Kategori arşivi: Yazılar

Bürokratın Yalnızlığı

Has sinefiller sıkı durun, yaz ortasında bir başyapıt sinemalarda gösterime girdi. Lucrecia Martel’in dünya prömiyerini geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde yapmış filmi ‘Zama’dan söz ediyorum. ‘2017’den Benim Seçtiklerim’ listemde de yer verdiğim bu güzel filmin, festivallerden sonra Başka Sinema salonlarında vizyona girmiş olması son ayların en güzel sürprizlerinden.

Arjantinli usta yönetmenin 9 yıl aradan sonra çektiği ve Antonio di Benedetto’nun 1956 tarihli romanından yola çıkan yapım, 18. yüzyıl sonlarında İmparatorluk İspanyasının Paraguay nehri kıyısındaki ücra karargahında görevli bürokrat Don Diego de Zama’nın hikâyesini eksen alıyor. Güney Amerika’da doğmuş, kraliyet İspanyasını hiç tanımamış olan Zama, uzun zamandır görev yaptığı uç bölgeden Buenos Aires’e tayinini beklemektedir.

Açılış sahnesinde, elinde kılıcı başında üç köşeli şapkası ve resmi giysisiyle sahilde verdiği heybetli poz ile karşımıza çıkan Zama trajikomik bir bekleyiş içindedir. Memleketten ve ailesinden uzakta geçmek bilmeyen günlerin monotonluğuna eklenen sorumluluk ve sömürgeciliğin yükü altında ezilirken, üstünün krala mektup yazarak tayinini çabuklaştırmasını bekler. Beckett ya da Kafka’nın eserlerindekine benzer bürokratik engelleri aşmayı hayal eder. Çalışma arkadaşları ve karargâhtaki soylu hanedan temsilcisi tarafından da dışlanan ve çöküşe doğru hızla yol alan devlet görevlisinin ruh halini gözlemleriz film boyunca.

Zama’nın monoloğu üzerinden gelişen özgün romanı perdeye aktarırken çok sesliliği seçmiş Martel. Bürokratın anlattığı kişiler ve olayları tek tek sahnelemiş. Ancak yönetmenin çabası bir olaydan diğerine kesme ile geçen klasik bir anlatımdan uzak kalmak suretiyle, dönemin iklimini özenle yaratmak üzerine. Bu açıdan yavaş ilerleyen film izleyicisinden çaba ve emek bekliyor.

Yalnızca emperyalizmin içinden bir eleştiri değil Martel’in amaçladığı. Zama’nın hüsranlı bekleyişinin hikâyesi de değil sadece. Özenli kamera çalışması, börtü böcek vızıltısı ve kuş seslerinin canlı kıldığı vahşi ve ürpertici bir ses tasarımı ile içine girebildiğiniz zaman büyük bir sinema hazzı duyacağınız bir iklimi, bir atmosferi oluşturmayı başarıyor mükemmellikle.

Daniel Gimenez Cacho’nun başarıyla canlandırdığı Diego de Zama, sınıfsal bir öfke ve hayal kırıklığı içinde bekleyişten saldırıya geçerken bir Werner Herzog (Aguirre), bir Conrad-Coppola (Kurtz) karakterine dönüşüyor, insanoğlunun büyük fetih düşü bir kez daha deliliğe yelken açan bir kâbusla sonlanıyor.

(06 Temmuz 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Hayat Okulu

Eğitimi “insan yaratma işi” olarak tanımlıyor uzmanlar. Eğitim için okul gerekmiyor kuşkusuz. Okul, yaşamın ta kendisi en tam da. Doğa içinde öğrendiklerinizi unutmadığınız gibi üzerine ekleyebiliyorsunuz da. Paul, 1930’lar Paris’inin kırsal alanında, alıyor asıl eğitimini. Biraz dik başlı, başına buyruk, hatta inadına tepkili, ama hayat onu da eğitiyor diğerleri gibi. Bu arada en çok da büyüklerin eğitildiğini söylemeliyiz.

Yetimhaneden alınan Paul, Celestin ve Borel’e emanettir. Kaçak avcı Totoche’tan uzak durması istenirse de ipin ucunu yakalayan küçük çocuk herkesin kalbini kazanmayı bilir.

İlginç bir örgü…

Enfes doğa görüntüleri, doğal yaşam, çingeneler ve arada gelişen çocuksu ve masum kaçamak aşk, ama en çok da insanların gizledikleri… Sır demek pek doğru değil, belki de herkesin bildiği ama kimsenin dillendirmediği, buna da bağlı olarak idare ettiği bir yaşam.

Paul, bu yaşam biçimini öğrenir. Yumağı çözmek kadar çözülenlerin karışmaması da önemlidir. Film boyunca siz kendi yaşamınızda nelere karşılık geldiğini sorguluyorsunuz hepsinin. Kim bilir, belki filmdeki orman kentin oluşturduğu labirenttir, gökdelenler ağaçlar olamaz mı? İnsanların gizlilikleri aynı ama…

Borel’ler Kont’un çalışanıdır, Celestin, Kontun kızının arkadaşıdır -belki de sır ortağı, ne dersiniz?- Kontun kızı ölmüştür… Zaten gizem de orada başlıyor.

Harika doğa ve insanlar

Film, ağırlıklı olarak insan ve doğa ilişkisini işliyor. Mevsim dönümünde dökülen yaprakları kurtçuklar yiyecek, kurtçuklarla kuşlar beslenecek, kurnaz tilki kuşları avlayacak, kuşları da insanlar vuracak. Enfes görüntüler eşliğinde bu dönüşümde siz de yerinizi alacaksınız, çünkü film sarıp sarmalıyor izleyeni.

Bir de çok eskilerden gelen geyik öyküsü var… Anadolu’da da vardır ona benzer öyküler. Müthiş etkileyicidir, keyfini çıkarırsınız her daim.

Hayat Okulu, Yönetmen Nicolas Vanier, Oyuncular François Cluzet, Jean Scandel, Eric Elmosnino, François Berleand, Valerie Karsenti… 06 Temmuz’dan itibaren gösterimde…

(05 Temmuz 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Sinema Salonlarının da, Seyircilerin de Sayısı Arttı

2017 yılında Türkiye’deki sinema salonu sayısı arttı. 2016 yılına göre yüzde 8,4 artan sinema salonu sayısı 2 bin 692 oldu. Bu dönemde sinema salonlarındaki koltuk sayısı da yüzde 7 artarak 328 bin 845 seyirci kapasitesine ulaştı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2017 yılı sinema istatistiklerini açıkladı. Bu araştırmaya göre 2017 yılında Türkiye’de sinema salonu, koltuk sayısı ve seyirci sayısında artış var. Buna rağmen hala sineması olmayan 4 ilimiz de var. Ardahan, Bayburt, Şırnak ve Tunceli’de sinema salonu yok.

Sinema seyirci sayısı da salon sayısıyla birlikte arttı. 2017 yılında 68 milyon 482 bin 526 seyirci sinemaya gitmiş. Yani sinema seyirci sayısı yüzde 23.9 artmış.

Seyirci Yerli Filmi Tercih Etti

Geçen yıl 58 bin 214 seans film gösterildi. Bu bu seansların 25 bin 275’inde yerli, 32 bin 939’unda yabancı yapımdı gösterildi. Yerli film seyirci sayısı yüzde 31,5 artarak 37 milyon 904 bin 91 kişi olurken, yabancı film seyirci sayısı yüzde 15,7 artarak 30 milyon 578 bin 435 kişiye ulaştı.

Gösterim yapılan seans sayısı 2017 yılında, 2016 yılına göre yüzde 8,9 artarak 58 bin 214 oldu. Aynı dönemde gösterim yapılan yerli film seans sayısı yüzde 11,6 artarak 25 bin 275 olurken, gösterim yapılan yabancı film seans sayısı yüzde 6,9 artarak 32 bin 939 oldu.

Sinema ve tiyatro istatistikleri için tıklayınız.

(26 Haziran 2018)

Serpil Boydak

[email protected]

İstanbul Sokaklarında

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Biray Dalkıran “Araf” adlı filmini 2006 yılında gösterime çıkarmıştı; geçtiğimiz günlerde ise “Araf 2”yi çekeceğini duyurdu. Dalkıran’ın “Araf 2”si, farklı bir ifadeyle sinemamızın “Araf 4”ü olacak. Çünkü ilk “Araf”tan sonra Yeşim Ustaoğlu da 2012’de “Araf” adında başka bir kurmaca film çekmişti. Sinemamızın 3. “Araf”ı ise Didem Pekün tarafından belgesel olarak çekildi ve önümüzdeki günlerde başlayacak 37. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Belgesel Yarışması kapsamında 13 Nisan’da Pera Müzesi’nde ilk gösterimini yapacak. (04 Nisan 2018)

Arkadaşın biri ortama: “İçki ve sigara sahneleri televizyonda neden mozaikleniyor?” diye sormuş. “Mozaikçiler para kazansın diye; malûm, memleket ekonomisini inşaat sektörü ayakta tutuyor.” şeklinde cevap verdim. (07 Nisan 2018)

Film galaları son yıllarda genellikle Levent Büyükdere Caddesi üzerindeki AVM.lerde bulunan sinemalarda yapılıyordu. Son aylarda ise yeni bir moda türedi, şehrin bir o başında, bir bu başında, birbirinden kilometrelerce uzak mesafelerde bulunan yeni AVM.lerdeki sinemalarda yapılmaya başlandı. Son haftalarda Ümraniye Emaar Square Mall’da “Arapsaçı” ve “Can Feda”, Ümraniye Canpark AVM.de “Karımı Gördünüz mü?” filmlerinin galaları yapıldı; önümüzdeki hafta Levent Vadistanbul’da “Arada” filminin galası yapılacak. Bir sinemasever olarak AVM.lerin sponsorluk desteğine sempatiyle baksam da bu oradan oraya savrulmadan dolayı film şirketlerinin itibarlarında bir zedelenme oluşuyor gibime geliyor. Hani sponsor olsam bizim evin teras katında bile gala yapacaklar. Fotoğraf makinesiyle film çekilmeye başlandığı günümüzde bu dahi yadırganmayabilir. Neyse ki İstanbul Film Festivali bu seneki açılışını yine Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde yaptı da zevahiri kurtardı. Beyoğlu’nun zevahirini kurtarma görevi de yarın akşam “Eğreti Gelin Ladik”in galasına ev sahipliği yapacak olan Beyoğlu Grand Pera AVM.ye düştü. (08 Nisan 2018)

