Kategori arşivi: Yazılar

Hayalimdeki Sevgili

Maria Schrader imzalı ‘Tam Sana Göreyim / Ich bin dein Mensch’ harika bir sekansla açılıyor. Bir gece kulübündeyiz. Alma salona girdiğinde eğlence tüm hızıyla sürmektedir. Pistte dans eden çiftlerin arasından süzülüp gelen doktor Felser genç kadını yakışıklı Tom ile tanıştırır. Şairane iltifatlarla söze giren genç adam rumba ritmleri duyulduğunda Alma’yı dansa kaldırmıştır bile. Ancak bir müddet sonra Tom’un konuşması takılmaya başlar ve bizler onun yapay zekaya sahip son model bir robot olduğunu anlarız.

Berlin Pergamon Müzesi’nde araştırmalarını sürdüren Alma, bilimsel çalışmalarına devam etmek için yönetici patronunun isteği üzerine alışılmadık bir deneye katılmayı kabul etmiştir. Barbie’nin Ken’i misali tasarlanmış Tom ile 3 hafta geçirecektir. Erkek obje bu süre içinde kadın gözüyle gözlem altında tutulacak, bu da yakın gelecekte yapay zekalı robotların kimlik, vatandaşlık, çalışma izni benzeri haklardan yararlanabilmeleri konusunda değerlendirmeye alınacaktır.

Alma deney için testlere tabi tutulmuş, beyni taranmış, anket üzerine anket yanıtlamış ve tüm bunların sonucunda tamamen kendi arzularına ve ihtiyaçlarına göre kodlanan Tom üretilmiştir. Çivi ile yazılmış Hitit tabletlerinde tarih öncesinin şiirinin peşine düşmüş olan Alma, Berlin’in pek konforlu ancak ruhsuz dünyasında kayıp bir ruh gibidir. Tom tüm cazibesi ve ilgisiyle genç kadının özlemini çektiği yaşam partnerinin ta kendisidir aslında. Hisleri yoktur belki ancak duyguları harekete geçirmek için programlanmıştır.

Bu girişin ardından filmin bilim-kurgusal özelliklerinin öne çıktığını düşünmeyin. Schrader insani olana ilişkin bir film yapmak niyetinde. Örneğin, Steven Spielberg imzalı ‘Yapay Zeka / A. I. Artificial Intelligence’ veya Alex Garland filmi ‘Ex Machina’ benzeri bilim-kurgu örneklerinden farklı olarak Tom’un mekanik özelliklerini göstermiyor. Film kısa sürede uyumsuz çiftler komedisine evrilirken, son bölümünde çok daha önemli şeyler sormaya başlıyor. Şöyle ki, kişisel beğenilere göre tasarlanmış insan görünümlü bir robot ideal bir hayat partneri olarak görülebilir. Özlemleri karşılar, arzuları tatmin eder ve yalnızlık hissini ortadan kaldırabilir. Kısaca kayıp ruhları mutlu kılacağı varsayılabilir. Fakat insanlar tüm gereksinimleri istedikleri anda yerine getirilsin diye mi yaratılmışlardır? Tatmin edilemeyen özlemlerimiz, hayal gücümüz ve hiç durmadan mutluluk arayışımız bizi insan yapan şeylerin kaynağı değil midir?

Pek Alman bakışı diyeniniz çıkabilir. Maria Schrader 90’larda oyuncu olarak ünlenmiş ilerleyen yaşlarında kamera arkasını seçmiş bir Alman sinemacı. İKSV’nin efsanevi eski yıllarına tanıklık etmiş olanlar hatırlar, kendisini başrolünü oynadığı ve o zamanlar birlikte olduğu Dani Levy’nin yönettiği 1991 yapımı ‘I was on Mars’ filminin gösteriminde tarihi Emek Sineması’nda ağırlamıştık. Schrader mükemmel değilse bile hiç fena olmayan bir çalışmaya imza atmış. Emma Braslavsky’nin kısa hikâyesinden Jan Schomburg ile ortaklaşa yazdığı filminin senaryosu inceliklerle dolu.

Alman Sineması ödüllerini toplayan yapımın Almanya’nın Oscar aday adayı olarak seçildiğini, Alma’yı canlandıran Maren Eggert’in bu yıl düzenlenen 71. Berlin Film Festivali’nden En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ile döndüğünü hatırlatalım. Doktor Felser’de usta oyuncu Sandra Hüller’i, yapay zeka Tom’da ışıltılı performansıyla partnerinden rol çalan İngiliz asıllı Dan Stevens’ı izliyoruz.

(05 Kasım 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cunta Düzeni

Geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü ile dönen Michel Franco imzalı ‘Yeni Düzen / Nuevo Orden’ bağlamından koparılmış bir montaj görüntüyle açılıyor. Kandinsky’yi çağrıştıran soyut resmin yakın plan çekimi, sağnak yağmur altında yeşil boyanın bedeninden aktığı çıplak kadın, balkondan aşağı atılan mobilyalar, koridorda sürüklenen bir beden, merdivenlerden sel gibi akan yeşil sular, yeşil boya fırlatılan camın ardındaki tedirgin gelin. Dehşeti çağrıştıran imgeler yaklaşmakta olan felâketin habercisidir. Şostakoviç’in 1905 Rus Devrimini betimlediği ünlü 11 no’lu senfonisinden ezgiler bu endişeli bekleyişe eşlik etmektedir.

Mexico City’de panik hakimdir. Şehir karışmış, yollar protestocular tarafından abluka altına alınmış, silahlar konuşmaktadır. Kaos ortamından lüks villadaki düğün partisine geçeriz. Zengin iş adamının kızı Marianne ile mimar nişanlısının nikâhı için yetkili memur beklenmektedir. Gelen ziyaretçi başkasıdır. Protestocuların kendi yaralılarına yer açmak üzere hastane yatağından kapı önüne koydukları karısının elzem kalp ameliyatının özel hastane masrafları için yardım talebiyle gelmiş evin eski emektarı, eline üç beş kuruş tutuşturularak savuşturulmak istenir. Yaşlı adama sahip çıkan Marianne arabasıyla yola çıktıktan hemen sonra villa yeşil boyalı çetenin istilâsına uğrayacak ve kâbus başlayacaktır.

Sosyal eşitsizlik ve bunun ortaya çıkardığı kaçınılmaz başkaldırı üzerine çarpıcı filmleriyle tanıdığımız Meksikalı sinemacının 2009 yapımı ikinci uzun metrajı ‘Daniel ile Ana 0 Daniel & Ana’ Latin Amerika porno mafyasının kurbanı olan varlıklı ailenin bireylerinin açmazı üzerinedir. 2012 yapımı ‘Lucia’dan Sonra / Después de Lucia’ varlıklı sınıf arkadaşları tarafından aşağılanan ve cinsel tacize uğrayan Lucia’nın öfkeli babasının seyirciyi altüst eden şiddet yüklü intikamının öyküsüdür. Varlık dağılımındaki büyük eşitsizliğe itirazını bu kez daha büyük perdeden haykırıyor sinemacı. Önceki filmlerinde dingin planlarıyla hatırladığımız Yves Cape’in kamerası bu kez son derece huzursuz ve hareketli. Sokaklarda başlayan protestolar kanlı eylemlere dönüşüyor. Mağazalar yakıp yıkılıyor, araçlar tahrip ediliyor. Ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak dikta yönetimi devreye giriyor. Bu noktadan sonra kimsenin kaçışı olmayacak, yoksulu zengini bir işkence, tecavüz ve zulüm sarmalında kaybolmaya mahkûm olacaktır.

Franco’nun salgın öncesi kaleme aldığı senaryosu dünyanın dört bir yanında baş gösteren huzursuz iklimin ve patlamaya hazır öfkeli kalabalıkların hikâyesi ile benzerlikler taşıyor. Yönetmen ırkçılığın ayrımcılığın hastalık gibi dört yanı kuşattığı çağımızda, refah dağılımındaki eşitsizliğinin ciddi boyutlara ulaştığı Mexico City özelinden yola çıkarak evrenseli yakalamayı hedeflemiş. Fazla aşırıya kaçıyor belki. Sürekli devinen kameranın tanıklık ettiği şiddet ve sadizm gösterisi istismar sınırlarını zorlamasa daha iyi olurdu. Ancak yaşananlara toplum olarak yabancı sayılmayız. Bir ülke dikta yönetimine teslim olmuş ise zengin-fakir-protestocu ayrımı yapmadan kimin başına ne geleceği hiç belli olmuyor.

