Kategori arşivi: Yazılar

Körkütük

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Yeni yetme bir film festivalinin bülteninde şöyle bir cümle gördüm: “Öğrenci ve 65 Yaş Üstü: 20 TL (Girişte kimlik gösterilmesi gerekmektedir.)” Bu festivali tebrik ediyorum, çok güzel düşünmüşler. İnsanları sinemadan soğutmak için bu kadar güzel bir incitmeyen cümle bulunamazdı. Eski Türkiye’de biz festivalleri öncelikle insanları sinema salonlarında film seyretmeye teşvik edici etkinlikler olarak görürdük ve cezbedici tedbirler aldıklarına şahit olurduk, ki bunun en güzeli “askıda bilet” uygulamasıdır. “Askıda bilet” uygulaması, benim bildiğim ilk defa Eskişehir Film Festivali’nde uygulandı, daha sonra Ankara Film Festivali uyguladı ve devam ediyor. Yeni Türkiye sinemacılarının “kimlik göster” anlayışını seyirciye saygısızlık olarak görüyorum. Geçenlerde Mads Mikkelsen’in oynadığı “Körkütük” (Druk – Another Round) adlı filmi seyrettiğim Kadıköy yakasının bir sinemasında benim de başıma geldi. Gerçi orada cümlenin peşine “65+ göstermiyorsunuz amca.” güzellemesi eklediler ama kardeşim koskoca sinema zinciri veya festivalsin sana günde kaç tane 50 yaşında adam gelip üç kuruş indirim için 65+ bileti isteyecek de sen ondan kimlik soruyorsun? Madem öyle bir istekle karşılaşacağını düşünüyorsun, utanmazsan as oraya bir “askıda bilet uygulaması vardır” yazısı, dar gelirli 65+lar için basalım paraları oraya. Dijital ortam platformları zaten insanları sinemada kaçırıyor, yapmayın bunu. Ayıp yahu. Adam indirimli bilet istediğinde bırak para almayı, “Geç abi, misafirimiz ol” deyin, incileriniz mi dökülür? (Son cümlenin son bölümü Memduh Ün’ün ‘Üç Arkadaş’ filmindendir.) (05 Eylül 2021)

Şahlanan günümüz Türkiye’sinde nikah sonrası, takı olarak bıraktığım para miktarından, az oldu zannıyla biraz eziklik duydum. Sonra emekli maaşımın 1/3’ünü taktığımı fark edince rahatladım. Neymiş? Şahlanıyormuşuz. Hadi canım sende. (02 Eylül 2021)

Geçmişi özlemle anmak iyi bir şey ama fazla takılmamak lazım; farkındaysanız bugün de elimizden kayıp gidiyor ve geçmişe karışıyor, anın tadını çıkarmalı. (06 Eylül 2021)

Aniden “Ne müziği o?” diye sordu; “Tasavvuf Müziği” diyeceğime “Tasarruf Müziği” diye cevap veriverdim. İşe bak, “Pandemi, Salgın, 65+, 70-, Yeni Türkiye, Eski Türkiye” derken düştüğümüz hale bak. Bizi bu hale getirenler utansın. “Durgun Su” (Stillwater), Matt Damon oynuyor. İyi film, izleyin. (07 Eylül 2021)

Sanıyoruz ki orkestra müziğe hükmediyor; oysa müzik orkestrayı tutsak etmiş, farkında değiliz. / “Kimetsu Orkestrası Konseri” (Kimetsu Orchestra Concert), seyredilesi özel bir film. (08 Eylül 2021)

Yan koltuğumda oturan 70+daşım şikâyet ediyor, “Taksiye bak, taksiye, otobüs durağında duruyor.” Cevap verdim: “Çocuğun kafasına ‘kapıyı aç’ der gibi tıklanan memlekette gayet normal, takma kafana.” dedim, sustu. Bu arada yeni metroda amblem olarak kullanılması düşünülen U harfi ulumayı hatırlatıyor. Bu işten küçük ortak faydalanacak gibi, benden hatırlatması. (08 Eylül 2021)

Dövecem bu telefonu ha. “Kent’in oradan yürüyorum” yazıyorum, ekrana “Mert’in oradan yürüyorum” çıkıyor. Hanım, “Mert de kim?” diye sorsa yeridir. Tövbe tövbe. (Şişli’nin şimdilerde yerinde Cemil Candaş Kültür Merkezi olan Kent Sineması, kapanalı çok oldu, lakin adres tariflerinde hüzünlensek de hâlâ adını kullanıyoruz.) (09 Eylül 2021)

Az önce, kültür merkezine dönüşmüş olan Şişli Kent Sineması’nın önünden geçerken başrolünde Yves Montand’ın oynadığı Costa Gavras’ın “Z” adlı filmini orada izlediğimi hatırladım. Ne garip tesadüf, yarın da Brandon Christensen’in yönettiği yeniyetme korku filmi “Z” adlı film sinemalarımızda gösterime girecek. (09 Eylül 2021)

Film festivallerinde iki tür sponsorluk vardır. Birincisi “Bize sponsor olur musunuz? sponsorları”, ikincisi “Size sponsor olabilir miyiz? sponsorları.” Festivaller duyurularında, ilanlarında, banner’larında -tarafları rencide etmeden- bu farkı belirtmenin bir yolunu bulmalı. Ak mı, kara mı bilelim. (15 Eylül 2021)

Küçük bir hikâye: Bir arkadaş aradı, incir soymakta olduğumdan telefonunu açamadım, bir müddet sonra işim bitti, tam o sırada yeniden aradı, açtım. Az önce telefonunu açamadığım için özür diledim. “Bu sefer sen mi telefon açtın, ben mi açtım?” diye sordu. “Siz açtınız.” dedim. Bir daha telefonu kimin açtığını sordu. Tekrar “Siz açtınız.” dedim. “Ben, ilk telefonumu açmayan kişiye tekrar telefon etmem.” dedi ve devam etti, soracağını sordu. Küçük sohbetimiz sonrasında, “Ha ha ha, hi hi hi.” dedi ve telefonu kapadı. Kaprisler böyle küçük de olsa, sevgi ve saygıda eksiltme ve soğukluk yaratıyor. Yapmayın böyle, insan rencide oluyor. 70 yaşındaki kadın, hasta yatağındaki eşinden bahsederken “Biz zaten senelerdir kardeş gibiyiz.” diyor. Deme. Keza eşlerden biri vefat etmiş, diğeri yalnız kalmış, yakınına soruyorsun. “Hayattaki nasıl, iyi mi?”. Vefat edenin yakını “Artık ilgilenmiyorum, öküz öldü, ortaklık ayrıldı.” diyor. Yapma öyle, ilgilen. (16 Eylül 2021)

Hayattan ensetantaneler: Taksiden inerken bozuk paraları almıyordum. Misalen 46 lira yazdığında 50 lira verip iniyordum ve az da olsa bahşiş bırakmanın huzurunu yaşıyordum. İki gün önce bindiğim taksi şoförü, sohbet esnasında “Abi” dedi, “Turistin birini Sultanahmet’te aldım, şu kadar lira tuttu, bir de üstüne 40 dolar bahşiş verdi.” dedi. O günden beri bende bir eziklik, bir eziklik. Artık taksilere hiç bahşiş veresim yok. Öte yandan taksi şoförlerinin biz yerli mallar yerine yabancı malları tercih etmelerine de hak verdim doğrusu. (Maşallah kimse tongaya düşmedi, baştaki “ensetantane” kelimesini düzeltmedi.) (17 Eylül 2021)

(19 Mart 2022)

Sadi Çilingir

[email protected]

İnsanlığın Ortak Hafızasına Yolculuk

Apicathpong Weerasethakul imzalı ‘Memoria’ tanımlayamadığı metalik tok bir sesin kafasında yankılanmasıyla uykusundan sıçrayan Jessica Holland’ın görüntüsüyle açılıyor. Kolombiya’da iş yapan İskoç asıllı botanikçi farklı aralıklarla peşini bırakmayan ve yalnızca kendisinin duyduğu bu gizemli gürlemelerin izini takip ettiği süreçte gerçek dünyadan manevi alemin düşler diyarına insanlığın ortak hafızasına doğru yol alacak ve bu gizemli serüvene izleyiciyi de ortak edecektir.

Adının uzunluğu ve zor telaffuzu nedeni ile kendisine kısaca ‘Joe’ diye hitap edilmesini isteyen Taylandlı eşsiz yönetmenin çalışmaları öykü düzleminde anlatımdan ziyade deneyimlenmek üzerine kuruludur. 2010 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan ‘Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor’ ölüm döşeğindeki bir adamın ölmüş karısının ruhu ile teması üzerinden maddi ve manevi dünya arasındaki ince çizgi üzerindeki dokunuşlar üzerinedir. Uyku meselesi ona yabancı değildir. 2015 yapımı ‘Saltanat Mezarlığı’nda salgın bir uyku hastalığından muzdarip askerlerin gizemli sanrılarını perdeye taşır. İlk kez ülkesi dışında denizaşırı diyarlarda çektiği son filminde ise kendi başına gelmiş ve ‘patlayan kafa sendromu’ olarak adlandırılan tıbbi bir durumdan yola çıkmış. Aralıklarla kafasında duyduğu, acı vermeyen ancak rahatsız edici olan bu seslerin peşinden ta Kolombiya’ya kadar gitmiş. Hiç bilmediği İspanyolca dilinde film çekmiş. Yine ilk kez tanınmış bir oyuncu topluluğu ve gerçek anlamda bir star olan Tilda Swinton ile çalışmış. Strese bağlı psikolojik nedenli olduğunu düşündüğü kafa seslerine derin bir uykusuzluk probleminin de eklendiğini ifade eden sinemacı, filmin çekimlerine başladığında rahatsızlıklarının son bulduğunu belirtiyor.

