Kategori arşivi: Yazılar

Sinema Gişelerinin Kurtuluşu İçin Vergilerde Düzenleme Gerekiyor

Türkiye’de bir sinema bileti üzerinde uygulamada olan vergi oranları üretimi zorlayan bir yoğunluktadır. Sinema alanında gerçekleştirilecek vergi güncellemesi bütün kazanç paydaşlarını rahatlatacaktır…

Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, Kriz var kriz var bunalım var
Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, İşveren zor durumda, İşçiyi bağrına basar
Reva mı bu efendim, Bunalım bundan doğar
Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, Kriz var kriz var, Bunalım var
Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, Demek ki ne yapmalı, Paradan at bir sıfır
Artsın öyle fiyatlar, İşçi fazla at gitsin
Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, Kriz var kriz var, Bunalım var
Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, İşsizlik pahalılık, Konjonktür enflasyon.
Milletçe fedakarlık, Kriz bunalım derken
Bilançoya bir baktık, Bu yıl iki misli kâr, Hayret şu işe bak sen, Nerden geldi bu kârlar
Kime gitti bu kârlar
Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, Kriz var kriz var, Bunalım var
Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, Kime gitti bu kârlar, Aman kimse sormasın
Kim kazandı bu işten, Aman kimse duymasın
Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, Oyna vatandaş oyna
Ekonomi tıkırında, Ekonomi tıkırında, Kriz var kriz var, Bunalım var

Yukarıdaki sözler Yılmaz Onay’a ait. 1981 yılında Yılmaz Onay’ın kaleme aldığı şiirin adı Ekonomi Bilmecesi. 1983’te usta müzisyen Timur Selçuk’un ‘Dünden Bugüne’ isimli albümünde yerini alan, bestesi de Yılmaz Onay tarafından yapılan bu eser Timur Selçuk’un hınzırca seslendirmesi eşliğinde ülke müzik tarihindeki yerini aldı. 38 yıl önce yaratılmış bu eser Türkiye için her devirde daim ve bugün de düşündürttükleri açısından fazlasıyla güncel…

Oysa Türkiye sinema gişeleri için de çok ‘tıkırında’ gidiyormuş her şey. Her yıl, bir önceki yıla göre artan bilet satışları, % 60’ları aşan yerli film bilet satışı hakimiyeti, 200’lere yaklaşan yıllık film üretimi… Koltuk başına düşen bilet satışı ve nüfusa oranla film başına düşen satışlarda yüksek kayıtlar alınmasa da sinema gişelerinden alınan mali dönüşler bugünkü kara tabloya göre oldukça iyiymiş… ‘Kara tablo’ benzetmesi biraz ağır olabilir fakat 2019’da, 80 milyon bilet satışı bandını geçmeyi beklerken ve gösterim programında bu hedefi sağlayacak bir çok film varken bir takım negatif uygulamalar sonucunda bir önceki yılın satış seviyesini yakalamayı çalışmak hiç de ferah bir tabloyu işaret etmiyor.

Türkiye’de film prodüksiyonu gerçekleştiren yapımcı firmalarla Kore’nin eğlence sektörünün dev şirketi CJ’e satılan Cinemaximum Sinemaları arasında patlak veren gelir paylaşımı sorunu sebebi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde çalışmalarını gerçekleştiren Sinema Genel Müdürlüğü’nün devreye girmesiyle ülkenin sinema işletimi dinamiklerinde bir dizi düzenlemeler yapılmış ve bu süreç yeni bir yasanın yürürlüğe sokulmasıyla noktalanmıştı. Türkiye’de mevcut, hakim yönetim iradesinin her alanda kolaylıkla sonuçlandırdığı yasa ve uygulamalar gibi sinema yaşamını da düzenleyen bu yeni taslak herhangi bir dirence uğramadan yasalaştı ve yönetmelikleri oluşturuldu. Sinemanın gelişimini, filmlerin ve bu alanda üretim gerçekleştiren, çalışan, emek sarf eden insanların yararına olduğu söylenen yasanın bütün maddeleri aslında sansürü, yasakları, kısıtlamaları ve antidemokratik, özgürlükten uzak uygulamaları Türkiye sinema yaşamına dayattı. Sinema gişelerinden elde edilen gelirin -kısmen- Türk televizyonları için üretilen dizi filmlere aktarılmasından, büyük ekonomik sıkıntılarla mücadele eden sinema işletmelerinin reklam gelirlerinin kısıtlanmasına kadar, film yapımcılarının ve sanatçıların icracısı ve yaratıcısı olduğu yapımlarının içeriklerinin sansürlenmesinden sinemaseverlerin film izleme alışkanlıklarına olumsuz etki edecek bir dizi uygulamaya dek, negatif etki doğuran maddeler eşliğinde oluşturulan ve yasalaşan bir metinden bahsedebiliriz. Kaldı ki; yasalaşmadan önce komisyonlarda ve çalıştaylarda yeterince tartışılamayan bu yasa tasarısı meclis onayından sonra doğurduğu yönetmeliklerle de -en başta- sansürü destekleyici uygulamalarıyla kendisini hissettirmeye başladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı huzuruna taşınan düzenleme talebi günün sonunda sinema piyasasını olumsuz yönde etkilemiş gözüküyor.

Kampanyaların yasaklanması ve sinema işletmecisiyle yapımcılar arasındaki gelir paylaşımı anlaşmalarının sekteye uğramasından ötürü sinemada film izleyen kitle için en önemli unsur olan ‘bilet fiyatları’ 12 TL. ortalamasından 16 – 17 TL. ortalamasına çıkarken salonları yaygın olarak kaplayan yabancı stüdyo filmleriyle, Türkiye’nin yüksek gişe beklentili yapımlarının biletleri ilk vizyonlarında 20 ila 25 TL. arasında bilet satış fiyatlarıyla gişedeki yerlerini aldılar.

Bugün, yeni yasanın ardından Türkiye sinema yaşamında yönetmenler ve film yapmak isteyen girişimciler, senaristler bakanlıktan maddi destek almaya karar verdiklerinde vergi borçlarından, sigorta prim ödemelerine, mal varlıklarından, ipoteğe dek bir çok zorlu prosedüre tabi tutuluyor. Hiçbir sinema işletmesi direkt olarak, karşılıksız maddi işletme desteği alamazken perde reklamlarının süresi, bilet satışlarının denetimi gibi konularda baskıya uğruyor. Özgür olması gereken sinema filmlerinin gösterimleri sadece sinema salonlarında değil, dijital mecralarda ve televizyonda sert sansürlere maruz kalıyor. Sinema yaşamını oluşturan bütün unsurların yanı sıra sinemaseverler de artan film izleme maliyetleri sebebiyle mağdur pozisyonunda. Ve ne yazık ki yeni yasa ve onunla birlikte gelen uygulamalar bu kara tabloyu aydınlatacak herhangi bir madde içermiyor.

Toplum anlayışı içinde pozitif bir kavramdır aslında ‘vergi’. En basit haliyle 2019’un ilk aylarında yasalaşan sinema yaşamına yönelik maddeler içerisinde ticari sinema piyasasını rahatlatacak, üretimi ve bilet satışı adedini arttıracak vergi ve vergilendirme konusunda herhangi bir düzenlemeye gidilememiştir. Filmlerin özgürleşmesini sağlayacak, sansürü destekleyen maddelere itiraz edilmediği gibi sinema işletmelerinin, onlardan hareketle izleyicinin sinemada film izleme alışkanlığını teşvik edecek, bilet fiyatlarının düzenlenmesi konusunda herhangi bir adım atılmamış, atılamamıştır. Aksine kampanyalar engellenerek, bilet fiyatının artmasının önü açılmış, genellikle boş koltuklara film oynayan sinema salonlarına anlık bildirim zorunluluğu getirilmiş ve aksi durumlarda yüksek para cezaları -tehditvari- yasalaştırılmıştır. Yine de, bu uygulamaların ya da önerilerin ortaya çıkartılması kötü bir niyete dayandırılmamalıdır. Vahim olan yasa yapıcı ile icracılar arasındaki yetersiz iletişimdir. Sinema piyasasının bakanlık ya da özerk kurumlar vasıtasıyla düzenlenmesi gerekli, hatta da şarttır. Mamafih bu maddelerin ağırlıklı olarak icracıları tarafından yapılması, son halinin verilmesi kaçınılmazdır. Türkiye sinemasının hassas ticaret ortamının mevcut dinamiklerini, bugünlere gelirken (1990’lı yıllar ile 2010’lu yıllar arasındaki farka bakmak yeterlidir) geçilen mayınlı, meşakkatli yolları görmezden gelerek, sinema işletmelerinin, sinemacıların, yapımcıların, yönetmenlerin iradesinden uzakta kalan bir yasa yapmak ve bunu yetersiz haliyle uygulamaya koymak bugünkü kaçınılmaz krizin mimarıdır.

Basit bir hesapla; Türkiye’de 01 Temmuz 2019 tarihinden sonra sinema filmi yapımcılarının kasasına bir bilet üzerinden, -önceki döneme- göre hakkaniyetle bölünen bir pay intikal etmektedir. Yasaya sebep olan karmaşık dönemde kabaca; 12 TL’ye satılan bir sinema biletinden yapımcıya 5 TL. dönmekteyken bugün ortalaması 16 TL’ye gelen bir biletin 7 TL.’si aynı yere dönüş yapmaktadır. Paylaşım oranlarında çok büyük bir değişiklik olmadığı gibi satılan bilet toplamlarındaki düşüş, kan ağlayan sinema salonlarının teker teker kapanmasına, yapımcıların ise üretimde daha uzun süreler düşünmesine sebep oluyor.

Hükümetin ve dolayısıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın böyle bir hassasiyeti (!) var mıdır bilinmez ama sinema piyasası ile ülkedeki film üretiminin nicelik açısından ve ulaşılan ticari gelir düzeyinde korunabilmesi için bir çözüm önerilebilir. Piyasayı destekleyecek en önemli girişim biletler üzerinden alınan eğlence vergisine uygulanacak indirim ya da muafiyetler olabilir. Olabilirdi.

Türkiye’de sinemaya giden insanlar ödedikleri bir sinema bileti tutarı içinden % 10 oranında eğlence vergisi ödemek mecburiyetindedir. Bu vergilendirme eğlence vergisi adıyla sinemada film izleyen her bir kişiden alınmaktadır. Ödeme pratiğine bakıldığında sinemaya gidenler % 10’luk eğlence vergisini sinema gişelerinden bilet alırken peşinen ödemektedir. Sinema işletmeleri bu oranı her bir sinemasever adına devlete iletmekle yükümlüdür. Aslında eğlence vergisi ne sinema işletmesinden ne de film yapımcısında alınmaktadır. Temel olarak biletlere uygulanan eğlence vergisi bilet alan kişilerin ödemekle yükümlü olduğu bir vergidir. Sinema işletmeleri ve film yapımcıları kanunlarla sınırlı şirketlerdir ve rutin vergilendirmeler, eğlence vergisi haricinde zaten uygulanmaktadır. Kestikleri faturalardan alından katma değer vergileri, yıllık kurumlar vergisi ve şirketlerin yapısına göre tahakkuk eden diğer vergiler… Teorik olarak sinema bileti satın alan kişilerin ödemekle yükümlü olduğu eğlence vergisi pratikte sinema gişelerinin kasasında toplanarak sinema işletmecileri aracılığıyla ilgili devlet kurumlarına ulaştırılmaktadır. % 8 katma değer vergisi ve iletilmesi gereken % 10’luk eğlence vergisine göre bilet fiyatlarını belirleyen sinema işletmeleri ekonomik koşullara göre bu tutarlarda güncellemeler yapmakta ve koşulların zorluğuna göre bu güncellemeler, zam olarak bilet fiyatlarına kaçınılmaz olarak yansıtılmaktadır.

Günümüzde Türkiye sinema gişelerinin satış, salonlarının ise doluluk oranı yıllık bazda % 12 civarında seyretmektedir. İlginç olan şudur ki Türkiye’nin sinemada film izleme potansiyeli yüksektir ve bu 2019 öncesinde yabancı yatırımcısının da ilgisini çekmiştir. Yapılması gereken filmlerin teker teker teşvik edilmesinin yanı sıra sinema izleyicisinin film izleme bütçesinin desteklenmesidir. Bunun için devletin sinema biletleri üzerindeki eğlence vergisini -keşke- tamamen ortadan kaldırarak piyasadaki paydaşların her birini % 5’lik bir katkı sağlaması, -ya da- eğlence vergisi oranında indirime gitmesidir.

Afrika kıtasında sinema biletleri üzerinde alınan vergilerin ortalama oranı % 13. Bu oranın % 10 genel devlet vergisi % 5’i ise eğlence vergisi olarak tahsil ediliyor. Asya’da alınan vergiler toplamı % 11. % 8 genel vergi % 3’ü ise eğlence vergisi. Avustralya kıtasında Yeni Zelanda ve Avustralya’da eğlence vergisi yok. Kıtanın tamamında biletlerden alından toplam vergi % 13. Türkiye’nin de içinde olduğu Avrupa kıtasında ise biletler üzerinden alınan vergilerin ortalama oranı % 16. 26 farklı Avrupa ülkesi ele alındığında sinema biletlerindeki ortalama genel vergi oranının % 14, eğlence vergisi oranının ise % 2 olduğu gözlemleniyor. Avrupa’nın biletleri üzerindeki ortalama vergi oranı -bu 26 ülke ve ek olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne göre- % 16. Amerika Birleşik Devletleri’nde alından genel vergi oranı % 7’yken eğlence vergisi adı altında ya da benzer bir vergilendirme uygulaması bulunmuyor. İnceleme altına aldığımız yedi Güney Amerika ülkesinin vergi ortalaması ise; genel vergilerde % 15, eğlence vergisinde % 6 oranında.

Aşağıdaki tabloda dünyanın bazı ülkelerindeki ortalama sinema bileti satışı fiyatlarını ve biletler üzerindeki ortalama vergi oranlarını inceleyebilirsiniz. Türkiye, % 10’luk eğlence vergisi ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’yle birlikte ilk onda yer almaktadır. Hindistan, Ekvator ve Brezilya’da şehirlere göre farklı oranlarda ve filmlerin bilet satışlarına göre değişen vergilendirmeler yapılmaktadır. Amerika Birleşik Devleri’nde de eyaletlere göre değişik vergilendirme oranları mevcuttur fakat ülke genelinde eğlence vergisi adı altında ekstra bir vergilendirme bulunmamaktadır.

Türkiye’de sinema yaşamında emek harcayan film yapımcılarının ve çok büyük özverilerle sinema işletmelerinde filmleri sinemaseverlerle buluşturan sinemacılarımızın verimliliklerini en yükseğe taşıyabilmeleri, ülkenin sinemada film izleme potansiyelini en üst seviyeye taşıyabilmeleri için vergisel teşvike ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye’de bir sinema biletine uygulanan vergi oranlarının Avrupa ve dünya standartlarına uydurulması ivedilikle gerekmektedir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Sinema Genel Müdürlüğü vasıtasıyla bu konuda bir iyileştirme yapması ve sinema piyasasının içinde bulunduğu krizden hızla çıkmasına yardımcı olması gerekmektedir. Sinema biletlerinden alınan eğlence vergisinin tamamen kaldırılmasını umuyoruz.

(*) Tablodaki veriler ve sütunlardaki değerlerin tamamı uluslararası yetkili şirketlerden temin edilmiştir. Verilerin kopyalanmamasını, izinsiz bir şekilde alınmamasını ve alıntılanmamasını hassasiyetle öneririz.

(19 Ağustos 2019)

Deniz Yavuz

denizeyavuza@gmail.com

Gelecek Programın Türkiye Yapımları

2019’un ikinci yarısında ve 2020’nin ilk altı ayında gösterime sokulması planlanan ve tarihleri açıklanmış sinema filmleri:

Türkiye sinema piyasası gişede tarihinin kötü dönemlerinden birini daha yaşıyor. Sinema gişeleri her hafta düşük ve olumsuz kayıtlara imza atarken, sinema işletmeleri açısından verimsiz günler -ne yazık ki- gözlemleniyor. Bir önceki yılın ilk altı ayına göre 10 milyonun üzerinde bir bilet kaybı ortaya çıkarken bayramın sona ermesiyle tamamlanacak 32. gösterim haftasının ardından da durumda olumlu yönde bir değişiklik yok.

