesi hayli keyifli bir çalışma bu. Her bir hikâye Coen’lerin önceki filmlerinden aşina olduğumuz benzersiz karakterlere yenilerini ekliyor. Film ile aynı adı taşıyan ilk öyküde; bir yönüyle Bugs Bunny’yi, diğer yandan Jesse James’i hatırlatan, güler yüzlü, gitarıyla şarkılar söyleyen ancak silahını herkesten hızla çekip karşısına çıkan adamları mıhlayan komik kovboy’da Tim Blake Nelson’ı izliyoruz. James Franco’nun bir banka soyguncusu olarak yer aldığı ikinci öykü Sergio Leone spagetti westernlerinin sivri dilli mizahını taşıyor. ‘Merhamet zorla gösterilmez, gökten yavaşça inen yağmur gibi düşer’ resim altı sözleriyle açılan ‘Ekmek Teknesi / Meal Ticket’ adlı üçüncü bölüm, kasaba kasaba dolaşarak keşfettiği sanatçıları sahneye çıkararak para kazanan bir organizatör ile Londra sokaklarında bulduğu kolları bacakları olmayan ancak hitabet gücü ve Şekspir ve Shelly’den alıntılarla kendisini izleyenleri etkisi altına alan yetenekli gencin hikâyesi üzerine. İrlandalı aktör Liam Neeson’un emprezaryoyu, yetenekli genç oyuncu Harry Melling’in talihsiz anlatıcıyı oynadığı hikâye, pazara çıkan sanatçının kaderine ve insanoğlunun doymak bilmez iştahının trajik sonuçları üzerine toplamın en hüzünlü parçalarından biri. Benzersiz caz, rock ve blues üstadı Tom Waits’in solo performansıyla döktürdüğü, Jack London esinli dördüncü öykü ise, yeşillikler içindeki el değmemiş vadide yaşlı bir altın arayıcısının mücadelesini anlatıyor.

Ve sıra geliyor kişisel favorim olan, Amerikalı yazar ve ruhbilimci Stewart Edward White’ın kısa hikâyesinden esinlenerek kaleme alınmış ‘Endişeli Kız / The Gal Who Got Rattled’ adlı beşinci öyküye. Oregon yolunda bir kafile ile seyahat eden kimsesiz genç kız ile yerleşik hayata geçmek isteyen kılavuzun Romeo ve Jülyet tadında gelişen trajik hikâyesinde, tüm filmi sarıp sarmalayan Carter Burwell imzalı soundtrack’in de etkisiyle hüzün kat sayısı tavan yapıyor. Coen biraderler John Ford’un ünlü ‘Cehennem Dönüşü / Stagecoach’ına gönderme yapan son bir dokunuşla noktalıyorlar filmlerini. Bir yolcu arabasının içinde toplanmış farklı sosyal statülerden beş kişinin, arabacının asla durmadığı tekinsiz yolculukta insan karakteri üzerine tartışmaları, Coen kardeşlere özgü gizemli bir büyülü gerçekçilik ortamında sürüp gidiyor.

Klasik Western unsurlarının Coen biraderlerin sinemasıyla buluştuğu bu enfes çalışma yılın en ilgiye değer işlerinden. Sinemada değil ama evinizde pırıl pırıl bir projeksiyondan Bruno Delbonnel’in nefes kesici görüntü çalışmasının keyfine varmanızı öneririm.

(18 Kasım 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Korkut Akın Yazıyor: Savaşın Aksiyonu ve Başka Bir Şey

Dünyanın bugüne dek gördüğü en gaddar savaş ve katliam İkinci Dünya Savaşı… Milyonlar ölmüş, öldürülmüş… Asker, sivil ayrımı yapmadan, kadın erkek ve/veya yaşlarını umursamadan hem de. O büyük acıyı, aradan geçen bunca yıl sonra da içinde duyuyor insan. Overlord Operasyonu, iki bölümlük bir film… Girişte, inanılmaz bir tanımlamayla yüz yüze geliyoruz. Savaşa giden acemilerle artık hayattan bir şey beklemeyecek … Devamı… »

Siyaset Kirli Bir İştir…

…bir tek kadınlar engelleyebilir o kirliliği.