‘Memoria’, yönetmenin bir nevi katarsis sürecini de kapsayan derin arayışlar üzerinden ilerliyor. Filmin ilk bölümünde başkent Bogotá’nın kalabalık caddelerinde, işlek mekânlarında gezintiye çıkıyoruz. Jessica’nın peşinden bir kayıt stüdyosunda ses mühendisi Hernán’ın metalik sesleri yapay olarak oluşturma denemelerine tanık oluyoruz. Şehirde aradığını bulamayan kadın sesin izinde, askerlerin kontrolündeki kırsala yolculuğa çıkıyor. Deprem ana üssünde konuşlanmış dağlık Pihau’da karşılaştığı bir diğer Hernán ile yaşadığı deneyim onu farklı bir aleme, insanlığın ortak hafızasına götürecektir. Sesin nedenini elle tutulur, gözle görülür maddi dünyada boşuna aramıştır. İnsanın taşın, kayanın, dağın, ormanın belleği ile yekvücut olduğu anlatılacaktır ona.

Weerasethakul filminin uzun bir tefekkürü andıran ikinci bölümünde, kendi ifadesi ile müzikal bir yolculuğa taşıyor bizleri. Şırıl şırıl akan derenin kıyısında kameranın sabit olduğu uzun tek çekimlerde dağların, bulutların, kuşların, ormanın ve dış seslerin zengin armonisinin hipnotize edici alemine dalıyoruz. Balıkçı Hernán’ın mütevazi evinde geçmişin hayaletlerinin sesleri yankılanıyor. Modern zamanların telaşından uzak mükemmel dinginlik ortamında eller ve ruhlar birleştiğinde sınırlar aşılıyor, insanlığın ortak hafızasında farklı kültürler kenetleniyor. Dünya ile uzayın armonisi tınlıyor. Filmin tüm ses tasarımı insan davranışlarının orkestrasyonuna dönüşüyor, doğanın sesleri insan sesleriyle bütünleşiyor. Hem yönetmen hem de yıllardır tanıdığı has oyuncusu ile birlikte izleyici olarak doğanın ve algılar dünyasının karmaşık örgüsünün akışına bırakıyoruz kendimizi.

İspanyolca adının dilimizdeki karşılığı hafıza ya da bellek olan ‘Memoria’ böylesine eşsiz bir deneyim vaad ediyor. Görüntü ve ses düzeni iyi bir salonda her sinemaseverin deneyimlemesini arzu ederim.

(11 Mart 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Gece, Yağmur ve Yetim Çocuklar

‘Batman’ Amerikan popüler kültürünün gözde figürlerindendir. İlk kez 30 Mart 1939‘da çizgi roman alemine giriş yapmış, IMDb kaynağına göre 40’lı yıllardan başlayarak eğlence endüstrisine yaklaşık 200 kez konuk olmuş. Çağımızın saygın sinemacılarından Christopher Nolan’ın hikâyenin köklerini eşeleyen ünlü üçlemesi ile günümüz sinemasını kuşatmış uçan kaçan süper kahraman filmleri içinde prestijli bir yere sahip olan maskeli şövalyenin yeni uyarlaması, bu tür aksiyonlara mesafeli duranlar için cazip sürprizler içeren bir kara film denemesi olarak dikkat çekiyor.

‘Maymunlar Cehennemi’ serisinin yeni uyarlamaları ile bilinen yönetmen Matt Reeves imzasını taşıyan ‘The Batman’, Cadılar Bayramı şenliklerinin sürdüğü Gotham kentinin tekinsiz gece atmosferinde Schubert’in merhamet dileyen Ave Maria ezgisiyle açılıyor. Yağmurun hiç dinmediği o gece evi gözetlenen Belediye Başkanı maskeli katil tarafından hunharca öldürülür. Cinayetlerin ardı kesilmeyecek şehrin ileri gelen bürokratları peşpeşe katledilecektir. Cinayetleri üstlenen Riddler (ya da nam-ı diğer Bilmececi) her infazında Batman’e şifreli mesajlar bırakmaktadır. Polis şefi ile birlikte çalışan Batman’in yolu meçhul katilin izinde kentin yoz mahallelerine, her türlü rezilliğin döndüğü yeraltı gece kulüplerine, terkedilmiş yetimhaneye düşerken, kendi geçmişinin sırları ile yüz yüze gelecektir.

Başlıktan ve bu kısa girişten çıkarılacağı üzere yeni Batman yağmurlu geceler boyunca bir seri katilin izini süren dedektif konumunda sunuluyor izleyiciye. Bildik süper güçlerini ya da alevlerin arasından ‘Hayalet Süvari’ misali fırlayan maharetli arabasını kullandığı takip sahneleri bu tamı tamamına üç saat süren filmde fazlaca bir yer işgâl etmiyor. Günümüz genç izleyicisi bu aksiyonu minimum tutulmuş süper kahraman hikâyesinden pek memnun kalmayabilir ancak polisiye kara film tutkunlarını çok iyi kotarılmış bir maceranın beklediğini söyleyebilirim. Yeni Batman Robert Pattinson (ki kendisi film öncesinde Dior reklamıyla perdede boy gösteriyor) başka dünyalardan gelmiş izlenimi veren soğuk kırılgan ve hüzünlü Hamlet edasıyla bu temelde kederli filmin dokusuna çok yakışmış. Dokunaklı bir aşk hikâyesi de içeriyor film. Kara Şövalye’nin Kedi Kız Selina’yı dürbünle uzaktan izlediği ve Michael Giacchino’nun duygu yüklü müziğiyle bezenmiş sekans Kieslowski’nin ‘Aşk Üzerine Küçük Bir Film’inin o meşhur sahnesini ne kadar da hatırlatıyor.

Hem Batman hem gayrimeşru dünyaya gelmiş Selina, hem de intikamcı seri katil yazımın başlığında yer alan sevgi arayışındaki yetim çocuklar. Yaşadıkları dünya örselemiş onları. Mafya babası soyguncular şehrin asıl sahibi olmuş. Devlet görevlileri onların hizmetkârı haline gelmiş. Batman hayatı boyunca yalanlarla mı büyümüştür. Babaların günahını çocuklar mı ödeyecektir. Reeves’in kara filmi bu soruların izini sürerken Yarasa Adam’ın süper gücü bunca pisliğin içine batmış kentin yeniden inşası için yeterli olacak mıdır. Şehir kızgın, onun gibi yaralıdır. Sadece kent değil kurumlar da yozlaşmıştır. Ama insanların umuda ihtiyacı vardır. Ukrayna’da hain bir işgâlin hüküm sürdüğü, ülkemizde saygın kurumların yozlaşma tehdidi altında olduğu günümüzde ‘The Batman’ çok iyi kotarılmış bir seyirliğin ötesine geçerek insanlara umut aşılayabiliyor.

Başarılı Patterson haricinde filmin zengin oyuncu kadrosu iyi iş çıkarmış. Selina’da Zoë Kravitz, mafya lideri Falcone’de John Turturro, Penguen Oz’da makyajı ile tanınması nerdeyse imkânsız hale gelmiş Colin Farrell yer alırken intikamcı Riddler’da Schubert’in hüzünlü ezgisini finalde bir kez daha mırıldanan Paul Dano eşsiz oyunculuğu ile filme damgasını vuruyor. Görüntü yönetmenliğini üstlenmiş Greig Fraser’in ışık gölge oyunlarının, dışavurumcu denemelerinin, ‘Se7en’ ve ‘Zodiac’ gibi David Fincher filmlerini hatırlatan plastik çalışmasının takdire değer olduğunu eklemeliyim. Ve son olarak, tam anlamıyla bir gece filmi olan ‘The Batman’i, fırsatınız olursa, projeksiyonu mükemmel Kanyon Cinemaximum’un 5 veya 9 numaralı büyük salonlarında izlemenizi tavsiye ederim.

(10 Mart 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Temel Sorun: Söyleyecek Bir Şeyi Olması Sanatçının

Yaşanmışlıkları, kazanımları veya kayıplarımızı yazılar anlatır en çok. Tarih dediğimiz, okullarda öğretilen, sadece hamaset ve kahramanlık övgüsüdür. Oysa sözlü tarih diye de nitelendirilen söyleşiler, yazılar, hatta filmler bize yaşamın izini sürdürür. Sosyal, siyasal, ekonomik hatta yaşamsal ipuçları ile doludur o yazılanlar. İlerleyen süreçte de geçmişi, geçmişteki toplumsal yaşamı, insanlara o yazılar aktaracaktır.

Gogol’ün paltosundan hep tiyatro/cular çıkmaz ya… Türkiye’de olduğu gibi sinema eleştirmenleri de çıkar. Paltosundan çıktığımız Atilla Dorsay, “Yımaz Güney, Hayat Bize Mutlu Olma Şansı Vermedi Sevgili” kitabıyla sinemamızın ve buna da bağlı olarak görsel kültürümüzün temel taşlarından birini, Yılmaz Güney’i anlatıyor. Yılmaz Güney’i tanımayan olur mu diyeceksiniz, ama bizim ülkemizde, sanatın önünü kapama düşüncesindeki egemen erk, az kaldı, unutturacaktı. Oysa biliyorsunuz ki, sanatçılarla tanınır bir ülke, zaten ölümsüz olanlar sadece sanatçı ve sanattır.

Dorsay, “Bizler, bizim kuşağımızın sinemaya gönül vermiş kişileri için de bir suç söz konusudur belki” diyor kitabının önsözünde. Yılmaz Güney filmlerinin gösterilmesinin yolunun açılması, bulun(a)mayan filmlerinin araştırılması, elde bulunan, bilinen bütün belgelerin kitaplaştırılması gerektiğini üstüne basa basa vurguluyor. Kendisi bu çalışmasının devamının geleceğini söylüyor. Ben de, hazır yeri gelmişken Tahir Yüksel’in “Karanlıktaki Işık Yılmaz Güney” kitabının bir daha basılarak insanlara ulaştırılmasının gerekliliğine değineyim. Bir de, çok önemsediğim, gözüm gibi korumaya çalıştığım Düşman filminin çekim senaryosunu, kitaplığımdan kim aldıysa, geri getirsin lütfen.

Yüz yüze görüşme keyfi…

Atilla Dorsay, sinema eleştirmenliğini yabancı filmler üzerinden yaparken Yılmaz Güney’in Umut filmiyle yerli filmler üzerine de yazmaya başlar. Umut, Yeşilçam’ın içinden Yeşilçam’a rağmen çıkan gerçekten bir başyapıttır. Filmin peşinden arkasını bırakmaz Dorsay, hemen her seferinde muhakkak bir yolunu bulur, Güney’i konuşturur. 12 Mart sürecinde tutukluluğu, sonrasında Yumurtalık’ta, Endişe’nin çekimi sırasında savcıyı vurduktan sonra mahkûm edilmesine rağmen onunla sürekli konuşur.