Sinemaseverlerin birden çok sebeple hissettiği güvensizlik, bilet zamları ve etkilenen, sinemaya gitme alışkanlığı sebebiyle Türkiye film piyasası durumu değiştirmek için bir hayli efor sarf edecek gibi gözüküyor. 2019’un ilk ayından bu yana peşpeşe patlak veren krizleri ve bilinçsiz uygulamaları tekrar tekrar yazarak bugünden sonrasını da karartmak doğru değil. Hali hazırda Türkiye’nin siyasi ve ekonomik sorunlarının olumsuz açıdan en yukarda yaşandığı bugünlerde, dünya çapında iklim krizlerinin kendini bir hayli hissettirdiği günümüzde sinema gişelerinde yaşanan düşüşün de yaşamlarımızdaki problemlerin ilk sırasına oturması ve gündemleri meşgul etmesi de söz konusu değil.

Türkiye sinema yaşamını oluşturan bütün dinamikler el ele vererek bu krizden, ‘normalleşerek’ çıkacaktır. Bu yılın ilk 32 haftalık vizyon macerasında 89 Türkiye yapımı filmi sinema işletmeleri konuk etti. Bu süreçte vizyona çıkış sırasıyla; BKM yapımcılığında ‘Can Dostlar’, Dijital Yapım Evi – Mustafa Uslu’nun ‘Çiçero’su, yine BKM yapımcılığında Yılmaz Erdoğan’ın yönetiminde ‘Organize İşler: Sazan Sarmalı’, 2506 Yapım’ın ‘Hep Yek 3’, Ay Yapım, Med Yapım ortaklığıyla yapılan ‘Bir Aşk İki Hayat’ Murat Boz’un baş rolünde olduğu ‘Öldür Beni Sevgilim’, bir başka Mustafa Uslu filmi ‘Türk İşi Dondurma’, BKM imzalı ‘Aykut Enişte’ ve ilkiyle 1,5 milyon bilet satışı sınırını aşan TN Yapım, Eren Medya ve Ils Vizyon ortaklığı ‘Enes Batur: Gerçek Kahraman’ sinemalarda en çok bilet satışı gerçekleştiren Türkiye yapımı sinema filmleri oldu. 217 gösterim gününde 11 milyonluk yerli film bilet satışının 9 milyondan fazlasını gerçekleştiren ve her biri 500 binlik satış seviyesini geçen bu yapımlar şöyle:

(*) Tablodaki sayısal veriler filmlerin yerel dağıtımcı firmalarının açıkladığı resmi gişe raporlarından alınmıştır.

Ertelemeler olmasaydı yukarıdaki tabloda muhtemelen önceki bölümleri yüksek bilet satışlarına ulaşmış Recep İvedik serisinin altıncı filmini, Mahsun Kırmızıgül’ün Mucize 2: Aşk’ını ve Cem Yılmaz’ın Karakomik Filmler adlı projesini de görebilecektik. Yüksek gişe beklentili bu yapımlar vizyon için 2019’un ikinci yarısını tercih etti. 2018 yılında 44 milyon bilet satışı gerçekleştiren Türkiye yapımlarının bu yıl 217 gün sonunda ancak 13 milyonu geçmiş olması hayli endişe verici. Geçtiğimiz yıl % 63’lük bir satış oranı hakimiyeti yakalayan yerli filmler 2019’un kalan dört ayında büyük bir performans kaybı yaşamamak adına 30 milyonu aşan bir satış grafiği yakalamak zorunda.

Antrakt’a film dağıtımcısı şirketlerin ilgili departmanları tarafından gönderilen resmi vizyon tarihlerine göre, 2019’un son beş ayı ve 2020’nin ilk altı ayında sinema perdelerinde izleyicisiyle buluşması planlanan yapımları listeledik:

Ağustos 2019: (7)

16.8.2019 / Sesinde Aşk Var
Başarılı televizyon dizilerinin yapımcısı Hayri Aslan’ın yeni sinema filmi projesi. Genç kitleyi yakından ilgilendiren konusuyla film bu cuma sinemalarda olacak. CJ Entertainment Turkey dağıtımıyla gösterimde olacak filmin yönetmeni Osman Taşçı.

23.8.2019 / Sar Başa
Son dönemde popüler olan internet fenomenlerinden Alper Rende’nin rol aldığı komedi filmi. Filmin yönetmenliğini Berk Alan yapıyor, ortak yapımcılardan TME Films sinemalara dağıtımını üstleniyor.

30.8.2019 / Masal Şatosu: Sihirli Davet
Çocuk sinemaseverleri hedefine alan Masal Şatosu: Sihirli Davet fantastik yapısı ile CGV Mars Dağıtım tarafından sinemalara dağıtılacak. Filmin okulların açılmasında bir hafta önce vizyona çıkması tatildeki çocuklar için fırsat…

Üçüncü Dünya
Yönetmenliğini ve senaryosunun yazımını Metin Kuru’nun üstlendiği film korku – gerilim tarzında. Filmi MC Film sinemalara dağıtıyor.

Bize Müsaade
2018 yılında tamamladığı ve vizyona sunduğu filmleriyle sinema yaşamına merhaba diyen Hann Medya’nın yeni projesi. Komedi tarzındaki filmin dağıtımını CGV Mars yapıyor.

İblis: Esir-i Beden
Fahriye Ablay’ın yapımcılığında Hira Evren Işık’ın yazıp yönettiği son yılların trend tarzı olan korku içerikli yapım. Filmin sinema dağıtımını CJ Entertainment Turkey üstleniyor.

Mircin
Kurmaca Film’in dağıtımını üstlendiği korku filminin yönetmeni Ahmet Yaşar Gümüş. Film 81 dakika.

Eylül 2019: (14)

6.9.2019 / Serseriler
Ulaş Bahadır’ın yazıp yönettiği, ‘Asla Tesadüflere İnanmam!’ ibaresiyle vizyonda olacak Gökkuşağı Film’in komedi, aksiyon tarzındaki yapımını CJ Entertainment Turkey dağıtıyor.

Kolej Havası
Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin’in yaşamından bir bölümü Blue adlı filmle 2017 yılında bizlere izlettiren Güverte Film, Kolej Havası ile Beşiktaş futbol kulübünün efsanevi üçlüsü Metin Ali Feyyaz’ın hikayesi öncülüğünde Süleyman Seba’lı, Serpil Hamdi Tüzün’lü Beşiktaş futbol kulübünü beyazperdeye taşıyor.

El-Deccur
Gökhan Arı’nın yazıp yönettiği korku tarzındaki filmin vizyona çıkış tarihi ilk olarak Ağustos sonu olarak açıklanmıştı. MC Film’in dağıtıma sunacağı filmin yapım şirketi Suare Film.

45-25: #Kusursuz Cinayet
Türkiye’de ilk 3D korku filme imza atan, reklam ve dizi filmleriyle bilinen Biray Dalkıran yeni bir korku gerilim tarzıyla sinemaseverlerle. Film, Bir Film dağıtımıyla sinemalardaki yerini alacak.

13.9.2019 / En Uzun Gece: Fırtına Murat
Zeta Yapım’ın filminin yazarı ve yönetmeni Orhan Kılıç.

Cin Azabı
İlk olarak Haziran 2019’da vizyona çıkartılacağı açıklanan Cin Azabı’nın yönetmeni ve senaristi Onur Aldoğan. Filmi Bir Film dağıtacak.

Kız Kardeşler
Dünya ilk gösterimini Berlin Film Festivali’nde gerçekleştiren film bir NuLook ortak yapımı. Emin Alper’in yönetmenliğinde tamamlanan yapımın dağıtımcısı UIP Turkey.

Bozkır: Kuşlara Bak Kuşlara
1980’li yılların sonunda Türkiye sinema gişelerini yapımcılığını gerçekleştirdiği Minyeli Abdullah filmleriyle sallayan Mehmet Tanrısever dokuz yıl sonra sinemaya dönüyor. Mehmet Tanrısever’in her iki filmi de CJ Entertainment Turkey dağıtımıyla sinemalarda olacak.

Facia Üçlü: Karışma Bende
2018, Ağustos ayında vizyonda izleyicisiyle buluşan ilk filmin ardından ikinci film, bu kez, CGV Mars dağıtımıyla vizyonda olacak…

20.9.2019 / Annem
Mustafa Kotan yönetmenliğinde, Hann Medya yapımcılığında, usta oyuncu Sumru Yavrucuk’un baş rolünde olduğu drama CGV Mars dağıtımıyla sinemalarda olacak. Film 2019’un yüksek gişe beklentisi olan filmlerinden…

Hür Köle
1980’li yılların sonunda Türkiye sinema gişelerini yapımcılığını gerçekleştirdiği Minyeli Abdullah filmleriyle sallayan Mehmet Tanrısever dokuz yıl sonra sinemaya dönüyor. Mehmet Tanrısever’in her iki filmi de CJ Entertainment Turkey dağıtımıyla sinemalarda olacak.

27.9.2019 / Fırıncının Karısı
Mahmut Kayımtu ve Ertuğrul Fındık’ın ortak yapımcılığında Murat Onbul’un yönetiminde vizyona çıkacak olan filmin dağıtımı CJ Entertainment Turkey tarafından gerçekleştirilecek. Filmin baş rollerinde Büşra Pekin ve Alper Kul var.

Muhteşem Üçlü
MC Film’in dağıtacağı filmin yönetmen koltuğunda Mahmut Kaptan oturuyor. Muhteşem Üçlü’nün senaryosu ise İhsan Aydın’a ait.

Sir-Ayet 2
Enis Özkan’ın yapımcılığında vizyona çıkan ilk film Onur Aldoğan yönetiminde CGV Mars Dağıtım tarafından vizyona sunulmuştu. İkinci film de CGV Mars tarafından sinemalara dağıtılacak.

Ekim 2019: (14)

4.10.2019 / Dert Bende
Yönetmen Berat Özdoğan’ın filmi Dert Bende’nin yapımcısı deneyimli oyuncu Ümit Kantarcılar. Makinist Film yapımı filmi TME Films dağıtıyor.

Hareket Sekiz
Polis Akademisi Alaturka filminin yönetmeni Ali Yorgancıoğlu’nun altıncı uzun metrajı. Ali Sunal’ın baş rolünde olduğu filmi CGV Mars dağıtıyor.

Hapşuu
TRT Çocuk kanalının animasyon dizilerinden Hapşuu bu kez bir sinema filmi olarak karşımızda olacak. Filmin dağıtıcısı CGV Mars…

Keşfedilmemiş Çocuklar
Bülent Terzioğlu ve Korkmaz Yalınkılıç’ın birlikte yönettiği film MC Film dağıtımıyla vizyonda olacak.

Kuşatma: Yedi Uyuyanlar
Kusena Film yapımcılığındaki 85 dakikalık yapımın yönetmenlik koltuğunda Utku Uçar oturuyor. Filmi CJ Entertainment Turkey sinemalara dağıtacak.

11.10.2019 / Hannas 2
Kamil Aydın yönetimindeki ilk film 2015 yılında vizyona sokulmuştu. MC Film dağıtımındaki ikinci film de korku gerilim tarzında…

7. Koğuştaki Mucize
Mehmet Ada Öztekin’in yönetmenlik koltuğunda oturduğu film yılın ikinci yarısının gişe iddiası olan filmlerinden. Filmi CJ Entertainment Turkey dağıtacak.

Kral Şakir: Korsanlar Diyarı
Grafi 2000’in eseri Kral Şakir ilk filmin vizyon başarısının ardından ikinci filmle vizyona hazırlanıyor. BKM yapımcılığındaki filmi CJ Entertainment Turkey dağıtıma sunuyor.

18.10.2019 / Karakomik Filmler: Kaçamak, 2 Arada
Başta yapımcılarının ve sonrasında sinema film dağıtım piyasasının yaşanan durgunluk açısından çok büyük satış beklentisinin olduğu filmlerden biri. Cem Yılmaz’ın beşinci yönetmenlik, onuncu senaristlik, on dokuzuncu sinema filmi oyunculuğu ve yedinci yapımcılık denemesi film UIP Turkey tarafından sinemalara dağıtılacak.

25.10.2019 / Kızım Gibi Kokuyorsun
Sargona Film yapımı Olgun Özdemir yönetmenliğinde ve senaristliğinde tamamlanan film bir kayıp arama hikâyesi.

Cinayet Süsü
TAFF Pictures yapımı filmin gösterim tarihi ilk olarak Ağustos sonu olarak açıklanmıştı. Ali Atay’ın yönetmen koltuğunda oturduğu filmde Uğur Yücel, Binnur Kaya ve Cengiz Bozkurt rol alıyor. CJ Entertainment Turkey tarafından sinemalara dağıtılacak olan Cinayet Süsü gösterim takviminin gişe beklentisi yüksek olan yapımlarından.

Bina
Dünya ilk gösterimini Toronto’da yapacak olan filmin yönetmeni Orçun Behram. 125 dakikalık gerilim tarzındaki filmin yapımcılığını Müge Özen ile birlikte senaryoya da imza atan Orçun Behram yapıyor. Filmin dağıtımcısı Kurmaca Film.

Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu
Takvimin, açıklanan yüksek ihtimalle vizyona giriş tarihlerine göre gişe beklentisi yüksek olan altıncı filmi. Dijital Yapım Evi, Mustafa Uslu’nun yeni filmi Türkiye’nin halter sporcusu Naim Süleymanoğlu’nun yaşamını sinema perdesine taşıyor. Film CGV Mars dağıtımıyla Ekim ayı sonunda vizyonda olacak.

Bulmaca Kulesi
TRT Çocuk adlı televizyon kanalında yayınlanan animasyonlardan biri daha sinemaseverler için uyarlanıyor. Can, Mert ve Aslı’nın maceraları CGV Mars’ın sinema dağıtımıyla çocuk izleyicilerle buluşacak.

Kasım 2019: (8)

8.11.2019 / Recep İvedik 6
Serinin altıncı filminde Recep İvedik’in Afrika maceraları izlenecek. Recep İvedik 6 da ilk olarak 2019’un ilk yarısında vizyona çıkacaktı. Gösterim şartlarının oluşmamasından ötürü yapımcısı filmi 2019 sonuna öteledi. İlk olarak UIP Türkiye’nin dağıtacağı filmi sinemalara CJ Entertainment Turkey programlayacak.

15.11.2019 / Kraliçe Lear
En son Gözetleme Kulesi filmiyle izlediğimiz yapımcı, yönetmen, senarist Pelin Esmer’in belgesel tarzındaki yeni filmi Kraliçe Lear’ın ortak yapımcısı Dilde Mahalli. Filmin müzikleri ise Barış Diri tarafından yapıldı. Film Kurmaca Film tarafından dağıtılacak.

Güzelliğin Portresi
Umur Turagay yönetimindeki filmde Burçin Terzioğlu ve Birkan Sokullu baş rolde. Filmin yapımcısı BKM sinema dağıtımını ise CJ Entertainment Turkey yapacak.

22.11.2019 / Merhaba Güzel Vatanım
Ahmet Ümit’in kaleminden dünyaca ünlü şair Nazım Hikmet Ran’ın yaşamı sinema perdesine aktarıldı. Filmi CGV Mars sinemalara dağıtacak. Nazım Hikmet Ran’ın Yetkin Dikinciler tarafından canlandırıldığı filmde Berna Laçin de oynuyor.

Kolonya Cumhuriyeti 2
Baş rolünde Çağlar Çorumlu’nun oynadığı Murat Kepez’in yönettiği Kolonya Cumhuriyeti 2017 yılının Nisan ayında sinemalara konuk olmuştu. Filmin ikincisi BKM yapımcılığında tamamlandı ve Kasım ayının son haftasında vizyonda olması bekleniyor. Filmin Türkiye sinemalarındaki dağıtımcısı ise CJ Entertainment Turkey.

29.11.2019 / Nasipse Olur
Selahattin Sancaklı yönetimindeki filmin çekimleri Sinop’ta yapıldı. Komedi tarzındaki yapımın sinema dağıtımcısı CGV Mars.

Hemen Döneriz
Filmin yönetmenlik koltuğunda Haydar Işık oturuyor. STL3 Dağıtım’ın sinema programlamasını yapacağı Hemen Döneriz’in çekimleri Keşan’da gerçekleştirildi.

İki Gözüm
Naim Süleymanoğlu ve Nazım Hikmet Ran’ın ardından bir başka önemli isim beyazperdede… Müzisyen Ahmet Kaya’nın Paris’te son bulan yaşamından bir kesiti sinema perdesine getirecek olan İki Gözüm isimli film CJ Entertainment Turkey tarafından dağıtılacak.