Elmadağ’dan Harbiye’ye aheste aheste (sallana, sallana’nın kibarcası) yürüyorum, ince ince yağmur yağmaya başladı. Yürüyüş taş çatlasa 10-15 dakika sürüyor. Hiç istifimi bozmadım, vasıtaya da binmedim, hafiften ıslanarak yürüdüm. Yürürken gelen ilham: Bizde “ahmak ıslatan” da dedikleri yağmura yabancılar “Singin’ in the Rain” (Yağmurda Şarkı) demişler, filmini yapmışlar, Gene Kelly, Donald O’Connor ile Debbie Reynolds’ı oynatmışlar ve sinemalarımızda “Yağmur Altında” adıyla göstermişiz. Modern dünyanın her türlü nezaket, kibarlık, sevgi, saygı ve hoşgörüsünün toplumumuzda da yaygınlaşmasını dilerim, eyyy…. (08 Nisan 2018)

Yeni Türkiye’de sokak şarkıcılığının da suyu çıkmış arkadaş. Fransız Kültür Merkezi’ndeki festival filmi basın gösteriminden çıktım, Galatasaray Yapı Kredi Bankası’nın o güzelim binasındaki festival merkezine yürüdüm. Ben diyeyim dört, sen diyesin beş, o diyesi yedi tane, kadın, erkek, çocuk sokak şarkıcısı sanatını icra ediyor. (Bu arada Mustafa Keser ve “1/4 dört yapraklı yonca” hayranlığımdan istifa ettiğimi belirteyim.) (10 Nisan 2018)

Farkında mısınız, Aşık Veysel’in o muhteşem dizesi her zamana, her mekâna, her duyguya ve her söylemek istenene uyuyor: “Filmin on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.”, “Sineman on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.”, “Şehrin on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.”, “Yolların on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.”, “İktidarın on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.” Ne kadar doğru. Sevmediğimiz her şeyin değeri sıfırdır: “Güzelliğin on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.” (13 Nisan 2018)

İki metro macerası: 1/2- Hacı Osman istikametine gitmek için Taksim’den 10:13’te biniyorum. Turnikelerden geçerken, oradaki iri bay güvenlikçi, ışıklı üst arama kapılarının oradaki ufak tefek bayan güvenlikçiye -aklınca- esprili bir öneride bulundu: “Canın sıkılıyorsa üzerlerini ara.” Tam yanından geçerken, bayan gülerek, “Canım sıkılıyor diye insanlara eziyet edemem.” diye cevap verdi. “Aferim.” dedim. Demek ki neymiş? Akıl yaşta, boyda, posta, cinste, yakışıklılıkta, uzun saçta, kısa saçta, açıkta, kapalıda değil, akıl baştaymış. (13 Nisan 2018)

İki metro macerası: 2/2- Kanyon’da filmimi seyrettim, dönüyorum, Gayrettepe’de inip festivalin Zorlu’daki salonlarında kendimi göstereyim dedim. Kapıdan girerken, güvenlikçi birşeyler söyledi. “Soyunayım mı?” diye sordum. Bön, bön suratıma baktı. Meğer, “Üzerinizde cep telefonu, bozuk para, madeni eşya… ne varsa çıkarın.” demiş. Bendeniz güvenlikçinin sadece “…ne varsa çıkarın.” dediğini duymuşum. Geri döndüm, gönlünü aldım. Koydum cebime, yürüdüm. (13 Nisan 2018)

Gençlik ile yaşlılık arasındaki ince çizgilerden birisi de hitap tarzlarında. Eskiden dolmuşa, minibüse bindiğimizde şoförlere “Sağda indir abi.” diyorduk. Şimdi yaşça hepsini solladığımızdan “Delikanlı inecek var.” diyoruz. Düşünür ne demiş: “‘Zaman geçiyor’ diyorsun; hayııır, zaman duruyor, biz geçiyoruz.” (14 Nisan 2018)

Yıllardır İstanbul’da yaşadıktan sonra hayatlarının bakiyesini diğer kentlerde yaşamaya karar veren insanlarımız genelde giderlerken “İstanbul’u terk ediyoruz”, “İstanbul’dan ayrılıyoruz” gibi, kadim şehrin değerini zedeleyen ve küçümseme çağrıştıran ifadeler kullanıyorlar. Bu doğru değil, çünkü İstanbul’da yaşayanların çoğunun, kendisi, babası veya dedesi başka kentlerden gelmişti. Giden kardeşlerimiz, İstanbul’u terk etmiyorsunuz, İstanbul’dan ayrılmıyorsunuz, “İstanbul’dan geri dönüyorsunuz.” (16 Nisan 2018)

(14 Haziran 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Titrerim Mücrim* Gibi Baktıkça İstikbalime

‘Ahlat Ağacı’nın ilk planında, üzerine Çanakkale Boğazı’nın görüntüsünün düştüğü camın ardından görürüz Sinan’ı. ‘Mayıs Sıkıntısı’nın başında sigarasını tüttürmek için dışarı çıkan Saffet gibi düşüncelidir o da. Üniversite sınav sonucunu bekleyen Saffet’ten bir adım ötede yüksek öğrenimini tamamlamıştır gerçi ancak geleceği belirsizdir. Öğrenimi sırasında kaleme aldığı ve yöre kültürü üzerine denemeler olarak tanımladığı yazılarını kitap olarak bastırmak hayalindedir. Binlerce öğretmen adayının tayin beklediği zor süreçte kitabıyla var olmak, kendini kanıtlamak arzusu taşır. Bu düşünceler içerisinde ziyaret ettiği baba ocağı ve küçük kasabası onun aşmayı hedeflediği sıkışmışlığın ta kendisidir. Doğup büyüdüğü topraklara öfkesini ‘diktatör olsam bir bombayla yok ederdim’ sözleriyle ifade eder. Gençlik ideallerini ücra doğu köylerindeki öğretmenlik yıllarında yitirmiş, hüsranını at yarışı bahislerinde gidermeye çalışan kumarbaz babasını, bir zamanlar gönül verdiği şair ruhlu adamın tükenmişliğini sabahtan akşama televizyon dizileri izleyerek görmemeye çalışan mutsuz annesini acımayla karışık kızgınlıkla izler. Kasabasının insanlarına, çocukluk arkadaşlarına tepeden bakarken, geleceği konusunda endişelerini kibri ve küstahlıklarıyla gizlemeye çalışır.

Nuri Bilge Ceylan dünya prömiyerini 71. Cannes Film Festivali’nde yapan sekizinci uzun metrajında gözde temalarını bir kez daha perdeye taşıyor. Uyumsuz, yalnız Ahlat Ağacı metaforuyla Anadolu’nun küçük kasabalarına sıkışmış hayatların varoluş mücadelesini neşter altına yatırıyor. Hikâyesinin ağırlığı bir kez daha erkek karakterler üzerinde. Ancak önceki filmlerinin orta yaştaki erkeklerinden farklı olarak ana karakter Sinan, ülkemizdeki idealist işsiz gençlerin prototipi olarak baş köşede bu kez. Babası örneğinde tanık olduğumuz tükenmişliği yaşamak istemiyor Sinan. Tanınmış bir yazar olmak suretiyle hayatın efendisi olma özlemi içinde. Ceylan’ın filmi genç öğretmen adayının çevresindeki insanlarla karşılaşmaları üzerine kurulu. Yönetmen ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ serüveninde başlayan ve ‘Kış Uykusu’ yoğunlaşan diyalog yazma alışkanlığını bu kez doruk noktasına çıkarmış. Sinan’ın kasaba eşrafıyla, arkadaşlarıyla, çevreden çıkmış ünlü bir yazarla ve iki köy imamıyla tartışmaları uzun diyaloglar halinde yansıyor perdeye. Filmin bol diyaloglu bir roman halini alması yönetmenin tercihi. Fazla konuşkan bir sinemayı benimseyen bir yazar olduğumu söyleyemem ancak bunun ‘Kış Uykusu’nda iyi çalıştığını görmüştüm. Bu tercihin ‘Ahlat Ağacı’nda her zaman işlemediğini belirtmek isterim. Serkan Keskin’in çok başarılı yorumuna rağmen ne Çanakkaleli yazarla uzun tartışmanın yer aldığı sekansın, ne de Ceylan’ın çok da hakim olmadığı din ve inanç konusunda Sinan’ın iki genç imam arasında geçen yarım saatlik bölümün filmin bütünlüğüne çok şey katmadığını söyleyebilirim. Ceylan’ın bir telefon konuşması ile tanıdığımız çevik kuvvete katılmak zorunda kalmış işsiz öğretmen karakterini kanlı canlı tanıtmasını da isterdim. Anne karakterinin yeterince işlenmediğini, kız kardeş ile hiç ilgilenilmediğini, Murat Cemcir’in canlandırdığı baba karakterinin fazla karikatürize çizildiğini, şakacı adamın derinlerdeki hüznünün öne çıkarılmamasından hoşnut olmadığımı da belirtmeden geçemeyeceğim.