(30 Ekim 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Güney Amerika’dan Vahşet Anıları

İstanbul Modern Sinema, 31 Ekim Pazar gününden başlayarak bir hafta boyunca Şilili usta belgeselci Patricio Guzmán’ın üç önemli filmine ev sahipliği yapıyor.

Şilili usta belgeselci daha önce İKSV festivallerinde izleme şansını yakaladığımız yapıtlarından 2010 yapımı ‘Işığa Özlem / Nostalgia de la Luz’da çocukluğunun huzurlu ülkesinden söz eder. Astronomiye olan ilgisinin kaynağından, Pasifik Okyanusu ile And dağları arasında yer alan Atamaca çölüne konuşlanmış dev teleskoplar aracılığıyla uzak yıldızları keşfin büyülü serüvenini dile getirir. Devlet başkanlarının caddelerde korumasız gezindiği barış dolu yıllar fazla uzun sürmemiştir gerçi. Amerikan desteğiyle Salvador Allende’yi deviren general Pinochet’nin kanlı darbesi demokrasi hayalleriyle birlikte bilimsel çalışmaları da toprağa gömecektir.

2015 yılında Berlin Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülü ile dönen Sedef Düğme / El Botón de Nácar’da yönetmenin kendi sesinden hiçbir canlının, kuşların böceklerin yaşamadığı Atamaca çölünü, ‘yıldızlara açılan pencereler’ olarak tanımladığı teleskopların kurulu olduğu bu 10.000 yıllık transit yolun tarihini öğreniyoruz. Guzmán kaya çizimlerinde Kolomb öncesi uygarlıkların izini sürer. Köle gibi çalıştırılmış 19. yüzyıl madencilerinin ikamet ettiği ve daha sonra Pinochet diktatörlüğünün toplama kampı olarak kullanılmış Chacabuco kalıntılarının peşine düşer. 17 yıl sürecek olan kanlı diktatörlük döneminde 30.000 kişinin işkence gördüğünü, bir o kadar sayıda kişinin de kayıp olduğu gerçeğinden yola çıkarak uçsuz bucaksız çölde geçmişin izini sürer bıkmadan usanmadan. İşkencecilerin serbestçe dolaştığı ülkede kayıp yakınlarını aramaya devam eden kadınlara bu çileli süreçte yoldaş olur. 90’lı yıllarda ortaya çıkarılan toplu mezarları belgeler. Umutsuzca sevdiklerinden kalanları arayan bugün artık yaşları hayli ilerlemiş kadınların sesine kulak vererek, kayıpların ölmüş bedenlerinin okyanusa atılmış olduğu şüphesini araştırmaya karar verir.

‘Işığa Özlem’in karasal arayışını suda devam ettiriyor ‘Sedef Düğme’. Şili’nin yaşayan usta şairlerinden Raul Zurita’nın ‘hepimiz tek sudan gelen nehirleriz’ dizesiyle açılan filminde dünyadaki yaşamın temel kaynağı olan suyun hafızasına kulak veriyoruz. 4.200 kilometre sahil şeridi bulunan Şili’de halkın suyla olan ilişkisine değinen Guzmán suyun ailenin bir parçası sayıldığı toprakların atalarının hikâyesine kadar uzanıyor. Günümüz araştırmalarında kuyruklu yıldızlardan dünyamıza geldiği tartışılan suyun nimetlerini de tehlikelerini de kabul etmiş, ölenlerin ruhlarının gökteki yıldızlara dönüştüğüne inanmış kadim Patagonyalıları tanıtıyor. Batılı sömürgecilerin kıtaya gelişi ve vahşi soykırıma sıra geliyor daha sonra. Bir sedef düğmeye tav olarak medenileştirilmek (!) üzere İngiltere’ye götürülen ve ruhunu kaybeden Jimmy Button’ın (soyadı o sedef düğmeden gelmektedir) hikâyesini öğreniyoruz.

Acımasız soykırımla yerli nüfusun nasıl yok edildiğini ve günümüzdeki Şilili halkın doğadan ne ölçüde kopuk olduğunun hazin hikâyesine kulak veririz yine yönetmenin kendi ağzından. Bu tarihsel katliam Pinochet yönetimin zulüm dolu yıllarına bağlanır. Patagonya’nın başkenti Dawson adasında Allende yanlılarının işkence gördüğünü öğreniriz. Ve ülkesinin okyanusun derinliklerine gizlenmiş utancını açığa çıkarmaya gelir sıra. İşkencede öldürülen siyasi suçluların göğüsleri üzerine otuz kilo ağırlığında ray parçaları bağlandıktan sonra paketlenmiş bir halde helikopterlerle suya atıldığı temsili olarak canlanır perdede. Deniz dibinde yapılan araştırmalarda paslanmış bir ray parçası üzerinden insan kalıntılarının yanında bir sedef düğme bulunmuştur. Ve bu sedef düğme Patagonya yerlileri ile Pinochet kurbanı masumların ortak yazgısının sembolü, vahşet anılarının tanığı olarak belleklere kazınır.

Patricio Guzmán’ın geçmişin acılarıyla cebelleştiği filmleri günümüz Şili aydınının hak ve adalet çığlığıdır. ‘İnsan zulmünün sonu yoktur’ diyor yönetmen. Suçlular yargılanmadıkça ölenlerin ruhları huzur bulmayacak, kayıplar bulunmadıkça aileleri huzura kavuşamayacak diye ekliyor. 46 yıldır ülkesinden uzakta yaşayan usta sinemacının yıllardır süren çabasının şimdilik son halkası olan ve geçtiğimiz yıl Cannes’da ödüllendirilen son filmi ‘Rüyaların Dağları / La Cordillera de los Sueños’da ise Şili’yi çepeçevre saran And Dağları’nda geçmişinin izini sürer. Çocukluğunu geçirdiği harabeye dönmüş evinden yükselen dumanın ruhunu hiç terk etmediğinden dem vurur. Şili’nin diktatörlükle yitirilen saf neşesine kavuşabilmesi tek dileği. 70’lerde çektiği belge filmlerle ülkenin acı yakın tarihine tanıklık eden Pablo Salas ile tanıştırır bizleri. Üçüncü dünya ülkelerinin zengini kayıran, yoksulu sömüren ekonomik sisteminde bunalan insanlarıyla benzer şeyler yaşadığımızı duyumsayarak kederleniriz.

(29 Ekim 2021)

Ferhan Baran

ferhanbaran@gmail.com

Yabancı Topraklarda Kök Salmak

Minari her türlü zemine uyum sağlayan her iklimde yetişen, görünüş olarak maydanoza benzeyen bir ot. Zengin fakir herkesin kolay ulaşabileceği, hastaysan ilâç olacak bir bitki. Koreli yazar yönetmen Lee Isaac Chung kendi ailesinin anılarından derlediği ikinci uzun metrajı ‘Minari’de bu her derde deva lezzet ürününü metafor olarak kullanıyor.

Yi ailesi 70’li yıllarda geleceklerini inşa etmek üzere binbir umutla memleketlerinden ABD’ye gelmiştir. 10 yıl boyunca Kaliforniya’da tavuk çiftliklerinde çalışıp biriktirdikleri ufak sermaye ile Arkansas’a taşınan aile, kararlı Jacob’un önderliğinde bakir topraklarda çiftçilik yapmaya koyulur. Reagan döneminin pek de toprak insanlarının lehine işlemeyen politik koşulları altında mücadele başlar. Aksiliklerin Yi’lerin peşini bırakmayacağı bu zorlu süreçte, yabancı topraklarda benliğini yitirmeme savaşı veren çekirdek aileyi bir arada tutacak olan, çocuklarla ilgilenmek üzere memleketten gelen bilge büyükanne olacaktır.

