Kategori arşivi: Yazılar

Sahne Sahne Bakılırsa İlginç. Ama Bir Bütün Olarak Değil…

GAREZ X X ½
(The Grudge) / Yönetmen: Nicolas Peste / Senaryo: N. Peste, Jeff Buhler / Görüntü: Zack Galler / Müzik: The Newton Brothers / Oyuncular: Andrea Riseborough, Demian Bichir, John Cho, Lin Shaye, Jacki Weaver, Betty Gilpin, William Sadler. Frankie Faison / Amerikan filmi.

Japon sineması da bir dönemde korku filmlerine merak sarmıştı. Bunlardan biri 2002’de Takashi Shimizu adlı yazar – yönetmenin çektiği Ju-on adlı yapımdı. Gördüğü ilgi üzerine ayni yönetmen 2004’de (ve sonra 2006’da) filmin Amerikan çeşitlemelerini kotarmıştı: düzeyi gitgide düşen…

Bu kez yine Amerikan taşrasına nakledilen, ama kimi açılardan Uzakdoğu egzotizmine göndermeler yapan bir film izliyoruz. Ve aldığı tepkilerin çelişkisini IMDb’den izliyoruz: övgüden nefrete öylesine farklı olan…

Gerçek bence yine ortalarda bir yerde yatıyor. Bu ne öyle çok övülesi, türü yenileyen bir film. Ne de kimilerinin dediği kadar kötü. Filmin sorumluluğunu yüklenen Nicolas Peste, 2016’da çektiği ayni türdeki The Eyes of My Mother – Annemin Gözleri’yle le tanınmıştı. Bu kez de belli bir başarı gösteriyor denebilir.

Film korku sinemasının gözde konularından ‘lanetli ev’ temasına sığınıyor. Yine Japonya, Tokyo’da açılan film, çabucak ABD’nin Pennsylvania eyaletinde bir kasabaya atlıyor. Orada bir kadın, 44 Reyburn Drive adresindeki evinde küçük kızı dahil tüm ailesini katletmiştir. Sonunda kendini de öldürerek…

Sonra illa da kronolojik olmayan olaylar izliyor, değişik kişiliklerle tanışıyoruz. Evi kiraya vermek isteyen Peter ve Nina Spencer çifti, hamile kadının bebeğinde teşhis konan amansız hastalık nedeniyle son derece mutsuzdur. İki detektif, kompleksli Goodman ve gölgesinden bile ürken Wilson evin gizemini çözmeyi deniyorlar. Ama Goodman eve adım atmayı bile reddederken, Wilson gördüğü hayalet yüzünden kendisini vuruyor ve ömür boyu sakat kalıyor.

Bu arada eşini kansere yeni teslim etmiş kadın polis Mulldoon, küçük kızıyla birlikte yeni bir hayata başlamak istiyor. Ve bula bula burayı buluyor!…

O sırada evde yeni bir aile yaşamaktadır: yaşlı Matheson’lar. Ve evin hanımı ölmek üzeredir. Onun acı çekmek yerine ötanaziyle kendini öldürmesi en iyi çözümdür. Bunun için de konunun uzmanı Lorna Moody hanım çağrılır. Ama evin içine yerleşmiş lanet henüz bitmemiştir. Ve hayaletlerin gitmeye niyeti yoktur.

Bu kısa (olmasına çalıştığım) özet bile filmin / konunun ne kadar karmaşık olduğunu göstermeye yeter sanırım. Buna dediğim gibi kronoloji (olayları sırasına göre anlatma) kaygısından vazgeçilmesi eklenince, şöyle bir durum ortaya çıkıyor: birçok sahne kendi içinde yeterince ürkünç ve görsel olarak da doyurucu. Ama mantıksal bir çerçeve içine ve akılla izlenebilecek bir entrikaya oturmadığı için, gerçek anlamda tatmin etmiyor. O olumsuz eleştiriler sanırım en çok bu yüzden…

Böylece aslında ilginç olabilecek film, kimileri için yorucu bir deneyim olup çıkıyor. Dolayısıyla, hemen yalnızca türün iflah olmaz tutkunları için…

(19 Şubat 2020)

Atilla Dorsay

Herkes Biliyor

*Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Hadi Netflix müdavim ve hayranlarının gözü aydın. Az önce 38. İstanbul Film Festivali basın toplantısından geldim. Festival kapsamında Netflix’in bir dizisinin de galası yapılacakmış. Benim bildiğim kadarıyla bu bir ilk olacak. Netflix festivale sponsor desteği verince festival de Netflix’e böyle bir jest yapmış sanırım. Malum ülkemizde Sinema Yazarları Derneği var, henüz saha boşken önereyim: Birileri hemen Netflix Yazarları Derneği kursun. İster misin seneye İstanbul Film Festivali’nin adı Netflix 39. İstanbul Film ve Dizi Festivali olsun. (İstemem) Netekim benzerini 2007’de 18. Limak Ankara Uluslararası Film Festivali şeklinde yaşamıştık. (13 Mart 2019)

Bugün iki film seyredeyim dedim, tesadüfen ikisi de orijinal adlarıyla gösterime giren “Papillon” ve “Woman at War” oldu. Bu şekilde gösterime çıkarılan filmlerin afişlerinde de altyazı uygulaması yapılsa diyorum. “Remember: Hatırla”, “Salt and Fire: Tuz ve Ateş”, “The Insult: Hakaret” filmlerinde olduğu gibi, “Papillon: Kelebek”, Woman at War: Savaşçı Kadın olarak belirtilseydi iyi olurdu. Yabancı dil bilmeyen sinemaseverler gişede bilet alırken filmin orijinal adını söylemekte sıkıntı çekiyor. Ayrıca künyesinde Türkçe kelimeler kullanılan afişte film adının orijinal bırakılması da tuhaf oluyor. O zaman Türkçe afiş bastırıp niye boşuna masraf yapıyorsunuz, tamamen orijinal afiş kullanın olsun bitsin. (14 Mart 2019)

Dün Art House salonunda izlediğim filmlerin önünde “John Wick 3” ve “Avengers End Game” adlı popüler sinema filmlerinin fragmanları gösterildi. Hatalı bir uygulama sanki. Kendimden biliyorum Art House seyircisi vizyona giren tüm filmleri dikkatle takip eder. Popüler filmlerin önünde Art House filmlerin fragmanları gösterilse daha yararlı olur ve sanat filmlerini daha fazla izleyicinin seyretmesi sağlanır gibime geliyor. Bir iki satır da magazin haberi yapayım. “Matrix” zamanındaki Keanu Reeves’de dikkatimi çekmemişti, “John Wick 3” zamanındaki Keanu Reeves’in bacakları ne kadar da kavisliymiş, koşarken bacakları adeta ( ) şeklinde görünüyor. Şu sıra salonların 15 dakikalık reklam gösterim süresine uymaları sevindirici. Basın gösterimlerinde genelde sadece film gösterilir, fragman ve reklam izlemesini özleriz. En azından bendeniz salonda fragman izlemesini çok severim. Bugünlerdeki gözde reklam filmlerim “Sensiz olmaz” ve “Tak sana yakışanı” sözlerini kullanan mücevher reklamları. Sinema reklamlarında pek olmaz, hazırlanan reklam filmi aylarca gösterilir. Bir müddet sonra ters etki yapmaya başlar. Kim düşündüyse “Sensiz olmaz”ın reklam filmini yenilemişler, iyi olmuş. (15 Mart 2019)

Bendenizin film değerlendirme kriterlerimde 4 yıldız, olağanüstü, şahane (Son zamanlardan örnek verirsek misalen “Yeşil Rehber – Green Book”, “Herkes Biliyor – Todos lo Saben”) anlamına, 3 yıldız ise çok beğendim anlamına geliyor. Yıldız tabloma girdiğimde bir önceki Hotel Rwanda filmine verdiğim gibi “Hotel Mumbai”ye de 3 yıldız verdim. Kerem’in 10 üzerinden yaptığı efsane yıldız değerlendirmesine uygularsak 7,5 yıldız civarına denk geliyor sanırım. (18 Mart 2019)

Vizontele filminde Cem Yılmaz’ın “Zeki Müren de bizi görebilecek mi?” sorusunu günümüz ortamına uyarlarsak şöyle oluyor: “Millet bahçe ve kıraathanelerine Millet İttifakı mensupları da girebilecek mi?” (18 Mart 2019)

Kader:
20 Mart 1947 doğumlu Sami Güçlü
19 Mart 2019 tarihinde hakkın rahmetine kavuştu.
Mekanı cennet olsun. (20 Mart 2019)

Bu Cuma vizyona girecek 2 film; kafiyeli tesadüf:
Küçük Kardeşim Mirai
Hotel Mumbai (20 Mart 2019)