Aralık 2019: (8)

6.12.2019 / Mucize 2: Aşk
Mahsun Kırmızıgül ve Murat Tokat’ın yapımcılığında vizyonda olacak Mucize 2: Aşk’ın sinema dağıtımı CGV Mars tarafından yapılacak. Film 2019’un ilk yarısından son aylarına transfer olanlardan ve gişe beklentisi yüksek yapımlardan…

Şişkolar & Sıskalar
Barakuda Film tarafından vizyona sunulan animasyon tarzındaki filmin sinema dağıtıcısı CJ Entertainment Turkey.

13.12.2019 / Aman Reis Duymasın
Usta yönetmen Onur Tan’ın çektiği filmin yapımcı firmaları Sinehane ve Pana Film. TME Films tarafından sinemalara dağıtılacak filmin senaryosunda Bahadır Özdener imzası var.

Kırk Yalan
Erdi Yapım’ın filmi Kırk Yalan’ın yönetmeni Hamdi Alkan. Filmin dağıtımcı firması ise CJ Entertainment Turkey.

20.12.2019 / Beyaz Hüzün
Kenan Korkmaz’ın yönetmeni, senaristi ve oyuncusu olduğu Beyaz Hüzün bir Ekol Yapım prodüksiyonu. Filmin müzikleri Yıldıray Gürgen tarafından yapıldı. Sinema dağıtımı ise TME Film aracılığıyla yapılacak.

Şuursuz Aşk
Orhan Şeddadi’nin yapımcılığını üstlendiği sinema filminin yönetmeni Umut Ertek. Oyuncu kadrosunda İsmail Hacıoğlu, Ebru Şahin ve Nazan Kesal’ı da barındıran filmin dağıtımı CGV Mars tarafından yapılacak.

Akıncılar
Televizyon dizisi Diriliş’in yaratıcısı Mehmet Bozdağ’ın yeni projesi Akıncılar’ın yönetmeni Kamil Aydın. Filmin yapımcılığını yapan Mehmet Bozdağ aynı zamanda senaryonun da yazarı. Film 2019’un son haftalarında CJ Entertainment Turkey dağıtımıyla sinemalarda olacak.

27.12.2019 / Rafadan Tayfa 2: Göbeklitepe
İlk bölümü ile bir animasyon yapımın elde ettiği en yüksek gişelerden birini elde eden Rafadan Tayfa’nın ikincisinin bölüm adı Göbeklitepe oldu. Yeni maceraları 2019’un son gösterim haftasında CGV Mars dağıtımıyla izlenecek.

(*) Filmler hakkında açıklanan detaylı bilgilere antraktsinema.com adresinin ‘gelecek program’
sayfasından ulaşabilirsiniz. Yukarıdaki tanıtımda 51 yerli sinema filmi listelenmiştir. Tarihlerde yapımcı ve dağıtımcı şirketler tarafından değişiklikler yapılabileceği gibi listeye eklenecek başka Türkiye yapımları da söz konusu olabilir. 2019 yılı tamamlandığında 140’ı aşan yerli sinema filminin vizyon görmüş olması bekleniyor.

Ocak 2020:

Baba Parası / Sihirli Annem Bir’iz / Karakomik Filmler 2: Emanet, Deli / Eltiler Savaşı

Şubat 2020:

Masallardan Geriye Kalan / Dumlupınar: Vatan Sağolsun / Hep Yek 4: Altan Bela Okuma / Biz Böyleyiz

Mart 2020:

Mahalleden Arkadaşlar

Nisan 2020:

Hababam Sınıfı Kıbrıs’ta: Yaz Oyunları

(15 Ağustos 2019)

Deniz Yavuz

denizeyavuza@gmail.com

Kilise’nin Sessizliği

Fransız sinemasının önemli ismi François Ozon, Şubat ayı içinde Berlinale Jüri Büyük Ödülü’nü kazanmış son filmi ‘Yüzleşme’de hemen konuya giriyor. 40 yaşındaki bankacı Alexandre (Melvil Poupaud) çocukluk yıllarını geçirdiği Lyon’da cinsel tacizine uğradığı rahip Preynat’nın (Bernard Verley) yeniden aynı yöreye çocukların arasına döndüğünü öğrendiğinde hiç beklemeden harekete geçiyor. 9 – 12 yaşları arasında kilisenin kuytu yerlerinde ve din adamları gözetiminde gidilen izci kamplarında yaşadıkları gözlerinin önünde canlanıyor. Korkularıyla ve bastırdıklarıyla yüzleşme zamanı gelmiştir artık.

Ozon’un 2 saat 15 dakika uzunluğundaki filminin ilk yarısı, evli ve 5 çocuk sahibi olan genç adamın kilise yetkilileriyle mektuplaşmaları üzerinden gelişiyor. Bu gerilimli iz sürüşü sonucunda yörenin en üst düzey kişisi kardinal Barbarin’e (François Marthouret) ulaşıyor. Bir kilise evinde, görevli psikolog nezaretinde tacizcisi ile yüzleşme fırsatını yakalıyor.

Beklenin aksine yaptıklarını inkâr etmiyor yaşlı rahip. Çocukları hep çekici bulduğunu ve bu hastalığından ötürü acı duyduğunu açıkça itiraf ediyor. Kadın psikoloğun Alexandre ve tacizcisi ile birlikte elele tutuşarak Tanrı’ya dua etmeleri ve af dilemeleriyle sonlanıyor bu tuhaf buluşma. Kilise görevlisi psikolog, ‘yaralar orda duracak, Tanrı onları iyileştirecektir, biz daha fazla deşmeyelim’ kabilinden ifadelerle olanların üstünü örtmek niyetindedir. Dindar bir adam olan Alexandre şaşkınlık ve öfke içindedir. Travmalı geçmişini önce ailesiyle, ergen yaşlarındaki oğullarıyla, daha sonra polis ve basınla paylaşacak ve suçun cezasız kalmaması için sessiz kalmış öteki kurbanların peşine düşecektir.

Alexandre’ın başına gelenler 20 yıllık zaman aşımı süresinden önce yaşandığı için dava açabilmek için bu süreyi henüz doldurmamış kurban adaylarının ifadelerine ihtiyaç vardır. Böylece filmin ikinci bölümünde Preynat’nın tacizine uğramış ateist François (Denis Ménochet) ile yüksek IQ uyumsuzluğundan mustarip Emmanuel’in (Swann Arlaud) hikâyeleri üzerine yoğunlaşır Ozon. Grup kalabalıklaştıkça, polis ve basın destekli soruşturma genişledikçe durumun vahameti ortaya çıkar. Rahip Preynat’nın kendisinin de kabûl ettiği durumu, artık hayatta olmayan eski kardinal, ve arkadaşı olan yenisi tarafından bilinmesine rağmen kurumu korumak uğruna susulmuş, olanlar görmezden gelinmiş, ufak tefek şikâyetler kulak ardı edilmiştir. Ancak, Kilise’nin sessizliği ile mücadele etmenin zamanı gelmiştir artık.

Soruşturma sürerken kardinal Barbarin’in dili sürçüyor, Preynat durumunu bizlere anlattığında ‘Allaha Şükür olan biten zaman aşımına uğramıştı’ deyiveriyor. Filmin dilimizde ‘Allaha Şükür’ anlamına gelen özgün adı ‘Grâce à Dieu’ işte bu kazara sarf edilen cümleden kaynaklanıyor. Auteur sinemacı François Ozon kendisinden pek de beklemediğimiz bu belgesel ile doküdrama arasında gidip gelen filminde çağdaş toplumların kanayan yarası pedofili ile yüzleşiyor. Bol tekrardan, uzun diyaloglardan kaçınmıyor. Tüm bunlar, özellikle ikinci yarıda, sinema anlamında bir tatminsizlik yaratıyor belki, ancak bu tavrıyla, ikiyüzlü ahlak anlayışını yerden yere vurduğu Katolik Kilisesi’nden yola çıkarak, ülkemiz de dahil dünyanın her köşesinde hizmet veren eğitim ve din kurumlarındaki yozlaşma ile çocuk sömürüsüne yaman bir eleştiri getiriyor Fransız sinemacı.

(02 Ağustos 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bıkmadan, Usanmadan, Yılmadan… Yüzleşme

Toplumların en büyük sorunlarından biri, belki de en önemlisi taciz ve tecavüz… Çocuğunuzu okula, ibadethaneye, kursa, kampa gönderiyorsunuz, en güvendiğiniz kişi, din adamı sarkıntılık ediyor. İnsanların inandığı, güvendiği birini suçlamak kolay değil… Hemen itirazlar yükseliyor. Ya sinmeyecek, mücadeleyi sürdüreceksiniz ya da diğerleri gibi çekileceksiniz kabuğunuza.

“Yüzleşme”, bu anlamda, evrensel bir sorunu işliyor. Kampta çocukları taciz eden rahibi -başta din kurumu olmak üzere- korumak amaçlı, yaşananları herkes hasır altı etmeye çabalarken, sadece kendisinin kabûl etmesi bile taciz edilmiş çocukları suskunluğun yükünden kurtarabiliyor. Rahibin bulduğu çözüm, kendince en güvenlisi, çünkü yukarıdakiler suçlamaları gizlemekte, kapatmakta, engellemekte kendisinden daha başarılı.

Deyim oldu artık…

Son yıllarda, kolay anlaşılır bir anlatım için “Bilâl’e anlatır gibi” deniyor ya… Gerçekten sakin, yalın ve amacından hiç sapmaksızın sorunu dile getiriyor “Yüzleşme”de yönetmen François Ozon.

Üç arkadaş, kendilerini taciz eden rahibin hâlâ çocuklarla çalıştığını öğrendiklerinde suskunluklarından sıyrılmaya da karar veriyor. Kolay değil kuşkusuz… Hem kendileri için hem de toplumdaki yerleri için…

İçiniz nasıl?

Buradaki en önemli nokta: huzur. Ya o ağırlığı ve suskunluğun yükünü taşıyacaksınız ya da o yükü sırtınızdan atıp, sizden sonrakileri olsun kurtaracak ve insanlara rehber olacaksınız. Muhakkak ki o travmayı yeniden yine yaşayacaksınız içinizde. Çocuklarınız da öğrenecek yıllardır içinizi kemiren o çözümsüzlüğün acısını… Birileri sizi sessiz kalmaya, geçmişi deşmemeye çağıracaktır… hiç değilse çevredekilerin bakışını, suçlayıcı tavırlarını önlemiş olacağınızı engelleyeceğinizi söyleyecektir. Yıllar geçmiştir üzerinden, kazanımı ne olacaktır ki zaten, olan olmuştur…

Susma, sustukça sıra sana gelecek!

İşte tam da o noktada herkesin, büyük küçük, kadın erkek, öğrenci çalışan herkesin bu taciz ve tecavüze karşı çıkması gerekir. Siz ses çıkarma cesareti göstermezseniz pedofili sürecek, insanlar yaşadıkları travmalarla boğulacaktır.

François Ozon’un, Berlin’de festival ana yarışmasında ilk gösterimini yapan filmi gerçek bir olaydan yola çıkıyor. Toplumsal, hatta bana kalırsa evrensel bir sorunu gündeme getiriyor. Katolik dünyada yaşananlar sanki başka ülkelerde başka dini kurumlarda yaşanmıyor mu? Sizin aklınıza gelen, bizim ülkemizde hemen herkesin bildiği bir durum… İster istemez onunla filmde yaşananları karşılaştırıyorsunuz. Sizin din adamınız, bizim din adamımız sorunu değil bu… Bu gerçeklerin ve taciz tecavüzün yok edilmesi… Çocukların travma yaşamaması, taciz ve tecavüz yükünü taşımaması…

Çocuk susar, sen susma!

Rahip, çok başarılı bir performans sergiliyor. Bir yandan yaptığının bilincinde, ikrar ediyor bir yandan da “yukarısı beni nasıl olsa kurtarır, ben yine yapacağımı yaparım” havasında. Her ülkede, her toplumda, her dinde mi böyle acaba? Bizim ülkemizde böylesi durumlarda, filmdeki gibi kabûl etmiş görünüp sümen altı etmek yerine, yöneticiler, Bakan düzeyinde olanlar bile, itiraz ediyor.

Bu toplumsal bir sorun, mücadele etmek gerekir, hem de toplumun tüm katmanlarının katılımıyla.

(01 Ağustos 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bir Küba Hikâyesi

San Sebastian Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış olan ve ülkemizdeki gösterimi halen devam eden ‘Yuli’, dans aleminin efsanelerinden siyahi balet Carlos Acosta’nın yaşamı üzerine kurulmuş. Ancak klasik biyografilerden farklı olarak, sanatçının bizzat kendisi filmde rol alıyor ve hayatından kesitleri özgün dans koreografileriyle aktarmayı deniyor.

Carlos, Küba’nın yoksul bir mahallesinde dünyaya gelmiş. Kamyon şöförü baba siyahi, annesi ise beyaz. Kadın tarafının bu birlikteliği başından beri onaylamadıkları pek belli. Küçük Carlos mahalle arasında dönemin (80’li yılların ilk yarısı) dans ikonu Michael Jackson’dan esinlenmiş figürleriyle becerisini sergilerken babası daha büyük hayallerin peşindedir. ‘Billy Elliot’ın ebeveyninin aksine oğlunun yeteneği sayesinde bu çukurdan çıkabileceğine inanmıştır.

Savaş Tanrısı Ogun’un oğlu Yuli’nin adıyla çağırdığı evladının elinden tutarak onu zorla bir dans okuluna götürür. Pele gibi futbol oynamak, normal bir insan gibi hayatını sürdürmek isteyen küçük çocuğun, yine Billy Elliot’un tersine dansçı olmaya hiç niyeti yoktur. Ama yoksulluğun ve köle geçmişinin ağırlığı altında ezilmiş yorgun babanın kararı kesindir: ‘Bir siyah derili eline bir kez geçecek böyle bir fırsatı değerlendirmelidir, Yuli yıldızını takip edecektir’.

Film, Acosta’nın anı kitabı ‘No Way Home’dan yola çıkarak tasarlanmış. İspanyol kadın yönetmen Icíar Bollain ile Ken Loach filmlerinin değişmez senaristi olan eşi Paul Laverty’nin biraraya gelişiyle proje gerçekleşmiş. Halen 45 yaşında olan Carlos Acosta bu serüvene oyuncu olarak katılmayı kabûl etmiş. Film üç farklı zaman diliminde ve farklı biçimlerde ilerliyor. Dansçı Acosta halen Küba’da faaliyette olan ‘Acosta Danza’ adlı grubuyla yaşamının belli kesitlerini çarpıcı koreografilerle sunuyor. Bu dans gösterilerinin arasına giren geriye dönüşlerde 10 yaşındaki Yuli ve ailesinin yaşam mücadelesinden başlayarak, Acosta’nın Londra Kraliyet Balesi dansçılığına dek yükselen baş döndürücü performansının hikâyesi anlatılıyor. Küresel bale efsanesinin en parlak döneminden arşiv çekimler bu iki anlatı arasında yerini alıyor zaman zaman. Film bu haliyle gerçek ile kurgu arasındaki geçişleri muğlaklaştırıyor. Aynı kıvam her zaman tutturulamıyor gerçi ama ünlü baletin kendi hikâyesini dans adımlarıyla aktardığı bölümler filmin en ilgiye değer bölümleri haline geliyor.

İngiliz Ulusal Balesi’nin ilk siyahi Romeo’su olarak anılan Acosta’nın azim ve başarısı üzerinden ilerleyen ‘Yuli’ başlıkta da yer aldığı üzere bir Küba hikâyesi anlatıyor esasen. Bir yandan, ekonomik ve ırksal eşitsizliğin hüküm sürdüğü Küba portresi çiziyor. Öte yandan, yetenekli yoksul çocuklara kol kanat geren Castro Küba’sının özgür eğitim sistemini öne çıkarıyor. Acosta imzalı özgün bir dans koreografisi (Raped Central America for Wall Street) üzerinden, Amerikalı general Smedly D.Butler’ın kişiliğinde Küba’yı ve Orta Amerika’yı sömüren küresel emperyalizmi gözler önüne seriyor.

Oyunculukların üst düzeyde olduğu bir yapım ‘Yuli’. Carlos Acosta’nın karizmatik duruşuna, çocukluğunu oynayan 10 yaşındaki Edlison Manuel Olbera Núñez’in, babayı canlandıran Kübalı usta koreograf Santiago Alfonso’nun parlak yorumları ekleniyor. Alberto Iglesias’ın etkileyici müzik çalışması bu farklı biyografi filmini sarıp sarmalıyor.

