Kategori arşivi: Yazılar

Malatya’da Kral Tarhunza Sinema Ödülleri…

9. Malatya Uluslararası Film Festivali, yapılıyordu – yapılamıyordu, oluyordu – olmuyordu derken bu yıl da öyle veya böyle gerçekleştirildi. Öyle veya böyle diyorum çünkü bu yıl festivalin belirlenen tarihlerine az bir zaman kala, medyada bazı nedenlerden dolayı artık yapılamayacağı haberi ve duygusu hakim olmuştu. Neyse ki yeni bir ekiple kısa bir sürede organize edildi. Her festivalin eleştirecek o veya bu yönleri vardır. Ancak bu festivalin kısa bir sürede tekrar var edilmesi büyük bir başarı. Kanımca kesintiye uğrasaydı başlatacak ivmeyi yeniden yakalamak biraz zor olurdu.

Özellikle sosyal medyada yer alan bazı haberlerde ve camiada dönen bir söz vardı: “Malatya halkı festivali pek de istemiyor. Gereksiz bir masraf olarak görüyor.” Benim orada gördüğüm ise Malatya halkının gayet de festivale ilgi gösterdiği. Gerek açılış, gerek gala gecesinde Malatya halkı Kemal Sunal Kültür Merkezi’nin etrafını doldurmuştu. Bir festivalde benim için en önemlisi sinema salonlarına rağbet, bulunduğum her salon doluydu. Ve insanlar çıkışta halk jürisi olarak oylarını keyifle ve sorumlulukla ilgili kutulara atıyordu. Özellikle çocuklar bazı film ve belgesellere öğretmenleri ile gelmişti. Gençler de oradaydı. Şehir merkezinde iki film üst üste izledikten sonra bir kafede çay içiyordum bir genç kız yanıma gelip boynumdaki festival kartını göstererek, “Hoş geldiniz bugün kaçırdım ama yarın filmleri mutlaka takip edeceğim.” dedi.

Bir film festivalinin amacı nedir ki zaten? Organize edildikleri kentin insanına kültür – sanat hizmeti sunmak, sinema kültürünü tanıtmak ve yaşatmak, sanatçıları onurlandırmak, kente ekonomik katkı yapmak, kenti tanıtmak… Malatya Film Festivali kurulduğu ilk günden bu yana bu amaçların hepsine hizmet ediyor kanımca.

2014 yılında festivalin beşincisinde ulusal belgesel kategorisinde jüri üyeliği yapmıştım. Niyeyse, her ne oldu ise ulusal belgesel kategorisi kaldırılmış uzun metraj belgeseller kurmacalarla birlikte değerlendirilmeye alınmış. Kısa belgesellerde kısa film kategorisi altında kısa kurmacalarla birlikte yer almış. Bu durum bütün belgeselcileri üzmektedir. Katılan tüm belgeselciler sıkıntılarını bana anlattı. Yalnızca Malatya’da değil bazı başka festivallerde de bu karmaşa söz konusu. Umarım Antalya’da olduğu gibi bu hatadan bir bir dönülür.

Festivalin en hoşuma giden bölümlerinden biri sosyal sorumluluk duygusu ile yaşlılar, gençler, çocuklar ve köyler için hazırlanan etkinliklerdi. Yönetmenlik, yapımcılık, oyunculuk, senaryo, kurgu atölyeleri. Sergiler, minder sohbetleri, festivale rol kes aktiviteleri… Balkan Sineması Semineri, Derviş Zaim Ustalık Sınıfı ile dolu dolu geçen bir 5 gün. En en güzeli ise Malatya seyircisi ile gerek yarışma, gerek özel gösterim şeklinde yer alan olan filmlerin ekiplerinin buluşması, kucaklaşması, söyleşmesi…

Festival konukları film ve etkinliklere paralel olarak kentin nefis lezzetlerinden tattı, sokaklarında gezdi. Tarihi, turistik, doğal güzelliklerini görme fırsatı buldu. Özellikle UNESCO kalıcı miras listesine girmeye çalışan yedi bin yıllık bir geçmişe sahip Aslantepe herkesin ilgi odağındaydı. Ah bir de Nemrut’a çıkabilseydik. Öğrenmenin, anlamanın, ilham almanın en iyi yolu karşılaşmaktır ya. İşte festival bu karşılaşmalara da vesile oldu.

Ödüllere gelince: Açılış gecesinde Selçuk Yöntem ve Meral Çetinkaya Onur Ödülüne layık görülürken, Emek Ödülleri Serkan Bircan, Ayşe Akıllıoğlu ve Ümit Acar’a, Sinemanın Olmazsa Olmazları Ödülü ise Mehmet Yağmur’a verildi.

Kapanış gecesinde verilen ödüller ise şöyle: ‘En İyi Film’ Küçük Şeyler, ‘En İyi Yönetmen’ Kapan filmini çeken Seyid Çolak, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ Başak Özcan, ‘En İyi Erkek Oyuncu’ Alican Yücesoy, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ Andreas Sinanos, ‘En İyi Müzik’ Ali Saran, ‘En İyi Senaryo’ Omar ve Biz filmiyle Mehmet Bahadır Er.

Kısa film dalında Taş filmiyle Alican Atasoy birinci oldu. Vefa ödülü de merhum sanatçı Tarık Ünlüoğlu adın eşi Gülenay Kalkan Ünlüoğlu’na verildi. Malatya Film Festivali’ni başlatan eski Malatya Valisi Ulvi Saran adına verilen ödülün sahibi ise Kimsesizler Oteli adlı belgesel oldu.

Ödül olarak bu yıl M. Ö. 8. yüzyılda yaşamış Kral Tarhunza’nın heykeli verildi. Bence çok daha isabetli bir seçim olmuş. Keza Kral Tarhunza bu durumdan çok memnun ve festivalin her geçen yıl büyüyerek gelişmesini istiyor. Malatya sinemacılara mekân olsun istiyor. Sinemacılar da istiyor. Malatya halkı da. Malatya yönetimi de. Vali Aydın Baruş, Büyükşehir Belediye Başkanı Selahattin Gürkan da festivale devam edeceklerini söyledi. E istemeyen kim ki? O zaman Malatya’da nice film festivallerine… İlk günden bugüne bir çivi çakan, emek veren özellikle de gönüllü çalışan herkese tebrik ve şükranla. Bir film festivali bir şehre yeni bir anlam daha katar.

(Bu yazı ilk olarak 26 Kasım 2019 tarihinde cinedergi.com’da yayınlanmıştır.)

(28 Kasım 2019)

Semra Güzel Korver

Latin Amerika’nın Kayıp ve Mutsuz Gençliği Üzerine

MONOS X X X
Yönetmen: Alejandro Landes / Senaryo: Alejandro Landes, Alexis Dos Santos / Görüntü: Jasper Wolf / Müzik: Mica Levi / Oyuncular: Sofia Buenaventura, Julian Giraldo, Karen Quintero, Laura Castrillon, Julianne Nicholson, Sneider Castro, Moises Arias / Kolombiya – Arjantin – Hollanda – ABD Almanya ortak yapımı. |

Monos son Berlin şenliğinde seyirciyi ikiye bölmüş, kimilerince şenliğin en iyisi sayılırken kimilerini ilgisiz bırakan bir film olmuştu. Kendi adıma çok beğenmeye yakın olduğumu söylemeliyim.

Bu Latin Amerika filmi en çok Kolombiya veya belki Bolivya olabilecek bir ülkede geçiyor. O muhteşem Amazon ormanlarının ortasında, bir gerilla savaşçıları çetesi var. Temelde sekiz kişilik bir grup: kadınlı – erkekli ve çoğu genç, hatta çok genç…

O vahşi doğanın ortasında, ülkedeki gerilime, hatta savaşa karşın onlar uzaktan, ancak radyoyla iletişim kurdukları ‘medeniyet’ten uzak, kendi dramlarını yaşıyorlar. Bir tür komando hayatı sürerek… Resmi bir adları yok, ‘organization – örgüt’ diye anılıyorlar. Monolar adı ise bir kayda göre o ülkelerdeki dev ‘Monos Grande maymunları’ efsanesinden geliyor!…

Günleri talim yapmak, atışmak ve yiyecek aramakla geçiyor. Seks de yapıyor, hatta aşık bile oluyorlar. Özellikle Kurt’la Lady’nin kışkırtıcı ve teşhirci aşkı gibi… Doğum günleri kutlanıyor; yokluk ve korku içinde olsalar da neşelenme fırsatları çıkıyor.

