Kategori arşivi: Yazılar

Suç Kentinin Çocukları

Yoksulluğun kucağına doğmuş çocukları şiddetten uzak tutmak mümkün müdür. Latin Amerika gerçeğinde bu olasılık imkânsıza yakın ne yazık ki. Kolombiyalı yönetmen Andrés Ramírez Pulido geçtiğimiz yıllarda Berlin ve Cannes skeçkilerine kabul edilmiş kısalarından [‘El Eden’ (2016), ’Damiana’ (2017)] sonra çektiği ilk uzun metrajında bir kez daha ülkesinin küçük yaşta suça bulaşmış gençlerinin çıkmazını ele alıyor.

75. Cannes Film Festivali ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisinde en iyi film seçilen ‘Sürü / La Jauría’ 16 yaşlarında iki kafadarın tekinsiz bir Bogota akşamında cinayete bulaşması ile başlıyor. Alkol ve uyuşturucudan kafası dumanlı Eliú (Jhojan Estivez Jimenez) nefret ettiği öz babası yerine bir başkasını haklayıp yakalandığında kendisini reşit olmayan gençlerin tutulduğu ıslah merkezinde buluyor. Çocuklar gözleri bağlı, kamyonet arkalığında elleri birbirlerine zincirli canlı hayvan misali ormanlık alanın metruğunda eski bir malikânenin viraneliğine yerleştirilmiştir. Bir tür açık cezaevi diyebileceğimiz mekânın ve çevresindeki yeşillik alanın yeniden düzenlenmesi için ağır çalışma şartları beklemektedir onları. Deneysel rehabilitasyon kampının başında bulunan orta yaşlardaki Alvaro idealist tavrıyla suça bulaşmış gençleri eğitmeye çalışır. Sakinleştirici ilâç verilen çocukların grup terapileri, nefes egzersizleri, ‘kendini tanıma’ ya da ‘itiraf’ yöntemleri ile suçlarından arınacağına inanır bir müddet. Ancak Lucrecia Martel’in güzelim başyapıtında olduğu gibi burası bir ‘Bataklık / La Cienaga’dır. Tüfeğini omzundan eksik etmeyen Godoy gibilerin göz açtırmadığı, böceklerin etlerini kemirdiği cehennemi çalışma kampında sözler yutulmalıdır. Yoksa koşullara itiraz eden Calate gibiler anında susturulur. Uygulamayı başlatan bölge yetkilisinin ifadesiyle ‘burası bir psikiyatri kliniği değildir’. Ne Alvaro ne çocuklar değişecektir. Bunca yatırım bir zamanların aslan heykelli görkemli yüzme havuzlu villasının onarılıp çevredeki ağaçların kesilip mekânın gelecekte lüks bir sağlık merkezi olarak hizmete sokulması için yapılmamış mıdır. Büyüyen baskı hazır bekleyen şiddeti açığa çıkarmakta gecikmeyecektir.

‘Sürü’ Bogotalı sinemacının kendi ülkesine ve umutsuz gençlerine gözlemlerinden ortaya çıkmış başarılı bir çalışma. Görünen ile görünmeyen arasında bir pencere açmanın izinde Balthazar Lab’in halüsinatif görüntüleri, doğanın sesleri ile elektronik çığlıkların birbirine karıştığı, belgesel sinema geleneğinden beslenen ilgiye değer bir Latin Amerika deneyimi. Balta girmemiş ormanın sıklığında, gece vakti mum ışığı ve lambanın aydınlatamadığı karanlık ve loşluklarda ışığı seyirciden sürekli esirgiyor yönetmen. İşte tam bu yüzden gösterim koşullarının kusursuz olduğu bir sinema salonunda izlenmesi gerekiyor. Peki ışığa ulaşma yolunda gençler için hiç mi umut yoktur. Pulido tüm karamsarlığına rağmen, hapishanenin içinde ya da dışında beladan uzak durmanın hayli güç olduğu bir diyarda, muz yüklü kamyonet arkalığının ışıklı sıcaklığında umut kırıntılarını esirgemiyor.

(26 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Oppenheimer Ya Da Ölümün Cisimleşmiş Hali

Christopher Nolan’ın izleyiciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen 2020 yapımı bir önceki filmi ‘Tenet’ yönetmenin kendi ifadesi ile bir ‘kuantum soğuk savaşı’ öyküsüdür. ‘Zamanda ters akma’ prosedüründen hareketle gelecekten gelen bir bilimsel buluşun günümüz dünyasını yok etme olasılığına engel olma görevi de adı konmamış gizli ajana (John David Washington) verilmiştir. Nolan’ın hep çekmeyi arzuladığı James Bond macerası havasındaki yapımın sonlarına doğru silah tüccarı Priya, günümüz dünyasını yok etmeye yönelik gelecekten gelen buluşun sahibi bilim insanını Oppenheimer’e benzetir.

Atom bombasının babası olarak tarihe geçmiş Amerikalı fizikçiye olan ilgisini defalarca dile getirmiş Nolan’ın bir sonraki projesinde önce göklere çıkarılmış daha sonra yüzüstü bırakılmış bilim adamının trajik yaşam öyküsüne yönelmesi bu nedenle sürpriz olmadı. Zaman sorunsalı üzerine hayli kafa yormuş ve izleyicisini kendisi ile birlikte karmaşık problemlerin içine sürüklemeyi seven Amerikan sinemasının altın çocuğunun dünya sinemaları ile eş zamanlı olarak bizde de gösterime giren son filmi ‘Oppenheimer’ Kai Bird ile Martin Sherwin’in ‘American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer’ adlı Pulitzer ödüllü biyografi kitabından uyarlanmış.

Nolan’ın bu ilk biyografi denemesi üstattan bekleneceği üzere krolonojik bir gidişat izlemiyor. Ünlü fizikçi 20. yüzyıl başlarını ve moderniteyi tanımaya açık, farklı disiplinlerden Freud, Marx, Picasso ya da Stravinsky’nin dünyayı yeniden ifadelendirmeye yönelik kavramsal yapıtlarıyla ile besleniyor. Yahudi bir ailenin mensubu olan genç bilim adamı faşist güçlere karşı mücadele eden komünistleri destekliyor, süregelen İspanya İç Savaşı’nda Franco karşıtlarına maddi desteğini esirgemiyor. Sonraki yıllarda komünist sempatizanı olduğu gerekçesi ile suçlandığında, adım adım Avrupa’yı işgal eden ve tüm Yahudi halkını yok etmeye and içmiş Hitler tehlikesine karşı komünistleri desteklediğini açıkça itiraf etse de parti üyesi olmamıştır. Kardeşinin ve eşinin Komünist Parti üyesi olması bu süreçte ABD yetkililerince görmezden gelinir çünkü ABD Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer bomba yapımı üzerine faaliyet gösterecek Manhattan Projesi’nde onun liderliğine gereksinimi vardır. 16 Temmuz 1945’de New Mexico çölüne kurulmuş Trinity tesislerinde patlatılan bomba ile dünya sonsuza kadar değişecektir.

Nolan’ın filmi bilim adamının önce göklere çıkarılıp sonra gözden düşürüldüğü süreçleri krolonojik olmayan bir anlatı ile sunuyor. Oppie’nin Los Alamos tesislerinde süren hummalı çalışması renkli olarak verilirken, savaş sonrası soruşturma bölümlerinde ağırlıklı olarak siyah – beyaz tercih edilmiş. Yönetmenin değişmez görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın büyüleyici görüntüleri, İsveçli besteci Ludwig Göransson’un ‘Tenet’ten aşina olduğumuz hipnotik müzik çalışması ve Nolan filmlerine özgü kusursuz kurgu akışı seyir keyfini katlıyor, tamı tamamına 3 saatlik süresince izleyiciyi koltuğa mıhlıyor. Oyunculara gelirsek, buz mavisi melankolik bakışlarıyla fizikçinin saklı trajedisine hayat veren Cillian Murphy ile Salieri sendromundan muzdarip çapsız senatör Lewis Strauss’da sinema kariyerinin en iyi performanslarından birini sunan Robert Downey Jr. öne çıkarken, irili ufaklı diğer rollerde dünya sinemasının önemli oyuncuları (Matt Damon, Casey Affleck, Emily Blunt, Florence Pugh, Josh Hartnett, Benny Safdie, Kenneth Branagh, Rami Malek, Harry Truman’da Gary Oldman, Albert Einstein’da Tom Conti) teknik açıdan kusursuz yapımı kusursuz yorumlarıyla yüceltiyor.

Kızılderililerin topraklarında gerçekleşen ilk test uygulamasının ardından Japonya’da iki merkezin bombalanmasını kutlayan fizikçiler ordusunun deli coşkusunun gerisinde hepimizin çok iyi bildiği, onlarca belgeselde yüreğimiz burkularak tanık olduğumuz kelimelerin yetersiz kaldığı dipsiz bir insanlık trajedisi yatıyor kuşkusuz. Hiroşima ve Nagasaki’de kavrularak ölmüş, katılaşan giysileri etine yapışmış ya da sonrasında radyasyonun ölüme mahkûm ettiği binlerce insanın dramı perdeye yansımıyor. Atom bombasının babası bunları görmek istemiyor belki de. Çalışma arkadaşlarının alevden yanan suratları ya da ayağının içine çöktüğü kömürleşmiş bedenin dehşete düşürücü hayali onu bir an irkiltiyor gerçi ama gerisi üzerinde çok fazla durmuyor Nolan. Evet Truman’ın karşısına çıktığında ‘ellerim kanlı’ diyecek ve demir başkandan ‘alın gözümün önünden şu sulu gözlüyü’ zılgıtını yiyecektir ama dünyaların yok edicisi, ölümün cisimleşmiş halidir artık o. Patlamanın dünyayı sarabilecek bir zincirleme reaksiyon yaratmasından korkulmasına rağmen sonuna kadar gitmişler ve şansları yaver gittiği için dünya şimdilik kurtulmuştur. Ancak olası tehdit Demokles’in kılıcı misali tepemizde sallanmaktadır. Robert’in olası bir nükleer kapışmanın neden olabileceklerini düşündüğünde ürpererek gözlerini yumması, dünyamızın belirsiz geleceğine işaret ederken, benzer bir ürperti ile ayrılıyoruz sinema salonundan.

