Kategori arşivi: Yazılar

Sadi Çilingir Yazıyor: Batının Dört Devi Dönüyor

Memlekette film festivalleri o kadar çoğaldı ki bazen aynı zaman aralığına bir-iki değil, üç-dört festival denk geliyor. Sağ olsunlar çoğu festival konuk olarak davet ediyor ancak aynı zaman aralığına denk geldiğinde racon gereği mecburen ilk davet gönderene yönelmek gerekiyor. Geçenlerde bir festivale iştirak edeyim dedim, akreditasyon formu doldurmak gerektiğini söylediler. Formda o kadar çok teferruat var ki, konuk etmemek için bin … Devamı… »

Batının Dört Devi Dönüyor

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Memlekette film festivalleri o kadar çoğaldı ki bazen aynı zaman aralığına bir-iki değil, üç-dört festival denk geliyor. Sağ olsunlar çoğu festival konuk olarak davet ediyor ancak aynı zaman aralığına denk geldiğinde racon gereği mecburen ilk davet gönderene yönelmek gerekiyor. Geçenlerde bir festivale iştirak edeyim dedim, akreditasyon formu doldurmak gerektiğini söylediler. Formda o kadar çok teferruat var ki, konuk etmemek için bin dereden su getirmişler. Bir kuş sütü eksik, pardon bir ilkokuldaki öğretmeninizin adını sormamışlar. Bu kadar teferruat iyi bir şey, festivale mutlaka sinemaya yararı olacak insanların katılımını sağlamak lazım, ancak çok teferruat nedeniyle müracaattan vazgeçilebilir. Birkaç temel bilgiden sonra formları bilen kişilerin kontrolünden geçirip ona göre davet yapılabilir. Forma onlarca teferruat eklenmesi, konuk davetinin bir lütufmuş gibi algılanmasına da yol açıyor. Festivalin bir değeri olduğu gibi olası konukların da sektör bakımından bir değeri vardır. Yani terazinin bir kefesi festivalse diğer kefesi sektör insanlarıdır. Yani sen bana bir değer veriyorsan, ben de sana bir değer arz ediyorum. (Bak ifadede bile seni üst makam olarak belirttim, sen verdin, ben arz ettim.) Aynı zaman aralığına denk geldiği için, bu yıl birkaç festivalin davetini geri çevirmek zorunda kalmamın ve yukarıda bahsettiğim teferruatlı akreditasyon formunun verdiği ilhamla, film festivalleri akreditasyon tarihinde bir ilke imza atabilir ve web sitesine bir “Akredite olun ki festivalinize gelip sizi onore edebileyim” bölümü açabilirim. Böylece akredite olan düdüğü çalar. (05 Ekim 2018)

“Dolarsa ne olur, dolmazsa ne olur” sözüne nazire: “Euro bakalım sahile doğru.” (05 Ekim 2018)

Gönül Atatürk Kültür Merkezi olmasını arzu ediyor ama Antalya’daki AKM’nin açılımı Antalya Kültür Merkezi; Atıl İnanç değil Atıl İnaç; Fadik Sevim Atasoy değil Fadik Sevin Atasoy. (Festival bültenlerindeki dil sürçmelerine gönderme) (06 Ekim 2018)

Hepimiz çok kıymetliyiz, hiç birimizin değeri yok. (06 Ekim 2018)

Hayatta emniyet kemeri olmak lazımmış, sürekli birilerine sıkı sıkı sarılıyorsun. (06 Ekim 2018)

Servise bindik, otelin plajına mekân araştırması için gidiyoruz. Çapraz ön koltuğumda oturan orta yaşlardaki delikanlıya lâf attım. “Sen neredensin, ne yapıyorsun?” dedim. “Ben Ankara’dan geldim. Sinema yazarıyım, Sinema Yazarları Derneği var ya, SİYAD, yazılarımı oraya gönderiyorum.” diye cevap verdi. Hiç tanımadığım birisi. “Adın ne senin?” dedim, söyledi. “Eee ben de aynı derneğin üyesiyim. Üyelerin hepsini tanırım, dernekte senin adın falan yok.” deyince “Abi ben Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde çalışıyorum 30 yıl önce Tarık Akan’la röportaj yapmıştım, vs. vs.” demeye başladı. (Kıssadan hisse: Doğa boşluk kaldırmıyor. Adı geçen derneğe mensup sinema yazarlarının çoğu, Uluslararası Antalya Film Festivali’nin Ulusal Yarışmayı iptal etmesini protesto etmeleri nedeniyle festivale gelmedi.)
Yemekte aynı masaya oturduğumuz bir bayana da sohbette yeri geldiğinde ne işle iştigâl ettiğini sorduğumda, yine ilgisiz bir cevap aldım. Büyükşehir Belediye Başkanının özel kaleminden birisinin arkadaşıymış.
Film festivali konuklarının hatırı sayılır miktarının sinema ve filmcilikle âlâkası olmayan kişilerden oluştuğunu yazdığım bir paylaşımın altına festival çalışanlarından bir arkadaş mealen şöyle bir not yazmıştı: “Bu kişilerin hepsini biliyoruz Öyle yerlerden baskı yapıyorlar ki, festival organizasyonları çaresiz kalıyor.”
Bu paylaşımı “Bu kadar akıl bana çok geldi biraz da size vereyim” bölümüyle bitireyim: Festivallere akredite olamayan arkadaşlar, üzülmeyin. Önümüzdeki festivallerde şöyle yapın: Önce peşpeşe olan iki festivali gözünüze kestirin. Birincisine İstanbul’dan gidiş-dönüş THY uçak bileti aldırın. Takip eden ikincisine de ilk festivalden İstanbul aktarmalı bilet aldırın. Böylece 5 uçuş güzergâhı kullandığınız için bilmemkaç uçuş mili kazanırsınız. İlk festivalden İstanbul’a dönüş biletini de açığa aldınız mı iş tamam demektir. Bu arada akredite olamayanların hakkını yediğinizi hakkınızın köşesinden bile geçirmeyin, pardon aklınızın. (06 Ekim 2018)