Bugün basın gösterimi yok ama nostalji yaşayayım dedim. Gerçi 2 gün önce aynı komplekste “Biz” filmini izlemiştik, 2 günlük ayrılık nostaljiye gerekçe olabilir mi denilebilir ama bence olur. Levent Cinemaximum Kanyon Sineması gişesine yanaştım, yarım yamalak İngilizcemle “Vomın et var, var mı?” dedim, espri yaptım. Gişedeki hanım kız güldü, “Var, var Sadi Bey.” dedi. Siteyi de, bendenizi de sosyal medyadan takip ettiğini belirtti. Mutlu oldum. Mini, küçük, sıcak ve soğuk demeyin, anlaşıldığı üzere esprilerin başka faydaları da oluyormuş demek ki. Bu vesileyle tanılırlığımın yaygınlığını öğrenmiş oldum. (21 Mart 2019)

Bendeniz Kurtuluş’a damat geldikten bu yana, tam 37 yıldır Pangaltı İnci Sineması’nın önünde bulunan belediye otobüs durağı 150 metre kadar Taksim tarafına, Ramada Oteli’nin karşısına, İş Bankası Şubesi’nin önüne kaydırılmış. Çok isabetli olmuş. Durak kaldırılmasaydı, oradaki duran insan kalabalığı, yıkılan İnci Sineması’nın yerine yapılan ve yakında açılacak olan AVM.ye girecek insanlarımızı rahatsız edecekti. Şimdi AVM.ye çok rahat girebileceğiz. Aferim. (23 Mart 2019)

İnsanoğlu hakikaten bir tuhaf. Yaz gelirken, bahar karşılamalarında “Çiçekler açıyor, dalları kiraz bastı.” vs. vs. sevinç methiyeleri yazmaya başlıyor. Bir bakıyorsun 2, 4, 6 ay derken, yaz gelmiş geçmiş; bu sefer “Yapraklar sarardı soldu, sokaklar ıssız, kimsesizlik sarmış her yanı.” vs. vs. gibi yakınmalar, üzüntüler. Merak etmeyin, telaşlanmayın, sevinç ve üzüntülere fazla gark olmayın. Doğa normal yaşamını sürdürüyor, milyonlarca bahar gelmiş, yaz geçmiş, sonbahar ve kışlar gidiyor. Nitekim yine gelecekler. Biz gittik mi, gidiş o gidiş. (28 Mart 2019)

(08 Şubat 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Guatemala’nın Acının Maskesiyle Dolaşan Gerçek Kadınları

ANNELERİMİZ X X X ½
(Nuestras Madres) / Yönetim ve senaryo: Cesare Diaz / Görüntü: Virginie Surdej / Müzik: Remi Boubal / Oyuncular: Armando Espitia, Emma Dib / Guatemala – Belçika – Fransa yapımı.

Bu yıl Belçika’nın Oscar’a yolladığı film olan Annelerimiz, aslında tümüyle Latin Amerika ülkesi Guatemala’da çekilmiş, o ülkeye özgü sorunları deşen ve İspanyolca konuşan bir film. Bu açıdan, keşke asıl ülkesini temsil etseydi dememek mümkün değil.

Ama bu elbette bizim açımızdan filmin ilginçliğini zedelemiyor.

Film 2018 yılının Guatamala’sında açılıyor. Yıllar sürmüş bir iç savaşın gizlediği gerçekler aranıyor; olup bitenin hesabı soruluyor.

Bunların başında sayısız ölüm ve kayıp olayları var. Bir yandan askeri rejimin, öte yandan kendisine gerilla diyen, sözümona özgürlük ve demokrasi için savaşmış, ama sonuç olarak ayni ölçüde cana kıyıcı bir örgütün kitle halinde öldürdüğü insanlar. Özellikle de erkekler.

Ve bunlar yeri bile belli olmayan toplu mezarlara gömüldüğü için, aileleri onlar gereken saygıyı gösterememiş. Bu yüzden devlet özel kurumlar oluşturmuş: özellikle dulların gelip eşlerinin veya oğullarının mezarlarını aradığı…

Bunlardan Forensic Foundation adlı örgütte çalışan genç Ernesto, son derece yardımsever, dürüst ve iyi yürekli biri. Özel mülkiyete sığınarak arazilerini kazıya açmayan taş yüreklere karşı çıkarken, öte yandan da kendi babasını arıyor. Savaşta kaybolup gitmiş bir ‘guerrillero’.

Buna inatla karşı duran yaşlı anasının öfkesini çekme pahasına… Ki onun da ancak finalde anlaşılan bir gerekçesi vardır.

Birkaç profesyonel oyuncu dışında hemen tümüyle gerçek insanların rol aldığı filmde, özellikle o bitmemiş matemin dulları dikkat çekiyor: birer maskeye dönüşmüş, acının sahici birer görüntüsünü veren suratlarıyla…

Ve böylece film kadın – erkek kahramanlarıyla bir belgesele dönüşüyor. Ne büyük acılar çekmiş, zavallı Guatemala… Ama dünyada hangi ülke bu tür dramlar yaşamamış, benzeri acılardan uzak kalmış ki!…

Onca uzaklardan gelen bu filmin Belçika’nın Oscar adayı olması kadar, bizim yüreklerimizi de dağlaması bundan değil mi? Bizim annelerimiz de az mı çektiler? ‘Cumartesi Anneleri’ hangi ülkede var? Üstelik hâlâ itilip kakılarak?

Böylece bu ayrıksı (istisnai) film birkaç farklı kültürü biraraya getiriyor. Ve sayısız ülkenin yaşadığı dramlara değişik bir açıdan ışık tutuyor. Tüm o sıradan, ama belki benzer şeyler yaşadıkları için bunları yüzleri, bakışları ve jestleriyle ifade etmeyi başaran çoğu kadın kişileri kadar, iki baş roldeki profesyonel oyuncudan da yararlanıyor: Ernesto’yu oynayan Armando Espitia ve annesini oynayan Emma Dib.

Bu acılarla yüklü, politik soslu ve belgesel tadındaki film, tüm bu açılardan görülmeyi hak ediyor.

(05 Şubat 2020)

Atilla Dorsay

Arılara Şarkı Söyleyen Kadın

Makedonya’nın kıraç bir dağ köyünde yaşıyor Hatice Muratova. Gaz lambasının aydınlattığı derme çatma tek göz evlerinde yaşlı ve yatalak annesiyle birlikte. Atadan kalma arıcılıkla uğraşıyor. Dağ yamacına, duvar oyuklarına, ağaç gövdelerine konuşlanmış arı kolonileri ile haşır neşir. Doğa ile, arılar ile ortak dost yaşantısını sürdürüyor yıllardır. Kovanlara çıplak elle yaklaşıyor, bal peteklerini sevgiyle kucaklıyor, arılara türkü söylüyor. Elde edilen ürünü arı dostlarıyla kardeşçe paylaşıyor.

55 yaşında hiç evlenmemiş Hatice. Babası taliplerini geri çevirmiş, komşuları birer birer Türkiye’ye göç ettiğinde hasta annesini yalnız bırakamamış. Ancak bu yalnız ve sakin hayattan mutludur o. Üsküp’ün merkezine iner arada, bölgenin en güzel balını satmak için. Gözü toktur. Ürünün piyasası ne ise razı olur, pazar esnafına gönülden indirim yapar. Hatice’nin düzeni 8 çocuklu bir Türk ailesinin köydeki evlerine dönmesiyle değişir. Etrafındaki çocuk kalabalığından keyif almıyor da değildir. Büyükbaş hayvanlarıyla köye yerleşen aile arıcılık yaparak gelirlerini arttırmak ister. Lakin bu iş gönül ve sabır işidir. Aile reisinin kısa yoldan arıların tüm ürününü pazarlama hırsı, Hatice’nin ahenkli düzenini ve doğal ekolojik dengeyi tehdit etmeye başlayacaktır.

‘Bal Ülkesi / Honeyland’ geçtiğimiz yıl Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde prömiyerini yapmış, Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü’nü kazanmış ve ünü yıl boyunca yayılmış mucizevi filmlerden. Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov filmin çifte yönetmenleri. İkisi de sinema okuluna gitmemişler. Stefanov bir çevreci, tasarımcı ve fotoğrafçı. Birleşmiş Milletler’in doğal hayatı koruma ve muhafaza etme projelerinde görev almış. İsviçreli bir kuruluştan arıcılık üzerine bir belgesel hazırlama teklifi geldiğinde Hatice ile karşılaşmışlar. Ve tam üç yıl süren heyecan verici süreç başlamış. İlk yıl çok zor koşullarda Hatice’nin arı yetiştirme metotları üzerine yoğunlaşan ekip, onun yaşantısını paylaştığında, ana karakterin dramatik öyküsünü filme dahil etmeye karar vermiş. Hatice’nin ve annesinin doğal oyunları çevrenin doğallığıyla bütünleşmiş. Yabancı bir sinema yazarının deyişiyle ‘mum ışığı ve gaz lambası altında bir 18. yüzyıl Hollanda resmi’ mükemmelliğine ulaşmış. Hatice’nin annesine olan düşkünlüğü ve şefkatini, bir sade arının kraliçe arı’ya olan bağlılığı olarak yorumlamış Makedonyalı sinemacılar. Onun küçük zevklerini, sahip olamadığı çocuğa özlemini ve kendisinin de bir parçası olduğu doğal hayata sevgi ve saygısını içtenlikle filme almışlar. Bir belgeselin ötesine geçen benzersiz bir sinema deneyimi ‘Bal Ülkesi’. Sinemalarımızdaki gösterimi halen devam ediyor.

