Kategori arşivi: Yazılar

Denizin Sesini Duymak

Ablası Charlotte ölüm döşeğindeki Emily’ye ‘Uğultulu Tepeler’i nasıl yazdığını sorar. Yanıtı gayet basittir: ‘Kafamdakileri aldım kağıda döktüm’. Brontë kardeşlerin ortanca olanının 1848’de ölümünden bir yıl sonra tamamladığı ‘Wuthering Heights’ sadece İngiliz edebiyatının kilometre taşlarından biri olmakla kalmayıp, dünya yazınının en güzel romanlarından biridir. Viktorya döneminin püriten ahlâk düzeni içinde sıkışmış, yaşadığı ıssız Yorkshire bozkırlarından dışarı çıkmamış içe dönük Emily, kimilerine göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük aşk romanını nasıl yazabilmiştir. Aşkın yanı sıra kin, nefret ya da öç alma gibi duygular ve patladı patlayacak cinsellikle dolu şiirsel metnin ilham kaynağı nelerdir. İngiliz asıllı deneyimli oyuncu Frances O’Connor ilk yönetmenlik denemesinde bu sorulara yanıt aramak, rüzgârlı bayırın gizemini, otuzuna dahi varmamış genç kadının şifrelerini çözmek ister gibidir.

Emily farklıdır. Sanatçı ruhlu erkek kardeşi Branwell gibi özgürlüğün fikirde olduğuna inanmıştır. Dini dogmaların, güven vermez politikacıların bitmek bilmeyen hengamelerinin ardında yaşanası bir hayatın düşünü kurarlar birlikte. Hayatta insanı mutlu kılacak tek hakikat sevmek ve sevilmek değil midir. Genç kız kendini garip bir balığa benzetir. Yaşadığı küçük göletin durgun sularında mahsur kalmak ister. Rahip babasının yardımcısı William Weightman ondan yağmurun ve tepelerin uğultuları arasından denizin, okyanusların sesini hissetmesini ister. Ve Emily yakışıklı adama deli gibi tutulur. Brontë kardeşlerin kurdele dükkânındaki kız çocuğuna benzettikleri Weightman, önceleri paniklemesine karşın Emily’nin çekincesiz duygularına karşı koyamaz. Ancak çok geçmeden bu dar çevredeki itibarı ve saygınlığı için endişelenmeye, ölümcül bir günah işlediklerini, Emily’nin şiirlerinde ve cinsel arzularında günahkâr bir yan olduğunu düşünmeye başlar.

Serbest yorumu ile ‘Uğultulu Tepeler’in hangi dürtüler altında kaleme alındığının izini süren İngiliz sinemacı, Emily’nin annesinin ruhuna büründüğü başlardaki ‘maske oyunu’ ya da istasyon şefliğine uğurladığı erkek kardeşine lavanta kokulu çamaşırların ardından vedası gibi çok başarılı iki sahne ile rüştünü ispatlıyor. Nanu Segal’in karakterlerin bastırılamayan tutkularına eşlik eden hareketli kamerası, gaz lambası ve mum ışığında çektiği loş iç mekânlar ve yağmurun durmak bilmediği koyu gri dış mekân görüntüleri kusursuz. Abel Korzeniowski’nin fırtınalı duyguların tınladığı müzik çalışması O’Connor’ın başarısında bir diğer önemli etken. Oyunculara gelirsek, son dönemin yetenekli kadın oyuncusu Emma Mackey tutkulu ve zihni hür Emily’de ışıl ışıl parlarken, Dunkirk’den hatırladığımız Fionn Whitehead erkek kardeşte, ‘Görünmez Adam / The Invisible Man’in psikopat Adrian’ı olarak izlediğimiz Oliver Jackson-Cohen papaz yardımcısında başarılı yorumlarıyla dikkat çekiyor.

Klasik BBC biyografilerinden farklı yaratıcı yapısı ile yılın güzel sürprizlerinden biri ‘Emily’. Bu farklı deneyimi tüm sinema ve edebiyat tutkunlarına öneriyorum.

(04 Kasım 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alternatif Aile Arayışları

Japon usta Hirokazu Kore-eda’nın bizde ‘Bebek Servisi’ adıyla gösterime giren Cannes Film Festivali’nden ödüllü son filminin özgün adı ‘Beurokeo’ (ya da İngilizce lânse edilmiş haliyle ‘Broker’) dilimizde ‘komisyoncu’ anlamına geliyor. Sözü edilen komisyonculuk işinde satışa sunulan meta ise yeni doğmuş bebekler. Bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur altında dik merdivenleri tırmanan So-young’un tedirgin adımları ile açılıyor film. Genç kadın tepesinde ışıklandırılmış bir haç bulunan ‘Busan Aile Kilise’sine yönelip, koynunda gizlediği bebeğini kilisenin dış duvarına yerleştirilmiş ‘beşik kutusu’na bırakarak ortadan kaybolduğunda biraz ötedeki arabada iki kadın polis olan biteni izlemektedir. Ancak So-young’ı gözetleyenler, kıdemli olanın ağzından ‘terk edeceksen doğurmayacaktın’ sözleri dökülen polisler değildir yalnızca. Kilisede yarı zamanlı olarak çalışan Soo-jin ile yoksul semtte bir kuru temizleme dükkanı işleten görmüş geçirmiş ortağı Sang-hyeon yeni terkedilmiş bebeği yasal yollarla evlât edinemeyen bir aileye pazarlamak için hiç beklemeden harekete geçer. Bebeğinin akıbeti için endişeye düşen genç annenin suç mahalline geri dönmesi ile de, kadın polislerin gizli takibi altında üç kafadarın paralı ve güvenli bir aile arayışı başlar.

90’lı yıllarda İstanbul Film Festivali programında yer almış ‘Maborosi’ ile başlayan uzun metraj kariyerini ilgiyle takip ettiğim auteur sinemacının Altın Palmiye kazandığı 2017 yapımı ‘Arakçılar / Manbiki Kazoku – Shoplifters’dan 5 yıl sonra Cannes’da ana seçkiye dahil olan yeni filmi, Kore-eda’nın son dönemindeki sevilen tarzını yansıtan dokunaklı aile dramlarına bir yenisini ekliyor. İlk kez ülkesi dışına çıkıp ‘Saklı Gerçekler / La Verité’ de Fransız sinemasının divalarından Catherine Deneuve ile Juliette Binoche’u bir anne – kız hesaplaşmasında buluşturan yönetmen, bu kez Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödüllü başrol oyuncusu –‘Parazit’in görkemli baba karakteri- Song Kang-ho’nun öyküsünden yola çıkmış ve bir kez daha gurbette, bu kez Güney Kore’de ülkenin ünlü oyuncuları ile çalışmış.

Özgün hikâyesi Kore-eda’ya ait olan bir önceki ‘Arakçılar’ ekonomik krizle sarsılan günümüz Japonya’sında aynı kandan olmayan yoksul insanların birbirlerine kenetlenerek bir aile kurması üzerineydi. Çağın getirdikleriyle geleneksel aile yapısının büyük ölçüde değişime uğradığını dile getiren sinemacı, sevgi ve özveriyle örülmüş aile bağlarının geçmişte kaldığını ifade ediyordu bir söyleşisinde. Kendi kurguladığı hikâyesinde, devletin sosyal politikalarını eleştirme niyetinde olmadığını, hali hazır durumda aile bireylerinin nasıl kenetlenebileceği üzerinde bir tartışma açmak istediğini ekliyordu.

‘Bebek Servisi’nin özgün hikâyesi yine bu minvalde, toplumun gerisinde kalmışların, terk edilmişlerin, görünmeyenlerin fark edilmesi için yeni bir çaba aslında. Bebek hırsızlarından genç olanı terkedilmiş bir yetimhane çocuğu. Keza istenmeyen bebeğini hayata getirmek için direnen genç anne, çocukluğu, genç kızlığı istismar altında geçmiş yetim çocuklardan bir diğeri. Sang-hyeon karakteri ise bir işte dikiş tutturamamış, borçları nedeni ile mafya ile başı dertte, karısının kızlarını yanına alarak terk ettiği kayıp bir ruh. Yaşanan kaçıp kovalama sürecinde bu üç kafadar, aralarına gizlice katılan 11 – 12 yaşlarındaki bir başka yetim çocuk ile birlikte alternatif bir aile özlemlerini gidermeye çalışıyor, tabii şartlar ne kadar elverirse.

Fakir ve sınırlarda yaşayan insanları seçerken, derdinin yoksulluğun dramını eşelemek olmadığını yineliyor sinemacı. Naif sineması ile önceliğinin aile kavramını tartışmaya açmak olduğunu vurguluyor. Japonya, Kore ya da başka bir diyar fark etmiyor, kan bağından ziyade ‘aile’nin ‘emek’ üzerine inşa edildiği tezi üzerine kafa yoruyor. ‘Arakçılar’ üzerine yazımı bitirirken ‘aile kavramı üzerine yeniden kafa yormak ve klişe kaçacak belki ama sıcacık bir film izlemek istiyorsanız kaçırmayın’ demiştim. ‘Bebek Servisi’nin yoksul semtlerde top koşturan, bir tutam aile sıcaklığı için birbirlerine sarılan yetim çocukları izlerken eski Yeşilçam’ın ve de özellikle Sadri Alışık filmlerinin hüznün neşeye karışan buruk tadını aldığımı söyleyebilirim. Evet, kurguyu da kimselere bırakmayan Kore-eda çektiklerine kıyamayarak filmini kısaltamamış, özellikle ikinci yarıda duygusal doz aşımından tekrara düşmüş ve bu yüzden ‘Arakçılar’ denli kusursuz olamamış belki ama yönetmenin sinemasını sevenler ‘Bebek Servisi’nde aradığını bulacaktır.

(30 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sosyal Hiyerarşi Üzerine Çeşitlemeler

Ödül avcısı yönetmen Ruben Östlund bu yıl yine turnayı gözünden vurdu ve Cannes’da prömiyerini yapan ‘Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness’ ile güçlü rakipleri arasından sıyrılarak sinema dünyasının en prestijli ödülü olan Altın Palmiye’yi ikinci kez kapmayı başardı. İsveçli sinemacının bizde ‘Turist’ adıyla gösterime giren 2014 yapımı ‘Force Majeure’den başlayarak gerek seyirci, gerekse eleştirmenler cephesinde hayli ilgi gördüğü bir gerçek. Gözlemci kamerası ve etkileyici mizansenleri ile insan davranışlarını absürd bir mizah anlayışıyla yoğurmuş olması filmlerine giderek artan ilginin nedeni olsa gerek. Aniden beliren bir tehlikenin aile dinamiğini alt üst etmesi üzerinden ilerleyen ‘Turist’te, çekirdek aileyi bir böcekbilimci edası ile mercek altına yatırmış, çatışmaya incelikli mizahını katarak erkeklik meselesi üzerine bir tartışma açmıştır. İyi kotarılmış bu muzip seyirlik, yönetmenin esin kaynağı olduğunu düşündüğüm bir Bergman ya da Antonioni derinliği beklenmemek kaydı ile rahatlıkla izlenebilir nitelikteydi.