(01 Ağustos 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İhsan Taş ile Sinema Tadında Söyleşi

Daha önce Kaçış 1950, Temel ile Dursun İstanbul’da ve Parayı Bulduk isimli sinema filmlerini hayata geçiren ve şu sıralar yeni projesinin ön hazırlıklarını sürdüren ödüllü yapımcı ve yönetmen İhsan Taş ile çok güzel ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik… Yeşilçam’dan, çektiği filmlere, 5 yıl aradan sonra Bulgaristan’dan aldığı ödülü ve yeni projeleri üzerine uzun uzun konuştuk…

Sizi tanıyabilir miyiz?

Ben İhsan Taş… 15 Nisan 1980’de, Batman‘da dünyaya geldim. 1996’dan beri İstanbul’da yaşıyorum.

Sinemaya nasıl başladınız?

Ben tam bir sinema aşığıyım… Çocukluğumdan beri hep hayalini kurduğum bir şeydi sinema… Ama nereden ve nasıl başlayacağımı bilemiyordum… Bir gün arkadaşlarla kendi aramızda konuşurken bana bir senaryo sunuldu… Konusu beni o kadar etkiledi ki “Bunu kesinlikle çekmeliyim.” dedim. Böylece ilk filmimi çekmeye karar verdim.

Sizi film yapmaya iten sebepler neler?

Bana göre dünyanın en güzel mesleğidir sinema… Sinemanın dini, dili, ırkı olmaz, sinema evrenseldir çünkü… Sinema gelecek kuşaklara bırakılacak en güzel canlı mektuplardır bence… Düşünebiliyor musunuz, siz bir eseri hayata geçiriyorsunuz ve hiç tanımadığınız, yüzünü dahi göremediğiniz, dünyanın diğer ucundaki başka birileri yaptığınız eseri izleyebiliyor… Düşüncelerinizi ve yapmak istediklerinizi anlayabiliyor… Her insan sevdiği, huzur bulduğu mesleği yapmalı diyerek 2012 yılında kendi şirketim Taş Film’i kurdum ve sevdiğim mesleği yapmaya başladım… Şu an düşünüyorum da, iyi ki de bu mesleği seçmişim diyorum içimden…

“Kaçış 1950” filmi sizin ilk filminiz. Hangi insanların, nasıl yaşanmışlıkların öyküsünü anlattınız?

Filmimiz Bulgaristan’dan, Türkiye’ye göç eden Türklerin hayat hikâyesini konu alıyor… Senaryo gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak yazılmıştı. Senaryoyu ilk okuduğumda orada yaşayan insanların çektikleri acılar beni çok etkiledi… Bana göre filmler aynı zamanda yaşanmışlıkları da anlatmalı, bilinmeyenleri de öğretmeli ve topluma faydalı mesajlar vermeli diye düşünüyorum…

Ardından hangi yapımlara imza attınız?

“Kaçış 1950” filmimiz 10 Nisan 2015’te vizyona girdi. Hemen ardından “Temel ile Dursun İstanbul’da” filmini çektik, 05 Şubat 2016’da vizyona girdi. Onunda hemen peşinden “Parayı Bulduk” filmini çektik, o da 29 Aralık 2017’de vizyona girdi. Yani arka arkaya 3 yılda, 3 film çekip vizyona koyduk…

Hikâyelerinizi oluştururken beslenme kaynaklarınız nelerdir? Hikâyenin geliştirilmesi sürecinde nelere özellikle dikkat edersiniz?

Hikâyelerimi oluştururken, hikâyenin temelinin sağlam olmasına özen gösteriyorum… Nasıl ki temeli sağlam olmayan bir bina çökmeye mahkumsa, sinemada da iyi bir projenin ilk adımı sağlam hikâyedir… Ardından iyi oyuncular, iyi dağıtım ve iyi reklâm… Bu taşları sağlam yerine oturtursanız başarı kendiliğinden gelir zaten. (Bunları söylerken çektiğim 3 filmde edindiğim tecrübelere dayanarak söylüyorum.)

Oyuncu seçimlerinden bahsedebilir misiniz? Bilinen oyuncularla daha evvel hiç bir arada görmediğimiz oyuncuların, bir arada olduğu filmler çektiniz. Neye göre seçtiniz oyuncularınızı?

Hangi işi yaparsanız yapın, her şeyden önce iyi bir insan olmak lazım bence… İyi bir insan olduğunuzda, mesleğiniz her ne olursa olsun, başarılı olursunuz zaten… Onun için bende oyuncu seçimlerine başlarken, seçtiğim kişilerin her şeyden önce insani değerleri yüksek olan kişiler ve profesyonel olmalarına dikkat ederim. Bütün projelerimde hem yeni yüzlere şans vererek destek oldum, hem günümüzün popüler isimlerini oynattım, hemde Yeşilçamın emektar oyuncularına da yer vererek üç kuşağı bir araya getirmeye çalıştım… Her yapımcı çektiği projelerde bir tane bile Yeşilçam emektarlarına yer verse, hem o sokaklarda ölen sanatçılarımızın acı haberlerini almayız, hemde mutluca sevdikleri işi yapmış olmalarını sağlarlar diye düşünüyorum.

“Temel ile Dursun İstanbul’da” filminizde Wilma Elles ile çalıştınız. Kendisiyle çalışmaya nasıl karar verdiniz?

“Temel ile Dursun İstanbul’da filmimiz isminden de anlaşılacağı gibi Karadenizli Temel’in İstanbul’da başından geçenleri konu alıyor. Daha önceden tanıştığım ve oyunculuğunu çok beğendiğim Wilma Elles’e senaryoyu okuması için yolladım… O da senaryoyu beğendiğini söyleyip fikirlerini paylaşınca birlikte çalışmaya başladık… Hem o, hemde biz sette çok eğlendik ve çok keyifli bir set ortamı paylaştık beraber…

Artık günümüzde çok fazla film çekiliyor, film çekmek için imkânların çoğalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şu an teknolojide gelinen noktaya bakıldığında, bana göre Türk Sineması hak ettiği yerde değil… Bir toplumun kültür seviyesinin artmasında sanatın, özellikle de sinemanın önemi çok büyüktür… Sanattan uzak ve gişeye odaklı filmler yapılıyor daha çok maalesef… Argo kelimeler ve bel altı şakalarla iş yapabileceklerini düşünerek kaliteyi iyice düşürüyorlar. Hayatımın hiç bir döneminde para denilen kâğıt parçalarına, önemli bir yer vermedim. Onun için yaptığım filmin gişesi olacak veya olmayacak diye her hangi bir kaygım olmadı hiç bir zaman… Şu ana kadar 3 tane film çektim ve her yaptığım film bir öncekinden daha iyi oldu çok şükür… Hem gişe anlamında, hemde reyting olarak… Bu da yaptığımız işte doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. Daha başarılı projelere doğru emin adımlarla ilerliyoruz.

Sizce Türkiye’de film eleştirisi yapılmıyor mu? Filmlerinize olumlu ya da olumsuz nasıl eleştiriler geldi?

Eleştiriler eskiden daha kaliteli yapılıyordu bana göre… Bir filme eleştiri yapan kişi, o konuda bilgi sahibi ve işinin ehli kişilerdi eskiden… Köşe yazarları, sinema eleştirmenleri, bu işi mesleği olduğu için yapıyor ve haklı olduğunda eleştirisini yapıyordu… O filmlerin ne zahmetlerle çekildiğini biliyorlardı çünkü… Oysaki şimdi herkesin elinde bir cep telefonu ve herkes bir sinema eleştirmeni gibi, bir köşe yazarı gibi, film hakkında olumsuz yorumlar yapılabiliyorlar maalesef… O filmler ne emeklerle hayata geçiyor, insanlar o filmi hayata geçirene kadar ne emekler vermişler, hiç umursamadan. Başkasının izlerken çok beğendiği bir filmi, siz beğenmeyebilirsiniz… Ya da sizin beğendiğiniz bir filmi başkası beğenmeyebilir… Bu gayet normal… Eleştiriler seviyeli olduğu sürece bir sorun yok… Hakaret boyutuna ulaşmayacak şekildeki tüm eleştirilere açığım tabi… Eleştirilere kulağımızı tıkarsak doğruyu bulamayız ki… Oyuncu, Senarist, Yönetmen, Ressam, Müzisyen, kısacası sanatla uğraşan tüm insanlar çok hassas ve naif insan olurlar genelde… Bir sanatkârın en mutlu olduğu şey yaptığı işin takdir görmesi… Alkışlanması veya ödüllendirilmesi. Bunlar bir sanatçı için paradan çok daha değerlidir… Onun için sert ve yıpratıcı eleştirilerden kaçınılmalı ve onları sevdikleri mesleğe küstürtmemek lâzım diye düşünüyorum…

Yurt içi ve yurt dışındaki festivallerle ilgili hayal ettiğiniz bir şey var mı?

Daha önce bir kaç tane plaket almıştım… Elazığ Çayda Çıra Film Festivali, Bal-Göç (Balkan Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği) ve Frankfurt Türk Filmleri Festivali’nde, filmimiz festivalin açılış filmi olarak gösterilmişti… 5 yıl aradan sonra, Bulgaristan’dan Ardino Belediye Başkanı Sayın Resmi Murat Bey bize anlamlı bir plaket yollayarak, bizi onore ettiler… Göstermiş oldukları bu ince davranışlarından dolayı bende, şahsım ve tüm ekibim adına kendilerine teşekkürlerimi sunuyorum… Tabi ki hedefimiz ileride daha da kaliteli projeler hayata geçirerek, ekip olarak kırmızı halıda ülkemizi en iyi şekilde temsil etmek… Umarım o günlerimiz de olur…

Peki, etkilendiğiniz yönetmen veya yönetmenler var mı?

Türk Sinemasında Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz ve Şerif Gören keyifle filmlerini izlediğim yönetmenler… Yaptıkları filmleri onca imkânsızlığa rağmen o kadar güzel çekmişler ki, hâlâ büyük bir keyifle izliyorum…

Yakın zamanda karşımıza çıkacak yeni projeleriniz var mı? Bize biraz tüyo verebilir misiniz?

Tabi ki… İki tane projem var… Biri komed, bir yol hikâyesi, diğeri ise “Dedemin Gözyaşları” isimli bir dram filmi… Bir Dede ile lösemi hastası torununun hikâyesini konu alan duygusal bir proje… İnsanları hem ağlatacağız, hemde ağlatırken tebessüm ettireceğiz sanırım bu projeyle… Erken teşhisin önemine de vurgu yapan çok güzel bir sosyal sorumluluk projesi… Bu projede o hastalığa yakalanıp, hastalığı yenen kişilerde var, gerçek Doktor ve hemşirelerde var… Hepsi de projeye katkı sağlamak amacıyla gönüllü yer alacaklarını söylediler… Bu projenin aynı zamanda kitabını da çıkartacağız, yazım aşaması bitti, son ufak tefek rötuşlar kaldı… Hem kitabın tüm gelirlerini, hemde filmin gişe gelirlerinin bir kısmını lösemili çocukların tedavisi bağışlayacağız… Bu benim gurur projem olacak, onun için ona çok özen gösteriyorum… Bu projeyle gerek yurt içi, gerekse de yurt dışında ülkemizi gururla temsil edeceğimize inanıyorum… Benim sinematografimde de çok özel bir yeri olacağına inandığım bir proje olacak…

Yönetmen Zeki Demirkubuz bir röportajında yönetmenlerin röportaj vermemelerini, çünkü yaptıkları filmin gizemini üç beş kelime ile öldürüyorlar demiş. Siz bu sözlere katılıyor musunuz?

Bunu neye istinaden demiş bilemem ama bana göre yönetmen projesi hakkında pek tabi konuşabilir, gerek duyuluyorsa tabi. Hem konuya daha hâkim, hemde projesini en iyi ifade edecek kişi kendisidir. Bende mecbur kalmadıkça videolu röportaj vermiyorum ama benimki yapımdan dolayı… Kameraları ne zaman görsem heyecanlanıyorum, elim ayağıma dolanıyor. Sanki ilk defa âşık olmuşum da, sevgilimle buluşmaya gidiyormuşum gibi oluyorum her defasında… Yani öyle enteresan ve büyük bir aşk var kamera ile benim aramda. Benim de videolu röportaj vermeme sebebim budur mesela… (gülüyor)

İhsan Taş nasıl biri, hayalci mi, yoksa çok ciddi biri mi?

Hayatın gerçekleri tartışılmaz hiç şüphesiz ki ama hayal kurmak da güzeldir. Hayal kurmadan yaşayamaz ki insan… Hayal kuran insanlardan zarar gelmez bence… Hayal kuran insanlar, güzel insanlardır… Keşke herkes hayal kurabilse ve o hayalinin peşinden giderek onu gerçekleştirebilse… İnsanın sevdiği mesleği yapması kadar güzel bir şey olabilir mi?

Son olarak, sette ekiple bağınız nasıl, mesafeli mi duruyorsunuz yoksa samimi mi?

Sette tabi ki bir disiplin oluyor, olmalı da zaten, herkesin güvenliği ve huzuru için. Sette yüzlerce kişi yer alıyor ve hepsinden sorumlusunuz… Tabi ki bir iş disiplini olacak… Disiplin olmadan başarı da olmaz… Sete başlarken yola çıktığımız tüm ekibi ailem gibi görürüm… Bireysel mutluluğu kesinlikle red eden bir yapım vardır. Yanımdaki insanlar mutsuzsa benim mutlu olmamın hiçbir önemi yok, bende mutlu olamıyorum o zaman… İnanılmaz sahiplenici bir yapım vardır… Türkiye’nin en zengin insanlarından biriyim bana göre… Zengin olmak ve öarlıklı olmak çok farklı şeyler… Çok varlıklısınızdır belki ama etrafınızda sevinci ve kederi paylaşabileceğiniz samimi kişiler yoksa bana göre dünyanın en fakirisinizdir. Ben belki çok varlıklı değilim ama çok zengin olduğumu düşünüyorum… Çünkü başkalarının parayla çözemeyeceği şeylerin çok daha fazlasını hatırla çözebiliyorum çok şükür… Çevreme faydalı olabiliyorum… Etrafındakilere faydası dokunmadıktan sonra neye yarar ki insan… Etrafına faydası olmayan insanlar, meyve vermeyen kuru bir ağaç gibidirler bana göre… İmkânlarım doğrultusunda yapabileceğim şeylerde dostlarımı asla kırmam ve elimdeki tüm imkânlarla yardımcı olmaya çalışırım…

Çok teşekkür ederim hoş bir röportaj oldu… Bol ödüllü çalışmalar diliyoruz…

Ben teşekkür ederim… Size ve tüm ekibinize “sinema tadında” güzel ve keyifli günler diliyorum…

(31 Temmuz 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Yerdeniz Öyküleri

2019’un Temmuz ayı sinema sektörümüz için oldukça üzücü geçti, onlarca sevdiğimizi elimizden aldı. Yusuf Atıcı (Yönetmen, Senarist), Küçük İskender (Şair, Yazar, Oyuncu), Nejat Toksoy (Müzisyen, Oyuncu), Ayşe Çakar (Oyuncu), Parkan Özturan (Oyuncu), Zafer Özden (Sinema Profesörü, Yazar, Çevirmen), Yurdaer Altıntaş (Grafik ve Afiş Tasarımcısı), Ahmet Doğa Kaygısız (Storyboard Emekçisi), Yalçın Gülhan (Oyuncu) ve Gökhan Pamukçu (Makinist, Sinema Makineleri Uzmanı). Hepsine Allah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun. Son kaybımız Gökhan Pamukçu, İstanbul Film Festivali ve Filmekimi’nin düzenlediği film gösterimlerinde 35 mm.lik sinema makinelerinin bakım ve tamirlerini yapmaktaydı. Gökhan, İstanbul Telif Hakları ve Sinema Müdürlüğü’nden emekli olduktan sonra, çeşitli Belediyelerle ve özel kuruluşlarla Açık Havada Sinema Gösterimleri organizasyonları yapmıştı. Sinemayı benden çok sevdiğini biliyorum. Memlekette sinema salonlarının yok olmaması, salon ve film şirketi sahiplerinden çok, Gökhan ve benzeri makinist ve diğer emekçi kardeşlerimiz sayesindedir. Sinemacılığın gerçek sahipleridirler. Buna canı gönülden inanırım.