Bütün bu beklentiler karşımızda Nuri Bilge çapında bir yaratıcı olduğu için elbette. Kurgudaki bazı aksamalara filan hiç takılmıyorum. Gökhan Tiryaki’nin görüntüleri bu diyaloğu bol eserde yönetmenin alamet-i farikası olarak yine büyüleyici. Baba oğul arasındaki son sekans antolojilere geçecek düzeyde etkileyici. Bir de sona kaldı belki ama, Sinan’ın okul arkadaşı güzel Hatice ile olan karşılaşması filmin zirvesini oluşturuyor. Diyalogla görüntünün, yaprakların hışırtısıyla, arzuların engellenemez titreşimin ustaca dengelendiği filmin şahikası bu bölüm. Kemani Serkis Efendi’nin benzersiz nihavend eserinin güftesinden yazıma başlık olarak aldığım cümle, küçük yaşta yadellere gelin verilmiş İhsan Raif hanıma aittir. Ceylan’ın Hatice’si seçeneksizlikten de olsa kendini çil çil altınlarla dolu odaya atmaktan pek şikayetçi görünmüyor belki ama Anadolu’nun yalnız ve çıkışsız erkek karakterleri kadar, –sinema yazarı dostum Cüneyt Cebenoyan’ın da altını çizdiği üzere- Haticelerin, kız kardeşlerin, kadınların hikâyesini de anlatmasını bekliyoruz Ceylan’dan bundan sonraki eserlerinde.

Filmlerinde genellikle müzik kullanmadığı halde, ‘Kış Uykusu’nda ayazda kalmış yürekleri Schubert ezgileriyle ısıtmaya çalışmıştı usta yönetmen. Bu kez Bach’ın do minör Passacaglia’sından bir tema eşlik ediyor Sinan’ın yolculuğuna.

*Mücrim: suçlu, kabahatli.

(04 Haziran 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Ahlat Ağacı

Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi Ahlat Ağacı, sinema ile ilgilenenler tarafından merak ve özlemle bekleniyordu. Cannes’da dakikalarca ayakta alkışlanması, büyük ödül beklentisi ama boş çıkması, diyalog ağırlıklı oluşu ve tabii en çok da uzunluğu ile herkesin ilgi odağıydı. Çok insan çok şey söyledi, okudukları üzerinden, yorumlar yaptı, bir diğerinin imajın imajı olmaz ama yorumun yorumu olur diye dikkat kesildi. Artık sinemalarda. Bizler izleyecek, düşüncemizi somutlayacağız (yazmakta geciktim ama üzerine yazılanları okumak için ben de kıvranıyorum meraktan).

Vahşi kapitalizm

Taşrada da olsa büyük kentte de, bir memurun kazancıyla yaşaması pek zordur. Evli, iki çocuklu İdris, çareyi at yarışlarında arayan ama emekliliğine kadar geçen bunca sürede bir türlü tutturamayan, aslına bakarsanız, kimsenin etlisine sütlüsüne -çocuklarının dahi- karışmayan biridir. Tabii ki, borçlarını karısı Asuman çocuk bakarak kapatmaya ve evi de geçindirmeye çalışır. Umutlarıyla hayalleri bir türlü kesişemez… buna çocuklarının, hatta çevredeki diğer insanlarınkiler de dahil.

“Üniversite mezunu olmak iş sahibi olmak anlamına gelmez” demişti bir Bakan, hatırlar mısınız? Sinan da, okulunu bitirdikten sonra ailenin üzerine ikinci bir yük olarak gelmiştir. Bu arada yaşadıklarını anlattığını düşündürten bir roman yazmıştır. Zaten film de adını o romandan almış.

Kuşak çatışması

Biz, baba oğul arasındaki çatışmayı izliyoruz film boyunca. Aslına bakarsanız ailenin bütün bireyleri bu çatışmanın içinde, hemen her ailede olduğu gibi. Baba oğul arasındaki gerilim, film boyunca merak ettiriyor: Ne olacak?

Bununla birlikte, Sinan’ın her konuştuğu kişi ile hayatın başka bir yanını sergiliyor film. Nuri Bilge Ceylan’ın kendine özgü sakin ve bir o kadar da çok katmanlı görsel dili, yine bizimle… Görüntünün şiirselliği belki de ilk kez temanın ağırlığı altında kalıyor. Şiirsel ve güçlü bir görüntü değil artık perdeden yansıyan, kasap çengeli örneği kocaman bir soru işareti.

İmamla konuşması, arkadaşlarıyla çatışması, aile içindeki gerilim, yazarla tartışması hep ucu açık, izleyicinin yorumuna bırakılmış hayatın gündelik gerçekleri. Bunların hepsini değilse de bir kısmını muhakkak yaşıyoruz ister istemez ama şu ama bu boyutuyla ve tabii, bu veya şu kadar etkileniyoruz.

Ele verir talkını…

Gelişmiş ülkeler alabildiğine serbesttir dünyayı (Dünya nimetlerini de) sömürmekte, bununla birlikte kirletirler de hayatı (çevreyi, kenti, insanı) ama hep geri kalmış ülkeleri zorlarlar, karbon izinizi küçültün, kağıt israfı yapmayın, fosil yakıt kullanmayın, şunu yapmayın, bunu yapmayın diye…

Ne ilgisi mi var filmle? Nuri Bilge Ceylan, dünya ölçeğinde bir taşra kasabasını, hatta ailesini, daha da odaklanarak bir baba oğul çatışmasını almış ele, işlemiş. Şöyle bir baktığınız zaman hiçbir farkı yok yaşananlarla filmde gördüklerimizin. İşsizlikse işsizlik, iletişimsizlikse iletişimsizlik, cinsel açlıksa cinsel açlık (bu noktaya değinmek gerek, gençlerimiz bu açlığı çekiyorlar, akıllarından neler geçiyor neler ama üstlerine yapışan o sıkılganlık, utanma belasıyla hiç açık etmiyorlar, tıpkı Sinan gibi), yoksulluksa yoksulluk, yazdıklarının “değer” görmemesiyse hayatta da değersiz kabul edilmesi… hepsini sıralamayayım, izleyin.

Uzunluğuna gelince…

Bizim ülkemizde sinema, asıl anlamıyla zaman geçirmek için en iyi araç. Düşündür(t)meyen, yüzleştir(t)meyen, hesaplaştır(t)mayan… Öyle olunca da hayatı anlatan filmler uzun ve sıkıcı olarak yaftalanıyor hemen. Ahlat Ağacı, süre anlamında uzun ama sıkıcı değil, isteyene. Salon işletmecileri ister mi? Tabii ki hayır! Onlar için seans demek para demektir, Ahlat Ağacı yerine iki film göstermeyi tercih ederler… Belki de en büyük sorunu bu süresi filmin. Her şeyi anlatmak yerine bir kısmını eleyebilir, bazılarını bir başka filme bırakabilir miydi? Yok, sanmıyorum, bu film, her ne olursa olsun, belli bir düzeyin çok üstünde ve “gerçek sinema”. Nuri Bilge Ceylan ya bu öyküyü (böyle tabii) çekmeyecekti ya da başka bir öykü anlatacaktı. Bence bunu (bu haliyle kuşkusuz) anlatmakla iyi etmiş.

Ahlat Ağacı, Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, Oyuncular Doğu Demirkol, Murat Cemcir, Bennu Yıldırımlar, Hazar Ergüçlü, Serkan Keskin, Tamer Levent, Akın Aksu, Ahmet Rıfat Şungar, Kubilay Tuncer, Öner Erkan, Kadir Çermik, Ercüment Balakoğlu, Özay Fecht, Sencar Sağdıç, Asena Keskinci… 1 Haziran’dan itibaren gösterimde…

(04 Haziran 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Korkut Akın Yazıyor: Deadpool 2

Geçmişten gelen ama geleceği olmadığına inanan Deadpool, bu kez de bir taraftan güldürüyor, bir taraftan da hoşça vakit geçirtiyor. 2016’da ilkini izlediğimiz ve tadı damağımızda kalan Deadpool, aynı mizahi duygu, aynı vurdumduymazlık (bu açılıyor filmde, belirleyici olan da bu zaten), aynı aksiyonla yeniden karşımızda. Film boyunca, Deadpool’u takip ettiği apaçık belli olan izleyicinin göndermeleri anladığını, buna bağlı olarak da … Devamı… »

Kış Uykusu

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Yerli filmlerimizin sesli çekilmediği, yabancı filmlerin dublaj yapıldığı yıllarda oyuncuları seslendiren dublaj sanatçılarının bazıları adeta ses verdikleri oyuncularla birlikte anılırdı. Genelde Hayri Esen, Ediz Hun ve Ayhan Işık’ın; Toron Karacaoğlu, Cüneyt Arkın’ın; Jeyan Mahfi Ayral, Türkan Şoray’ın; Belkıs Özener ise sinemamızın dört yapraklı yoncası, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik’in şarkılardaki sesi olarak bilinir ve hatırlanır. Yabancı film dublajlarında da efsane seslendirme sanatçıları vardır. Ülkemizde Sylvester Stallone, Sezai Aydın’ın; Anthony Quinn, Agâh Hün’ün; Robert De Niro, Ali Gül’ün sesiyle yıllarca konuşmuşlardır. 23 Mart’ta kaybettiğimiz Ercüment Balakoğlu ise ses verdiği oyuncu çokluğu açısından adeta rekor kırmıştır. Balakoğlu’nun çeşitli sinema filmi ve TV dizilerinde ses verdiği oyuncular arasında Vahi Öz, Reha Yurdakul, İsmail Hakkı Şen, Kemal İnci, Faruk Savun, Ünsal Emre, Turgut Özatay, Şemsi İnkaya, Niyazi Er, Necdet Kökeş, Orhan Çağman, Hidayet Pelit, Ahmet Açan, İhsan Baysal, Sırrı Elitaş, Tuncer Necmioğlu, Hüseyin Zan, Bilal İnci, Baykal Kent, Mümtaz Alpaslan, Kenan Pars ve daha birçok tanınmış oyuncumuz vardır. Mekânı cennet olsun. (24 Mart 2018)

Mecburi reklam izlerken yakında TV.nin sesini kısmayı, sinemada kulaklarıma tıkaç takmayı düşünüyorum. Daha geçen aya kadar Haluk Bilginer deyince “Kış Uykusu”, Ahmet Mümtaz Taylan deyince “Daha” aklıma gelirdi; dünden beri Haluk Bilginer deyince internet, Ahmet Mümtaz Taylan deyince dondurma yalamak aklıma geliyor. Sanırım son zamanlarda çok fazla reklam izlemeye başladım. (27 Mart 2018)