Östlund’un Cannes’daki büyük çıkışı ise Pedro Almodovar başkanlığındaki jüriden ilk Altın Palmiye’sini kazandığı ‘Kare / The Square’ ile olur. Sosyolog annesinden aldığı mirasla davranışsal deneylerin izini sürmeye devam eden Östlund daha önce bir enstalasyon çalışması olarak sergilediği ‘Kare’ projesini beyazperdeye taşırken, çekirdek ailenin sınırlarını aşarak çok katmanlı bir toplumsal araştırmaya yönelir. Ana karakteri saygıdeğer küratör aracılığı ile birbirlerinden pek farkı olmadığını ifade ettiği çağdaş sanat müzelerini hedef alır bu defa. Bu kurumların çok para eden sanat eserleri toplamakla yetinen, dışardaki dünya ile ilgilenmeyen, yakıcı göçmen meselesini sömüren fırsatçı yaklaşımları ile hesaplaşmaya girişir. ‘Kare’nin simgeleştirdiği sevgi, güven ve dayanışmanın yerini daha çok kazanç hırsının yer almasından dem vurarak kapitalizm eleştirisini gündeme getirirken, küratör Christian’ın ağzından ‘varlığın eşit dağıtım sorununu biz çözemeyiz, dünyadaki kapitalizm böyle’ sözleri dökülür. Onun Amerikalı gazeteci ile tek gecelik seks ilişkisini yine beklenmedik bir tartışmayla noktalarken, çağdaş kadın – erkek ilişkisindeki karşılıklı güvensizliğin hınzır komedisini filmine yerleştirmeyi ihmal etmez. Ancak filmin asıl sürprizi, konuklarının büyük çoğunluğu sanat çevresinin gerçek aktörlerinden oluşan smokinli gala yemeği sekansıdır. ‘Maymunlar Cehennemi’ serisinde oyuncu antrenörü olarak da görev almış performans sanatçısı Terry Notary’nin davetli konukları terörize ettiği, maymun gibi hareket eden sanatçının bir kadın davetliye fiziksel tacizi karşısında diğerlerinin uzunca bir süre sessiz kalmaları üzerinden psikolojideki ünlü ‘seyirci etkisi’ni (bystander effect) gündeme getiren sinemacı, bunu ‘hepimiz birer sürü hayvanıyız, herhangi bir tehdit karşısında tüm bireyciliğimizle kendimizi dışarda tutmaya yöneliyoruz’ sözleriyle ifade eder. Östlund filminin festivalin ana yarışmada gösterilmesini en başından arzu etmiş ve Cannes galalarının (zorunlu) smokin giyen izleyicisinin kendileriyle aynı kostümü taşıyan sanat camiasından seçkin konukların başına gelenlerden nasıl etkileneceklerini hınzırca değerlendirmek istediğini açıkça ifade etmiştir.

İsveçli yönetmen pandemi döneminde çektiği ve 5 yıl aranın ardından Cannes’a getirdiği ‘Hüzün Üçgeni’nde oklarını bir kez daha kapitalist düzene yönlendiriyor. Bu defa eşinin mensubu olduğu moda dünyasından başlıyor işe. Yakışıklı erkek manken adaylarının seçmeleri ile açılıyor film. Filme adını veren üçgen terminolojisini ilk sahnelerde dile getiriyor. Üzgün yahut kederli bir ruh halindeyken iki kaşın arasında kırışan bölgenin modacı ağzı ile tanımlandığını öğrenmiş oluyoruz böylece. Gençlik ve güzellikleri ile gezegende müstesna bir yer kapma telâşındaki manken çiftin lüks bir restoranda uzun boylu tartışma sekansı, bizzat kendi deneyimlerinden ilhamla çağdaş cinsiyet rolleri ve erkeklik sorunsalı üzerine uzunca bir skeçten oluşuyor. Filmin ikinci bölümünde, manken çiftin sosyal medyanın gözde ‘influencer’ takımından dişi üyesi Yaya’nın kazandığı bir ikramiye ile ultra lüks bir gemi seyahatine çıkıyoruz. Kendisini ‘bok kralı’ olarak tanıtan gübre imparatoru Rus oligark ve görmemiş karısı ile silah taciri İngiliz yaşlı karı – koca’nın da aralarında yer aldığı zenginler sürüsünün şatafatlı gezisi önce büyük bir fırtına ile sarsılıyor, daha sonra bir korsan baskını ile alabora oluyor. İhtişam ve şatafatın yerini kusmuk ve dışkının aldığı bu kasırgadan kurtulabilen sayılı yolcunun ıssız bir adadaki serüveni filmin son bölümünü oluşturuyor. Yolculuğun bu son noktasında hiyerarşi ve sınıfsal rollerin yeniden yazıldığı bir hayatta kalma mücadelesi yaşanacaktır.

Östlund’un kâğıt üzerinde hayli ilginç duran hikâyesi, İspanyol asıllı büyük sinemacı Luis Bunuel’in 1972 yapımı ‘Burjuvazi’nin Gizli Çekiciliği / Le Discret Charme de la Bourgeoisie’den Fellini evrenine (bkz. ‘Ve Gemi Gidiyor / E La Nave Va’), Marco Ferreri’nin 1973 yapımı ‘Büyük Tıkınma / La Grande Bouffe’undan, dalgaların esir aldığı gemideki bitmek bilmeyen istifra sekansı ile Monty Python’ın Cannes’dan ödüllü 1983 yapımı ‘Hayatın Anlamı / The Meaning of Life’ın antolojilere geçmiş ünlü restoran sahnesine göz kırpıyor. Sağcı Rus oligark ile Woody Harrelson’ın canlandırdığı Amerikalı sosyalist kaptan arasındaki aşık atışmasına benzer söz düellosu tüm bu kargaşanın tuzu biberi oluyor. Esinlendiği büyük filmlerden sahneleri skeçler halinde sıralayan Östlund ıssız ada bölümünde maalesef çuvallıyor ve bu noktada anlatının mizah dozu ‘Recep İvedik’ serisine teğet geçiyor. Gelin görün ki Vincent Lindon başkanlığındaki Cannes jürisi, Park Chan-wook imzalı ‘Ayrılık Kararı / Decision to Leave’ gibi bir başyapıt dururken ya da çok daha yakıcı benzer bir kapitalizm eleştirisi sunan yarışma filmlerinden Albert Serra imzalı ‘Pacifiction’u görmezden gelerek İsveçli sinemacının abartılı fantezisine prim vermeyi tercih etmiş. Serra’nın Fransız sömürgesi Tahiti adasında geçen, düşsel bir üslûpla siyaset batağında emperyalizmin kokuşmuşluğunu sergileyen filminin gezegenin gidişatı üzerine ürkütücü tasvirinde başrolü nükleer yarış heveslisi Fransa’ya vermiş olması Lindon’u rahatsız etmiştir belki de. Kişisel olarak, Östlund’un gösterişli ve sansasyonel sinemasının yarınlara kalmayacağını düşünenlerdenim.

(28 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Beden Bir Mucizedir

‘İyi Şanslar Leo Grande / Good Luck To You, Leo Grande’, kocasını iki yıl önce kaybetmiş emekli öğretmen Nancy Strokes ile çekici seks işçisi Leo Grande’nin mütevazı bir otel odasında ilk buluşmasının şaşkınlığı ile açılıyor. Öyle ya, ununu elemiş eleğini asmış, iki yetişkin çocuk sahibi eğitmenin böylesi bir ortamda ne işi vardır. O da uzun uzun düşünmüş, önceleri tereddütle geri adımlar atmış ama nihayetinde aynı adamla 30 küsur yıl yaşadığı anlamsız cinsel hayatında kaçırdıklarını ahir ömründe deneyimleme arzusunun önüne geçememiştir. Partneri Leo’nun beklediğinden çok daha cezbedici bir atletik yapıya sahip olması, yaşını başını almış kadının ürkek telâşını başlangıçta pek gideremese de, İrlanda asıllı genç adam yalnızca fiziksel görünüşü ile değil, zeki, çapkın ve şefkatli yaklaşımıyla kısa zamanda Nancy’nin aklını başından alacaktır.

İki kadının ortak çalışmasıyla, Katy Brand’in özgün senaryosundan Sophie Hyde’ın yönettiği bu minik bütçeli bağımsız yapım, tüm iddiasız tavrı ve küçük hacmi içinde göz ardı edilmiş çok önemli bir meseleye parmak basıyor. Yıllarca din bilgisi öğretmenliği yapmış, hep söylenenlere uymuş, kuralların dışına hiç çıkmamış, liseli kızların etek boyu ile uğraşırken alabildiğine görmezden geldiği cinselliğini hiç yaşamamış Nancy’nin yakışıklı seks işçisi ile aynı otel odasında gerçekleşen dört ayrı buluşması üzerinden bedenin zevklerine uzanan kapıları ardına kadar açıyor, cinselliğe dair tartışmaları ateşlerken değerli olanın vücudun görünüşünden ziyade iki bedenin arzulu ahengi olduğu gerçeğinin altını çiziyor.

İlk buluşmalarında gerçek kimlikleri başta olmak üzere her ikisi de bir şeyler gizliyor, ancak ilerleyen süreçte karşılıklı olarak birbirlerinden bir şeyler öğrenmeye başlıyor. Şefkat, sevecenlik ve bedenin arzuları ekseninde aralarında sahici bir içtenlik doğuyor. Nancy’nin yaşadığı macera onu tümden değiştirecek, yılların doğal olarak yıprattığı bedenini aynada seyretmekten utanç duymayacaktır artık.