Amerikan Rüyası’ndan payını almak üzere ta uzaklardan kopup gelmiş Yi ailesinin öyküsü aslında hayli tanıdık klişeleri içeriyor. 200 yıl önce türlü hayallerle göç etmiş Avrupalıların ABD’yi inşa edişleri üzerine çok film izledik. Bu açıdan Chung’ın hikâyesini bir nevi çağdaş western olarak da tanımlayabiliriz. Dedesinin anılarından yola çıkan sinemacı dönemin politik altyapısına ve ırkçılık meselesine bulaşmadan son derece içten ve duygusal bir anlatım tutturmayı seçmiş. Kültürüne ve doğaya saygılı, küçük David’in deyişiyle Amerika’daki büyükannelere hiç benzemeyen sevgi dolu muzip anneannesi sadece ona değil tüm aileye rehberlik görevini üstleniyor.

Chung’ın hikâyesinde umutsuzluğa yer yok. Bu küçük Kore ailesi aynı Minari otu gibi en elverişsiz koşullarda yabancı topraklarda tutunma kavgası verecektir. İyi anlatılmış, iyi görüntülenmiş ve iyi oynanmış bir film ‘Minari’. Bizde ‘Şüphe’ adıyla gösterilmiş ‘Burning’in kibirli yuppie’si Steven Yeun bu kez idealist baba Jacob rolünde gayet iyi. Ancak filmin esas yıldızı büyükanne yorumuyla bu yıl en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ına layık görülen Youn Yuh-Jung. Kore sanat aleminin efsanevi divası tam anlamıyla döktürmüş. Sırf onu izlemek için bile görülebilir ‘Minari’.

(23 Ekim 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gösteri Bitene Kadar Nefesinizi Tutun

Leos Carax’ın Cannes Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü son filmi ‘Annette’, sıradışı sinemacının perde gerisinden yankılanan bu sözleriyle açılıyor. Bir önceki deneysel başyapıtı ‘Kutsal Motorlar / Holy Motors’ hatırlandığında bu girişten renkli bir fantezi dünyasına giriş yapacağımızı anlıyoruz. Bir kayıt stüdyosunda Carax ve 13 yaşındaki kızı Nastya karşılıyor bizi. Filmin müziklerini ve özgün hikâyesini yazan 70’lerin ünlü grubu Sparks’ın yaratıcıları Ron ve Russell Mael kardeşler de oradadır. Ve müzik başlar. Perdeden yükselen ‘So May We Start’ adlı şarkıda dendiği gibi ‘başlamanın tam zamanıdır’ artık. Hikâyenin ana karakterleri Henry (Adam Driver) ile Ann (Marion Cotillard) stüdyo dışında ekibe katılır. Oyuncular ve koronun iştirakiyle Los Angeles sokaklarında müzikli bir resmigeçit başlar.

Evet ‘Annette’ bir müzikal, karanlık bir pop opera olarak da tanımlayabiliriz. Zira Ann Defrasnoux şöhreti dünyayı sarmış bir lirik sopranodur. Her temsil onu delicesine alkışlayan izleyicisi için opera tarihinin dramatik aryalarını seslendirirken can veren bir diva, İsa peygamber misali dünyanın tüm günahının yükünü üstlenerek seyircisini hayatta tutan bir kurtarıcıdır o. ‘Tanrı’nın maymunu’ lakabı ile bilinen bir o kadar şöhretli partneri, stand-up yıldızı Henry McHenry ise insanları silahsız bırakmak için güldüren ve sahne üzerinde gerçekleri ifşa ederek seyircisini öldürmenin kibriyle küstahlaşan bir sahne soytarısıdır.

Mantıkla alay edercesine bir birliktelik bu belki de. Ancak gönül ferman dinlemiyor, Ann’ın sürekli dişlediği kırmızı elmanın onları yaşadıkları cennetten kovmadığı da aşikar. Bu zıt denklem, kariyerlerinin zirvesindeyken evlenen çiftin Annette adını verdikleri küçük kızları dünyaya geldiğinde hata vermeye başlıyor. Bir ayak bağı ya da hazırlıksız yakalanılmış bir sorumluluk ötesinde, çiftin birbirinden uzaklaşması şöhret skalalarının ters yönde hareketinden kaynaklanıyor. Ann’in sanat dünyasındaki popülaritesi giderek artarken, sahnede özel hayatının detaylarını verirken giderek çirkinleşen ve küstahlaşan Henry’nin seyircinin gözünden düşmesi ikilinin alma-verme dengesini bozacak, dipteki Henry’nin kıskançlığı, özündeki toksik erkek saldırganlığıyla ona kontrolünü kaybettirecektir. Seyir zevkini bozmamak için hikâyesini bu noktada kestiğimiz Sparks grubunun özgün müzikali, birkaç kez filme alınmış ‘Bir Yıldız Doğuyor / A Star Is Born’da en parlak örneklerinden birine tanıklık ettiğimiz şöhret yitimi sendromundan yola çıkmış, Carax gibi çizgi dışı bir yönetmenin elinde deneysel bir çabaya dönüşmüş.

Yönetmenin deyişiyle müzikal, sinemaya başka bir boyut katıyor. Zaman, mekan özgürlüğü müzik aracılığı ile yaratıcıya sonsuz bir alan açıyor. Carax bu özgürlük fırsatını tahmin edeceğiniz gibi doyasıya kullanmış. Onun müzikal fantezisinde sahnede en soylu duygularla ölüme giden kırılgan soprano, sıradan hayatın içinde tuvaletini yaparken şarkısına devam ediyor, canlı kaydedilen şarkının ritmi, ateşli bir sevişme sahnesinin ritmine ayak uyduruyor.

‘Annette’ sanatçı ile seyircinin toksik ilişkisinin yanı sıra, baba-kız ilişkisi üzerine de ilginç şeyler söylüyor. Bir yandan, sanatçının seyirciden onay isteyen ilkel dürtüsü ve de seyircinin ikiyüzlü acımasızlığı üzerine bir sorgulamaya dönüşüyor. Öte yandan, yeteneği ebeveynleri tarafından istismar edilen küçük kız üzerine yoğunlaşıyor. Carax’ın Annette’i Pinokyo benzeri tahtadan bir kukla bebek olarak tasarlaması da bu istismar hadisesi yüzünden olmalı. Velhasıl, farklı temalara yaratıcı yorumlar getiren, eşine benzerine kolay rastlanmayacak farklı bir deneyim olan ‘Annette’, başta Driver ve Cotillard olmak üzere tüm kadronun şarkılarını canlı olarak seslendirdiği cüretkâr bir müzikal, kapkara bir peri masalı olarak mutlaka izlenmeyi hak ediyor.

(22 Ekim 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dune: Çöl Gezegeni: Korku Her Zaman Belirleyicidir

İyi edebiyat her zaman için her kesimden insanın baş tacıdır. İyi bilimkurgu da benzer şekilde aranır, okunur, ufuk açar. Dune da öyle oldu. 1965 yılında çıkan, Frank Herbert’in Dune’u bilimkurgunun da temelini oluşturdu. Filmcilerin bu önemli özellikten uzak kalması beklenemezdi ve birçok bilimkurgu filmde Dune’un etkisi görüldü.

Bilebildiğim, takip edebildiğim kadarıyla birçok sinemacının hayalinde yatan Dune’u filme çekme düşünü Denis Villeneuve hayata geçirmeyi başardı. Hemen baştan söylemeliyim: Gerçekten bir görsel şölen, iyi bir anlatım, devamını heyecan ve merakla bekletecek bir film serisi…

Ekoloji başrolde…

10 binli yıllarda, bırakın keşfedilmeyi hallaç pamuğu gibi atılmış uzayda, hemen herkesin “burada yaşam yoktur” dediği bir gezegende kumların arasında yaşayanlar vardır ve -sanki günümüzde yaşanan vahşi kapitalizmin benzeri- ticaretin esiri olmuşlardır. Gezegenin sahip olduğu, yaşamsal gereksinim olan, uzay araçlarının kullanılabilmesinde kullanılan baharatı, “dış güçler” ele geçirmek, gezegen halkı da vermemek için savaşmaktadır.