Yasadışı iş yapan kocalarının yarım bıraktığını tamamlamaya karar veren kadınlar, sıkı bir çalışmayla hedefe yönelirler. Bana sorarsanız daha da çok şey yaparlar… İzlemeyen için bir şey diyemem, ama izlerseniz, hemen her ülkede yaşanan siyaset kirliliğinin de önüne kadınların geçebileceğini kabul edeceğinize iddiaya girebilirim.

Güçlü yönetmen, güçlü oyuncular…

Güçlü film çıkması için yeter ve gerek şarttır. Yönetmen Steve McQueen, sakin ve bir o kadar da yalın diliyle başarılı bir film üretmiş. Heyecan da var, ama merak daha ağır basıyor film boyunca… Ne olacak?

Ne olmasını istersiniz? Filmde gerilim had safhada… Birbirlerini seven bir çift; sürekli didişen, belki pamuk ipliğiyle sürdürülen bir başka evlilik; çocukla uğraşırken kendini yitiren, belki de görüntüde sürdürülen bir diğer ilişki; en önemlisi de hep gizli kalacağı düşünülen aldatma… Koltuğa çakılı, nefes almadan pür dikkat izlediğiniz filmde, her yenilik sizin de kararınızı değiştirmenize neden oluyor.

Siyaset bunun neresinde?

Yerel seçimler öncesinde, başa güreşen iki adayın iktidarı elde edebilmek amacıyla yaptıkları, birbirinden kötü sonuçlar veren hırsları… Güçlü egolarıyla iktidar olmanın kazandırdığı itibarı çıkarları için kullanmayı düşleyen ve bunun için her tür yolu geçerli kabul eden adaylar ellerini ateşe sürmeyip maşa kullanırlar. Bazen közler düşer maşadan.

Entrikalar birbiri ardına sıralanırken, siz gözleriniz beyazperdede, birkaç ay sonra yapılacak bizdeki seçimlerin nelere gebe olabileceği aklınıza gelecek. Çıkın bakalım işin içinden çıkabilirseniz…

Dul Kadınlar -Widows- yönetmen Steve McQueen oyuncular Viola Davis, Michelle Rodriguez, Elizabeth Debicki, Cynthia Erivo, Robert Duvall, Colin Farrell, Daniel Kaluuva, Brian Tyree Henry, Liam Neeson… 16 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(15 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Yıldız Kaydı… Whitney

İnanılmaz bir ses, inanılmaz bir güzellik, inanılmaz bir gülüş… Benim için sesinin yanında o içten ve insanın içine mutluluk saçan gülüşü unutulmazdı Whitney Houston’un…

Tanrı vergisi diye belki de kendimizi kandırdığımız o güçlü ses, öğreniyoruz ki, bebeklikten başlayan bir çalışmanın ürünü. Çok çalışınca bir şeyler oluyor, bunu göz ardı etmemek gerekir. Muhakkak ki yeteneği de vardı ve sesi gerçekten çok güçlüydü… ama bir düşünün nice güçlü ses kimse bilmeden, duymadan silindi gitti yeryüzünden.

Bodygard…

Sıradan bir aileden dünyaya gelmemiş, anne şarkıcı baba siyasetçi ve belirleyici bir görevde… Whitney, başından beri annesinin desteğiyle müzik üzerine çalışıyor… Fiziği ile -fotomodellik yaparken, bir küçük hile (!!!) ile- kendini sahnede buluyor… Sonrası, sonrası bildiğiniz Whitney.