Merkez tarafından yollanmış semiz bir inek, onlar için bir nimet: sütü sayesinde… Ama o bitmeyen silah tutkusu ve bizim düğünlerdeki gibi gelişi güzel ateş etme merakları yok mu!… Bunlardan biri hayvanı öldürüyor. Ve elbette kavga başlıyor; sorumlu aranıyor; uzaktan radyoyla ceza yağıyor!… Bir suikast girişimi onların dağdan inip ormana sığınmasına neden oluyor. Bu arada tutsak aldıkları Amerikalı bir kadın doktor kaçıyor ve bu da gerginliği arttırıyor.

İlginç siyasal çağrıştırmalarla yüklü bu isyancı, savaşçı ve kayıp gençlik öyküsü, biraz da baş kahramanı nedeniyle Joseph Conrad’ın ünlü Karanlığın Yüreği romanını akla getiriyor. Özellikle yerli halkın gözünde bir ilaha dönüşen başkahramanı nedeniyle… O romanda Kurtz’du, burada Kurt….

Ki o roman Coppola’nın efsanevi filmi Apocalypse Now – Kıyamet’e malzeme oluşturmuştu: Vietnam ormanları içinde ve o müthiş savaş yıllarına taşınan… Bu kez hayli büyük bir coğrafi sıçrama var. Ama benzerlikler de apaçık.

Bu savaşın içinde kaybolan, ritüellerle oyalanan ve bir çıkış arayan gençlik öyküsü, en çok talihsiz Kolombiya’ya benzetiliyor. Sanki hep belli bir vahşete dekor olmuş, uyuşturucudan kurtulamayan ve şiddeti birtürlü yapısından çıkarıp atamayan memleketteyiz. Ve bunun yarattığı dehşet duygusu değme korku filmini aratmıyor.

Film sonuç olarak çok genç insanların kahraman, tanık veya kurbanlarını oluşturduğu William Golding’in Sineklerin Tanrısı kitabını (ki film ve oyun da olmuştu) ya da Claire Denis’in Beau Travail – Güzel İş filmini de hatırlatıyor. Jasper Wolf’un görüntüleri, Mica Levi’nin müziği kayda değer. Birkaç tanınan ismin yanısıra genç yeteneklerin oluşturduğu kadrosu da…

(28 Kasım 2019)

Atilla Dorsay

Midway

Farklılıklarınızı öne çıkarmaya ve karşınızdakini o farklılıkları ileri sürerek sömürmeye çalışırsanız kavga kaçınılmaz olur. İki ülke arasındaki kavgaya savaş diyoruz. Olmasa da olur. Savaş iyi bir şey değil, ama barış içinde geçen yıl sayısı bir elin parmaklarını ancak geçiyor. Haklı savaş yoktur, ama her ne olursa olsun savaşıyoruz, sonuçta pek de değişen bir şey olmuyor, o ayrı konu…

İkinci Dünya Savaşı, bugüne kadar yaşanan en kanlı, en korkunç, en üzücü savaş. Avrupa’da başlayan, bütün dünyaya yayılan, Japonya ile ABD arasında da sona eren (Atom bombası belirleyicidir) ve yıllar süren savaşta kazanmanın yolu taktikten, cesaretten, özgüvenden, dayanıklılıktan geçiyor. Komutanların oturdukları yerden verdiği taktikler her zaman istenen sonuçlara ulaştıramıyor ordularını. O zaman askerlerin içgüdüleri giriyor devreye…

Savaşın galibini belirleyen saldırı

Midway, Pearl Harbor’dan hemen sonra, biraz da intikam alma amaçlı ABD saldırısıdır Japon askerlerine. Gerçek bir olaydan yola çıkılarak gerçekleştirilen filmde yönetmen Roland Emmerich, -ki, savaş filmleriyle ünlüdür- izleyiciyi cepheye sürüyor adeta. Yakın planlarla, oyuncuların mimiklerini bile kaçırmamıza izin vermeksizin o ritmin içinde buluyorsunuz kendinizi. Zaten başka bir şey düşünmenizi istemediği için sadece savaşa odaklanmış, çakılıyorsunuz beyazperdenin önünde.

Müthiş bir aksiyon filmi. Çok da başarılı, kim ne derse desin. İnisiyatif almanın gerekliliğini, ona da bağlı olarak kararlı olmayı izliyorsunuz. Bu, sadece savaşta değil, yaşamın her anında, her alanında gerekli. En tam da o nedenle kendiniz için izlemelisiniz.

Midway
Yönetmen Roland Emmerich
Oyuncular Ed Skrein, Patrick Wilson, Woody Harrelson, Luke Evans, Aaron Eckhart…
29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(27 Kasım 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Hayat “Küçük Şeyler”le Örülüyor

Sinema filmini salonda izleyen insanlar hayata çok farklı açılardan, odaklanarak bakmayı bilen insanlardır. Çünkü, evde televizyon izlemek gibi sadece zaman öldüren bir eylem değildir film izlemek. Görmek, anlamak, buna da bağlı olarak hayatı düzenlemek, yani yenilenmek demektir.

Bahar ile Onur, krediyle -ama epey lüks- bir ev almış, ikisi de çalışan, birbirini seven çifttir. İnsan kendisine ne kadar dürüstse karşısındakine de o kadar dürüst olabilir. Kendini kandırıyorsa herkesi kandırmaya meyillidir, bu en sevdiği kişi, eşi bile olsa.

Bir gün, Onur’u işyerinde yapılan köklü değişiklikle işten çıkarırlar. Tazminatını vermiş olmaları yeterli değildir. Sahi, sinemacılar geleceği önceden gören insanlardır ve resmi rakamlarla yüzde 27’yi geçen oranı ufukta belirmişken görmüşlerdir. Onur kendisini kandırdığı gibi eşini, arkadaşlarını, annesini de kandırmak ihtiyacı içindedir. Peki, kim bu kandırmacaya ne kadar dayanabilir? Dayanılabilir mi?

Hayatın çelişkisi…

Film, beyaz yakalı diye tanımlanan çekirdek bir ailede, özellikle işten çıkarılan erkek odaklı gelişiyor. Sınıfsal bir çelişki yok, ama hayatın sürdürülmesi için ekonomi, bir diğer deyişle çalışmak gerekli. Dişlilerden biri aksayınca sorunlar birer birer çıkıyor ortaya ve büyüyor alabildiğine. Dışarıdan bakınca pek bir sorunu olmayan, hatta mutlu denebilecek bir çift Bahar ile Onur çifti. Sıkıntılar baş gösterince en mahrem konular bile uluorta açıklanabiliyor… Hatta o nazik, nezaketi elden bırakmayan çift sövebiliyor adlı adınca. Onu geçseniz Onur’un sövmekten de beter bir sözü var ki, “kavgada söylenmez” denilen… Bahar için ipler o zaman kopuyor.

Kişilikler gelişmemişse…

Gerçekçi değilseniz, şeffaf olamıyorsanız, kararlılık gösteremiyorsanız bir gün siz de aynı durumlarla yüz yüze gelirsiniz ve tüm bu olumsuzluklarla hayatınız zindana döner. Çözümsüzlükle büyüyen bunalım hayatın her anında, her alanında hepimizin başında “Demokles’in kılıcı” gibi sallanıyor. Kendinize yalan söylemeyerek ilk adımı atabilirsiniz.

Evliliklerde kafa, kavga ve gönül birliğinin sağlanamaması yapının er ya da geç çökmesini doğurur. Bahar ile Onur’un (bu arada, adları da tam uymuş karakterlere… Onur, onursuzluğu, Bahar ise sonbahara evrilişi, yok oluşu yaşıyor) kafaları uyuşmuyor, kavgaları da aynı doğrultuda değil (çünkü Onur kendisini bile kandıran hayal gücü yüksek, dolayısıyla da yalancı biri), gönül birliğiyle yaşanan “küçük şeyler” sonrasında bitiyor.

Alican Yücesoy’un oyunu…

Babamın Kanatları filmiyle başlayan, çok da başarılı devam eden bir üçlemenin ikinci filmi “Küçük Şeyler”. Orada işçiler vardı, burada o işçilerin yaptığı binalarda yaşayanlar. Orada da sorunlar yumağıyla sarılıp sarmalanmıştı insanlar, burada da… Orada çözümsüzlük örgütsüzlüktü, burada bilinçsizlik.