Tanıtım bülteninde, “Efsanevi ve duygu yüklü bir kahraman yolculuğu olan ‘Dune: Çöl Gezegeni’, kendi ailesi ve halkının geleceğini garanti altına almak için evrendeki en tehlikeli gezegene seyahat etmek zorunda olan, kavrayışının ötesinde büyük bir kaderin içine doğmuş, parlak ve yetenekli genç Paul Atreides’in hikâyesini anlatıyor. Kötücül güçler, gezegenin var olan en değerli kaynağı için -insanlığın en büyük potansiyelini ortaya çıkarabilecek bir maden- çatışmaya tutuşmuşken, yalnızca korkularını yenebilenler hayatta kalacaktır.” cümleleriyle anlatılan filmde; gezegenin göz alabildiğine kumdan oluştuğunu, en büyük sorunun susuzluk olduğunu, yerli halkın bu duruma uyum sağladığını, ama saldırılar karşısında güçsüz kaldıklarını öğreniyoruz. Sonrasını filmden izlemek çok daha iyi bana sorarsanız…

Gelecekte neler olur…

…bilmemiz mümkün değil, ancak bilimsel çalışmalar bize yol gösteriyor. Film(ci)ler de yardımcı oluyor. Nasıl bir dünya ile karşı karşıya olacağımızı hayal edebiliyoruz. Her ne kadar barış ve demokrasinin egemen olacağı inancı yüksekse de -bugüne değin olduğu gibi- savaşsız olunamayacağı da apaçık. Dune, bunu anlatıyor. Bütün savaşların temelinde yattığı gibi gelecektekilerin de temelinde (Faruk Erem’den el alarak Dune üzerinden söylersek, ‘kumu kazıyınız, gerçeği göreceksiniz’) egemen erk olma hevesi yatıyor.

Burada bir parantez açıp, küçük bir soluklanma olanağı yaratmak istiyorum… Burçay Anger, “İnsanlığın İki Yüzü” kitabında, evrimin tamamlanmadığını, tamamlananların ise artık değişmediğini söyler. Filmin ilginç sahnelerinden birinde, gücünü deneyen Paul’e, annesi, cansız nesneler emir dinlemez diyordu, sürahiden su isterken. Günümüzden binlerce yıl sonrasında, binalar, araçlar vb. değişmişken sürahide hiçbir değişiklik yok. Tabii ki, estetik değerler değiştikçe farklılıklar denenecektir, ama formu asla.

Korkunun ecele faydası…

Paul Atreides, kraliyet varisi olarak, iktidar koltuğuna oturmaya hazırlanmakta, dövüş becerilerini ve zekâsını geliştirmek için ustalar ve akıl hocalarından eğitim almaktadır. Sürekli gördüğü rüyanın da etkisiyle uykuları kaçmakta, annesinin desteğiyle o korkuyu yenmek için çaba harcamaktadır. Korkunun ecele faydası olup olmadığını yaşayarak görecektir.

İyiler, kötüler, sinsiler, korkaklar, cesurlar, savaşçılar arasındaki mücadelede daha neler izleyeceğiz, merak etmeye değer.

Dune: Çöl Gezegeni (Dune) (Bilimkurgu, Gerilim, Aşk); Yönetmen: Denis Villeneuve; Senaryo: Denis Villeneuve, Eric Roth, Frank Herbert; Oyuncular: Timothée Chalamet, Rebecca Ferguson, Oscar Isaac, Josh Brolin, Stellan Skarsgård, Dave Bautista, Stephen McKinley Henderson, Zendaya, Chang Chen, David Dastmalchian, Sharon Duncan-Brewster… 22 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(21 Ekim 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dünyayı Kurtarmak İçin

Halen gösterimde olan ‘Kurye / The Courier’ gerçek bir öyküden yola çıkmış. Nükleer silahlanmanın insanlığı yeryüzünden silmeye yönelik bir büyük tehlike boyutuna ulaştığı 60’lı yılların başlarındayız. Kruşçev ve Amerikan partnerlerinin Dünya’yı bir yıkımın eşiğine getirecek tehdit ticaretini hızlandırdığı Soğuk Savaş yıllarıdır bunlar. Her iki cenahtan sağduyulu elemanlar böylesine ölümcül bir savaşın başlamasına engel olma derdindedir. Ironbark kod adlı Rus istihbarat subayı albay Oleg Penkovski İngiliz iç istihbarat teşkilatı M15 ve Amerikan CIA yetkilileriyle temas halindedir. Sovyetlerin Küba ve Türkiye’de konuşlandırdığı füzeler hakkındaki belgeler Batı kanadına nasıl iletilecektir.

Söz konusu aktarımın James Bond benzeri bilinen bir ajan yardımıyla değil, şüphe çekmeyecek bir sade vatandaş vasıtasıyla gerçekleştirilmesi uygun görülür. Üç kişilik çekirdek ailesiyle mazbut bir yaşam süren pazarlamacı Greville Wynne bu iş için biçilmiş kaftandır. Teklifi önce reddeden şaşkın işadamı, nükleer tırmanışın başta ailesi ve ülkesi olmak üzere tüm dünyayı tehdit ettiği konusunda ikna edilince, gizli belgeleri Moskova’dan Londra’ya ileteceği kuryelik görevini kabul eder. Bu süreçte Greville ile Oleg arasında sıcak bir dostluk kurulacak, Rus gizli servisi KGB olup bitene uyandığında her ikisi için de zor günler başlayacaktır.

2014 yılında İngiltere Kraliçesi tarafından onurlandırılmış tanınmış tiyatro adamı Dominic Cooke imzalı yapım, eski usul casus filmlerinin izini sürüyor. Soğuk Savaş yıllarında çekilmiş casusluk serüvenlerinden, Hithcock’un ‘Gizli Teşkilat / North by Northwest’ benzeri yapıtlarından esinler taşıyan film, ikili üçlü sahnelerde açı-karşı açı planların başarısıyla dikkat çekiyor. Filmin önemli kozu oyuncuları. Cooke 2012 – 2016 yılları arasında Shakespeare’in tarihi oyunlarından televizyon için çektiği ‘The Hollow Crown’ serisinde III. Richard’ı canlandırmış Benedict Cumberbatch ile bir kez daha çalışmış. Önümüzdeki günlerde Jane Campion’ın ‘The Power of the Dog’ adlı yeni başyapıtında karşımıza çıkacak olan çağımızın benzersiz aktörü, zihinsel ve fiziksel büyük bir dönüşüme uğrayan şaşkın satıcı yorumunda ilgiyle izleniyor. Kornél Mundruczó imzalı ‘Jüpiter’in Uydusu / Jupiter’s Moon’dan hatırladığımız Gürcü sinemasının usta oyuncularından Merad Ninidze ise Rus partnere hayat vermiş. Greville’in eşinde İngiliz Jessie Buckley, CIA ajanında sarışın Rachel Brosnahan daha küçük rollerde parıldıyor. İkilinin Moskova buluşmalarına eşlik eden Abel Korzeniovski imzalı hoş tema müziği ise Şostakoviç’in 2 numaralı valsinden esinlenmiş.

(18 Ekim 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Son Düello: Gerçek Bir Hikaye

1977’de ilk filmi “Düellocular”la en iyi ilk yönetmen ödülü kazanan, “ihtiyar” lâkaplı Ridley Scott, bu kez yine bir düello ile karşımızda. Bu yeni filmi de çok güçlü, çok güzel, sürükleyici ve heyecan verici.

İki eski arkadaş olan Jean de Carrouges ile Norman soylusu Jacques le Gris, zamanla uzaklaşırlar. Carrouges savaştayken, le Gris, karısı Margerite’e tecavüz eder. le Gris, derebeyinin en yakınıdır ve “hâkim” konumundaki derebeyi tabii ki kendi adamını koruyacaktır. Ancak Kral olayı duymuştur ve düello ile sonuç alınacaktır. Bu anlamda mahkemeler değil, tanrı verecektir son kararı. Kimin haklı, kimin suçlu olduğunu biz, bu düellonun sonucunda göreceğiz. Acaba öyle mi? Seyirci, tarafları izledikçe, dinledikçe kendi yorumunu yapacaktır muhakkak. Belki sıradan bir öykü, ama usta yönetmen filmi üç kahramanın ayrı ayrı anlatımıyla getiriyor karşımıza… Tekrara düşme pahasına da olsa üç kişinin aynı konuyu ayrı ayrı anlatması filme bir başka heyecan, bir başka yorum katmış. İzleyici, kendisini karar verici konumuna koyabildiği gibi olanları kendince yorumlayabilir. Bu da filmi daha bir ilginç kılıyor.