(04 Şubat 2020)

Ferhan Baran

[email protected]

Gavroche ‘Gaffar’, Colette ‘Kader’ Olmuş

‘Sefiller / Les Misérables’ Paris’in ihmal edilmiş göçmen banliyösü Montfermeil’den görüntülerle açılıyor. 2018 yılının 15 Temmuz’udur. Trenlere doluşan çocuklar, Fransa’nın Dünya Kupası’nı kazanmasının sevincini paylaşmak için şehir merkezine akın eder. Üç renkli Fransız bayrağını sarınmışdır çoğu. Ancak, eşitlik / özgürlük / kardeşlik ilkeleri onlar için ne kadar uygulanmaktadır. Yaşadıkları ülke bu göçmen yığınları bağrına basmış mıdır.

Afrika kökenli Fransız sinemacı Ladj Ly, Cannes Film Festivali’nden jüri ödüllü ilk uzun metrajında bunları sorguluyor. Arc de Triomphe önünde toplanmış yüzlerce genç insanın zafer kutlamalarını izlediğimiz açılış sekansını takiben, uzun ve sıcak bir yaz günü boyunca Paris varoşlarındaki Montfermeil’in yaşantısına tanıklık ediyoruz. Bu yolculukta, bölgenin ‘Suçla Mücadele Timi’nin üç kişilik ekibi bizlerle birliktedir. Taşradan yeni gelmiş, sessiz ve naif Stéphane Ruiz’in, ekibin deneyimli üyeleri ‘Beyaz Domuz’ lakaplı Chris ve Afrika kökenli Gwada ile birlikte ilk devriye günüdür.

Uyuşturucu ve seks ticaretinin belli çeteler tarafından yürütüldüğü yoksul bölgede, mahalli idareciler, polis ve çetelerin kirli işbirliği sürüp gitmektedir. Victor Hugo’nun ünlü romanı ‘Sefiller’i kaleme aldığı yerdir burası. Aradan geçen 180 yıla rağmen kent yoksulluğu ve insan sefaleti sürüp gitmektedir aynı topraklarda. Yoksul Fransızların yerini Afrikalı göçmenler ve yeni mülteciler yer almıştır. Chris’in deyişiyle Gavroche ‘Gaffar’, Colette ‘Kader’ olmuştur.

Olağan akışında süren gün, afacan İsa’nın sirkten aslan yavrusunu çalmasıyla gerginleşir. Sirk sahibi çingeneler yavru bulunmazsa mahalleyi yerle bir etme tehdidinde bulunur. Gerilimli tutuklama esnasında, devriye ekibinden Gwada’nın yakından ateşlenen plastik mermiyle küçük İsa’nın yüzünü hedef almasıyla olaylar kontrolden çıkacak ve final sonu açık bir direnişe doğru yol alacaktır.

Aynı mahallede yetişmiş olan Ladj Ly, el kamerasıyla çocukluğundan beri bölgenin tanıklığını yapmış. Filmin ana karakterlerinden ‘drone’ ustası küçük Buzz, bir bakıma onu temsil ediyor. Yönetmen bu müthiş birikimiyle, bölgenin detaylı bir fotoğrafını çekmiş. Afrikalı Müslüman, ve salgın hastalıkların müsebbibi olarak görülen yeni göçmen bireylerin yaşantısına ustaca sızmış. Bölgenin ihmal edilmişliğini bir tokat gibi yüzümüze çarparken, patlamaya hazır bomba gibi birikmiş öfkenin resmini çizmiş. Belgesel özellikleri çok güçlü, ancak bir belgesele artı olarak, gerilimin adım adım tırmandığı, beklenmedik ölçüde başarılı bir ilk filme imza atmış Mali kökenli sinemacı.

Filmin gücü, yaşananları bir sistem meselesi olarak sunmasından kaynaklanıyor. Rayından çıkmış Chris ve vurdumduymaz yardımcısı Gwada’nın yanında, insani değerlerini ve vicdanını yitirmemiş Stéphane’ın duyarlılığı olayların tırmanmasını engelleyemiyor. Bu yozlaşmış düzen değişmeden, hiçbir şey düzelmeyecek diyor Ladj Ly. 2005 yılında aynı bölgede yaşanan büyük isyanın tanığı olmuş kendisi. Olan biteni kamerasına kaydetmiş. Gerilimin doruğa tırmandığı ve çarpıcı final sekansında bir apartmanın merdivenlerinde yaşanan çatışmanın benzerine bizzat tanıklık etmiş. Öfkeli gençlerle kendini ve arkadaşlarını korumaya çalışan Stéphane’ı karşı karşıya getirirken, Hollywood usulü kahraman iyi polis kolaylığına kaçmıyor. Bu düzen değişmeden hiçbir şeyin düzelemeyeceğini ısrarla vurguluyor. ‘Sefiller’in evrenselliği yüreğimizi dağlıyor. Afrika kökenli Gwada’nın tepesi attığında, plastik mermi atan silahıyla küçük İsa’yı yakın mesafeden hedeflediği an Berkin Elvan geliyor aklıma. İçim bir kez daha yanıyor, kahroluyorum.

(03 Şubat 2020)

Ferhan Baran

[email protected]

Göreceğiz, Duyacağız, Konuşacağız…: Peri: Ağzı Olmayan Kız

Üç maymun, hepimizin bildiği gibi “etliye sütlüye dokunmama” simgesidir. Ama biz, hayatın dayatmasıyla muhakkak görür, duyar ve konuşuruz. Bize, muhakkak kendi çıkarlarına ters geldiği için “sus, duyma, konuşma” diyenler olacaktır, onu da aşmanın yolunu bulacağız.

Can Evrenol, Cem Özduru’nun “Perihan” adlı çizgi hikâyesinden, Kutay Acun ile serbest uyarladığı filmde, nükleer bir santralin sadece insanları değil, doğayı ve tüm insani değerleri ne denli etkilediğini anlatıyor. Bugün, insanların karşı çıktığı ister hidro temelli olsun ister nükleer temelli, tüm doğal olmayan enerji merkezlerinin yakın bir gelecekte hepimizin yaşamını karartacağını izliyoruz.

Ellerinizden başka her şey…

Nâzım Hikmet, “Kuvâyi Milliye”de,
“Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.
Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya,
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.”

diyor, tam da filmdeki santral duyurusunu görmüş gibi.

Halkın refahı için denilerek açılan santralin, etkisiyle organları eksik çocuk doğumları artar, insanların yaşamı kararır… Ağzı Olmayan Kız, yani Peri koruculardan ormana kaçarak kurtulur. Orada kendisi gibi organları eksik çocuklarla buluşur.

Fantastik ama gerçekçi

Kıyamet filmi aslında “Peri”, kıyamet sonrası yaşananları anlatmaya çalışan, hepimizi şimdiden uyarmayı görev edinmiş bir film. Buna da bağlı olarak, “üç maymun” oynamanın bizlerin zararına olacağını gösteriyor.

Okulların ara tatilinde gösterime girmesini, sadece çocuk filmi olarak görme yanlışını doğurmamalı… Ailecek izlenmeli.

Ne amaçladığını bilen yönetmen, hedefinden sapacak hemen her şeyi (olabildiğince) ortadan kaldırmış. Bu başarısının bir göstergesi. İyi bir mekân bulunmuş ve gerçekten de iyi değerlendirilmiş. Küçük oyuncular, (yönetmenin bir başarısı daha bence) yorumlarında serbest bırakılmış ve çok da güçlü bir performansla tamamlıyorlar filmi.

Küresel iklim değişikliğiyle birlikte çevre kirliliğinin giderek arttığı dünyamızda, bu tür santrallere -tabii, aynı şekilde Kanal İstanbul’a da- karşı çıkmanın gerekliliğini anlatan Peri: Ağzı Olmayan Kız’ı hepimiz izlemeliyiz.

Peri: Ağzı Olmayan Kız
Yönetmen: Can Evrenol
Oyuncular: Elif Sevinç, Denizhan Akbaba, Özgür Civelek, Kaan Alpdayı, Sermet Yeşil, Mehmet Yılmaz Ak, Özay Fecht…
07 Şubat’tan itibaren gösterimde…

(01 Şubat 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Bal Ülkesi: Gözlemciliğin Gücü

New York’ta, günün en kalabalık saatinde, yürüyenlerden biri durup, “Bir ağustos böceği var buralarda, vızıltısını duyuyorum” demiş. Arkadaşları gülmüşler, bunca gürültünün arasında böcek sesi mi duyulur diye, hem ne arasınmış ağustos böceği şehrin göbeğinde… Adam cebinden gizlice çıkardığı nikel parayı atmış yere. Sesine herkes dönüp bakmış, parayı gören acaba kendisinden mi düştü diye cebine daldırmış elini. “Odaklanmanız yeter. Para sizin için değerli olduğundan sesiyle ilgilendiniz. Doğa ile ilgilenmelisiniz en az para kadar.”