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Kime ne yararı veya zararı olur bilemiyorum ama gün itibariyle sinemacılık ve filmcilik sektörünün tanıtım bölümüyle ilgili müthiş bir fikrimi uygulamaya geçireceğim. Malûm yeni sinema kanununun yürürlüğe girmesiyle birlikte memleketimizin en büyük sinema zinciri her türlü indirimli bilet satışlarını ve promosyon uygulamalarını kaldırdı. Basın gösterimi yapılmayan filmleri, biz yaşı kemale ermişler, kıt-kanaat emekli bütçemizden ayırdığımız bedellerle 65 yaş üstü indirimli bilet uygulamasından faydalanarak izlemekteydik. Doğal olarak Temmuz başından beri, her türlü “indirimi kaldıran” (!) bu büyük sinema zincirinden faydalanamaz olduk. Bendeniz de karar aldım, 3 filmin tanıtımına katkı sunduğum haftalık dergide film seçerken bundan böyle 65 yaş üstü uygulaması yapacağım. Pek karışık bir ifade oldu ama şöyle açıklayayım. Tanıtacağım filmleri öncelikle basın gösteriminde izlediklerimden, sonralıkla da sadece bu büyük zincir sinemalar dışındaki sinemalarda gösterilen filmlerden seçeceğim. Bazı filmlerdeki kurgu uygulamasına özenerek paylaşımı-mı-mın başına dönersek, “Kime ne yararı veya zararı olur bilemiyorum ama gün itibariyle sinemacılık ve filmcilik sektörünün tanıtım bölümüyle ilgili müthiş bir fikrimi uygulamaya geçirece-ce-ğim.” (13 Temmuz 2019)

Sinema Yazarı arkadaşımız sevgili Coşkun Çokyiğit sosyal medyaya AFM Sinemaları’nın yandaki kartını koymuş ve altına “Hatırlayan var mı?” diye yazmış. “Var” dedim ve yazılı diyaloğumuz karşılıklı aldı, yürüdü:
Coşkun Çokyiğit: Anlat!
Sadi Çilingir: Neyi?
Coşkun Çokyiğit: Hatırladıklarını!!!
Sadi Çilingir: AFM Sinemaları, Beyoğlu Fitaş Sineması’ndan türedi. Ülkemizin ilk zincir sinemalarıdır. Sonra Cinemaximum’lara satıldı. Fitaş, her ne kadar bir ara, adı Cinemaximum olsa da yine AFM’lerin sahibi Adnan Akdemir’de kaldı. Adnan’ın sinemacılığı dededen gelme. Dedeler de İpekçiler olarak anılıyordu. Hatta İhsan Koza (İpekçi) ilk “Senede Bir Gün” filmini kendi eserinden perdeye aktarmıştır. Biliyorsun bu filmi daha sonra Ertem Eğilmez, önce Kartal Tibet – Selda Alkor’la, sonra Kartal Tibet – Hülya Koçyiğit’le (Çokyiğit’le karıştırırlar hep) sinemaya uyarladı. Fitaş Sineması’nda Richard Harris’li “Vahşi Kahraman”ı (A Man Called Horse) hatırlarım 1970’lerden. Fitaş’ın altındaki Dünya Sineması’sında ise “Ivan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün”ü hatırlarım. Fitaş’ta Ersen ve Dadaşlar’ın bir konserine gittiğimi biliyorum. Atlas Sineması’nın eski müdürlerinden Suphi Oktay orada çalışırken Dünya Sineması’nın makine dairesinin yanındaki müdüriyet odasında, tükenmez kalemle defterlere yazdığı anılarını göstermiş ve “Bunları yayınlayacağım ve yer yerinden oynayacak.” demişti, kısmet olmadı. Suphi abiyle bir festivalde Emek’te bir kovboy filmi izliyoruz, “Abi bu Woody Strode değil mi?” diye sordum. “Aaa, hakikaten o.” demişti. Those were the days. … Daha yazayım mı?
Coşkun Çokyiğit: Tamer’i, Adile’yi (Adalet?) unutmuşsun! Bir de Jean Paul Belmando’dan, Le Professionnel’den, Ennio Morricone’den bahsedeydin…
Sadi Çilingir: “Kaçak” (The Chase), Marlon Brando, Robert Redford. Arthur Penn filmi. Robert Redford’la tanıştığım ilk film. O gün, bu gündür çok severim kendisini. “Poseydon Macerası”nı da Fitaş’ta izlemiştim.
Coşkun Çokyiğit: Bir de Dünya Sineması’nı Amerikanvari cep sinemalarına dönüştürülme sürecinde eski halinde kalması için tek destek verenin Tercüman Gazetesi’nin sinema yazarı olduğunu da ilave edebilirsin meselâ…
Sadi Çilingir: Bir de Dünya Sineması’nı Amerikanvari cep sinemalarına dönüştürülme sürecinde eski halinde kalması için tek destek veren Tercüman Gazetesi’nin sinema yazarıdır.
Coşkun Çokyiğit burada gözünden yaş gelerek gülen bir emoji ile diyaloğu sonlandırıyor ve sevimli gazeteci arkadaşımız İlker Alpkaya Sadi Bey’i teşvik ediyor:
İlker Alpkaya: Gerçekten güzel bir paylaşım, eline sağlık Sadi abi. Bunları yaz Sadi abi. Son derece değerli hatıralar.
Ve işte görüldüğü gibi yazdım.

(30 Temmuz 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Günışığında Dehşet

Marvel uyarlamalarının aşkın teknolojisinden yorulmuş Hollywood, tür sinemasının izinde taze yaratıcılarını ararken genç sinemacı Ari Aster’e can simidi gibi sarılmışa benziyor. Geçtiğimiz yaz başında gösterime giren yönetmenin ilk uzun metrajı ABD’de olduğu gibi bizde de ilgiyle karşılandı. ‘Rosemary’nin Bebeği’ ya da ‘Şeytan / The Exorcist’ benzeri klasiklerin etkisi altında Hollywood korku sineması geleneğinin izini süren ‘Ayin / Hereditary’yi, öncülerinin yanına pek de yaklaşamayan sıradan senaryosu ve hantallığı nedeniyle pek de sevememiştim açıkça söylemek gerekirse.

33 yaşındaki New York’lu sinemacı, kişisel travmalarından yola çıkmak suretiyle aile üzerine filmler yapmayı seviyor. ‘Ayin’ feci bir kazanın ardından ailenin parçalanması ve yeni yetme oğulun şeytansı güçlere tapan bir tarikatın bünyesinde yeni bir aileye kavuşmasının hikâyesidir. Aster, ilkinin hemen ardından çektiği ve sıcağı sıcağına bizde de gösterime giren yeni filmi ‘Ritüel / Midsommar’ ile aile sorunsalını tekrar gündeme getiriyor. Topluca intihar eden aile bireylerinin ardından yapayalnız kalan Dani, dört yıldır birlikte olduğu ancak aralarındaki sevgi bağlarının yıprandığı erkek arkadaşına sığınmaktan başka yol bulamıyor önceleri. Yalnız kalmamak için, Christian ve arkadaşlarının İsveç gezilerine zorla ortak oluyor. Kendi ayrılma hikâyesi sebebiyle Aster’in özdeşlik kurduğu Dani, yeni ailesini ve kaybolmuş kahkahasını ülkesinden kilometrelerce uzağında saklı bir diyarda bulacaktır.

Karlı Utah atmosferinden yaz ortası İsveç kırsalına düşüyor gençlerimiz. Varış noktası, ünlü Ingmar Bergman filmi ‘Bir Yaz Gülüşleri / Sommarnottens Leende’den anımsayacağınız geceleri güneşin batmadığı cennetten bir belde. Burada yaşayan pagan-komünal topluluğun 90 yılda bir gerçekleşen geleneksel bahar ayinleri için bir festival düzenlenmiştir. Gruptaki İsveçli arkadaş Pelle’nin önerisiyle, kimi akademik araştırma, kimi cinsel maceralar yaşamak için Avrupa’nın bu gizli köyüne gelen gençler, huzurlu görünümlü doğada yapılan kutlamaların göründüğü kadar masum olmadığını anlayacaklardır.

Bir aile travmasının ardından eli kulağında bir ayrılık hikâyesine yol alan film, Aster’in gösterişli teknik numaralarıyla 70’lerden miras ‘teen slasher’ türüne ya da daha yakın tarihli ‘Hostel’ serisine göz kırpmaya başlıyor. İsveç kırsalında -maddi koşullar nedeniyle çekimler Macaristan’da yapılmış- karşımıza çıkan manzara bizlere ‘Lanetli Ada / The Vicker Man’ filmini hatırlatıyor daha sonra. Ve filmin varacağı noktayı sezinlemeye başlıyoruz. Ancak yönetmenin de bir söyleşisinde belirttiği üzere, bol kanlı infaz sahneleri beklemeyin bu filmden. Gerilimin giderek doruğa tırmandığı bir ‘folk korku’ türü örneği beklemeye başlıyoruz bizler de.

‘Ayin’de izleyiciyi bir evin içine hapseden, karanlık ve gölge oyunlarıyla dehşeti aktarma yoluna giden Aster, bu defa parlak günışığı altında çekilmiş bir korku denemesine soyunuyor. Bu yaratıcı tercihi takdire şayan. Mekân, kostüm tercihleri ve Polonyalı görüntü yönetmeni Pawel Pogorzelski ile ekibinin görsel başarısına diyecek yok. ‘Narayama Türküsü’nü izleyenlerin çok iyi hatırlayacağı türden yaşlı insanların intihar ritüeli ve cehennemi final sekansları da korku sineması antolojisine geçecek denli iyi. Lakin, aynı ‘Ayin’de olduğu gibi hikâye akmıyor. Gerilim başta beklediğimiz gibi adım adım tırmanamıyor. Senaryonun hantallığı, kurgudaki aksamalar ve de kötü oyunculuklar yüzünden filmin uzunluğu (yaklaşık 2.5 saat) daha fazla göze batmaya başlıyor.

Biz ‘Ritüel’i özellikle iki bölümü için türü sevenlerin izlemesine bırakalım. Ve bundan yıllar önce fantastik korku türüne yeni bir soluk getiren ve düzenli olarak taklit edilen ‘Yaratık / Alien’ın 40. yaşını ve yaratıcısı Ridley Scott’ı kutlayalım.

(27 Temmuz 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Mahalle Baskısına Karşı Yeteneğin Gücü Ya Da Putları Yıkan Yetenek

İnsanın yaşamı aile içinde başlar… ilk baskılar da aileden gelir, arkasından sokaktaki, çevredeki baskılar, artık toplumsal baskıya dönüşür. Dünyanın en büyük -ama aynı zamanda da en masum gibi görünen- en zalim baskısıdır mahalle baskısı. Giderek tabuya dönüşür bu baskı, “put”ları kırmak en zorudur.

Hepimiz yaşamışızdır… Saçını uzatmak istersin, aşağılarlar hemen. Kırmızı giymek istersin yaftalarlar anında. Şu işe soyunursun (biraz da kıskançlık vardır muhakkak altında) kötülerler. Size bakışlar değişir, imalı lâflar atılır, iğnelerler olur olmaz her yerde her an… İster istemez çekinir, korkar, vazgeçersiniz. Yeteneğinizin farkına bile varamazsınız. İçinizde ukde kalır bir süre sonra…

Babanın dirayeti

Küba’da, babasının yeteneğini fark ettiği Yuli, mahalle baskısından da kaynaklanan isteksizlikle bale yapmaktan kaçar. Ancak o kadar yeteneklidir ki, eğitmenleri başta olmak üzere herkes onu çalışmaya iter. Sonunda, bütün baskılara galip gelir mahalle baskısı kırılır, tabular yıkılır ve Yuli Londra Kraliyet Balesi’nde bile başrole çıkan ilk siyahi olur.

Eğitim de yetenek odaklı olmalı

Filmin, bizim için bir diğer özelliği de -tam da bugünlerde okul sınavları, tercihler yapılırken- çocuğun yeteneğine göre eğitilmesidir. Bizim hiç bilmediğimiz, ama aslında en öncelikli olarak yaşamımıza sokulması gereken bir olgudur bu. Liseler, üniversiteler hatta meslek liseleri bile ya puan üzerinden -ki, puanı tutmuyor diye yıllarca eğitimini aldığı alanda ilerleyememiş insanlar var, üzgün ve kayıp- ya da sadece parası çok diye hiç yapamayacağı alanda eğitim almaya zorlanan gençleri çağırıyor.

Bizim için de…

Bu yanlıştan kaçamadığımız sürece (üretimi günden güne eriyen ülkemizde) hem işsizlik artacak hem beyin göçü sürecek hem de kaliteli bir yaşam olmayacak. Yuli, tek başına bir hayat hikâyesi değil, bir rehber bana kalırsa, anne babalar için, eğitimle ilgili tüm yetkililer için… Ülkemizin geleceğinde söz sahibi olan herkes bu filmi izlemeli ve ders almalı.

(25 Temmuz 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Tek İstediğim Bana Acımanız

Yunan sinemacı Babis Makridis imzalı ‘Oiktos’ (Acıma) bizde ‘Zavallı’ adıyla gösterime girdi. (Tuhaf) Yunan Dalgası olarak adlandırılan akımın izini süren bu ikinci uzun metrajını, uzun yıllar Yorgos Lanthimos ile çalışmış senaryo yazarı Efthymis Filippou ile birlikte kaleme almış.

Film, açılan garaj kapısından perdeyi kaplayan uçsuz bucaksız masmavi bir gökyüzü ve deniz manzarasıyla başlıyor. Denize karşı lüks apartman dairesinin yatak odasına dönüyoruz daha sonra. Ana karakterimiz yatağın ucuna çökmüş hüngür hüngür ağlamaktadır. Adını bilmediğimiz orta yaşlı adam ergenlik çağındaki oğluyla birlikte yaşamaktadır. Evin annesi, ayrıntıları açıklanmayan ölümcül bir kaza sonucu komaya girmiştir. Adam dertlidir, kederlidir. Sabahları portakallı kek yaparak acılarına ortak olma çalışan komşu kadın, eşiyle birlikte karısının iyileşmesi için dua ettiklerini dile getiren kuru temizlemeci ya da annesinden kalan haçlı kolyeyi patronuna armağan eden sadık sekreteri, adamı teselli etmek için didinir durur. ‘O olmadan hiçbir şeyle başa çıkamam’ diyen adamın eşine derinden bağlılığını bizler de hissederiz. Başkaları tarafından acınma duygusunun adamın bağımlılığı haline geldiğini fark ederiz daha sonra.

Yaşadığı kâbusun kendisine kazandırdığı başkalarının merhamet duygusundan mutludur adam. Ta ki, karısı sürpriz bir biçimde komadan çıkıp hayata dönene kadar. Evde herşey normale dönmüş gibidir. Piyanist genç çocuk Mozart sonatının uçarı allegro bölümünü dilediği gibi çalabilecektir artık. Lakin, insanların ona acımayı bırakmalarıyla birlikte, adam için mutsuz günler başlamıştır. Büyük bir haz aldığı başkalarının merhamet duygusunu geri ister. İnsanların ona acımamasının sorumluluğunu kendinde arar. ‘Daha trajik bir şey dikkatlerini çekmiş olmalı’ diye düşünür. Oğlunun başarılı adımlarından rahatsız olur. Piyanonun tellerini tahrip etmek yetmeyecektir. Gelecek tüm mutlu zamanların önünü kesmek için pes etmeden daha kökten kararlar alma zamanı gelmiştir.

Yönetmen Makridis’i 31. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş 2012 yapımı ilk uzun metrajı ‘L’ ile tanımıştık. Bu ilk film, 40’lı yaşlarda sıradan bir sürücünün, hayatını vakfettiği işinden olması ve bunun getirdiği hayal kırıklığı ve kimlik arayışı doğrultusunda şiddet yanlısı bir motorcu çeteye dahil olmasını deneysel ve gerçeküstücü bir üslup ile ele alır. ‘Zavallı’nın aynı yaşlardaki avukatı, orta üst sınıftan, yetenekli oğlu, (filmin önemli figürlerinden biri olan) sevimli köpeği ile imrenilecek bir villa dairede yaşayan, babadan zengin hali vakti yerinde bir karakter. Bir de onu içten içe kemiren doyurulmamış ‘hüzün’ duygusu olmasa.