Dönem filminde günümüz hikâyesi…

Dönem filminin en büyük zorluğu dekor ve kostüm uyumluluğu ile tutarlılıktır. Beş yılı aşkın bir süreye yayılan “Son Düello”, sadece görsel gerçekliğiyle değil gerçekten yaşanmış bir olay olmasıyla da önemli. Bize göre de gerçek, çünkü bizim ülkemizde hâlâ benzer durum (tabii ki, filmden farklı sonuçlarla) söz konusu. Buna da bağlı olarak seyirci sadece bir film izleyemeyecek, günümüzle de bağlantı kurarak kendince bir yorum çıkaracak.

Erkek kaypaklığı…

Önce Carrouges ardından le Gris, en sonunda da Margerite anlatıyor yaşananları. Muhakkak ki herkes kendisini savunacak, aklayacak ve suçsuz olduğunu iddia edecektir. Ancak düellonun sonunda ölüm korkusu üste çıkınca iddialar geride kalacaktır.

Bu olaylardan bu güne aradan geçen 640 yılda erkek egemen düşüncenin hiç mi hiç değişmediğini görmek üzücü olsa da gerçekliğinden kuşku duymuyoruz. Peki, o zaman insanlar hâlâ neden bir kadına tecavüz edip bir de “rızası vardı” diye yalan söyler? Belki o zaman, düello nedeniyle ölerek çekerdi cezasını, ama günümüzde tutuksuz yargılanmasından suçsuz bulunup salınanlara kadarı görünce insan ister istemez çok sinirleniyor. Evet, Antalya Altın Portakal Ödül Töreni‘nde engellenmek istenen Nihal Yalçın’ın “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” sözlerine katılıyoruz.

Son Düello (The Last Duel) (Tarih, Gerilim); Yönetmen: Ridley Scott; Senaryo: Ben Affleck, Matt Damon, Nicole Holofcener; Oyuncular: Matt Damon, Adam Driver, Ben Affleck, Jodie Comer, Harriet Walter, Nathaniel Parker, Sam Hazeldine, Ian Pirie, Michael McElhatton, Zoé Bruneau, Caoimhe O’Malley… 15 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(14 Ekim 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Venom: Zehirli Öfke 2: İyilik ve Kötülük Sizin Seçiminizdir

Bütün insanlar iyilik ve kötülüğü içinde barındırır. Buna da bağlı olarak herkesi her haliyle iyi veya kötü olarak nitelemek mümkün değildir. Ağır basan hangisiyse onu öne çıkarır o insanı öyle niteleriz. Kimi zaman en iyinin bile kötü, en kötünün bile iyi olması şaşırtır hepimizi.

Sinemanın bu ikilemden yararlanmaması mümkün mü? Bir yanıyla alabildiğine geniş bir ufuk açan bir yanıyla da istediğiniz yöne gidebilen bu fırsatı doğal olarak sonuna kadar kullanacaktır. Sinemanın elindeki görsel zarafet, bir başka deyişle ‘special effects’ varken bunun olağanüstü görsel şölene dönüşmemesi için hiçbir neden yoktur.

İlkini izlememiş olmanın haklı hüznüyle öncesi için bir şey diyemem, ama bunun da ‘2’sini görmezseniz, alabildiğine keyifli bir film izleyeceğinizi söyleyebilirim. Filmin görselliğinden etkilenmemek söz konusu bile olamaz, hele bir de üç boyutlu izlerseniz, içine girmiş oluyorsunuz.

Filmin başından sonuna birçok sürpriz var. Gülerken birden ürküyor, hemen ardından merak ediyorsunuz. Sürprizler de bir başka pencere açıyor, yan öykücükler olarak.

Spoiler olmasın diye çok uğraştım, ama içindeki kötüyü canavar olarak tanımlayan insanlarla konuşunca, dikenli tele benzer bir yılan gibi her yere uzanan epey çirkin şeyin bir canavar olarak yansımasının (tabii, Venom 2 olduğu için de izleyici bir canavarla karşılaşacağını biliyor) çok da gizlenecek bir şey olmadığı ortada…

İçinizdeki kötülüğü yok edemiyorsanız da onunla birlikte yaşayabilir, onun da iyi yanlarını bulabilirsiniz. Son söz olarak, filmle de bağlantılı olarak aşk içinizdeki canavarı gerçekten dizginleyebilen tek duygudur diyebilirim. Herkes aşkla yaşasın, hep mutlu olsun.

Venom: Zehirli Öfke 2 (Venom: Let There Be Carnage) (Macera, Gerilim, Fantastik, Aksiyon) strong>Senaryo: Kelly Marcel; Yönetmen: Andy Serkis; Oyuncular: Tom Hardy, Woody Harrelson, Michelle Williams, Naomie Harris, Stephen Graham… 15 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(13 Ekim 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Göz Oyma Sahnesi Çıkarılsın

40. İstanbul Film Festivali’nin Altın Lale ödüllü Uluslararası Yarışma seçkisinde yer almış olan İngiliz yapımı ‘Sansür / Censor’, 80’li yıllara damgasını vurmuş kanlı kesme biçmelerden oluşan ‘slasher’ video filmlerin görsel atmosferi üzerinden ilerleyen ilgiye değer bir yapım. Dönemin İngiliz Sansür Kurulu’nun (British Board of Film Censors) erkek egemen ortamında çalışan Enid piyasayı istilâ etmiş büyük ilgi gören bu tür kanlı video filmleri piyasaya sunulmadan önce denetlemekle görevli bir kurgucudur. Muhafazakâr Thatcher dönemidir ve filmlerin evlerin içine servis ettiği şiddet sarmalından çocuklar korunmalıdır. ‘Göz oyma sekansları’ benzeri çizginin aşıldığı düşünülen sahnelerin kesilmesi koşuluyla filmlere dağıtım izni verilmektedir.

Genç kadın büyük bir ciddiyetle tuhaf görevini sürdürür. Ta ki dağıtım onayı verdiği filmlerden birindeki yöntemle işlenmiş bir dizi cinayetle sarsılana kadar. Ama asıl şoku, izlediği filmlerden birinde kendi geçmişiyle ilişkilendirdiği sahneleri gördüğünde yaşayacaktır. ‘Don’t Go in the Church’ adlı filmde ormanlık alanda tekinsiz bir kulübeye giren iki kızdan biri öldürülmektedir. Enid’in kendi kız kardeşi 20 yıl önce ormanda kaybolmuştur ve kendisi kardeşiyle birlikte olmasına rağmen neler olup bittiğini hatırlamaz ve küçük Nina bir daha asla bulunamaz. Video filmdeki oyuncuyu Nina’nın büyümüş hali olarak hayal eden Enid, geçmişin acı travmasıyla yeniden sarsılacak, bilinçaltına ittiği kanlı sahneler ile kendi hikâyesi birbirine karışırken deliliğin sınırlarında tehlikeli bir yolculuğa çıkacaktır.

David Lynch, Harmony Korine ve Quentin Tarantino hayranı taze yönetmen Prano Bailey-Bond’un ilk uzun metrajı, gerçeküstücü ve hipnotik atmosferiyle hem çarpıcı hem de dış basında söz edildiği gibi ‘tuhaf biçimde rahatsız edici’ bir yapım. Görüntü yönetimi, set tasarımı ve tedirgin edici elektronik müzik çalışmasının önemli katkılarıyla dönemin grenli VHS yapımları ile paralellikler kuran film, psikolojik açılımıyla benzerlerinden sıyrılıyor.