Yerleşim yerlerinden uzakta, yaban arıları besleyen ve ürettiklerini “yarısı sizin yarısı bizim” diye paylaşan, arılarla neredeyse konuşan bir kadının öyküsü “Bal Ülkesi”. Sadece onun öyküsü de değil, sosyal yaşamın, kapitalist düşüncenin, bencilliğin de öyküsü aynı zamanda… Çekimleri üç yıl süren film; Oscar’a, “En İyi Yabancı Film” ve “En İyi Belgesel” dallarında da aday, birçok festivalden ödüllerle döndüğü gerçeğinin yanı sıra.

Sunucusuz, anlatıcısız, yalın ve dingin bir belgesel Bal Ülkesi… Türk kökenli Hatice, hasta ve yatalak annesiyle yalnız yaşayan bir arıcıdır. Doğayla uyumlu, kanaatkâr ve neyi ne kadar yaparsa o kadar alacağını bilen Hatice’nin, bal üretimi için yanına komşusu gelir… Çocukları vardır ve beklentisi yüksektir, kışın kente göçer. Bu kadarla kalsa iyi…

Film, bir yanıyla içtenliğin, doğayla uyumun ve zamana yayılan yaşamın karşısına çıkan bencilliğin, uyumsuzluğun, çıkarcılığın çatışmasını belgeliyor. Kimseye, yani izleyiciye bir şey demiyor, onun algısına müdahale etmiyor, ne varsa, ne alacaksa o. Hatice de farkında neler yaşandığının, o nedenle sadece çocukla yakın iletişim kuruyor, her ne kadar şimdilik babasına karşı tepkili olsa da ileride sadece onu gördüğü için örnek alıp babası gibi çıkarcı olma olasılığı yüksek olsa da…

Hatice’de insani ve naif doğallığı yaşama keyfi veriyor insana…

Bal Ülkesi (Honeyland)
Yönetmen Tamara Kotevska, Ljubomir Stefanov
Belgesel
31 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(29 Ocak 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Işık ile Pervane

İlk filminden beri takip ettiğiniz (Maborosi, 1995) ve çok takdir ettiğiniz bir Uzak Doğulu yönetmenin ilk kez ülkesi dışında, Avrupalı oyuncularla farklı bir dilde film çektiğini duyduğunuzda ne düşünürsünüz. Başta kuşkuyla yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Çağdaş Japon sinemasının büyük ustası Hirokazu Kore-eda’nın halen bizde de gösterimini sürdüren son çalışması ‘Saklı Gerçekler / La Vérité’den söz ediyorum.

Hikâye, kamera güneşli bir Paris sonbaharında ünlü Fransız diva Fabienne Dangeville’in şatoyu andıran malikanesine süzülürken başlıyor. Kızı, Amerikalı oyuncu damadı ve küçük kız torunu, onun hayatını anlattığı –filmin ‘Hakikat’ anlamına gelen özgün ismiyle aynı adı taşıyan- anı kitabını kutlamak için ta New York’tan gelmişlerdir. Yıllar sonra bir araya gelen ana-kızın, kitapta yazılandan çok daha farklı geçmişleri üzerine tartışmaları, Fabienne’in rol aldığı, yine bir ana-kız hikâyesi üzerine kurulu bilim-kurgu filminin set çalışmaları süresince devam edecektir.

Bu kısa özetten yola çıkarak, Ingmar Bergman imzalı ‘Sonbahar Sonatı’na benzer bir ana-kız hesaplaşması akla gelebilir. Lakin, aile ilişkilerini tüm filmografisinde incelikle irdelemiş olan Kore-eda, aşırı duygusal bir yüzleşme ya da fırtınalı bir hesaplaşmanın izini sürme niyetinde değil. İlerlemiş yaşına rağmen -‘Gündüz Güzeli’ne nazire- ‘Paris Güzeli’ lâkaplı Fabienne’in böylesine bir yüzleşmeye girmeye oralı değildir zaten. Hayatını dilediği gibi yaşamış, yıldız oyunculuk kariyeri her zaman ön planda olmuştur. O bir oyuncudur, gündelik hayatın saf gerçeğini sergilemeyi gereksiz bulur. Yıldızların üzerindeki büyülü dünyasında ihtişamını sürdürme derdinde olmuştur hep. Rol aldığı filmin ana karakteriyle ilgili olarak ‘ben de hep uzayda olmak isterdim, yeryüzünde yaşamak istememiştim hiç’ demesi bu açıdan anlamlıdır. Defalarca aldattığı kocasını daha sonra kapı önüne koymuş, kızı ile hiç ilgilenmemiş, en parlak rolünü elinden aldığı yetenekli yakın dostunun hayatını mahvetmiş bir kadındır o. Kitabında değil belki ama yüzyüze bunları itiraf etmekten çekinmez.

‘Vincennes Ormanındaki Cadı’ karakterini bile isteye üstlenmiştir. Seversiniz, sevmezsiniz, ancak Kore-eda tüm narsistliğiyle, sözünü sakınmayan bir karakter olarak resmetmiş Fabienne’i. Ne fazla ne eksik. Perdedeki savaşı hep kazanmıştır Fabienne. Bu yüzden yalnızlığına katlanmayı da öğrenmiştir. Annesinin görkemli kariyerinin gölgesinde kalmış olan Lumir onu ‘mutlu aile tablosuyla’ yenmeyi aklından bile geçirmemelidir. Kızı ile duygusal bir yakınlaşma anını bile oyunculuk performansı için kullanmayı düşünür yaşlı diva. O ışıklı bir yıldızdır. O’na hayranlıkla, sevgiyle yaklaşan pervaneler mutsuz olmaya mahkûmdur.

Japon sinemacı, gerçek bir diva olan Catherine Deneuve ile çalışmış. İlerlemiş yaşı ve aldığı kiloları umursamaksızın hayatının rolünü oynuyor ‘Paris Güzeli’. Filmin girişinde Fabienne ile yapılan röportajda Deneuve samimi duygularını ifade ederken, çağdaş Fransız oyuncularından hiçbirinin onun oyunculuk genini miras almadığını kibirle dile getiriyor. Brigitte Bardot’dan söz edilirken çekinmeden burun kıvırıyor.

Fransız sinemasının bir diğer yıldız oyuncusu Juliette Binoche, Deneuve’ün yıldız personasına hizmette kusur etmeden, hayatı boyunca sevgi açlığı çekmiş Lumir’in kederli edilgenliğini sade bir performansla aktarıyor. Ve Kore-eda, kendisine kilometrelerce uzak bir coğrafyada ve kültürde evrenseli yakalamayı biliyor. Ana-kız ilişkisi ve yıldız sanatçının kabullenilmiş kibirli yalnızlığı meselesini, duygusal patlamaları törpüleyerek ve ustaca kullandığı mizahı elden bırakmadan anlatmasını biliyor. Yine güneşli bir gün Paris kışa hazırlanırken, hem Kore-eda’yı hem tam rolünü bulmuş Deneuve’ü alkışlayarak ayrılıyoruz sinema salonundan.

(24 Ocak 2020)

Ferhan Baran

[email protected]

Kadere Çalım Atan Adam

Bir laboratuvarın soğutucusundan dışarı sızan kaçan kesik elin ait olduğu bedeni bulmak için yapamayacağı şey yoktur. Paris’in arka sokaklarının barındırdığı beklenmedik tehlikeler onu yıldırmaz. Bu girişten bir korku filmi üzerine yazdığım gelmesin aklınıza. Canlandırma sinemasının son dönemdeki en iyi örneklerinden birinden söz etmek istiyorum bu yazımda.

Meraklısının 2008 yapımı kısa animasyonu ‘Skhizein’* ile tanıyıp bağrına bastığı Jérémy Clapin’in geçtiğimiz yıl Cannes’da dünya prömiyerini yapmış ve büyük ilgi görmüş ilk uzun metrajı ‘Bedenimi Kaybettim / J’ai Perdu Mon Corps’. Bedenleriyle sorunu olan karakterlerin fantastik öykülerini anlatmayı seven Fransız sinemacı, bu kez uzun süre Jean-Pierre Jeunet ile çalışmış, ünlü ‘Amélie’nin senaristi Guillaume Laurant’ın ‘Mutlu El / Happy Hand’ isimli romanından yola çıkmış. Film, Naoufel’in hikâyesini anlatıyor. Göçmen genç, küçük yaşta, anne ve babası ile birlikte piyanist ve astronot olma hayallerini de yitiriyor. Pizza dağıtıcısı olarak hayatını sürdürürken sesinden aşık olduğu Gabrielle ile sıradan hayatını değiştirmeyi, kaderine çelme atmayı deneyecektir genç adam.