Ben derdimi buraya yazıyorum. Siz de derdinizi kendi buranıza yazın. Başkasının orasına, burasına yazıp başkalarıyla tartışmayın. Başkasının orasına, burasına yazdığınızda orasının mütemmim cüz-i, yani peşine eklemlenmişi oluyorsunuz. Kendi buranıza yazdığınızda orijinal üretim oluyor. Yani naturel. Yani organik. Yani gezen tavuk yumurtası. (07 Ekim 2018)

Tam memleket havası: Şehirlerarası otobüste önümdeki koltuğun arkasındaki ekranda saat 10:32, şoförün tepesinde 13:25 yazıyor, benim telefon ise 13:34’ü gösteriyor. İçecek ikramında çayı tercih ettim. “Kek?” dedim. “Bitti abi.” dedi. Müzik dinlemek için kulaklık sordum, “Sağlık Bakanlığı yasakladı abi” dedi. Bu hengamede otobüslerdeki kulaklık delikleri de atıl kaldılar yani. (07 Ekim 2018)

Daha önce birkaç kez gittiğim Ayvalık ilçemizi, Başka Sinema Ayvalık Film Festivali nedeniyle mi olacak, nedendir bilinmez, bu sefer oldukça sevimli ve yaşanır buldum. Sabun Fabrikasında konakladık, Zeytinyağı Fabrikasında film seyrettik, Kilisede namaz kıldık diyeyim de derdimi anlatamamış olayım ve açıklayayım. Efendim günümüzün modası turizm nedeniyle bu şirin ilçemizde ne kadar sabun, yağ, zeytin vs. fabrikası varsa hepsinin binaları otel, sanat evi, cafe, vs. olmuş. O hengameden önce ise Kilisenin birisi de Camiye çevrilmiş. Başka bir ilginçlik de bu şirin ilçemizde Deve ve Deve Güreşi Sevenler Derneği bile var. (10 Ekim 2018)

Vay anasını, şehirden fazla ayrılmaya da gelmiyor. 3 gün Malatya’ya gideyim geleyim dedim. Metro’dan ineceğim, semtimizin adı değişmiş, “Nekssteyşin Osmanbey” olmuş. Metrodan çıkıyorum, simit alayım dedim, fiyatı güncellenmiş, 1 lira 75 kuruş olmuş. (14 Ekim 2018)

Yeni bir börek çeşidi çıkmış, ilk defa duydum: “Haniya Börek”. Az önce seyyar bir börekçi, “Hani ya börek” diyerek önümden geçti, yan sokağa saptı. (15 Ekim 2018)

Göz muayenesi için bekliyoruz. Yan tarafta iki kişi. Birisi sürekli konuşuyor, diğeri kafa sallayarak, arada onaylayarak dinliyor, dinliyor. Herhalde yakın bir arkadaşı ki sabırla dinlemesini sürdürüyor. Öyle ki, sabırla dinlemenin, gereksiz teferruat vererek konuşmaktan daha önemli bir maharet olduğu kanaatine vardım. (16 Ekim 2018)

Facebook, “Ne düşünüyorsun?” diye soruyor. Bir sinemasever olarak ne düşüneyim? Tabi ki Papaz Bronson krizi nedeniyle TRT’nin kaldırdığı Western filmleri kuşağının yeniden yayınlanması gerektiğini düşünüyorum. (21 Ekim 2018)

5 yıldır “Uluslararası Boğaziçi Film Festivali” olarak kullandığı adını, “İstanbul Film Festivali” gibi “Uluslararası” kelimesini çıkararak sadeleştirip bu yıl “Boğaziçi Film Festivali” olarak kullanan festivali tasvip, tasdik ve tebrik ediyorum. Bütün film festivalleri adlarını bu şekilde sadeleştirmelidir. (21 Ekim 2018)

Memlekette hakikaten kriz falan yok; küçük bir örnekle açıklayayım: Bugün semt pazarından alışveriş yaptım. Kahvaltıda yemek için yarım kilo sivri biber alayım dedim. Esnaf tarttığı biberi avuçlayıp uzatınca şaşırdım, “Hayırdır?” diye sordum. “Abi, naylon torba çok pahalı.” deyince bir şey diyemedim, içinde 2 kg. soğan bulunan elimdeki torbayı uzattım, “Koy buraya.” dedim. (25 Ekim 2018)

Yıllarca 8-10 kg.lık üç ayaklı takeometre omuzda, dağda, bayırda, kayalıklarda, çalılıklarda boşuna dolaşıp Harita Teknisyenliği yapmışız. Yeni öğrendim, Hediye Danışmanlığı diye bir meslek varmış. Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Ne yapayım? Güleyim mi, ağlayayım mı? (28 Ekim 2018)

Basketbolla ilgili haberlerde şöyle bir cümle duydum: “Top çalma istatistiğine göre yılın en iyilerinden.” Basketboldan pek anlamam ama günümüz Türkiye’sinin yeni değerlerinden bir şey herhalde. (30 Ekim 2018)

(06 Haziran 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Komedinin de Suyunu Çıkaranlar…

Bazen zaman geçirmek amacıyla (hele de bu günlerde olduğu gibi, oruç tutanların özellikle yaptığıdır) bazen de güzellikleri paylaşmak, arada sırada da bilgilenmek amacıyla gideriz sinemaya. Sinemanın eğitmek amaçlı olmadığını Sovyetler dağıldıktan sonra herkes kabul etti artık.

Dolayısıyla o birkaç saati keyifle, belli anlamda, sınırlı da olsa bir şeyleri düşünerek (ya da düşünmeyerek) geçirmek için hâlâ en geçerli araç sinema.

Komiğini çıkarmak…

Yeşilçam’da yer almış insanlar, özellikle istenilen düzeyde olmayan filmler için “komiğini çıkarmış” derler. Ağırlıklı olarak gerçekten gülünesi bir yapıt (veya sekans) olmadığını, abartıldığını, zorlama koktuğunu ifade eder bu söz. Çok seyrek olarak da “cuk oturmuş”, gerçekten çok iyi olmuş anlamını taşır.

Düzenbazlar, yeniden çevrim olsa da istenilen düzeyde gelmedi bana. Erkek versiyonu “Kirli, Çürük ve Adi” (Dirty Rotten Scoundrels) hatırlayanlar için çok daha keyifli idi. Peki, kadınlar olunca mı, bu denli sevilmedi? Bence hayır! Özenmemek, içselleştirmemek, umursamamak sayılabilir nedenlerin başında. Yoksa kadınlar çok daha akılcı yapıyor “düzenbazlığı”.