Bir de Amerikan Milli Marşını yorumlaması var ki, onu yeniden anımsamak gerekir… Marş aynı, sözler aynı, yorumlayan farklı. Bizde düşünülmesi bile mümkün olmayan bir şey, ama Whitney’i müzik listelerinin başına çıkartmaya yetti.

Whitney sinemada da başarılıydı… Kevin Costner ile ilk filmi Bodyguard’da onu sevmeyen, müziklerine -bir kez daha- hayran olmayan var mı?

Belgeselin gücü…

Son haftalarda müzik ve müzisyenler üzerine birkaç film izledik birbiri ardına… Müslüm’de Müslüm Gürses, Bohemian Rhapsody’de Fredie Mercury… Tutsak da var, ama o biraz daha farklı… Bu iki film de canlandırma, kurgu film. Başarılılıklarının ötesinde o kişi(lik)lerin belli bir yorumla canlandırılması… Oysa Whitney bir belgesel. Daha çok da yakın çevresinin tanıklığıyla tanıyoruz o güçlü sesi. Yıllar boyu, listelerin tepesinden inmeyen Whitney’in, gerek yapılan söyleşiler gerekse üzerine yazılanlardan sonra bilinmeyen nesi var diye sorabilirsiniz… Haklısınız.

Bilinçaltı… bambaşka bir dünya

İnsanlar bilinçaltına attıklarını unutabiliyorlar. Psikolojik terapi seanslarında, kendilerinin bile inanamadığı durumlar çıkıyor ortaya… Whitney de bilinçaltına atmış hayatına yön veren gerçeği. Neden tek eşli? Neden tüm sıkıntılarına rağmen evliliğini sürdürüyor? Neden illa bir çocuğu olsun istiyor? Yoğun turne ve konserlerde çocuğunu neden yanından ayırmıyor?

Şimdi bu yazıyı yazarken kulağım Whitney Houston şarkılarında… Aklımdaysa sorular, sorular… sorular.

Whitney, Yönetmen Kevin MacDonald, 16 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(10 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Savaşın Aksiyonu ve Başka Bir Şey

Dünyanın bugüne dek gördüğü en gaddar savaş ve katliam İkinci Dünya Savaşı… Milyonlar ölmüş, öldürülmüş… Asker, sivil ayrımı yapmadan, kadın erkek ve/veya yaşlarını umursamadan hem de. O büyük acıyı, aradan geçen bunca yıl sonra da içinde duyuyor insan.

Overlord Operasyonu, iki bölümlük bir film… Girişte, inanılmaz bir tanımlamayla yüz yüze geliyoruz. Savaşa giden acemilerle artık hayattan bir şey beklemeyecek kadar ölüm görmüş, yakınlarını kaybetmiş uzmanlar…

İkinci Dünya Savaşının, cephede geçen en başarılı öykülerinden biri Overlord’un ilk yarısı… Birbirlerini tanımayan, tanısalar bile o gerginlikle kimin neyi, nasıl ve niye istediğini/yaptığını bilemeyecek kadar yoğun askerler… Bir görev almışlar: Nazi işgali altındaki kilisenin çatısına sığınmış (bu önemli bir trük, çünkü bütün milletlerde, tam da bizde olduğu gibi en kutsal yerdir dini binalar; kimse dokunmaz, dokunmaktan kaçınır) radyo vericisini yok edeceklerdir.

Yakın planların cazibesi

Normandiya çıkartması öncesinde görev alan küçük bir takımın yaşadıklarını aktarıyor film. Askerlerin korkuları, heyecanları, endişeleri, beklentileri bir tarafta, daha önce cephe görmüş olanların (deyim yerindeyse ‘kaşarlanmış’ların) karşı karşıya gelmeleri… Zaman kısıtlı, bir görevleri vardır ve başaramazlarsa savaş farklı bitecektir.