Yönetmen Kıvanç Sezer, -gerçekten başarılı bir film çıkarmış- “Babamın Kanatları”ndan sonra neyi nasıl ve niye yapacağını bilerek girmiş bir çalışmanın içine. Oyuncuların belirledikten sonra çalışmış onlarla. Alican Yücesoy, filmi taşıyan karakter olarak çok başarılı. Bahar’ı oynayan Başak Özcan’ın da ondan kalır yanı yok. Birbirlerini taşımışlar. Şöyle bir şey geçti aklımdan: İki oyuncu da köken itibarıyla küçük burjuva ve bu “küçük şeyler”i sürekli yaşadıkları için, bir anlamda kendilerini oynadıkları için başarıları kaçınılmazdı. Yönetmenin doğru yönlendirmesi de belirleyici…

Gittiği hemen her yarışmadan, festivalden ödülle dönen film, bizi anlatıyor. Ayakları yere sağlam basmayan, dik durmayı beceremeyen beyaz yakalıları (kendilerini öyle sayanları da) anlatıyor. Yani bizim yaşamımız “Küçük Şeyler”de anlatılan. Aynaya bakmak gibi…

Küçük Şeyler
Yönetmen Kıvanç Sezer
Oyuncular Alican Yücesoy, Başak Özcan, Bülent Emrah Parlak, Seda Türkmen, Müfit Kayacan, Tuğçe Altuğ, Nihal Koldaş…
29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(25 Kasım 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Söz Vermiştin’le Ölü Doğan Yeşilçam

Yeşilçam’ın dorukta olduğu yıllarda melodramlar çok sevilir ve izlenirdi. TRT yasakları nedeniyle şarkılar türküler de dinlenir, dolayısıyla konser gibi etkinliklerin de yerine geçerdi filmler. Yıllar geçti, teknoloji değişti, dolayısıyla Yeşilçam’ın o “klasik” anlayışı da eskide kaldı. Ancak yine de bazı filmler (Babam ve Oğlum, İftarlık Gazoz vd.) umulandan da fazla ilgi gördü. Çektiği filmin gişesini yükseltmek isteyen şirketler bu tür filmlere (ağırlıklı olarak televizyon filmleriydi bunlar) yöneldi.

Bir şeyler yapmak lazım

O zaman pek sevilen, hataları, eksiklikleri, yetersizlikleri göz ardı edilen bu filmler artık izleyicinin beğenisine seslenmiyor. Senaryoları eksikti, yan öykücükler yoktu, yakın planlar pek bulunmazdı, teknik ve finansal olanakların kısıtlılığından göz ardı edilen güzellikler de aranmazdı aslını sorarsanız.

Bilgi dağarcığımız da gelişti. Yeni okullar açıldı, yerli yabancı uzmanların kitapları okunuyor artık. Yani bir şeyleri değiştirmemiz mümkün. Ama galiba arkadaşlarımız hâlâ kolaya kaçmayı seçiyor.

Güç birliği…

Sinema meslek birliklerinin oluşturduğu Güç Birliği kapsamında, bir dönem birlikte çalıştığımız yapımcılıkta uzman arkadaşımız Baran Seyhan “Söz Vermiştin”le yazdığı senaryosunu çekti. Bu önemli bir gelişme, kutluyor, alkışlıyoruz arkadaşımızı. Demek ki isteyene imkan veriliyor ya da Baran Seyhan o imkanları iyi kullanabildi.

İlk filminde, Yeşilçam geleneği dayanışmasıyla da gösteriyor kendisini… Belli ki deneyimli oyuncuların da desteğini almış yönetmen, teknik desteğin yanı sıra. Ancak yetmemiş. Hemen baştan söyleyeyim… Yeşilçam filmleri 90 dakika olurdu, zayıf da olsa ritmi izleyiciyi sıkmazdı. Bu kez iki saatlik bir film çekilmiş ve buna da bağlı olarak filmin bütünü zayıflamış. Sinema meşakkatli bir iştir ve onca emekle çekilen sahneleri / planları montajda atmaya bile kıyamaz insan. İlk filmini çeken hemen tüm yönetmenlerde karşımıza çıkan bu sorun bu filmde epey bir belirgin. Akmıyor.

Dost acı söyler…

Atasözlerimizle anlatmak, bir şeyi açıklamak çetrefiller doğurur. Bir yanıyla “dost acı söyler” diyerek doğruculuğunuzu öne çıkarıp destek olduğunuzu söyleyebilirsiniz, ama öbür taraftan “dostun attığı gül yâreler beni” sonucu da doğar. İki arada bir derede kalırsınız.

İsterim ki daha çok film çekilsin, daha çok izleyiciye ulaşsın. Bunun için daha çok çaba harcamamız gerekir. Yukarıda değinirken atlamışım; yan öykücükler yok, diğer yerli filmlerde olduğu gibi “Söz Vermiştin”de de. Senaryoyu bu kadar uzatmayı yan öykücüklerle, onların da desteğiyle sağlasak. Çok daha güçlü olacak filmlerimiz de, sinemamız da.

Sıcak bir aşk öyküsü…

Bir şekilde bir araya gelen ve aralarında aşk doğan iki arkadaşın arasında yaşananları anlatan “Söz Vermiştin”, şiire dayandırdığı akışıyla aslında sıcak bir öykü. Emre Karayel ile Aslı Tandoğan iyi oynamışlar. Ancak oyuncuları motive edecek, yaşattıkları karakterlerin içine sokacak öykü yaşamadığı (yan öykücüklerin olmaması nedeniyle) için filmi taşıyamıyorlar.

“Bir selam da kendine ver…”

Yeşilçam’ın ahde vefası bu filmde de gösteriyor kendisini. Atillâ Dorsay’ın “Sinemamızın muhtarı” olarak nitelediği Sadi Çilingir’in perdede görünmesi hepimizi sevindirdi. Bir kez daha teşekkürler Baran Seyhan.

Söz Vermiştin
Yönetmen Baran Seyhan
Oyuncular Emre Karayel, Aslı Tandoğan, Şenay Gürler, İlyas Özçakır, Gözde Seda Altuner, Enes Üstündağ, Mazlum Çimen, Levent İnanır, Nur Sürer…
15 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(14 Kasım 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Asfaltın Kralları… Takım Oyunu Kazanır

Masa tenisi oyuncularına, spin (denilen çok zor ve karşılanması alabildiğine güç bir hareket) çekmek için “topun markasını okumalısın” denir. Bu, topun hareketini çok iyi izleme ve kararlı olmak anlamına geliyor. Bu düzeye gelmiş birilerinin de ne rakibi vardır ne de minneti. Deyim yerindeyse burunları düşse dönüp de bakmazlar bile…

Ken Miles, bir yarış arabasının her şeyini çok iyi bilen, sesinden neresinin aksadığını saptayabilen, daha verimli hale getirmek için de neler yapılması gerektiği konusunda tavizsiz bir usta sürücü.

Söze böyle girince, bizim ülkemizde Ford ve Ferrari adlarının kullanılma kısıtlılığı nedeniyle “Asfaltın Kralları” olarak çevrilen (asıl adı “Ford v. Ferrari”, tam çevirirsek de “Ford Ferrari’ye Karşı”) ve gerçek bir konuyu işleyen filmin temelindeki rekabeti bir kenarda bırakmış gibi oldum. Ancak filme birkaç açıdan bakmak gerekiyor… Birincisi, rekabet ve bu rekabeti kendi çıkarları için kaybetmeye çevirmeyi göze alan üst düzey yöneticiler… İkincisi de işini iyi yapmaya odaklananlar muhakkak bir şekilde haklarını alıyor veya koruyorlar.

Kader ağlarını örüyor…

Otomasyona geçmiş olsa da Ford, iflasa sürüklenirken yeni bir atağa kalkar… Tanınmış ama kendi çapında araba tasarımcılığıyla yaşamını sürdüren Caroll Shelby’e (Matt Damon) gider. Le Mans’ı kazanan sayılı pilotlardan biri olan Shelby de çocukluğundan beri tanıdığı ve güvendiği aksiliğiyle tanınan Ken Miles’i (Chiristian Bale) alır yanına. Kimseye minnet etmediği için de tamirhanesine haciz konmuş Miles, itiraz edecek durumu olmadığı, hem ayrıca iyi para önerildiği için birlikte çalışmayı kabul eder.