Atilla Dorsay, Yılmaz Güney’i kovalar da Güney boş mu durur? Daha önceleri senaryo yazmaya fırsat bulamayan, sadece birkaç not ve karalamayla sete çıkan, gözlem gücüne inanan ve akışa göre filmi şekillendiren Güney, zor koşullarda olmasına aldırmadan (yakınmalarını okumalısınız), sürekli çalışır ve birçok senaryo kaleme alır.

Kimini kendisiyle konuşamadığı için aklındakileri anlatamadığı yönetmenler çeker, kimini de ince eleyip sık dokuyarak ayrıntılı olarak anlatır. (Düşman’ın çekim senaryosundan anımsadığım, sadece çekime yönelik değil oyuncuların duygularını da yönlendirecek notlar düşer, hem de ayrıntılarıyla.) Zeki Ökten’in çektiği Sürü ve Düşman ile Şerif Gören’in çektiği Cannes’da Büyük Ödül kazanan Yol için “içeriden film çeken yönetmen” dedirtecek kadar takip eder çalışmaları.

Görsellik öncelikli

Umut’tan önceki döneminde vurdulu kırdılı dediğimiz filmlerinde de görsellik ağırlıktadır, söze fazla yer vermez Güney. Üç romanı, öyküleri ve senaryoları olan bir edebiyatçıdır, ama görselliğinden asla ödün vermemiştir. Öyle ki, içeriden senaryosunu yazdığı filmler için “kaçınılması gereken derecede laf içerdiği” söylentisini bile sorar Dorsay, bir söyleşide. Öykünün akışına bağlı olarak sözler çok gibi gözükse de, ağırlıklı olarak görüntünün anlattığını söyleyebiliriz. Öyle ki onlarca insanı gönderir olası çekim mekânlarına, yüzlerce fotoğraf çektirir ve onları filmine yedirir: “Sanatçı olarak hayatın gerçekliğini de yansıtmaya çalışıyoruz ve bu sosyal hayata, siyasal hayata, kültür hayatımıza yansıyor” diye yanıtlar.

Böyle bakınca…

Film yapmak zor bir sanattır. Birçok şeyi buluşturmak, birbirine alıştırmak ve uydurmak zorundasınızdır. Onun için de birçok ilk filmde, -bir daha olanak bulamam kaygısıyla- her şeyi aynı filme sıkıştırmak kaygısı sezilir. Yılmaz Güney’de de vardır o kaygı, onca deneyimine karşın. Onun her şeyi aynı filme sığdırabilme çabası aslında izleyiciye mesaj verme kaygısıdır, hiçbir şey eksik kalmasın mükemmeliyetçiliğinin de etkisiyle. “Bizim özellikle son iki yıldır anlattığımız şeyler sadece birer hikâye değil. bireylerin hikâyesi olmaktan çok, toplumsal bir kesit içinde toplayabildiğimiz kadar, anlatabildiğimiz kadar şeyle birlikte anlatılması gereken hikâyelerdir.” Yani, son filmlerinde Türkiye’nin toplumsal yaşamının bir panoramasını vermeyi amaçlıyor.

Kadınlar Günü…

Bilgisayarın başına oturduğum bugün (08 Mart, Dünya Kadınlar Günü), kadınlar üzerine anlattıklarını aktarmalıyım: “Kadını özgür olmayan bir toplum özgür değildir, özgür olamaz. Kadına eğilmeyen, kadını yanına çekmeyen bir devrim hareketi de başarıya ulaşamaz. Bizler sinemacı olarak, kadının içinde bulunduğu durumu çok yönlü yansıtma görevini taşıyoruz” diyor, özellikle Sürü’deki Berivan ile ilgili olarak.

Silahsız gezmeyen, sevdiği kadının başındaki elmaya ateş edebilecek kadar gözü kara biri olsa da işin içine sinema girince bambaşka biri olabiliyor/du Yılmaz Güney. Sette aylaklığa ve ahmaklığa tahammülünün olmadığını, ama en çok da oyunculara karşı alabildiğine sabırlı davranan ender yönetmenlerden biri olduğunu da bildiriyor. Duvar filminin kamera arkası belgeselinde gördük zaten.

Atilla Dorsay, sadece sinema eleştirmeni değil. Mimar ve rehber olduğunu biliyoruz, ama onun gizli kalmış bir özelliği iyi bir arşivci olması… Günlük gazetelerden dergilere, söyleşilerden kitaplara dek her bilgiyi, belgeyi arşivlemiş. Yol filminin kazandığı o olağanüstü başarıya rağmen ucuz suçlamalarda bulunan anlı şanlı(!) yazarları okuyunca, günümüzdekilerle karşılaştırmaktansa acımayı tercih ediyorum.

Sanatsal mücadele…

Atilla Dorsay’ın, yeni bir yayınevi olan Puslu’dan çıkan bu kitabı sadece sinemacılar için değil, sanatsal mücadele içinde olan, demokratik mücadele veren herkes için rehber niteliğinde.

İnci Aral’ın “Sevgili”si, Fatoş Güney’in “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun”u Yılmaz Güney’in yaşamını anlatıyordu, ama Atilla Dorsay’ın “Yılmaz Güney Kitabı” sanatçı, yönetmen Yılmaz Güney’i anlatıyor. Şimdi, “Yılmaz Güney Kitabı”nın sayfalarını çeviriyorum ve aldığım notlara bakıyorum, o kadar çok şey var ki… sadece kültür ve sanat değil, yakın tarihin sosyal, siyasal, ekonomik ve psikolojik dökümü de yer alıyor.

Yılmaz Güney Kitabı, Hayat Bize Mutlu Olma Şansı Vermedi Sevgili, Atilla Dorsay. Anılar, belgeler, bilgiler. Puslu Yayıncılık, Ocak 2022, 384 s.

(09 Mart 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Mülteci Olmak Bir Kimlik Değildir

Her gün yüzlerce insan doğduğu topraklardan başka diyarlara sığınmak zorunda kalıyor. Mülteci sorununu konu alan sayısız film izledik bugüne kadar. Yakıcı mültecilik meselesinden yola çıkan Jonas Poher Rasmussen imzalı ‘Kaçış / Flee’, parçalanmış kimlik krizi üzerine yoğunlaşmasıyla benzerlerinden sıyrılan yaman bir deneme. İlginç belgesel çalışmalarıyla sınırlı da olsa bir hayran kitlesi edinmiş olan Danimarkalı sinemacı ilk kez animasyonu denediği bu son filminde, tam 25 yıllık Afgan arkadaşının çileli geçmişinin kapısını aralamaya koyulmuş. Halen Danimarka’da başarılı akademik kariyerini sürdürmekte olan eski dost, sır yüklü geçmişini dile getirmek istememiş önceleri. Lakin Rasmussen’in zorlayıcı olmayan teklifi ve özgeçmişini özgür bırakmadan bugünde huzur bulamayacağının bilincinden hareketle, gerçek kimliğini gizleyerek Amin Nawabi takma adı ile adım adım açılmayı kabullenmiş sonunda.

Rasmussen hep kafasında olan bu projeyi 15 yıl önce bir radyo röportajı olarak gerçekleştirmek istediğini belirtiyor. Amin’in acılı geçmişini anlatmayı kabullenmesini beklediği uzunca süreçte ülkesinde düzenlenen ve animasyoncular ile belgeselcilerin, canlandırma belgeseller için fikir ürettikleri ANIDOX adındaki film atölyesinden davet almış ve bu deneyim ona ışık tutmuş. Animasyon seçimi ile Amin’in gerçek görüntüsü gizli tutulacak ve genç adam hikâyesini ilk kez çekincesiz olarak detaylarıyla paylaşacaktır.

Acılı bir geçmişe tanıklıktır Amin’inki. 70’li yılların sonunda Sovyetler güdümündeki hükümetin başa geçtiği Afganistan’da babası gözaltına alındığında henüz bebek yaşlardadır. Kendisinden bir daha haber alınamayan babasını büyük ablasının anlattıkları kadar hayal edebilecektir. Sovyetler çekildiğinde ülkedeki iç savaş hızlanacak, Kabil’e inen Taliban’ın şerrinden kaçmak üzere onlara transit vize veren tek ülke olan Rusya’ya göç edecektir aile. Komünizmin çöküşünün bir yıl sonrası Rusya’sında tam bir kaos hakimdir. Rus oligarkların palazlandığı bu dönemde her türlü yozlaşmanın hüküm sürdüğü bir suç şehridir Moskova. Vize süreleri sona erdiğinde bu kâbus kentten kaçmak üzere insan kaçakçılarının eline düşeceklerdir. Türlü ölüm tehlikesinin, eziyetin ve yalanların ardından Danimarka’ya mülteci olarak kabul edilen genç Amin çok çabuk büyümüştür. Yitip gitmiş çocukluğu ve ilk gençliği kaçakçıların elinde ve sürekli kaçmakla geçen genç beden artık emin ellerde olsa bile nasıl huzura kavuşacaktır. Daha küçük çocukken kaçmaya başlayan körpe ruhun başkalarına güven duyabilmesi kolay olmayacak, zaman alacaktır.

İşte Rasmussen mülteci sorunu üzerine saygın bir çalışmanın ötesini hedefleyen çalışmasında yakın dostunun yaralı yüreğini onarmak, geçmişine dair travmaları ile yüzleşmesini sağlamak istemiş. Çalışmasını psikoterapi seansları dizisi olarak tasarlamış. Divana uzanmış, gözlerini kapatmış, derin bir nefes alarak rahatlamaya çalışan Amin’e ‘ev senin için ne ifade ediyor’ diye soruyor ilk önce. ‘Güvenli bir yer, kalabileceğini bildiğin ve terk etmek zorunda olmayacağın bir yer’ olarak cevaplıyor genç adam. Acılı geçmişini duraksayarak, molalar, bazen uzun aralar vererek de olsa dile getiriyor. Böylelikle kaçtığı geçmişi ile yüzleşiyor ve onu bugünü ile bağlamaya çalışıyor. Yakalanıp tekrar geri gönderilme korkusu ile söyleyemediklerini, yalanlarını, küçük yaşlarında bastırdığı, inkar etmeye çalıştığı eşcinselliğini itiraf ediyor. Böylece ‘kendi olabilme’ yolunda önemli bir adım atmış oluyor. Ve bu muazzam deneyim coşkun bir arınmaya dönüşüyor. ‘Mülteci olmak bir kimlik değildir’ diyor Rasmussen. Bu terapi-film Amin’in özgürleşmesini sağlayacaktır.