Makridis karakterin dünyasına zıt bir atmosfer yaratmış. Gökyüzünün güneşli, çarşaf gibi denizde yelkenlilerin sakince süzüldüğü huzurlu dünya, orta yaşlı adamın ruhuyla tezat teşkil ediyor. Başroldeki Yannis Drakopoulos’tan, çoğunlukla statik bir kamera önünde sessiz, Keatonvari tarzda donuk bir oyun istenmiş. Bu sükunet içinde beliren kara bulutlar ise, anlatıya eşlik eden klasik korallerin fırtınalı kreşendolarıyla dile geliyor. Beethoven 9. Senfoni ve Mozart Requiem’den ‘Dies Irae’ bölümleri ana karakterin iç dünyasını simgeleyen ezgiler. Yas bölümlerine ise Mozart’ın ölüm döşeğinde tamamlamadan bıraktığı ünlü ‘Lacrymosa’sı ve Arvo Pärt ezgileri eşlik ediyor.

Ana karakterin, sakin yelkenlilerin sessizce süzüldüğü güneşli okyanus manzaralı devasa tabloyu asılı olduğu yerden indirip, yerine kara kalem, fırtınalı denizde alabora olmakta olan geminin resmini asması, ana karakterin içindeki çatışmayı ilan ettiğini ve isyanını gözler önüne serişini ifade eden güzel bir sahne olarak özellikle dikkat çekiyor.

Bir söyleşisinde Makridis’in de ifade ettiği gibi ‘dünyada herkes mutlu olmak istiyor’. Başlarına ne gelirse gelsin, sonunda iyi birşeyler olacağına inanmak istiyor her insan. Farklı duygular karmaşası içinde yol alan filmini de hepimizi rahatlatacak bir sonla bitiriyor. İzleyince sizler de mutlu ayrılacaksınız salondan.

(22 Temmuz 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gloria’nın Eski Tadı Yok

Şilili yönetmen Sebastián Lelio 2013 yapımı ‘Gloria’ ile benzersiz bir kadın portresi armağan etmişti sinema dünyasına. Aynı yıl Berlin Film Şenliği’nden üç ödülle dönmüş film, kadın özgürlüğü ve onun da ötesinde bireysel özgürlüğün manifestosu olarak ışıl ışıl parıldayan bir çalışma, yönetmenin kendi ifadesiyle ‘izleyicinin doğrudan bedeninde hissedeceği’ bir filmdir.

Ülkesinin önde gelen tiyatro oyuncularından Paulina Garcia’nın Berlinale en iyi kadın oyuncu ödüllü performansı sinemaseverlerin belleğinde yer etmiştir. Amerikalı tanınmış oyuncu Julianne Moore, hikayeden ve resmettiği kadın karakterden fazlasıyla etkilenmiş olacak ki, daha aradan sadece 5 yıl geçmişken, Lelio’ya filmin Amerikan yeniden çevirimini teklif etmiş. Genç yönetmen de Hollywood ilişkilerini gözeterek bu teklifi kabul etmiş. Sonucu bu hafta sinemalarda izliyoruz.

‘Gloria Bell’ adını almış olan yeniden çevirim özgün yapımın sahne sahne Amerikan yaşam tarzına uyarlanmış hali. Orta sınıfa mensup, ellisini devirmiş kadına bu defa Moore can veriyor. Onun da yetişkin oğlu yeni doğmuş oğluna annesi uzaklardayken bakmakla meşgul. İsveçli sörfçü sevgilisinden hamile kızı, adamın yanına taşınma hazırlıkları içinde. Eski kocası da genç bir kadınla evlenmiş. Sosyal bir kadın Gloria. Eğlenmeyi, dans etmeyi seven, ilerlemiş yaşına ve yalnızlığına rağmen köşesine çekilmeye hiç niyetli olmayan hayat dolu bir kadın. İkinci bahar özlemi içindeki orta yaşlı denizci ile tanışıyor bir dans kulübünde. Ancak adamın sona ermiş mutsuz evliliğinin gölgesi ve hala baba eline bakan iki yetişin kızın sorumluluğu, çiftin birlikteliğini engelleyecektir.

Kağıt üzerinde iyi çalışan bu hikaye, Amerikan versiyonunda filmin lehine işlemiyor ne yazık ki. Moore bildik hantal rollerinin bir tekrarıyla Garcia’nın yaşam arsızlığını, bitmez tükenmez enerjisini aktaramıyor izleyiciye. Keza, Claudio Bertoni’nin ‘İntihar Düşüncesindeki Genç Kadın Hakkında’ dizelerini özgün filmden farklı olarak İngilizce çevirisiyle dillendiren John Turturro’nun eski denizci, yeni eğlence parkı işletmecisi Arnold’u, Şilili kıdemli aktör Sergio Hernández’in kırılgan Rodolfo yorumunun yanına yaklaşamamış. Dolayısıyla, yetmişler sonunda Umberto Tozzi’nin meşhur ettiği, daha sonra Laura Brannigan’dan İngilizce sözlerle dinlediğimiz filmin ilham şarkısı ‘Gloria’, seksenler kuşağının anılarını tazeleyen coşkulu melodik yapısı ve isyankar sözleriyle bu defa etkileyici değil.

Sözün kısası, ‘Gloria Bell’, köklerinden ve politik altyapısından koparılmış, enerjisi alınmış gereksiz bir yeniden çevirim. Özgün filmi izlemeyenler ve Julianne Moore sevenler filmden belli ölçüde bir tat alabilir belki ama Paulina Garcia’nın yorumunu izlemiş olanlar için kocaman bir can sıkıntısı ‘Gloria Bell’.

(21 Temmuz 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hindistan Eşkıyaları

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

20. Eskişehir Uluslararası Film Festivali’nde yaşlılığın güzel bir özelliğini daha keşfettim. Belirli bir yaştan sonra görünmez oluyorsunuz. Film festivalinde, Üniversite kampüsü içindeki konuk evinde misafir edildik. Filmlerin bazılarını da kampüs içindeki Anadolu Sineması’nda izliyoruz. Konukevine yürüyerek 10 dakika mesafedeki sinemaya yüzlerce gencin arasından geçerek gidiliyor. Gençler kendi aralarında şakalaştıklarından, bakıştıklarından aralarından geçip giden yaşlıların farkında bile değiller. Görmüyorlar ve bir an için göz göze bile gelmiyorlar. 65’ten sonra görünmez adam da oldum ya helâl olsun bana. (19 Kasım 2018)

Hızlı trendeki ikaz anonslarına bizzat şahit olduğum TCDD’yi çok takdir ettim; memleketin ahvâl ve şeraitini çok güzel özetliyor. “Ayakkabılarınızı çıkarmayınız.” (demek ki çıkarıyorlar), “Sigara içmeyiniz. (demek ki içiyorlar), “Konuşmalarınızı düşük tonda yapınız.” (demek ki yüksek tonda yapıyorlar), “Diğer yolcuları rahatsız etmeyiniz.” (demek ki ediyorlar) / Öyledir bizim insanımız, yarın öbür gün -inşallah yapılmaz ama yapılırsa- Kanal İstanbul’da balık tutmaya kalkanlar bile olabilir. (20 Kasım 2018)

Eskişehir’den kalkarken hızlı trende “Sayın yolcularımız…” diye anons yapıldı. Gebze’ye geldik, 255.867 oldu, hâlâ sayıyorum. Dikkatim dağılmaya başladı, “Saymayın yolcularımız…” anonsunu yapsalar da durup dinlensem. Dilim, damağım kurudu. (20 Kasım 2018)

Geçen yıl başlattığım bir geleneği bu yıl da, 8. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde yerine getirdim. Festivalin verdiği basın sponsorluğu plaketini, sinemalarda film seyrederken cep telefonlarını kapatanlara armağan ettim. Bu vesileyle iki çeşit basın sponsorluğu olduğunu belirteyim: Birincisi festivallerin basına yaptıkları sponsorluk teklifi, ikincisi basının festivallere yaptığı sponsorluk teklifi. Sosyal medyada zaman zaman rastlanan “filanca yere olduk, falanca yere olamadık” mealindeki duyuruları bendeniz hep o şekilde değerlendiririm. (21 Kasım 2018)

Gaziantep Zeugma Müzesi’ndeki Çingene Kızı mozayiğinin yurt dışındaki parçalarının yerine dönüşü de sevinçle karşılanıyor, Hasankeyf’teki binlerce yıllık tarihi eserlerin yerlerinden edilişi de sevinçle karşılanıyor. Ya ikisi de doğru, ya ikisi de yanlış. En İyi Film Ödülü’nün 2 filme birden verilmesi gibi. Kelâlâka ama tuhaf. (22 Kasım 2018)

Türkü veya şarkıların sözlerini değiştirerek reklâmlarına alet eden firmaların mallarını bundan böyle kesinlikle almayacağımı duyururum. Siz de almayın. Misalen “Sırma saçlı yarimin can bahşederken işvesi” olarak hafızamıza nakşolmuş şarkının sözleri “Falanca şampuanla yıkanmış saçlı yarimin can bahşederken işvesi” diye değiştirilir mi arkadaş? Ayıptır, yapmayın. (22 Kasım 2018)

Bir adet kalem pile ihtiyacım var, 50 yere sordum, yok; illa ikili almaya zorluyorlar. Bu nedenle pil üreticisi ve satıcısı tüm esnafı kınıyorum, Antalya 100. Yıl Bulvarı’ndaki kırtasiyeci hariç. “Hiçbir yerde tekli satılmıyor.” dediğimde “8’li kutuyu açıp tek tek satıyorum abi.” diye cevap vermişti. Fiyatını unuttum ama isterse 2’liden pahalı olsun, verdiğim parayı helâl ettim o esnafa. En azından birini kullanıp ötekisini çekmeceye atıp unutmuyorsunuz. (25 Kasım 2018)

Yeniden çevrilen filmlerin en büyük zaafı ilk çevrilen orijinalleriyle mukayese edilmesi. Yerli filmlerimizden ilk akla geleni “Fatih’in Fedaisi: Kara Murat” filmi oluyor. Bu filmi seyrettikten sonra keşke Cüneyt Arkın’ın oynadığı herhangi bir “Kara Murat” filminin restore edilmiş kopyası yeniden vizyona çıkarılsaydı diye düşünmüştüm. Keza beklenen ticari başarıyı sağlayamayan son “Karaoğlan”da da öyle olmuş ve Kartal Tibet’li siyah beyaz Karaoğlan filmleri özlemle hatırlanmıştı. Ne yalan söyleyeyim, vizyondaki son tarihi film için de aynı arzuyu duydum. 40 yıl önceki Tarık Akan, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Münir Özkul ve Adile Naşit’li “Hababam Sınıfı” da yeniden filme alınıyor. İlk film gibi yeni film de işe oyuncularını gazete ilanı ile arayarak başladı. Umarız yeni “Hababam Sınıfı” filminde de aynı sükut-u hayal yaşanmaz. Takip eden sinemaseverler bilir, eski Hababam filmleri oyuncuları hâlâ memleketin her yerinde ilgi ile karşılanıyorlar; en son Antalya Kepez Belediyesi tarafından ağırlandılar. Yeni Hababam sonrasında o oyuncular da ülke çapında dolaşıma çıkarlarsa, Öz Hababam – Yeni Hababam gibi hoş ve tuhaf bir rekabet başlayacak sanırım. (30 Kasım 2018)

Sosyal medyada yazan oldu mu bilmiyorum ama “Hindistan Eşkıyaları”ndaki Aamir Khan sanki “Karayip Korsanları”ndaki Johnny Depp’i andırıyor. (30 Kasım 2018)

Mevzu şu kadar basit: Sen ne dersen o. (01 Aralık 2018)

Yaşar Kemal’in “O iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler” cümlesiyle anıldığı gibi, mekânı cennet olsun, geçen hafta kaybettiğimiz Refik Durbaş da hemen herkes tarafından “Sevda ne yana düşer usta” cümlesiyle uğurlandı. En sevdiğim yazarların başında gelen Sait Faik Abasıyanık’ı 1954 yılının 11 Mayıs gününde kaybettik. Bakın şimdiden, kendimi de “çok bilen adamlar” kategorisine yerleştirerek o gün için şimdiden yazıyorum: Seni minnetle anıyoruz büyük usta; “bir insanı sevmekle başlar her şey”. (Yeni cümleler yazın şu ortama. Yeni. Orijinal. İlk. Duyulmamış.) (03 Aralık 2018)

Atalarımız sınırı çok iyi tespit etmişler; 70’e kadar “Dürriye’min güğümleri kalaylı”, 70’ten sonra “Benim sadık yarim kara topraktır.” (13 Aralık 2018)

Bir an kendimi “kiremit kaplı çatı” sandım, “Yenikapı’da aktarma yaptırmak…” anonsunu duyunca. Bu günlerin politik ortamının (Paris’in sarı yeleklileri) yaptıracağı çağrışımla, ister misiniz “Peronlardaki sarı çizgi…” anonsunu da değiştirsinler. “Peronlardaki yeşil çizgi…” (14 Aralık 2018)

(18 Temmuz 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

William Blake’in Ruhani Yolculuğu

‘Her gece ve her sabah
Doğar bazıları acıya,
Her sabah ve her gece
Doğar bazıları tatlı hazza.
Doğarken bazıları tatlı hazza,
Doğar bazıları sonsuz geceye.’

Yersiz yurtsuz kızılderilinin, Cleveland’dan kopup gelmiş üstü başı düzgün delikanlıya William Blake’in ‘Masumluk Kehanetleri’ şiirinden alınmış bu dizeleri aktarması boşuna değildir. Öyle ya, bölgenin zengin maden şirketinden aldığı mektupla vahşi batı macerasına atılan şehirli genç adam ünlü şairle aynı adı taşımaktadır. Bizim şaşkın Blake, iki ay gecikmeli olarak ulaştığı kanunsuz beldede ilk günden başını belaya sokacak ve karıştığı kanlı düellodan göğsünde bir kurşunla kaçmayı başaracaktır.

Nobody yani Hiç Kimse adındaki Kızılderili, köle tüccarlarının elinde Avrupa, İngiltere gördükten sonra bir yolunu bulup özgürlüğünü kazanmış ve İngiliz şairlerin dizeleriyle ufkunu genişletmiştir. Ölümcül bir kurşun yarası ile arafta gezinen ölü William Blake’in ruhlar katına ulaşma yolculuğunda gönüllü rehberliğine soyunacaktır. Bu ruhani yolculuk Cleveland’lı William Blake’i dönüştürecek ve acımasız vahşi batının kaotik ortamında benzersiz bir kendini bulma deneyimi yaşatacaktır ona.

Güzel bir yaz sürprizi olarak yıllar sonra ülkemizde ilk kez vizyona giren efsanevi Jim Jarmusch filmi ‘Ölü Adam / Dead Man’, kelimelerle anlatılması pek de kolay olmayan şiirsel bir halüsinatif yolculuğun hikâyesi.

Western türünden yola çıkmasına ve janrın bilinen atmosferini ve tiplemelerini kullanmasına karşın, westerni yenileyen de demeyelim, türü mistik bir serüveni aktarmak için araç olarak kullanan bir deneme bu. Kötü adamlar, kanunsuz şerifler, masum yüzlü fettan kızlar, aşağılık porsuk avcıları, yerinden yurdundan edilmiş yerliler, emperyalist sömürü düzenin işbirlikçileri sahtekar misyonerler, türlü türlü caniler, oğlancı yamyamlar hepsi var bu filmde.

Bilge ‘Hiç Kimse’ için ruhani düşlerin peşinde yol almak ulvi bir lütuftur. Bu yolda gözlüklerin olmadan daha net görebilirsin. Kutsal ruhlar yiyip içmeden yol alanları takdir edecek, esirgeyip koruyacaktır. Tüm ruhların geldiği yere dönme vaktinde, bu kaotik fani dünya ruhlar katına yükselmeyi bekleyeni hiç ilgilendirmeyecektir artık.

Jarmusch gençlik döneminin bu belki de en değerli başyapıtında siyah-beyaz Western kalıplarının ardında böylesine şiirsel bir yolculuğun izini sürüyor. Tarkovski klasikleri ve bizde kıymeti bilinmemiş Semih Kaplanoğlu’nun tasavvuf düşüncesini temel alan yakın tarihli filmi ‘Buğday’ ile uzaktan akrabalık taşıyan bir film bu. Farklı olarak, New York’lu sanatçının gençlik dönemine ait (1995 yapımı olmasına karşın tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş) eseri, türe özgü kalıpları yabancılaştırma yolunda mizahı ustaca kullanmış.