Önümüzdeki hafta sinemalarımıza sanki “Karı Koca Film Günleri” veya “Koca Karı Film Günleri” düzenleniyor. “Eyvah Karım” ve “Karımı Gördünüz mü?” adlı yerli filmler ile “Eski Kocam(ız)” adlı yabancı film gösterime girecek. (30 Mart 2018)

Bizim kuşak hatırlar; Allah rahmet eylesin, İhap Hulusi her Milli Piyango bileti için tablo gibi resimler çizerdi. Günümüzde yapılanlar geçmiş güzellikleri hatırlattıklarında yararlı oluyorlar fakat kaderin cilvesi, aynı zamanda kendilerini de ikinci plana atmış oluyorlar. En taze örneği Beyoğlu Belediye binası. Restorasyon sonrası karşısına geçip bakın, “Zamanının mimarları ne kadar güzel, şaheser bir taş bina yapmış.” diyorsunuz; kafanızı 50 grad (dik açının yarısı) açıyla yukarı kaldırdığınızda tepesine kondurulmuş modern ekleme katı görünce zamanımız insanının “zevksizliğine hayran kalıyorsunuz” veya “zevkine hayran kalmıyorsunuz.” İkisi de aynı şey. (31 Mart 2018)

Kuruyemişçiye girdim, “100 gram kahve ver.” dedim. Makinede çekti, kesekâğıdına doldurdu, ağzını katladı. “At şu torbaya” dedim. “Ağzını zımbalayaym abi.” dedi. “Konuşmasın diye mi?” dedim. “Evet abi.” dedi. Manalı, manalı güldük. Eski Türkiye’de böyle bir espri aklıma gelmemişti. Demek ki espri üretiminde dahi zamanın ruhu önemli. (Yine eskiden “mânâlı, mânâlı” derdik, sonra kelimeler de bozuldu.) (31 Mart 2018)

Maşallah Mehmet Selçuk Bilge, Guinness Rekorlar Kitabı’na girse yeridir. Bir filmde, birden fazla işi üstlenmede rekoru Mehmet Selçuk Bilge kırdı sanırım. 37. İstanbul Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilecek olan “Kuluçka” adlı filminin künyesinde Mehmet Selçuk Bilge’nin adı şöyle yer alıyor: Yapım Şirketi: MSB Film, Yönetmen: Mehmet Selçuk Bilge, Senarist: Mehmet Selçuk Bilge, Görüntü Yönetmeni: Mehmet Selçuk Bilge, Kurgucu: Mehmet Selçuk Bilge, Özgün Müzik: Mehmet Selçuk Bilge, Yapımcı: Mehmet Selçuk Bilge, Dünya Hakları: Mehmet Selçuk Bilge. (Paylaşımın başında sanatçının adını bendeniz de üç kez de kullanarak rekora katkıda bulundum.) (03 Nisan 2018)

Sinemamızda bazı sanatçılarımızın isimleri gösterilen bütün ihtimama rağmen farklı yazılagelmişlerdir. İsimlerin özelliğinden midir, nüfus memurlarının azizliğinden midir orası bilinmez. Son örnek Murat Düzgünoğlu’nun yönettiği Halef adlı filmin başrol oyuncularıdır. Filmin başrollerinde Muhammet Uzuner ve Muhammed Cangören oynuyor. Diğer örneklerden ilk akla geleni Tarık Papuçcuoğlu’dur. Sanatçının soyadı film afişlerinde Papuçcuoğlu (Hayattan Korkma), Papuccuoğlu (Şevkat Yerimdar), Papuççuoğlu (Benim Adım Feridun) şeklinde de yazılmıştır. Attila Özdemiroğlu’nun (Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi) adı da bazı film afişlerinde Atilla (Kilit) olarak geçer, ki böyle yazılımına sanatçı fevkalade kızarmış. (03 Nisan 2018)

Şu sıra sinemalarda ve TV.lerde gösterilmekte olan bazı dizi ve filmlere bakınca, memleketimizin sinema sektörü ile tarım sektörü arasında benzerlikler olduğu konusunda bir çağrışım oluştu hafızamda. Şöyledir hafızamda oluşan bu çağrışım: Eskiden beri sinemamızda, filmlerin o sezon hangi konulara yoğunlaşacağı esen rüzgâra göre belirlenir. Misalen birisi tutar “Hazreti Yusuf” (başrolünde oynayan Yusuf Sezgin’in kulakları çınlasın, severim kendisini, çok tatlı adamdır) diye bir film çeker ve vizyonunu Ramazan’a rastlatır. Bu film aşırı ilgi görünce, ertesi sinema sezonunda memleket tarihinde ne kadar hazret varsa beyazperdede arz-ı endam eder. O yıl soğan çok para eder, ertesi yıl çiftçimiz domatesi, patatesi bir kenara bırakır, her yere soğan eker. Sinemalarda gösterilmiş “Bordo Bereliler 2: Afrin”, gösterilecek “Vatana Millete Can Feda”, TV.lerde gösterilmekte olan “Söz” ve “Savaşçı” gibi dizilere bakarsak, gösteri sektörümüz memleketin halihazırdaki havasından, suyundan, etinden sütünden maşallah çok güzel fayda sağlıyor. Keza Şahan Gökbakar, kendi adıyla kafiyeli “Kayhan”dan umduğunu bulamayınca yine “Ne varsa Recep’te var” deyip “Recep İvedik 6”nın çalışmalarına başladı. Gerçi Recep İvedik kabak tadı verdi ama demek ki hâlâ sevenleri var. (04 Nisan 2018)

(26 Mayıs 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Dünyanın Tüm Kötülükleri

Lynne Ramsay imzalı ‘Hiçbir Zaman Burada Değildin / You Were Never Really Here’, sanatçının 6 yıl aradan sonra çektiği dördüncü uzun metrajı. İskoçya doğumlu sinemacıyı, ilk ikisi bizde gösterilmemiş ‘Ratcatcher’ (1999), ‘Morvern Callar’ (2002) ve ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız / We Need To Talk About Kevin’ (2011) filmleriyle tanıdık ve sevdik. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde senaryo ve erkek oyuncu dallarından çifte ödüllü son çalışmasını heyecanla bekliyorduk. Önce Adana Film Festivali’nde, daha sonra geçen senenin Filmekimi’nde seçkiye alınmış ancak yönetmenin yeni kurgusu beklendiğinden film programdan çıkarılmıştı.

Baştan söylemek gerekirse, beklediğimizin ötesinde bir film, katıksız bir başyapıt Ramsey’nin filmi. Önceki filmlerinden çok daha tekinsiz ve kapkara bir dünyayı ustalıkla tasvire soyunan sinemacı, Amerikalı yazar Jonathan Ames’in aynı adlı 90 sayfalık kısa romanından yola çıkmış. Öykünün ana karakteri Joe ile başına torba geçirmiş halde ölümü arzuladığı sahnede karşılaşıyoruz. Akabinde, gece vakti bir otel odasında tamamladığı işin kanıtlarını ortadan kaldırırken izleriz onu. Elindeki kanlı çekiç ile bir seri katil izlenimi vermektedir yüzü seçilemeyen adam. Çöp kutusunda yakılan fotoğrafının alevi çekmeceden alınan İncil ile söndürülen, yatağa saçılmış eşyalar arasında parlak rengiyle göz alan künyenin sahibi küçük kızın vahşi bir cinayetin kurbanı olduğunu düşünürüz. Joe’nun küçük kızları pedofil tacirlerin elinden kurtarmaya çalışırken her türlü şiddete başvurmaktan çekinmeyen bir tetikçi olduğunu anlarız daha sonra.

Sürprizlerle, yanılsamalarla anlatır öyküsünü yönetmen. Anti-kahraman Joe’nun geçmişi hakkında doğrudan bilgi vermez. Aralara onun geçmişinin hayaletlerinden ve acılı çocukluk yıllarından bölük pörçük anılar serpiştirerek, eksik parçaları izleyicinin biraraya getirmesini ister. Özgün romanın ve filmin adından hareketle ‘görünmez’ olmayı seçmiştir Joe. Çocukluğunun travmatik anılarında, Joe’nun adam öldürürken kullandığı topuz başlı çekicin benzeriyle karısına ve küçük oğluna eziyet eden baba figürü belirir. İri bedenini kaplayan derin yara izleri Afganistan’da yaşadığı dehşetli yıllardan kalmadır muhtemel. Bir küçük gofret için öldürülen küçük kızın can çekişmesi ya da konteynır içine yığılmış Uzak Doğulu ölü bedenlerin görüntüsü kafasının içinde döner durur. Yaşlı annesiyle gözlerden uzak mütevazi evinde karabasanlarıyla boğuşurken, dünyanın tüm kötülükleri peşini bırakmayacak, bir senatörün seks tacirlerince kaçırılmış küçük kızının izinde yeni aldığı işi onu daha önce yaşadıklarını aratmayacak bir dehşet girdabına sürükleyecektir.

Her filmiyle izleyicisini şaşırtan Ramsey son filmiyle kariyerinde yeni bir doruk noktasına imza atmış. Ana metnin kara film özelliklerini kendine özgü bir biçimde çözmüş. Hem tür izleyicisinin beklentilerini karşılıyor, hem benzersiz bir karakter çalışmasına imza atıyor. Baştan itibaren saf sinemanın peşinde. Sinemada hikâye anlatımının temel özelliklerini araştırıyor. Olan biteni kelimelerle anlatmak ya da gözümüzün içine sokmaktan ziyade, duyularımızla hissetmemiz üzerine geliştirmiş çabasını. Joe’nun ne yaptığı, ne söylediği veya neden yaptığından ziyade kafasının içiyle meşgul Ramsay. Onun nefes alıp verişi, sessiz çığlığı, gözlerinden süzülen yaş, iflah olmaz ölme arzusunun nedenleriyle yüzleştirmeyi yeğliyor izleyicisini. Çağdaş sinemanın belki de en mükemmel oyuncusu Joaquin Phoenix bu açıdan en büyük şansı. Usta oyuncu da İskoçyalı sinemacı ile çalışmanın ayrıcalığını yaşarken, olağanüstü yorumuyla ‘The Master’dan sonra bir kez daha büyülüyor bizleri.