Danimarkalı usta belgeselcinin ilmek ilmek ördüğü sinemasal katarsizmi en parlak biçimiyle görselleştirebilmek için paçaları sıvamış. Öncelikle tüm görüşmeleri videoya kaydetmiş. Çizimler Amin’in gerçek tepkilerinden, davranışlarından yola çıkarak gerçekleştirilmiş. Ana karakterin geçmişine dair zengin belgesel arşivinden yararlanılmış ve haber görüntüleri ustaca çizgilerin içine yedirilmiş. Işık, renk ve sahne kompozisyonları özenle düşünülmüş. İlk karelerden başlayarak kaçış ve şiddet sahnelerinde dışavurumcu çizgiler, siyah-beyaz belirsiz tehditkâr figürler kullanılmış. Geçtiğimiz yıl Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nen ödülle dönen, 27 Mart gecesi dağıtılacak 94. Oscar ödülleri için üç ayrı kategoride (animasyon, belgesel ve İngilizce dili dışında yabancı film) adaylığı bulunan ‘Kaçış’ farklı disiplinleri buluşturan kaçırılmayacak bir sinema deneyimi.

(04 Mart 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Batman’in İnsan Yüzü

İster sinemada olsun isterse kitapta, çizgi karakterler çoğunlukla elinden her iş gelen başarılı, güçlü ve güvenilirdir. Birçok kahraman gibi Batman de geçen yıllar boyunca onlarca kez uyarlandı. Her seferinde yeni bir tat, yeni bir duygu, yeni bir heyecan yaratmasını bildi sinemacılar. Senaryoların ne denli önemli olduğunun kanıtıdır da bu, aynı zamanda. Senaristler (bu arada fikir üreticilerini de unutmamalı, belki bir cümleyle senaristlerin düş kapılarını aralıyorlar) düşünüyor ve ellerindeki karakterin neyi nasıl ve niye yapacağını saptayıp ona göre yazıyor. Yönetmenler de o yazılanları bizlere görüntüye dönüşmüş haliyle sunuyor. Yapımcılar ve kameramanlar da var, ama konumuz o değil ki…

Artık ne kaldı görmediğimiz?

…dediğiniz anda yeni bir fırtınayla yüz yüze geliyorsunuz. “Bundan ötesi olmaz” diye düşünmeyin, yenileri olacaktır birden fazla, muhakkak.

Batman’i bu kez “insan” yüzüyle tanıyoruz. Hep pelerini, arabası, silahları ile taht kurmuştu gönlümüzde; tabii ulaşılmazlığıyla da… Bu kez insan yanını gösteriyor film bize ağırlıkla. Tabii, vazgeçilmez Penguen, Kedi Kız ile birlikte yine hareket, yine aksiyon, yine gizem ve çözülmesi gereken problemlerle. Alfred’i unutmak olmaz, Alfred’siz Batman de olmaz. Ama bu kez en yakınında Yüzbaşı Gordon bulunuyor. İlk kez tanışıyoruz ve oybirliğiyle seviyoruz, tek kelimeyle.

Bir kere baştan belirtelim, aksiyon sahneleri çok güçlü; yönetmenin özellikle takip sahnelerinde yakın plan kullanması adrenalini yükseltiyor, heyecanı arttırıyor. Üç saate varan film, bir dizi soruna yanıt buluyor. Biri bitti derken diğeri başlıyor. Ne ilgisi var diyebilirsiniz, ama Ahmet Ümit’in “İstanbul Hatırası” romanını anımsadım. Orada, yazar, yedi dönemde yedi mekânda yedi gizemli cinayeti çözümlemesi için sermişti Komser Nevzat’ın önüne… Burada da, benzer şekilde birkaç cinayet var çözümlenmesi gereken. Orada da ipuçları vardı, katilin bilinçli bıraktığı, burada da var… Birini çözmeden diğerine ulaşmak mümkün değil. Yani, demem şu ki arkadaşlar, filmin başladığı andan itibaren soluğunuzu kesecek bir heyecan fırtınası bekliyor sizi. Bir küçük spoiler vereyim. Müzik çok iyi, sırf dinlemek bile heyecanı katlamaya yeter.

Esrarengiz, maskeli katili bulmak kolay mı? Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar… Peki, sonra? Galiba Batman ile Gordon bir sonraki filmde yine ikili olacak. Olur mu, bilmiyorum ama olsun isterim.

The Batman, Yönetmen: Matt Reeves, Senaristler: Matt Reeves, Peter Craig, Oyuncular: Robert Pattinson, Zoë Kravitz, Colin Farrell, John Turturro, Paul Dano, Andy Serkis, Jeffrey Wright… 04 Mart 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(03 Mart 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Bütün Zalim Olanları Sen Affetsen Ben Affetmem

Biyografik film çekmek zordur. Birebir uydursanız filmin akışını etkiler, değiştirseniz “Aaa, burası farklı” yakınmaları duyarsınız. Oysa belgesel değil film çekiyorsunuzdur ve anlattığınız kişi üzerinden kurduğunuz bir öykü vardır. Bu gibi durumlarda Picasso geliyor aklıma kurtarıcı olarak. Sergisinde, “Bu balık mı?” diye soran kişiye, “Hayır, o bir resim.” demiş ya…

Bergen, özellikle bir döneme damgasını vuran, en ilgisiz kişinin bile haberlere yansıyanlarla bağlantılı olarak üzerine muhakkak bir şeyler söyleyebileceği bir şarkıcı. Evet, yaşamı zor geçmiş. Evet, yüzüne kezzap atılmış. Evet, öldürülmüş. Sesi ve şarkılarıyla sevilen bir şarkıcı olduğunu da unutmamak gerek. Sadece bu bile beklentiyi, yani merakı arttırıyor. Filmin, eski Yeşilçam filmlerinin yakaladığı melodram yapısı ise gişede büyük bir başarı yakalayacağının göstergesi.

Eskiden mendille gidilen filmler vardı…

Sinemanın yaşamın önemli sosyal aktivitesi olduğu dönemlerde, film izleyicisinin “mendil ıslatma”sını ölçü alan filmler istenir ve aranırdı. Sadece TRT radyosu vardı ve kısıtlı şarkılar çalardı, sansür izin vermezdi halkın beğendiklerinin çalınmasına. Konserlere gidemeyenler de bu açlıklarını (gereksinimlerini de denilebilir) şarkılı filmlerle giderirdi. Buna da bağlı olarak çokça şarkı söylenen filmler çekilirdi, izleyicinin ilgisinin artması için. Şarkıcı başrol oyuncularının hemen hepsinin sinema deneyimi bu yolla mümkün oldu.

Bergen de benzer bir film. Tabii ki çok tutacak, çok izlenecek. Seyirci patlaması yaşanabilir; ekonomik krize, pandemiye ve Ukrayna Rusya savaşına rağmen.

Titiz çalışma…

Zeynep Farah Abdullah, afişteki fotoğrafta sanki birebir Bergen. Filmde de çok benziyor. Şarkı söyleyişi, sahnede duruşu, tavrı ve tabii, sesiyle tam örtüşmüş. Jenerikte adı geçmese de kocasını (yani Halis Serbest) oynayan Erdal Beşikçioğlu da başarılı. Ama ben en çok anneyi oynayan Tilbe Saran’ı sevdim, gerçekten parlıyor, yılların deneyimiyle. Bergen fanları istisnasız çok sevecek ve filmi birbirlerine tavsiye edecektir.

Kadınları yakınları öldürüyor

04 Mart’ta gösterime girecek film, 08 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü de unutmayıp, kadın cinayetlerine karşı çıkıyor. Film, başından beri erkek egemenliği altında geçiyor. Annesiyle ayrılıp başka bir kentte kendilerine yaşam bile kurmuş olsalar, Bergen’in baba özlemi içerisinde olduğu ortada. Zaten babası yaşında birini seçmesinin altında yatan ve tüm hatalarını affetmesine yol açan da o duygu. Ki, o duygu değil mi Bergen’in sonunu getiren.

Zorlu koşullarda çocuğunu büyütüp okutmaya çabalayan anne ile onun korumacılıktan “Toplum ne der?”, “Zaten başımızda erkek yok” baskısından kurtulmak için gözünü boyayan ilk erkekle evlenen kızın öyküsü, Anadolu’da hâlâ geçerli. Her gün eşi, nişanlısı veya bir başka tanıdığı tarafından öldürülen kadınların sayısı İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldıktan sonra daha da artıyor.

Bir söz de adalet için söylenmeli… Kocasının, Bergen’i öldürdüğü halde “iyi hal”den sadece üç yıl gibi alabildiğine kısa, hatta ödül sayılabilecek bir cezayla kurtulmasına izleyici de isyan edecektir. Hukuk, bağımsız ve adil olursa, caydırıcı cezalar uygulanırsa kadın cinayetleri epeyce azalır.

Bergen, Yönetmenler: Mehmet Binay, Caner Alper, Senaristler: Sema Kaygusuz, Yıldız Bayazıt Oyuncular: Farah Zeynep Abdullah, Erdal Beşikçioğlu, Tilbe Saran, Nergis Öztürk, Şebnem Sönmez… 04 Mart 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(02 Şubat 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Kaçış (Flee): Öteki ve Mülteci

Bugün en belirleyici haber ne? Dün ne idi? Yarın değişecek mi? Kişisel olarak farklı konularınız vardır muhakkak, onların da üzerine çıkandan bahsediyorum… Savaş, öyle kötü, öyle insanlık dışı ve öyle can alıcı ki, ilk saldırıyla başta çocuklar olmak üzere onlarca kişi ölüyor. Adı yasak olmasına karşın siviller hedef alınıyor. O zaman da insanların yapabilecekleri tek şey var ellerinde: Kaçmak.