(20 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Savaş Kötüdür, Savaş Çıkaranlar Daha da Kötü…: Oppenheimer

Tarihi kronolojik sırayla anlattığınızda birçok insan sıkılır, hem geçmişten bir şeyler anlatıyorsunuzdur hem de doğrudan değil, dolaylı mesaj veriyorsunuzdur. Oysa (sözlü tarihte olduğu gibi) ilginç gelen konuları birleştirirseniz hem izleyicinin merakı artar hem bulmacayı çözmek için çaba harcar hem de araları bağlamak için düşünmeye başlar.

Önce teknik!

Sinemanın keyfini çıkaran yönetmenlerden biri Christopher Nolan; kendini yenilemesi yetmiyormuş gibi teknikte de yenilikler istiyor. Oppenheimer için, (biliyorsunuz, film kamera ve projeksiyon makinesinden dikey geçer) IMAX’a 35 mm’lik pelikül yerine 70 mm’lik bir kamera yaptırmış. Bu kameranın bir diğer özelliği de filmin yatay geçmesi, yani düzeneği tümüyle değiştirtmiş. Bu değişimle kamera hem çok ağır olmuş hem de ışığa daha çok gereksinim duymuş. Bunu düşünmek (fotoğraf filmleri de yataydır ve görüntü netliği sinema filmine oranla çok daha fazladır) ve yaptırabilmek Nolan’ın en büyük gücü… Bunun yanında (Pazarlamacı Burhan gibi oldu, hoş görün), Kodak’a yine 70 mm’lik siyah / beyaz film ürettirmiş. Akan zamanı boşa harcamayıp kur(dur)duğu platoların eksiğini tamamlamış sürekli denetimlerle…

Her ne kadar biz, sadece IMAX izlesek de, dünyada çok az şehirde ve salonda gerçek haliyle izlemek mümkün Oppenheimer filmini… bir de düşünün iki boyutlu ve sıradan salonların projeksiyonunu. Nolan’ın belki bu girişimi sinemaya yeni bir ivme kazandırır. Umudu üzmüyoruz.

Peki, orada bitiyor mu?

Hızı, kurgusu, müziği, oyuncularıyla (başroldeki Cillian Murphy, daha şimdiden Oscar adayı olarak gösteriliyor) Oppenheimer, Christopher Nolan’ın en iyi filmi… Senaryosunu da yazdığı filminde tarihin üç bölümü arasında bizi dolaştırıyor. Hem İkinci Dünya Savaşı gibi bütün ülkeleri ve insanları ilgilendiren bir dönem hem de savaş sonrasında siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişimi anlatıyor hem de bilim ile savaş arasında (tabii, bilim insanlarıyla siyasetçiler arasında da) bağlantı kuruyor. Yönetmen bizi, ülkesini sevmekle insanlığa karşı yaptıkları arasındaki etik mücadeleye götürüyor.

“Şimdi ben ölüm oldum…”

Fizikçi Oppenheimer, atom bombasının çalışmalarını sürdürürken, devletin kendisinden beklediğini verecek olmanın hazzı içerisindedir, ama bomba yüzbinlerce insanı yok edip toplumsal yaşamı bitirince içindekini dışa vurur: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.”

Filmin görselliğiyle anlattığı hikâyenin gücü ve etkisinin yanı sıra –bizim ülkemizle de bağlantılı olarak- devletin bakışı, siyasetçilerin tavrı ve söylenenlerle yapılanlar arasındaki farkı takip etmek gerek. Unutmadan kadın erkek ilişkisinin belirleyiciliğini vurgulamalıyım. Evliyken başka bir kadınla daha önceden kurduğu ilişkiyi sürdürüp intihar etmesine yol açması; eşiyle ilişkisinde aslında bir yanıyla eril tavrı, bir yanıyla da duyarlılığı (bomba denemelerinde kurutulan çamaşırların asılı durması veya kaldırılması) Oppenheimer’in sıradan bir insan olduğunu ifade ediyor. Yani bomba yapıyor olması, önemli bir iş başarması insani zaaflarının önüne geçemiyor.

Bizim ülkemizde siyasetçilerin büyük çoğunluğu “dün, dündür” anlayışıyla ayaküstü kırk yalan birden söylerken, İkinci Dünya Savaşının o zorlu günlerinde ve savaş sonrası mahkemelerde karşılarına çıkacağını bildikleri için daha usturuplu söylüyorlar söyleyeceklerini. Zaten filmin belirleyici anlarından birinde “esneklik” üzerine bir konuşma geçiyor; aman dikkat, dilinize mukayyet olun!

Einstein bile karşı…

Devlet (ya da devletin yönetiminde bulunanlar, hiç fark etmez) kendi çıkarı için her şeyi yapabilir, kaldı ki yalanlar masum bile kalabilir onların arasında. İkinci Dünya Savaşı bitmek üzeredir; Hitler intihar etmiş, Almanya teslim olmuştur, ama ABD yönetimi, dünyanın lideri olmak için atom bombası yap(tır)mayı kararlaştırmıştır. Komünist olarak suçlananlar, -gerçek olmasa bile- (tıpkı bizdeki gibi) işten atılırken Einstein, tepki gösterdiği ve işaret ettiği için bombayı geliştirmek amacıyla ihtiyaç duyulan Oppenheimer her türlü soruşturmadan sıyrılır kolayca. Demek ki hedefe giden her yol mubahtır devletler için. Gizli veya açıktan suçlanır Oppenheimer, bombayı üreten merkezin başında olduğundan; oysa en çok da o karşıdır bombanın insanlar üzerinde (Hiroşima ve Nagazaki’de) denenmesinden…

Filmde önemli yer tutan Trinity Test Sahası, -ki, atom bombasının denemelerinin yapıldığı, heyecanın doruğa çıktığı, sıfır değil ala sıfıra çok yakın olasılıkla da olsa dünyayı yok edebilecek bir patlama deneniyor- bir anlamda, birkaç hafta önce gösterime giren “Asteroit Şehir” filmiyle tanıdığımız bir mekân. İki filmi de izlemişseniz aradaki bağı kurmamanız için hiçbir sebep yok. Bu da sinema(cı)nın birbirine selamı olsa gerek.

Filmin en güçlü yanlarından biri kurgusu, daha da önemlisi müziği idi. Bombanın patlamasıyla sessizliğe bürünen ortalık tam da şok durumu yarattı. Yönetmen Nolan, “salondan çıkanlar konuşamayacak denli halsizdi” demiş, filmin arasında -unutmamaya çalışarak- izleyicileri de takip ettim, soluklarını tutmuş, merak içinde kıpırdamadan odaklanmışlardı beyazperdeye.

21 Temmuz’da gösterimde…

(20 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Eğlenceli Feminist Fantezi

‘Barbie’ Stanley Kubrick’in ölümsüz klasiği ‘2001: A Space Odyssey’e hınzır bir nazire ile açılıyor. Helen Mirren’ın sesinden dinlediğimiz prolog bölümünde tek boyutlu taş bebeklerden sıkılmış kız çocukları söz konusu filmdeki ‘yekpare kara taş’ misali yeryüzüne düşen klasik Barbie modeli ile yeni idollerine kavuşuyor. Richard Strauss’un ‘Also sprach Zarathustra’ senfonik şiirinin giriş bölümünün benzer biçimde eşlik ettiği Kubrick’in felsefi manifestosuna bu zıpır ithaf Amerikan bağımsızlarının saygın çiftlerinden Greta Gerwig ile gerçek hayattaki partneri Naum Baumbach’ın imzasını taşıyor.

Naumbach’ın ‘Frances Ha’da başarıyla yönettiği Gerwig’in 2019 yapımı ‘Küçük Kadınlar / Little Women’ uyarlamasının ardından bir kez daha yönetmen koltuğuna oturmuş, Amerikan Mattel firmasının dünyaya arz ettiği, daha önce animasyon formatı altında beyazperdeye gelmiş çağımız oyuncak aleminin efsanevi ikonunun kanlı canlı oyuncularla çekilen son sürümünü kotarmış. 2023 yazının muhtemel gişe hitlerinden biri olacağı varsayılan, ön satışlarıyla iddiasında haklı olduğunun sinyallerini veren yapım, tamamı stüdyoda çekilmiş Barbie’nin düş dünyası ile açılıyor. Başkan’ın kadın olduğu ve dişi cinsin herşeye hakim olduğu pembe bir evrendir burası. Hayatın her alanında faaliyet gösteren, farklı meslekleri, parlak kariyeri, parası ve toplumda liderlik gücü bulunan Barbie çeşitlemeleri bu ütopik evrende feminizmin temellerini atmış, erkeklerin ikinci sınıf vatandaş sayıldığı bir kadınlar dünyası yaratılmıştır.

Derken halinden pek memnun Barbie’nin anlam veremediği bir biçimde kapıldığı ‘ölüm düşüncesi’ ve ardından gelen fiziksel bozulmalar baş gösteriyor. Düzenin korunması için gerçek dünyaya açılan bağlantıdaki yırtığın onarılması gerektiğinde iş klasik Barbie’ye kalmıştır. Genç kız peşine takılan yapışkan Ken ile birlikte San Fransisco alemine vardığında gerçek evrende işlerin hiç de aynı şekilde yürümediğine şahit olur. Öte yandan saf Ken’in gerçek dünyaya yön veren ataerkilliğin iktidarı ile tanışması, at binen kovboy takımı, Rocky, Travolta, Don Corleone benzeri popüler Amerikan erkeklik ikonlarından feyz alması Barbie diyarında kuralları değiştirecek, erkek egemen ‘Kendom’ ile ‘Mojo Dojo Casa House’un temelleri atılacaktır. Bu durumda, bağımsızlıklarını yeniden ele geçirmek isteyen kadınların, egoları ve kıskançlıkları ile oynamak suretiyle erkekleri birbirine düşürmekten başka çaresi kalmamıştır.