Ramsay kara film kurallarını oynarken işin kolayına kaçmıyor. Kan reva şiddet sahnelerini dolaylı yoldan vermeye özen gösteriyor. New York’ta pedofillerin ziyaret ettiği lüks randevu evinin güvenlik kamerasından aktardığı şiddet sahnelerinde, otel odasındaki kanlı hesaplaşmayı kurşunun çatlattığı aynanın camından izlediğimiz bölümde yönetmenlik dersi veriyor. Thomas Townend’in New York’un arka sokaklarını, izbe otel odalarını, lüks malikanelerini turlayan, Joe’nun alacakaranlık dünyasının içine dalan tedirgin görüntüleri, Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’un metalik müzik çalışması ve de Paul Davies’in bu kapkara dünyayı sarmalayan huzursuz ses tasarımından sonuna dek yararlanıyor. ‘Angel Baby’ benzeri pop şarkılarını vahşet yüklü sahnelerin fonuna yerleştirerek tezat ve yanılsama duygusunu pekiştiriyor. Tribünlere oynayan hesaplı bir duygusallıktan özenle kaçınıyor. Joe’nun ölmekte olan kurbanının yanına çöküp, onunla birlikte Charlene’in seslendirdiği fondaki şarkıya (I’ve Never Been To Me) eşlik ettiği unutulmaz sahnede çaresizliğin hüznünü derinden yakalıyor.

Tematik benzerliğiyle 40 küsur yıl öncesinin Scorsese klasiği ‘Taksi Şoförü / Taxi Driver’ ve anti-kahramanı Travis’e, Joe’nun annesi ile ilişkisi üzerinden Hitchcock’un ünlü filmi ‘Sapık / Psycho’ya selam gönderen Lynne Ramsay filmi, klasik anlatımı reddeden yaratıcı kurgusu ve kusursuz yönetmenliğiyle şimdiden sinema tarihine geçmeyi hak ediyor.

(24 Mayıs 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Cannes’da Altın Palmiyeler Sahiplerini Buldu

71. Cannes Film Festivali’nde ödüller açıklandı. Avustralya asıllı oyuncu Cate Blanchett’in başkanlığındaki ana jürinin kararı doğrultusunda Altın Palmiye en iyi film ödülü Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda imzalı ▲‘AİLE MESLEĞİ / Manbiki Kazoku’ filmine gitti. 1995 yapımı ilk uzun metrajı ‘Maborosi’den beri kariyerini hayranlıkla takip ettiğimiz sinemacının önceki filmleri ülkemizde vizyon şansı bulamamıştı. Usta sinemacı bir kez daha sıcacık aile öyküsüne soyunduğu bu son çalışmasında, soğukta sokağa bırakılmış küçük kız çocuğuna kol kanat geren yoksul ama sevecen ailenin hikâyesini anlatıyor. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden izler taşıyan ve bizde Arzu Film ekolünün örneklerini çağrıştıran bu güzel filmin sinemalarımıza gelmesini bekliyoruz.

Festivalin ikincilik ödülü sayılabilecek Büyük Jüri Ödülü ‘BLACKKKLANSMAN’► filmine verildi. Siyahi yönetmen Spike Lee’nin ‘Doğruyu seç / Do The Right Thing’den tam 29 yıl sonra Cannes’a dönüş yaptığı yapım, gerçek bir olaydan yola çıkmak suretiyle ABD’nin güneyinin kanayan yarasına, ırkçılık sorununa odaklanıyor. Filmi 2019 yılı Oscar favorileri arasında göreceğimizi şimdiden tahmin etmek zor değil. Üçüncülük ödülü olarak kabul edilen Jüri Ödülü bu yıl Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki’nin yeni çalışması ‘CAPHARNAÜM’e gitti. Lübnanlı sinemacı genel olarak fazla duygusal bulunan filminde çoğunlukla amatör oyuncular kullanıyor ve filme adını veren küçük balıkçı köyünde geçen mizah ve hümanizm yüklü öyküsünde yarı belgesel bir anlatıma başvurmuş.

En iyi yönetmen ödülü, Oscarlı ‘İda’nın yaratıcısı Pawel Pawlikowski’nin oldu. Polonyalı usta sinemacının tadına doyulmaz yeni siyah-beyaz çalışması ‘SOĞUK SAVAŞ / Zimna Wojna’► adını taşıyor ve 1950’lerde Polonya, Berlin, Yugoslavya ve Paris’te geçen birbirinden tamamen farklı karakterlere sahip bir kadın ve bir erkek arasındaki tutkulu ama imkansız bir aşkın öyküsü üzerinden ilerliyor. En iyi senaryo ödülü geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu sene de iki film arasında paylaştırıldı. Bunlardan ilki olan ‘MUTLU LAZZARO / Lazzaro Felice’, dört yıl önce ‘Mucizeler / Le Meraviglie’ ile büyük jüri ödülünü kazanan Alice Rohrwacher imzasını taşıyor. İtalyan yönetmen 50 yıllık bir zaman dilimi içinde bir yolculuğu anlattığı filminin bilim-kurgu olmadığının altını özellikle çizdiğini belirtmek gerekir. Senaryo dalında ikinci ödülü kazanan ‘ÜÇ YÜZ / 3 Rokh’ ülkesinden yurt dışına çıkış yasağı halen sürmekte olan Cafer Panahi’nin son çalışması. İranlı yönetmen, kariyerlerinin farklı dönemlerini yaşamakta olan üç aktrisin öykülerini anlatmış bu kez.

Cannes’ın gediklilerinden olan ve daha önce ‘Gomorra’ ve ‘Gerçeklik / Reality’ ile iki kez ikincilik ödülü almış olan İtalyan sinemasının çağdaş ustalarından Matteo Garrone imzalı ‘DOGMAN’►in pek tanınmamış oyuncusu MARCELLO FONTE en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldü. Garrone’nin filmi, seksenli yılların sonunda Roma kırsalında yaşanmış bir cinayet ve intikam öyküsünden yola çıkan hayli sert bir yapım. En iyi kadın oyuncu ödülünü ‘Tulpan’ ile gönüllerimizi fethetmiş Kazakistan doğumlu Sergey Dvortsevoy, on yılın ardından çektiği ikinci uzun metrajı ‘AYKA’daki rolüyle büyük beğeni toplayan SAMAL YESLYAMOVA kazandı. Kanunsuz olarak Moskova’da çalışan ve doğum yaptıktan sonra hastanede bıraktığı bebeğini pişman olup geri almak için mücadele veren Kırgız kızındaki performansı övgüyle karşılandı.

Festivalin çeşitli bölümlerinde gösterilen ilk ya da ikinci filmlere takdim edilen Altın Kamera ödülü bu yıl ‘KIZ / GIRL’▼ filminin oldu. Eşcinsel Palmiye ile de ödüllendirilen bu ilginç yapım, kısa filmleriyle ödüllü Belçikalı Lucas Dhont’un ilk uzun metrajı. Balerin olmak için çırpınan transseksüel gencin hikâyesinde VICTOR POLSTER’in övgüyle karşılanan yorumu kendisine filmin yer aldığı ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisinin en iyi performans ödülünü getirdi. İran asıllı sinemacı Ali Abbasi imzalı ‘SINIR / Grans’ şaşırtıcı öyküsü ve makyajla deforme edilmiş çehreleriyle rollerini yorumlayan iki baş oyuncusuyla festivalin en dikkate değer filmlerinden biriydi. Yine bu bölümde Ukraynalı tanınmış sinemacı SERGEY LOZNITSA, iç savaşın acılarını konu ettiği ‘DONBASS’ ile en iyi yönetmen, İranlı genç sinemacı MERYEM BENMÜBAREK ülkesindeki kadın sorununu irdelediği ‘SOFIA’ ile en iyi senaryo ödülüne layık görüldü. Festivalin prestijli yan bölümlerinden ‘Yönetmenlerin 15 Günü’nde gösterilen Gaspar Noé’nin son kışkırtıcı denemesi ‘DORUK NOKTASI / Climax’ CICAE’nin Sanat Sineması Ödülü’nü kazandı.

Ana yarışmada yer alan festival broşüründe ‘sadece sessizlik, yalnızca devrimci bir şarkı, bir elin beş parmağı gibi beş bölümlük bir öykü.’ ifadeleriyle tanıtılan son denemesi ‘İMGE KİTABI / Le Livre D’Image’ vasıtasıyla 87 yaşındaki efsanevi sinemacı Jean-Luc Godard özel bir Altın Palmiye uğurlandı festivalden. Yoğun diyalogları nedeniyle aynen bir önceki ‘Kış Öyküsü’ gibi bir nehir romana benzetilen son Nuri Bilge Ceylan filmi ‘AHLAT AĞACI’, tanınmış sinema yazarı Michel Ciment başkanlığındaki FIPRESCI Eleştirmenler jürisince en iyi film seçilen ve göz kamaştırıcı görselliğiyle festivalin en iyilerinden biri olarak kabul edilen Güney Koreli sinemacı Lee Chang-Dong imzalı ‘BURNING’ gibi ana seçki ödül listesine giremediler. 71. Cannes Film Festivali, Terry Gilliam’ın çekimlerini tam 20 yıldır türlü aksilikler yüzünden tamamlayamadığı olay filmi ‘DON KİŞOT’U ÖLDÜREN ADAM / The Man Who Killed Don Quixote’un gösterimiyle sona erdi.