Peki, kesik el ile Naoufel’in ilişkisi nedir ve olaylar nasıl gelişecektir. Film tüm bunları geriye dönüşler ve koşut kurguyla aktarıyor. Naufel’in çocukluk döneminde görüntü siyah-beyaz’a dönüşüyor. Kesik elin zemine yakın gerilimli serüveni, Naoufel‘in Gabrielle’e duyduğu derin tutkunun şiirselliğine karışıyor. Büyülü gerçekçi evreninde, peri masalına dönüşen bir hayatta kalma mücadelesini, saf ve kırık bir aşk hikâyesiyle buluşturuyor Clapin. Kesik elin aksiyon yüklü macerası ile Naoufel’in durgun yaşamının tezatını mükemmel bir biçimde kaynaştırıyor.

Ustalıkla oluşturduğu görsel dünyasında, diyaloga çok fazla yer vermiyor yönetmen. Buna karşılık ‘ses’ faktörünü öne çıkarıyor ve kaynak aldığı romandan farklı olarak hikayesini ‘sesler’ üzerinden yönlendiriyor. Naoufel çocukluğundan beri ‘ses’e karşı duyarlıdır. Piyano ya da viyolonselden yayılan ezgilerin yanı sıra, çevresi ile babasının hediyesi ses kayıt cihazı vasıtasıyla ilişki kurması (öykü dijital çağ öncesi 90’larda başlıyor), ya da aşık olduğu genç kızın önce sesiyle buluşması bu açıdan raslantı değil. Bedeni arayış serüveninde zemine, kaldırıma yakın bir güzergahta ilerleyen kesik eli bekleyen tehlikeler de, farelerin saldırı çığlıkları, sineğin vızıltısı, metro ya da arabaların gürültüsü benzeri ses efektleriyle vurgulanıyor.

Bu özenli ses kullanımı, Dan Levy’nin son derece yaratıcı müzik çalışmasıyla desteklendiğinde tadına doyulmuyor. Salonlar çocuklar için yapılmış sayısız çizgi filmle dolup taşarken, yetişkin sanatseverlerin Clapin’in görsel ve işitsel açıdan tamamlayıcı usta işi çabasına ilgisiz kalmamasını, bu farklı ve ilginç sinema deneyimini kaçırmamasını tavsiye ediyorum.

* Skhizein: 13 dakikalık bu ilginç animasyon örneğini Internet’ten izleyebilirsiniz.

(23 Ocak 2020)

Ferhan Baran

[email protected]

Bad Boys: Her Zaman Çılgın

Sinema en başından beri heyecan veren eğlence aracı, güzel sanatların arasında olsa da… Buna da bağlı olarak neşeli, bol hareketli (yeni dilde söylersek aksiyonlu) filmler çok seviliyor. Sadece bizde değil, bütün dünyada böyle. Bad Boys’un ilk hafta hasılatına bakarsanız daha kolay anlaşılır bu durum… Açılışı 59 milyon dolar, haftanın diğer günlerini de eklediğinizde rekora gideceği kesin.

Peki, ne var filmde? Hiçbir şey. Ama unutmayın ki, insanın gündelik yaşam içerisinde bir sürü sorunla doldurduğu beynini boşaltması gerekiyor. Giriyorsunuz sinemaya, ışıklar sönüp de perde aydınlandığında yansıyan görüntüye dalıp çocuğun harçlığını, doğalgazın pahalılığını, işsizliği, karı-koca dırdırını, patronun bağırtılarını unutuyorsunuz… ya da derslerin zayıflığını; aşık gençleri unutmayalım, karşılık bulamadıkları aşklarını… Değmez mi? Değer muhakkak ki! Hem de öyle değer ki, sınır bile dinlemez.

Bad Boys’u oluşturan ikili, artık sıkılmış emekli olmak için birbirleriyle iddiaya tutuşmuştur. Tam o sırada Mike Lowery öldürülmek istenir. Zorlu bir tedavi sonrasında ölümden döner. Emekli olmak isteyen arkadaşı Marcus Burnnet’i ikna eder ve intikam almak için silah kuşanırlar. Karşılarındaki uyuşturucu baronesidir ve gözlerini kırpmadan insan öldürebilirler. Zaten kendilerini yakalayan ve mahkûm eden polisten savcıya, yargıçtan tanıklık edenlere kadar herkesi öldürürler. Tabii ki Bad Boys, zorlu ve çetin mücadele sonrasında çeteyi temizleyecektir. Ancak spoiler olmasın diye es geçtiğim bir nokta var ki, Mike’a yakışıklılığı ve kuşkusuz sevimliliği nedeniyle polis ekip başı da, uyuşturucu çetesinin başı da âşıktır. Gerisi size kalmış.

Hatırlar mısınız, bir zamanlar “Gırgır” mizah dergisi vardı ve vinyetinde “Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser. Her derde devadır, gırgır da gırgır” yazardı. Bad Boys için “Gırgır”ın sinema hali diye düşünebilirsiniz…

İyi seyirler…

Bad Boys: Her Zaman Çılgın
Yönetmen Adil El Arbi, Bilall Fallah
Oyuncular Will Smith, Martin Lawrence, Vanessa Hudgens…
24 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(23 Ocak 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Aslı Gibidir

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Telefonları ile dikey hareketli görüntü çekip sosyal medyada paylaşan sinema sektörü mensuplarını alenen kınıyorum. Yatay hareketli görüntüyü koruması gereken önde gelen kullanıcılar sinema sektörü insanlarıdır. Vatandaş bu furyada korkarım dikey hareketli görüntüye iyice alışacak, yatay hareketli görüntülü filmleri yadırgamaya başlayacak ve filmleri de dikey perdelerde, dikey görüntüyle izlemeyi talep etmeye başlayacak. Hareketli görüntülerinizi ve naklen yayınlarınızı yatay çerçeveyle yapmaya özen gösterin, özen gösterin, özen gösterin. Dikey görüntülü paylaşımlara beğeni koymayın, beğeni koymayın, beğeni koymayın. (27 Şubat 2019)

Atilla İlhan’ın “Ben sana mecburum” dizesinde sanki İstanbul’un da payı var gibime geliyor. Genelde İstanbul’u terk edip, Anadolu’nun bağrına doğru yelken açanlar giderlerken hep “Artık İstanbul’da yaşanmaz, trafik, kargaşa, kaos, vs., vs.” diyerek gidiyorlar; sonra bir bakıyorsun her yıl birkaç kez İstanbul’a gelmeden yapamıyorlar. O nedenle Atilla İlhan’ın “Ben sana mecburum” dizesinde sanki İstanbul’un da payı var gibime geliyor. (27 Şubat 2019)

Sadık Aslan’ın “Soğuktu ve Kar Yağıyordu” adlı romanı Dorlion Yayınevi tarafından satışa sunulmuş. Tanıtımında geçen, “İnce ince kar yağıyordu Ankara’ya. Sanki kar, bütün kötülükleri ve karanlıkları beyaza dönüştürmeye çalışıyor da Ankara direniyordu buna.” paragrafı, bir müziksevere doğal olarak Cem Adrian’ın “Kar yağmış yollara, örtülmüş izler… Sen yoksun ya, böyle ıssız Ankara, sensiz Ankara.” dizelerini; bir sinemasevere de doğal olarak Engin Ayça’nın 1990 yılı yapımı, başrollerini Türkan Şoray ve Ekrem Bora’nın paylaştığı o güzel “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu” filmini hatırlatıyor. Roman, adının ilhamını… (28 Şubat 2019)

“Bir Yıldız Doğuyor”un yeniden gösterime girmesine bakarsak Oscar rüzgârı diyeceğim ama değil, çünkü eski zamanların nitelemesiyle sinema sezonunun tam ortasında, filmlerin hafta bulmakta göbeklerinin çatladığı zaman aralığında, bizimkiler “Müslüm” ve “Aslı Gibidir” de, yeniden vizyona girdi. Her halükârda neşesini bozmayan; iyi günde, kötü günde vur patlasın, çal oynasın televizyonu Flash TV.nin de kapandığı göz önüne alınırsa, görüntü sektöründe bu durum pek hayra alamet değil sanki. (02 Mart 2019)

Bir Varlık Hikâyesi: İhtiyarlara Yer Yok: Siz siz olun, biriktirdiğiniz dönüşüm malzemelerini caddedeki geri dönüşüm kumbarasına götürmek için evden çıktığınızda, önce malzemeleri atın, sonra alışveriş yapın. Bendeniz hata ettim, önce iki yufka aldım. Görenlerden “çöp biriktiren amca” damgasını yememek için, elimdeki şeffaf geri dönüşüm torbasını, yufkaların bulunduğu torba ile kamufle ettim. Sonra gittim, dalgınlıkla hepsini birden geri dönüşüm kutusuna bir güzel attım. Eve dönüşte baktım elimde yufka torbası yok, geri döndüm kumbaraya baktım. Yufka torbam dipte yatıyor, alamadım tabi ki. Hanımın menfi iltifatlarına muhatap olmamak için tekrar gidip iki yufka daha aldım. Dolayısıyla iki yufkaya dört yufka parası ödemiş oldum. Bunlar hep varlıktan oluyor ve tam burada o efsane tweeti akla getiriyor. Toplu taşıma vasıtalarında yer vermiyorlar diye gençlere sitem eden ihtiyarların, varlık kuyruğunda saatlerce bekleyebilmeleri de tanrının bir mucizesi olsa gerek. (02 Mart 2019)