Alçakgönüllü bir oda oyunu tadında ilerleyen hikâye, Emma Thompson denen büyük oyuncunun varlığı ile büyüyor. Ancak beklenmedik sürpriz, sinemadaki ilk önemli rolünde Daryl McCormack’den geliyor. Atletik fiziği ile göz dolduran genç aktör, tatlı peri masalının ateşleyici gücü olarak deneyimli partnerinin karşısında ezilmeden parlak bir oyun veriyor. Bu etkileyici filmi ve hakkında yazdıklarımı, yıllardır savunduğu görüşlerini dile getirdiği için çok seveceğini tahmin ettiğim sevgili Billur Kalkavan’ın anısına ithaf etmek istiyorum.

(27 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

21. Filmekimi’nden Cannes İzlenimlerim

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV)’nin kentimize armağanı olan Filmekimi etkinliği bu yıl 07 – 17 Ekim tarihleri arasında bir kez daha sinemaseverlere yeni sezon coşkusunu yaşattı. Bu yıl 21. kez düzenlenen sinema günleri her sene olduğu gibi ağırlıklı olarak Cannes Film Festivali’nin ana programından seçilmiş seçkin yapımlardan oluşmakta idi. Cannes şenliğini yerinde izlememiş olanlar için tam anlamıyla bir şölen niteliğindeki seçki Kadıköy Kadıköy’den Sinematek / Sinema Evi’ne, Nişantaşı City’s Cinewam’den Beyoğlu Atlas’a ülkemizin gösterim koşulları açısından en mükemmel sinema salonlarında yoğun bir ilgiyle izlendi.

21. Filmekimi’ni çok iyi bir film ile açtım. Mayıs ayında Cannes’da dünya prömiyerini yapan, İzlandalı yönetmen Hlynur Pálmason’un imzasını taşıyan ‘TANRININ UNUTTUĞU YER / Vanskabte Land – Volada Land’ın Danca ve İzlanda dilindeki özgün isimleri ‘Berbat ya da Lanetli Topraklar’ anlamına geliyormuş. Film 19. yüzyıl sonlarında Danimarkalı bir rahibin ülkenin idaresi altındaki ıssız İzlanda topraklarına kilise inşa etmek için misyoner olarak gidişi üzerinden, doğa, din, insanlık, ahlak meselelerini tartışıyor. Yönetmen genç rahibin fotoğraf makinesi ile yöre ve insanlarını kayda almasından ilhamla yaklaşık 2,5 saatlik filmini kare ekran olarak çekmiş. Seyirciden emek bekleyen bu çabanın her bir anı fotoğraf güzelliğindeydi. Film satın alınmış, umarım sinemalarda gösterilir ve de üzerine daha uzun konuşur tartışırız.

Filmekimi’nde kişisel Cannes serüvenim çok sevdiğim yönetmen Cristian Mungiu’nun bu yıl festivalin ana seçkisinde yer almış olan ‘R.M.N.’ isimli son filmi ile sürdü. Romanya özelinde Batı Avrupa’yı sarmış olan akıl almaz boyutlara ulaşmış ayrımcılık sorununu yüksek perdeden dile getiren usta sinemacı hayatını düzene sokamamış Matthias’ı ülkenin bir simgesi olarak kullanıyordu. Vizyona girdiğinde hakkında daha detaylı konuşmayı ümit ettiğim film fantastik finaliyle vurucuydu.

Filmekimi’nde günümü gün eden film ise Cannes Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönen Park Chan-wook imzalı ‘AYRILMA KARARI / Heyojil Kyolshim’ oldu. Koreli usta sinemacı ilk döneminin kara filmlerine dönüş yaptığı yapımda bir polis ile cinayet zanlısı arasında gelişen tutkulu aşkın hikâyesini şaşırtıcı bir üslûpla, yaratıcı yönetmenlik tercihleriyle anlatıyor ve unutulmaz finaliyle sinemaseverleri büyülüyor. Vizyona girdiğinde son jenerikte yer alan, film ile organik bağlantılı o güzelim aşk şarkısı (‘Sis’) ve alt yazı ile sunulan sözlerinin tadına varmadan sinema salonunu terk etmeyin diyorum.

Yine Cannes 2022 ana yarışma bölümünde yer almış olan ve Katalan yönetmen Albert Serra imzasını taşıyan ‘PACIFICTION’ izleyicisini hipnotik bir tropik yolculuğa çıkarıyordu. Fransız sömürgesi Tahiti adasında geçen kurgu hikaye düşsel bir üslûpla siyaset batağında emperyalizmin kokuşmuşluğunu sergilerken, nükleer yarış heveslisi Fransa özelinde gezegenin gidişatı üzerine üzerine ürkütücü bir tasvire girişiyor. Final sekansı Dante’nin cehennemini anımsatan bu ilgiye değer filmin gösterime gireceğini sanmıyorum. Filmekimi’nde kaçırdıysanız muhtemelen MUBI’de karşınıza çıkacaktır

Cannes 2022’den en iyi senaryo ödülü ile dönmüş olan ‘CENNETTEN GELEN ÇOCUK / Walad Min Al Jalla’ Mısırlı yönetmen Tarık Saleh imzasını taşıyordu. Sünni İslam dünyasının en güçlü dini merkezlerinden El-Ezher Üniversitesi’ne burslu kabûl edilen fakir balıkçı çocuğu Adem’in siyasi ve dini odakların acımasız güç mücadelesinde masumiyetini kaybedişi üzerinden ilerleyen bu sürükleyici politik gerilim tadındaki film satın alınmış, önümüzdeki aylarda ticari gösterime girmesi muhtemel.

İzlediğim bir diğer film olan ‘LEYLA VE KARDEŞLERİ / Baradaran-e Leila’ İranlı yönetmen Said Rustayi’nin bu yıl Altın Palmiye için yarışan son filmiydi. İran sinemasının tanınmış oyuncularının yer aldığı yapım, borç batağında bunalmış bir ailenin hikâyesi üzerinden ataerkil toplum yapısını ve ülkenin içinde bulunduğu çıkışsız ekonomik darboğazı eleştiriyor. 40 yaşındaki Leyla işsiz güçsüz erkek kardeşleri ve katır gibi inatçı babasını ikna edecek bir çözüm arayışındayken, Rustayi kolaylıkla melodrama kaçabilecek hikayeyi mizahı eksik etmeden anlatmayı yeğlemiş, Trajikomik final bölümüyle izleyeni derinden etkilemeyi başaran bu ilgiye değer film vizyona girmeyecek muhtemelen ama MUBI’den izleyebileceksiniz.

‘MAVİ KAFTAN’ ya da Fransızca özgün adının çevirisi ile ‘Kaftanın Mavisi / Le Bleu du Caftan’ bu yıl festivalin (Emin Alper’in ‘Kurak Günler’inin de yer aldığı) ‘Un Certain Regard’ seçkisinde Uluslararası Eleştirmenler Birliği FIPRESCI ödülünü kazandı. Daha sonra Fas’ın Oscar adayı seçilen film ülkenin önde gelen yönetmenlerinden Maryam Touzani’nin imzasını taşıyor. Üç ana karakter etrafında dönen hikâyesini yakın planlar üzerinden kuran sinemacı, bastırılmış arzuları bakışlar ve sessiz anlarla ifade etmede gayet yetkin. Film ikinci yarısında biraz tekrara düşse de geleneksel nakış ustası (mâlim) Halim’de usta oyuncu Saleh Bakri’nin mükemmel yorumu ve son derece çarpıcı finali ile gönülleri fethediyor.

Filmekimi yolculuğumda Cannes’dan bir diğer film olan ‘SEKİZ DAĞ / Le Otto Montagne’ İtalyan yazar Paolo Cognetti’nin dilimize de çevrilen romanından uyarlanmış olup ‘Brokeback Mountain’ yazarı Amerikalı romancı Annie Proulx’dan alıntıyla ‘dağlara bir kez olsun özlem duymuş bizim gibi insanlar için çok yoğun ve insanın içini sızlatan bir hikâye’ anlatıyordu. Festivalden Jüri Ödülü ile dönen filmin yönetmenleri 2012 yapımı ‘Kırık Çember / The Broken Circle Breakdown’ ile hayranlığımızı kazanmış Belçikalı sinemacı Felix van Groeningen ile oyuncu eşi Charlotte Vandermeersch. Film bir ömürlük dostluğun, şehirli Pietro ile dağ çocuğu Bruno’nun yıllar içinde her karşılaşmalarında paylaştıkları aşkları, kayıpları, aileleri, yazgıları üzerinden sakin bir ırmak gibi ilerliyor. Özellikle doğa tutkunlarının derinden etkileneceği bu zarif filmin sinemalarda gösterime girmesini diliyorum.

Filmekimi’ni Cannes 2022′nin en güzel filmlerinden biri ile kapattım. 2018 yapımı ‘Girl’ ile parlak bir çıkış yapan Lukas Dhont, festivalden Büyük Jüri Ödülü ile dönen ikinci uzun metrajı ‘YAKIN / Close’da yine bir büyüme öyküsünden yola çıkmış. 13 yaşındaki Léo ile Rémi’nin can arkadaşlığı, okuldaki çocukların zorbalığı ve erkeklik dayatmalarına karşı koyamıyor. Gerisi bir trajedi. Jeanne-Pierre ve Luc Dardenne esini taşıyan yapım (özellikle bkz. ‘Oğul / Le Fils’), ‘Yaşamın Kıyısında / Manchester by the Sea’den beri izlediğim en kederli film belki de. Belçikalı yönetmen duygu sömürüsünden özellikle kaçınmış, tıkır tıkır işleyen senaryosu, ağırlıklı olarak yakın plan yönettiği genç oyuncuları ve anne Sophie’de Dardenne kardeşlerin unutulmaz Rosetta’sı Emilie Dequenne’in yeteneklerinden sonuna dek yararlanmış.

Cannes 2022 Altın Palmiye seçkisinin birkaç tanesi hariç tüm filmleri 21. Filmekimi programından Başka Sinema dağıtımı ile çok yakında gösterime gireceği ilan edilen Hirokazu Kore-eda (‘Bebek Servisi / Broker’), Ali Abbasi (‘Kutsal Örümcek / Holy Spider’), Claire Denis (‘Öğle Güneşinde Yıldızlar / Stars at Noon’) ve Kirill Serebrennikov (‘Çaykovski’nin Karısı / Zhena Chaikovskogo’) filmlerini vizyona saklamayı yeğledim. Bu yıl büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanan Ruben Östlund filmi ‘Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness’ ise bizde festivallere uğramadan 28 Ekim tarihinde sinemalara geliyor. İyi film özleyen tüm sinemaseverlere buradan selam olsun.