İki kadın, birbirine rakip oluyorlar… Ama özellikle kadın peşine düşen (“bilmemnebiti” derler ya… işte onların) yaşlıları kandırarak soymak için. Kimi zaman güldüren, kimi zaman da esneten bir film. Kadınların akılcı yaklaşımı, erkeklerin sadece kadınlarla -ve o da sadece cinselliğiyle- ilgilenmeleri nedeniyle çok daha izlenebilir, keyifli filmler çıkıyor.

Bu olağanüstü sıcak günlerde, sinema salonlarının serinliği için değer izlenmeye…

(28 Mayıs 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sadi Çilingir Yazıyor: Enes Batur: Hayal mi Gerçek mi?

Malûm son 3 yıldır yerli filmlerimiz arasında, sosyal medyada fenomen olmuş kişileri başrolde oynatma alışkanlığı görülüyor. 8. Bodrum Türk Filmleri Haftası’nda bu fenomen kişilerden Enes Batur’a ödül verilmesi kararlaştırılmıştı. Her ne kadar kendisi ödül almamaya gelmemekle fenomen olma hastalığına kapıldığını gösterse de konumuz o değil. Ödülün gerekçesi, başrolünde oynadığı “Enes Batur: Hayal mi Gerçek mi?” filminin ülke çapında … Devamı… »

Enes Batur: Hayal mi Gerçek mi?

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Malûm son 3 yıldır yerli filmlerimiz arasında, sosyal medyada fenomen olmuş kişileri başrolde oynatma alışkanlığı görülüyor. 8. Bodrum Türk Filmleri Haftası’nda bu fenomen kişilerden Enes Batur’a ödül verilmesi kararlaştırılmıştı. Her ne kadar kendisi ödül almamaya gelmemekle fenomen olma hastalığına kapıldığını gösterse de konumuz o değil. Ödülün gerekçesi, başrolünde oynadığı “Enes Batur: Hayal mi Gerçek mi?” filminin ülke çapında bir milyondan fazla seyirci çekerek, bu tür filmlerin sinema salonlarına hiç gelmeyen genç kitleyi sinemada film seyretmeye teşvik etmesiydi. Ödülün sinema salonu yatırımcıları tarafından verilmesi de makûldü. Neticede sinemalar ticari işletmelerdir, gelir getiren mal sahiplerini bir şekilde ödüllendirmelerine söylenecek söz olmaz. Ancak bu tür filmlerin youtube kuşağını sinemaya çekerken, klasik sinema seyircisini de sinemadan soğutabileceği göz ardı edilmemeli. Son yıllarda yapılan, bilhassa Karadeniz hikâyelerini konu edinen dizi sinema filmlerinin basit bir konu içine mini Karadeniz fıkralarını skeç halinde serpiştirerek yapılmaya başlanması da bir tür youtube fenomeni hikâyelerinin filmlere yansıması gibi. Klasik Yeşilçam komedisi beklentisi içindeki seyircinin bu tür filmler nedeniyle sinemadan soğumamasını dileriz. (28 Eylül 2018)

Uluslararası Antalya Film Festivali’nin geçen yıl festival kapsamında yapılan Ulusal Uzun Metraj Film Yarışmasını iptal etmesi üzerine protesto mahiyetinde İstanbul’da aynı tarihlerde 54. Ulusal Yarışma etkinliği düzenlenmişti. Aynı etkinlik bu sene de 55. Ulusal Yarışma adı altında gerçekleştiriliyor. Basına gönderilen bir görsele göre 55. Ulusal Yarışma’ya bu sene şu filmler katılıyor: Di Navberê De, İçerdekiler, Dead Horse Nebula, Fragments, Hewno Bêreng (Renksiz Rüya), Sibel, Yol Ayrımı. (29 Eylül 2018)

Film festivallerinin farklı bir tadı da ünlü benzerleri olan kişilerdir. Yaşadıkları şehirlerde yapılan film festivalleri zamanlarında kısa süre benzedikleri ünlü sayesinde oldukça popüler olan bu kişilerden Orhan Gencebay benzerine Malatya’da, tıpkı Gencebay’ın duvara asılmış çerçeveli portre resmi gibi dolaşırken rastlayabilirsiniz. Antalya’daki çiftliğinde yaşayan rahmetli Sümer Tilmaç da kendisinin katılmadığı bir festivalde benzerinin korteje katıldığını, hayranlarıyla bol bol fotoğraf çektirdiğini belirtmiş ve ilgililerin bu konuda dikkatli olmalarını istemiş, benzerinin kendi karakterine aykırı davranıp kişileri maddi manevi istismar edebileceğinden fevkalade rahatsız olduğunu belirtmişti. Bu yıl Uluslararası Adana Film Festivali’nin açılış gecesinde 25 Yeşilçam emektarı figüran ve karakter oyuncusuna ödül verilmesi öncesi oturduğum masa tam bu oyuncularımızın toplu oturduğu masanın yanına denk gelince dikkatimi çekti. Adana’nın malum en ünlü benzeri Yılmaz Güney benzeri olan kardeşimizdir. Bilenler bilir, bu arkadaşımız sakin, durumu hazmetmiş, kimseyi kırmayan, Yılmaz Güney’in efendiliğine uygun hareket eder. Bu yılki tören devam ederken, önümüzdeki karakter oyuncularının masasına dikkatlice baktım, sanki rahmetli Yılmaz Köksal boyu uzamış şekilde gelmiş önümüzdeki figüranların masasına oturmuş. Adana’lı yeni ünlü benzeri, rahmetli Yılmaz Köksal’ın bildiğin karbon kopyası. Bir de bu benzer arkadaşlar çevrelerinin gazına gelip, saçlarını, sakallarını, bıyıklarını aynen ünlü gibi yaptıkları için hayranlar gelip aslı gibi fotoğraf çektiriyorlar. Nitekim Köksal benzeri ile fotoğraf çektiren birkaç kişiye bu artistin kim olduğunu sordum, Yılmaz Köksal olduğunu söylediler. Sükût-u hayale uğramasınlar diye Yılmaz abimizin rahmetli olduğunu açıklamadım tabi ki. Demek istediğim bu benzer arkadaşlar asıllarının efendilik ve saygınlıklarına halel getirmemelidirler. Festivalin sondan bir önceki günü, yani bugün basın mensupları arasında da benzerler olduğunu fark ettim. “Ben falanca TV.de çalışıyorum, filanca web sitesine yazıyorum, feşmekanca gazeteye çiziyorum.” diyenlerin oralarda çalışmadıkları veya yazmadıkları yapılacak küçücük bir araştırmayla ortaya çıkabiliyor. Yani ben sallasam, “Festivali Çilingir Ajans adına takip ediyorum; orada, burada, şurada, yukarıda, aşağıda, her yerde haberlerim yayınlanıyor.” desem yeridir; kral dairesinde konaklayabilirim. Yaptırmayın ve yapmayın böyle şeyleri, gerçek basın emekçilerine karşı ayıp oluyor. (29 Eylül 2018)