Flee (Kaçış), 1970’lerde savaşan bir ülkeden (aslına bakarsanız hâlâ sürüyor, o ayrı) canlarını kurtarmak için mülteci olmayı bile göze alan bir ailedeki çocuğun hikâyesi. Afganistan gibi ekonomik, sosyal, kültürel sorunlar yaşayan bir ülkede, eşcinsel duyguları olan birinin yaşaması mümkün değil. Amin’in umurunda olmasa da toplum alabildiğine tutucu ve ailelerin beklentileri sadece evlenme üzerine kurulu.

Bugün de aynı…

Baba, bir sabaha karşı polis tarafından gözaltına alınıyor ve kaybediliyor. Aile yalnız kalıyor. Önce Sovyetler, ardından Taliban, sonra ABD… derken savaş hiç bitmeyen bir yaşam biçimi Afganistan’da. Çıkış yolu tek: Kaçmak. Önce ağabey, ardından yaşlı anneyle diğer çocuklar birlikte, aile kararıyla kaçacak. Öyle kolay olmadığını yaşadıkça görüyorlar.

Sanatın hatırlatıcı özelliği belirleyici; dün Suriye’den kaçanları, Afganistan’dan yürüyerek Anadolu’ya kadar gelen mültecileri, bugün Ukrayna’dan kaçanları unutmamak için… Jonas Poher Rasmussen, Amin Nawabi ile kaleme aldığı bu gerçek öyküdeki kişileri korumak amaçlı çizgi, animasyon ve belgesel görüntülerle aktarmayı seçmiş. Ancak, yaşanan dram asla azalmıyor. İzleyici, doğal olarak, tam da bu günlerde yaşanan Ukrayna savaşıyla bağlantı kuruyor. İnsanlar Ukrayna’dan da kaçıyor, kaçmak zorunda… Yapacak ve görecek çok şey var yaşam boyunca.

Bir psikiyatrist koltuğuna uzanan Amin ile başlıyor film. O anlatıyor, anlattıkça geri dönüyor ve yaşadıklarını izliyoruz. Evet, bir çizgi, anime film ama o duygu, o çaresizlik, o acı hemen geçiyor izleyiciye. Amin’in eşcinselliğini hiç yargılamadan, yadırgatmadan kabul ettiriyor film. Zaten ağabey de farkına vardığı için onu destekliyor.

Amin yaşadıklarını anlatırken çok çarpıcı ayrıntıları hatırlıyor. Polisin rüşvet alması, onlara verecek parası olmayan genç kızlara tecavüz etmesi, kaçış koşullarının insanilikten uzaklığı… Halden anlamaz kahpe yalanlarla dolu insan kaçakçılarının duyarsızlığı ve insanları sadece para olarak görmesi…

Rasmussen, besbelli zor ikna etmiş Amin’i… Amin, seminerler veren saygın biri, ister istemez kendisini korumayı tercih ediyor, buna da bağlı olarak ancak çizgi filme razı oluyor.

Mülteci olmak kolay değil; Suriyeliler üzerinden inanılmaz bir ayrımcılık, hatta ırkçılık yapılıyor Türkiye’de de… Her zaman her yerde suçlanıyor ve itiliyorlar. Üstüne üstlük Amin “öteki” bir de… Türkiye’de, toplumun gözünde, eşcinsel olmak suç (!), hele bir de mülteci ise… Bu, bizim ne denli ırkçı bir bakışımız olduğunun da göstergesi aynı zamanda.

Savaşlar olmasın, insanlar öldürülmesin, ülkelerinden kaçıp da sorun yaşamasın. Bizler de bu filmleri “bir zamanlar…” diye izleyelim.

Kaçış, (Flee), Yönetmen: Jonas Poher Rasmussen, Senaryo: Jonas Poher Rasmussen, Amin Nawabi, Çizgi film / Belgesel… 04 Mart 2022 tarihinden başlayarak gösterimde.

(28 Şubat 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Aşk Engel Tanımaz… Cyrano

Hepimiz hep bir beklenti içindeyiz. Öğrenci iyi not, işçi emeğinin karşılığı, patron ürünün satılması, köylü işlerinin rast gitmesi, genç sevgilisiyle rahat anlaşması, şu an Rusya Ukrayna savaşı başladığından barış… Kötü bir şey istemez, beklemez insan. Ummak böyle bir beklentidir. Cyrano da çocukluk arkadaşının, platonik aşkının kendisini sevmesini umar hep.

Edmond Rostand’ın yüz yıldan önce (1897) yazdığı tiyatro eseri Cyrano de Bergerac, romantizmin en bilinen eseri. Aynı zamanda sinemaya da çok fazla uyarlanan bir yapıt. Doğrudan, aynı adla, 1950 ve 1991 yılındaki uyarlamaları izlemiştim. Operadan tiyatroya uyarlanması ise sayısız…

Rostand, güzelliğin yüzde değil de ruhta, yaklaşımda olduğunu vurgular. İri burunlu bir şövalye tipi çizmiştir. Cyrano mangal yürekli, asla korkmayan biridir, ama yakışıklı değildir kendince. Romantiktir, şiir yazar, duygusaldır, ama görüntüsüne yansımaz. Bana sorarsanız, herkes Cyrano’dur kendince.

Yeni bir Cyrano

Senarist Erica Schmidth, dünyaca bilinen (ezbere bile denilebilir) Cyrano’yu almış ele kendi Cyrano’sunu yaratmış. Yönetmen Joe Wright bu yeni Cyrano’yu çekmiş. Anlaşılan o ki, birlikte çalışmışlar, bir yenilik peşinde koşmuşlar. Alabildiğine başarılı da olmuşlar. Yani, sıradan bir Cyrano ile değil çok farklı bir Cyrano karşılayacak izleyiciyi. Farklı bir müzikal, bambaşka bir aşk, inanılmaz bir dünya ve duygusal bir aşk. Yine bir aşk üçgeni var, yine bir platonik aşk var, yine kıskançlık, yine cephede, o zor koşullarda insanın içini ısıtan bir heyecan var yaşanan.

Benimki spoiler olmayacaktır; bu aşkın, Peter Dinklage’yi görünce zaten bir cüce ile yaşandığını sizler de anlayacaksınız. Klasik, denilebilir belki, asıl Cyrano’dan çok farklı… Hiciv ustasıdır Rostand’ın Cyrano’su, zariftir ve romantiktir. Schmidth ile Wright’ın Cyrano’su yardımsever, sevdiğinin her dediğini içi acısa da yerine getirmeyi görev sayan bir cesur şövalyedir.

Susları oynamak…

Sinemada en zor oyun “sus”ları oynamaktır. Bana sorarsanız, tepkileri, mimikleri ve duygularıyla “susları” oynayabilen bir oyuncu, gerçek oyuncudur, diğerleri çok güzel veya yakışıklı olabilirler, ama oyunculukları yetersizdir.

Yönetmen Wright oyuncularına hem iyi mizansen vermiş hem de onların başarıyla altından kalkacağına inandığı için resmi kaçırmamış. Cyrano’yu oynayan Peter Dinklage de Roxanne’yi canlandıran Haley Bennett da ve doğal olarak üçlü aşkın diğer ucu Christian’da Kelvin Harrison Jr. da gerçekten çok başarılılar, ders veriyorlar desem yeri.

Dekor ve kostümleri müthiş olan filmi izlemezseniz çok şey kaçırmış olursunuz. Öncelikle, farklı ama bir o kadar da aslına sadık bir uyarlamanın nasıl da çarpıcı ve güçlü olduğunu… Sonra da oyunculuğun gücünün nelere kadir olduğunu… İki saatin nasıl da keyifli, nasıl da umut (bu günlerde, hele de savaş ve tabii zamlar nedeniyle) yüklü olduğunu göreceksiniz…

Cyrano, Yönetmen: Joe Wright, Oyuncular: Peter Dinklage, Haley Bennett, Kelvin Harrison Jr,, Ben Mendelsohn, Bashir Salahuddin… 25 Şubat 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(24 Şubat 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Herkes Sevilmek İster

Cannes Film Festivali’nden ödüllü ‘6 Numaralı Kompartıman / Hytti nro 6’ iki yalnız ruhun uzunca bir tren yolculuğunda buluşması üzerinden ilerleyen çok zarif bir film. Finli yönetmen Juho Kuosmanen’in bizde İKSV festivallerinden birinde gösterilmiş ve hayli beğenilmiş, Finlandiyalı tanınmış bir boksörün tutkulu aşk hikâyesini anlatan 2016 yapımı sevimli ve sımsıcak ilk uzun metrajı ‘Olli Mäki’nin Hayatındaki En Mutlu Gün’den 5 yıl sonra çektiği ikinci filmi bu. Ana karakterlerden Laura dil öğrenmeye geldiği Moskova’da hocası İrina’nın yalnızca evini değil yatağını da paylaşmaktadır. Arkeoloji aşığı Finlandiyalı genç kızın İrina ile birlikte planladığı ama sevgilisinin son anda gelmekten vazgeçtiği için tek başına çıktığı yolculukta, Kuzey Kutbu’nun dondurucu soğuğunun hakim olduğu liman şehri Murmansk’a, insanoğlunun elinden çıkma ilk çizimler olarak kabul edilen tarih öncesi kaya resimlerini (petroglifler) görmeye gitmektedir. Genç kadın ikinci sınıf yataklı vagonun 6 numaralı kompartımanını hikâyenin diğer ana karakteri Ljoha (Yoha okunuyor) ile paylaşmak zorunda kalır. Hırpani görünümü, kazınmış saçları ve votkasından her bir yudum aldığında maço kabadayılığı ateşlenen kaba saba genç adam, aynı bölgede maden işçisi olarak çalışmak için çıkmıştır yola. Ayrı dünyaların insanları zıt iki karakterin zoraki birlikteliği beklenmedik gelişmelere gebedir.