Çağımızın en saygın rock/folk müzikçilerinden Neil Young imzalı serbest vezin müzik çalışması, diyalogların yerini alarak emsalsiz siyah beyaz görüntülere eşlik etmiş. Gencecik bir Johnny Depp belki de kariyerinin en iyi performanslarından birinde ışıl ışıl parlıyor. Efsanevi oyunculardan Robert Mitchum onu en çok hatırladığımız ‘The Night of the Hunter’ filmindekine benzer kısacık bir veda kompozisyonla karşımıza çıkarken, travesti Sally’de ünlü rock yıldızı Iggy Pop ve yine genç Gabriel Byrne, Alfred Molina, John Hurt, Billy Bob Thornton gibi çağımızın önemli oyuncuları kısa rolleriyle filme renk katmışlar.

İlk kez 15. İstanbul Film Festivali’nde (tarihi Emek Sineması’nda) hayranlıkla izleme şansını bulmuş olduğum bu efsanevi filmi, 23 yıl sonra aynı tazelikte bulmuş olmaktan duyduğum keyfi anlatamam. ‘Ölü Adam’ı geniş perdede izlemenin her tutkulu sinemasever için gerekli olduğu düşüncesindeyim.

(15 Temmuz 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Doğu ile Batı Arasında Sıkışan Türkiye Ticari Sineması

Uzun bir aradan sonra bu yıl sinema gişelerindeki bilet satış adetleri büyük düşüşler yaşıyor. 2019’un yedi günlük gösterim haftalarından neredeyse hiçbirinde bir önceki yılın aynı dönemine göre daha fazla satış gerçekleşmedi. Halbuki 2017 ve 2018 yılında 70 milyon adetlik satışlar yapmayı başaran Türkiye ticari sineması yabancı yatırımcıların da ilgisini çeken tablolar ortaya koymuştu. Yerli yapımlarıyla yabancı filmleri ve Amerikan stüdyolarının dev prodüksiyonlarını ezen Türkiye sinemasının ürünleri yıllık satışlardaki % 60’lara varan hakimiyet oranlarıyla Avrupa’da ve dünya çapında ilk 10’a girmeyi başarıyordu. Yeni milenyumun ikinci on yılıyla birlikte önce 30 milyon peşinden 40 ve 50 milyon satış dilimlerini gören gişeler istikrarlı yükselişiyle yatırımcılara 100 milyon satış hedefini koydurmuştu bile. Birçok zayıf ve profesyonel olmayan ögesine rağmen Türkiye popüler sinema piyasası, bütün çarpıklıklarına rağmen bir istikrar yakalamıştı diyebilirdik. Dedik de!..

Koreli eğlence devi CJ’in Türkiye’yi seçmesinden önce ülke sinema piyasası Amerika ve Avrupa’daki teknik gelişmeleri ve ticari stratejileri takip ediyor ve uyguluyordu. Gösterim haftaları, seanslama, denetim, biletleme, VPF, POS, DCP, görsel ve işitsel efektler, bu takip edilen unsurlar olarak sayılabilir. CJ’in öncelikli ve ana amaçla, sinema işletmeciliği alanında yaptığı yatırım devamında dağıtım departmanının güçlendirilmesi, perde reklâmı aracılığında hakimiyet şekil ve stratejileriyle yerleşti. Şirket kendi ürünleri olan görsel ve işitsel bir takım ürünleri de sırasıyla sinema işletmelerine taktı. Bunlarla da yetinmeyip Türkiye’de sinema filmi yapımı, ikinci bir film dağıtım şirketi kurulumu (CGV Mars ve CJ Entertainment) ile pazardaki yerleşimini perçinledi. Anlaşılacağı üzere Uzakdoğu’nun dev holdingi CJ’in Türkiye’deki faaliyetleri, yerelde sinemanın icrasını millileştirme amaçlarından uzaklaştırdı.

Her ne kadar iki sene öncesine kadar yüksek yıllık yerli film bileti satışı hakimiyetlerine sahip de olsak bütün dünyada olduğu gibi Amerikan film endüstrisinin domine ettiği bir piyasaya sahiptik. Bugün; dağıtım, yapım ve sinema işletmeciliği alanlarında ezeli dost ülke Güney Kore’nin hakimiyetinde bir ticaret ilerliyor. Doğu ile batı arasında sıkışan Türkiye ticari sineması faydasız ve gereksiz bir millileşme çabasında…

Ne kadar da ticari sinema ve sanat sineması gibi ayrımlar mevcutsa da her iki tanımın da ortaya çıkması, bu tanımlara uygun ürünler ve yapıtlar verilmesi ihtisas ve incelik gerektiriyor. ‘Yedinci Sanat’ sinemanın, filmlerin, yerel ürünlerin ve yapıtların millileşebilmesi için dilinizin, kullandığınız ekipmanın, zihin gücünün ve ihtiyacınız olan bütün araçların yüksek ölçüde milli olması gerekir. Ülke topraklarının efsanelerini, yaşanmışlıklarını, tarihini, toplumunu taklit etmeden, özgün bir sinema dili ve anlayışıyla, sinema sanatının evrensel ölçüleri çerçevesinde (kurallar – kuramlar) icra edebildiğiniz sürece kitleler üzerinde ilgi uyandırabilir ve endüstri olabilmek için büyük bir adım atmış olursunuz.

Doğu ile batı arasında kalan Türkiye sinema yaşamının yarıdan fazla sinema işletmesinin tabela ismi yabancı harfler ve kelimeler barındırmaktadır, gösterim ve salon ekipmanlarının tamamı yurt dışından ithal edilmektedir. 4K, DBOX, SCREENX, ATMOS, IMAX, 3D, 4DX, DOLBY gibi görsel ve işitsel efektlerinin tamamı yabancı film endüstrilerinin uygulamalarıdır, 2D; dijital projeksiyon makineleri de bütün gösterim kabiliyetini yurt dışından onaylarla tamamlamaktadır. Ticari sinemada en çok para kazandıran görsel ve işitsel efektlerin yanı sıra izleme eşlikçilerinde bile bir yerellik yoktur; kola ve patlamış mısır!

Efektlerle sinema izleyicisinin etkilenmesi hedeflenirken sunulan eşlikçiler de yerel değil yabancı menşelidir. Hiçbir sinema büfesinde döner – ayran kampanyasına rastlayamazsınız. Bu mümkün de değildir. Global pazarlarda yüksek bilet satışlarını hedefleyen Amerikan stüdyoları ile sinema ekipmanları üreticileri gelirlerinin düştüğü pazarlarda, yerel sinema bilet satışlarının yükseldiği ülkelerde de yine kendi üretimi olan ‘silahları’ piyasaya sürmektedir; Netflix… Amerika’nın güzide ürünü Netflix’te Marvel, Universal, Paramount, Sony, Warner Bros., Disney, Fox gibi devlerin sinematik ürünlerini kesinlikle aynı anda göremezsiniz. Disney’in kendisine ait ürünü Disney Plus’ta dahi sinema filmleri çeşitli süre sınırlamalarından önce yer alamayacak. Ne hikmetse birkaç yüz bin dolar karşılığında Türkiye’nin gişe lideri yapımları, ülke seyircisinin sinemada izlediği sırada Netflix’te yer alabiliyor. Gerçekten bu şirketin global bir abone ihtiyacı mı var ve gerçekten bu ihtiyacını Türkiye’nin ticari baş yapıtlarıyla mı giderebilecek? Tabi ki hayır. Yer aldığım toplantılar ve farklı ülkelerdeki meslektaşlarımla gerçekleştirdiğim konuşmalarda ne yazık ki ülkelerinde bir Netflix tartışması olmadığını gözlemledim.

Burada, unutmadan araya girerek iki yaklaşımımın altını çizmek isterim: Türkiye ticari sinemasında millileşme karşıtı değilim, evrensel şartlar eşliğinde kazanç arttırıcı bir millileşme güzel olabilirdi. Yalnız devamında gelen soru: Ne üretiyoruz? Öte yandan her yıl ulusal filmlerin gişedeki hakimiyetinin yüzdesel olarak yüksekte olmasının temelde sinema ekonomimize bir faydası yoktur. Yabancı filmler ile yerli yapımların oranında denge olması, özellikle Amerikan stüdyolarının sinema filmlerinin yüksek izleyici oranlarına sahip olması yerel sinema ekonomilerine daha yüksek faydalar sağlamaktadır.

Batı’nın, filmler aracılığıyla yaşam tarzı, inanç vb. olguları dayatması, uzak ülkelere yaşam tarzı ihraç etmesi gibi stratejilerin de günümüzde –en azından sinema aracılığıyla- yapılması hedeflenmemektedir. Bu, önceki milenyumda kalan, bugün için yararsız bir stratejidir. Sinema haricinde birçok teknik, bu vazife için büyük güçlerin elindedir. Akıllı telefonlar, internet, uydular sinemaya alan bırakmamaktadır. Kaldı ki bırakın sinemayı birçok ticari alanda önlenemez bir iç içe ilişki yaşanmaktadır. Ülkede satılan hamburger adedi ile döner sayısı neredeyse eşittir mesela… Yadsımadığım diğer husus ise sinema olgusuna paralel olarak, her geçen gün gelişerek ve yayılarak, pıtırak gibi çoğalan gösterim olanaklarıdır. Yerelde ve evrenselde bu izleme olanaklarının çoğalması kaçınılmazdır ve sinema için herhangi bir tehlike oluşturmamaktadır.

Belki de sinema, 20 – 30 yıl sonra tamamen ortadan kalkacaktır ya da gelişen efektlerle hakimiyetini sürdürecektir. Evet, gelişen efektler. Bugün her uyandığımız yeni günde gösterim tekniklerinde ve efektlerde yenilikler olmaktadır. Örneğin global sinema endüstrisi, şimdilerde sinema filmlerini perdeye karşıdan yansıtarak değil de perde arkasından iletme yoluyla sunacağı sistemi tartışıyor…

Endüstride yer alan herkesin bildiği, bilmesi gereken ‘sır’: Büyüklük’tür. Günümüzde sinema endüstrisinde ticaret yapan hiçbir departman şayet ‘büyüyemez’ ise büyüleyemeyecektir de! ‘Welovebigscreen’ gibi mottoların yayıldığı, efektlerle devleşen sinema gösterimlerine ayak uyduramayan hiçbir sinema endüstrisi ayakta kalamayacaktır. Global sinema endüstrisinin elindeki koz ve onu var edecek tek olgu ‘büyüklük’tür. Netflix ve benzerleri büyüyemezken, beyaz camlar belli oranlara kadar irileşebilirken sinemanın sunduğu devlik deneyimlerinin ucu bucağı yoktur. Bu yorumlarımdan fantastik sinema filmleri dışında kalan yapıtların ticari sinemada şansının olmayacağı anlaşılabilir. Kısmen öyle olsa da son yıllarda dünyada ses getiren birbirinden önemli tarihsel, romantik, maceracı içeriklerin, ödüllü büyük dramaların çoğunlukla varlığını hatırlatmak da isterim. ‘Büyüklük’ olgusu sadece Örümcek-Adam’ın sıçrayışlarında etkisini göstermemekte, ‘Roma’ benzeri yapıtları da (örnekteki filmin Netflix için üretilmesine rağmen) görsel – işitsel ziyafetlere dönüşebilmektedir. Yalnızca perde içeriğinde değil; ‘büyüklük’ olgusu, Amerikan, Uzakdoğu, Çin ve Hindistan pazarlarında büfede satılan mısır kovalarının boyutlarına bile yansımıştır. Amerika’nın ücra bir kasabasındaki sinemanın büyük boy mısır kovası boyutuna WEB sayfaları aracılığıyla göz gezdirebilirsiniz.

Millileşme noktasına dönecek olursak, ek olarak şu soru sorulabilir; Türkiye sinemasında devleşen, eşsizleşen, büyüyen görsel – işitsel şölen deneyimine uygun içerik üretilmekte midir ve üretilebilir mi? Gerçekçi olmak gerekirse Türkiye’de stüdyosal bir sinema üretimi olmadığı gibi -mesela IMAX ekranına- uygun içerik ne vardır ne de bu yönde hatırı sayılır bir üretim planı bugün için bulunmaktadır.

35 mm. olarak bilinen fiziksel materyalle gösterimlerin yapıldığı dönemlerde sinema salon sayısının bugüne ve diğer ülkelere göre yetersizliğinden ötürü, Türkiye’deki dev sinema kompleksleri bölünmek zorunda kalmıştı. 2000 – 3000 kişilik sinemalar dört beş salonlu komplekslere hızla dönüştürüldü. Artan film sayısının aynı işletmede daha fazla sinemasevere ulaştırılması hedeflenmekteydi. Koca koca salonların bölünmesiyle sayıca az olan sinema kompleksleri niceliği artan filmleri sinemaseverlere sunabiliyordu. Kopya nakliyelerinin zorluğu, zaman alıcılığı ve 35 mm. kopyaların azlığı sebebiyle filmlerin salonlara programlanmasında, işin doğasına ve dönemine ait sorunlar yaşanıyordu. Doksanlı yıllarda Kanada’dan başlayıp bütün dünyaya hızla yayılan ‘Multiplex – Çok salonluluk’ akımı Türkiye’de de hızla yerleşmişti…

Teknik ve dönemsel şartların sorunlarının yanı sıra Türkiye’de sinemacılığın, sinema işletmeciliğinin en büyük derdi günümüzde de ‘salon doluluk oranı’dır. Yıl nüfuslarına, salon kapasitelerine göre Türkiye’de sinema salonlarının doluluk oranı 1989 yılından bu yana, ne yazıktır ki % 14’ü geçememiştir. Oran dünya genelinde ortalama bir değer olmasına karşı Türkiye’deki sinema işletmecilerinin giderlerini karşılamaya yetecek bir değer değildir. Ülke sinema ve koltuk kapasitesine bakıldığında bir yılda 550 milyon koltuk satışa sunulmaktadır. Gişeler son iki yılda bu kapasitenin yalnızca % 12,5’una ulaşabilmiştir. Her yıl bilet satışının nüfusa oranlamasında sınıfta kalan Türkiye, toplam bilet satış adedinde Avrupa altıncısı da olsa uzun yıllardır ‘film üretimi – salon kapasitesi – bilet satışı’ üçgeninde kronik bir sorun yaşamaktadır. Sorun Türkiye’de sinemaya gitme alışkanlığının yaratılamamasıdır; sinemaya gitme alışkanlığı ve sinemada film izleme olgusu…

Her sektörde olduğu gibi sinema izleyicisinin de bilinçlendirilmesi ve bunun yanında memnun edilmesi (içerik, fiyat) gerekmektedir. Türkiye ticari sinemasının gişede yaşadığı satış kısırlığının sebebi ‘mevsimsellik’ gibi basit bir noktaya indirgenemez. Bu durum ülke için çok açık toplumsal bir gerçekliktir aslında. Amerika Birleşik Devletleri’nde yüksek gişe beklentisindeki filmler ilk vizyona çıkışlarını yaz aylarında yaparken Türkiye’de kapalı bir alana, hatta açık bir alana insanları davet edip en az iki saat bir aktivitede bulunmalarını bekleyemezsiniz. Bu, iklimle, coğrafyayla ilintili toplumsal alışkanlığı ve gerçekliği sinema gişelerinin başlıca sebeplerinden biri gibi gösterip 35 derecelik hava sıcaklıklarında sinema salonlarının olağandan daha fazla bir şekilde dolmasını hedeflemek faydasızdır. Mutlaka sıra dışı bir şekilde bu aylarda ve kavuran hava sıcaklıklarında yüksek bilet satışı yapan filmler vardır ve olacaktır da ama bu mevsimden bir çare beklemek yersizdir. Sinema salonlarının modernizasyonu Avrupa’daki benzerlerinden farksız olsa da Türkiye’de yazın ve kışın sinemaya gitme oranının düşük olması -özellikle günümüzde- içerik ve prodüksiyon kalitesi ile ilintilidir.

2018’in son aylarında sinema yaşamının iç meselesi olarak baş gösteren ve konuşulmaya başlanan ‘gelir paylaşımı’ sorunu sinema piyasasının süre gelen teamüllerine devletin Kültür ve Turizm Bakanlığı ile dahil olmasına ve müdahale etmesine sebep olmuştu. Sinemayı ve ona bağlı bütün dinamikleri birebir ilgilendiren bir yasa ile sinemanın ticareti ve icrası her açıdan kontrol altına alındı. Satışlar, perde gösterimleri, filmlerin kimlere gösterileceği, sinema eserlerine ve televizyon eserlerine verilecek desteklerin yapısı büyük bir torbanın içinde birleştirilip kurallara bağlandıktan sonra yasa olarak onaylandı. Kendi sistemine sahip çıkmayan, herhangi bir yönetim ve işleyiş standardı olmayan sinema piyasasının ortadaki boşluktan dolayı böyle bir yasaya ihtiyacı vardı. Anlaşmazlıklar ve paydaşların birbirini şikayeti benzeri, bel altı vuruşlarla piyasa, devlet tarafından düzenlenmiş oldu. Sahi, düzenlendi mi?