Bir sosyal medya kullanıcısı çok güzel yazmış. Yatırımlar, paramızın 6 sıfırlı zamanındaki 20, 25 katrilyonlarla ifade edilirken, patatesin fiyatı günümüzdeki 6 sıfırsız 2, 3 liralarla telâfuz ediliyor diye. Eee çok doğrudur; İzmir’de belediyenin yaptığı ulaşım “zam”ları, İstanbul’a gelirken yolda gelirken değişime uğrayıp “fiyat ayarlaması” olmuyor mu? Cumhuriyetin ilk yıllarında kazma, kürekle yapılan yolların, günümüzde devasa iş makineleriyle yapılan yollarla mukayese edilmesi gibi. Vatandaş yemiyor yani… 15 liralık patlıcanı. Gidip tanzim satışından alıyor. (03 Mart 2019)

Yaşlılıkta da bir hikmet var, bazen işe yarıyor. TRT Müzik’te yayınlanan “Yeşilçam’dan Şarkılar” programında “Ben gamlı hazan sense bahar, dinle de vazgeç” şarkısının, Cüneyt Arkın ve Fatma Belgen’in oynadığı Erman Film yapımı “Alın Yazısı” adlı filmin şarkısı olduğu şeklinde ifade edildi. Oysa film 1972 yılı yapımı, şarkı ise Melahat Pars tarafından 1950’lerde bestelenmiş. Program yapanların, hele hele TRT.de program yapanların biraz araştırma yapmalarında ve daha dikkatli davranmalarında fayda var. (03 Mart 2019)

Zaman açısından ileride gibi görünüyoruz ama bizden öncekilerin şarkılarını, türkülerini söylediğimize; şiirlerini, romanlarını, hikâyelerini okuduğumuza göre bir bakıma onlardan ve o zamanlardan gerideyiz. (09 Mart 2019)

Hayatın içinden, ayniyle vaki, taze bir hikâye: Siz yine 25 kuruşluk poşete yatın kalkın dua edin. Malkara Can Güler Peynir Helvacısı’ndan peynir helvamı aldıktan sonra karşısındaki ünlü Vefa Bozacısı’ndan da 1 kilo boza alayım dedim. Kasadarın tepesindeki listede yazan 15 TL.yi tezgâha koydum. Kasadar “18 lira.” dedi. Tepeyi işaret ettim, “Orada 15 yazıyor.” dedim. “Evden kap getirirseniz öyle.” diye soğuk soğuk cevap verdi. Matematiksel hesaba göre, ünlü Vefa Bozacısı plastik kabı 200 gram bozaya satıyor. Geri götürüp 3 liramın iadesini talep etsem mi? Acaba? Siz yine 25 kuruşluk poşete yatın kalkın dua edin. (11 Mart 2019)

Sinema Yazarı vasfını haiz arkadaşlar her halükârda sinema salonunda film seyrini teşvik etmeli. Devran döndü, zaman değişti. Gönül, mısır hışırtısı ve telefon ışıltısı olmadan film izlemek istiyor ama öyle de olsa film seyrinde öncelik büyük perdeli sinema salonlarının olmalı. Evde yüksek teknoloji ekranlı TV.lerde Netflix ve diğer dijital imkânlarla film izlemeye öncelik veren yazar arkadaşların unvanlarını da dijitalleştirip Netflix Yazarı, Dijital Yazar, vs. gibi değiştirmeli. (12 Mart 2019)

(23 Ocak 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Hayvan Dostlarımızın da Ruhu Var: Dolittle

Sadece insanları öne çıkarsak da bu dünyada çiçekler, ağaçlar kadar hayvanlar da yaşıyor ve onları -asla- göz ardı etmemeliyiz. Dr. Dolittle tam da bunu izletiyor bize…

Doktor Dolittle, hayvanlarla iletişim kurabilen biri olsa da, eşini kaybettikten sonra inzivaya çekilir. İngiltere Kraliçesinin yardım talebini kıramaz ve yeniden sıvar kolları… Bu arada alabildiğine iyi niyetle kendisinden yardım almaya geleni de “çırak” olarak kabul eder.

Okulların yarıyıl tatilinde çocuk filmlerinin seansları kapattığı gerçeği çerçevesinde, Dolittle, her yaştan ve her kesimden “çocuk” için keyifli, bir o kadar da bilinçlendirici bir film. Keyifle izleniyor ve Avusturalya’da bütün kıtayı saran ve aylardır söndürülemeyen yangınlarda yok olan canlıların sarstığı gündemi bir kez daha değerlendirmemize sunuyor.

İki, belki de üç kuşak öncesinin kitaplarından beyazperdeye yansıyan Doktor Dolittle, gelişen teknolojinin yardımıyla çok daha izlenebilirlik kazanmış. Ama asıl önemli olan Doktorun hayvan dostlarının duygu yüklü olmaları… Sadece onunla kalmayıp belirleyici de oluyorlar.

İzleyiciyi hayvanların cüsselerine oranla tam tersi karakterleri ve umulmadık sürprizler gerçekten etkileyecektir.

Sanki film çıkışında herkesin üzerine konuşmasını, konuşmanın da günümüz çevreciliğine varmasını istiyorum… Benim için değil, kendi yaşamımız için.

İyi seyirler…

Dolittle
Yönetmen Stephen Gaghan
Oyuncular Robert Downey Jr., Antonio Banderas, Michael Sheen, Jim Broadbent, Jessie Buckley…
17 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(16 Ocak 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Benim Ülkemde Ne Arıyorsun Pislik!

Sinema eleştirmenliğinden gelme Brezilyalı yönetmen Kleber Mendanço Filho’nun ülkesinin kültürel değerlerinin işgaline karşı soylu isyanı sürüyor. Bizde de gösterime girmiş olan bir önceki filmi ‘Aquarius’, kendi çocukluğunun geçtiği Brezilya’nın Atlantik Okyanusu’na nazır sahil kasabası Recife’de kârlı rezidanslar inşa etme için yıkılmak istenen eski apartman dairesini terk etmeyip direnişini sürdüren yaşlı kadının hikâyesi üzerine kuruluydu. ‘Bizler mekânımızla bütünleşiyoruz. Anılarımız kimliğimizi oluşturuyor. Tarihi binaları yok ederek birkaç kuşağın kültürünü yok ediyorsunuz, anılarını siliyorsunuz’ sözleriyle itirazını dile getirmişti sinemacı.

Aynı filmin yapım tasarımcısı Juliano Dornelles ile ortaklaşa yazıp yönettikleri, geçtiğimiz Cannes şenliğinden jüri ödüllü son filmi ‘Bacurau’ konuya daha geniş açıdan bakıyor. Yıldızlarla dolu gökyüzünden dünyamıza inen kameranın işaret ettiği, filmle aynı adı taşıyan Brezilya kırsalındaki küçük köyde yaşayanlar ‘yabancıların’ tehdidi altındadır. Uluslararası bir komplo ile haritadan silinen topraklarını müdafaa etmek bu şirin bölgede yaşayan topluluğun bireylerine kalmıştır.

Bizlere çok aşina bu hikâyeyi, önceki filmlerinden çok farklı bir stilde anlatmayı seçmiş filmin çifte yazar yönetmenleri. Adını geceleri avlanan kuşlardan alan küçük ‘Bacurau’ köyü gözden ırak bir western kasabası olarak tasarlanmış. Topluluğun saygıdeğer büyüğü büyükannesinin cenazesi için doğduğu topraklara dönen Teresa’nın köy yolunda karşısına çıkan devrilmiş kamyondan etrafa saçılmış tabutlar, bedeninden ayrılmış bir başı ağzında taşıyan köpeğin görüntüsü, kaktüslerle beslenen çöl atmosferi ve pencerelerin ardından kuşkuyla bakan insanlar, bu daha çok spagetti westernlere özgü dünyayı kurmaya yönelik olarak düşünülmüş.