(20 Mayıs 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Bana Onun Kellesini Getirin

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Seyir sırasında filmden sıkılıp salonu terk eden seyirciler sayesinde yeni bir hayranlık türü keşfettim. Çıkarken perde önünden geçmek zorunda kalan ve görüntüyü zedelememek için eğilerek ve lap lap lap yürüyerek çıkan tüm seyircilere hayran olduğumu belirtirim. Gerçi bu hayranlığım hareketin sadece kafa eğme bölümüne ama olsun hayranlık hayranlıktır. En azından gürültülü bir şekilde salonu terk etmenin ne kadar çirkin bir hareket olduğunu sadık izleyicilere göstermiş oluyorlar. Hayranlık uyandıran diğer bir seyirci türü de filmin sonrasında yapılan söyleşilerde olumsuz görüşlerini belirttikten hemen sonra salonu terk eden seyircilerdir. Halbuki söyleşinin sonunu bekleseler muhtemelen görüşlerini değiştirecek ve filmi anlayacaklardır. Tecrübeyle sabittir ki seyrettiğim ve sevemediğim onlarca filmin söyleşisini izledikten sonra zat-ı kendimin kanaati olumluya evrilmiştir. (22 Şubat 2018)

Tuhaf bir film değerlendirmesi: Neyse ki filmleri bedava seyrediyorum, yoksa gişeye gidip bilet parasını geri isteyecektim. Sanat ve sanatseverlik farklı bir yaratıcılık ve beğeni içeriyor. Sinema salonlarında karşılaştığımızda temizlikçi kardeşlerimize hiç dikkat etmeyiz ama filmde onları sanattır deye 10 – 15 dakika temizlik yaparken izleriz. Keza şehirlerarası yollarda seyahat ederken koyun sürüsünü görürüz de çobanları fark etmeyiz bile. Gelgelelim bir western filminde, bildiğin inek çobanını “Amerikan kovboyları Aslan Cinotri” diye kahraman niyetine hayran hayran izleriz. Hakeza yolda giderken arabadan üzerimize çamur sıçrasa yarım saat oramızı buramızı silkeleriz fakat filmde oyuncular baştan sona çamur içinde cenk ederler avucumuz patlayıncaya kadar alkışlarız. Demem o ki festivallere film seçen kişilerin adları da jüri üyeleri gibi açıklanmalı ki beğenilerimizi belirteceğimiz muhataplarımız olsun. Tuhaf bir şekilde başlayan bu paylaşımı tuhaf bir şekilde bitireyim: Film seyrederken önümdeki sırada cep telefonunu açan seyirciye ilk defa hak verdim. Sanıyorum filmden sıkıldı. (24 Şubat 2018)

Ne zaman açsak, şu küçüçük çerçevede sağ olsun Facebook “Ne düşünüyorsun Sadi?” diye hâl hatır soruyor. Emeklilikten sonra ikinci meslek olarak sinemacılık ve filmciliği seçtiğim için buradan çoğunlukla bu iki konuyla ilgili paylaşımlarda bulunuyorum. Olur da takipçilerimin bazıları hep aynı konuları dilime doladığımdan sıkılır diye bir öneride bulunmak isterim. Böyle durumlarda, “Sadi Bey yine saçmalamış” diye aklınıza gelirse ne olur, bir TV kanalını açıp 5 dakika futbol yorumcularını ve yıldız falcılarını dinleyiniz. Her türlü sıkıntınızın, ağrınızın, sızınızın, karamsarlığınızın, bunalımınızın, gelecek kaygınızın, geçmiş pişmanlığınızın sona ereceğine garanti veriyorum. (26 Şubat 2018)

1970’lerde devlette sendikalı işçi olarak çalışırken 2 gün sakal tıraşı olmadan işe gittiğimizde personel müdürümüz “Devlet ciddiyetine yakışmıyor.” diye ikaz ederdi. Ki dağda bayırda, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki enerji nakil hatlarında çalışır, insan yüzü görmezdik. Şimdi maşallah bakan da bakmayan da sakallı. O nedenle biz, bıyıksız, sakalsız, saçı boyasız, naturel erkek milleti acilen korumaya alınmalı çünkü ülkemizdeki son örnekler olabiliriz. (01 Mart 2018)

Kendimizi, hayattan gelen her şeye olumlu bakmaya zorlamalıyız. Örneğin, unutulmak bile bir ayrıcalıktır. Hatırladığınız onbinlerce şey arasında beni unutmuşsanız bu bir özel durumdur; bundan dahi çok mutlu olmalıyım. (“Hasretinden yandı gönlüm” şarkısının müziğinin, kanun, ney ve piyano karışımından dinlediğim enstrümantal versiyonunun verdiği ilhamla.) (04 Mart 2018)

Telefondaki sanal Siri’ye “Merhaba hayatım.” dedim, “Selam tatlım.” diye cevap verdi; “Allah senin…” dedim, “Sana bu kadar yaptığım yardımdan sonra mı?” diye sordu. Bu sanal anekdotum sizlere de ders olsun. Sanal dahi olsa siz siz olun sözle bile tacizde bulunmayın. (06 Mart 2018)

Ekrandan “Bakın şimdi, doğa bize burasını hediye etmiş, doğaya zarar vermemeliyiz, olduğu gibi muhafaza etmeliyiz.” diye seslenince kafamı kaldırdım, ekranda doğayla ilgili faydalı tavsiyelerde bulunan BRC Seyirci Kalmayın Programı var. Kamera vadiyi öyle bir yerden gösteriyor ki, ekranın sağ tarafındaki sevimli sunucunun küpeli sol kulağını görmemek mümkün değil. Doğayı koruma öğüdü veriyor ama kulağını deldirdiği için sanıyorum doğaya zarar verdiğinin farkında değil. Neticede küpe de vücuda yapılmış bir HES sayılır. (07 Mart 2018)

Güftekâr yazmış, bestekâr bestelemiş: “Yine bu yıl ada sensiz içime hiç sinmedi.” Doğrudur ama bir de Ada’nın gözünden bakarsak, acaba “Yine bu yıl sen, O’nsuz adanın içine sindin mi?” (11 Mart 2018)

“Martı” adlı yerli filmin “Martı”n 23’ünde gösterime girmesi de çok manidar. (21 Mart 2018)

Tesadüfün bu kadarı / Aynıyla vaki: Bu sabah Çağan Irmak’ın son filmi “Çocuklar Sana Emanet”in basın gösterimine giriyoruz, ev sahibi, filmin yapım şirketi Avşar Film’in Yapım Koordinatörü Murat Çiçek’le kapıda karşılaştık. Espri yapayım dedim, “Murat Şeker, hep filmin sonunda kanaatimizi sorarsınız, değişiklik olsun, girerken söyleyeyim, filminiz çok güzel olmuş.” dedim. O anda etraftaki bir-iki arkadaş gülümsedi. Murat da “Abi, bana bir de İzmit’teki sinemacı arkadaş hep yönetmen Murat Şeker’in adıyla hitap eder, gülüşürüz.” dedi. Sektörün iki şeker adamının adı Murat olunca insan mecburen böyle duruma düşebiliyor. Murat Çiçek’ten özür dilerken “Neyse Murat Şeker’le karşılaşınca O’na da Murat Çiçek derim.” diyerek şakamı sürdürdüm. Filmi seyrettik, çıktık, Erdoğan Mitrani’yle Kanyon’un yemek masaları işgalindeki koridorundan yürüyoruz, kim çıktı karşımıza dersiniz: Murat Şeker. Anlattım durumu Murat Çiçek’e, bir kez daha gülüştük. Murat Şeker de tam o saatte bir arkadaşıyla buluşmaya gelmiş Kanyon’a. Bir filmin senaryosuna böyle bir bölüm koysanız kimse inanmaz, neyse ki şahitlerim var. İnanabilirsiniz. (21 Mart 2018)

(16 Mayıs 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Deadpool 2

Geçmişten gelen ama geleceği olmadığına inanan Deadpool, bu kez de bir taraftan güldürüyor, bir taraftan da hoşça vakit geçirtiyor.

2016’da ilkini izlediğimiz ve tadı damağımızda kalan Deadpool, aynı mizahi duygu, aynı vurdumduymazlık (bu açılıyor filmde, belirleyici olan da bu zaten), aynı aksiyonla yeniden karşımızda.

Devam filmlerinin sorunları

Film boyunca, Deadpool’u takip ettiği apaçık belli olan izleyicinin göndermeleri anladığını, buna bağlı olarak da kahkaha ve kıkırdamayla yanıtladığını hemen baştan belirteyim.

Ancak ilk filmdeki heyecanlılık, ilk filmdeki merak ve hareketlilik bu filmde yoktu, muhteşem bir açılışa rağmen.

Ryan Reynolds, başrolle yetinmemiş yapımcı olmasının yanında senaryoya da imza atmış. Doğal olarak kendine uygun diyaloglar yazmış ama ilk filmin yönetmeni de değişmiş, yani sinema dilinde de değişiklik var. Belki bana öyle geldi, izleyicisi çok sevebilir ama klasik devam filmi sendromu Deadpool 2’de de yaşanıyor.

Gelecekten gelen…

Cable, yani gelecekten gelen, Deadpool’un kız arkadaşı Vanessa’yı öldürünce, ölümsüz Deadpool da ölmek ister. Kolay değildir ölmek, orası Türkiye mi? Sahi, Aziz Nesin öyküsünde geçer, sizler de hatırlarsınız… Demiryoluna yatar, tren gelmez. Havagazını açar, ciğerleri bayram eder, çünkü temiz hava gelmektedir borulardan. Fare zehri içer, bir şey olmaz. Keyifle bir yemek yiyebilmek için lokantada zehirlenir… Zaten ölümsüzdür ve bir çocuğu kurtarması gerekir. Film o çocuğun kurtarılması öyküsü. Ödülü de ölüm hakkı alabilmek.

Alabilecek mi acaba? Onca heyecan, onca hareketlilik, onca düş ve duygu karşısında alıp alamadığına siz karar vereceksiniz.

Ramazanda, hem de bu sıcakta güzel vakit geçirmek için…

Sinemalarda…

(16 Mayıs 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Hemşire

Her koyunun kendi bacağından asılacağı, dolayısıyla da kişinin kendi suçunun cezasını kendisinin çekeceği söylenir. Siz de karşılaşmışsınızdır, polisiye olması gerekmiyor illa ki, birçok cezayı en ilgisiz insanlar çekiyor. Timsah gözyaşlarıyla bir iki konuşuluyor, sonrası… yok. Gerçekten de bizi asıl ilgilendiren durumlara karşı bizim yapabileceğimiz pek bir şey yok.