İnternet yayıncılığı tarafından oldukça sarsılan yazılı basın kağıt zamları nedeniyle daha da fazla sıkıntıya girdi. Bazı gazeteler kültür sanat eklerini kaldırırken Ege’de yayınlanan yerel gazetelerin bir kısmının 6 gün yayın yaptıkları haberleri gelmeye başladı. Son birkaç festivaldeki gözlemlerime göre yazılı basın sarsılırken, bizim konumuza giren sinema camiasında sanki sinema yazarlığını da yakın gelecekte oldukça güçlü bir sarsıntı bekliyor. Adana Film Festivali’nde servis beklerken görevli öğrencilerle, yine başka festivallerde çalışmış ve Adana’ya komşu festivallerin çalışmalarını yerinde görmeye gelmiş başka şehir festival çalışanı öğrencilerin kendi aralarındaki konuşmalara şahit oldum. Filmleri sinema yazarlarının tavsiyelerine göre değil de sürekli festival izleyen sinefillerin ve festival teyzeleri ve amcalarının tavsiyelerine göre izlediklerini belirtiyorlardı. Sinefil adı vererek “Bilmemne hoca o filmin yarısında çıktı, izlemeye gerek yok. Falanca teyze şu filmi 3 kez izlemiş, bunu mutlaka görmeliyiz.” benzeri konuşmalara çok şaşırdığımı belirteyim. Bendeniz iyi ki ne sinema yazarı ne de sinefilim, ikisi arasındaki yerimi sağlam tutmaya gayret edeyim bari. (01 Ekim 2018)

Genellikle şiddetli, yıkıcı ve yakıcı kasırgalara Amerika’da Sandy, Katrina, Emily, vs. gibi bayan adları verilse de olaya mizahi açıdan yaklaşanlara göre bu isimlendirmede kadınlara afet denilmesinin de etkisi olduğu belirtiliyor. Şu günlerde gündemde olan ve ülkemizi teğet geçen fakat Yunanistan’ı vuran kasırga, televizyon haberlerimizde “Zorba” adıyla anılıyor. Böylece dünya kasırgalar tarihine bir film adı da sokmuş oluyoruz. Malum “Zorba” (The Greek), Yunanistan’lı ünlü yazar Nikos Kazancakis’in eserinden uyarlanan ve başrolünü Anthony Quinn ile Alan Bates’in oynadığı siyah-beyaz çok güzel bir filmdir. Bu arada belirtmekte fayda var, kasırganın geleceği haberleri yayılmaya başladığında bazı kesimler olayı, yaşam tarzı nedeniyle tanrının ege bölgesini cezalandırması şeklinde nitelendirmişti. Aynı kesim kasırganın ülkemiz kıyılarını teğet geçmesini muhtemelen memleketin başarıyla yönetilmesine bağlayacak. Dönüş, döner, dönme, u dönüşü yani. (01 Ekim 2018)

Not olarak kaydedeyim: Arkadaşa “Asghar Farhadi’nin bavulu havaalanında kaybolmuş.” dedim; “İran istihbaratı yapmıştır onu.” dedi. (03 Ekim 2018)

(21 Mayıs 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Cüneyt Arkın’ın Amerika Şubesi…

Birçok insan Yeşilçam’ı kötülemek için ticari filmleri örnek gösterir. Hele bir de vurdulu kırdılı bir filmse, devreye benzetmeler girer: Cüneyt Arkın gibi…

Cüneyt Arkın da ister tarihi film olsun ister günümüz filmi, ne yaralanır ne de vurulur… Mecbur kalırsa da ölümcül olmayan yaralarla savuşturur bütün saldırıları… Tabancasında mermisi, sadağında oku hiç bitmez. O iğne deliğinden vurur da, “tabak gibi ortada” olmasına rağmen vurulmaz…

Bizim küçümsediğimiz Cüneyt Arkın filmlerini Hollywood yapınca muhakkak ki anlam kazanmıyor, ama reklamı o kadar çok yapılıyor ki seyirci salonları dolduruyor.

Serinin üçüncüsü…

Takım elbisesi, yakışıklılığı, iyi, hatta çok iyi dövüşmesi, keskin nişancılığı ile sevilen (!) bir tetikçi olan John Wick, serinin ilk filminde karısını ve çok sevdiği köpeğini kaybediyor, ölümden kıl payı kurtuluyordu. İkinci filmde emekli olup köşesine çekilmesine izin vermeyen karanlık (!) güçler O’nu yeniden silah kuşanmaya zorluyordu. Zaten ucu açık bitmişti, en az bir film daha bekleniyordu. Beklentilerimiz boşa çıkmadı…

Özellikli takım elbisesi, ölüm emri verilmiş olmasına rağmen sevilmesi, dolayısıyla ve tabii, olmazsa olmaz köpeğiyle kendini kurtarma filmidir bu… ve beklendiği üzere yeni bir film daha gelecektir (yine ucu açık bırakılmış).

Motor ve silah sesi…

Kaçma kovalamaca dışında bolca silah sesi, vurma vurulma planlarıyla dolu bu filmde, kan oluk oluk akıyor. Silah külah sevenler kuyruğa girecektir muhakkak. Tam bir seyirlik… Bu yakıcı sıcakta orucun açlığını unutturur. Zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız, aç olduğunuz için mideniz de bulanmaz.