(19 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sanatlarıyla İz Bıraktılar

Arkanıza yaslanıp da gözlerinizi kapattığınızda, aklınızdan geçenlerin (toplumsal umutlar, kişisel hüzünler, mutlu sevinçler vb.) hemen hepsi sizi siz yapandır aslında. Belleğinize işleyen, en olmadık zamanda, en olmadık şekilde aklınıza gelen o tatlar duyarlılığın da simgesidir bir bakıma.

Kimi öncelikli sevinçlerini anımsar, kimi şarkılarla, kimiyse filmlerle canlanır gözlerinizde. Çınlar kulaklarınız. Doğrudur, insanın bu duyguları olmasaydı ne farkı kalırdı diğerinden. Sonra koşar anlatmaya, aktarmaya başlarsınız, çünkü yalnız bırakmaz o duygular sizi. Aktardıkça büyür, genişler, o birlikteliğin coşkusunu hissedersiniz. Yol açılmıştır artık, birlikte yürürsünüz, çoğalarak.

Sinema en büyük gücümüz…

Belli bir yaşın üzerindekiler için beyazperdenin büyüsü asla unutulmaz; ne televizyon silebilir o etkiyi ne de ekonomik zorlukların baskısı; varsa yoksa sinemadır. Çocukluğun (ve tabii gençliğin de) temiz, duru, içten ve sımsıcak duygularının unutulması mümkün değildir. Geçin yılları, yolları; su içmeyi unutursunuz da sinemanın içinize işleyen o hevesini asla unutmazsınız. Sağlığınızı yitirseniz de aklınızın bir köşesinden hep capcanlı bakar filmler, oyuncular…

Mesut Kara, o duyguyu çocukluğunda damarlarında hisseden, bir daha asla bırakmayan, alabildiğine yalın ve bir o kadar da ayrıntılı anlatanlardan biri. Film çekemezse dergi çıkarır, dergi çıkaramazsa söyleşi yapar, o da olmazsa kitap yazar. Ne umudu üzer ne başkasının üzmesine izin verir. Mesut’u tanıyan mesuttur hep.

Sinemaya bağlılığı bir vefadır onun; yaşamının belirleyicisidir çünkü. Filmlerle, yönetmenlerle, oyuncularla, büyülü beyazperdeye yansıyan hayatlarla nefes alır çünkü. Anlattıkları belki bilinendir, ama onun dilinden dinlemek, okumak daha bir farklıdır ve hep elinizin altında olmasını istersiniz.

Bu vefalı insana vefa gösteren Klaros Yayınları, Mesut Kara’nın kitaplarını yayımlıyor bir süredir birbiri arkasına. Bu, “bütün eserleri”nin 9.su; daha da artacağından başka. Biliyoruz ki, Mesut Kara okuruyla buluşuyor Evrensel Gazetesi’nde her hafta bir sinema yazısıyla… Biliyoruz ki, daha çok proje oluşturuyor güç bulsa da gerçekleştirse diye…

İz bırakanlar…

Beyazperde üzerine yansıyan hayalet görüntü artık yaşamın içine giriyor teknolojinin maharetiyle. Sanal bir dünya oluşturuyor izleyeninin de bir parçası olduğu ve kendisini saran duvarları yıkıyor birer birer. O zaman işte, geçmişini bilmeyenler geleceği kuramazlar.

Sinemanın geçmişini, bir masalcasına yumuşak ve anlaşılır bir dille belleklerimize nakşeden Mesut Kara, “Sanatlarıyla İz Bırakıp Geçtiler Hayatımızdan” diye adlandırdığı oyuncuları, yönetmenleri anlatıyor biz okurlara, gelecek kuşaklara.

Kimler yok ki… Muhsin Ertuğrul’dan Alp Zeki Heper’e, Ö. Lütfü Akad’dan Halit Refiğ’e, Yavuz Özkan’dan Zeki Ökten’e yönetmenler. “Karpuz kabuğundan gemiler yapan” sinemacıların en güzellerini buluşturuyor bizimle. Hepsini saymak sayfayı adlarla doldurmak işin kolayı, ama Tarık Akan’ı, Fatma Girik’i, Necdet Tosun’u ve oğullarını, Kemal Sunal’ı, Ayşen Gruda’yı, Aytaç Arman’ı anmadan geçmek de olmaz yani. küçük İskender de yer alıyor, Kartal Tibet de, Neyzen Tevfik de, Agah Özgüç de, İlhan İrem de var yaşamımıza bir yerinden muhakkak dokunan.

Mesut Kara, belgeselci de olduğu için yalınlığından ödün vermeden, süslemeden anlatıyor bu sevdiklerimizi… Onları kendi belleklerimizdeki halleriyle, okuduklarımızı da üzerine katarak bir kez daha anıyoruz. Ben inanıyorum, sizin de bir anınız vardır muhakkak bu iz bırakanlarla… Kiminin sesi, kiminin görüntüsü, kiminin çalgısından dökülen nağme, kiminin bir dizesi sizi taşıyacaktır anılar denizinin üzerinden kendi ülkenize…

Sanatlarıyla İz Bıraktılar Geçtiler Yaşamımızdan
Mesut Kara

Sinema (anılar, belgeler, bilgiler)
Klaros Yayınları, Ağustos 2022, 132 s.

(18 Ekim 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Güzel Bir Sabah

2022 Filmekimi kapsamında Kadıköy Sineması’nda izleme fırsatı bulduğum Un Beau Matin / One Fine Morning / Güzel Bir Sabah, Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve’ın altıncı uzun metrajı imiş, benim ise izlediğim ikinci filmi.

Sinema kariyerine oyuncu ve ‘Cahiers du Cinéma’ dergisinde film eleştirmeni olarak başlayan Hansen-Løve’a ait 2021 yapımı Bergman Island / Bergman Adası filmini izlediğimde kendine has tarzından etkilenmiş ve yönetmenin diğer filmleriyle ilgili minik bir araştırma yaptıysam da başka izleme fırsatı bulamamıştım. Oyunculuğunu çok beğendiğim Lea Seydoux’un yönetmenin bahsetmekte olduğumuz son filminde oynadığını öğrenince bu iki kadının birlikte nasıl bir iş çıkardığını oldukça merak ederek aldım biletimi.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki sadece iki filmini izlemiş olsam da yönetmenin sade ve küçük hikâyeleri devleştirebilme yeteneği olduğunu hissediyorum, en azından izlediğim iki filmi de bunu geçiriyor seyirciye bana sorarsanız. Devleştirme derken iki filmde de büyük olaylar, şoke edici gelişmeler, katarsisler gerçekleşmiyor ancak hikâyenin etkisi devleşiyor sanki, anlatılan hikâyenin kendisinin kâğıt üzerindeki naifliğiyle kıyaslandığında.

Güzel Bir Sabah adlı filmin hikâyesi Fransa, Paris’te geçiyor. Önce Seydoux’un canlandırdığı Sandra karakteriyle tanışıyoruz. Kendisi başarılı bir mütercim tercüman ve Paris’te 9 yaşlarındaki kızıyla yalnız yaşıyor. Kısacık saçlı, aşırı derecede sade giyinen, makyaj yapmayan, sessiz, uyumlu bir kadın Sandra. Çalışmadığı zamanlarda hasta babasının evine giderek onunla yakından ilgileniyor. Babası Georg herkesin hayranlık ve saygı duyduğu bir felsefe öğretmeniyken zor bir hastalığa yakalanmış. Sandra’nın anne babası zamanında ayrılmışlar ve babası başka bir kadınla evlenmiş. Hastalığı dolayısıyla zihni bulanık olan babanın ağzından düşürmediği tek isim ise yeni eşi. Hastalık durumundan dolayı bir bakımevine yerleşmesi gerektiği kararını ise ailece karar vermek zorunda kalıyorlar, Sandra’nın annesi, annesinin yeni eşi, Sandra’nın kız kardeşi ve eşi, Sandra. O bakımevi senin bu bakımevi benim dolaşıyorlar ve bazı sorunlar yaşandığında hemen yeni bir bakımevine alınıyor yaşlı adam. Babasına düşkün ve hassas Sandra için zor günler…

Sandra çalışmadığı ve babasıyla ilgilenmediği zamanlar ise kızıyla veya tek başına parka gidiyor, yürüyüş yapıyor. Bu yürüyüşlerin birinde kaybettiği eşinin arkadaşlarından Clement ile karşılaşıyor. Bu karşılaşma sonrası Clement ile sık görüşmeye başlıyorlar ve hızlı bir şekilde aralarında bir çekim oluyor ancak Clement’in başka bir şehirde eşi ve çocukları var. Clement ve Sandra’nın yaşadığı aşk ise tutkulu ve gerçek. Clement Sandra’ya karşı hep dürüst oluyor ve ara ara “Bu ilişki bu şekilde devam edemez” diyerek eşinin, çocuklarının yanına dönüyor ama daha sonra yine kendini Sandra’ya çekilmiş olarak buluyor.

Sandra hayatının tüm aşamalarında pasif bir tutum sergilemek durumunda kalmış görünüyor. Babası için elinden gelen mücadeleyi verse de onun elinde olmayan durumlar var ve bu onu üzüyor.

Clement’e ise vazgeçilmez derecede aşık ancak onun da gelip gitmelerine karşı hiçbir tavır sergileyemiyor, sadece ergenliğe yeni girmiş genç kızlar gibi sevgilisi gelince seviniyor, gidince üzülüyor ve ondan gelecek bir cep telefonu mesajına hasret günler geçiriyor.

Sandra babasının gün geçtikçe hafızasını daha çok yitirmesine, kendisini neredeyse hiç hatırlamamasına, tek sayıkladığı kişinin ikinci eşi olmasına aslında çok içerliyor, kalbi çok kırılıyor. Ancak babasını ziyaret etmeye, onun isteklerini karşılamaya devam ediyor. Kendi hayatını yaşamak adına sınırlarını da koymaya çalışıyor ve bir ölçüde başarabiliyor diyebiliriz.

Aşık olduğu adamın da her şeyi bırakarak ona gelmesini, sadece onun olmasını istiyor elbette ama ailesini bırakamamasını da bir yerde anlıyor ve canı çok yansa da sevdiği adamın bir gün tamamen ona geleceği günü beklemeyi, bu umutla yaşamayı tercih ediyor.

Bu hikâyeyle yönetmen bir açıdan bize sevginin bedellerini betimlemeye çalışıyor sanki. Bizi ne kadar incitse de hayatımızda sevgi olmadan devam edemediğimizi açık ediyor.