Cumartesi Anneleri

Çocukları gözaltında kaybolan anneler, yıllardır yaz kış, soğuk sıcak, yağmur fırtına demeden Galatasaray’da toplanıyor, çocuklarını arıyorlar. Haklı olduklarını, Mısır’da sağır sultan bile duydu da, bizim yöneticilerimiz üzerlerine, gazlı coplu polisi salıyor. Onlar yılmıyorlar yine de. Çocuklarını arıyorlar, talepleri de zor değil: gözaltında kaybedilen çocuklarının mezarlarının bilinmesi.

Sinemanın durumu…

Yaşanan toplumsal olaylar, direnişler, gerilimler, hatta seçimler ve seçimler boyunca yaşananlar, sinemacıların ilgi alanındadır ve hemen filmini çekerler. Bizim ülkemizde bu, biraz geç oluyor. Biraz zor ve üstü kapalı yapılıyor, çünkü egemen erk izin vermiyor; bir başka deyişle baskısına ara vermediği için kimse böylesi bir girişimde bulunamıyor.

Sadece sinema için değil, diğer sanat alanları için de geçerli bu durum. Romanını yazmak da, resmini yapmak da, heykelini yontmak da, dansını düzenlemek de kolay değil.

Belgesel yönetmeni Dilek Çolak, büyük bir özveri, cesaret ve inançla Hemşire filminde yaşanan toplumsal travmanın bir kısmını sunuyor bizlere izlememiz için.

Hayattan bir kesit

Yaşadığı sıkıntılar bir yana, bir de şişmanlıkla boğuşan hemşire Leyla, F tipi hapishaneden açlık grevi yaptığı için hastanede bir odaya kapatılan Kerem ile içsel bir duygu paylaşımı yaşar. Bir kesittir anlattığı Çolak’ın… Martı, yeşillik ve uçsuz bucaksız gökyüzü… Sahi, bu iki kelimeyle pek bir şey anlaşılmıyor, filmi izlemek gerekir. İki zıt kutup gibi gözüken iki kişi, demir parmaklıkların arkasında kendilerince, kendilerine özgü bir dünya kurarlar. Gerisi size kalmış…

Sakin dili ve iyi görüntüsüyle, birleşen iyi oyunculuk filmin anlam düzeyine katkıda bulunuyor. Sadece küçük bir nokta… içimi acıttı. Kerem’i oynayan Sermet Yeşil de, yönetmen Dilek Çolak da, Taner Barlas’ın, Bach’tan uyarlanan “Martı”sındaki müthiş oyunculuğunu görmüş olsalardı keşke.

Hemşire, Yönetmen Dilek Çolak, Oyuncular Evren Duyal, Sermet Yesil, Aytaç Öztuna… 11 Mayıs’tan itibaren gösterimde…

(09 Mayıs 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Cannes Film Festivali 71 Yaşında

08 – 19 Mayıs 2018 tarihleri arasında düzenlenen Cannes Film Festivali bu yıl 71. yaşını kutluyor. Festivalin afişini Jean-Luc Godard imzalı 1965 yapımı ‘Pierrot Le Fou / Çılgın Pierrot’dan alınmış Jean-Paul Belmondo ile Anna Karina’nın ünlü öpüşme sahnesi süslüyor. Altın Palmiye ödüllü ana yarışmanın jüri başkanı ise Avustralyalı ünlü aktris Cate Blanchett. Çinli Chang Chen, Fransız Léa Seydoux ve Amerikale Kristen Stewart jürinin diğer oyuncu üyeleri. Geçtiğimiz yıl ‘Sevgisiz’ ile gönülleri fetheden Rus sinemacı Andrey Zvyagintsev, yeni sürüm ‘Blade Runner’ ile karşımıza gelen Kanadalı Denis Villeneuve, Ermeni asıllı Fransız sinemacı Robert Guégidian ve Amerikalı yazar yönetmen ve yapımcı Ava DuVernay jürinin yönetmenler kanadını oluştururken, Afrika kıtasını temsilen Brundili söz yazarı/besteci şarkıcı Khadja Nin ile ekip tamamlanıyor.

Tanınmış İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin İspanya’yı mekân almış son çalışması ‘TODOS LO SOBEN / Herkes Biliyor’ hem festivalin açılış filmi olarak seçilmiş, hem yarışmaya dahil edilmiş. Başrollerinde Javier Bardem / Penelope Cruz çiftinin yer aldığı yapımda, Buenos Aires’te yaşayan ve bir kutlama için baba ocağı İspanya köyüne dönen ailenin hayatı beklenmedik bir olayla altüst oluyor. Farhadi’nin hemşerisi Cafer Panahi’nin yeni filmi ‘ÜÇ YÜZ’ seçkinin İranlı yönetmenlerden gelen bir diğer yapımı. Ülkesinden yurt dışına çıkış yasağı halen sürmekte olan Panahi’nin filmi, kariyerlerinin farklı dönemlerini yaşamakta olan üç aktrisin öyküleri üzerine kurulmuş. Cannes Film Festivali’nden en çok ödül kazanmış yönetmenler arasında yer alan değerli sinemacımız Nuri Bilge Ceylan’ın son projesi ‘AHLAT AĞACI’ yarışmanın iddialı isimlerinden. Murat Cemcir, Bennu Yıldırımlar, Hazar Ergüçlü, Serkan Keskin ve Özay Fecht’in aralarında bulunduğu zengin bir oyuncu kadrosuna sahip, üç saati aşan süresiyle seçkinin en uzun filmi olan yapım, kapanıştan bir gün önce gösterilecek. Ceylan’a şimdiden sonsuz başarılar diliyoruz.

Festivalin Fransız sinemacılar ayağı her sene olduğu gibi ağırlığı oluşturuyor. Efsane sinemacı Jean-Luc Godard’ın 87 yaşında çektiği son denemesi ‘LE LIVRE D’IMAGE / İmge Kitabı’ festival broşüründe ‘sadece sessizlik, yalnızca devrimci bir şarkı, bir elin beş parmağı gibi beş bölümlük bir öykü.’ ifadeleriyle tanıtılmış. Stéphane Brizé, Cannes’dan ödüllü deneyimli oyuncusu Vincent London’a başrolü verdiği ‘EN GUERRE / Savaşta’ ile ‘İnsanın Değeri’nin ardından bir kez daha emekçilerin sözcülüğüne soyunuyor. Christophe Honoré, ‘PLAIRE, AIMER ET COURIR VITE / Hoşlanmak, Sevmek ve Hızlı Koşmak’ genç Arthur ile deneyimli yazar Jacques arasında gelişen eşcinsel aşk üzerine. Yarışmaya sonradan dahil olan Yann Gozalez imzalı ◄‘UN COUTEAU DANS LE COEUR / Kalpte bir Bıçak’ yönetmenin cüretkâr ilk filmi ‘Les Rencontres D’Après Minuit’ benzeri bir olay yaratacağa benzer festivalde. 70’li yılların sonunda porno filmler çeken bir kadın yapımcının bir seri katil ile mücadelesini anlatan filmde popüler Fransız aktris Vanessa Paradis başrolde. ‘LES FILLES DU SOLEIL / Güneşin Kızları’ ile Fransız sinemasından yeni bir yönetmeni tanıyacağız. Eva Husson imzalı yapım, Işid’e karşı savaşan Ezidi Kürt kadınların mücadelesini perdeye aktarıyor.

Netflix’in olaylı bir anlaşmazlık sonucu filmlerini geri çekmesinin de etkisiyle festivalde yer alan Amerikan filmlerinin sayısı, önceki yıllara göre daha az bu yıl. Ana yarışma seçkisine dahil olan ‘BLACKKKLANSMAN’ bunlardan biri. Siyahi yönetmen Spike Lee’nin ‘Do The Right Thing / Doğruyu Seç’ten tam 29 yıl sonra Cannes’a dönüş yaptığı yapım, gerçek bir olaydan yola çıkmak suretiyle ABD’nin güneyinin kanayan yarasına, ırkçılık sorununa odaklanıyor. ‘Peşimdeki Şeytan’ filmiyle tanıdığımız David Robert Mitchell imzalı ‘UNDER THE SILVER LAKE / Gümüşi Gölün Altında’▼ ise bir kayıp vakasının izinde gizemli bir serüven vadediyor.

Amerikalıların eksikliğini Uzak Doğu sinemasının tanınmış ustalarının filmleri ile dengeliyor festival. Festivalin gediklilerinden Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda yine sıcacık bir aile öyküsüyle karşımıza geliyor. ‘YANKESİCİLER’ soğukta sokağa bırakılmış küçük kız çocuğuna kol geren yoksul ama sevecen bir ailenin hikâyesi üzerine. Daha az bilinen bir diğer Japon sinemacı olan Ryusuke Hamaguchi ‘ASAKO 1 & 2’ adlı yapıtında, birkaç yıl arayla fiziki olarak birbirine çok benzeyen zıt karakterli iki erkeğe aşık olan 21 yaşındaki Asako’nun tercihleri üzerinden ilerliyor. Cannes’dan ödüllü Çinli usta Jia Zhang-Ke’nin ‘SAF BEYAZ KÜL’ adlı son filmi, yüzyıl başından günümüze sert bir sevda öyküsünü ülkesinin kanunsuz yeraltı dünyası fonunda anlatıyor. Yine Cannes’dan ödüllü Koreli usta Lee Chang-Dong, sinemaseverleri büyülemiş ‘Şiir’den sekiz yıl sonra ‘YANAN’ ile Cannes’a dönüyor. Haruki Murakami’nin kısa hikayesinden yola çıkan yapım, iki erkek ve bir kadın arasında kundakçılık saplantısıyla yön değiştiren gerilimiyle festivalin öne çıkan filmlerinden biri olabilir.