Baumbach ve Gerwig ikilisinin bağımsız sinema deneyiminden ithal dokunuşlarla dayanılmaz bir taşlama olarak kotardığı, neşe ile izlenen bir film ‘Barbie’. İnce nüktelerine ve birbiri ardına patlayan esprilerine zor yetişiliyor. Erkek varlığını yücelten ve bunu iyi sakladıklarını hınzırca ifade eden eril dünyaya karşı feminizmi ve kadın haklarını savunan kıvrak metin, izlediğimiz her rolde bayıldığımız Margot Robbie ile kendisini hayli özleten Ryan Gosling’in harika performansları ve bizzat seslendirdikleri şarkılar ile desteklenmiş.

(19 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Gece, Paris ve Yara İzleri

Yaşanan bir büyük trajedinin insan hayatını geri dönülmez bir biçimde değiştirmesi üzerine çok çarpıcı bir film ‘Paris Hatıraları.’ Ya da özgün adıyla ‘Revoir Paris’ yabancı dil çevirmeni Mia’nın ait olduğu kenti bambaşka gözlerle yeniden keşfetme deneyiminin öyküsü. Huzurlu akşam randevusu erkek arkadaşına gelen acil çağrı nedeni ile yarıda kalan genç kadın, gece vakti motosikleti ile eve dönerken hem ani bastıran yağmurdan kaçmak, hem de bir kadeh içki eşliğinde yalnızlığından bir süreliğine de olsa sıyrılmak üzere eğlenen insanlarla dolu bistroya uğrar. Yakın bir masada doğum günü kutlanan adamın çapkın bakışları ya da iki Japon turistin salyangoz ile imtihanını gözler ve önündeki deftere notlar alırken kalemin eline bulaşan mürekkebini temizlemek üzere lavaboya yönelir. O an herşeyin karardığı ve eğlencenin bittiği andır. Makinalı tüfekli adamlar önüne geleni tararken ‘L’Etoile d’Or’ bir ölüm kalım savaşına sahne olur.

Sonrasında ne olmuştur? Genç kadın karnından yara almıştır ancak nasıl olduğunu ve insanların patır patır düştüğünü gördükten sonrasını hatırlamaz. Annesinin kır evinde üç ay kaldıktan sonra şehre döndüğünde hiçbir şey eskisi gibi değildir artık. İnsanlar ona farklı biriymiş gibi davranırken o da meşum gecenin izinde hafızasının dağılmış parçalarını toplama derdindedir. Bir ses, bir bakış, bir imaj, arayışında ona yol gösterirken, aynı felâketten kimi daha fazla hasar görerek kurtulmuş kişilerle temas kurmayı deneyecektir.

Ağırlıklı bir gece filmi olan yapım, Aralık 2015’te Paris’te meydana gelen seri katliam olaylarından yola çıkmış. Yönetmen Alice Winocour’un erkek kardeşi Jerome o meşum Aralık gecesi 90 kişinin katledildiği Paris’in ünlü Bataclan Tiyatrosu’nda izleyiciler arasındaymış ve saklandığı alanda kurtarılmayı beklerken ablası ile telefon irtibatını sürdürmüş. Fransız sinemacı tüm bir kenti dehşete boğan olayların sonrasında yaralı ve sağ kurtulan kurbanlar ile görüşmeler yapmış. ‘Paris Hatıraları’ işte bu izlenimlerin topluca paylaşımı ve yönetmenin ifadesi ile ‘bir iyileşme filmi’.

Tam da bu yüzden saldırı anına yalnızca Mia’nın gözüyle tanık oluyoruz. Saldırganların yüzünü görmüyor, o cehennem anında kaçmaya çalışırken vurulup yere düşen insanların şok edici görüntüleri ile kısa süreliğine baş başa kalıyoruz. Sonrası malûm bir karanlık boşluk. O geceden bölük pörçük bir şeyler hatırlayabilen Mia tekrar hayata dönebilmek için mağdurlar ile iletişime geçmek sureti ile anılarını bir yapbozun parçacıkları misali bir araya getirmeye gayret ediyor. Bu süreçte restoranda çalıştıran personelin önemli kısmının Afrikalı kaçak işçilerden oluştuğunu öğreniyor. Eski hayatında ilişki kurmayacağı insanlarla temasa geçerken, toplu iyileşme güdüsü ile büyük travmaların ardından yeşeren yeni dostluklar, yeni birliktelikler ortaya çıkıyor, toplumun farklı katmanlarından farklı diller konuşan insanlar bir araya geliyor.

Derinden yaralan Paris’in de filmin ana karakterlerinden biri olduğu yapım, cehennemden çıkmak için ellerini birleştiren ölümde eşit çağımız tedirgin insanının evrensel portresini melodrama yuvarlanmadan vermeyi başarıyor. Çok dürüst ve çok etkileyici.

(18 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Kahraman Olma Düşleri

İşsiz güçsüz Ellis French (Jeremy Pope) eşcinsel olduğu gerekçesiyle kendisini 5 yıl önce sokağa atmış annesinin kapısını bir umutla bir kez daha çalar. ‘Ne işe kalkışsan duvara toslayacaksın.’ diyen çok genç yaşta anne olmuş kadından yardım dilenir. Inez (Gabrielle Union) Nuh der peygamber demez. Dini inançlarına ters düşen cinsel tercihi nedeniyle istediği gibi bir evlat olmayacaksa oğlunu bağrına basmamaya yeminlidir. Bir şeylerin değişmesi gerektiğinin bilincinde kendini ülkesine ve ebeveynine ispatlamak için deniz piyadeliğine başvuruda bulunan genç adamı doğum belgesini almak üzere kapısını çaldığında ‘Seni kaybettiğimi kabul ettim ben.’ diyecektir. Ellis bir kez daha kapı önüne konduğu evden kokusu iştah kabartan anne yemeğini tadamadan ayrılır.

‘Teftiş / The Inspection’ siyahi yazar yönetmen Elegance Bratton’ın özyaşamsal öyküsünden yola çıkmış. 2005 – 2010 yılları arasında deniz piyadesi olarak orduya hizmet veren sinemacının 2020’de kaybettiği annesine ithaf ettiği bir anı defteri niteliğindeki bu ilk film genç Ellis’in zorlu askerlik eğitimini safha safha anlatıyor. Stanley Kubrick başyapıtı ‘Full Metal Jacket’da acemi bir askeri sinir krizi ve intihara sürükleyen bu eziyetli süreç, Ellis’in eşcinselliğinin fark edilmesiyle tam bir kâbusa dönüşüyor. Ama yılmak yoktur, pes etmeyecektir. Baş çavuşuna hissettiği arzuyu kalbine gömerek her türlü cefaya katlanacaktır.

‘Teftiş’ eğitimsiz işsiz güçsüz, üstüne üstlük eşcinsel genç bir bireyin Amerikan cangılında çıkış yolu arayışı üzerine dürüst bir deneme, sinema aracılığı ile dile gelmiş bir çığlık. Ellis’in kendisini yaşadığı topluma ve annesine kanıtlamak için giriştiği varolma savaşına okey, ancak onun Amerika’nın barış havariliği kisvesi altında Orta Doğu petrol kaynaklarına yönelik işgâl hareketine katılmak suretiyle kahraman olma illüzyonunu paylaşamıyoruz elbette. Ryan Murhy imzasını taşıyan 2020 yapımı ‘Hollywood’ dizisi ile Emmy adayı olmuş yönetmenin alter egosu Pope’un başarılı yorumu dikkat çekiyor.

(17 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

12 Punto 5 Yaşında

12 Punto ’23 TRT Senaryo Günleri, 16 – 23 Temmuz 2023 tarihlerinde 22 ülkeden yapımcı, yönetmen ve film endüstrisi profesyonellerinin katılımıyla gerçekleşiyor.

Türkiye’nin en büyük senaryo geliştirme ve ortak yapım platformu olan 12 Punto, Türk Sinemasına yeni, farklı hikâyeler ve filmler kazandırmayı, senaryo aşamasından dağıtım aşamasına dek uluslararası alanda projelere her aşamada destek olmayı hedefliyor.

Şimdiye kadar 12 Punto’dan destek alan yönetmenler arasında Zeki Demirkubuz (Hayat), Reha Erdem (Neandira), Tayfun Pirselimoğlu (İdea), Atalay Taşdiken (Turagay – Hara), Cemil Ağacıkoğlu (Kamış) ve Eren Danışman Boz’u (Turna Misali) sayabiliriz.

Bu yıl jüri üyeleri arasında Oscar ödüllü Bosna Hersekli yönetmen Danis Tanovic, Oscar ödüllü Polonyalı yapımcı Ewa Puszczynska, Saraybosna Film Festivali’nin Kurucusu Mirsad Purivatra, Doha Film Endüstrisi CEO’su Fatma Al – Remaihi ve Berlin Film Festivali Avrupa Film Marketi’nin direktörü Dennish Ruh yer alıyor.

Uzun Metraj Film kategorisinde uluslararası jüri tarafından seçilen 12 proje, 12 Punto kapsamında dünyanın en önemli senaryo danışmanları ile senaryolarını geliştiriyorlar ve projelerini jüriye sunuyorlar.

12 finalist proje arasından seçilen 3 projeye TRT Ortak Yapım Ödülü, 3 projeye TRT Ön Alım Ödülü ve 6 projeye de TRT Proje Geliştirme Ödülü veriliyor. Kısacası 12 Punto’nun kaybedeni hiç yok. Mutlaka bir kazanımla dönülüyor.

Paneller, masterclaslar, herkese açık film gösterimleri ve yönetmenlerle söyleşilerden oluşan, 12 Punto ’23 TRT Senaryo Günleri’nin buluşma noktası Feriye Sineması.