Babasının hayatta en çok değer verdiği şey olan kütüphanesi ve yüzlerce kitabını ne yapacaklarını şaşırıyorlar ailece evi boşaltırlarken ve çoğunu ona hayran öğrencilerine vermeye karar veriyorlar. Öğrencileriyle sohbet ederken Sandra bir yerde, babası hâlâ yaşamaktayken bile, onun ruhunu ancak bu kitapların arasında hissedebildiğini, bakımevinde yatmakta olan bedenin sadece bir araç olduğunu, babasını babası yapan şeyin bu kitap seçkisi ve bu bilgiler ışığında yarattığı dünya olduğunu söylüyor. Gerçekten de sevdiğimiz kişilerin sevdiği, kıymet verdiği şeyler onları yaşatmaya devam eden önemli detaylar haline geliyor. Bu noktada film başrole babayı da alıyor, hastalığından dolayı tanıyamadığımız bu adamın sağlığındaki yaşamında kendine ve çevresine kattıklarını müzikler, kitaplar sayesinde biraz da olsa koklamış oluyoruz sanki. Bir gün Sandra babasının günlüğünü buluyor ve günlüğüne hastalığının başlarında yazmış olduklarını okuyor, babası hafızasını yitirmekten korktuğu için kendi hayat hikâyesini bir anı kitabı olarak yazmak istediğini not almış ve kitabın adı da: Güzel Bir Sabah olacakmış. Ne yazık ki bu otobiyografik kitap hiçbir zaman yazılamayacak ama fark ediyoruz ki Georg, ailesine, öğrencilerine kattıklarıyla yaşayacak… Yakın bir akrabamın bakımevinde olduğu, hayatta en sevdiğim insan olan anneannemi de yeni kaybettiğimiz bir dönemde bu filmi izlemiş olmamın beni kişisel olarak ayrıca etkilediğini söylemem gerek.

Filmin en büyük artısı ise bu denli duygusal yönü ağır basan, gerçekçi, hayatın içinden konulara rağmen, filmin ambiyansının hafifliği, hafif mizahi bir dille o ağır yükü üzerimizden alışının başarısı. Mekânlar, giysiler, diyaloglar renkli, lezzetli. Gözleriniz yaşlı çıkmıyorsunuz salondan ama filmin etkisi üzerinizde bir süre kalıyor. Seydoux, sevgilisi rolünde Melvil Poupaud ve babası rolünde Pascal Greggory bu gerçekçi hikâyeye oyunculuklarıyla çok şey katıyorlar. Güzel Bir Sabah, güzel bir sabah pencereden baktığınızda göreceğiniz bir kuşun size mutluluk vermesi ve rüzgârın sizi üşüterek tedirgin etmesi kadar gerçek ve doğal bir film.

(18 Ekim 2022)

Melis Zararsız

Bu Gülümseme Dostça Değil

Çocukluk travmalarının üstesinden gelmek hiç kolay değil. 10 yaşındayken annesinin intiharına tanıklık etmiş olan Dr. Rose Cotter’ın Acil Psikiyatri Birimi’nde zaman mefhumu olmaksızın gece gündüz çalışmak suretiyle yaralı ruhlara şifa dağıtmayı geçmiş acılarıyla başa çıkabilmenin bir yolu olarak seçmiş belli ki. Lâkin çaresiz Laura ile karşılaşması onu geçmişinin karanlığına doğru dönülmez bir yola sokacaktır. Genç kadın kendinden başka hiç kimsenin göremediği, ona bir şeyler fısıldayan varlıktan söz eder. Tanıdığı veya tanımadığı insan yüzlerinin maskını alan, hayatını ve zihnini suratında hiç de dostane olmayan musallat bir gülümseme ile kontrol altına alan doğaüstü bir güçtür bahsettiği. Doktorun halüsinasyon tanısına şiddetle karşı çıkan genç kadın yüzünde beliren şeytani gülümseme ile korkunç bir biçimde hayatına son verirken Rose için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Haftanın özellikle korku türünün hayranları için güzel bir sürprizi olan ‘Gülümse / Smile’ işte böylesine dehşetengiz bir girizgâh ile açılıyor. Olayın etkisi altında kalan Rose, daha sonra gündelik hayatında açıklayamadığı olaylar sonucu bir kâbusun içine düşüyor. Hayatta kalmak ve hayatını ele geçirmeye çalışan dehşetin etkisinden kurtulmak için sıkıntılı geçmişi ile yüzleşmek zorundadır artık.

Özgün adının dilimize ‘Gülümseme’ olarak çevrilmesini daha doğru bulduğum yapım çok başarılı bir ilk film. Kısa filmleriyle adından söz ettirmiş olan yönetmen Parker Finn, bu ilk uzun metrajının esinini 2020 yapımı ödüllü kısası ‘Laura Hasn’t Slept / Laura Henüz Uyumadı’dan almış. Hollywood standartlarına göre hayli düşük olan 17 milyon dolarlık yapım maliyeti ile başlangıçta dijital platformlar için düşünülmüş, özgünlüğü fark edildiğinde sinema gösterimleri gündeme gelmiş. İlk hafta sonunda maliyetinin üzerinde bir gelirle ABD hasılat listesinin zirvesine yerleşmesi de bu kararın haklılığını doğrulamış.

Finn piyasayı sarmış korku denemelerinin birkaç gömlek üzerinde kalan filminde farklı şeyler denemiş. Telefon zili ya da alarm çalışı gibi tanıdık sesler ile korku anları yaratmada becerikli. Açılar ile oynarken kamerayı doksan derece çevirerek yavaşça döndürüyor, bazen baş aşağı döndürüyor. Havadan çekimler ya da karakterin yüzüne ani yakın çekimlerle etki yaratmasını biliyor. Sahne geçişlerinde yaratıcı. Psikolojik travma ile doğaüstü varlık temalarını ustaca kaynaştırırken sıradan korku filmlerinin klişe tuzaklarından özenle kaçınmış. İlk kez izlediğim Sosie Bacon, Dr. Rose’da etkileyici bir oyun veriyor. Ses tasarımı ile Cristobal Tapia de Veer imzalı müzik çalışmasının filmin ürkütücü cehennem tasvirine katkısı büyük. Velhasıl korku türünde yeni bir soluk arayışı içinde olanlar kaçırmasın.

(06 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Birlikte Yaşamak, Sevmek ve Gülmek…

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, birbirinden ayrılmayan biri doktor, biri avukat ve hemşire, bu kez bir otopsi nedeniyle buluşur. Doktor, özellikle uzuv kayıpları için estetik cerrahlık yaparken bir yandan da üzerinde çalıştığı ağrı kesici (uyuşturucu mu demeli) ile kendi yaralarını iyileştirmeye çalışır. Avukat ise ırkçılığa karşı mücadele veren bir siyahidir ve asla bu duruşundan ödün vermez. Hemşire, avukatın sevgilisi ve yaralıların bedenlerinden topladığı şarapnelleri heykele dönüştüren bir sanatçıdır aynı zamanda.

Bu üç arkadaş, “bunların hepsi gerçekten oldu” diye başlayan filmin ana taşıyıcıları. Bir yanıyla iki dünya savaşının arasında yaşananlara, bir yanıyla da insan ilişkilerine bakan bir film Amsterdam. Filmin adının Amsterdam olmasına bakmayın, ağırlıklı olarak New York’ta geçiyor ve kentin eski adının New Amsterdam olduğunu hatırlatalım.

Filmde sadece o zamanların anlatımı değil, günümüz dünyasının eleştirisi de yer alıyor. Her ne kadar yönetmen, mizaha yönelerek gücünü azaltsa da (bizdeki “beşli çete” benzeri) bir yapılanmanın belirleyiciliğini vurguluyor.

Görüntünün önüne geçen yorum…

Russell, orijinal senaryosunu sanki bir roman uyarlaması gibi yorumlamış; bu filmin izlenirliğini arttırdığı gibi seyircinin sahiplenmesine de yol açıyor.

Dr. Burt Bernedsen (Christian Bale) gerek savaş sonrası aldığı yaraların (bir gözü sürekli çıkan cam) etkisiyle hep yamuk, ama “dik bir duruş” sergileyen bir karakter. Aslına bakarsanız, sevmek isteyen, eşinin zengin ve ırkçı ailesinden kurtulmak, kendince sevgi açlığını gidermek isteyen biri. Sevmek kolay değil ki sevilmek kolay olsun. Filmin girişinde bu konu ele alınıyor ve izleyici film boyunca bu sorunun yanıtını kendisininkiyle karşılaştırıyor.

Birçok ünlünün yer aldığı film, istenen düzeye ulaşamasa da (General olarak “bir bilen” konumundaki Robert De Niro özellikle) izleyicinin yaşananlara karşı duyarlılığını arttırıyor. Birçok yorumda, son dönemde Trump karşıtı konumuyla anımsanan De Niro, sanki günümüze gönderme yapıyor. Tabii ki karar sizin.

Amsterdam, insan ilişkileri, tarihi gerçeklik, Yönetmen: David O. Russell, Oyuncular: Christian Bale, Margot Robbie, John David Washington, Anya Taylor-Joy, Robert De Niro… 07 Ekim 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(04 Ekim 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Amerikan Rüyası’nın Arka Bahçesi

Oyuncu Olivia Wilde’ın ilk yönetmenlik denemesi ‘Dert Etme Sevgilim / Don’t Worry Darling’ 50’li yıllarda genç çiftlerin biraz da dağıtmak için toplandığı küçük bir parti sahnesi ile açılıyor. Çölün ortasında inşa edilmiş pilot kasabada yaşayan bu şanslı azınlığın konforlu ortamında herkes neşeli, herkes keyifli gözükmektedir. Bahçeli lüks evlerinden son model arabalarına binmiş mühendis eşlerini ağırlarken birbirlerini süzmeyi ihmal etmeyen ev kadınlarından kendilerine sunulmuş ideal hayat için sadakat beklenmektedir yalnızca. Evlerini temiz tutacak, kocalarına yemek hazırlayacak, çocuk yetiştirecek ve düzen içinde bale çalışmalarını sürdüreceklerdir.