… Ama unutmayın, prodüksiyonu bu kadar zengin, tekniği bu kadar iyi olmasa da Cüneyt Arkın 40 – 50 yıl önce çekmiş, belki de Hollywood’a ipucu vermişti.

(15 Mayıs 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kar Kadar Temiz…

Filmcilerin, dizicilerin de en çok kullandığı “insert” terimi (Sadi Bey, enerji nakil sistemleri teknisyeni olarak farklı bir terimle –saplama- bilir bunu) bu film için biçilmiş kaftan… Başı sonu yok, karakterleri tanımıyoruz, mekânları bilmiyoruz, nereden gelmişler nereye gidiyorlar hiçbir bilgimiz yok, niyesi ve nedeni de belli değil… Yaşamın bir yerine bir pencereden baktığımızı düşünün… Ne gördüysek o.

Sıradan bir öykü…

Genç ve gerçekten güzel üvey kızı, bir de sevgilisine âşık olunca, yaşlandığını hisseden anne, kızından kurtulmaktan başka bir şey düşünemez olur.

Anne hem mal varlığını paylaşmamak hem de sevgilisinin elden gitmemesi için üvey kızından, kız da üvey annesinin baskısından, kendisini hizmetçi gibi çalıştırmasından, olur olmaz her fırsatta kızıp aşağılamasından kurtulmak ister.

Sıradanlık biter…

Buraya kadar sıradan olan bu öykü, genç ve güzel kızın sığındığı çiftlik evinde rahat tavırları ve özgür davranışlarıyla sıra dışına çıkar. Artık özgürdür ve bedeni de dahil her şeyi istediği gibi kullanabilir. Sığındığı çiftlikteki erkekler (biri eşcinseldir) yetmez, kasabadaki baba ile oğlunu, hatta rahibi bile cinsel nesne olarak kullanır.

Cinsel özgürlük…

Evde üvey annesinin yaşattığı baskıdan nefes bile alamayan genç kız, gençliğinin hakkını vermelidir. Bu da bize, anne babaların çocuklarını baskı (tasallut daha mı güçlü düşer buraya) almaması gerektiğini, ebeveynlerin çocuklarıyla arkadaşça geçinmelerinin hem kendileri hem de gençler için daha bir anlamlı olduğunu, bütün baskı ve yasakların ters tepmesinin onulmaz yaralar açabileceğini gösterir.

Satır aralarında çok bilgi var, çok şey anlatıyor film. Belki ilk bakışta anlamsız gelse de, sonradan taşlar yerine oturuyor…

(14 Mayıs 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hiçbir Şey Olmasa Bile Bir Şeyler Olacak…

“Hiçbir şey olmasa bile bir şeyler oldu, ama biz yakalayamadık, fark edemedik” sözü gündemdeki yerini koruyor. Muhakkak bir şeyler olmuştur, fark etseniz de etmeseniz de… Gün Batımı filminde de bir şeyler olacak; kesinlikle olacak ve muhakkak fark edilecek.

İkinci Dünya Savaşı’ndaki vahşeti anlattığı Saul’un Oğlu filmiyle izleyiciyle birlikte gündemi de etkileyen yönetmen László Nemes, bu kez Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Budapeşte’ye götürüyor bizleri…

Şapkayla değişen hayatlar…

Şehrin en ünlü şapkacısı ile aynı soyadı taşıyan genç Leiter, o şapkacıdan iş ister… Patron Brill, belli ki genç kızın babasından birtakım dalaverelerle almıştır dükkanı. Olaylar gelişir…

Film boyunca “bir şeyler olacak” diye bekliyorsunuz. Olanlar yetmiyor, her adımda, her geçen gün yeni ve daha güçlü bir şeyler oluyor… Birinci Dünya Savaşı öncesinde, genel bir gerilim var. Savaş şartları oluşmuş, ekonomi bıçak sırtında… Toplumun tahammülü kalmamış… Aile bir şekilde dağılmış, kimin ne yaptığı, ne yapacağı belli değil.

Tam bir kaos…

Irisz Leiter, iş almak için gittiği babasının şapka dükkanında hemen tüm hakaretlere ses çıkarmaz. Gizlerin peşine düşer. Küçük ipuçlarını toplar. Karşı çıkanlara, özellikle geri durmasını söyleyenlere hiç itiraz etmez. Ama inat ve ısrarla düğümü çözmeye çalışır. Kolay bir yol değildir tutturduğu… Sakin olmalı, her gördüğünü birbiriyle ulamayı becermeli, tüm gördüklerinin kendisini gerçeğe taşıdığını hissetmelidir. Öyle de olur.

Mesaj adında…

Yönetmen László Nemes, hiç değinmese de dünyanın o güne kadar hiç görmediği büyük bir savaşın öncesinde insanların gerginliklerinden o büyük yıkımı anlatmayı başarıyor. Film de zaten adını savaş öncesindeki karanlığa gidişten alıyor, yoksa filmin öyküsünün doğrudan günle, güneşle bağlantısı yok. Filmin adı bile belli bir mesaj yüklü.

Bir şeylerin olduğunu görüyoruz bu uzun filmde (142 dakika). Biz de göreceğiz neler olduğunu… Ona da bir aydan birkaç gün fazla var… İptal edilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin sonucunda daha bir anlayacağız olanları… İşte o zaman her şey güzel olacak.

(12 Mayıs 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Travmalar Yaşamı Söndürür

Hırant Dink’in arkasından eşi Rakel Dink, “Bir bebekten katil yaratan karanlık” demişti… Temizlikçi Kadın’da da bir genç kızdan katil yaratan travmayı izliyoruz.

Küçük kızın annesi, yaşını göz ardı ederek dersini ve çocukluk hayallerini bıraktırarak fuhuş yapmaya zorlar. Bu kadarı bile büyük bir travmadır zaten… İstemediği ve yaşı çok büyük erkeklerin altına, sırf annesi para kazanacak diye yatmaktan kaçınan kız, yüzü de yanınca kararını verir.