(09 Ekim 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hatırlamak Yasak, Anlatmak Yasak

Novoçerkassk, 02 Haziran 1962. Kazak kentinde huzursuzluk had safhadadır. Artan gıda fiyatlarına karşın ücretlerde kısıntıya gidilmesi işçi sınıfını ayağa kaldırmıştır. Ülkenin önemli işletmelerinden biri olan elektrikli lokomotif fabrikasında başlayan grev olacak şey değildir. Demiryolu faaliyetleri durmuş, sosyalist bir düzende yaşanan grev yönetici eliti çileden çıkarmıştır. Merkez Komite toplanır, bir gün önce işçilerin ücretlerini düşüren fabrika müdürü görevden alınır. Ordu komutanı ve KGB yetkilisinin de dahil olduğu ekip soruna çözüm aramaya koyulur. Lakin zincirlerinden boşanmış kalabalık işçi grubu ellerinde Lenin portresi ve kızıl bayraklarla kent merkezine doğru ilerlemektedir.

Bu protestonun fabrikadan kente yayılması engellenmelidir. Don bölgesinde oluşacak bir karşı hareketlenmenin diğer halkları isyana sürüklemesinden endişe duyulmaktadır. Kente giriş çıkışlar durdurulacak, telsizler dinlenecek, mektuplar okunacak ve abluka başlayacak; askere cephane dağıtılarak, durdurulamayan yürüyüşü bastırmak için Anayasa’ya aykırı olmasına rağmen halka ateş açılması gündeme gelecektir. Ok yaydan çıktığında KGB görevlileri devreye girer, çatılara konuşlandırılan keskin nişancılar silahsız halkı hedef almaya başlar.

Sinemanın yorulmaz ustalarından 83 yaşındaki Andrei Konchalovsky’nin geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile dönen ve adını ironik bir biçimde eski bir Sovyet marşından alan son filmi ‘Sevgili Yoldaşlar / Dorogie Tovarishi!’, yaklaşık 60 yıl önce 29 sivilin vahşice katledildiği, 70 yıllık Sovyet tarihinin kanlı sayfalarından birini geniş kitlelere duyurma işlevini taşıyor.

Yaşananlar gerçek anlamıyla bir insanlık suçudur. Genç yaşlı dinlemeden protestocu sivil halk bilinçli olarak mermi yağmuruna tutulmuş, KGB’nin günahı Ordu’nun üzerine yüklenmiştir. Sonrası daha da trajiktir. Yaz sıcağında kuruyan kan temizlenememiş, vahşete sahne olan yollara taze asfalt dökülmüş, üzerinde gece boyu danslı eğlence tertip edilmiştir. Ölü bedenler ise kamyonlara yüklenerek ücra mezarlıklarda gizlice gömülmüştür. Bu da yetmemiş, kent halkı ile teker teker bir gizlilik sözleşmesi imzalanmak suretiyle yaşananları hatırlamak ve anlatmak yasaklanmıştır.

Film bir belgesel titizliğiyle yaşananları gözler önüne seriyor. Konçalovski 60’lı yılların Sovyet sineması görüntü standardına uygun biçimde siyah-beyaz kare formatta çektiği filmiyle hem dönemin estetiğini yakalamayı, hem de baskıcı rejimin kıstırılmışlığını ifade etmeyi hedeflemiş. Belgesel üslûbu taşıyan kalabalık dış çekimler kadar, ev içi çekimleri de son derece ustalıklı. Ancak yaşlı ozanın filmi bir belgesel değil. Olan bitene, partiye ve ülküsüne sadık bir yoldaşın gözünden tanıklık ediyoruz. Komünizm ülküsüne ve Stalin düzenine yürekten bağlı, Kruşçev dönemine ait çekinceleri olan kent konseyi görevlilerinden Lyudmilla yaşanan katliam sonrasında ergen yaşta kızını evde bulamaz. Sokaklarda, hastane morglarında, uzak mezarlıklarda onun izini sürerken anavatana bağlılık ilkeleri ile annelik duygusu çatışmaya girecek, sapına kadar bağlı olduğu inanç ve ilkeleri ile hesaplaşma başlayacaktır.

Tam 30 yıl gizlenen, 1992’de SSCB dağıldıktan sonra ortaya çıkarılan ve sorumlular hakkında soruşturma açılabilen katliamın hikâyesini kapitalist kanada yaranmak için çekmediğini, ülkesinin geçmişiyle hesaplaşma amacı taşıdığını belirtiyor Rus yönetmen bir söyleşisinde. Lyudmilla rolünü bir kez daha sevgili eşi ünlü oyuncu Yuliya Vysotskaya’ya teslim eden usta sinemacının filmi sadece haftanın değil son dönemin en ilgiye değer yapıtlarından biri olarak görülmeyi hak ediyor.

(05 Ekim 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Son James Bond: Ölmek İçin Zaman Yok

James Bond, sadece bizim ülkemizde değil, bütün dünyada bilinen, tanınan, sevilen ve merak edilen en ünlü ajan. Her şeyi yapabilir, kimse onu ayıplamaz, küçümsemez… hep yüceltir. Zaten çat orada çat burada çat kapı arkasında, ihtiyaç anında hazır ve nazır.

Herkesin Bond’u kendisine…

Bugüne dek 25 film çekilmiş, Sean Connery’den Roger Moore’a, hepsi de çok sevilmiş, çok beğenilmiş… Ondan daha iyisi olmaz denilen Bond’un yerine gelen aynı performansı göstermeyi başarmış ve bir öncekini tarihe mal etmiş. Bu kez Daniel Craig son kez Bond olarak beyazperdede.

Her Bond, kendisini farklı yorumlamak istemiş ve zaten başarılı oyuncu oldukları için de kabul görmüş ve ardı ardına birkaç filmde Bond olmuş. Bond’ların birbiri ardına film çevirmesine karşın “Bond kızı” olarak öne çıkan kadın oyuncular hep değişmiş… “Ölmek İçin Zaman Yok” hariç.

Aksiyon, hareket, macera…

James Bond filmlerinin en temel özelliği ilk karesinden başlayarak dur durak bilmeyen hareketliliktir. Zamanın nasıl geçtiğini (bu son film 2 saat 40 dakika) anlayamayacağınız, buna da bağlı olarak kafanızda dönenen tüm sorunları unutacağınız bir film.

Müthiş bir gerilimle başlıyor film. Kim olduğunu bilmediğimiz, maskeli katil, anne ve kızını öldürmek istiyor. Görüyoruz ki, emekli olan Bond’un eşidir ve Jamaika’da her şeyden elini ayağını çekmiş olarak deniz güneş kum ve balık (içki olmazsa olmazı zaten) yaşamak istiyorlar.

Ancak “bela geliyorum demez”. Sonrası klasik Bond filmi… Merak, heyecan, hızlı arabalar, kovalamaca, ölen öldürülen insanlar, atılan bombalar… Ajan dediğin ölmez, öldürür. James Bond’da onu yapıyor.

Olgunluk çağı…

“Ölmek İçin Zaman Yok”ta Craig’in son Bond olduğunu öğreniyoruz. MI6 yeni bir 007 bulmuş bile. Kim bilir belki de “dişi” Bond sırtlayacak bu efsaneyi… Olur mu olur! Sahi neden olmasın. Yeni Bond ya da yeni 007 epey de başarılı.

Ne siyaset, ne döviz, ne Covid, ne de kişisel sorunlar kalıyor insanın aklında… Film boyunca tipik Bond trükleri birbiri ardına sıralanıyor ve keyifli bir seyirlik çıkıyor ortaya. Filmin mesajı var mı? Yok! Çünkü film, sadece üzerine düşünülecek değil, konuşulacak bir yapım. Konuşma(lar) da çay sohbeti boyunca sürecek. İzlenmez mi? Olur mu, tabii izlenmeli? Bu heyecan her filmde yakalanamaz… Uzun gibi gözükse de, Daniel Craig’i iyi uğurlamak gerekir.

Bu filmin aksiyonu dorukta olsa da, yapımcılar yeni Bond’la yeni bir ivme kazanmak için yeni filme abanacak, “Ölmek İçin Zaman Yok” sadece Craig’in veda filmi olarak hatırlanacak.