Genç aileler Zafer (Victory) projesi için bir araya getirilmiştir. Projenin sahibi Frank genç yeteneklerin dizginlenmemiş potansiyelini, içlerindeki hayal edilmez mücevheri ortaya çıkarmayı hedeflediğini ifade eder toplu konuşmasında. ‘Dünyayı değiştireceğiz’ derken kadehler serbest bırakılmış potansiyelin kutlanması için kalkar. Bu özel aile için en önemli kural gizliliktir. Teknik mühendis kocalar lüks arabalarıyla tozu dumana kattıkları çölün ortasında ne işle uğraşmaktadır? Merkezden gelen gürültüler ve sarsıntılar neden kaynaklanmaktadır? Alışverişe giden kadınlar sitenin troleybüsünün rotasının dışında kalan bölge hakkında bir şey sormayacak, bir nevi hapsoldukları ortamın dışına gözlerini kapatacaklardır. Gerçekte neler olmaktadır? Yakışıklı Jack’in güzel karısı Alice, her anlamıyla yolunda giden hayatının akışını kurcaladığında, şahit olduğu olayları sorgulamaya kalktığında başı derde girer, işler fena halde karışır.

Kısa özetten anlaşılacağı üzere özgün isminin yarattığı beklentiden oldukça faklı bir kulvarda gelişen bir deneme bu. İlk uzun metrajını çeken tanınmış oyuncu dinamik kamera tercihi ve yaratıcı kadrajlarıyla distopik gerilim türünde ilgiye değer bir çalışmaya imza atmış. Film, soğuk savaşın tehditkâr ortamında yeşermiş Amerikan usulü banliyö yaşamının ve genç kuşakların koşullandırıldığı Amerikan Rüyası kavramının hınzır bir eleştirisi olarak da okunabilir. Film bir de tabi 50’li yılların erkek egemen ikliminde, her türlü şatafatın gerisinde ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş olan kadının başkaldırışıyla çağdaş sinemanın ‘Me Too’ hareketine katkısını sürdürüyor. 2016 yapımı ‘Lady Macbeth’ ile tanıyıp sevdiğimiz, ‘Küçük Kadınlar / Little Women’daki Amy March yorumuyla iki yıl önce Oscar adayı olan İngiliz oyuncu Florence Pugh, Alice yorumu ile göz doldururken kendisine Christopher Nolan imzalı ‘Dunkirk’ ile ilk sinema deneyimini yaşayan, daha sonra solo albümleri ve One Direction grubunun üyesi olarak yıldızı parlamış sansasyonel pozları ile ünlü İngiliz pop şarkıcısı Harry Styles eşlik ediyor. Yeni sürüm Uzay Yolu/ Star Trek’in Kaptan Kirk’ü Chris Pine muktedir Frank rolünde parlarken, -hadi biraz magazine kaçalım- Styles’ın gerçek hayattaki partneri yönetmen Wilde ev kadınlarından Bunny karakterini kendisine ayırmış.

(04 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yeni Karanlık Çağlarda

Litvanya asıllı Kristina Buozyte ile Fransız Bruno Samper keşfetmeye değer iki sinemacı. Prömiyerini bu yaz Karlovy Vary Şenliği’nde yapmış olan yeni filmleri ‘Vesper’ sessiz sedasız bizde de gösterime girdi. Pandemi döneminde çekilen ve dehşetengiz bir gelecek tasviri çizen yapım, çağımıza özgü haklı endişelerin beyazperdeye iz düşmüş hali. Öykünün geçtiği karanlık bir gelecekte insanlık yaklaşan ekolojik krizi genetik teknoloji yatırımı yapmak suretiyle önlemeye çalışmış ancak sonuç başarısız olmuş. Laboratuvarda yaratılan virüsler ve tuhaf organizmalar yaban hayata karıştığında, bitkilerin hayvanların ve insan ırkının büyük bölümü yok olmuş. Hayatta kalanlar zorlu bir yaşam kavgası içindeyken, bölünmüş şehirlerde ‘Kale’ adı verilen oligarşik bir düzen hakim sürmektedir. Çorak bir dünyada insanlar ‘Kale’den gelen ve yalnızca tek bir hasat için kodlanmış tohumlara muhtaçtır.

Kırsalda yatalak babasının bakımını üstlenmiş olan 13 yaşındaki VesperOliver’in acımasız Fagin karakterini hatırlatan- öz amcası Jonas’ın yetiştirdiği küçük çocukların kanını muktedirle takas üzerine kurduğu sömürü düzeninden uzak durmaya çalışarak, kendi ilkel sentetik biyoloji laboratuvarında bitkisel hayat formları üretmeye koyulur. Eski ‘Kale’ çalışanı babası Darius köhne bir dron vasıtasıyla kızı ile iletişime geçmekte ve ona deneyimlerini aktarmak suretiyle dört bir yana sinmiş tehlikeden korumaya çalışmaktadır. Ormanlık alanda planörü düşen ‘Kale’den bir bilim adamı ve kızı Camellia ile yolu kesişen Vesper, bunu içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmak için bir fırsat olarak değerlendirmek isteyecektir.

Çifte yönetmenlerin 2012 yılında fantastik film festivallerinden ödüllerle dönmüş ilk filmleri ‘Aurora’ (İngilizce adıyla Vanishing Waves / Kaybolan Dalgalar) yeni geliştirilmiş teknoloji sayesinde bir bilim adamının komadaki genç bir kadın ile nöron aktarımı deneyimine denek olarak katılması ve bu zihin yolculuğu sürecinde yaşanan tutkulu bir birliktelik üzerine kültleşmiş bir yapımdır. Eski Sovyetler Birliği’nde doğmuş olan Buozyte, Amerikan sinemasının distopik yapıtlarından ve belki daha da fazla Tarkovski sinemasından etkilenmişe benziyor. ‘Aurora’ büyük ölçüde ‘Solaris’ esini taşıyordu. ‘Vesper’de ise ‘Stalker’ etkisini gözlemliyoruz. Bağımsız sinemacıların mütevazi bütçeye karşın, haki tonların hakim olduğu bir dünyayı inşa etmekte ve bu iklim içerisinde yarattıkları yanardöner rengarenk organizmaların kol gezdiği, ürkütücü ama Vesper karakterinin direnci ile umut ışığı da taşıyan bir evreni izleyiciye kabûl ettirmekte değme Hollywood ürünlerine kıyasla başarılı olduğunu söylemek mümkün. Görsel atmosfer açısından tamam da felsefi açıdan Tarkovski sinemasının yanına yaklaştığı söylenemez belki. Buna karşılık, Grimm masalları tekinsizliğinin hüküm sürdüğü bir alemde, söz gelimi bir ‘Açlık Oyunları / The Hunger Games’ serisinin müptelâsı genç izleyiciyi hedefleyen bir çaba da sezilmiyor değil. Yaratıcı detaylarıyla görsel açıdan tatmin duygusu yaratan film, Feliksas Abrukauskas’ın elinden çıkma görüntüleri, Dan Levy imzalı çarpıcı özgün müziği ve Vesper karakterini canlandıran genç yetenek Raffiella Chapman’ın yorumu ile tür sinemasına göz kırpan ancak Avrupa Bağımsız Sineması ritminden ödün vermeyen ilgiye değer bir çalışma. Gösterimde uzun süre kalamayabilir, geniş perdede izlemek isteyenlere acele etmelerini öneririm.

(03 Ekim 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Atillâ Dorsay’ın Polemikleri: Küfreden de Oldu, Ağlatan da

Türkiye’de sinema yazınının en üretken kalemlerinden Atillâ Dorsay, Remzi Kitabevi etiketiyle okuyucuyla buluşan son kitabıyla bir kez daha gündemde. “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”, yazarın 60’ların ikinci yarısından 2000’lere uzanan yazarlık serüvenine damgasını vuran kimi tartışmaları yeniden hatırlatıyor. Onat Kutlar’dan Halit Refiğ’e, Attila İlhan’dan Aziz Nesin’e, Vedat Türkali’den Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’e pek çok önemli isimle yaşanan anılardan ve polemiklerden süzülüp gelen kitabı, yazarıyla konuştuk.

“Bir cesaret işi” olarak tanılanması gereken, yazınımızda örneklerine çok da rastlayamadığımız bir kitapla okuyucuların karşısına çıktınız. “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”ın hangi ihtiyaçtan doğduğunu ve eseri kaleme alırken riskli bulup bulmadığınızı sorarak girelim söze.

1966’dan bu yana gazeteciyim. 27 yıl boyunca Cumhuriyet’te yazdım. Sonra kısa süreli Milliyet ve Yeni Yüzyıl serüveni, ardından da 2014 yılında “Emek Yoksa Ben de Yokum” diyene kadar kadar Sabah… Bu tarihten sonra, okurlara söz verdiğim üzere yazılı basında yer almadım; ama yazma serüvenini de noktalamadım. O gün bugündür T24’te yazmayı sürdürüyorum.

Kitabı yazarken riskli bir işe giriştiğimi hiç düşünmedim; çünkü bu bakış açısıyla hayat ve anılar da riskli bir bakıma. Ardımda kaç yıl bıraktığımı okuyucularımız sayabilir; bu süre içinde biraz da işim gereği sayısız tartışmanın ve polemiğin içinde buldum kendimi. Bunlar Türkiye’deki aydın kesimin, kültür ve politika üzerine halkı da bir biçimiyle etkileyen tartışmalarıydı. Bu deneyimi ülkemizdeki çeşitli dönemler masaya yatırılırken göz önünde bulundurulması gereken bir miras olarak görüp genç kuşaklara aktarmak istedim.

Kitapla ilgili genel olarak neler söylemek istersiniz?

Salihli’deki askerlik günlerinin ardından 1966’da İstanbul’a geldim. Sinematek günleriydi, bir taraftan da Yılmaz Güney’in merkezinde olduğu bir hareketlilik yaşanıyordu. Askerlik döneminde sayısız Türk filmi izlemiş ve önemli bir eksikliği kapatmıştım. Hemen, Onat Kutlar’ın başında bulunduğu, sevgili Şakir Eczacıbaşı tarafından desteklenen Türk Sinematek Derneği’ne üye oldum.

Hayatta sahip olduğum iki temel prensip de ülkenin entelektüel ve politik anlamda son derece canlı olduğu o dönemde gelişti. Öncelikle emeğe hep saygı duydum ve ırkçılıkla arama mesafe koydum. Solcuydum, bugün de dahil olmak üzere Marx’ı ve “Kapital”i hiç okumasam da sosyal eşitlik ilkesini benimsedim. Ülkeye dair özlemlerimiz vardı ve gelecekten umutluyduk. Sinemayı da edebiyatı da bu bakışla sevdim. Sonra 12 Mart geldi, toplumun bütünüyle sarsan 12 Eylül darbesi gerçekleşti.