Gece gündüz, deyim yerindeyse yemek arası bile vermeden çalışır, arabaların eksiğini, fazlasını, araştırır, bulur, sorunu çözmeye çalışırlar. Ford, daha önce Ferrari ile ortaklığını, bir diğer rakip Fiat’a kaptırdığı için kısa sürede kendisini / arabalarını ispat etmek için ilk yarışlara katılmaya kararlıdır.

Gelelim rekabetin haksız yanına…

Rekabet iyidir. Geliştirir, güçlendirir, tanınmayı sağlar… hepsinin ötesinde kazandırır alıcıya da satıcıya da. Rekabet iyidir de haksız rekabet denilen, Nasreddin Hoca’nın bindiği dalı kesmesi gibi kendi işine, ürününe, hizmetine zarar vermeye kalkışmak pek yararlı değildir. Miles ile tartışan (tartışmayan kimse varmış gibi) bir yönetici, sırf o kazanmasın diye kendi takımını hataya yönlendirir.

Burada, tam da gündemde, Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’i anımsamak gerekir… Ülkesini zor durumdan kurtarıp gerçekten başarılı işler yapan Morales, iktidar hırsına yenilip de ömür boyu başkan kalmanın planlarını yapınca -bütün kazandırdıklarına ve halkın desteğine rağmen- ülkesini terk etmek zorunda kaldı.

Yerini sağlam tutmak için her türlü kötülüğü gözünü kırpmadan yapan Ford’un yöneticilerinden birine rağmen Shelby ve Miles kazanırlar… Hem de defalarca. Hem de tarihe adlarını altın harflerle kazıyarak. O işbirliğini, o dayanışmayı, o güveni hissediyorsunuz film boyunca.

Asfaltın Kralları, adının tartışmalar doğurmasının dışında gerek ritmi gerekse oyuncularıyla gerçekten çok başarılı. Müthiş bir dinamizm var film boyunca, yarışlar, pilotların hırsları… ama daha da önemlisi kararlılıkları ve sakinlikleri, yarış heyecanına kapılmamaları, dikkatlerini asla başka bir şeye yönlendirmemeleri (o hızla giderken tabelayı görmeyi bırakın okumaları bile inanılmaz bir şey… ve film hilesi değil, gerçek) hayata bakışımızı da sorgulattıracak biz izleyicilere.

Kaçırılmaması gereken bir görsel şölen.

Asfaltın Kralları
Yönetmen James Mangold
Oyuncular Matt Damon, Christian Bale, Josh Lucas…
15 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(13 Kasım 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Atillâ Dorsay’dan 50 Unutulmaz Film Daha

“Eski filmlerin iflah olmayan bir tutkunu…” olarak tanımlıyor kendisini Atillâ Dorsay, 2017’de yayımlanan bu çalışmanın ilk kitabında. Hepimiz için eski filmler bir başkadır, daha bir güzeldir, daha bir anlamlıdır. Çocukluğumuzun buğulu geçmişinde kalan, anımsayabildiklerimizle bile bize sinemayı sevdirmeyi başaran belki dağarcığımıza dolan ilk anlamlar olduğu belki de ilk göz ağrıları oldukları için unutmayız, unutamayız o filmleri.

Muhakkak ki, dönemin en yaygın eğlence -kimine göre eğitici yanı da vardı ve asla atlanmamalıdır- aracı olması nedeniyle, adını “büyülü fener” koydukları o karanlık salonda perdeye yansıyan ışık huzmesi yaşamımıza da yön verir. Birçoğumuz, televizyonlarda ve/veya video, CD, DVD, internet üzerinden izleme olanağı sunan platformlar üzerinden o eski, ama eskimeyen filmleri yeniden izleriz, izliyoruz. Evde rahat koltuklara yayılarak izleme olanağı yakaladığınızda, bir bakın kendinize… kesinlikle o filme göz atarsınız; bir de bakmışsınız sarmış sizi, sonuna dek izlemişsiniz. Aradan geçen yıllarla birlikte yaşanan değişimlerin (kültür dağarcığınızın dolmasını da atlamamak gerekir) katkısı da olacak ve bambaşka duygular yakalayacaksınız.

50 de yetmez… artmalı!

Atillâ Dorsay, sinema üzerine yazanların hepsinin hocası… Burak Göral arkadaşımız, edebiyattan el alarak, “Hepimiz Atillâ Dorsay’ın paltosundan çıktık” demişti bir konuşmasında… Titizliği, en ince ayrıntısına kadar araştırması, yönetmeninden oyuncusuna, senaristinden yapımcısına, nerede ve ne kadar sürede çekildiğine kadar hemen tüm bilgileri veren bir eleştirmen. Okura olduğu kadar sinemacıya, birçoğunun rakip olarak gördüğü meslektaşlarına kadar herkese yardımcı olan bir yazar. Çalışkan da… Boyu uzun olduğu için belki ulaşmamıştır, ama 54 kitap yazmış, dergi ve gazete sayfalarında kalan yazılarının dışında. Hepsi de başucu, başvuru kitabı. Her ne kadar 50 film diyorsa da hep fazlası yer alıyor kitaplarında, kıyamadığını söylüyor. Haksız da sayılmaz. Filmi izlemiş olabilirsiniz, beğenmemiş de olabilirsiniz, ama Atillâ Dorsay’ın incelikli anlatımını okumadan geçmek pek mümkün olmuyor. Bu demektir ki, bu dizinin üçüncü kitabı da gelecektir. Gelmelidir bence de.

Sinema sevdalıları duyarlıdırlar…

Atillâ Dorsay, sinema sevgisinden bağımsız olarak diyemeyeceğimiz denli sinemacıları da seven, saygı duyan birisi. Bu dizinin ilk kitabını, “50 Unutulmaz Film”i, kitabın yayınlanmasından kısa bir süre önce yaşamı bizlere bırakan iki sinemacıya, Giovanni Scognamillo ile Mithat Alam’a adarken, bu ikincisini, “50 Unutulmaz Film Daha”yı, elim bir kaza sonucu aramızdan ayrılan, film eleştirmeni, kültür insanı Cüneyt Cebenoyan ile “sinemamızın muhtarı” lakaplı, kalbi iki kez durmasına karşın Azrail’e direnerek yaşamı aynı heyecan ve sinema tutkusuyla sürdüren Sadi Çilingir’e adamış.

Bu duyarlılığı gösteren Atilla Dorsay’a teşekkür ediyorum.

Yeniden yazılmış…

Atilla Bey, geçmişte kendisini ve izleyiciyi etkilemiş filmleri yeniden izleyip -belki eski yazıların da ışığında- yeniden yazmış. Günümüze uyarlamış, bugünün gözüyle yeniden yorumlamış; “70 küsur yıl sonra izlendiğinde aynı keyfi vermesi bunun kanıtı olsa gerektir” diye yazmış bir filme… Her film yazısının altında o filmin izlenebilmesi için bulunabileceği adresleri vermiş.

Kendisinin de çok sevdiği gerilim filmlerinden birinde, “Yanlış Numara”da, oyuncu için, “Barbara Stanwyck, yönetmenle anlaşarak tüm yatak sahnelerini kronolojik biçimde ve 15 gün içinde çekip bitirmişti: sinema tarihine geçen bir ayrıntı. Filmin tümüyse üç ayda bitmişti. Hollywood ölçülerine göre kısa bir süre…” diye yazmış. Sinemayla ilgilenenler bilir, filmler (bazı sahneler gerektirmezse) sırasız çekilir ve sonradan montajla yerli yerine konur. Bir de bizim ülkemiz dışında uzun zaman alır çekimler (gerçi bizde de artık özenli olunduğu için uzun sürüyor çekimler). Arkasından, Stanwyck’in dört kez Oscar adayı olduğunu ama kazanamaması sonrasında hırs yaptığını anlatıyor. İlginç bir notu daha var: restore edilmiş veya onarılmış filmin bulunacağı adres.

Filmi izlemek isteyenler için olduğu kadar izle(ye)meyenler için de alabildiğine ilginç ayrıntılar bunlar. Heveslendiriyor.