Detaylı bilgiye, https://trt12punto.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

(17 Temmuz 2023)

Semra Güzel Korver

Bir Terör Kurbanının Anıları ve Yaşadığı Şehrin Duygusal Hikâyesi

Filmin basın bültenini okuduğumda “yine klişe bir terör saldırısı filmi” diye içimden geçirdim. Yine Ortadoğulu teröristler, yine fundamental İslamcılar, yine… ancak film beni yanılttı doğrusu.

“Paris Hatıraları” (Revoir Paris), terör saldırılardan, kurbanların sayılmasından ve hayatta kalanların güvenliğinin ve sağlığının sağlanmasından sonra; bu terör saldırganlarının peşine düşenlerle ya da ölenlerin yakınlarına olanlarla ilgili değil. Saldırı sonrası iyileşme yolunda hayatla yeniden bağlantı kurmakla ilgili başka bir film. Alice Winocour, özünde hayatını yeniden kurmaya çalışan ve ışıklar şehri Paris’te yaşamayı yeniden öğrenmeye çalışan bir kadının hikâyesini sunuyor bize.

Mia (Virginie Efira) Rusça tercümandır. Konferanslarda ve radyo istasyonlarında çalışmak için motosikletiyle Paris’i dolaşır. Biz de Paris’in güzelliklerini görürüz. Hele gece ışıltıları ile Paris bir başka güzel gösterilir. Cerrah erkek arkadaşı Vincent (Grégoire Colin) ile çok mutlu görünmektedir. Bir akşam birlikte bir restoranda yemek yerken Vincent, bir telefon alır ve işe dönmesi gerektiğini söyler. Mia da kalkar restorandan. Yolda şiddetli bir yağmur bastırınca bir restoran – bara sığınır. Karşı masada bir adam (Benoît Magimel) meslektaşlarıyla doğum gününü kutlamaktadır. Pasta gelir ama adamın dikkati dağılmıştır çünkü Mia’ya bakmaktadır. Ardından makineli tüfek sesleri gelir… Ve sonrası kara delik.

Alice Winocour’un Cannes’da “Yönetmenlerin 15 Günü” seçkisinde yer alan filmi işte bu saldırıda hayatta kalan Mia’nın hasar görmüş ruhunu araştırır, ancak o geceye ait anılarını çözmeye yardımcı olmak için sempatik yabancıların izini sürerken ona doğrusal, araştırmacı bir iyileşme süreci sağlar. Trajediden sonra Mia’nın hayatı saldırıdan sağ kurtulan pek çokları gibi rotasından çıkar. Ağır bir keder, suçluluk ve sürekli yankılanan şok sarmalından kaçış başlar.

Seçilmiş çekimler ve seslerle gösterilen, ustaca kurgulanan ve ardından siyaha kesilen saldırı olayları, Mia için olduğu kadar izleyici için de belirsizdir. Mia, En azından fiziksel olarak tek parça halinde hayattadır. Zihni hem anıların, hem de yeniden canlandırmanın devreye girdiği ya da kaybolduğu bir yerdir. Çünkü yaşadığı olayın bazı yerleri siyah olduğu kadar boştur da. Yeni bir dünyaya ve yeni bir Paris’e doğru itilen Mia, diğer kurtulanlarla ve ayrıca hayatta kalamayan kurbanların yakınlarıyla yavaş yavaş karşılaşarak bu kayıp yapboz parçalarını birleştirmeye başlar. Bunlardan en önemlisi ve mutlaka bulmak istediği kişi, saldırı anında elini tutan, ona sarılan ve Paris’te kaçak olarak çalışan Senegalli genç bir erkek garsondur. Mia bu genci ararken ışıltılı Paris’in öteki yüzünü gettoları, göçmen mahallerini, tutunmaya çalışan sürekli polisten kaçan göçmenlerin dünyasını görür.

“Paris Hatıraları” size, ölüm-kalım anında hiç tanımadığımız, farklı sosyo-ekonomik sınıflardan olduğunuz, belki de normal şartlarda selam bile vermeyeceğiniz insanlarla hayatın son saniyesini paylaşmanın, hayatta kalabilme umudunun ve o an birinin elinizi tutmasından aldığınız güven ve rahatlama hissinin ne demek olduğunu etkili bir şekilde geçiriyor: “Elimi tuttuğun için teşekkür ederim.”

(16 Temmuz 2023)

Semra Güzel Korver

Güzel ve Acımasız Topraklarda

Filmekimi’nde izleyenleri büyülemiş olan ‘Tanrının Unuttuğu Yer / Godland’in Danimarka ve İzlanda dilinde özgün adları (‘Vanskabte Land’ / ‘Volaða Land’) ‘berbat ya da yaşanmaz topraklar’ anlamına geliyor. 75. Cannes film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan Hlynur Pálmason imzalı yapım, 19. yüzyıl sonlarında Danimarka’nın kolonisi olan İzlanda’nın ücra bir köyüne kilise inşa etmek üzere misyoner olarak bölgeye giden genç din adamının çetin deneyimi üzerinden, doğa, inanç, ölüm, ahlak, toksik erkeklik gibi meseleleri tartışmaya açıyor.

Lüteryen kilisesinin idealist rahibi Lucas (Elliott Crosset Hove) romantik düşlerle ayak bastığı Kuzey İzlanda kıyısında ummadığı denli zorlu yaşam şartlarında zorlanırken, Danca konuşmaktan imtina eden İzlandalı yerel rehber Ragnar (Ingvar Eggert Sigurðsson) ile derin bir iletişimsizlik sorunu yaşıyor. Bir noktada Tanrı’ya yakaran Lucas ‘devam etmeye gücü kalmadığını’ haykıracak raddeye geliyor. Kafile meşakkatli yolculuğun ardından 30 küsur kişilik dağ köyüne ulaştığında, Danimarkalı Carl (Jacob Hauberg Lohmann) ve iki sevecen kızının evinde misafir edilen Lucas ideallerini gerçekleştirme konusunda derin bir hesaplaşma içine giriyor. Lucas kendisine düşman gibi davranan Ragnar ile mücadelesinde toksik erkekliğin tuzaklarından sıyrılmayı becerebilecek midir.

İKSV festivalleri sayesinde tanıma şansına eriştiğimiz Pálmason sevdiğimiz bir yönetmen. 16 mm çektiği 2017 yapımı ilk uzun metrajı ‘Kış Kardeşleri / Vinterbrødre’ buz gibi bir hava, zorlu çalışma koşulları ve sürekli tekrar eden alışkanlıklar üzerine aşksız bir hikâyedir. Karla ve kireçle kaplı bembeyaz madenci kasabasında prefabrik evlerde oturup madende çalışan iki erkek kardeşin sevme ve sevilme ihtiyacı yalnızca iki kardeşin arasını açmakla kalmayacak, karlı kaplı yerleşim bölgesinin dinamiklerini alt üst edecektir. Prömiyerini yine Cannes’da yapmış ve İzlanda’nın Oscar adayı olmuş 2019 yapımı ikinci filmi ‘Beyaz, Bembeyaz Bir Gün / Hvitur, Hvitur Dagur’ adalar ülkesinin yine ücra bir kasabasında geçen keder, yas, delilik, koşulsuz sevgi ve yine toksik erkeklik üzerine sert kabuğunun altında hüzünlü bir öykü anlatır. Yönetmen ‘Tanrının Unuttuğu Yer’de uluslararası başarı kazanmış bu iki filmin başrol oyuncularını bir araya getirmiş ve vahşi doğa koşullarında zorlanan bireylerin ahlaki ikilem sorununu tartışmaya açıyor. İzlanda’da doğmuş, Danimarka’da eğitim görmüş ve aile kurmuş sinemacı, parçası olduğu iki komşu ülkenin çelişen dünyasını ustalıkla irdelediği filminin ‘İzlanda’ya bir aşk ve nefret mektubu olduğundan’ söz ediyor bir söyleşisinde. Zorlu tabiat şartlarının toksik erkekliği bilediğinin altını çizerken, ikinci bölümde devreye giren kadın karakterlerin bu yaşanması zor topraklara sunduğu inceliği vurguluyor. ‘Beyaz, Bembeyaz Bir Gün’de parlayan -aynı zamanda yönetmenin gerçek hayattaki kızı olan- ödüllü yetenek Ída Mekkín Hlynsdóttir canlandırdığı sanatçı ruhlu doğa aşığı Ída karakteriyle Pálmason’un ideal karakteri olarak bir kez daha öne çıkıyor.

İzlandalı yönetmen Danimarkalı genç rahibin fotoğraf makinesi ile yöre ve yabanıl halkı kayda almasına paralel olarak yaklaşık 2,5 saat uzunluğundaki filmini 35 mm klasik akademi ölçüsünde çekmiş. Seyirciden emek isteyen ve her karenin bir fotoğraf güzelliğindeki yapıtını iki yıla yayılan ve sabır isteyen çekimlerinde vahşi ve güzel doğada mevsimlerin ve zamanın geçişini ustaca kurgulamış. İnanç, ruhanilik, erkeklik, ahlâki ikilem ve kolonyalizm üzerine tartışan, Maria von Hausswolff’in büyüleyici görselliği ve Tayvanlı Alex Zhang Huntai’in hipnotik müziğiyle gönüllere yerleşen yılın en iyi yapımlarından biri ‘Tanrının Unuttuğu Yer’. Werner Herzog’un 1972 yapımı klasiği ‘Aguirre, der Zorn Gottes’ ile yakın akrabalığı bulunan filmi mümkünse beyazperdede izlemeye çalışın.

(13 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Adrenalin Çok Yüksek

Büyük yıldızlar devrinin hayli gerilerde kaldığı günümüz Amerikan sinema evreninin tartışmasız tek megastarı konumundaki Tom Cruise tek başına koşmayı sürdürüyor. Üstelik bunu 60’ını devirdiği bir dönemde yapıyor. 24 yaşının ataklığıyla şöhret merdivenlerini hızla tırmandığı 1986 yapımı ‘Top Gun’ın devam filmi ile geçtiğimiz yıl gişe rekorlarını allak bullak eden ünlü aktör, özenle koruduğu formu ve dinmek bilmeyen enerjisi ile kendi kariyeri kadar Amerikan Sinema Endüstrisi için de savaşırken, dijital gücün karşısında kimilerinin ’analog dönemin kalıntısı’ diye gözden çıkardığı sinema salonunda film izleme alışkanlığının ayakta kalabilmesi için geniş perdenin görsel işitsel büyüsünü yücelten filmler yapmayı sürdürüyor.