Her yerde yaşanıyor

Bizim ülkemizde sürekli yaşanan cinsel taciz ve tecavüzlerden hiçbir farkı yoktur küçük kızın yaşadığının. Kimseye derdini anlatamaz. Hayalleri bebekliğindeki “barbi”lerde sınırlıdır. Yaşanan travmalar geçiştirilecek gibi değildir, muhakkak tıbbi yardım almak, tedavi görmek gerekir.

Kimin başına gelirse gelsin, herkesin sadece hıncını çıkarmak, intikamını almak gibi bir amacı hedefi olur, o tedavi gerçekleşmezse…

Shelly, yüzünün yanık olması nedeniyle ancak temizlikçi olarak iş bulabilmektedir. Evini temizlemeye gittiği Alice’in (gerçekten Shelly’nin oyuncağı Barbi gibi güzeldir), evli bir adamla ilişkide olduğunu öğrenince kendi yaşamı gelir gözlerinin önüne…

Bir yanıyla çocukluk hayalleri, bir yanıyla gidişatı engelleme hissi, bir yanıyla çok sevip (John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar romanında George ile Lennie’nin yaşadıklarına ne kadar da benziyor) sahip olma arzusu… Tam iki arada bir derede kalma durumu…

Mağluptur bu yolda galip!

Alice, kendince kurtulmayı düşünmekte, ama sevdiği adamdan kopamamaktadır. Shelly O’nu kurtarabilecek midir? Kurtulmak burada kaybetmek olabilir mi?

Yönetmen John Knautz, devamını da çekebilecek bir noktada bırakmış, daha ilk sahnesinden insanı içine çeken filmi…

İnsan ister istemez soruyor kendine… Onca travmadan sonra sessiz sakin kalabilir mi insan? Beyninden neler geçer insanların… Tabii, önce kendinin, sonra da yakındakilerinin… İster istemez, Alice’in erkek arkadaşı da etkilenecektir bu durumdan. Onun etkilenmesi doğal karşılanabilir… Adamın evliliğini bitirmemesinin nedeni ergen oğludur, kendisi babasız büyüdüğü için boşanmaya yanaşmaz, ama Alice’i de bırakamaz. Peki, ya bunlardan habersiz sadece kocasının bir şeyler yaptığını hisseden kadın? Onun günahı ne!

Hepimizin sorunu…

Son dönemde özellikle küçük çocukların, okullarda cinsel taciz ve tecavüze uğrayan öğrencilerin neler yaşadığını, büyüdüklerinde tepkilerinin nasıl olabileceğini bilebilmek ve sorunu daha kaynağında kurutmak için herkesi harekete geçmeye çağıran filmin izlenmesi gerektiğine inanıyorum. İğrenecek ve utanacaksınız…

(06 Mayıs 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Korkut Akın Yazıyor: Bizim de, Bizim de… -Seninle Başım Dertte-

Bütün dünyada olduğu gibi hemen her yerde sırtına üniforma geçiren, kendini bir şey (!) sanmaya başlıyor. Kimi başarıyor, kimi ise heykeli bile dikilse en yakınları tarafından dışlanıyor. Şerif Gören’in, Kemal Sunal’ın başrolünü üstlendiği Polizei filmini hatırlattı, Seninle Başım Dertte filmi… Polizei Almanya’da geçiyordu, Seninle Başım Dertte Fransa’da… Her iki film de komediydi… Her iki film de aslında toplumsal gerçekleri sergiliyordu. … Devamı… »

Bizim de, Bizim de… -Seninle Başım Dertte-

Bütün dünyada olduğu gibi hemen her yerde sırtına üniforma geçiren, kendini bir şey (!) sanmaya başlıyor. Kimi başarıyor, kimi ise heykeli bile dikilse en yakınları tarafından dışlanıyor.

Şerif Gören’in, Kemal Sunal’ın başrolünü üstlendiği Polizei filmini hatırlattı, Seninle Başım Dertte filmi…

Polizei Almanya’da geçiyordu, Seninle Başım Dertte Fransa’da… Her iki film de komediydi… Her iki film de aslında toplumsal gerçekleri sergiliyordu. Muhakkak ki farklılıkları vardı, en önemlisi, Polizei’de Kemal Sunal sahte polisti, Seninle Başım Derttede ise polis, amirleri tarafından övülen, beğenilen, hatta heykeli dikilen bir polis.

Kahraman babam

Her çocuk için babası bir kahramandır kuşkusuz, her ne iş yapıyor olursa olsun. Yvonne, bir görev şehidi olan kocasını, çocuğuna masal kahramanı gibi anlatır her akşam. Babasını bir kahraman olarak gören çocuk, hayallerinde onun gibi olmayı düşlerken işler karışır. Çünkü o bir rüşvetçi polistir.

Yvonne, heykeli dikilen kocasının hayatlarını zehrettiği kişileri bulup onların aklanması için çabalar. Bir yanıyla zor, bir yanıyla da kaygı verici bir çabadır bu, çünkü kendisi de aynı teşkilatın üyesidir.

Güleriz ağlanacak halimize…

Yvonne’un, ama en çok da çocuğun hayatı altüst olur, bu gerçek karşısında. Keyifli bir komedi, ama filme girmeden önce karşılaştığınız trafik polisinin, mahalle karakolunda görevli olanın, hatta kentin merkezi yerlerinde kimlik kontrolü yapan polislerin her biri gözlerinizin önüne geliyor: Acaba?

Tabii ki, hepsi aynı değil, muhakkak ki rüşvetçi olanların sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmez (bir de işkenceciler var, galiba onların sayısı da benzer durumda), ama aklınıza takılıyor işte. Düşlerinizi ve duygularınızı yönetemeyebiliyorsunuz bu durumda.

Siz yine de her şeyi dışarıda bırakıp öldürülen başarılı bir polisin geride kalan eşi ve çocuğunun dramına odaklanın.

(26 Nisan 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Uyuşturucuyla Mücadele

Aileler, özellikle de anneler, çocuklarının ‘kötü yollara’ düşmesini hiç mi hiç istemezler. Onları korumak, ‘doğru yola’ çekmek için canla başla mücadele ederler.