Kuosmanen Finlandiyalı yazar Rosa Liksom’un aynı adlı romanını kaynak olarak almış. Metnin çok kişili yapısını iki ana karaktere indirirken, ‘80’lerde geçen öyküyü ‘90’lı yılların sonlarına taşımış. Hem çok ilgilendiği Rusya ve Rus halkının politik karmaşa yaşadığı Perestroyka öncesinin siyasi atmosferinden kaçmak istemiş, hem de dijital öncesi çağda kalmak istemiş. Böylece, akıllı telefonların hüküm sürdüğü yeni milenyumun yabancılaştırıcı unsurlarından uzakta iki aykırı insanın birbirlerini tanıma ve anlama sürecini inşa etmeyi hedeflemiş. Kısa bir karşılaşmada birbirlerinin yüzüne bakmayacak iki kişinin, günler süren bir yolculukta kurdukları iletişimi ve önyargıların değişimini mercek altına yatırmayı denemiş. Uzun tren saatleri bir içsel yolculuğa dönüşecektir.

Finli yönetmenin işin altından rahatlıkla kalktığını söylemeliyim. Seidi Haarla (Laura) ile Yuriy Borisov (Ljoha) isimli çok başarılı iki oyuncusunun da desteğiyle, ait oldukları farklı sosyal sınıf ve milli kimlikleri aşarak yalnızlıklarını paylaşma yolunda adım atıyor çiftimiz. Gecenin karanlığında bu koca dünyada düşündükleri gibi yapayalnız olmadıklarının farkına varıyorlar. Kalkanlar iniyor, sosyal roller bir kenara itiliyor, benzer kırılganlıklar paylaşılıyor. Çünkü tüm canlar gibi herkes sevilmek istiyor. Özen görmek istiyor. Genç kız başta ‘buralarda bunun gibi adamları üreten bir fabrika olmalı’ diye aşağıladığı maden işçisi maskesinden sıyrıldığında, onun geçmişi yaralı bir oğlan çocuğuna dönüşümüne tanıklık ediyor. Genç adam, parçası olmak için çırpındığı Moskova’daki entelektüel çevre içinde yapayalnız ve sevgisiz kalmış Laura için her türlü maceraya hazırdır artık.

Tüm çekim zorluklarına ve kısıtlamalarına karşın tren filmlerini sevdiğini ifade ediyor Finli sinemacı. Hiç bilmediği Rus dilinde film çekmekten korkmamış. Teknolojik gelişmelerin çılgınlığında kaybolmakta olan insan sıcaklığını yakalamanın derdinde o. Köhneleşmiş de olsa eski trenlerin sarıp sarmalayan sıcaklığını özlüyor belli. Kapalı ve sınırlı mekânı ferahlatabilmek için geniş ekran tercih edilmiş. Jani-Petteri Passi’nin el kamerası ile aldığı görüntüler sıkışık alanda dinamikliği hedefliyor. Bu güzel filme zaman zaman ‘80’ler Fransız tekno müziğinin tanınmış parçalarından ‘Voyage, Voyage’ eşlik ediyor. ‘Desireless’ın hit şarkısı melankolik sözleriyle filme pek yakışıyor.

(20 Şubat 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Kendine Ait Bir Ada

Virginia Woolf’un manifesto metni ‘Kendine Ait Bir Oda’, yazın dünyasından yola çıkarak kadınların neden erkekler kadar yaratıcı olamadığını tartışır. Ve şöyle seslenir kadınlara: ‘Para kazanın, kendinize ait bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!’

Hayatın gündelik akışı üzerine kırılgan yaklaşımı ile tanıyıp sevdiğimiz Mia Hansen-Løve imzasını taşıyan ‘Bergman Adası / Bergman Island’ birlikteliklerini sürdüren ikisi de yönetmen çiftin hikâyesi üzerine serbest vezin bir çalışma. Parisli kadın sinemacının kendisinden 15 yaş büyük olan Fransız sineması auteur’lerinden Olivier Assayas ile 2016’da noktalanmış uzun bir birliktelikleri ve bu ilişkiden dünyaya gelmiş bir kızları olduğunu biliyoruz. Kendisi hikâyenin tümüyle özyaşamsal olmadığını ifade ediyor bir söyleşisinde. Ancak belki de özyaşamsalı da aşıyor film ve bir kadın sanatçının geçmişini ve geleceğini sorguladığı yaratım egzersizine dönüşüyor.

Amerikalı yönetmen çiftin, yedinci sanatın efsanevi yaratıcılarından Ingmar Begman’ın 89 yaşında ölümüne kadar yaşamının tam 46 yılını geçirdiği Baltık Denizi üzerindeki Fårö adasına gelişleri ile başlıyor her şey. Çiftin daha fazla tanınan bireyi Tony (Tim Roth) son filminin gösterimi için adada konuşlanmış bulunan Bergman topluluğunun daveti için adaya indiklerinde onları yörenin sakin ve kusursuz sadeliği karşılıyor. Gösterimler, konferanslar, bisiklet gezintileri ve Bergman safari turuyla geçen saatler dışında çiftin amacı yeni filmlerinin senaryosu üzerine kafa yormaktır. Bergman’ın ‘Bir Evlilikten Sahneler’i çektiği döşekte yatar çiftimiz ancak yazmak için ayrı mekânlarda çalışırlar. Yazmakta zorlanan Chris (Vicky Krieps) her bir köşenin Bergman’ın olağanüstü kültürel mirası ile çevrildiği bir ortamda, yöre sakini genç sinema öğrencisi ile birlikte adanın öteki yüzünü keşfe çıktığında, geçmişi, bugünü ve geleceğini mercek altına yatıracak, gerçek ile kurgu arasındaki çizgi giderek bulanıklaşırken yönetmen çift birbirinden uzaklaşmaya başlayacaktır.

Filme baskın bir karakter olarak damgasını vuran Bergman’ın adası, ikonik yönetmenin yaşayan anıları ile doludur. Oraları 1961’de ‘Aynanın İçinden’i çekerken keşfettiğini ve ilk görüşte doğasına aşık olduğunu, Lauter’deki evini, ada sakinleri ile arasındaki gizlilik anlaşmasını öğreniriz. Düzenli olarak 35 mm film izlediği küçük projeksiyon odasını, oturduğu koltuğu, müze olarak korunmuş evini, kişisel eşyalarını tanırız. Özel hayatına gelince, 5 kez evlilik yaptığını ve bu birlikteliklerinden ilgisiz kaldığı 9 çocuğun dünyaya geldiğini öğreniriz. Chris çok sevdiği sanatçının özel yaşamında sanatında olduğu denli acımasız olduğu gerçeği ile yüzleştiğinde, ona 42 yaşında 25 film çekmiş olduğu, yanı sıra bir sürü oyun sahneye koyduğu, çocuk bezi değiştirirken bunları başaramayacağı hatırlatılır.

İlk bir saatlik bölümü Bergman üzerine yoğun referanslar barındıran film, sanıldığı gibi efsanevi yaratıcı üzerine bir çalışma değil. Bergman’ı yücelten ya da yapmadıkları için eleştiren bir film hiç değil. Bergman Chris için bir teselli kaynağı, bir nevi sığınak olarak kalmaya devam edecek, ancak tanıklıkları onun kendisini keşfetmesine yol açacaktır.

Filmin ikinci bölümü Chris’in yazmakta olduğu senaryo üzerinden gelişiyor. Yirmili yaşlarının sonlarındaki yönetmen Amy (Mia Wasikowska), bir arkadaşının düğünü için geldiği Fårö‘de yıllar önce yollarını ayırdığı ilk gençlik aşkı Joseph (Anders Danielsen Lie) ile karşılaşır. Birbirlerine olan tutkularının ateşi sönmemiştir. Ama ‘hayat böyledir işte’, bir şeylerin zamanı geçmiştir ve yeni hayatları yeniden birlikte olmaları için engellerle doludur. Hikayesine bir son aramaktadır Chris. Bu arayış aslında kendi geleceğini de belirleyecektir. Fårö artık onun adası olmuştur.

‘Bergman Adası’ bir kadının, bir kadın sanatçının yaratım süreci üzerine benzersiz bir deneyim. Hayat ile kurgunun iç içe geçtiği filmde Chris yönetmenin alter ego’sudur. Bergman’ı ürkütücü bir referans olarak bellemiş Amy ise Chris’in anılarından beslenmiş alter ego’su olarak beliriyor. Hikayeye noktayı ise kendine ait köşesinde yaşamını gözden geçiren Hansen-Løve koyacaktır. Bu güzelim uğraş ise Kuzeyli lirik bir ezgiyle ‘Vem kan segla’ ile son buluyor. Şöyle diyor İsveç halk şarkısının sözleri:

‘Kim rüzgar olmadan denizlere açılabilir
Kim küreği olmadan kürek çekebilir
Kim sevgilisine hoşça kal diyebilir gözyaşı dökmeden
Ben rüzgar olmadan denizlere açılabilirim
Ben küreğim olmadan kürek çekebilirim
Ama sevgilime hoşça kal diyemem ağlamadan’

(13 Şubat 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Hercule Poirot Bond Misali

İlk gençlik yıllarımda tanıştığım Agatha Christie romanlarının bende büyük hatırası vardır. Cinayetler kraliçesinin eksantrik dedektifi Hercule Poirot’nun gri hücrelerinin desteğiyle çözdüğü nice karmaşık vak’ayı defalarca okumuşumdur. Polisiye yazını ikonunun kült eserleri şimdilerde genç yaşında parlak Shakespeare yorumcusu olarak ünlenmiş kuşakdaşım Kenneth Branagh’ın radarına girmiş bulunuyor. Poirot’yu bizzat canlandıran üstadımız 2017 yapımı ‘Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder on the Orient Express’in ardından seriyi ‘Nil’de Ölüm / Death on the Nile’ ile devam ettiriyor.

Branagh usulü ‘Doğu Ekspresi’ benim gibi Christie hayranlarını memnun eden, Sidney Lumet’nin yönettiği 1974 çevrimine taze kan aşılayan bir filmdi. Christie uyarlamalarının geleneği olarak yerleşmiş sinema dünyasının farklı kuşaklardan yıldızlarını bir kez daha aynı mekânda buluşturmuş olan yapım, beyninin gri hücreleri ile hareket eden dingin Poirot karakterine Bond misali bir canlılık bağışlıyor, CGI desteğiyle aksiyon kalıplarını zorluyor ve öyküyü kapalı tren mekânının dışına taşıyarak seyrine doyum olmaz bir kar operasına imza atıyordu.