Anaerkil bir yaşamın sürdüğü köyde; alkolik kadın doktor, kazma dişli yaşlı çalgıcı, sevimli bir küçük fahişe, onun kızıl saçlı pezevengi, suç işlerini bırakmış eski gangster, köy meydanına kurduğu mobil ekranda her çeşit youtube videolarına ve şehir haberlerine yer veren matrak DJ, siyahlar, melezler, eşcinsel ve travesti bireyler eşit ve özgürlükçü bir dünyayı paylaşıyor. Ancak herşey göründüğü gibi yolunda gitmiyor aslında. Bölgedeki isyancı güçlere karşı yollar kapatılmış, yiyecek ve su sıkıntısı baş göstermiştir. Yeniden seçilmek isteyen üç kağıtçı belediye başkanı ise çoğunun kullanım süresi dolmuş ilaçlar ve yiyeceklerle köylülerin gönlünü kazanma derdindedir.

Köyün çevrimiçi bağlantısının kesilmesi ve haritadan yok olması işgali haberler. UFO biçimindeki dronlarla gözaltında tutulan yerleşim bölgesi hedef tahtasındadır. Aralarında İngilizce konuşan Amerikalısı, Almanı, Rusu, İngilizi ve anlaşmalı yerli işbirlikçileri, köyün elektriğini keserek kanlı ablukayı başlatır. İsyancı güçlerin de desteğini alan köy halkı, yaşlısıyla genciyle kendilerini ve kültürlerini koruyabilmek için silahlı mücadeleye girişmek zorundadır artık.

Brezilyalı sinemacıların bilim-kurgusal nitelikler de barındıran anti-westerni esin kaynakları açısından pek zengin. ‘Cinema Nuovo’nun kurucusu, ülkenin efsanevi sinemacısı Glauber Rocha’nın sosyal gerçekçi ve devrimci sinemasının izlerinin Western ikonografisine, 70’li yılların Amerikan sineması ve Vietnam savaşı anılarına karıştığı melez bir üslûp söz konusu. Farklı karakterlere eşit mesafede yaklaşan, farklı hikâyeleri paralel olarak sergileyen filmin temel hedefi çağdaş emperyalizmin ve vahşi kapitalizmin yerel kültürleri, tarihsel zenginlikleri yok etmeye yönelik hırslarına karşı mücadelenin bayraktarlığını yapmak.

Bir karakterin işgâlci yabancılara ‘benim ülkemde ne arıyorsun pislik!’ şeklindeki isyanı bu açıdan anlamlı. Dün Vietnam’da, Afganistan’da, bugün Irak’ta, Suriye’de sergilenen oyuna; güzel ülkemiz üzerinde planlı ve kanallı bir biçimde düzenlenen işgal tezgahına karşı bir isyanın çığlığı; yolsuzluğun ve çağdaş sömürgeciliğin ayyuka çıktığı Brezilya ve emsal ülkeler ahvalinin eşsiz bir metaforu niteliğinde bir politik alegori ‘Bacurau’. Bu yazı yayınlandığında sinemalardaki kısa gösterimini tamamlamış olabilir. Ne yapıp edin, bir yerlerde bulup izleyin.

(13 Ocak 2020)

Ferhan Baran

[email protected]

2019’dan Benim Seçtiklerim

2019 yılına ilişkin geleneksel en iyiler listemde bu yıl 15 adet film yer alıyor. Bunlar, geçtiğimiz yıl içinde ticari gösterime çıkmış ve/veya çeşitli festivallerde izlenmiş yapımlardan oluşmaktadır. Listede yer alan filmlerin önemli bölümüne ilişkin yazılarımın tamamına arşivimizden ulaşabilirsiniz.

1- ALEV ALMIŞ BİR GENÇ KIZIN PORTRESİ / PORTRAIT DE LA JEUNE FILLE EN FEU

Listemin başında yer alan yapım, yalnızca derin bir tutkunun öyküsü olarak kalmayıp, özgürlük ve kadın hakları manifestosuna dönüşen eşsiz bir görsel deneyim. Vivaldi Mevsimler’in fırtına bölümünün tınısıyla bütünleşen, 18. yüzyıl resminin parlak bir sinematografiyle beyazperdeye taşındığı, imkânsız bir aşkın şiirsel öyküsü. Yönetmen Céline Sciamma’nın her adımda geleneksele yüz çevirdiği benzersiz bir başyapıt.

2- DENİZ FENERİ / THE LIGHTHOUSE

Filmekimi’nin sürpriz filmi, bir deniz fenerinin bekçisi olan biri kıdemli eski denizci iki adamın geçen zamanla ve yalnızlıkla akıl sağlıklarını kaybedip en derin korkularıyla yüzleşmelerinin hikâyesi. Başrollerini Willem Dafoe ile Robert Pattinson’ın paylaştığı, 35 mm filmle ve siyah-beyaz çekilmiş olan yapımın yazar ve yönetmeni Robert Eggers, Herman Melville ve Joseph Conrad gibi edebi esinlerini, Stanley Kubrick ve Bela Tarr benzeri auteur sinemacılardan referanslarla buluştururken, otorite ve yakıcı iktidar tutkusunu irdeleyen yılın en özgün yapımlarından birine imza atmış.

3- SARAYIN GÖZDESİ / THE FAVOURITE

Yunan sinemasına özgü absürd akımın öncülerinden Yorgos Lanthimos, 18. Yüzyıl başları İngiliz kraliyet sarayını mekân almış çalışmasında, dönem filmlerine ilişkin bildik normları eğip büküyor. Mum ışığında çekilmiş sahnelerde, acısıyla kederiyle, neşesiyle sevinciyle, ihtirası ve zalimliğiyle insan ruhunu eşelemeyi sürdürüyor. Oscar’lı Olivia Colman, Rachel Weisz ve Emma Stone üçlüsünün birinci sınıf yorumlarının da katkısıyla, kolay rastlanmayacak incelik ve hınzırlıkta bir başyapıt.

4- BİZİM ÇAĞIMIZ / NUESTRO TIEMPO

If Bağımsız Filmler Festivali’nin güzel sürprizlerinden biri. Çağımızın en önemli yaratıcılarından Carlos Reygadas’ın son yapıtı. Meksikalı usta sinemacının kendisi ve eşini başrole aldığı bu son filminde, aşkın ve evliliğin sürdürülebilirliğini sorguluyor. Ataerkil kültür ve aynı ‘Deniz Feneri’nde olduğu gibi erkeklik hallerine neşter atarken, aşk ve sahiplenme ilişkisini tartışmaya açıyor.

5- GÜNEY İSTASYONUNDA RANDEVU / NAN FANG CHE ZHAN DE JU HUI

Filmekimi programında izlenen film Çinli yönetmen Diao Yinan imzasını taşıyor. Bu şiirsel gece filmi, izbe ve yoksul su mahallelerinde geçen, soluk soluğa izlenen bir polisiye. Kapitalist Çin’in nimetleri gökdelenlerin yükseldiği lüks sitelerin yer aldığı reklam panosunda beliriveriyor yalnızca tek bir sahnede. Yönetmen bir ressam titizliğiyle ışık-gölge oyunlarına girişiyor. Kentin tekinsiz karanlığını neon ışıklarıyla boyuyor.

6- JOKER

Sanatsal ve ticari başarının birlikteliği çok az filme nasip olur. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ödüllü ‘Joker’ bunu başaran ender yapımlardan. Yönetmen Tod Philipps keyifli bir ters köşe yapıyor, klasik bir Batman filmi bekleyenleri, benzersiz bir karakter yaratma sürecine ortak ediyor. Chaplin’in dehasından ‘Guguk Kuşu’na, ‘Taksi Şöförü’ne, sessiz sinemanın ünlü klasiği ‘Dr. Caligari’nin Muayenehane’ne uzanan referanslar doğrultusunda ilerleyen ve delilik üzerine yapılmış en iyi filmler arasında hakkıyla yerini alan film, Joaquin Phoenix’in sınırları zorlayan yorumuyla devleşiyor.

7- KIZ KARDEŞLER

Bir dağ köyüne sıkışmış bireylerin yoksunluğunu, çaresizliğini, çıkışsızlığını, ağırlıklı olarak bir gece boyunca aktaran Emin Alper’in ‘Tepenin Ardı’ndan sonra bir kez daha kırsal tek mekâna döndüğü bu yeni eseri her anlamıyla kusursuz. Besleme olarak kasabalı, şehirli evlere gönderilen kızların hikâyesi çok vurucu belki, ancak zincirlerini kırmak için didinen Veysel’in çıkışsız mücadelesi bir o kadar etkileyici. Çok iyi oyunculukların yanı sıra (Kayhan Açıkgöz’e özel bir selam), Alper’in kırsal alanda kadın cinselliğini yaman bir biçimde ele alan incelikli senaryosu ve güçlü diyalogları, Emre Erkmen imzalı görüntüler, Çiçek Kahraman’ın başarılı kurgusu ve iki Yunan bestecinin (Giorgos ve Nikos Papaioannou) yaylılar eşlikli etkileyici müzik çalışmasını teker teker anmadan geçmeyelim.

8- ELVEDA OĞLUM / DIJIUTIANCHANG

80’li yıllardan günümüze Çin toplumunu kasıp kavuran sosyo-ekonomik değişimin insanların hayatlarını nasıl etkilediğini ve nasıl bedbaht ettiğini; devletin ve rejimin ezdiği bireyin dramını hüzünle aktaran üç saat uzunluğunda bir nehir film. Çinli usta sinemacı Wang Xiaoshuai imzasını taşıyor. Her ikisi de bu yıl Berlin’den ödülle dönen başrol oyuncuları mükemmel.