Oğlu Ben, uyuşturucu batağına saplanmış bir annenin çocuğuna duyduğu güven ile çevrenin de etkisiyle büyüyen güvensizlik arasında bocalaması bütün hislerini altüst ediyor.

Kolay değil…

Uyuşturucu kötü bir şey… Kimse kullanmamalı. Ama sadece polisiye önlemlerle mücadele etmek yeterli olmuyor. Okullarda, yurtlarda, işyerlerinde, toplu bulunulan yerlerde çok ciddi önlemlerin alınması… Bundan da önce, bu konuda herkesin bilinçlendirilmesi gerekiyor. Zaten çözüm ancak bu bilinçlenmeyle bulunabilir.

Kim ne derse desin, Anne Holly (Julia Roberts) ne kadar sevgi dolu olursa olsun oğlu Ben Burns’un (Lucas Hedges) büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu bilmekte, O’na göre -kimi zaman esnek kimi zaman daha katı kimi zaman da cezayı öngörerek- davranmaktadır. Ailenin bir tek küçük çocukları ağabeylerinin içinde bulunduğu durumu kestiremedikleri için rahattır. Oysa durum çok daha vahimdir.

Oğlunun yanından bir dakika bile ayrılmayan anne, bu sorunun çözümüne yardımcı olacaktır.

Sadece uyuşturucu mu?

Uyuşturucunun gençler için en büyük sorunlardan biri olduğunu, bu sorunun kökten mücadeleyle çözümlenmemesinin birçok ülkede gelecek kuşakları da etkileyeceği bilinen bir gerçek. Bu durumu ancak toplumsal mücadeleyle aşmak mümkün olacaktır. Sadece annenin, yalnızca öğretmenin, bir doktorun veya bir psikoloğun çabası yetmeyecektir.

Bu duygu yüklü, sürükleyici ve eğitici filmi izlerken -yakın çevremde değil ama- bizim ülkemizde de uyuşturucu sorununun giderek büyüdüğünü, önlenemez bir hal aldığını düşündüm. Üstüne üstlük, bizde sadece uyuşturucu sorunu yok: Taciz tecavüz, ensest ile birlikte haksız ve hadsiz olarak siyaseten yaşanan baskılar da var. Herkes, kendisinin “80 milyonda bir” sorumluluk taşıdığını kabul eder de bu çabaya katılırsa hepsi yavaş da olsa aşılır muhakkak.

(25 Nisan 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hikâye Çin’de Geçiyor

İstanbul Modern Sinema, Çin Halk Cumhuriyeti’nin 70. kuruluş yıldönümü vesilesiyle, Çin sinemasının geçtiğimiz iki yıl içinde ürettiği, dünya festivallerinde ilgi görmüş yapımlarından bir seçki sunuyor. Vizyonun bereketsizliği de göz önüne alındığında sinemaseverler için kaçırılmayacak bir toplu gösteri programı bu.

10 filmden oluşan toplamın en iyi filmlerinden biri, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan Çin sinemasının tanınmış ustalarından Jia Zhang-ke imzalı ‘Kül En Saf Beyazdır / Jiang Hu Er Nü’. Bizde Adana Film Festivali ve Filmekimi’nde sınırlı sayıda izleyiciye ulaşan film, 21. yüzyıl başından günümüze Çin toplumunun kapitalist dönüşüm sürecini buruk bir sevda öyküsü kanalıyla aktarıyor. Toplumun kıyısında yaşayan bir çiftin kayıp gençlik hayalleri üzerinden ilerleyen bu güzelim filmin, hayli geç de olsa, Ağustos ayı içinde sinemalarda gösterileceğinin müjdesini şimdiden verelim ve hakkında kapsamlı bir yazıyı vizyon tarihine bırakalım.

Toplamın bir diğer önemli yapımı ‘Öylece Oturan Bir Fil / Da Xiang Xi Di Er Zuo’ bir ilk ve son film. Yazarlığıyla da bilinin yönetmeni Hu Bo, çekimlerin ardından henüz 29 yaşındayken intihar etmişti. Çin’in kuzeyinde yaşamları çıkmaza girmiş karakterlerin kesişen hikâyelerinden 24 saati anlatan film, Eskişehir Film Festivali ve Ankara Film Festivali’nin programında yer almıştı. Yaklaşık 4 saat uzunluğundaki yapım, İstanbul’da ilk kez ve tek seans olarak (05 Mayıs Pazar 16:00’da) gösterilecek. Kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Seçkinin ilgiye değer bir diğer yapımı emektar Çinli usta Zhang Yimou imzasını taşıyor. ‘Gölge Savaşçı / Ying’, yönetmenin Uzakdoğu dövüş sanatıyla Çin mürekkep sanatını ustaca birleştirdiği bir görsel şölen niteliğinde. ‘Parlayan Hançerler’ ve ‘Kahraman’ filmleriyle bilinen sinemacının filminde, sürekli yağmur altında gerçekleşen çarpıcı dövüş sahneleri özellikle beğeni toplamıştı. Feng Xiaogang imzalı ‘Gençlik / Fang Hua’ geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nde ilgiyle izlenmişti. Filmde, Çin’in 1970’lerden 90’lara uzanan çalkantılı tarihinde, toplumsal olaylara yön veren olaylara tanıklık etmiş bir çiftin dokunaklı hikâyesini izliyoruz. Dante Lam imzalı ‘Kızıldeniz Operasyonu / Hong Hai Xing Dong’ ise, bu yıl Asya Film ödüllerine 4 dalda aday gösterilmiş ve geçtiğimiz yıl Çin’de hasılat rekoru kırmış, gerçek olaylardan esinlenmiş bir aksiyon filmi olarak seçkiyi çeşitlendiriyor.