Dünya sinemaları ile eş zamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm / Mission: Impossible – Dead Reckoning Part One’ aktörün 1996 yılında Brian De Palma imzalı serinin ilk filmi ile başladığı 27 yıllık serüveninin yedinci halkası. Beşinci filmden başlayarak 1996 yapımı kült klasik ‘Olağan Şüpheliler / Usual Suspects’in yaratıcısı olarak bilinen Christopher McQuarrie’nin yönetmenliğinde çekilen serinin son halkası esrarengiz bir prolog ile açılıyor. Savaş teknolojisinde son gelinen nokta olarak adlandırılan Rusların Sevastopol* adlı görünmez denilen ölüm denizaltısı, Bering Denizi’nde başka bir hayalet gücün oyunuyla kendi torpidosu ile vuruluyor. Düşman farklıdır bu defa. Yoldan çıkmış bir yapay zeka, ‘varlık / entity’ olarak adlandırılan bir sinsi algoritma, bilgisayar virüsü misali dünyanın tüm savunma sistemlerine, bankalara, finansal sistemlerine vs. rahatça sızabilmekte ve dünyayı karıştırabilmektedir. Artık tek hedefi dünya istihbarat örgütlerini ele geçirmek olan bu dinsiz, vatansız ve de ahlâksız yeni sürüm dijital düşmanı durdurma görevi eski dostumuz Ethan Hunt’a havale ediliyor. Gölgelerde yaşayan ve asla tanışmadıkları için mücadele eden kanlı canlı süper kahramanımız, sinemacılık sektörünün son savaşçısı Cruise gerçek hayattaki misyonuna hoş bir nazire olarak gördüğüm dijital düşman ile kavgasında rakibi kontrol altına alacak olan haç biçimindeki ikiz anahtarları ele geçirmek için mücadeleye girişiyor. Bu süreçte, siber uzayı işgâl eden yeni düşmanın izini sürerken, gerçeği çarpıtan bu dijital paraziti tıpkı Ridley Scott imzalı ‘Yaratık / Alien’da olduğu gibi küresel bir savaşın aracı olarak kullanmak ve dünyamızın azalan enerji kaynaklarına hakim olmak isteyen farklı güçlere kafa tutması kaçınılmazdır.

Serinin eskilerinden İngiliz istihbaratı eski ajanı Ilsa’nın da (Rebecca Ferguson) işin içinde olduğu yeni macera Arabistan çöllüğünde kum fırtınası altında bir çatışma ile başlıyor. Abu Dhabi havaalanında dehşetengiz bir takiple sürüyor. Cruise’un becerikli hırsız kız Grace (Hayley Atwell) ile kelepçelendiği mini Fiat arabanın içinde çekilmiş, Roma’nın dar sokaklarının arşınladığı, İspanyol Merdivenleri’nde çekilmiş bölümlerde eski usul aksiyon filmlerinin komik takip sahnelerine selam çakılıyor. Ducale sarayındaki ‘Eyes Wide Shut’ esinli parti sahnesinin ardından San Marco meydanına yakın ünlü Ponte Minich üzerindeki erkekli kadınlı bıçak düellosu ile Venedik gizemi sarıyor her bir yanı. Bu arada Cruise’un bitmek bilmez koşusu sürüp gidiyor.

Tam serinin bir önceki filmi (‘Mission: Impossible – Yansımalar / Mission: Impossible – Fallout’) aksiyon sahneleri açısından çok daha doyurucuydu derken, son filmin fragmanında yer alan, 4 bin fit (1200 metreyi biraz aşkın) yükseklikteki sarp kayalıktan paraşütle atlayış (bu sahne Norveç’te çekilmiş) ve akabinde Orient Express’in içinde ve tepesinde geçen, eski ekolü çağrıştırsa da çok iyi çekilmiş soluk soluğa son aksiyon sekansı imdada yetişiyor. 163 dakikalık belki de biraz gereksiz uzunluğuna karşın, adından da anlaşılacağı gibi maceranın ilk bölümü ile sonlanıyor film. Anahtarlar sadece başlangıç, ‘dört boyutlu algoritma ile oynanan satranç oyunu’nun şeytani hamleleri için gelecek yıl gösterime gireceği açıklanan ikinci bölümü beklemek gerekiyor.

*Dilimizde Sivastopol olarak geçmektedir.

(12 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Efsunlu İçsel Yolculuk

73. Berlin Film Festivali’nin ana yarışma filmlerinden ‘Disco Boy’ tropik dinginliğe sinsi bir yağmur ve içli bir mırıldanışın eşlik ettiği sahne ile açılıyor. Kamera silahları ellerinde kucak kucağa uykuya dalmış militanlara yaklaşırken kırmızılı kadının endişeli bakışını fark ediyoruz. Bir Apichatpong Weerasethakul filmini anımsatan bu düşsel girişin ardından Nijer deltasının efsunlu ikliminden bir süreliğine uzaklaşarak ana karakterin öyküsünü öğrenmek üzere Doğu Avrupa yollarına düşüyoruz. Belaruslu bir holigan grubu üç günlük vizeyle Polonya’ya maç izlemeye gitmektedir. Lakin iki arkadaşın amacı başkadır. Dağ tepe ve nehirleri aşarak kaçak yoldan Avrupa’nın kalbine ulaşma sevdasındaki Mikhail hayatını kaybederken Alexei sekiz günlük ölüm kalım savaşının ardından Fransa’ya kapak atmayı başarır. Dövmeli bedeninin boyun bölgesinde ‘yetim’ sözcüğü kazılı genç adam filmlerden çat pat öğrendiğini söylediği Fransızcası ile lejyonerliğe başvurur. ‘Korkaklar evde kalır’ mottosundan hareketle risk almaya sıcak baktığını ifade eden eski suçlu için kaybedecek hiçbir şey yoktur. Burada geçmişi ne olursa olsun herkesin şansı vardır. Zorlu askerlik eğitimini geçtiği takdirde oturma iznine, beş yıl içinde Fransız vatandaşlığına, kısaca yeni bir hayata başlaması işten bile değildir.

Filmin ilk bölümünde Claire Denis’nin ‘Beau Travail’ filmini anımsatan bir erkekler ve askeri eğitim dünyasına tanıklık ederiz. Ancak şaşırtıcı ilk filmini çeken İtalyan yönetmen Giacomo Abbruzzese’nin yapıtında çok daha fazlası beklemektedir bizleri. İkinci bölümde Alexei ya da yeni adıyla Alex’in dünyasından bir süreliğine uzaklaşarak yeniden Nijer Deltası’na döneriz. Açılışta karşılaştığımız MEND (Nijer Deltası Kurtuluş Örgütü) militanları Fransız emperyalizminin yıllardır sömürdüğü topraklarını savunmak için isyan halindedir. Cehalet ve açlıkla boğuşan halkları ve petrol şirketlerince talan edilen yurtlarını kurtarmak için atalarının itaatkâr yolundan gitmeyeceklerine and içmişlerdir. Fransız rehineleri kurtarmak için lejyoner askerlerinin deltaya çıkışı Alexei ile MEND’in lideri Jomo’yu karşı karşıya getirecektir.

İtalyan yönetmenin sağlam bir politik mesaj taşıyan sömürgecilik ve militarizm karşıtı yapıtı bu noktadan başlayarak baştan itibaren sinyallerini verdiği farklı bir duyusal evrenin kapılarını açmaya koyulur. Düşman saflardaki iki askerin nehirdeki mücadelesini kızılötesi ışık altında izlerken tekinsiz elektronik tınılar eşliğinde saykodelik bir iç yolculuğun içine dalarız. Jomo ile kızkardeşinin ateş başındaki hipnotik dansının Alex’in vicdan muhasebesine karıştığına tanıklık ederiz. Genç Belaruslu için aydınlanma anıdır bu. Abbruzzese’nin bir röportajında ifade ettiği gibi ‘sahip olduğumuz tek dünyayı kendimizden farklı olanlarla kardeşçe paylaşma gereğini’ kavrayış anıdır bu. Alexei kendinin olmayan bir dili konuşan sömürülenler kulübünde olduğu gerçeği ile yüzleştiğinde gemileri yakacaktır.

Vitalic ya da namı diğer Pascal Arbez – Nicolas imzalı elektronik tınıların usta görüntü yönetmeni Hélène Louvart’ın büyüleyici görselliğine eşlik ettiği ‘Disco Boy’un Berlin’de ‘olağanüstü sanatsal katkı’ ödülünü almış olması hiç şaşırtıcı değil. Anti kapitalist mesajını, elektronik müzik ile büyülü görsellik ile harmanlayan bu çok etkileyici ilk filmde, Alman sinemasının dünyaya armağan ettiği bukalemun oyuncu Franz Rogowski metamorfozun eşiğindeki melankolik yorumu ile yine döktürmüş. Başkaldırısını şamanik danslarıyla ifade eden Jomo’da Morr Ndiaye, Udoka’da Laetitia Ky’ın gizemli personaları, gözlerdeki heterokromi ile oluşan renklenme farklılığı yönetmenin halüsinatif bir dünya inşasına büyük katkıda bulunmuş. Abbruzzese’nin yeni çalışmalarını merakla bekliyoruz.

(11 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Hakikati Yakalama Adına Moda Olanın Dışında Kalan Başka İnsanlar

“Tavuri (Şeytan)”, Derviş Zaim’in yönettiği, Mustafa Serttaş isimli bir dolandırıcının hayatına odaklanan uzun metraj bir belgesel sinema eseri. Zaim bu kez suç olgusuyla örülü “Tavuri” lâkaplı dolandırıcının uzun yıllara yayılan hikâyesini anlatarak, suçluların dünyasına derinlemesine bir bakış sunuyor. Seyircisini sıradanlıktan uzaklaştırarak, suçun karmaşıklığını ve insan psikolojisinin derinliklerini keşfetmeye davet ediyor. Belgesel; suç, kötülük, ceza, özgürlük süreçleriyle ilgili önemli sorular sormasının yanı sıra, kurmaca dışı sinemanın sınırlarını zorlamayı da başarıyor.