9- UZUN KIZ / DYLDA

1945 Leningrad’ında savaş sonrası travmalarıyla boğuşarak yeniden hayatın anlamını bulmaya çalışan bir toplumun ve özelde ayakta durmaya çalışan iki kadının hikâyesi. Filmin başarısı, 28 yaşındaki gencecik yönetmen Kantemir Balagov’un geçtiğimiz yıl Boğaziçi Film Festivali programında yer almış ‘Yakınlık / Tesnota’yı izleyenler için pek de sürpriz sayılmaz. Daha ilk filminden yaratıcı sinemacı kumaşıyla izlemeye aldığımız Kuzey Kafkasyalı yönetmen, bu defa İkinci Dünya Savaşı’nın yeni sona erdiği bir zaman diliminde savaşın fiziksel ve ruhsal yıkımlarını değme ustalara taş çıkartırcasına resmederken, unutulmaz plan-sekanslara imza atıyor.

10- PARAZİT / GISAENGCHUNG

Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ödüllü film, türler arasında sörf yaparken odak noktasını kaybetmeyen Koreli yönetmen Bong Joon-Ho’nun fantastik evrenine özgü çizgi dışı bir yapım, çağımız kapitalizminin sınıf ilişkilerine metaforlarla yüklü ilginç bir bakış. Mizahi tonun gerilime, giderek bir korku filmine dönüştüğü yapım sürpriz şoklarıyla seyirciyi sarsıyor. Dahiyane prodüksiyon tasarımı ile büyülüyor

11- BİZ / US

Yılın ilgiye değer keşiflerinden biri. En iyi özgün senaryo Oscar ödüllü ilk uzun metrajı ‘Kapan / Get Out’ ile tanınan Jordan Peele yönetiyor. Gerilim / korku sineması külliyatını çok iyi hatmetmiş olan sinemacı, sinema tarihinin kült filmlerine göndermeler yapıyor, korku sinemasının alt türlerinde hınzırca geziniyor. Carl Jung’un ‘gölge arketipi’nden esinle benliğin karanlık tarafına doğru şeytani bir yolculuğa çıkıyor.

12- ÜZGÜNÜZ, SİZE ULAŞAMADIK / SORRY WE MISSED YOU

Sosyalist düşüncenin yılmaz sözcüsü Ken Loach’un 82 yaşında çektiği son filmi bu. Usta yönetmen bu defa dört kişilik genç bir çekirdek ailenin yaşam mücadelesini ele alıyor. Anne babayı sabahın köründen gece yarılarına kadar köle gibi çalıştırıp posalarını çıkartan kapitalist düzeni kıyasıya eleştiriyor yine. Filmin adı çifte anlamlı. Düz anlamıyla kuryelerin alıcıyı bulamadıklarında kapıya iliştirdikleri not olarak gözükse de, toplumun görmezden gelinen insanları ve işçi sınıfına hitaben devlet, düzen, sistem adına özür diliyor yaşlı kurt sinemacı. Her Ken Loach filmi gibi çok ilgiye değer, saygın bir sinema örneği.

13- SONSUZLUK HAKKINDA / OM DET OäNDLIGA

If Bağımsız Filmler Festivali’nin bir güzel sürprizi daha. İsveçli bilge sinemacı Roy Andersson’ın Venedik’te en iyi yönetmen olarak ödüllendirildiği son şaheseri ‘Sonsuzluk Hakkında’ 76 dakikalık süresi içinde insanoğlunun varoluş hüznünü ve coşkusunu tüm derinliğiyle duyumsatıyor. Unutulmaz plan sekanslar eşliğinde bir kez daha. Yönetmen, sonsuzluk kavramı üzerine yeni bir meditasyona soyunmuş. Termodinamik yasalarına göre her birimiz bir enerji değil miyiz ve yıllar yıllar içinde yeni bir formda tekrar biraraya gelmemiz olası değil mi..

14- ACI VE ZAFER / DOLOR Y GLORIA

Pedro Almodóvar 70 yaşında. Usta yönetmenin kendi yaşam öyküsünden derin izler taşıyan, kurgu bir karakter yarattığını söylese de, bizzat kendi evinde şahsi giysilerini kuşanmış Antonio Banderas ile çektiği film, sanatçının itiraf metni niteliğinde. Almodóvar usulü bu yaşam güzellemesi, kederiyle sevinciyle, acısıyla mizahıyla hayatla hesaplaşmanın hikâyesi. Belki de bir vasiyet film. Penelope Cruz’un giderek ne kadar Sophia Loren’e benzediğinin altını çizmek isterim.’Özel Bir Gün’den benzer bir plan bile kullanılmış.

15- OYUNBOZAN / SYSTEMSPRENGER

Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nin en iyi filmlerinden biri. Babasını hiç tanımamış, pasif annesinin baş edemediği, koruyucu ailelerden çocuk bakımevlerine dolaşıp duran 9 yaşındaki Benni’nin tedirgin serüveni kurgu bir hikaye, ancak bu zorlu süreci bir belgesel titizliğiyle aktarıyor film. Alman sinemasının parlak yeteneklerinden genç sinemacı Nora Fingscheidt’ın bu ilk uzun metrajı, Benni’nin kaotik enerjisinin ardına gizlenmiş hüznü izleyiciye geçirmeyi başarıyor. Bunda filmi sırtlayan keşif oyuncu Helena Zengel’in katkısı büyük.

(02 Ocak 2020)

Ferhan Baran

[email protected]

Hayatı Savunmak Gerekir: Resmi Sırlar

Etik değerler belirleyicidir yaşamımızda. Her ne olursa olsun tutarlı, kararlı ve dürüst olursanız dik durabilirsiniz, koşullara eğilmezsiniz.

Dünya, son yıllarda iyiden iyiye savaşla birlikte dönüyor boşlukta. Öyle ki yeni bir paylaşım savaşı eşiğinde olduğumuzu bile söyleyebiliriz. Politikacılar kendi çıkarları doğrultusunda birçok karar alabilir ve uygulayabilir, ama bu kararlar halkın çıkarına ve barışçıl olmayabilir. Birilerinin çıkıp “kral çıplak” demesi gerekir…

Bıçak sırtı durum…

Katherina Gun (Keira Knightley), İngiliz istihbarat teşkilatında çalışan bir “casus”tur, vatan hainliğiyle suçlanacağını bilerek, içinin sesini dinler ve yüksek gizlilikteki bir yazışmayı basına sızdırır. Şimdi, Katherina hain midir, vatansever mi?

Evlidir, eşi göçmendir ve her hafta polise imza atmak zorundadır, kendisinin kefil olması nedeniyle… Ancak tüm bunlar onun vicdani sesini dinlemesine engel olmaz ve açıkça söyler: “Ben sızdırdım”.

Gerçekten gerçek…

Irak Savaşı sırasında yaşanan gerçek bir olayı, olağanüstü güçlü ve hiçbir hileye başvurmadan senaryolaştıranlar arasında olan ve o senaryoyu gerçekten abartıya kaçmadan, dozu kıvamında perdeye aktaran yönetmen Gavin Hood hepimize bir anlamda yeni bir pencere açıyor. Özellikle de basının tek yanlı olduğu, gerçekleri gizlemeleri için baskıların yapıldığı tam da şu günlerde…

Bizdeki MİT tırları olayını çağrıştırdı bana bu film. Öyle ya, apaçık bilinen, politikacıların yalanlarıyla gizlenmeye çalışılan bu tür durumlarda kararlı olmak, dik durmak her şeyden önce bir insan olma durumudur.

Zor bir durum…

Yaşanan zor durumun farkında olan genç ajan, sınır dışı edilmesine ramak kalmış eşi, gerçek bilgileri yayımlamaktan kaçınan gazete(ci)ler ve daha birçok ayrıntı… Filmde rol alan oyuncular da konunun önemini ve özelliğini kavramış başarıyla canlandırıyor karakterleri… Yönetmen zaten sakin ve abartıya kaçmayan rejisiyle izleyiciyi çekiyor kendisine… Senaryo gerçekten heyecanlı, merak uyandırıyor… Kısaca, filmin temposunun düşmesine izin vermiyor tüm ekip.

Biz izleyiciye kalansa, 20 yıl kadar önce yaşanan bu olayı hatırlarken ülkemizde de benzer durumlar olursa nasıl tavır takınılması gerektiğini kararlaştırmak.

Resmi Sırlar (Official Secrets)
Yönetmen Gavin Hood
Oyuncular Keira Knightley, Ralph Fiennes, Matt Smith (IV), Adam Bakri, Matthew Goode, Rhys Ivans, Indira Varma, Myanna Muring…
03 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(02 Ocak 2020)

Korkut Akın

[email protected]