Küçük bir not: UIP, haklı olarak filmin internete düşmesini engelleyip vizyonunun değerinin yüksek tutulabilmesi için her türlü çabayı gösteriyor. Ama bu kez biz gazetecileri üzmek pahasına önlem almışlar. Basın gösterimine giren herkesin telefonu bir torbaya konuldu ve sıkı sıkıya kilitlendi. Haddini aşan bir uygulamaydı… Film gösterime, bilmem kaç kopya ile bilmem kaç salonda girecek. Galiba tüm seyircinin telefonları hapsedilecek. Olur mu, olur!

Ölmek İçin Zaman Yok (No Time To Die);
Senaryo ekibi: Neal Purvis, Robert Wade, Cary Joji Fukunaga, Phoebe Waller-Bridge; Yönetmen: Cary Joji Fukunaga; Oyuncular: Daniel Craig, Rami Malek, Léa Seydoux, Lashana Lynch, Ben Whishaw, Naomie Harris, Jeffrey Wright, Christoph Waltz, Ralph Fiennes…

(01 Ekim 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sinema ve Siyaset Anıları: Hatırlamak

Sinemayı diğer sanat dallarından ayıran en önemli özellik, endüstri oluşudur. Buna da bağlı olarak gerçekten büyük bir ekiple, imeceyle, özveriyle gerçekleştirilir. Bilmeyen, görmeyen, anlatılmayan, on saniyede geçen bir sahnenin belki bir uzun günde çekilebileceğine inanamaz. Sinema dışarıdan bakınca kolay gelir… ancak kabûl etmek gerekir ki, tüm zorluklarına karşın içeriden de dışarıdan da keyifli bir iştir.

Bunun için sektör olması gerekliliğini söylesek de, konuyu oraya çekmenin sırası değil. Geleneksel sinemamızın sıra dışı bir yapımcısı, Sabahattin Çetin, anılarını kaleme aldı ve kitaplaştırdı. “Hatırlamak” üst başlıklı “Sinema ve Siyaset Anıları” sadece yazarının değil, bir dönemin de anlatımıdır. Gerek sosyal gerek kültürel gerek ekonomik gerekse de siyasal yaşam hepimizin gündemini belirliyor.

Bir büyük bela: Sansür

“Kültür sanat alanında bir meslek edineceksem, bu, yirmi yaşımdan beri hayalini kurduğum oyun yazarlığı, yani tiyatro olmalıydı” diyor Çetin. Önceden tiyatro dergisi çıkartmış, oyunlar üzerine yazmışlığına karşın “sinemaya biraderimin iteklemesiyle bodoslama girmiş, iki yılımı ilk filmimizi sansürden çıkarmak için harcamıştım” sözüyle de hayalleriyle gerçeklerin örtüşmemesinin çizdiği yolu anlatıyor.

İlk film, “Sabah” adıyla çekimine başlanan, sansür baskısıyla adı “Kamyon Şoförü” olan, Antalya’da en iyi kadın oyuncu ödülünü alan, tek kopyayla çıktığı vizyondan da istenen hedefe ulaşamayan “Bir Günün Hikâyesi”dir.

Sabahattin Çetin inanılmaz ayrıntılar aktarıyor, aslına bakarsanız polemik bile denemeyecek, ciddi ciddi çatışmalara yol açan, sinemamızın hali pürmelalini aktaran, araştırmacılar ve tarihçiler için önemli ayrıntılar. Onun aktarmadığı bir küçük ayrıntıyı da ben hatırlatayım: İzmit’in Körfez (o zamanlar Yarımca) ilçesinde küçük bir festival düzenleniyor ve yönetim, SİYAD tarafından o yılın filmi olarak seçilen filmi seyirciye izletiyor. Minibüse doluştuk, hep birlikte gittik izlemeye… Filmin yönetmeni Sinan Çetin, açık hava sinemasındaki gösterimde seyircinin film izlerken çekirdek çitleyip birbiriyle konuşmasına sinirlenip, “sizlere çekirdek çitleyebileceğiniz bir film yapacağım.” demişti. Dönüş yolunda, Rauf Ozangil, “İyi ki, Güneydoğu’da değiliz, orada putum yer seyirci, çıt çıt sesi yerini pat küte bırakır.” diyerek Çetin’i eleştirmişti.

Neyse, benim anılarım değil, Sabahattin Çetin’in “Hatırlamak” kitabı üzerine yazıyorum.

Değişimin yansımaları…

Sabahattin Çetin, siyasi hayatıyla birlikte sinema yaşamını birlikte götürürken, “bağımsız film” ithalatçısı olarak da gerçekten çok önemli işlevi olan bir yapımcı. Kendi işinin çerçevesini belirlerken, uzun yıllar sinemanın devletin de desteğiyle kültürel bir yapıya kavuşması için nasıl canla başla çalıştığını, verdikleri mücadelenin kimler tarafından ve nasıl sekteye uğratıldığını da anlatıyor. Usta çırak ilişkisine dayanan yönetmenlik, dergi seçimlerine dayanan oyunculuk ve bölge işletmecilerinden alınan avanslarla sürdürülen bu alanda, sisteme uyum gösterenler kalıcı olabiliyor(du). Ama artık kendisinin de içinde bulunduğu, elini taşın altına koyan fedakâr sinemacıların verdikleri mücadeleyle bazı şeylerin düzelmeye başladığını söyleyen Sabahattin Çetin, bu verilen mücadeledeki köşe taşlarını aktarırken insanın tüyleri diken diken oluyor. Çetin’e göre “Yeşilçam Sineması” 80’lerin ortasında çökmüş ardından “Yeni Türkiye Sineması” filizlenmiş: “Film yapmak için dünyanın dört bir yanındaki fonlardan finans bulan, dil bilen eğitimli yapımcılarımız, yönetmenlerimiz var. Oyunculuk eğitimlerini yurtiçinde ve yurtdışında alan kaliteli oyuncularımız var. Sinema teknolojilerini dünya standartlarında uygulayan stüdyolarımız var. Beğeni düzeyi oldukça gelişmiş bir sinema seyircimiz var. Dünya sinemasının en değerli örneklerini seyirciyle buluşturan film festivallerimiz var. Bütün bu gelişmeler yoz ve geri üretim biçiminin sona erdiği son otuz yıl içinde oldu.” (s.181)

Bir yerde, “Sanıldığı gibi para içinde yüzen bir işkolu değildir sinema. Zaten yakın zamanlara kadar, ticaret odası işkolu tasnifinde, bar-pavyon-genelev esnafıyla birlikte kaydedilmiştik” (s. 268) diyor ve Meslek Birlikleri kuruluşuyla birlikte nasıl bir değişim içinde olunduğunu aktarıyor. Ama yetmez kuşkusuz, sinemamızın kat edeceği daha çok uzun yol(lar) var önünde.

Sabahattin Çetin’in anıları sadece bir dönemin tanıklığı olarak görülmemeli, bu alanda geleceği hedefleyen genç sinemacılar için (ve tabii, seyirciler için de) yol gösterici olarak okunmalı.

Hatırlamak (Sinema ve Siyaset Anıları), Sabahattin Çetin… Pikaresk Yayınevi… Ağustos 2021, 418 s.

(20 Eylül 2021)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İtinayla Anı Biriktirilir

Yıl içindeki İKSV ve İstanbul Modern gösterimlerinin ardından sinemalarda başlayan ‘Elmalar / Mila’, kayıplar ve bellek üzerine zihin açıcı bir deneyim. Sinemaya Yorgos Lanthimos’un ünlü klasiği ‘Köpek Dişi / Kynodontas’da yönetmen yardımcısı olarak başlayan Christos Nikou, çok iyi yazılmış ve yönetilmiş ilk uzun metrajında, absürd Yunan Yeni Dalgası’nın izini sürüyor. Geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde dünya pömiyerini yapmış olan yapım, insan hafızası ve kimliğinin dehlizlerinde gezinirken, düzenin tek tipleştirdiği çağdaş insanın trajikomik ahvalini tartışmaya açıyor.