Tarihi Mısır’ı ve onun görkemli yapılarını fon alan yeni filmde olan bitenler ağırlıklı olarak Nil nehrinde süzülen, romanda olduğu gibi adını bir Mısır tapınağından almış lüks yolcu taşıtı ‘Karnak’ta geçiyor. Ancak film 20 küsur yıl öncesinden, Birinci Dünya Savaşı’nın Belçika siperlerinden başlıyor. Genç asker Poirot dahiyane fikri ile bölüğünü mutlak bir felâketten kurtarıyor ancak beklenmedik bir patlama sonucu yüzünün iki yanı fena halde parçalanıyor. Üstadın yaralı yüzünü örten özenle baktığı bıyıklarının doğuş hikâyesini böyle anlatıyor Branagh. Bununla yetinmiyor ve Bond’un belki de en güzel epizodu olan ‘Skyfall’da olduğu gibi ana karakterin geçmişini kurcalıyor, onun geçmişte ve bugündeki duygusal dünyasının kapılarını aralayarak, soğuk donuk kendini beğenmiş kibirli beyin adamını kanlı canlı bir insan olarak sunmayı deniyor.

Branagh öykünün diğer karakterleri ile de büyük ölçüde oynuyor. Öncelikle Christie uyarlamalarının dev yıldızlar resmigeçidine son veriyor. Günümüz popüler sinemasının bazı tanınmış oyuncularını kullanmış ama genel olarak karaktere uyum sağlayan çok tanınmasa da olur kişilerden oluşturmuş oyuncu topluluğunu. ‘Doğu Ekspresi’nde öyküye kattığı aklı bir karış havada Bouc (Tom Bateman) karakteri, bu kez oğluna düşkün annesi (Annette Bening) ile birlikte öyküye eklemlenmiş. Özgün yaşını başını almış Barbara Cartlandvari roman yazarı Salome Ottobourne, filme çok yakışan blues parçalarını yorumlayan siyahi caz şarkıcısına (Sophie Okonedo) dönüştürülmüş. Başında Che Guevara kasketiyle gezinen ve 1978 tarihli John Guillermin uyarlamasında Jon Finch’in canlandırdığı komünist genç tiplemesi, bu defa aynı ilkeleri savunan vaftiz annesi Mrs. Van Schuyler karakterine (Jennifer Saunders) yedirilmiş. Christie’nin yakınından geçmeyeceği bir gizli eşcinsel aşk öyküye eklenmiş.

Yeni versiyon ‘Nil’de Ölüm’, bilgisayar desteğine de başvurmak suretiyle eski Mısır’dan turistik görünümleri beyazperdeye taşıyor. Ancak bundan önemlisi eski usül mekân kullanımını çağdaş seyir zevki ve anlayışı ile buluşturmayı deniyor. Poirot karakterinin bir Bond misali sunulmasının yanı sıra, yeni evli güzeller güzeli zengin kız Linnet Ridgeway (İsrail’li ‘Wonder Woman’ Gal Gadot) ile yakışıklı kocası Simon Doyle’un (skandallarıyla gündemde olan Armie Hammer) Ebu Simbel tapınağındaki cinsel oynaşmaları ya da aynı Doyle ile zengin bir yaşam için yüzüstü bırakacağı intikam peşindeki Jacqueline de Bellefort’un (Emma Mackey) Asvan’daki lüks oteldeki hayli erotik danslarına Christie ne derdi bilemem ama Branagh’ın dokunuşları filmin seyir zevkini arttırmış, öykünün çoklu cinayetler trafiğine halel getirmemiş. Branagh’ın ağırlıklı olarak tek mekâna geçen öyküye, dönemin (1937’ler) ruhuna uygun ekspresyonist bir yaklaşımla farklı kamera açılarını denemeyi sürdürmesi gayet yerinde. 1978 tarihli uyarlamada efsanevi Nino Rota’nın, R. Strauss’dan esinlendiğini düşündüğüm ‘Also sprach Zarathustra’ çağrışımlı müziği kullanılmıştı. Yeni versiyon, Patrick Doyle’un lirik ve etkileyici müzik çalışmasıyla yol alıyor. Poirot bir yerde ‘Ah aşk! Hiç güvenli değilsin’ sözlerini sarf eder. Aşkın ölümcül beklentilerini baştan sona filmin hücrelerine başarıyla yerleştirmiş olan Kenneth Branagh’a izleyici olarak güvenimiz sonsuz. Yeni Poirot uyarlamalarını heyecanla bekliyoruz.

(12 Şubat 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

İnsan İnsanın Kurdudur

Amerikan yazını ve Hollywood sinemasının gözde türü ‘kara film’ (ya da Fransızca aslıyla ‘film noir’) iki dünya savaşı ve büyük bunalım ile şaftı kaymış insanlığın içinde bulunduğu derin çürümüşlük halini yansıtır. İnsan ruhunun kapkaranlık dehlizlerinde dolaşmayı seven Guillermo del Toro’nun türle buluştuğu son filmi ‘Kâbus Sokağı / Nightmare Alley’yi çok başarılı bulduğumu baştan belirtmek isterim.

Dünyanın tüm kötülüklerini bir ayna misali yansıtan doğaüstü yaratıklar, hayaletler ya da vampirler yerine bu defa en acımasız canavarlar olarak gördüğü kanlı canlı insanlar kullandığını dile getiriyor sinemacı. Önceki filmlerinde kendine özgü bir fantastik dünya kurmuş olan Meksika asıllı yönetmen bu kez William Lindsay Gresham’ın ilk kez 1946 yılında yayımlanmış aynı adlı eserinden yola çıkmış. Roman 1947’de Amerikalı yönetmen Edmund Goulding tarafından ilk kez sinemaya uyarlanmış ve ülkemizde ‘Şarlatan’ adıyla gösterilmiş. Del Toro yapıtının bir yeniden çevirim olmadığının altını özellikle çizerken, özgün romanın finalini ve yazarın biyografisini öne çıkardığını belirtiyor.

Gresham’ın kendi kişiliğini yansıttığını ifade eden romanın ana karakteri Stanton’ın baba evinden ayrılması ile başlıyor hikâye. Basit bir yuvayı terk ediş değildir bu. Doğup büyüdüğü evi ve geçmişini yakıp giden Stan artık boş bir sayfadır. Filmin ilk 10 dakikası içinde karakterin sessiz kalması ve daha sonra ağır ağır konuşmaya başlaması bu yüzden anlamlıdır. Otobüsü son durağa geldiğinde uzaktan ışıltılı renkleriyle göz kırpan sirk/panayır karışımı eski usûl karnaval onun yeni hayatının ilk durağı olacaktır. Cazibesi ve yetenekleriyle kısa sürede kendini kabûl ettiren genç adam, bu ayaktakımı operasında ilişkide bulunduğu herkesten almak istediğini alır. Alkolik zihin okuyucusu Pete ve tarotçu partneri Zeena’dan sözlü sinyallerle insanların geleceğini tahmin etme dümeninde ustalaşır. Bir süre sonra bu çamur deryasında işi kalmamıştır artık. Sirk yaşamına doğmuş, hayattan fazla beklentisi olmayan ama kendisine tutkun Molly’yi asistanı olarak yanına alıp büyük şehri fethetme zamanı gelmiştir. Lüks otellerin salonlarında şehrin ileri gelenlerine teselli dağıtırken karşılaştığı psikolog Dr. Lilith Ritter ile yapacağı iş birliği onun zirveye ulaşmasını hızlandırır. Ancak insan insanın kurdudur, Stan büyük şehirde büyük balık olduğunu düşünürken akvaryumdaki acımasız köpekbalıkları boş durmayacaktır.

‘Kâbus Sokağı tam ortadan ikiye ayrılan bir yapısı olan, farklı okumalara açık bir metin. O çok renkli panayır sahneleri savaşın eşiğindeki huzursuz Amerika’nın depresif ruh halinin makyajlı bir görünümünü yansıtır gibidir. İlk savaşta yakınlarını kaybetmiş insanlar, savaştan afyon bağımlısı olarak dönmüş, ekonomik bunalımın dibe çektiği işsiz güçsüzler ordusunun duymak istediklerini dile getirir Stan. Onlar kandırılmaya dünden hazırdır zaten. Kumpanya sahibi Clem insandan bozma ‘mahlûkat’ olarak sergilediği zavallıları dönemin kâbus yüklü arka sokaklarından, tren raylarından, ucuz berduş otellerinden toplar. Alkol bağımlısı zavallı şişesine katılan bir damla afyonla kendi cennetini bulduğunu sanır ve dişleriyle canlı tavuğun kafasını koparıp boynundan fışkıran kanı içtiği o insanlık dışı gösteriyi yapmaya razı olur. Stan gördüğü manzara karşısında dehşet içindedir. Alkolik babası ve bu çaresizlerin akıbetine tanıklığı onu alkol şişelerinden uzakta tutar. Clem’in ‘Lanetliler Evi’ndeki ‘hırs’, ‘ihtiras’ ‘şehvet’ ibareleri bir uyarıdır onun için. Kafese kapatılmış zavallı garibanın yaşadıkları geleceğin aynası gibidir.

Stan’ın büyük şehirde elde ettikleri gözünü doyurmayacak hep daha fazlasını isteyecektir. Geçmişin yaraları ve terkedilişin ruhunda bıraktığı derin boşluk kolay dolmayacak ve bir ‘Yurttaş Kane’ misali mutluluğu hep daha fazlasında arayacaktır. Ancak büyük şehir acımasızdır. Dişleri düzgün Oklahomalı üç kâğıtçı, eğitimli ve de feleğin çemberinden geçmiş rakiplerinin tadını kaçırdığında dünyanın ne denli hızla başına yıkılabileceğinden habersiz uçmaktadır.