Telefon bu, olmazsa olmaz…

Benim için şunlar çok belirleyici: “…telefon denen ve o günlerde (1948 yılı) insanların hayatında bugünkünden de çok rol oynayan (bu ilginç değil mi, telefonun olmazsa olmazlığının çok yeni olduğunu düşünürdüm) o garip, büyüleyici ve bol imkân sunan 20. yüzyıl icadı. Cep telefonları henüz yoktu (Atillâ Bey de alışmış artık telefonun mütemmim cüz oluşuna) ve birisini aramak, bir yerleşik telefon bulmaktan santral memuresi denen kişilerin süzgecinden geçmeye, çeşitli zorluklar içeriyordu. Ama yine de öylesine önemli, hatta yaşamsal cihazdı ki bu…” Bu cümleleri okuyunca, yazının sonunda verilen internet adresini aramak farz oldu… Umarım kısa zamanda gelir de merakımı giderebilirim, her ne kadar santralli telefonlara yetişmiş olsam da.

Üvey evlat…

“Zafer Abidesi” filminin zamanında pek tutulmadığını, ama yazmak amacıyla bir kez daha izlediğinde yeni bir gözle bakmanın gerekliliğini belirtiyor. “Üvey evlat” muamelesi gören filmin ilginçlikleri olduğunu anlatıyor yazı boyunca.

Bir diğer filme “sınıfsal çatışma soslu politik öykü” nitelemesi yapıyor, “… ama sınıfına ihanet edip zenginin yanında yer almak insanlık tarihinde öyle sık olmuştur ki…” Bu “tür” filmler hâlâ çekiliyor ve büyük de sükse yapıyor aslını sorarsanız. Mucizeler birbirini kovalayacaktır tabii.

50 Unutulmaz Film Daha
Atillâ Dorsay
Sinemanın Hazineleri
Remzi Kitabevi
Ekim 2019, 224 s.

(07 Kasım 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Kendi Çözümünü Kendisi Bulan… Onun Adı Petrunya

Bu kez Kuzey Makedonya’dan, yine hepimizi etkileyen, ama daha da önemlisi ilgilendiren bir konu… “Onun Adı Petrunya”, yönetmen Teona Strugar Mitevska’nın evrensel bir konuyu, alabildiğine yalın ve bir o kadar da görsel anlatımı.

Gelişmekte olan ülkelerde çok daha fazla, ama bütün dünyanın insana, insan yaşamına ve toplumsal yaşama bakışını din belirliyor; muhakkak ki, hep erkek egemen çerçevede. Bütün dinler için geçerli olan erkek yapar, erkek yapmalı düşüncesi, bu kez bir işsizlikle buluşuyor ve belirleyici bir noktayı öne çıkarıyor.

Tek başına…

Bütün ayrıntılardan sıyrılıp tek kadına odaklanan film başarısı bu yoğunlaşmaya bağlı olarak elde ediyor. Perdede, üniversite mezunu olsa da iş bulamamış, dolayısıyla da erkek arkadaş edinememiş yani evlenememiş Petrunya’yı izliyoruz. Muhakkak ki iş bulmak istiyor, erkek arkadaşıyla mutluluk yaşamak istiyor. Anne baba baskısı da cabası.

Noel öncesi, Teofanya Bayramı sırasında, ırmağa atılan haçı çıkaranın her dileği gerçekleşecek düşüncesiyle, başarısız hatta küçük düşüren bir iş görüşmesi sonrasında Petrunya, ırmağın soğuk sularına atlıyor ve haçı çıkarıyor. Zaten olanlar da ondan sonra oluyor.

Erkek egemen din

Bütün coğrafyalarda olduğu gibi küçük kasabada da din insanların en önemli gücü elindeki. Bütün dinlerde olduğu gibi orada da yetkililer de dahil dini, erkek egemen kurallar çerçevesinde benimsiyor.

Bir kadının, bırakın bir haçı sudan çıkarmasını, o bayrama katılması bile yasakken Petrunya yeni bir pencere açıyor.

İki temelli film

Bizim ülkemizde de (resmi rakamlarla yüzde 27’yi aşan) işsizlik herkesin sorunu. İş arayan bir kadınsa, doğal olarak cinselliği öne çıkarılıyor. Buna da bağlı olarak taciz söz konusu. Yani Kuzey Makedonya’da yaşananla bizim ülkemizde yaşanan tam da bu anlamda birbirinin tıpatıp aynısı. Çözüm ise kolay değil. Petrunya’nın çözümü yeterli mi, filmi izleyince görebileceksiniz. Tabii, bir nokta daha var: Din ve dinin yaşama bakıştaki belirleyiciliği. Bu da mahalle baskısını getiriyor beraberinde… Tanıyan tanımayan, ilgili ilgisiz, hak ve hukuka dayalı olup olmamasına bakmaksızın başkasının dediğinden dışarı çıkmıyor. Haçı suya atan papaz en büyük örneği…

Güldünya, Özgecan Aslan, Emine Bulut ve daha onlarca kadın cinayetinin altında yatan fundamental düşünceden ne farkı var Kuzey Makedonya’da yaşananın?

Onun Adı Petrunya
Yönetmen Teona Strugar Mitevska,
Oyuncular Zorica Nusheva, Labina Mitevska, Stefan Vujisic
08 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(03 Kasım 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Savaş, Harabeler, Denizi Geçmek, Sığınmacı Kampları ve Gösteriler… Geride Kalanlar

Kentte veya köyde yaşayalım, hemen hepimizin ortak sorunlarından birisi göçmenler. Herkes kendince bir suçlu bulmuş, saydırıyor peşi sıra. Ama kimse onlara sormuyor, onları görmüyor.

Göçmenlik sorunu…

Toplumsal değişimin kilit figürünün sanatçı olduğunu söyleyen ve sanatı gizli bir kod olarak görmeyen (kabul etmeyen) Ai Weiwei, “Geride Kalanlar” belgeseliyle günümüzün en büyük toplumsal sorunu olan göçmenliği ele alıyor.

Ölüm Pahasına…

Bugün dünyanın dört bir yanında insanlar zorunlu göçe tabi tutuluyor. Kimi siyasi kimi ekonomik kimi toplumsal nedenlerle bulundukları, yaşamlarını sürdürdükleri toprakları bırakıp yollara düşüyor. Hem de ne zorlu koşullar altında, ne acılar çekerek… ölüm pahasına.

Sanatı sadece estetik bir uygulama olarak görmek, belki de en yanıltıcı durum. Ai Weiwei, yeni sorular ortaya atmak için çaba harcadığını söylüyor. Tabii, sanatıyla siyasi duruşunun bir bütün olduğu gerçeğinin altını çizerek.

2017 yılında “İnsan Debisi” (Human Flow) için 23 ülkede, 40’tan fazla sığınma kampında, 600’ü aşkın görüşmeyle bir belgesel yapmıştı… Bu kez Ortadoğu’nun cehennem ateşi altındaki çatışma bölgelerinden kaçarak Türkiye, Yunanistan, Fransa, İtalya, Almanya, İsveç’e gitmek isteyen Suriyeli, Afgan, Iraklılar ile Afrika’nın Orta Asya’nın çeşitli ülke vatandaşlarını belgelemiş Ai Weiwei. Ne denli zorluklar yaşadıklarını, sizler hemen her gün batan tekne, yakalanan mülteci haberlerinden biliyorsunuz. Peki, ya kurtulanlar, sınırları aşmayı başaranlar?

65 milyon insan…

Günlerce, sıcakta soğukta, yağmurda çamurda yol almaya çalışan, iki arada bir derede kalmış insanlar onlar… Bugün dünyada 65 milyon insan göçmen olarak başka ülkelerde yaşamaya çalışıyor. Aşağılanıyorlar, küçük düşürülüyorlar, suçlanıyorlar (ki, en çok bizim ülkemizde yaşanıyor bunlar). 12 Eylül karanlığından kaçıp da Avrupa’ya sığınan insanlar da benzer sorunlar yaşamışlardı, onlar da aşağılandıkları ve bir cevap vermedikleri için gergindiler, kızgındılar. Tıpkı “Geride Kalanlar”da olanlar gibi.

Kucağında çocuğuyla polisten kaçmaya çalışan göçmenin bir kameraman tarafından çelmelenip düşürülmesini unutabilir misiniz? Ya Aylan Kurdi bebeği? İçiniz yanmıyor mu?

Ai Weiwei, özellikle karşıya geçmiş, “kurtulduğu sanılan” mültecileri bulmuş, konuşturmuş, onların yaşamlarını belgelemiş. Ai Weiwei’nin 78 dakika süren belgeselini izleyince, çektikleri acıları, içinde bulundukları zorlukları görünce nasıl olur da göz ardı edebilirsiniz. İnsan olanın bir kez daha düşünmesi gerekir. Muhakkak.