İnanılmaz güçlü bir kamera, olağanüstü oyunculuk (filmin ikinci yarısında da devam ediyor bu olağanüstülük) ve mizahla yoğurulmuş alabildiğine heyecan…

Köylü güzeli…

Barışçıl, hoşgörülü, sakin ve kararlı bir askerle okumuş, savaş karşıtı olduğu için (ve yaşananları da öğrenince hak vereceğimiz) askerlere diş bileyen, genç köylü kız… Aralarında adı konmamış ilginç bir çekim var, âşık olmuşlar mıdır acaba birbirlerine? Ama savaşın azgın yüzü onları da kendine benzetiyor, acımasız hatta iğrenç bir intikam duyabiliyorlar. Birbirlerini tanıma fırsatı bulamasalar da askerlerle köylü kız güvenmek zorundalar. Kimse o güvene ihanet etmiyor…

Üstün ırk hedefi…

Alman Nazilerinin en büyük hedefi, hepimizin bildiği gibi üstün ırk yaratmak… Milliyetçiliğin doruğu zaten bu üstün olma anlayışı… Oysa onlar da etten kemikten yapılma alelade insanlar, hepimiz gibi… Ya çalışmaları? Laboratuvarlarda, canlı denekler üzerinde yapılan tüm deneyler bu yönlü…

Üstün ve ölümsüz bir ırk nelere gebe! Savaşın aksiyonuna korku filminin canavarları karışıyor. Savaştan çok korku/gerilim filmine dönüşüyor film ikinci yarısında… İnsan duyarlılığı yine üst düzeyde. Önce çocuklar ve kadınlar denir ya…

Overlord Operasyonu, yönetmen Julius Avery. Oyuncular Jovan Adepo, Wyatt Russell, Pilou Asbæk, Mathilde Ollivier, John Magaro, ve Iain de Caestecker… 9 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(08 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Kimliğine, Kişiliğine Sahip Çık

Toplum kişileri kendine uydurmakta ustadır. Kimliğini, kişiliğini korumaya çalışanlara önce aile, sonra yakın çevre, en sonunda da toplum karşı çıkar. Bunu sormak, sorgulamak, bireyin beklentilerini öğrenmek gibi bir sorunları yoktur. Tek bildikleri ezmek, yok etmek, en azından kendine benzetmektir. O da gelişmenin engellenmesi demektir ki, yaşam dinamiği buna izin vermez. Bugünü, bu dinamiği yaşatanlara borçluyuz, her anlamda.

İzin verirsek…

“Ne hastalık ne günah, yaşasın eşcinsel aşk” pankartı açılmıştı bir etkinlikte… Toplumun öteden beri tartıştığı, ancak hâlâ karara varamadığı, ama hayatın bir gerçeği olarak karşımızda duran, dolayısıyla da yeni bir bakış, yeni bir tanımlama ile yenilenme zorunluluğu olan bir durumu anlatıyor “Cameron Post’a Ters Terapi”.

“Aşkın gözü kördür, ama bizim izin verdiğimiz ölçüde…” Buradaki “aşk” yaşam içerisindeki her şeyi kapsıyor… Tensel aşk için daha da geçerli, daha da sıkı sınırlar içerisinde. Peki, insanlar sizin sınırlarınızı kabul etmezlerse? Ne yapacaksınız yani, öldürecek misiniz? Ortaçağdan bu yana (yine şairin şiirce dizeleriyle yanıtlayalım) “Erken öten horozun başı kesilirmiş / Bitmez tükenmez ki başın kesile kesile” (F. Hüsnü Dağlarca)

Değişim: zorunlu gelişme

Dünyanın ilk oluşumundan bu yana geçen süre içerisinde, insanın tarihi çok kısa… ama insanlık tarihi çok uzun. Zamanla çeşitli kurallar konulmuş, değiş(tiril)miş, unutulmuş ve/veya kaybolup gitmiş. Kurumlar bazılarını engellemek üzere tutuculuklarını sürdürmeyi görev bilmişler ama… Bunların başında din ve devlet geliyor.