İlkokulu bitirmemiş olan Mustafa Serttaş, Kıbrıs’ta yoksul ve parçalanmış bir ailede yetişir ve çocukluğundan itibaren hırsızlığa başlar, bu alışkanlığı zamanla bir tutkuya dönüşür. Serttaş’ın sekiz yıl boyunca hapishane içinde ve dışarıdaki yaşamı takip edilerek oluşturulan belgeselin çekimleri Kuzey Kıbrıs’ta ve İngiltere’de gerçekleştirilmiş. Zaim, dünya prömiyerini ABD’de Mart 2023’te ‘True False’ta tüm dünyadan sadece 33 filmin gösterildiği yarışmasız özel ve butik bir festivalde yaparak önemli bir başarıya imza atıyor. Ardından Nisan ayında İstanbul Film Festivali’nde yarışma dışı olarak gerçekleşen Türkiye’deki ilk gösterim ve Haziran’da ise Safranbolu ve İzmir festivallerindeki yarışma dışı gösterimler geliyor.

Ben de belgeseli Safranbolu’da izleme ve Derviş Zaim’e sorularımı sorma fırsatı buldum.

Tavuri’nin hikâyesini belgesel film yapmaya nasıl ve neden karar verdiniz? Kısacası derdiniz neydi?

Tavuri sosyal, düşünsel, ruhsal bakımlardan bir sürü soruyu sormamı kolaylaştırabilecek bir karakter gibi duruyordu. Şahsi sebepler de projeye kalkışmama yol açtı. Ben Mustafa Sertaş’ı on yaşından itibaren yaşamaya başladığım Mağusa’nın Yenişehir semtinden tanıyordum. Adadaki 1974 savaşı nedeniyle on yaşında iken ailemle beraber Limasol’daki evimizi terketmek zorunda kalmış, Limasol’dan Mağusa’ya göç etmiş ve Mağusa’nın Yenişehir semtinde başımızı sokacağımız boş bir ev bulmuştuk. Tavuri’yi o mahallenin bize uzak bir sokağında yaşayan bir ailenin dokuz yaşındaki oğlu olarak tanıdım. Evler çok yakın olmadığı için onunla çok sık görüştüğümü de söyleyemem ama tanışıklık esnasında onun hırsızlık eğilimleri olduğunu işitmeye başladık. Giderek ciddi suçlara yöneldi. Ülkenin en namlı hırsız ve dolandırıcısı oldu. Tavuri merkezi cezaevine düştüğü sırada tamamıyla kopmuştuk. Onu yeniden görmem kırk yıl sonrasına, 2014 yılına denk düşüyor. Lefkoşa’nın Rum hapishanesinden yeni çıkmıştı. Kuzeyde arandığından şüphelendiği için Kuzey Kıbrıs’a, yani Türk bölgesine geçmekte tereddüt ediyordu. Onun hakkında bir kitap yazmış olan gazeteci Aral Moral’ı buldum. Aral Moral sayesinde Rum tarafında sınırın yakınında yer alan Ledra sokağında, Rum – Türk barikatına yüz metre mesafedeki bir kafede üçümüz buluştuk. Tavuri görüşmemizden bir süre sonra Kuzey’e, Türk tarafına geçti ve sanırım arandığı bir suç yüzünden hapishaneye düştü. O hapishaneye düştüğü zaman benim onunla Rum tarafındaki ilk görüşmemizin üzerinden birkaç aylık bir zaman geçmişti.

Hapishane yetkililerinden izin alarak onu içeride iken ziyaret ettim. Konuşmayı ve çekim yapmamı kabûl etti. Ama proje sadece onun üzerine değildi. Daha doğrusu bir sürü mahkûmla konuşmaya, çekim yapmaya başlamıştık. Kafamda suç olgusu ile ilgili sınırları tam netleşmemiş bir proje gerçekleştirmek vardı ama karakter, çatışma, temel fikrin ne olacağı gibi gibi konular aklımda o sıralarda henüz net değildi. Netleştirmek umuduyla hapishanede yatan bir sürü mahkûmla eşzamanlı biçimde konuşuyor, hikâyelerini dinlemeye, onları anlamaya çalışıyordum. Zamanla Tavuri temas ettiğim mahkûmların arasından tek konuştuğum insan olarak kaldı. Röportajlar yapmayı zamana yayarak sürdürdüm. Aradan aylar geçti ve çalışma gözlemci belgesele doğru evrilmeye başladı. Ama gözlemci belgesel olarak kalmadı. Zamanla belgeselin başka duraklarına doğru seyahatini sürdürdü ki tarzlar arasındaki bu yolculuğu nihai ürünün içeriği mânâsında olumlu ve keyif verici olarak değerlendiriyorum.

Yeri gelmişken meraklısına not olarak ileteyim. Onunla yaptığım konuşmalardan oluşan geniş malzemeyi ayrıca montajlamaya çalıştım. Şu anda beş bölümlük kırk dakika civarında bir malzeme söz konusu. Bu yıl, yani 2023 yılında seyirciye sunulan Tavuri filminden bağımsız, ayrı bir sözlü çalışma bütünü olarak o malzemeyi de seyirci karşısına ileride çıkarmayı planlıyorum.

Tavuri’nin hikâyesini belgesel sinemaya yansıtırken, biçim üzerine nasıl kafa yordunuz? Bu süreci paylaşır mısınız?

Yaptığım belgesel, Bill Nichols’un tabiri ile bir açıklayıcı belgesel değildir. Filmi çıkarmaya gayret ederken motivasyonlarım ne idi? Çocukluk arkadaşınız, ülkenin en namlı dolandırıcı ve hırsızı haline dönüşmüşse, bu durum size iyilikle kötülüğün doğası, kötülüğe karşı nasıl bir mesafe alabileceğimiz, insanın yazgısı ve özgürlük, kurumlar üzerine bereketli bir soruşturma alanı açabilir. Bu sorular benim onunla olan şahsi tarihim ve belgeselin yapısı, inşa ediliş biçimi üzerinde başka kıymetli sorularla zenginleştirilebilir diye düşündüm.

Eski mahalle arkadaşımla seneler sonra kamera varken sohbet etmeyi başarabilir, hatta onunla beraber yürümeyi ekleyebilirsem; etik, özgürlük, sorumluluk, hakikatin saptanması üzerine verimli sorular üretebilirim diye hayal etmiştim. Elbette motivasyon listesi artırılabilir. Sosyal deneyimin hangi alanlarının sinema tarafından reddedilmekte olabileceğini düşünüyordum o sıralarda. Filmografimin biçim, içerik, tür, yaklaşım olarak zengin ve geniş bir yelpazeye yayılması beni memnun ediyordu ama bir yandan da yaşadığım, parçası olduğum coğrafyanın sinemasının bazı konu ve insanları görmezden gelip gelmediğini soruyor, hakikati yakalama adına moda olanın dışında kalan başka insanları, onların deneyimlerini taze yaklaşımla ele almayı tasarlıyordum. Belgeselin günümüzde aldığı biçim üzerine soru sormak da amaçlarım arasındaydı. Devir filminde belgesel ile kurmaca arasında yer alan çok bereketli araziye dalmıştım. Burada aynı deneyimi olmasa da farklı bir yapı ve lezzeti yakalama şansı beni heyecanlandırıyordu.

Bir belgesel çekerken karakter ile belgeselci arasındaki ilişkiyi dengelemek çoklukla zordur? Hele ki karakteri sizin özelinizde olduğu gibi yıllar öncesinden tanıyorsanız. Siz bu dengeyi nasıl sağladınız?

İşi sürdürürken meseleye ve karaktere mesafeli durmaya, onlarla benim arama mümkün olduğunca estetik uzaklık koymaya çalıştım. Karar verici denebilecek kendi pozisyonumu da sorgulayıcı bir bakışla gözlemledim, yani klasik manada merkezi figür olmamaya gayret ettim. Kamera önü ‘katılımcılarını’ olabildiğince işin içine katarak üretmeye çalışmanın nihai sonucun hakikati bakımından daha hayırlı olabileceğini aklımda tutmaya çalıştım. İşe başlarken projeyi entelektüalize etmek, fazla plan yapmak niyetinde değildim. Aşırı plan yapmazsam bile sonuçların ilginç olabileceğini seziyordum, çünkü enerjisi çok yüksek bir persona ile beraber yürüme şansı kazanmıştım ki, şükür, baştan itibaren sona dek beraber yürümeyi başardık. Projenin en zor kısımlarından biri, Tavuri gibi her an ne yapacağı kestirilemeyen bir karakterle beraber uzun süren, bütçesiz bir işe kalkışmaktı. Yine de Tavuri ile birlikte sonun ne olacağını bilmeden, projenin ucu açık kalacak biçimde yürüdük. Beraber yürüme, ucu açıklık, self reflektivetenin işin içinde bulunması gibi terimleri özellikle kullanıyorum. Çünkü yapımın ve sürecin sadece ve her noktada benim tarafımdan domine edilen bir seyir izlemesini istemiyordum. Saptamam, işin içinde Tavuri’nin de bana ortak bir yönetmen olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ben bir yönetmen olarak filme alacağım olaylara müdahale edecektim, ki ettim, ama Tavuri bazı kararlarda benimle aynı fikirde olsun, sahneyi kurmasa bile, akışa rıza göstersin, bana öneride bulunabilsin istiyordum. Bu niyetim nasıl gerçekleşebilir, onu da bilmiyordum ama bir şekilde işin başında karşılıklı röportaj yapmak üzere kolları sıvadıktan sonra süreci götürecek sinerjiyi yakaladık. Onun temposunu dinlemek, temposuna göre çekimi ayarlamak, kimi zaman yavaş, kimi zaman hızlı çekmek, çekimleri on beş günde bir yaparak dinlenmesini sağlamak, her zaman olmasa da zaman zaman karşılıklı karar almaya gayret etmek, çekimde iken zevk almaya çaba sarf etmek ve zevk alabildiğimiz için de fazla düşünmeksizin işi sürdürmek, akıntıyla akmak zannedersem işin üzerinde olumlu etkide bulundu. Deyim yerinde ise, kervanı yolda düzecektik, ki öyle oldu denebilir.