Bu yıl festivalde iki İtalyan filmi yer alıyor. Dört yıl önce ‘Mucizeler’ ile büyük jüri ödülünü kazanan Alice Rohrwacher imzalı ‘LAZZARO FELICE / Mutlu Lazzaro’nun hikâyesi şimdilik sır gibi saklanıyor. Ancak bildiğimiz kadarıyla 50 yıllık bir zaman dilimi içinde zamanda yolculuk eden ama yönetmenin ifadesiyle bilim-kurgu olmayan bu yapımı merakla bekliyoruz. Daha önce ‘Gomorra’ ve ‘Gerçeklik’ ile iki kez ikincilik ödülü almış olan İtalyan sinemasının çağdaş ustalarından Matteo Garrone imzalı ▲‘DOGMAN’ ise, seksenli yılların sonunda Roma kırsalında yaşanmış korkunç bir cinayet ve intikam öyküsünden yola çıkan hayli sert bir yapım.

Yarışma seçkisinin son 5 filmi farklı ülke sinemalarından gelen iddialı filmler. Oscarlı ‘İda’nın yönetmeni Pawel Pawlikowski yine tadına doyulmaz bir siyah-beyaz çalışmayla Cannes’da. ‘ZIMNA WOJNA / Soğuk Savaş’ 1950’lerde Polonya, Berlin, Yugoslavya ve Paris’te geçen birbirinden tamamen farklı karakterlere sahip bir kadın ve bir erkek arasındaki tutkulu ama imkânsız bir aşkın öyküsü. ‘Öğrenci’ adlı ilk uzun metrajıyla radarımıza giren Rus sinemacı Kirill Serebrennikov ‘LETO’da,▼ Led Zeppelin ve David Bowie gibi rock yıldızlarından etkilenmiş bir grup Rus müzisyenin 1981 yazında yaşanmış aşk, dostluk ve rock tutkularının izini sürerken gerçek karakterlerden yola çıkmış. ‘Tulpan’ ile gönüllerimizi fethetmiş Kazakistan doğumlu Sergey Dvortsevoy, on yılın ardından çektiği ikinci uzun metrajı ‘AYKA’da kanunsuz olarak Moskova’da çalışan ve doğum yaptıktan sonra bebeğini hastanede bırakan Kırgız kızının pişman olup çocuğunu bulmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki yarışmaya seçilen yeni filmi ‘CAPHARNAÜM’da yine çoğunlukla amatör oyuncular kullanıyor ve filme adını veren küçük balıkçı köyünde geçen mizah ve hümanizm yüklü öyküsünde yarı belgesel bir anlatıma başvuruyor.

Festivalde bir ilk film de yer alıyor bu sene. Üç yıl öncesinde yine bir ilk film olarak yarışmış ‘Saul’un Oğlu’nun Oscar’a kadar giden dünya çapındaki başarısı düşünüldüğünde A. B. Shawky imzalı ‘YOMEDDINE’i ilgiyle beklediğimizi vurgulamak isterim. Cüzzamlı bir adam ile onun öksüz çırağının ailelerinden kalanları bulmak için yaşadıkları koloniden Mısır’ın merkezine yaptıkları zorlu yolculuğun hikayesini anlatıyor Mısırlı sinemacı. Festivalde yarışma dışı olarak gösterilecek olan Lars von Trier imzalı ‘THE HOUSE THAT JACK BUILT / Jack’in İnşa Ettiği Ev’▼ belki de yarışma filmlerinden daha heyecanla beklendiğini vurgulamak isterim. 2011 yapımı ‘Melancholia’nın basın toplantısı sırasında Nazi sanatına hayranlığını dile getirdiği olaylı konuşmasının ardından festival yönetimince aforoz edilen sinemanın haşarı çocuğu, başrolünde Matt Dillon’un yer aldığı bir seri katil öyküsüyle Cannes semalarına dönüşe hazırlanıyor. Festivalin kapanışı için Terry Gilliam’ın yönettiği ‘THE MAN WHO KILLED DON QUIXOTE / Don Kişot’u Öldüren Adam’ın yarışma dışı gösterilmesi planlanmış durumda, ancak gösterimin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği henüz bilinmiyor. Çekimleri tam 20 yıldır türlü aksilikler yüzünden tamamlanamayan bu olay filmin yapımcılarından Paolo Franco filmin Cannes gösterimini engellemek için mahkemeye başvurmuş durumda. Festival yönetimi Gilliam’ın yanında olduğunu açıkladı. Durum 07 Mayıs’taki duruşmada kesinlik kazanacak.

(06 Mayıs 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Kirli Bir Düzende Temiz Kalmak Mümkün mü

70. Cannes Film Festivali’nde ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ bölümünün büyük ödülünü kazanmış olan ‘İnatçı Bir Adam / Lerd’ sürpriz bir kararla vizyona girdi. Film yurt dışında ‘Dürüst Bir Adam’ adıyla gösterilmişti. Halen sinemalarımızda gösterilen kopyada çevirmen Engin Ertan da aynı adı kullanmış. İthalatçı film şirketinin son andaki karar değişikliği diyelim ve bu güzel film hakkında konuşmaya başlayalım.

Film, muhalif tutumu nedeniyle üniversiteden atılmasının ertesinde, karısı ve küçük oğlu ile şehirden uzakta bir köyde süs balığı yetiştiriciliği yaparak sakin bir hayat sürmeye çalışan Reza’nın hikâyesini anlatıyor. Reza her türlü yolsuzluğa karşı çıkmış idealist bir insandır. Borç faizinin düşürülmesi için banka yöneticilerine rüşvet vermek yerine karısının arabasını düşük fiyattan satmayı yeğleyecektir filmin ilk sahnelerinden birinde. Hedefi, yılbaşı öncesinde talebi artan kırmızı süs balıklarından kazandığıyla borcunu kapatabilmektir. Ancak çiftliğinin yanıbaşına konuşlanmış ve arazisinde gözü olan ‘şirket’ onu rahat bırakmaz. Şirketin bölge eşrafından adamı Abbas önce balık havuzunun yararlandığı nehir suyunun akışını engeller. Aralarında yaşanan arbede sonrasında sahte bir raporla üç gün gözaltında tutulur Reza. Bu süreçte balıkları zehirlenir, sermayesini yitirir. Doktorundan polisine, hakiminden belediye başkanına tüm idari erkanın rüşvet aldığı kirli çarkı dehşetle gözlemleyen genç adam, ahlaki yozlaşmanın had safhaya vardığı bu düzende dürüst kalabilecek midir.

İranlı sosyolog sinemacı Mohammad Rasoulof’un altıncı uzun metrajı ‘İnatçı Bir Adam’. Yönetmen aynen baş karakteri Reza gibi iflah olmaz bir muhalif. İran rejimini eleştirdiği, toplumsal yozlaşmayı her fırsatta dile getirdiği için yasaklı yönetmenler arasında. Bu nedenle devlet sansürünün hışmına uğrayan filmlerinden hiçbiri ülkesinde gösterilememiş. İran’daki devlet sansürü üzerine 2008 yılında bir belgesel bile çekmiş. İstanbul Film Festivali’nde izleme şansı bulduğumuz 2013 yapımı ‘Elyazmaları Yanmaz’dan sonra başı iyice derde girmiş. İran rejiminin 21 yazar ve gazeteciye suikast planladığı 1995 yılında yaşanan gerçek olaylardan yola çıkarak çekilen bu filmde yönetmen, hapishane anılarını gizlice kâğıda aktaran yazar Kasra’nın yaşadıklarından hareketle otoriter rejimin net bir resmini çizer. Cannes’dan FIPRESCI ödülüyle dönen film üzerine önce 6 yıl hapis cezası alan, daha sonra ceza süresi 1 yıla indirilen ve rejim tarafından ‘akıllı ol’ uyarılarına maruz kalan Resulof, yılmadan gerilla usulü filmlerini çekmeyi sürdürüyor.

‘İnatçı Bir Adam’ her açıdan gözüpek bir yapım. Bir karakterin ağzından döküldüğü üzere ‘ya zalim ya da mazlum’ olduğun bir düzene itirazını açık yüreklilikle sürdürüyor. Personelinin rüşvetle iş yaptığı bürokratik kurumların kirliliğine işaret ediyor. Bu yoz çark içinde değerlerini korumaya çalışan dürüst bir insanın çaresizliğini resmediyor. Olan biteni Andrey Zvyagintsev’in çarpıcı başyapıtı ‘Leviathan’da olduğu gibi bir sistem sorunu olarak ortaya koyuyor. Eyüp Peygamber’in ‘dürüst insanlar neden acı çeker’ sorusundan yola çıkarak Putin Rusya’sında ahlaki yozlaşmayı cesurca irdeleyen ve Kremlin ile polemiğe girmeyi göze alan Rus sinemacıya oranla çok daha korunaksız İranlı Resulof ama bir o kadar gözü kara bir tutumla hikâyesini İran rejiminin yozlaşmış kurumları üzerine çarpıcı bir tanıklığa dönüştürmeyi başarıyor.

Reza’nın bölgenin kız lisesinin müdiresi olan karısı, kocasının ve ailesinin selameti için çabalıyor. Gözünü karartıp işi, okuldaki nüfuzunu kullanarak Abbas’ın liseli kızının eğitim hayatını sekteye uğratma tehdidine kadar vardırıyor. Ancak aynı rejimin, aynı hükümetin memurudur genç öğretmen. Başka bir inanca mensup olduğu için yetkililer tarafından okulla ilişkisi kesilen genç bir kızın trajediyle sonuçlanacak durumuna duyarsız kalmayı seçecektir o da. Bu kirli düzende temiz kalmayı başarabilecek midir Reza. Filmdeki hamam sahnelerinin çokluğu genç adamın pislikten arınma arzusunu vurgular. Çamura bulaşmamak için çırpınır durur. Ormandaki gizli mağaranın içinden geçen şifalı suya huzur bulmaya koşar.

Yalnız haftanın değil, son dönemin en çarpıcı filmlerinden biri ‘İnatçı Bir Adam’. İran özelinden yola çıkarak ülkemizi de sarmış olan evrensel bürokratik çürümüşlüğü soğukkanlılıkla masaya yatırıyor. Final jeneriğine eşlik eden Peyman Yazdanian imzalı piyano ezgileri 45 yaşındaki İranlı muhalif sinemacının ağıdına dönüşüyor.

(05 Mayıs 2018)

Ferhan Baran

[email protected]