Arka planında politik bakışın olduğu müthiş tartışmaların içine girdik o yıllarda. Başta Sinematek ve ulusal sinemacıların duruşundan kaynaklanan polemikler vardı ama tartışmalarımız bununla da sınırlı kalmadı. Örneğin, hadi Tunç Okan’ın “Otobüs” filmi neyse de, Fellini’nin “Amarcord”una ölçüsüzce saldıran, aynı görüşte olmakla birlikte kıyasıya eleştirdiğim Aziz Nesin; Atilla İlhan’la yine sinema merkezli esaslı restleşmemiz; Metin Erksan’la inişli çıkışlı ilişkimiz… Hayatımda Halit Refiğ kadar dediğim dedik bir adamla karşılaşmadım. Kitapta da vurguladım, evime ziyarete geldiği bir gün yaşadığımız bir tartışma sonunda beni hüngür hüngür ağlatmayı başardı! Sonra aradan yıllar geçti, hayranlıkla izlediğim “Hanım” filminin Altın Portakal’da ödül alması için kendisini savunmamdan dolayı, kardeşim dediğim Yavuz Özkan’la birbirimize girdik. Vedat Türkali’yle tanınmış kitabı “Yeşilçam Dedikleri Türkiye” üzerine polemiğimiz, Ertem Eğilmez’in bir söyleşisinde -affınıza sığınarak söylüyorum- bana “pe….k” demesi! Sonraki yıllarda Hıncal Uluç, Perihan Mağden, Nuriye Akman gibi gazetecilerle tartışmalarımız. Kitabımda bütün bunlara ve daha fazlasına yer verdim. Dediğim gibi, hayatım boyunca inançlarım oldu, bugün de var. Yazılarımı kaleme alırken bunlardan yola çıktım; ama kimi zaman garip şeylerle karşılaştım, beklenmedik isimlere cevap vermek durumunda kaldım. İki cilt olarak planladığım bu kitapta, 60’lardan 2000’e kadar olan dönemde yaşadığım tartışmalar bulunuyor.

Doğasında polemik, tartışma ve yer yer de kavgalar bulunan bir kitaptan söz ediyoruz. Okuyucuyla henüz buluşan eserinize ilk tepkiler nasıl?

Şu ana kadar kayda değer bir tepkiyle karşılaşmadım; ama ilk ciltte polemik yaşadığım isimlerden bir çoğu artık yaşamıyor. Sinematek – Ulusal sinema çevrelerinden kitapta yer verdiğim Onat Kutlar, Halit Refiğ, Metin Erksan gibi isimler artık aramızda değil. Aziz Nesin, Attila İlhan, Vedat Türkali, Yavuz Özkan gibi dostlarımız da öyle… Belki ilk cildin son bölümünde yer verdiğim Perihan Mağden, Nuriye Akman gibi isimler ve tartışmalar üzerine yorumlar gelebilir; ancak, “Övgüler, Sövgüler, Anekdotlar” adını vermeyi düşündüğüm ikinci kitap, içinde yer alacak olaylar daha güncel olacağı için yeni polemiklerin fitilini ateşleyebilir!

Sizin da vurguladığınız gibi, 60’lı ve 70’li yıllardaki tartışmaların önemli bir bölümünün merkezinde Sinematek ve Ulusal Sinemacılar bulunuyor. 2022’den geriye doğru baktığınızda konuyla ilgili neler söylemek istersiniz?

“Ulusal Sinema”, ne dün ne de bugün kolaylıkla reddedilebilecek bir kavram değil; ama o yıllardaki savunucularının bunu bir parça basite indirgediklerini söyleyebilirim. Bu tartışmaların yapıldığı dönemde ulusal sinemanın bir halk sineması olduğu tezini savundular; oysa çoğunluğu cahil ve sinema sanatına yalnızca ticari bir gözle bakan bölge dağıtımcıları, Türkiye’de sinemanın ileriye gitmesine engel oldular. Düşünsenize, bu dağıtımcılar çekilecek filmlerin konularını belirliyor, hangi oyuncularla çekilmesi gerektiğine karar veriyor ve yönetmenlerin özgürce film yapmalarının önüne geçiyorlardı. Ben bu saflaşmada, çevremdeki pek çok aydın gibi Onat Kutlar ve Şakir Eczacıbaşı’nın cephesinde yer aldım; hatta sonradan, kitapta da yer verdiğim gibi, inatçı bir kişiliğe sahip olan Hıncal Uluç gibi isimlerle tartışma yaşadım. O yıllarda kıyasıya yapılan tartışmalar bir yana, dönemin önemli isimleriyle; Refiğ, Erksan ya da Atıf Yılmaz’la dost kalmayı başardım, husumet gütmedim.

Yılmaz Güney sinemamızı her dönemde tartışılan figürlerin başında yer alıyor. Son günlerde siyasetçilerin merkezinde yer aldığı bir polemikte de adı “lümpen” ve “katil” kelimeleriyle birlikte anıldı. Onu yakından tanıyan bir isim olarak Güney hakkında neler söylemek istesiniz?

Yılmaz Güney dostumdu. Son dönemini hapishanede geçirdi ve ben gerek Selimiye gerek de İmralı cezaevlerinde kaldığı dönemde ziyaretine gittim. Hayatımdaki en büyük üzüntülerden biri, Paris’e gitmek zorunda kaldığı yıllarda, öyle bir olanağım olmasına rağmen yanına gidememek olmuştur.

Onun muhteşem bir insan olduğunu söyleyebilirim. Gerçek bir dava adamıydı, görüşlerini son ana kadar kararlılıkla savundu. Filmlerinde de politik düşüncesinden izler vardır. Tek zaafı silahla dolaşmasıydı. Bazı haklı nedenlerle, her an bir saldırıya uğrayacağını düşünüyordu. Son olarak elini kana buladığı olayda da bunun kurbanı oldu; ancak olayın büyük bir tahrik sonucunda gerçekleştiğini vurgulayayım.

Yılmaz Güney öncelikle bir sinemacıdır. Filmlerinin önemli bir bölümünü hapiste yapmak zorunda kalan ender sanatçılardandır. Düşünsenize, o yıllarda dijital film üretimi söz konusu değil. Senaryosunu yazıp çekim planlarını ayrıntılarıyla oluşturduğu filmler, zor cezaevi koşullarında kendisine gösteriliyor, son müdahaleleri o olanaksızlıklar içinde yapmaya çalışıyor. Sinemamız adına çok önemli bir isimdir, bütün bu tartışmaların ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen sürmesi de bunu kanıtlıyor. Hatırlayacağınız gibi kendisiyle ilgili bir kitap yazmıştım. Şimdi, 80’lerden sonra ismi etrafında dönen tartışmaları da içerecek ikinci bir Yılmaz Güney kitabı yapmayı çok istiyorum.

Yeni projelerinizi merakla bekliyor ve üretimlerinizin daim olmasını diliyoruz. Son olarak, “Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar”ın ikinci cildinden söz edelim. O kitap ne zaman gündeme gelecek ve hangi konuları içerecek?

Teşekkür ederim, yeni cildin yazımı ve belge taraması halen devam ediyor; bir yıl içinde tamamlamayı umut ediyorum. İsmi muhtemelen “Övgüler, Sövgüler, Anekdotlar” olacak. Kitap, 2000’lerden sonra yaşanan kimi tartışmaları içerecek. Başlangıçta, ellerimle kurduğum SİYAD’la ilgili (Sinema Yazarları Derneği) beni çok yaralayan bazı olaylara da o kitapta yer vermek istemiştim; ama son günlerde bunu yeni bir kitapta anlatmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. O kitabın adı da “SİYAD Benim Aşkım” olacak. Orada, derneği hangi zor koşullarda kurduğumu ve hangi noktada teslim etiğimi ayrıntılarıyla anlatmak istiyorum. SİYAD’ın geldiği noktayı tasvip etmiyorum; onun, görevi hak etmeyen insanlar tarafından yönetilmesinden memnun değilim. Biliyorsunuz, yıllarca didinip, derneği saygın bir hale getirmeye çalıştım, sunuculuğunu da üstlendiğim ödül törenleri hazırladım. Hiç unutmam, bir ödül gecesinde Yıldız Kenter’e şarkı söyletmiştim. Dernek başkanlığından da kendi isteğimle, bayrağı genç arkadaşlara teslim etmek amacıyla çekilmiştim. Gelinen nokta beni hiç mutlu etmiyor. O kitapta bütün bunları kapsamlı bir biçimde anlatacağım.

(02 Ekim 2022)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Göçün Müzikli Tarihi

‘Kara sevda uzun sevda
Mark dediğin yalan sevda
Köşeyi döndüm tam
Ölüm çıktı karşıma’

Adını Aras Ören’in yukardaki dizelerin yer aldığı aynı isimli şiirinden alan ‘Aşk, Mark ve Ölüm / Liebe, D-Mark und Tod’ dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nden başlayarak Almanya’da büyük ilgi toplamıştı. Bizde ilk kez gösterildiği 41. İstanbul Film Festivali’nde izleyicinin coşku ile karşılamış olduğu yapım halen sinemalarımızda gösterimini sürdürüyor.

Ailesi işçi olarak Bavyera’ya gelmiş olan 1976 doğumlu yönetmen Cem Kaya’nın 5 yıllık zorlu bir arşiv araştırma ve montaj sürecinin ardından kotardığı sıra dışı belgeseli, 60’lı yılların başlarında gurbet ellere misafir işçi olarak giden ilk kuşağın ve onların çocuklarının torunlarının, yalnızca ülkemizde değil Almanya’da da çok iyi bilinmeyen yaşam mücadelesini müzikal üretime odaklanarak anlatmayı seçiyor ve bu alanda eşi benzeri pek olmayan usta işi bir çabanın altından başarıyla kalkmasını biliyor.

Arabeks (2010) ve Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması (2014) filmleriyle tanıdığımız Cem Kaya’nın filmi 3 bölümden oluşuyor Liebe yani Aşk adlı ilk bölüm hasreti anlatıyor. 1961’de Almanya’ya gelen ilk neslin geride bıraktıklarına özlemlerinin müziğe dökülüşünü, bunun ilk örneklerinden olan aşık kültürünü irdeliyor. Tarih akıyor bu arada. Zor şartlar altında yaşıyor, adeta bir hayvan ya da faydalı musibet muamelesi görüyor ilk neslin işçileri. 600 bini kadın 2 milyon Türkiyeli işçi topluluğu isyanlarını aşıkların sazından yükselen protest şarkılarda yaşıyor: ‘Alamanya Alamanya, bizden uysal bulamanya’. Türkiyeli gurbet kuşları, Köln Bülbülü lâkabı ile bilinen Yüksel Özkasap’ın içli nağmelerine sığınıyor: ‘Almanya’ya mecbur etti yoksulluk beni beni’. Bu bölümde Cem Karaca’nın bizde pek de bilinmeyen Almanya serüveninden de hayli ilginç parçalar uğruyor perdeye. 80 darbesinde Almanya’da turnede bulunan Karaca’nın hakkında açılmış siyasi davalar nedeniyle anavatanından uzakta geçirdiği sürgün yılları, gurbetteki işçilerimizin sorunlarını dile getirdiği Almanca isyan şarkıları arşivlerden belki de ilk kez çıkıyor karşımıza.