Şöyle düşünün: kadınların bırakın oy hakkını, söz hakkı bile yoktu daha düne kadar, okutulmuyordular bile… Bugün ise hayatın her anında, her alanında söz sahibiler, çok da başarılılar. Ay, nurdur gidilemez deniyordu, bırakın Ay’ı, Mars yolculukları için gün sayılıyor. Tanrının gazabı olarak bilinen ve salgınla milyonlarca insanın ölümüne yol açan hastalıklar, bugün unutuldular, tıp biliminin gelişimiyle…

Siz olsanız…

Güzel ve çekici bir genç kız olan Cameron, kız arkadaşına âşık olunca “dönüştürme terapisi” merkezine gönderilir. Genç kız ya toplumun kurallarına uyacaktır ya da kimliğine ve kişiliğine sahip çıkacaktır.

Sahi, siz olsanız ne yaparsınız? Cameron da öyle yapıyor…

Cameron Post’a Ters Terapi -The Miseducation of Cameron Post- yönetmen Desiree Akhavan, oyuncular Chloe Grace Moretz, Sasha Lane, John Gallagher Jr, Quinn Shephard… 9 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(07 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Valslerle Fındıkkıranlar…

Müziğin hayatınıza etkisini göz ardı etmeyin… Kimi dramatik kimi komik kimi hüzünlü ama her haliyle sizi sizinle baş başa, bir yerlerden alıp bir yerlere götüren o büyülü tınılar…

Bir yılbaşı öyküsü, ama biraz erken giriyor gösterime… Belki biz izleyiciler hazırlıklı olalım diyedir, kim bilir.

Büyülü bir dünya ve bu dünyada aradığını bulmaya çalışan genç kız. Kolay mı? Değil tabii. Zor mu? Pek zor değilmiş. Yeter ki, kararlı ve güvenli olun, öz güvenli tabii.

Düş dünyası olunca insanlar kurşun asker, fareler de sevimli oluyor ister istemez. Korkunç insanlar da var, hayatta olduğu gibi, iyi niyetli olanlar da… Beceremeyenler kadar korkaklar da… Fırsatçıları unutmamak gerekir.

Yakın bir zamanda kaybettikleri annesinin armağanını alan üç kardeşin biri, akıllılığıyla da biliniyor. Zaten icatlarla, bilimsel deneylerle ilgileniyor. Bir çocuğun engellenmemesinin, hatta çabasının desteklenmesi gerektiğinin vurgulandığı sevimli deneyler bunlar…

Biz de birlikte katılıyoruz bu serüvene… Tam seyirlik, herkesin kendince alacağı bir mesajı bulabileceği keyifli bir film.

Fındıkkıran ve Dört Diyar, yönetmen Lasse Hallström, oyuncular Keira Knightley, Mackenzie Foy, Eugenio Derbez, Matthew Macfadyen… Helen Mirren, Morgan Freeman… 2 Kasım’dan itibaren gösterimde…

(01 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Yaşam Sizin Elinizde… Ya Aşarsınız Ya Kalırsınız

Gösterime birbiri ardına giren filmler hep müzikle ilgili. İyi bir şey, çünkü hayatın tüm zorluklarını müzik gibi naif ve -aslına bakarsanız, çok da zor ama- güzel anlarla aşabiliriz.