Filmin festival yolculuğundan söz edersek; yarışmalara katılmadınız bu filmle sadece gösterim bölümlerinde yer aldınız? Bunun özel bir sebebi var mı?

Tavuri filmini olabildiğince ‘korumak’ istedim. Yine de burada bir açmaz var. Ana akım sinema dışında bir iş yaptığınız zaman, o filmin pazarlama bütçeleri genelde büyük olamayabiliyor. Hatta sembolik olabiliyor. Bu nedenle filmi tanıtabilmek, raf ömrünü uzatabilmek için, festivallerdeki muhtemel olumsuz koşulları bilseniz bile gözünüzü kapatıp yapıtınızı festivallere sokmak zorunda kalabiliyorsunuz. Ben de Tavuri için elimizde diri bir tanıtım bütçesi olmadığı için öyle yapmak zorunda kaldım. Yani festival kulvarına girmek zorunda kaldım daha evvel yaptığım üzere. Ama festival kulvarına girerken de onu korumaya gayret ettim.

Tavuri’nin True False gösterimi esnasındaki geri bildirimlerden oldukça memnun kaldım. Yani oradaki seyirciden gelen titreşim filmi yapım sürecindeki yıllara dağılan yorgunluğumu aldı, açıkçası o atmosferden sonra İstanbul’a hoşnut döndüm. Filmi şu ana dek yarışma dışı göstermek biçimindeki tavrım bundan sonra yapacağım her filmde aynı biçimde devam edeceği anlamını taşımıyor. Çünkü kendimi ve ileride yapacağım işleri bu tip beyanlarla sınırlamak istemiyorum. Bir filmi gün ışığına çıkarma serüveninde daha sonraki yıllarda muhtemelen şöyle bir tablo ile karşı karşıya kalabileceğimizi tahmin ediyorum. Şartlar bugünkü gibi sürmeye devam ederse görünür bir gelecekte festival, ana akım sinema ve platformlar arasındaki keşmekeş devam edeceğe benziyor, bu da şartların alternatif işlerin tanıtılmasını olumsuz etkilemeye devam edeceğinin bir işareti. Yani alternatif işlerin üretilmesini, üretildikten sonra pazarlanmasını, duyulmasını sağlayacak diri mekânizmalar ve finans kaynakları görünür gelecekte yoğun biçimde ortada olmayacak. Her projede deyim yerinde ise ‘yeni, taze pazarlama, gösterim yollarını eldeki kaynaklar ve şartlar ölçüsünde o projenin hayrı için keşfetmek’ zorundayız, her filmin hayrına olacak ayrı bir güzergâh keşfetmek zorunda kalabiliriz. Ben öyle yapmaya gayret ediyorum.

Ağırlıklı olarak kurmaca film çekmekle birlikte belgesel de çekiyorsunuz? Aralarındaki fark ne sizin açınızdan?

Belgeselin konusunu ele alırken uzanabileceği kılcal damarların el değmemişliği, biçimsel ve içeriğe dair cüreti, deneme yapabilme yelpazesini genişletebilmesi, biçim ve içerik manasında bir uçbeyi olabilecek gibi durması beni cezbediyor. Ama bu saptamalar onun kurmaca ile aralarındaki ana fark olarak ileri sürülemez. Muhtemelen söyleyebileceğim şeylerden birisi, bu filmi yaparken kendimde gördüğüm etkilere ilişkin olabilir. Sahici bir belgesel yapma girişimi daha önce kurmaca filmler yapmış bir yönetmenin kurmaca yapma deneyiminden kaynaklanabilecek alışkanlıklarını, olumsuz denebilecek tortularını temizleyebilir. Eğer kişi belgesel sonrası kurmaca yapmaya devam edecekse belgesel deneyimi ona kurmacaya ilişkin kariyerine ve sanatına yeni bir ivme kazandırmasının yolunu açabilir. Kendi sanat anlayışında değişiklik yapmayacaksa dahi işi üretirken neyi, nasıl, niçin yaptığını daha taze bir gözle görmesini sağlayabilir. Ha, bazen de kurmaca üretme kapasitesine olumsuz etkide de bulunabilir. Ama az evvel değindiğime dönecek olursam tazelenmekten daha büyük kazanç var mıdır dünyada?

Bir belgesel film değerlendirirken nelere dikkat edersiniz öncelikle? Sizin belgesel sinema tanımınız nedir?

Belgeselin kendi koyduğu öncellere ne kertede riayet edip etmediğine bakmak sanırım faydalı bir yaklaşımdır. Ayrıca belgesel üretim sürecinde veya nihai yapıtta en başta kendine koyduğu öncelleri değiştirmeye kalkıştıysa, bu değişikliğin gerekçelerinin inandırıcılığına bakmak isterim. Elbette anlattığı şey ile anlatma biçimi arasındaki gergin birliğin filmin içinde doygunluğa ulaştırılıp ulaştırılmadığı konusu da filmi değerlendirirken ele aldığım konuların arasındadır. Belgesel sinemanın tanımına bu röportajın sınırları içinde girmek niyetinde değilim. Tanıma ilişkin ne söylenirse söylensin edilen lafın ya eksik ya da fazla kalabileceğinden çekindiğim için belgesel tarifine şu an için kalkışmamak daha doğru gibi geliyor bana. Ama her belgesel yapıt belgeselin tarifine ilişkin kendi tanımını örtük olarak izleyiciye, okura, fısıldar; dahası yapıtın içine örtük veya açık yedirebilir. Tavuri’ye bakılması benim belgesele dair fikrimin ne olduğunu en azından 2023 itibarı ile sizlere sezdirebilir. Öyle umuyorum.

(Bu yazı ilk olarak 09 Temmuz 2023 tarihinde cinedergi.com’da yayınlanmıştır.)

(10 Temmuz 2023)

Semra Güzel Korver

Bir Öteki’nin Bir Diğer Öteki’ye Bakışı: Ren Altını

Dünyanın en büyük sorunu, kim ne derse desin, göçmenlik, mülteciler, sığınmacılar… Hangi nedenle olursa olsun -ki, ister ekonomik, ister siyasal, ister ekolojik nedenlerle, isterse umut yüklü- insanlar zorunlu olmadıkça göçmenliği seçmezler. ABD Gümrük ve Sınır Muhafaza (CBP) verilerine göre Amerika Birleşik Devletleri’ne geçen düzensiz Türk göçmenlerin sayısı 2021’de 6 bin 945’e çıktı. Resmi rakamlara göre 2022’nin tamamında ise bu sayı 21 bin 698 oldu. Yani göçmenlik sadece bizim ülkemizin değil tüm dünyanın en temel sorunlarından biri… Küresel ısıtma sürdüğü, petrol gibi fosil yakıtlar kullanıldığı sürece kuraklık ve susuzluk artacak, buna da bağlı olarak göçmenlik artacak.

Gerçekliği böyle belirledikten sonra, hemen tüm ülkelerde olduğu gibi gelişmiş sayılan Avrupa ülkelerinde de göçmenler hep “öteki” olarak görülecek. Hatta öyle ki, bir “öteki” ile diğer “öteki” çatışacak, alan ve itibar kazanmak için. İşke Ren Altını (Rheingold) bu “ötekiler savaşı”nın öyküsü…

Fatih Akın, bir otobiyografiye uzaktan dayanarak, Xatar olarak da bilinen (en kolay adlandırma olarak) girişimci Giwar Hajabi’nin hikâyesini anlatıyor Rheingold’da.

Fatih Akın da bir “öteki”, öyküsünü ele aldığı ünlü gangster, müzisyen, rapçi Xatar da… Kendi yaşadıklarının, aslına bakılırsa diğerlerinin yaşadıklarından pek bir farkı olmasa gerek. Aynı dışlanmışlık, aynı küçümseme, aynı sömürü ve aynı aşağılama… Geriye kala kala ayakta kalabilmek için tek bir seçenek kalıyor.

Rap müziği…

Öteki olmaya, itilmişliğe, aşağılanmaya karşı ya asimile olacaksınız ya da direneceksiniz. Bunun ilk örneklerini müzikte görüyoruz: Rap, belki de ilk başkaldırı hali. Bir anlamda günümüz cazı.

Fatih Akın, bu örneklerin ilklerinden, belki de en başarılılarından birinin öyküsünü anlatıyor.

Filmde birçok açık uç var. Ne oldu, nasıl oldu, niye öyle oldu gibi. Giwar Hajabi’nin babası, ünlü orkestra şefi nasıl oldu da (veya niye) eşini, evini, çocuklarını terk etti? Burada, Buñuel’e kulak vermek gerekir: “Bir filmde bir şey iki kez gösteriliyorsa, anlamı farklıdır” diyor usta. Filmin başında, orkestra içinden bir virtüöz saygın müzikçi Eghbal Hajabi’ye gülümser. Aynı gülümsemeyi bir kez daha görürüz, ama bu kez Bonn’da ve Humeyni İran’ından kaçıp, hapislerden geçtikten sonra yeniden müzikle ilgilenmeye başlayan Eghbal evini terk eder.

Ya hep ya hiç!

Filmin çıkışını oluşturan anı/yaşam öyküsünün adı da “Ya Hep Ya Hiç”tir. Hiçbir çıkış yolu bulamamışsanız ya da kaybedecek bir şeyiniz yoksa gözünüzü karartır en olmadık işlere bile girersiniz. Zaten film boyunca Xatar’ın bu seçimlerinin izini sürüyoruz.