Seçkide yer alan ilk ya da ikinci filmler, ülkenin genç sinemacılarını keşfetmek için büyük bir fırsat. Bunlardan ‘Kış Üstüne Kış / Dong Qu Dong You Lai’, Japonya’nın Mançurya işgali sırasında, İkinci Dünya Savaşı’nın az bilinen bir yanını perdeye taşıyor. Çağdaş öyküler üzerine eğilen yapımlardan ‘Düşüş / The Fall’, yerel bir şirkette çalışan yöneticinin varolma mücadelesi üzerine. Yönetmen ve senarist Peter Zuo imzalı ‘Suç Girdabı / Out of Crimes,’ ölümcül hastalığa yakalanan kızını tedavi ettirebilmek için mücadele eden maddi sıkıntılar içindeki maden işçisinin öyküsünden yola çıkan çok katmanlı bir suç draması. Siyah-beyaz ‘Şaman / Mirrors and Feathers’, geçirdiği felâket sonrası geçim derdine düşen köylü kadının, başına gelen mucizevi olayları bir fırsat olarak kullanması üzerine çarpıcı bir deneme. Yönetmen Bai Xue’nin ilk uzun metrajı ‘Kavşak / Guo Chun Tian’ ise, 16 yaşındaki bir genç kızın, ana ülke ile Çin Halk Cumhuriyeti’ne katılmasına rağmen özerkliğini koruyan Hong Kong arasındaki günlük rutini üzerinden çarpıcı bir öykü anlatmaya soyunuyor.

(26 Nisan 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Korkuyla Yaşayanlar…

Korku, insan için belirleyici bir duygu. O duyguyla kendinize çekidüzen verirsiniz, geleceğinizi planlarsınız, yanlış yapmazsınız, kimseyi üzmezsiniz ve daha diğer birçok şeyi daha düzgün, daha doğru, daha güzel hayata geçirirsiniz… Çağlar boyu insanlar, özellikle çocuklarını korkutarak eğitmek istemiş. Ne denli başarmış bilinmez, ama korku hep dağları beklemiş.

“Lanetli Gözyaşları”, Meksika’da (ve o bölgedeki hemen bütün halkların yaşamında) bilinen bir korku öyküsü… Özellikle de denetlenmesi güç çocuklara yönelik bir öykü.

Çözümsüzlüğün çözümü…

Yoksulluğun kol gezdiği dönemlerde, çocukları evde tutmak, kaçıp gitmelerini engellemek, dahası söz dinlemelerini sağlamak için anlatılması gereken, belki de tehdit içeren bir öykü La Llorona. Çocuklara musallat olan bir hayalet. Korunmak için ne yaparsanız yapın, o istediği çocukları alıp boğuyor. Tarih boyunca böyle olmuş. Dolayısıyla filmin geçtiği 1973’te de başka bir şey olması mümkün değil.

Bir çocuk, giderse belki ekmek bulabilir, iş yapıp para kazanabilir, çok yorulsa da karnı doyabilir. Çözümünü bulamadığınız bu durumda insanları din eksenli hayalet öyküleri ile ikna (!) edebilirsiniz. Her ne kadar filmde, yasa dışı aşk ilişkisinden kaynaklandığı söylense de, annesinin yanından kaçırılan çocuklar için bunu söylemek pek mümkün değil. Demek ki ne yaşa dışı aşk ne de uyuşturucu kullanmak gibi bir nedeni yok bu öykünün.

Dinle gelen düğün bayram…

Korku filmlerinin hemen hepsinde nedense gerekçe ve sonuç hep dine bağlanıyor. Din ile birlikte çözüm bulunuyor. Batıda kilise ve haç, bizdeyse dua ve namaz.

Her ne kadar bu filmde kiliseden ayrılmış bir papazın yardımıyla sonuç elde ediliyor olsa da, papazın dudaklarındaki kıpırtıların duadan başka bir şey olması pek mümkün değil. Bu, hemen her insan için geçerli… İnançsız bile olsa, geleneksel olarak tutunulabilecek tek şey dinin gösterdiği Allah’ın ipi.

Korku filmlerinden hoşlananlar, perdede yansıyanlardan korkup koltuklarının kolçaklarına tırnaklarını geçirenlerdenseniz… keyif alabilirsiniz.

(17 Nisan 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yaşama Tutunmak İçin…

Göz alabildiğine uzanan buz dağlarıyla çevrili bembeyaz ve doğaldır ki dondurucu soğukta, yalnız ve imkânsızsa insan, iki şey düşünebilir: Ya kurtulacağım ya kurtulacağım!

Çünkü yaşamak güzeldir. Kimse, bunca zorluğuna rağmen bu güzelim dünyayı bırakmak istemez.

Adını bile bilmiyoruz, bırakın işini, yaşını, evde bekleyenlerinin olup olmadığını… Yaşama tutunmaya çalışan biri o sadece. Umudu üzmeyen biri. Koşulların tüm olumsuzluğuna karşı sımsıkı umuda sarılan… sarılmakla da yetinmeyen, mücadele eden biri.

Soluksuz izleniyor

Joe Penna, internetten gelme, youtube filmleriyle tanınan 30’lu yaşlarda genç bir yönetmen. Büyük olasılıkla (hemen her film yapmak isteyene önerdiğim için, kesinlikle bile diyebilirim) deneye sınaya, yapa boza ritmi, dengeyi bulmuş bir yönetmen. İlk filminde de kolaylıkla sergilemiş, başarmış.

Bir hayatta kalma hikâyesi

Yalnızsınız, yapayalnız… Soğuk ne kadar korunaklı olursanız olun içinize işliyor… Salonda, biz izleyiciler bile üşüdük yaşam ile ölüm arasında kurtulma mücadelesi veren onunla. Tek başına zorluklar yaşarken bir de yardım uçağının düşmesiyle yaralı kurtulan kadına bakma yükümlülüğü var… Sorgu da orada başlıyor: “Ben olsam bakar mıyım?” Bırakıp gitmek, peşi sıra sürüklememek, nereden incelirse oradan kopmak gibi bir sürü soru işareti döneniyor insanın kafasında.

Bir yanıyla gerilim, haklısınız yaşama tutunma mücadelesi: Başaracak(lar) mı? Bir yanıyla da büyük bir dram, yaşama tutunmak için her şeyinizi kendiniz belirliyorsunuz.

Kurtulacaksanız da, bunu siz sağlayacaksınız. Yok, yok… anlatılmaz, izlenir bu film.

Özellikle günümüzde, ekonomik, sosyal, hatta siyasal çalkantılardan kurtulmayı düşünen herkes için, bir çözüm yolu bulunması gerektiği inancıyla izlemesi gereken bir film Arctic.

Hep derim… İnancı olan kuş yer altında da uçarmış.

(15 Nisan 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com