Queen desem aklınıza ilk gelecek olan Freddie Mercury’dir, değil mi? Yanılıyor olamam… Hatta birçoğunuz şarkıları bile sıralamıştır birbiri ardına. Kimdir bu Queen grubunu oluşturan güç ve düşünce diye sorsam, şarkıların sözlerinden bir şeyler süzüp söyleyecekleriniz de olacaktır muhakkak. Queen grubunun oluşumuyla Freddie Mercury’nin büyümesinin öyküsü anlatılıyor Bohemian Rhapsody’de…

Dört arkadaş…

Göçmen bir ailenin, biraz da ötekileştirilen genç üyesi olan Farrokh Bulsara, ses aralığının geniş ve ilginç olmasıyla Queen grubuna girmiş, şarkı sözlerini yazmış ve dünyaca üne kavuşmuş, artık herkesin bildiği bir müzik efsanesi…

Filmde hayatını tanıyoruz. Neler yapmış, neler düşlemiş, neleri başarmış veya başaramamış…

Cinsel tercihleri nedeniyle, kısacık yaşamında gelgitli süreç belirleyici… Kız arkadaşıyla (ayrılsalar da, Mary’nin çocuğunun vaftiz babası olduğu bilinen bir gerçek) arasındaki duygusal bağ, her ne olursa olsun kopmuyor. Bu önemli…

Aile önemli…

Her ne kadar yalnız biri olsa da ailesiyle bağını hiç koparmamış Mercury, arkadaşlarıyla arası bozulmuş, gruptan kopmuş ama ailesi ve kız arkadaşıyla hep yakın ilişki içinde olmuş.

İşlediği kişi ve müzikle önemsenecek bir film olsa da Bohemian Rhapsody, izler bırakacak düzeyde değil. Büyük bir keyifle izleniyor, su gibi akıp gidiyor… sizinle sadece şarkılar kalıyor.

Müzik ve yaşam…

Biyografi filmleri bu yıl müzik ağırlıklı. Ezgileri ve tınılarıyla bildiğimiz o ünlü müzisyenleri ve sesleri filmde görmek, yaşamlarına şahit olmak önemli… Müslüm yerli ve başarılı bir yaşam öyküsüydü. Önümüzdeki günlerde izleyeceğimiz Whitney de, Bohemian Rhapsody gibi yakın geçmişimizin önemli figürü… Başka örnekler de var kuşkusuz… onları da siz ekleyin lütfen.

Bohemian Rhapsody, yönetmen Bryan Singer… oyuncular Rami Malek, Gwilym Lee, Ben Hardy, Joseph Mazzello. 2 Kasım’da vizyonda…

(01 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Müze ya da Yaman Bir Yönetmenin Ayak Sesleri

Yeni Dalga tadındaki siyah/beyaz ilk uzun metrajı ‘Güeros’ (2014) ile izleme alanımıza giren Alonso Ruizpalacios, bu hafta bizde de gösterime giren Berlin Film Festivali’nden en iyi senaryo ödüllü son çalışması ‘Müze / Museo’ ile beklentilerimizi boşa çıkarmıyor.

Gerçek bir vak’adan esinlenmiş olan film, 1985 Noel’inde yaşanmış Mexico City’deki ünlü Tarih ve Arkeoloji Müzesi soygunundan yola çıkıyor. 30’lu yaşlarında hala veterinerlik eğitimini tamamlayamamış, aileleri ile birlikte yaşayan Juan ile Benjamin’in artık kendi başlarına bir şeyler yapma çabalarının tezahürüdür bu akıl almaz soygun girişimi. Aileleriyle birlikte yedikleri Noel yemeğinin ardından harekete geçen ikilinin planı kusursuz işler. Aralarında efsanevi Maya kralı Pakal’ın cenaze maskesinin de bulunduğu yükte hafif 140 parça antik eser ellerindedir artık. Ancak bu tarihi hazinenin elden çıkarılması o denli kolay olmayacaktır.

Hikâye gerçek bir olaydan yola çıkmasına karşın, sorulara yanıt aramaktan ziyade yeni sorular ortaya koyan bir senaryosu var filmin. Doktor babasının bir türlü akıl erdiremediği gibi, hayatta ne istediyse yapılan, Mexico City’nin 23 kilometre yakınındaki huzurlu banliyöde dilediği hayatı süren Juan’ın böylesine bir hırsızlık olayına girişmesi için gerçek neden nedir acaba. Genç adamın ifade ettiği gibi neyi neden yaptığını kişinin kendisi de tam olarak bilmiyordur belki. Ya da peşinde koşturan kankasına dediği gibi ‘güzel bir hikâyeyi gerçeklerle berbat etmeye ne gerek vardır’.