İnsan belleğini esir alan bir salgından yola çıkan film, sanıldığı üzere Covid belâsından esinlenmiş değil. Zira çekimler 2019 yılı içinde tamamlanmış ancak filmin dağıtımı halen içinde yaşadığımız salgın dönemine nasip olmuş. Geçek hayatla tuhaf bir paralellik var belki ama bu salgının baş aktörü olan virüs beklenmedik bir anda bellek yitimine neden oluyor. Aris bir akşam bir otobüste uyandığında, kim olduğunu veya neden o araçta olduğunu hatırlamaz. Sonrasında gözetim altına alındığı devlet hastanesinde kendisini tanıyan biri de çıkmaz. Yapılacak tek şey vardır: nöroloji servisinin ‘Yeni Kimlik’ programına dahil olacak, yeni deneyimler ile yeni anılar oluşturmak suretiyle yeni bir hayata başlayacaktır.

Genç adam önce yeni bir eve yerleştirilir. Yeni eşyalar ve yeni giysileriyle kendisine bir teyp kasetiyle iletilen talimatlar doğrultusunda yeni tecrübeler kazanacaktır. Bu yeni düzende ondan bir kostüm partisine katılması, direk dansı yapılan bir gece kulübünde karşı cins ile yakın ilişkiler kurması istenir. Aris tüm deneyimlerini polaroid bir fotoğraf makinesi ile belgeleyecek ve bu anları eski tip bir albümde özenle saklayacaktır. Görevli doktorlar Aris’i evinde ziyaret ettiklerinde bu albüm düzeni üzerinden onun performansını değerlendirecektir.

Talimatlar birbirinden çeşitlidir. Parkta bisiklete binecek, araba ile bir kaza yapacak, paraşütle atlayacaktır. Görevler giderek daha cüretkar hale gelir. Örneğin bir dans kulübünün tuvaletinde seks yaparak bir kadınla tek gecelik ilişki yaşaması; ölmekte olan bir hastayı hastanedeki son günlerinde hergün birkaç saat ziyaret etmesi, cenazesine katılması, vedasından sonra akrabalarıyla birlikte vakit geçirmesi istenir ondan. Aris bu süreçte yalnız değildir. Kimi kimsesi çıkmamış başka yalnız ruhlar benzer durumları deneyimler ve kimi zaman Aris ile yolları kesişir.

Alaylı sinemacı Nikou, hafıza, hatırlamak, unutmaya çalışmak, geçmişten kaçmaya çalışmak veya kaçamamak üzerine hınzır bir zihin egzersizine girişmiş. Aris’e verilen talimatlar üzerinden, çağdaş toplumlarda çoğunlukla sosyal medya üzerinden dayatılan yaşam deneyimlerini gırgıra alıyor. Hani şu ‘ölmeden önce yapmak istediğiniz 100 şey’ gibisinden takıntılarla dalgasını geçiyor. Çağdaş dünyadaki ruh üşümesini iliklerimize kadar hissettiriyor. Bunu yaparken akıllı telefonların ortalarda gözükmediği paralel bir evren kuruyor. Kasetler, polaroid filmler benzeri analog bir düzende iletişim kurmayı seçiyor.

Fonda Simon & Garfunkel’dan ‘Scarborough Fair’ ezgileri duyulurken, dağınık bir evde boş yatağın önünde başını duvara çarpan Aris’in görüntüleriyle açılıyor film. Bir dantel elbise dolap kapağına asılıdır. Yerde bir çift zarif kadın ayakkabısı durmaktadır. Bunların neler ifade ettiğini finalde açıklıyor sinemacı. Aris’in bellek kaybının istem dışı olup olmadığının sırrını da. Tuhaf Yunan Dalgası’nın gizemli atmosferini ustaca inşa ederken, Servetalis’in Selanik Film Festivali’nden ödüllü Jacques Tati esinli donuk performansından ustaca yararlanıyor.

Filme adını veren elmalara gelince, mahalle manavının dediğine göre elmalar hafızaya iyi geliyormuş. Babasının kaybının üzerinde yarattığı derin üzüntü ve unutma isteği üzerine senaryoyu kaleme aldığını belirtiyor Yunanlı sinemacı. Lakin hayat kayıplar üzerine de olsa hatıralardan kaçılmıyor ve acının üstesinden gelmeyi öğrenmek gerekiyor. Son yıllarda gördüğüm en ilginç afişlerden biriyle seyircisini tavlayan bu benzersiz alegoriyi kaçırmayın derim.

(17 Eylül 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Geçti Babacık

Seksenli yaşlarını süren Anthony’nin yetişkin kızı Anne, endişe içinde bocalayan babasına ‘geçti babacık’ derken onun geri dönülemeyen bir yolda sürüklendiğini çok iyi bilmektedir. Demans hastasıdır Anthony. Gün geçtikçe silinen hafızası ile baş edememenin tedirginliğini yaşar. Kendi başının çaresine bakamadığı ve eve gelen bakıcılar ile anlaşamadığı için kızı kendi evine almıştır onu. Ancak herkesin kendine göre bir hayatı vardır. ‘Herkesi rahatsız ederek burada ne kadar kalmayı düşünüyorsun’ diye sitem eden Anne’ın erkek arkadaşı, Anthony’nin bir bakım evine yatırılması konusunda ısrarlıdır. Çiftin Paris’te yaşama planları da devreye girince Anne yeni kararlar almak zorundadır.

Salgın nedeniyle biraz gecikmiş olarak sinemalara gelen ‘Baba / The Father’ çağımızda birçoğumuzun aile bireyleriyle yaşadığı o hüzünlü süreç üzerinden ilerliyor. Ancak ele aldığı konuyu bir melodrama dönüştürmeden süreci tahlil etmeyi başarıyor. Bunu yaparken ustaca kaleme alınmış bir metin üzerinden ilerliyor ve yitip gitmekte olan bir bir aklın gelgitlerini aktarmada sinemanın olanaklarını başarıyla kullanıyor.

‘Baba / Le Père’, The Guardian Dergisi’nin çağımızın en heyecan verici yazarları olarak tanımladığı Florian Zeller’in aynı adlı sahne oyunundan beyazperdeye uyarlanmış. Fransız yazar senaryoyu bir diğer saygın yazar yönetmen Christopher Hampton ile ortaklaşa kaleme almış. Londra’da geçen oyunu sahnede izleme şansım olmadı ama filmin halüsinasyonları sarmalayan maharetli kurgusunun ve Anthony’nin zihni doğrultusunda kişilerin farklı yüzlerle karşımıza çıkması olgusunun tiyatro sahnesinde de başarıyla uygulanmış olması muhtemeldir.

Bu ilginç kurgu düzeninde birbirinden iyi oyuncular karşılıklı döktürüyor. 83 yaşındaki Anthony Hopkins kendisine bu yıl ikinci Oscar ödülünü getiren yorumuyla bir kez daha zirveye çıkıyor. İngiliz sinema ve tiyatrosunun en önemli isimlerinden, iki yıl önce Oscar kazandığı Yorgos Lanthimos şaheseri ‘Sarayın Gözdesi / The Favourite’deki kraliçe Anne rolüyle gönlümüzde taht kurmuş olan Olivia Colman keza öyle. Yan rollerde ise İngiliz sinemasının klas oyuncuları Imogen Poots, Olivia Williams, Rufus Sewell ve Mark Gatiss gibi isimler adeta bir resmigeçit yapıyor. Anthony’nin penceresinden hayranlıkla izlediği, ‘Amerikan Güzeli / American Beauty’ye nazire yaparcasına naylon bir poşetle oynayan çocuğu ise Zeller’in 12 yaşındaki kendi oğlu Roman canlandırmış.

‘Baba’ hüzünlü ve kaçınılmaz bir sürecin; devrilmekte olan bir çınarın bütün yapraklarının dökülmüş olduğu, yaşlanmış bir zihnin yaslanabileceği bir şeyin kalmadığı kederli bir dönemin öyküsü. Yazar yönetmen Zeller tiyatro sahnesinde beğeniyle karşılanmış oyunun sinema uyarlamasını başarıyla kotarmış. Sırada üçlemesinin diğer iki parçası var. Bunlardan ‘Oğul / Le Fils’in yine İngilizce dilinde Hugh Jackman, Vanessa Kirby ve Laura Dern gibi tanınmış oyuncularla filme alındığını meraklısı için not düşelim.

(16 Eylül 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com