İkinci bölüm Deutschmark (ya da D-Mark), Almanya’daki ekonomik dinamikler ve Türkiyeli göçmenlerin tüketim kültürü üzerine yaman gözlemler içeriyor. 1973 global petrol krizinin patlamasıyla Avrupa’nın değişen ekonomik düzeni, yabancı işçi çıkarma tehdidine karşı Türkiyelilerin ön safta olduğu Ford grevi, sınır dışı edilmemek ve Alaman topraklarından kopmamak için ailelerini akın akın yanlarına getiren işçilerin mücadelesi yansıyor perdeye. Müzik bu dönemde de hem isyan, hem kimlik arayışı hem de eğlence tüketiminin baş unsuru olarak döneme ağırlığını koymayı sürdürüyor. Artık eli para tutmaya başlamış ve işçilikten sonra ticari hayata, eğlence hayatına girmiş olan Türkiyeliler, Mark’ın zirvede olduğu yıllarda anavatandan çok daha faklı, çok daha çılgın bir eğlence sektörünü idare etmeye başlayacaktır.

Ölüm bölümü 90’lı yılların ırkçı saldırıları ile açılıyor. İki Almanya’nın birleşmesiyle safları sıklaştıran Alman milliyetçilerinin ırkçı saldırılarına tepki olarak hip hop kültürü doğuyor. Genç kuşak artık anne babalarının arabesk ezgileri ile değil Alman müzik piyasasını da dönüştürecek, sadece kendi kardeşlerini değil tüm Avrupa gençliğini peşinden sürükleyecek yepyeni bir sound ile ortaya çıkacaktır.

Yönetmen Kaya uzun yılların emeği ile ortaya çıkmış bu benzersiz çalışmanın senaryosunu ‘Oray’ filmi ile tanıdığımız sinemacı Mehmet Akif Büyükatalay ile birlikte kaleme almış. Bülent Kullukçu ve İmran Ayata’nın 2014 yılında çıkardıkları –Misafir İşçilerin Şarkıları anlamına gelen- ‘Songs of Gastarbeiter’ adlı toplama albüm her şeyin başlangıcı olmuş. Aşık Metin Türközü ya da anne babalarının sesi Yüksel Özkasap’ı, Ozan Ata Cenani’yi bu sayede tanımışlar. Ağır bir arşiv taraması, lisanslama süreci ve sanatçılarla çekimler uzun yıllar almış. Filmde burada sayamayacağım o kadar çok detay var ki, tüm bunlar devasa materyal havuzundan tek tek ayıklanmış. Göçün siyasi ve güncel yaşamla ilişkisi ve bunun müzik yolu ile ifade edilmesi, müziğin bir sığınma ocağı olarak topluluğun sesi haline gelişi öylesine güzel dengelenmiş ki bu çileli tarihi yolculuk farklı duygularla soluk soluğa izleniyor. Hasengarten parkında takılan emekli müzisyenlerin temsil ettiği ikinci kuşak Türkiyeli ezgileri mırıldanırken, gariban anne babalarının aksine çatır çutur konuştukları Almancaları ile kendilerini Berlinli olarak hissetmekten de geri durmuyorlar. Bu noktada, süreç boyunca izleyiciye Almanya’dan çeşit çeşit sanatçı portreleri ile bir resmigeçit sunan Kaya’nın buna paralel olarak anlatısını milliyetçi bir bakış açısına yaslandırmaması filmin en büyük erdemlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Çifte vatanlı dünya insanları üzerine daha çok şey var söylenecek belki ama gerisini filmi izleyecek olanlara bırakalım. Biricik’ten dinlediğimiz ‘Gurbet Kuşları’nın eşlik ettiği son jenerik tamamlanmadan salondan ayrılmamanızı, Cem Kaya’nın post-credits muzip sürprizini atlamamanızı öneriyorum son olarak.

(24 Eylül 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Herkes Öldürür Sevdiğini

Fransız sinemasının çalışkan yönetmeni François Ozon, bu yıl Berlinale’nin açılış filmi olarak dünya prömiyerini yapan ‘Peter von Kant’ ile ustası Rainer Werner Fassbinder’e saygı duruşunda bulunuyor. 37 yaşında aramızdan ayrıldığında ardında bıraktığı 40 küsur film, 2 mini dizi, televizyon için çektiği 14 bölümlük başyapıtı ‘Berlin Alexanderplatz’ ve 20 küsur tiyatro eseri ile sinema tarihinin en hızlı üretmiş efsanesi olan Alman sinemacının kendi oyunundan beyazperdeye aktardığı 1972 yapımı ‘Petra Von Kant’ın Acı Gözyaşları / Die bitteren Tränen der Petra von Kant’ onun kendi hayatından izler taşır. Buradan yola çıkmış olan Ozon, moda dünyasının ikonlarından Petra’yı sinemanın yükselen yönetmeni Peter olarak değiştirmiş, Petra’nın gencecik Karin ile yaşadığı eşcinsel aşkın yerini Peter’ın Arap göçmeni Amir Ben Salem’e derin tutkusu almış. Köln’deki apartman dairesinde kendisine hem asistanlık hem uşaklık görevi yapan bir nevi kölesi konumundaki Karl ile yaşayan Peter von Kant, yaşlanmakta olmasına karşın cazibesini korumuş bir zamanların ünlü film yıldızı eski gözdesi Sidonie aracılığı ile tanışıyor 23 yaşındaki yakışıklı Amir ile. Onu bir yıldız yaparak birlikte dünyayı fethedeceklerdir. Lakin Peter’ın delice tutkusu Amir’i sahiplenme arzusu ile baskıcı bir hal almaya başlıyor. Genç delikanlının hayatını özgürce yaşama isteği acı da olsa Peter’ı yeni kararlar almaya itecektir.

Petra’nın deli tutkusunu anlatan oyun/filmin Fassbinder’in gözde oyuncularından Günther Kaufmann ile yaşadığı fırtınalı aşk ilişkisinden yola çıktığı biliniyor. Ozon filminin ana karakterini popüler bir yönetmene dönüştürdükten sonra, Fassbinder’e fizik olarak çok benzeyen bir oyuncu ile efsanevi Alman sinemacının kişisel biyografik denemesini inşa etmeye koyulmuş. Ozon’un yeniden yorumladığı yapıt ilişkilerde iktidar dinamikleri, sahiplenme, faşizan baskı kurma eğilimi, teslimiyet ve boyunduruk altına alma dürtüsü ana temaları üzerine yoğun bir tartışma açarken Fassbinder ve sinemasına dair bir dolu referans yoluyla belki de son dönemin en çekici sinefil yapımına imza atmış. Sadece giyimi kuşamı ile değil, cüssesi ve fiziksel özellikleriyle Fassbinder’e çok benzeyen Fransız oyuncu Denis Ménochet gerçekten çok başarılı. Hele Cora Vaucaire’in yorumladığı ‘Comme Au Théâtre’ eşlikli hüzünlü dans sahnesi unutulacak gibi değil. Yine acı gözyaşlarını yakın plan izlediğimiz final sahnesinde öylesine başarılı ki. Yıllardır filmlerde görmediğimiz cazibesini ve yıldız aurasını korumuş Isabelle Adjani’nin Sidonie’si Ozon’un sinemaseverlere bir diğer armağanı. Özgün filmin hiç konuşmayan ve sadece itaat eden Marlene’sinin yerini almış olan Karl’da Stefan Crepon, Amir’de genç yetenek Khalil Ben Gharbia hayranlıkla izleniyor.

Ozon, Alman sinemacının dönemin gözde oyuncularından Romy Schneider’e hayranlığı, hatta üzerinde çalışmakta olduğu ünlü başyapıtı ‘Maria Braun’un Evliliği / Die Ehe der Maria Braun’da oynaması için onunla irtibata geçme arzusuna dair ayrıntıyı atlamamış, ‘Petra von Kant’ın gönül çelen Karin’inin ardından Maria Braun rolünü kaparak ’70’li yıllara damgasını vuracak olan çalışma arkadaşı ve yakın dostu Hanna Schygulla’ya Peter’ın annesi rolünü vermiş, son jeneriğin ardından yönetmen ve fetiş oyuncusunun siyah-beyaz fotoğrafıyla Alman sinemasının altın dönemine saygısını eksik etmemiş. Fassbinder’in klasik ‘Petra’sı duvarında çıplak ve giyinik erkeklerin resmedildiği Poussin’in ‘Midas ve Bacchus’ tablosunun devasa kopyası bulunan, bir yatak, pelüş halı ve az parça eşyanın olduğu tek bir odada geçerken, Ozon kamerasını dışarı çıkmadan evin içinde gezdiriyor. Pencereden avlu bahçeye bakan kamera vasıtası ile Köln’ün değişen mevsimleri, sonbaharın sarı yaprakları, kara kışın kar beyazı evde yaşanan sevince ve hüzne eşlik ediyor. Fassbinder’in gençlik yıllarından pek sevdiğini bildiğimiz Scott Walker şarkısı ‘In My Room (Odamda)’yı Ozon da kullanmadan edememiş. Jean Genet uyarlaması vasiyet filmi ‘Querelle’in Jeanne Moreau’nun yorumuyla belleğimize kazınmış kült şarkısı ‘Herkes Öldürür Sevdiğini’ filmin açılış bölümünde Adjani’nin sesinden Almanca olarak yankılanıyor. Finalde yepyeni bir düzenlemesi yer alan ezginin Oscar Wilde’ın şiirinden alınan sözleri ise şöyle diyor:

Oysa herkes öldürür sevdiğini
Kulak verin bu dediklerime,
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle

Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimi yaşlı iken
Şehvetli ellerle boğar kimi
Kimi altından ellerle
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.

Kimi yeterince sevmez
Kimi fazla sever
Kimi satar, kimi de satın alır
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan
Çünkü herkes öldürür sevdiğini

Ama herkes öldürdü diye ölmez

(19 Eylül 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com