Kusursuzca yürüyen bir soygun olayından yola çıkan ‘Müze’ sürekli yeni sorular sorarak yoluna devam ediyor. Sinema tarihini çok iyi özümsemiş Meksikalı yönetmen türden türe atlayarak, farklı referanslarla izleyiciyi şaşırtmasını biliyor. Jules Dassin imzalı ‘Rififi’ (1955) ya da 1964 yapımı ‘Topkapı’daki değme hırsızlık planıyla aşık atan soygun bölümünü neredeyse sessiz çekiyor. Tomás Barreiro’nun Bernard Hermann esintili tınıları bu ustalıklı sahnelere başarıyla eşlik ediyor. Anlatı ikinci yarıda Damián García’nın mükemmel geniş ekran görüntüleri eşliğinde keyifli bir yol filmine dönüşüyor. Juan’ın Şehrazad olarak hitap ettiği gizemli erotik dansöz ile Acapulco kumsalındaki kaçamağı ise hınzır bir Fellini güzellemesi olarak (bkz. La Saraghina / 8,5) sinefillere göz kırpıyor.

Juan’ı Meksika sinemasının muhteşem ‘bücür’ü (filmde de ailesi böyle hitap ediyor genç adama) Gael García Bernal’in canlandırdığı, baba rolünde Pablo Larraín’in müthiş ‘Tony Maneiro’su olarak belleklerimize yerleşen deneyimli oyuncu Alfredo Castro’yu izlediğimiz ‘Müze’, ustalıkla anlatılmış bir soygun hikâyesinin ötesinde farklı meseleler üzerinden ilerliyor. Kâh varlıklı ailesinin himayesinde büyüyememiş erkeklerin yırtma çabasından dem vuruyor, kâh antik eserleri toprağından koparmak suretiyle kapalı mekânlarda sergileyen geleneksel müzecilik anlayışını eleştiriyor, kâh Meksika halkının tarih bilinci ile inceden dalgasını geçiyor. Yeni çalışmaları heyecanla izlemeye alınacak çağımızın genç yeteneklerinden biri Ruizpalacios. Bu başarılı filmin ardından, Hollywood’un cazibesine fazlasıyla çekilerek kendine has mizahını ve hınzır sinemacı kişiliğini yitirmez umarım.

(29 Ekim 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

40 Yıl Sonra -Cadılar Bayramı-

“Kazan-kazan” mantığını öyle bir yerleştirdiler ki beynimize… her şeyden her zaman bir kazanç (çıkar mı demeliydim?) bekliyoruz. Sırf keyif için bir şey yapılamaz mı? Örneğin oltayı alıp deniz kıyısında saatlerce öyle durmak mutluluğu… Kimse, “Ver 10 lira al balığını, öldürme zamanını” demesin. Üzülmek doğru olabilir o akıp geçen zamana, ama kendinizle dertleşmenizin, hedefler belirlemenizin, kararlar almanızın kazancı başka nerede bulunabilir ki!

Kırk yıl geçince aradan…

Yaşar Kemal, “İnce Memed”in devamını ilkinin düzeyini düşüreceğinden çekinerek çok yıllar sonra yazmış… Belli bir iz bırakmış hemen her işte böyledir, tedirginlik, çekingenlik yaşar insan ister istemez. Cadılar Bayramı, ilkin 1978’de çevrilmiş… Bu onun devamı…

Korkudan çok gerilim var perdede… Önce “kim” diye soruyorsunuz? Sonra kime ve niye yönelecek diye merak içerisinde kalıyorsunuz. Her şeyden kuşkulanıyorsunuz, zaten kuşkulanmamanız için hiçbir sebep yok. Her şey bir anda fail ve/veya gerekçe olabilir. …olabilir mi?