Geride Kalanlar
Yönetmen Ai Weiwei
Belgesel, 2018

(23 Ekim 2019)

Korkut Akın

[email protected]

-Deri Ceket- Sinemaya İçeriden Bakış

Kısafilm üzerine yazmayı kurduğum bir yazı var… Bizim ülkemizde nedense kısafilm ve kısafilmciler hep göz ardı ediliyor. Festivaller, yarışmalar hatta kitaplar bile eksik ve hatalı. Oysa dünya kısafilmi gerçekten önemsiyor ve çok güzel kısafilmlerin yapılmasına olanak sağlıyor. Bu arada hemen belirteyim ki, kısafilm sadece süresiyle ölçülen bir tür değildir. Onun için de Quentin Dupieux’un “Deri Ceket” filmi bir kısa filmdir.

Bir derdi olan, bunu da tecimen kaygılarla değil de insanlara ulaştırmak isteyenlerin türüdür kısafilm. Ünlü oyuncuları olmasa da zayıf ve ucuz prodüksiyonlu olsa da salon bulamasa da izleyicisi az olsa da inanılmaz güzellikte filmler izlersiniz, günlerce kurtulamazsınız etkisinden. Türkiye’de de sinemanın bir sektör olması, dilinin gelişmesi ve dünyaya ulaşan filmler yapılabilmesi için Kısafilmin desteklenmesi gerektiğini bir kez daha vurgulamalıyım.

Film “bir daha asla ceket giymeyeceğim” diyen insanlarla başlıyor. Bu bile tek başına müthiş bir giriş. Merak ettiriyor, etkiliyor ve tabii ki bambaşka bir tarafa yönelerek hemen herkesi kontrpiyede bırakıyor.

Georges, eşinden ayrılmış, bütün parasını yatırdığı ikinci el deri ceketine âşık olacak derecede tutkulu biridir. Yanında promosyon olarak verilen kamera ile çekimler yapar. Bundan sonrası acaba ne olacak, kim ne yapacak, niye öldürdü, çekimin kurgusunu yapan kız ne yapacak (ne yapmalı), peki, yapılanların veya yaşananların sonucu ne olacak (ne olmalı), kimse bir şey demeyecek mi, dese mi vb. yüzlerce birbirini doğuran soru işareti…

Film çekmek kolay mı?

Kısafilmciler bilirler ne denli zor, bir o kadar da meşakkatli olduğunu. Senaryo yazacaksınız, mekân bulacaksınız, oyuncu saptayacaksınız. Pelikül döneminde filmin banyosu yapılacak, pozitif basılacak, montajlanacak, seslendirilecek, gösterim kopyası basılacak… yetmez tabii, bir de salon bulunacak, izleyici çağrılacak. Şimdi artık bu aşama teknolojinin de yardımıyla tarihin karanlık köşesine atılıverdi. Teknik ve parasal aksamaların göze batmaması için iğneyle kuyu kazarcasına titiz ve özenli olmak gerektiğini vurgulamama izin verin lütfen.

Filmin kahramanı Georges kendince yaptığı çekimleri, montajcı olmak isteyen ama koşullar gereği ancak garsonluk yaparak yaşamını sürdüren hevesli kıza verir. Kızın kafasında oluşan öykü ile Georges’in çektikleri birbiriyle buluşur mu? İzleyince göreceksiniz.

Kaçırılmaması gereken bir film. Konusunu tartışabilirsiniz, ama siz olsanız ne yaparsınız, böylesi bir haletiruhiye içerisindeyseniz. Sahi, siz de kendi filminizi çekmeye başlayın, hemen.

Deri Ceket “Deerskin”
Yönetmen Quentin Dupieux
Oyuncular Jean Dujardin, Adèle Haenel, Albert Delpy…
25 Ekim’den başlayarak sinemalarda

(19 Ekim 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Almodovar Hatırlıyor

Bir zamanların usta sinemacısı Salvador Mallo yaşlanmıştır artık. Astım, tansiyon, sırt ağrıları, migren benzeri rahatsızlıklarla boğuşurken, senaryo yazıp film çekmeden nasıl hayatta kalacağını düşünür. Yoğun depresyonunu bastırmak için kullandığı uyuşturucular da kafi gelmez. Çareyi geçmişin hayaletleriyle hesaplaşmakta bulur. Boydan boya ameliyat iziyle kaplı bedeniyle suyun altında kaybolduğunda, önce çocukluğu belirir gözlerinin önünde.

İspanyol sinemacı Pedro Almodóvar’ın, prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapmış olan son filmi ‘Acı ve Zafer / Dolor y Gloria’ kendi yaşam öyküsünden derin izler taşıyor. Kurgu bir karakter yarattığını söylese de, bizzat kendi evinde şahsi giysilerini kuşanmış Antonio Banderas ile çektiği film, sanatçının itiraf metni niteliğinde.

Çocukluğunu sürdüğü 60’lı yılları, daha iyi bir yaşam uğruna La Mancha’daki evlerinden ayrılıp Valencia’ya göç edişlerini; bir çıkmaz sokak, bir mayın tarlası olarak betimlediği 80’li yılların Madrid’inde kalbinin hızla çarpmasına neden olan ilk aşkını, sinema ile tanışmasını ve ardından gelen şan şöhret yıllarını hatırlıyor tek tek. Annesiyle olan özel bağını hasretle yad ediyor.

Peki her şey tükenmiş midir. Yolun sonuna mı gelmiştir artık. Çocukluğunun yasemin kokan yaz sinemalarında, sinemanın büyüsü onu hayata karşı güçlü kılmıştır hep. Yorgun ve yalnız adamı sinema bir kez daha kurtaracak mıdır. Dile getiremediği ilk arzusunu sinemanın sihriyle yeniden yaratma fırsatı bulabilecek midir.

‘Acı ve Zafer’ Almodóvar usulü bir yaşam güzellemesi. Kederiyle sevinciyle, acısıyla mizahıyla hayatla hesaplaşmanın hikâyesi. İspanyol sinemacı, başarılarını yenilgilerini, neşesini hüznünü, final sekansına damgasını vuran ilk cinsel heyecanını; Hollywood’dan yuvaya dönüş yapmış, sinemacının ilk döneminin fetiş oyuncusu, alteregosu Banderas’ın mükemmel yorumuyla aşklarını, hayal kırıklıklarını perdeye taşımış. Her zamanki çok renkli, coşkulu sinemasıyla. Alberto Iglesias’ın Cannes’dan ödüllü zarif müziğiyle sarmalanmış bir vasiyet film bu belki de. Görmeye çalışın.

(17 Ekim 2019)

Ferhan Baran

[email protected]

Tek Bilete İki -Karakomik- Film Birden

Çocukluğumuzun o coşkulu güzelliği yeniden geliyor.

Bayramlarda üç film birden izlerdik, ama çoğunlukla gündüz seanslarında iki film birden oynardı. Yıllar geçti, koşullar değişti, sinema yapmak sanat oluşunu sürdürüyor, ama salon işletmeciliği ticaret oldu iyiden iyiye. Son günlerde Filmekimi ile gündeme gelen bu sorunu, Cem Yılmaz aşmanın yolunu bulmuş. Orta ölçekli iki filmi bir araya getirince hem seanslara uymanın hem de izleyicinin gönlünü almanın yolunu bulmuş. Cem Yılmaz, kişi olmaktan çoktan çıkıp tek kişilik ordu haline gelmişti zaten.