‘Kâbus Sokağı’ kara film türüne yeni bir soluk getiren parlak bir çalışma. 75 yıl önceki daha naif ve İncil öğretisine teslim olmuş ilk uyarlamanın aksine türün zamansız kodlarına çok daha uyumlu, beklenmedik sürprizler içeren ve finale doğru yangın yerine dönen yaman bir deneme. İlk filmdeki Tyrone Power’ın rolünü günümüz Amerikan sinemasının karizmatik aktörlerinden Bradley Cooper üstlenmiş. Her bir sahnede Stan rolündeki Cooper’ı izleyen hikâyenin diğer karakterleri de tanınmış iyi oyuncular tarafından yorumlanmış. Cate Blanchett’in, ilk uyarlamadan farklı olarak, sarı uzun saçları, kıpkırmızı dudakları ve soğuk bakışlarıyla tam bir ‘femme fatale’ olarak arz-ı endam ettiği Dr. Lilith karakteri 30’lu 40’lı yılların Gene Tierney, Veronice Lake yorumlarını hiç aratmıyor. Blanchett mesafeli bedeninin içinde gizlediği geçmişin yaralarını, kırılganlığı ve öfkesini çok dengeli performansıyla izleyiciye aktarabilen müthiş bir oyuncu. Clem’de Willem Dafoe, Zeena’da Toni Colette, Pete’de David Strathairn, Molly’de Rooney Mara ve daha eski kuşaktan Richard Jenkins ve Mary Steenburgen’ın etkileyici yorumlarıyla filmin zengin oyuncu kadrosunu tamamlıyor.

Del Toro’nun Kim Morgan ile ortaklaşa kaleme aldığı senaryo bu çok katmanlı çok karakterli hikâyeyi soluk soluğa izlettiriyor. Filmin kurguda 1 saat kadar kısaltıldığını ve yönetmen kurgusunu sabırsızlıkla beklediğimi belirtmeden geçmeyeyim. Sinematografik açıdan kusursuz yapımın görüntüleri Dan Laustsen’e emanet edilmiş. Tamara Deverell’in set tasarımı göz kamaştırıyor. Geleneksel çapraz ışıklandırmanın kullanıldığı yapım, ışık gölge oyunlarıyla renkli çekilmiş bir siyah beyaz film tadını taşıyor. Karnaval sahnelerinin yer aldığı ilk bölümde daha sıcak renkler kullanılmış. Büyük kentin acımasızlığını resmeden ikinci bölümde sıcak dokunuşların geride kaldığı daha düz çizgiler ve soğuk bir doku hakim. Başarının mutlulukla ilintisini ve doymak bilmeyen Amerikan Rüyası’nın, yükselen vahşi kapitalizmin doğasını sorgulayan bu bölüm çelik camdan aynalar, Dr. Lilith’in cilalı ofisi, art deco set tasarımı ve sürekli yağan kar ile simgelenmiş. Del Toro’nun bu en gerçekçi ve stilize çalışması, filme son anda dahil olmuş Nathan Johnson’ın öyküyü sarıp sarmalayan olağanüstü müzik çalışmasından büyük destek alıyor. Karnaval bölümlerindeki küçük orkestrasyonun ardından büyük kentte orkestra büyüyor, ses gürleşiyor. Stan’in -ve de yazar Gresham’ın- sesi olan, film boyunca yinelenen La notasından kederli piyano motifi onların büyük çaresizliğini fısıldamayı sürdürüyor.

(06 Şubat 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Sessiz Çığlık

78. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ödüyle dönen Audrey Diwan imzalı ‘Kürtaj / L’Evénement’ çağdaş sinemanın yükselen kadın filmlerinin son başarılı halkası. Fransız kadın yönetmen, 1940 doğumlu yazar Annie Ernaux’nun yarı özyaşamsal aynı adlı romanından yola çıkmış. 60’lı yılların başlarında Fransız taşrasında (hikâye Angoulême’de geçiyor) edebiyat eğitimi alan 23 yaşındaki Anne beklenmedik hamileliğini öğrendiğinde şaşkınlık içindedir. Üniversitenin başarılı öğrencisidir ve yaklaşan finallerini tamamladığında, yaşadığı küçük kasabanın dışında onu parlak bir gelecek beklemektedir. Günü geldiğinde bir çocuk sahibi olmayı o da ister ama zamanı şimdi değildir.

1963 yılı Fransa’sında kürtaj yasal olmadığı için, hamileliğini sonlandırmanın yollarını arar, bir şekilde yardımına koşacak birini bulmaya çalışır. Ancak kürtaj yaptıran veya bu işlemde yardımcı olanlar hapisle cezalandırıldığı için yakın arkadaşları ve başvurduğu doktorlar ona sırt çevirir. Filmin özgün adının karşılığı olan ‘olay’ Anne’in bedeninde gelişmektedir. Lakin içindeki bebeğin büyümesini endişe ve dehşetle takip eden genç kadının onu bekâr bir anne olarak ev kadınlığına mahkûm edecek tutsaklığını kabullenmeye, bedenini ve özgürlüğünü kanunlara teslim etmeye hiç niyeti yoktur.

İkinci uzun metrajında yakıcı bir konuyu ele alan Diwan, filmin diline büyük katkıda bulunan ve ‘academic ratio’ olarak da bilinen ‘kare ekran’ formatını kullanıyor. Bu tercih genç kızın sıkışmışlık hissini yoğunlaştırıyor, dönemin baskıcı boğucu yapısını pekiştiriyor. Kamera yönetmenin gözü konumunda ana karakteri ve onun çaresiz arayışını takip ediyor. Diwan sessizliği başarıyla kullanıyor. Anne’ın çok az kişiyle konuştuğu ve suskun hal çaresi düşündüğü süreçte onun gizemli bakışlarına, aklından geçenlere odaklandığımız minimalist bir anlatıyı baştan sona özenle sürdürüyor. Sert ve son derece gerçekçi bir beden dehşetinin içinde başının çaresine bakmaya yönelen genç kadının kâbus yüklü yolculuğunu duygusal oyunlara kaçmadan ancak didaktik de olmayan dürüst bir bakış açısıyla vermeyi başarıyor. Tüm bunlar bu küçük filmi devleştiren önemli özellikler.

Bugün belki Fransa ya da gelişmiş bir Avrupa ülkesinde değilse de, dünyanın bir çok yerinde kürtajın yasak olduğunu ve hamileliğinden kurtulmak isteyen kadınların yasa dışı mekânlarda hayatını kaybettiğini dile getiriyor Diwan. Halen Polonya’da ve gelişmiş ABD’nin Texas eyaletinde kürtaj kanunlarında geri adımlar atma girişimleri göz önüne alındığında, filminin erkeklerin kadınların bedeninden elini çekmesi mücadelesinde önemli bir katkısı olacağının altını çiziyor. Meselenin dününü günümüze bağlayan bu zamansız ve sert politik söylem, yönetmenin taze keşfi, kameranın kare ekran üzerinden video çeker gibi baştan sona takip ettiği Anne’ın güvercin tedirginliğini ustaca giyinmiş Anamaria Vartelemei’in mükemmel yorumu ile Evgueni ve Sacha Galperine’in Andrey Zvyagintsev’in başyapıtı ‘Sevgisiz/ Nelyubov’dan aşina olduğumuz tek nota üzerinden gerilimi yoğunlaştıran müzik çalışmasıyla destekleniyor. Oyuncu kadrosunun çoklukla tanınmamış yüzlerden oluştuğu filmde, kısa yan rollerde Anna Mouglalis (Mme Rivière) ile bir dönemin unutulmaz oyuncusu (Agnès Varda’nın ‘Yersiz Yurtsuz / Vagabond’u) Sandrine Bonnaire’in (anne Gabrielle Duchesne) varlığı ile mutlu oluyoruz.

(05.02.2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Ay Yörüngeden Çıkarsa… Moonfall

Georges Méliès 1902’de, sinemanın daha ilk yıllarında Ay’a Seyahat filmini yaptığında, Ay’a gidilebileceği düşünülmüyordu bile. Méliès, o zamanın olanaklarını sonuna dek kullanarak görsel efektlerle süslediği filmiyle herkesi mest etti. Hâlâ da adı anılan bir film yaptı.

Aradan, abartırsak bin yıl (milenyum yani), abartmazsak yüzyıl (tamı tamına yüz yirmi yıl) geçtikten sonra, Roland Emmerich, bu kez Ay’ın içine girip oradaki mekanik yapıyı anlatıyor, hem de ekonomik ve teknik inanılmaz olanaklarla.

İnsanlar Méliès’i anlamaya çalıştılar ve desteklediler. Peki, Emmerich’i anlamaya çalışan oldu mu acaba? Bilimkurgu filmleriyle yıllar önce ses getiren ama bir sonuç (veya mesaj) vermeyen alabildiğine Amerikan milliyetçisi Emmerich, bu kez, Ay’ın yörüngesinden çıkacağı düşüyle Dünya’yı kurtarmaya soyunuyor. Halle Berry, Patrick Wilson, John Bradley ile Michael Pena, tipik Emmerich anlatımı ve görüntüleriyle Dünya’ya çarpmasıyla bir felâkete yol açması an meselesi olan Ay’ı yeniden rayına oturtuyor. Kolay değil kuşkusuz. Zor ve zorlu bir uğraş. İki saati aşkın bir süre hem acaba sorusuyla boğuşacaksınız hem de nasıl bir şeymiş bu diye sinirleneceksiniz.

Emmerich, daha önceki filmlerde yaptığı trükleri bu filmde de yineliyor Dünya’yı kurtarırken; tabii yine ABD güzellemeleriyle. Her filminde olduğu gibi gerilimi azaltan, insanı gülümseten biri var: Bu kez kendisini doktor olarak (buradaki doktorluk, uzmanlık anlamında, uzay ya da devasa yapılar uzmanı) tanıtan John Bradley, tipik sevimliliğiyle bu rolü üstleniyor.

Pandemi vakaları artarken, enflasyon daha da yükselirken, işçi eylemleri artarken, emekli maaşlarına zam yapılmazken, en temel gereksinimlerin bile fiyatı ikiye katlanmışken; en azından bu gerginlikten iki saat kurtulmayı düşünenlerin izleyip sorunlarını o kadarlık bile olsa unutacağı bir film. Eh, o da az şey değil.

Moonfall, Yönetmen: Roland Emmerich, Oyuncular: Halle Berry, Patrick Wilson, John Bradley ile Michael Pena… 04 Şubat 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(04 Şubat 2022)

Korkut Akın

[email protected]