Haluk Bilginer…

Bizim televizyon dizilerinde de yeni moda kan ve şiddet. Cadılar Bayramı’nda da aynı şeyler var… Bir an, bitecek diye umutlanıyorsunuz; bitmemesi için de bir neden yok… film boyunca tırnak kemirmeye devam!

Bir Hollywood filminde bir karakter canlandıran -belki de ilk oyuncumuz- Haluk Bilginer’den söz etmemek siyasi miyopluk olur. O kadar işine bağlı ve titiz çalışan bir doktor ki, sonunda o da deneyimlemeye kalkıyor canavar katil olmayı. Nedeni, niyesi yok. İnsan psikolojisi. Peki, öyle geçiştirebilir miyiz? Bilginer’in değil, senaryonun takıldığı bir nokta.

Cadılar Bayramı -Halloween- yönetmen David Gordon Green, oyuncular Jamie Lee Curtis, Judy Greer, Andi Meatichak, Haluk Bilginer, Rhian Rees… 26 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(25 Ekim 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Tesadüfler

Bir sinemaseverden çok kısa bir Şişli fotoromanı:

Nişantaşı deyip geçmeyin; Nişantaşı sinemayı sever. Ben öyle düşünüyorum. (Nişantaşı Cinemaximum Nişantaşı City’s Sineması’ndan çıkıp sağ kaldırımdan yürüyün Halaskârgazi Caddesi’ne yaklaşık 150 metre kala sağda. / Bilimkurgu türünün en önemli romanlarından biri olan Stanislaw Lem’in “Solaris” adlı eserini ilk olarak ünlü Rus yönetmen Andrei Tarkovsky 1972 yılında aynı isimle sinemaya uyarlamıştı. Bir diğer ünlü yönetmen Steven Soderbergh ise bu filmin yeniden çevrimini 2002 yılında gerçekleştirdi.)

Pangaltı deyip geçmeyin; Pangaltı sinemayı sever. Ben öyle düşünüyorum. (Şimdilerde kapanmış olan Şişli Site Sineması’nın bulunduğu kaldırımdan Harbiye’ye doğru yürüyün, yerine şimdilerde büyük bir market açılan eski Telekom binasının yanından sağa giren sokağın başında. / Hatırlayamayanlara hatırlatayım: Ünlü İtalyan yönetmen Federico Fellini, 20 Ocak 1920’de daha sonra filmlerinde sıkça kullanacağı Rimini’de doğmuş, çocukluğu ve gençliğinin büyük bir bölümü burada geçmiştir. “Satyricon”, “Roma”, “Amarcord”. Daha ne diyeyim.)

Harbiye deyip geçmeyin; Harbiye sinemayı sever. Dükkânın adını görüyorsunuz. (Bir şey söylememe gerek var: Her ne kadar dükkân, pencere önlerine çekilen perdelerin ticaretiyle iştigal ediyor olsa da neticede sinema filmleri beyazperdede gösteriliyor. Fotoromancı arkadaş konuyla bağlantıyı böyle kurabilmiş. / Ergenekon Caddesi’ndeki sinema birliklerinin bulunduğu binadan çıktınız, karşı kaldırıma geçip Halaskârgazi Caddesi’ne doğru yürüyün, caddeye kavuşunca sağa dönün. Şimdi orada yükselen büyük otelin yerinde çooook eskiden Pangaltı Tan Sineması vardı ve Sadi Bey orada Charlton Heston’lu “Hartum” (Khartoum) adlı filmi izlemişti. Taksim’e doğru sağ kaldırımdan yürümeye devam edin. 150 metre ileride sağda beyazperde.com’u göreceksiniz, pardon Beyaz Perde isimli dükkânı.)

(25 Ekim 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]