İleri görüşlülük

“Ordu” deyince, son milli maçlarla gündeme gelen “asker selamı” bu filmde de var; bu da her ne kadar savaş çıkacağını bilmese de tıpkı Temel’in dediği gibi “her ihtimale karşı” elde tutulmuş. Bir de unutmadan hemen söylemeliyim, izlerken çok güldüm çünkü: ABD’li subay uzay aracına demokrasi getirmek üzere operasyon yapmayı planlıyordu…

“İki Arada” ve “Kaçamak” adıyla bir araya gelen “Karakomik Filmler” serisinin ilkinde çok uzun yıllar öncesinde projelendirilmesine karşın ancak yapılabilmiş (bu arada, yapım aşamasının da uzun sürdüğünü, sizler de göreceksiniz). Bunun türlü nedenleri olabilir…

İki Arada…

Hatırlayanlarınız vardır muhakkak, “Aşk Gemisi” dizisinin ünlü karakteri “Ayzek” adını kendine alan Metin (Cem Yılmaz), aşk gemisi olmasa da arabalı vapurun barında değil ama büfesinde çalışmaktadır. Günümüze uyarlanan bu gemideki çalışma, özelleştirmeyi unutmamış… İşin içine özelleştirme girince çekememezlik başta olmak üzere birbirini gammazlama, küçük düşürme gibi insani durumlar gündeme geliyor. Tabii, aşk olmazsa olur mu? Hem de karşılıksız… (pek karşılıksız gibi de durmuyor aslında) doğal bir aşk var can ile canan arasında. Aşk girince işin içine bu kez kıskançlık ve sevgiliyi koruma gibi aşkla iç içe hususlar çiviliyor izleyiciyi beyaz perdenin önüne.

Kaçamak…

Eşlerinden deli gibi korkan dört arkadaş, bir hafta sonu kaçamağı yapmaya karar verirler. Birinin eşi, evdeki köpeği de kitlemiştir yanlarına. Her birinin beklentisi farklıdır, her birinin istekleri de… Bu dört kafadara bir de otel müdürü eklenince birbiri ardına karakomik olaylar gelişir.

Bir yanıyla durum komedisi ama diğer taraftan bakınca bilimkurgu, öte yandan ülkeler arası çatışmaların temeli ama kimsenin de umursamadığı, hepsinden öte her şeyi televizyonlardan öğrenme durumu. Savaşları da “canlı” izliyoruz artık.

Beğenirseniz, Karakomik filmlerin ikinci serisi “Deli” ve “Emanet” Ocak’ta gösterime girecek. Devamı da gelecek gibi duruyor…

Karakomik Filmler “Kaçamak”, “2 Arada”
Yönetmen Cem Yılmaz
Oyuncular Cem Yılmaz, Zafer Algöz, Ozan Güven, Cemre Ebuzziya, Umut Kurt, Cem Davran… Özkan Uğur, Necip memili, Nilperi Şahinkaya, Can Yılmaz…
18 Ekim’den başlayarak sinemalarda

(15 Ekim 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Karakomik Filmler: 2 Arada – Kaçamak

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

“Karakomik Filmler: 2 Arada – Kaçamak” filminin basın gösterimine gidiyoruz, tam metro merdivenlerinden çıkarken ilham geldi, Cem Yılmaz’a espri yapmaya karar verdim. Sinemanın fuayesinde filmin başlamasını beklerken yanından geçip laf atmayı planladım. O kadar beklemeye gerek kalmadı; asansörden çıktık Kanyon’un restoranlarının bulunduğu koridordan yürürken bir ara arkama dönüp baktım, Cem Yılmaz ve arkadaşı arkamızdan geliyor. Tam bizi sollarlarken hanıma doğru -tabi ki Yılmaz’a duyurarak-: “Arkadaş ne kadar da Cem Yılmaz’a benziyor.” dedim. Güldüler, “Günaydın” diyerek sollamayı tamamlayıp önümüze geçtiler ve Cinemaximum girişine doğru yürümeye devam ettiler.

Atalarımız boşuna “Her işte bir hayır vardır.” dememiş. Geçirdiğim rahatsızlık şöhretimi mi arttırdı nedir, sağ olsun Cem Yılmaz, gösterim öncesindeki sunum konuşmasında ve gösterim sonrasındaki TV kameraları karşısında yaptığı konuşmada “Sadi Bey size anlatacak sonra. Sadi Bey'i aramıza görmekten çok mutlu olduk” mealinde onore edici sözler söyledi. Yılmaz’ın sinema sevgisinin filmlerine yansıdığını biliyorduk. Bugün anladık ki, çekip, gösterime sunduktan sonra da filmlerini takip etmeye devam ediyor. Seyirciden olsun, sinema yazarlarından olsun, aldığı müspet ve menfi tepkileri de dikkatle okuyor ve inceliyor, yoksa fanatik sinemasever Sadi Bey’in hayata yeniden dönüşünden nasıl haberdar olacak.

“Karakomik Filmler” önceleri basına “Tek biletle iki film seyredilecek” şeklinde yansımıştı. Sonradan öğrendik ki ilk 2 filmin süresi yaklaşık 2 saat kadar, ki bu süre genelde tek film ediyor. Hatta geçenlerde izlediğimiz tek bir yabancı filmin (O: Bölüm 2 – It: Chapter 2) süresi 169 dakikaydı. Bu süreyi “Karakomik Filmler”in ilk tanıtımlarına uygularsak tek seansta 3 film izlemiş gibi oluyoruz . Cem Yılmaz, filminde ilk yarıda ve 2. yarıda farklı iki hikâye anlatıyor. Buradan hareketle bu yazıyı olgunlaştırma aşamasında sinema literatürümüze yeni bir ifade daha hediye edeceğim sevincini yaşamaya başlamıştım. Gelgelelim Cem Yılmaz basın gösterimi öncesinde elindeki 4 farklı hikâyenin sürelerinin ne kısa, ne de uzun filme uygun olmayacağından bahisle 2’şer “orta metraj” filmi tek film olarak çektiklerini belirtti. Böylece bendenizimin hevesim kursağımda kaldı ve “orta metraj film” ifadesini sinema literatürümüze Cem Yılmaz kazandırmış oldu, ayrıca “Karakomik Filmler 2”yi de Ocak 2020’de izleyeceğimiz müjdesini verdi. (15 Ekim 2019)

Soğanda ithal vergisi sıfırlanınca yerli üreticiden yapılan talepler zınk diye kesilmiş. Hem yardan, hem serden vazgeçemeyen soğan üreticilerine önerimdir: Hemen bugün çekin gidin Sudan’a, orada arazi kiralayın, soğan ekin, soğanlarınız büyüyünce sıfır gümrük vergisi ile memlekete oradan ihraç, buradan ithal edersiniz. Hani hem yardan, hem serden vaz geçememiştiniz ya, böylece ne şiş yanar, ne kebap. (17 Ocak 2019)

40 yıllık türküyü günümüze uyarladım, şöyle oldu: Kadifeden kesesi, kahveden gelir sesi. Oturmuş beştaş oynar ciğerimin köşesi. (19 Ocak 2019)

Çiçeği koparmayacaksın, sulayacaksın; işte bütün mesele bu. (28 Ocak 2019)

Kahvaltımızı bitiririz, genelde klasik kazak bir Türk erkeği gibi davranıp hemen “Tiz orta kahvem getirile” deye ferman çıkarmam; yaklaşık yarım saat veya 45 dakika sessizce kahve beklentisine girerim ki hanım kendi istediği zamanda yapsın ve mutluluğumuz çifte katlansın. Beklentimin sonlarına yaklaşınca hanım canım, “Birer orta kahve yapayım da içelim” dedi. Hiç oralı olmadım, üstüne bir de “Aaa hiç de aklımın köşesinden bile geçmemişti” diye kışkırttım. Tam yüzü asılırken top çevirdim: “Köşesinden geçmedi, çünkü 45 dakikadır aklımın ortasında duruyor.” Sonra güldü. Yaptı. (30 Ocak 2019)

Ergenekon Caddesindeki yıllanmış pastahane, vitrinine bir kağıt asmış, mealen “Marketten yapacağınız alışverişte kullanmak için ücretsiz poşet istememenizi rica ederiz” yazıyor. Beka sorunu olup olmadığını bilemem ama pastahanemizi bu duyuruyu asmaya mecbur eden bir ortam oluştuğuna göre memlekette hakikaten zeka sorunu var. (30 Ocak 2019)

Sanıyorum Fatih Kısaparmak doğru söylemiyor. Nereden baksan 30 yıldır, “Bu adam benim baaa-bam, kara gün geçer baaa-bam” deyip duruyor. Kara gün bir türlü geçmiyor. Var bu işte bir tuhaflık. (02 Şubat 2019)

Filmin adının içine, dab6e / Hep Y3k / Yar1m / Scre4m şeklinde rakam yerleştirilen afişleri sevmiyorum. (03 Şubat 2019)

(15 Ekim 2019)

Sadi Çilingir

[email protected]

İnançlarla Yaşamın Çatışması -Oray-

İnsan sığınacağı güvenli bir liman arar sürekli. Bu, kimi zaman ailesi, kimi zaman işi, kimi zaman idealleri, kimi zaman da inançları olur. Önemli olan kararlı ve güvenli duruşudur, bir diğer deyişle dik durması gerekir.