Sinema eserlerinden alınan rüsumlardan televizyon dizilerine pay verilecek olması, sinema işletmelerine teşvik verilmeksizin gelirlerinin kısıtlanması ve kontrol altına alınması, gelir arttırıcı tüketici kampanyalarının yapılmasının engellenmesi, film yapımcılarının yapıtlarının önceki yasalara göre daha fazla denetlenerek sansüre tabi tutulacak olması gibi birçok ‘sanatla ve sanatın bağımsızlığıyla’ alakasız yasa içeriğine bakınca olumlu yönde bir düzenlemenin olduğunu söylemek pek mümkün değil. Sinema yaşamının ticaret departmanında yer kaplayan dinamiklerden uzak, belirli kesimleri olumlu belirli kesimleri olumsuz yönde etkileyen bir yasa ne yazık ki evladiyelik olamıyor.

Neredeyse dünyanın hiçbir ülkesinde sinema bileti satış fiyatlarını salon işletmecisinden bir başkası belirlemiyor. Türkiye’de Beyoğlu ve Beşiktaş ilçelerinin bilet fiyatları dönemin duayen sinema işletmecileri Mehmet Soyarslan (Sinepop), Temel Kerimoğlu, Baha Serter (Beyoğlu), Suphi Oktay (Atlas), Sedat Akdemir, Yalçın Selgur (Fitaş), İsmet Kurtuluş (Emek), Adalet Dinamit (Alkazar) ve Şükrü Avşar’ın (Lale) özenli ve saatler süren istişarelerinin ardından belirlenirdi. Bu ritüel kendi kapısının önünü, yaşadığı ve ticaret yaptığı alanın alışkanlıklarını, nüfusunu ve yapısını iyi bilen bütün işletmeciler tarafından kendi bölgelerinde tekrarlanırdı.

Ya şimdi? Bir sinema bileti 16 TL. ortalamasına geldi. Ya 2019 yılının ilk altı ayındaki bilet geliri? Yazıda döneme ait sayıları vermektense metnin ardından karşılaştırmalı bazı değerleri vermeyi tercih ettim. Orada da görüleceği üzere ilk altı ayın bilet geliri önceki yılın aynı dönemine göre daha düşük.

Yasa ile kaybolan ve düşük seviyelerde ortaya çıkan rüsum gelirlerinin doğru seviyeye çekilmesi de hedeflenmişti. Resmi olmayan kayıtlara göre Türkiye sinema gişeleri 2018 yılında 800 milyon TL’nin üzerinde bir gişe geliri elde etti ve bu kayıtlara göre devlete (maliye, belediye ve kültür bakanlığı) aktarılması gereken pay her yıl olduğu gibi açıklanan 800 milyonluk hasılat üzerinden olamadı. Yasa bu kaybı ortadan kaldırmak için maddeler de içeriyor. Daha açık söylemek gerekirse yasa yoluyla ya da piyasa şartları üzerinde yapılacak değişiklikler aracılığıyla uygulanacak baskı ve yasaklamalar hiçbir zaman fayda sağlamayacaktır.

Yasa hazırlanırken birçok yapımcı yürürlüğe girecek maddeler ile gelirlerin artacağını, bilet satışlarının eski seviyelerin de üzerine çıkacağını ve kendi paylarındaki kaybın azalacağını bekliyordu bugün de sipariş haberlerle toz pembe bir tablo sunuluyor. Acı gerçek şudur ki; sinema gişelerindeki bilet satışının düşmesinin yanı sıra büyük gider kalemleriyle boğuşan tek sinema kompleksleri, bağımsız sinemalar birer birer kapanıyor. Yaz ayları geldiğinde faaliyetine ara veren sinema komplekslerinin dışında Türkiye’de Haziran 2019’da kapısını bir daha açmamak üzere kapatan ve mesleğe veda eden 40’ın üzerinde sinema bulunuyor. Yalnızca bağımsız ve tek sinemalar değil endişe yaşayan. En büyük zincirden orta ölçekli sinema zincirleri de alışveriş merkezlerindeki salon sayılarını her hafta düşürüyor. Gelirleri kısıtlanan ve ticaret imkanları biçimlendirilen bir piyasada genişleme ve iyileşme beklemek de iyimserlik olurdu. Yapım, dağıtım ve sinema işletmeciliği alanlarında yatırımlar yaparak yerel pazarda yüksek bilet satışı hedefleri koyan Kore devi CJ de sinema piyasasındaki varlığına nasıl yön vereceği konusunda büyük endişeler yaşıyor.

Peki, doluluk oranlarındaki düşük seviyenin, sinema biletleri satışının düşüşünün sebepleri Netflix operasyonu mu, yeni yasa ile oluşan baskıcı piyasa ortamı mı ya da bilet fiyatlarının 12 TL. ortalamasından 16 TL.’ye sıçraması mı? Gişede indirim isteyen sinemasevere olumsuz yanıt verilmesi mi yoksa? Elbette bunların tamamı olumsuz yönde etkileyici unsurlar.

Asıl ve en önemli sebebe değinmek gerekirse; Türkiye’de küçük ekranla yarışacak ölçüde sinemasal içerik üretiminin olmamasını söyleyebilirim. Büyük sinema salonlarında, birbirinden etkileyici efektler eşliğinde izlenebilecek film üretimi? Mevcut içeriğin tamamı bütün Türkiye nüfusu tarafından anında sinema dışı mecralarda izlenebiliyor, hem de bilâ bedel… Ve bu mecralarda karşılaşılan görsel aldatmalar, tatmin olunmayan içerik yahut türlü teknik sorunlar sinemada uygulanan benzer şikeler kadar tepki toplamıyor. Yukarıda değindiğim yan, negatif etkilerin de varlığıyla, neredeyse başı sonu olmayan bir animasyon filmi izleyen çocuk seyirci dahi sinemadan soğurken Türkiye’de sayısı 45 milyon olan tek – benzersiz (unique), yetişkin (adult) sinemasever izlediği içerikler karşısında salondan kötü intibalar ile ayrılıyor.

Yeşilçam döneminde de, ondan önceki Mısır filmleri devrinde de ‘Furya Sinemacılığı’ dahilinde örnekler Türkiye’de sinemaseverlerle buluşmuştu. O dönemlerde internet kaynaklı mecraları bırakın televizyon tehdidi dahi bulunmuyordu. Ama şimdi var ve asıl sorun bu… İşte o ortamlarda ‘Furya Sinemacılığı’ büyük bir ticari silah olarak sinemacıların keşfiydi. Bugün yapılan ‘Furya Sinemacılığı’ çok açık bir şekilde ithal edilen yabancı filmler, gerçekte var olmayan animasyonlar, birbirini tekrarlayan korku filmleri ile sinemasevere, birkaç TL. daha fazla kazanabilmek adına talihsizce sunuluyor.

Popüler sinema piyasası içinde elbette yeri olan bu aksiyonlar sonucunda pazardaki şirketler ayakta kalmaya çalışıyorlarsa da uzun vadede güvenilirlik kaybı yaşayan sinema izleyicisi daha fazla aldatılmaya müsaade etmiyor. Bugün için Türkiye’de vizyona sunulan içeriğin genel yapısı bu şekilde –kendini tekrarlayan, furya sinemacılığı- olsa da prodüksiyonlara da rastlanabiliyor. Geniş ekranda izlenebilecek kameralarla çekilen, görsel ve işitsel efektler barındıran, ilk kez sinemalarda beğeniye sunulan Avrupa, Uzak Doğu, Amerikan ve Türkiye yapımları… Son jeneriği dakikalarca akan, sinema eserlerinden bahsediyorum. Onların da isimlerini gişe verilerinin üst sıralarında görebilirsiniz…

Evet, Türkiye sinemasında tam teşekküllü, dört dörtlük, muntazam prodüksiyonlara rastlamak hayli zordur. Oluşturduğu geliri kendisine döndüremeyen, gişeden elde edilen kazançla sinemada istihdamı destekleyemeyen, akademisi olmayan, yeter sayıda yayını bulunmayan bir alandan da tam teşekküllü yapımlar beklemek hayalcilik olur. Kaldı ki ticari sinemanın en önemli başlangıç unsurlarından biri de pazarlama ve tanıtımdır… Sinemalarda boy gösteren filmlerin neredeyse tamamının bilimsel bir pazarlama stratejisi olmadığı gibi afiş, künye, konu gibi en basit tanıtım unsurları dahi sağlıklı planlanamamaktadır… Bütçe standardı ve şeffaflığı olmayan Türkiye sinemasının bugün için bünyesinde barındırdığı bir çok eksiklikle ‘endüstri – sektör’ olarak anılması da mümkün değildir.

Yasa ile düzenlenmeye çalışılan sinema piyasasının sorunları, bütün dinamiklerinin bir araya gelerek genel bir iyileştirme önerisi ile gündeme getirilerek sahici dokunuşlarla çözülebilirdi. Ne yazık ki her maddesi sadece bir tarafa yarar getiren yasa yerine ‘rüsumun kaldırılmasını (sadece bu hamle bile paydaşların kasasına % 5’lik bir katkı sağlayacaktır), ‘yerinde denetimin bağımsızlaştırılmasını’, ‘sinema salonlarının teşvik edilmesini’, ‘özgür film içeriklerini’, ‘filmlerin biletlerden alınan vergiyle değil de bağımsız bir fonla desteklenmesini’ öneren bir paketle sinema piyasasının geleceği çok daha aydınlık olabilirdi…

Üzülerek eklemeliyim; Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Tv Merkezi’nin kurucusu, hocaların hocası Prof. Sami Şekeroğlu bir konuşmamızda ‘Türkiye’de sinemacıların 40 yıldır bir araya gelmeye çalıştıklarını ve bunun hiçbir zaman mümkün olmadığını’ söylemişti. Bu konuşmamızın üzerinden 20 yıl geçti ve gelecekteki 60 yılda da sinema alanında bir ulusal birlikteliğin yaşanamayacağına eminim. Umarım yanılırım.

Sayılar: Bu yılın ilk 26 haftasının ardından sinema gişelerinde 409 milyon TL.’lik hasılat elde edildi. 30 yılı aşkın bir süredir Türkiye’de bağımsız bir şekilde, ulusal bazda, sinema filmlerinin ve gişe verilerini ölçen ve bu verileri sinema yaşamının gelişimine katkı sağlamak için arşivleyen, araştırmalar yapıp raporlar hazırlayan Antrakt’ın detaylı çalışmaları doğrultusunda; bir önceki yılın aynı dönemine göre hasılat toplamındaki gerileme % 10. Bilet fiyatlarının Şubat 2019’dan itibaren arttığı da göz önünde bulundurulduğunda gişe gelirlerindeki düşüş hayli endişe verici. Aşağıdaki tabloda 2006’dan bu yana genel bilet satış adedi düşüşüne de bir önceki yıla göre bakıldığında % 27’lik oranın son on dört yıldaki en yüksek değer olduğunu görüyoruz. Aynı on dört yıllık dönem dikkate alınarak yapılan ortalama hesabına göre yılın ilk dilimi için Türkiye yapımları bilet satışı ortalaması 15,5 milyon adet. Yabancı filmler için aynı oran 11,4 milyon. Ortalama limiti yabancı filmlerin 2015’den bu yana yakaladığını ve geçtiğini, yerli filmlerin ise 2013’ten başlayarak kendi ortalama limitini aştığını fakat bu yıl 2 milyon bilet aşağıda kaldığını gözlemliyoruz.

(*) Tablolar ve içindeki veriler kaynak gösterilmeden kopyalanamaz ve alıntı yapılamaz.

(14 Temmuz 2019)

Deniz Yavuz

denizeyavuza@gmail.com

Colette Yeteneğini ve Cinselliğini Keşfediyor

Julianne Moore’un Oscarlı yorumuyla belleklerde yer etmiş ‘Beni Unutma / Still Alice’ filminin yaratıcılarından Wash Westmoreland, Fransız edebiyatının en ünlü kadın yazarı Colette’in yükseliş hikâyesini beyazperdeye taşırken, 19.yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başları ‘Belle Epoque Paris’inin dünyayı dönüştürücü ikliminden ilgiye değer bir panoramaya imza atıyor.

Tam adıyla Sidonie-Gabrielle Colette’i Burgonya kırsalındaki sakin yaşamıyla tanıyoruz önce. Ailesinin başlık parası bile biriktiremediği, gösterişli saçlarıyla sivrilen bu sıradan köylü kız, bir kır ziyaretinde Paris entelijansiyasının gözde isimlerinden Henry Gauthier-Villars’ın dikkatini çekiyor ve giderek orta yaşlı adamın arzu nesnesi haline geliyor. Müzik eleştirmenliğiyle de tanınan, ‘Willy’ takma adıyla romanlar kaleme alan editör ve yayımcı Villars, Eyfel Kuleli kar küresi ile tavladığı kızı yüzüstü bırakmıyor ve onu ışıklar şehrinin hazcı ortamına taşıyor.

Erkek olana herşeyin serbest olduğu bir çağda, kocasının süs bebeği olarak lüks salonlarda boy göstermeye başlıyor genç kadın. Lakin, Claudine adıyla kendi genç kızlık yıllarını betimlediği ilk eseri, yazarlıkta tıkanmış Willy’nin imdadına hızır gibi yetişiyor. Kocasının kendi adıyla yayınladığı ilk kitap beklenmedik bir ilgi görüyor. Genç Colette onun için altın yumurtlayan bir tavuktur artık. Onu odasına kilitleyerek serinin devamını yazmaya zorluyor. Her yeni kitap bir öncekinin ününü pekiştirirken, Claudine kapitalizmin gelişme yıllarında türlü tüketim ürünlerine ilham olmuş bir marka haline geliyor. Ancak yükselen ekonomik refah ve yeni yüzyılın dönüşüyle birlikte dünya değişmektedir. Kadınların sesini duyurmaya başladığı bu yeni çağda Colette hem edebi yeteneğine sahip çıkacak, bir yandan sahne ve şov dünyasındaki becerilerini ortaya koyarken, öte yandan cinselliğinin gölgede kalmış alanlarını keşfe çıkacaktır.

Colette, yazar yönetmenin ‘Still Alice’ çekimlerinden sonra yitirdiği hayat arkadaşı Richard Glatzer ile birlikte rüya projesiymiş. Sevdiği adamı ALS hastalığı sonrasında kaybettikten sonra Glatzer’in 2000’li yılların başlarında kaleme aldığı senaryoyu, Pawel Pawlikovski’nin ünlü Ida’sının yazım ortağı Rebecca Lenkiewicz’in da katkısıyla geliştirmiş. Yönetmenin önceki işlerine kıyasla daha maliyetli bu dönem filmi, #MeToo hareketiyle gündeme oturan çağdaş feminizm ve kadın hakları sorunsalı kapsamında yapımcı bulabilmiş ve bir yüzyıl öncesinden günümüze etkin bir soluk ulaştırabilmiş.

Keira Knightley gerçek Colette’den daha alımlı belki ancak Gauthier Villars’ı canlandıran Dominic West ile aralarındaki kimya tutmuş. West orta yaşlı adama müthiş benzerliğinin de avantajıyla sinema kariyerindeki en iyi kompozisyonlarından birinde sivrilmesini bilmiş. Westmoreland’in onu tipik bir kötü adam olarak değil de, erkek egemen toplumun pohpohladığı güçsüz ve yetersiz bir adam çizmesi de filmin lehine işlemiş.

‘Belle Epoque’ Paris’i olunca filmin müzik bandı Debussy, Delibes, Bizet, Gounod ve meşhur 1 numaralı Gnossienne’iyle Satie’den nasibini alıyor doğal olarak. Thomas Adès’in filmin ilginç ‘Mısır Rüyası’ bölümünü de süsleyen sarmalayıcı müzik çalışmasıyla , çok fazla şeyler beklemeden izleyip keyif alacağınız bir film ‘Colette’. Ünlü Fransız edebiyatçısının ruhuna daha derinlemesine sızmak istiyorsanız romanlarını, hikayelerini didik didik etmeniz gerekiyor.

(14 Temmuz 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com