Almanya, bir kuşağın iş ve ekmek uğruna katlandığı “acı vatan”ken ikinci kuşakla birlikte farklı bir zemine dönüştü. Almanya’ya, iş amaçlarının dışında kimi 12 Eylül’den sonra kaçtı kimi postmodern darbe sonrası… Her ne olursa olsun Almanya kurtuluş umuduydu, hâlâ da öyle ya.

Getto da yaşam

Oray, hırsızlık yaparken yakalanıp da hapse düşünce, besbelli orada edindiği çevreyle fundamentalist diyebileceğimiz kadar tutucu, bir o kadar da gerici ve dik durmayı beceremeyen biridir. Zaten film, onun hayatının bir parçasını izletiyor bize… hem de gözümüze sokmadan, alabildiğine zarif ve anlaşılır biçimde…

Oray’ın hiç Türkçe konuşmaması önemli bir ayrıntı. Eşiyle de Almanca konuşuyor, arkadaşlarıyla da… Onların Türkçe sorularına da Almanca yanıt veriyor. İnsanların dinine ve kurallarına uygun yaşamasına yardımcı olmaya vakfetmiş kendisini.

Aşk ideal dinlemiyor

Eşi Burcu’yu çok sevdiğini anlıyoruz, Burcu’nun da onu sevdiği aşikâr. Arada, her birliktelikte olduğu gibi atışmalarla, gerginliklerle geçen günlerin birinde Oray, hırsına yenilip “boş ol” der karısına, hem de üç kez. Dini bütün Oray için ölümden beter bir durumdur bu içinde oldukları. Çözümsüzlük girdabında erir, yiter…

Ne arkadaşları ne de görüşlerine değer verdiği insanlar çare olabilir Oray’ın kayıp gidişine. Çevresine verdiği vaazların tam tersini yapmaya başlar.

Gruplarında da var…

Dini grup olmaları, camiden çıkmamaları, sürekli ve düzenli dua etmeleri bu genç insanların hayatın diğer yanlarından etkilenmelerini yine de engelleyemiyor. Ellerinden geldiğince “doğru yol”a çekmeye çalışsalar da, kendileri de etkileniyor ve bulaşıyorlar.

Film, her ne kadar Almanya’da geçiyorsa da, Türkiye’de de herhangi bir kentte de geçebilir. Batılı, demokratik, seküler bir ülkede Müslüman ve din yoluyla kendini ifade etmek istemenin ne demek olduğunu anlatan yönetmen, bu hayata tutunma çabasındaki insanları gerçekçi bir dille aktarıyor beyazperdeye…

Oray
Yönetmen Mehmet Akif Büyükatalay
Oyuncular Zejhun Demirov, Deniz Orta, Cem Göktaş, Faris Yüzbaşıoğlu, Mikael Bajrami, Fırat Barış Ar, Kais Setti, Ferhat Keskin, Şahin Eryılmaz, Ramon Machtolf…
18 Ekim’den başlayarak sinemalarda

(12 Ekim 2019)

Korkut Akın

[email protected]

Sisteme Çomak Sokanlar / Oyunbozan ve Joker

Sinemaseverlere müjde! Sonbahar mevsimi birbirinden iyi filmlerle başladı. İkinci haftasında sessiz sedasız gösterimi sürdüren ‘Oyunbozan / Systemsprenger’ geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nin en iyi filmlerinden biriydi ve şenlikten Alfred Bauer adına verilen Gümüş Ayı ödülü ile ayrılmıştı.

9 yaşındaki Benni’nin tedirgin serüveni, benzerlerine çevremizde rastlayabileceğimiz kurgu bir hikâye, ancak bu zorlu süreci bir belgesel titizliğiyle aktarıyor sinemacı. Babasını hiç tanımamış ve pasif annesinin baş edemediği küçük kız, koruyucu ailelerden çocuk bakımevlerine dolaşıp duruyor. Ancak ele avuca sığmıyor, zaptedilemiyor. Daha önce ergen erkek çocuklarla çalışmış eğitmen Micha ile ormanda bir kulübede geçen süreçte umut ışığı görünür gibi oluyor. Lakin, iki küçük kardeşinin varlığına tahammül edemez halde olan Benni ana kucağına şiddetle ihtiyaç duymaktadır. ‘400 Darbe / Les 400 Coups’nun 60 yıl önceki küçük Antoine Doinel örneğine benzer bir şekilde, sistemi ve tüm kurumlarını karşısına alarak, sevgi açlığının izinde umutsuz arayışını sürdürmeye kararlıdır küçük kız.

Alman sinemasının parlak yeteneklerinden genç sinemacı Nora Fingscheidt’ın ilk uzun metrajı ‘Oyunbozan’. Benni’nin kaotik enerjisinin ardına gizlenmiş hüznü izleyiciye geçirmeyi başarıyor. Bunda filmi sırtlayan keşif oyuncu Helena Zengel’in büyük katkısı olduğunun altını çizmeden geçmeyelim. Tüm sinemaseverlere, çocuk psikolojisi ili ilgilenenlere özellikle tavsiye ediyorum.

Dünya sinemaları ile eşzamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘Joker’ izleyicinin çok daha fazla bağrına bastığı, haftanın ilgiye değer bir diğer filmi. Ardında yatan Batman efsanesi ve serinin kötücül karakterinin tanınmışlığı bunda etkili kuşkusuz. Lakin yönetmen Todd Philipps keyifli bir ters köşe yapıyor sinemaseverlere. Klasik bir Batman filmi beklemeyin, çok daha ötesine, benzersiz bir karakter yaratma sürecine şahit olmaya hazırlanın diyorum öncelikle.

Çocukluk travmaları, sevgi açlığı ‘Oyunbozan’ ile ‘Joker’i, küçük Benni ile o da babasız büyümüş Arthur Fleck’i aynı yazıda buluşturuyor. Nam-ı diğer Joker’in kendi gibileri çöp olarak nitelendiren sistemle hesaplaşması çok daha şiddetli. Phillips’in küçük adam Arthur’un isyanını örgütlü bir devrim hareketine dönüştürme çabası ilgiye değer. Lakin, sinemacıya bu özgürlüğü tanıyanın yine sistem, yani devasa Amerikan Sinema Endüstrisi olduğu da gözden kaçırılmamalı.

Sonuç her açıdan olumlu. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ile dönen ‘Joker’ hem eleştirmenlerin hem de sinema salonlarını dolduran izleyicilerin gözdesi oluverdi. Bu sanatsal ve ticari başarının, aynı ‘70’lerde olduğu gibi Amerikan Sinemasına farklı bir yön çizeceğini düşünüyorum. Bir süredir sinemaları işgal eden uçan kaçan çizgi film uyarlamalarının yerini toplumsal meseleleri olan hikâyelere bırakmasından, genç sinemacılara yaratı alanları açmasından mutluluk duyacağımı belirtmek isterim.

Bir tarihsel dönüşümün eşiğinde ‘Joker’i çok iyi bir film olarak değerlendiriyorum. Delilik üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olarak nitelendirdiğim film, Chaplin’in dehasına, ‘Taksi Şöförü’ özelinde ‘70’ler bağımsız sinemasına, ‘Guguk Kuşu’ndan, sessiz sinemanın ünlü klasiği ‘Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’ne güçlü referanslar barındırıyor.

Ve ‘Joker’, ‘The Master’ filminden beri hayranı olduğum eşsiz oyuncu Joaquin Phoenix’in sınırları zorlayan olağanüstü yorumuyla devleşiyor. ‘Joker’in en iyi film ve yönetmen kategorileri dışında bir çok dalda Oscar adayı olacaktır. Phoenix’in çoktan hak ettiği akademi ödülünü bu defa almasına ise mutlak gözüyle bakıyorum.

Bu iki güzel film ses bantlarıyla da ilgi çekiyor. Benni’nin kavgası, Nina Simone klasiği ‘Ain’t Got No (Home, Mother,Love etc..), I Got Life’da karşılığını bulurken, küçük adam Alfred’in isyanına tanınmış İzlandalı besteci Hildur Guðnadóttir‘in hüzün yüklü çığlıkları eşlik ediyor.

(08 Ekim 2019)

Ferhan Baran

[email protected]