Giwar da öyle yapıyor. Porno kasetçilikten yakalanınca uyuşturucu ticareti yapıyor, kendisini soyanlara karşı dövüş dersleri alıp, bulunduğu yerin “reis”i oluyor. Bir arkadaşı kendisini “Amca” (Uğur Yücel) ile tanıştırır. Akın, Yücel ile birlikte Yılmaz Güney’e bir göndermeyle selam verir burada. “Amca” Xatar’ın okumasını ister… Güney’in ünlü “Umutsuzlar” filminde, çözüm olarak söylediği “Orospu olacaksa, okumuş orospu olsun.” sözünü anımsatıyor. Ancak “Amca” Güney’i bir adım ileri taşır, gözünü kırpmadan kendisine karşı gelen adamı öldürür, hem de herkesin önünde.

Uzun ve karmaşık…

Ren Altını, evet, uzun… hiçbir yönetmen onca emek verip çektiği sahneyi, hatta planları atamaz, emeğine acır. Belki onun için iyi bir kurgucunun filmi son haline getirmesi daha doğrudur. Ancak, film sarkıyor mu, hayır, sıkıyor mu, yine hayır, ama uzun mu, evet uzun.

Baba Eghbal Hajabi evini terk etmese böyle olur muydu sorusu takılıyor ister istemez insanın aklına. Erkek egemen dünyada (müzisyenliğinin verdiği özgüveni de eklerseniz) babanın eşine ve çocuklarına uzak durması, onlarla (eskiden olduğu gibi) ilgilenmemesi de aslında bir “öteki”leştirme öyküsü. Baba, müzisyen olmanın getirdiği saygınlıkla toplumda (veya bulunduğu yerde) kabûl görüyor olsa da gidişatı belirleyen oluyor. Hapishanede görüştüğü Xatar ile diyaloğu belirleyici bu anlamda.

Fatih Akın’ın ne anlattığı veya anlatamadığı üzerine bir tartışma yaşanıyor. Filmde birçok belirsizlik var. Akın, eğer bir biyografi anlatıyor olsaydı, bu değerlendirmeler haklıydı… Ancak Akın, ötekilerin dışlanmışlıklarını, hayattan koparılmalarını anlatıyor. Ötekiler, hiçbir şeyi tam olarak yaşa(ya)madıkları için hayatlarının da tam olmadığını vurguluyor. Hem öyle olmasa Fatih Akın filmi olur muydu Ren Altını?

07 Temmuz’da gösterimde…

(04 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Fırtınalı Bir Yaşam

Fatih Akın’ın pandemi sonrası gösterime giren son çalışması ‘Ren Altını / Rheingold’ Kürt asıllı Alman gangsta rapçi Giwar Hajabi, nam-ı diğer Xatar’ın otobiyografik romanı ‘Alles Oder Nix’ten (Ya Hep Ya Hiç) uyarlanmış. Xatar’ın fırtınalı yaşamından ilk hatırladığı kareler bir Irak hapishanesinden. İran Kürtlerinden saygın bir besteci olan babası Eghbal Hajabi 1979 yılında Humeyni diktasınca aforoz edildiğinde karısı ile dağda özgürlük savaşçılarına katılıyor. Burada bir mağarada doğan oğlan çocuğa ‘acı çekmekten doğan’ anlamına gelen Giwar adı veriliyor. İran – Irak savaşının ortasında Bağdat’a doğru yola çıkan aileyi casus oldukları şüphesiyle Irak hapishanesinde zor günler bekliyor.

1986 yılında Fransa’ya iltica eden Hajabilerin Paris’teki düzeni ünlü bestecinin evi terk etmesi ile sarsılır. Müzisyen anne ev işlerine giderek aileyi ayakta tutmak için çabalasa da, piyano eğitimini yarım bırakacak olan Giwar yeraltı dünyasının girdabında bambaşka bir hayata yelken açacak, Fransa – Hollanda – Almanya üçgeninde küçük bir suçludan büyük bir uyuşturucu satıcısı düzeyine yükselişi pek hızlı olacaktır. Bir sevkiyatı kaybolunca, uyuşturucu çetesine borçlarını temizlemek için genç adamın devasa bir altın soyguna dahil olması kaçınılmaz olur. Yeniden hapishane yıllarına dönüş yapacak olan Giwar çileli başlamış hayatının öfkesi ve isyanını kelimelere döktüğünde -Kürtçe ‘tehlikeli’ anlamına gelen- Xatar adını alacak ve önünde gettolardan müzik listelerinin zirvesine uzanan yeni bir kapı açılacaktır.

Xatar’ın dramatik olduğu kadar şaşırtıcı öyküsü Akın’ın büyük ilgisini çekmiş ve senaryo yazımında öykünün ana karakteri ile işbirliği yapmış. Xatar’ın olgunluk dönemini Alman oyuncu ve karate şampiyonu Emilio Sakraya canlandırdığı yapımda Akın’ın göçmen getto yaşamı ve yeraltı dünyası bölümlerinde önceki filmlerinden aşina olduğumuz kıvrak anlatımına tanıklık ediyoruz. Guy Ritchie esinli soygun ve kaçıp kovalamaca bölümleri ise filmin dağıtımını üstlenmiş Alman Warner Bros aracılığı ile Hollywood’a bir selam çakma gibi duruyor. Ancak sinemacının 30 yılı aşkın bir yaşam dilimini iki küsur saat içine sığdırma çabası 2014 yapımı ‘Kesik / The Cut’ örneğinde olduğu gibi başarılı bir sonuç vermiyor. Giwar’ın ailesi ve kız arkadaşı ile ilişkisi son derece klişe sahnelerle geçiştirilmiş. Aynı karikatürize yaklaşımın müzik ve rap tutkusunun gelişim süreci için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Film iddialı ve eksantrik adını, post romantik dönemin dev Alman bestecisi Richard Wagner’in Nibelungenleid ismini taşıyan İskandinav mitolojisi esinli dört epik operası (ya da bestecinin tercih ettiği terminoloji ile ‘dram’ından) oluşan müzikal serinin ilk bölümünden almış. Mitolojik deniz kızlarının muhafaza ettiği Ren Altını esprisi Akın’ın kentten kente dağılan öyküsünü toparlamaya yetmiyor ne yazık ki.

(01 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Uzay-Zaman ile Barbut Oynamak

Çağdaş sinema endüstrisine yön veren dev şirketler rekabetinin son parlak ürünü ‘The Flash’ gösterimini sürdürüyor. Marvel’ın ‘Örümcek-Adam’ patentli çok başarılı animasyon serisinin devam filmi vizyonuna devam ederken, DC daha önce ‘Justice League’ dizisinde yardımcı karakter olarak boy göstermiş olan Flash önderliğinde kendi evreninin tüm süper kahramanlarına selam çakmış. Ezra Miller’in yeniden hayat verdiği Flash bilindiği üzere fırtınalı bir gecede yıldırım çarpması sonucu elektrik akımının kimyasallar ile etkileşimi neticesinde süper güçler kazanmış, Looney Tunes’un çöl kuşundan esinle ışık hızını aşan süratli koşucu özelliğine sahip bir karakter. Gündelik hayatında Barry Allen kimliği ile sakar ve gösterişsiz iken Clark Kent misali Superman’e dönüştüğünde harikalar yaratan bir süper kahraman.

Yönetmenliğini Andy Muschietti’nin üstlendiği yapım yüksek enerjili bir başlangıç sekansıyla açılıyor. Artık yaşanası bir kent haline gelmiş olan Gotham’da işler yine karışmış, patlamalarla sarsılan şehir hastanesinin doğu kanadı yıkılma noktasına gelmiştir. Batman Güney Amerika’daki bir volkan felâketi ile ilgilendiğinden sadık dostu Alfred (kısa performasında Jeremy Irons) bizim saf görünüşlü Allen’dan yardım ister. Flash kostümüne bürünen genç adam doğum koğuşunun patlayan camlarından yağmur gibi düşen bebekleri havada toplarken (burada ‘Baby Shower’ esprisi harika!) geri dönen Batman hastane kargaşasına sebebiyet veren virüs hırsızlarını köprüde geçen soluk soluğa bir mücadele sonucu haklar. Bu hızlı girişin ardından rutin hayatına döner ve kendi trajedisi ile baş başa kalır Allen. O da Batman gibi küçük yaşta yalnız kalmış, annesi gündüz vakti evlerine dalan meçhul biri tarafından bıçaklanırken suç marketten dönen babasının üzerine yıkılmıştır. Ertesi günkü duruşmada suçsuzluğu ispatlanamazsa babasından ömür boyu uzak kalması muhtemeldir. Işık hızını aşan sürati ile geçmişe dönebilen Allen gelişmelere müdahale ederek annesinin hayatını kurtarmayı, böylece bedbaht geçen çocukluğunu onarmaya niyetlenir. Lakin yaş almış ama formunda Batman’in (kısa rolünde Ben Affleck) tarihin akışına müdahale etmenin sakıncalarına ve uzay-zaman ile barbut oynanmayacağına dair tüm uyarılarına rağmen Allen dinlemez ve olayların akışını değiştirir. Saçlarına hafiften kır düşmüş annesi ile (hâlâ cazibeli Maribel Verdú) buluştuğu huzurlu yuvasına yeniden kavuştuğunda onu büyük sürprizler beklemektedir. Geçmişe yolculuk yaptığı yer farklı bir evrendir. Baba evindeki bu evrende 18 yaşındaki ergen görünüşlü Allen ile karşılaşır. Karşılaşmanın şokunu yaşarken güçlerini kaybettiğini anlar. 2013 tarihli ‘Çelik Adam / Man of Steel’in kötü Kriptonlusu General Zod (Michael Shannon) ortalığı talan etmek üzere yeryüzüne indiğinde Superman dahil diğer bir çok süper kahramanın bu evrende var olmadığını fark eder. Genç ikizi ile birlikte umutsuzca Batman’in malikanesine vardığında karşısına çıkan saçı sakalı birbirine karışmış emektar Batman’den (Tim Burton imzalı 1989 yapımı filmden Michael Keaton) yardım ister.

2013 yapımı ‘Mama’ adlı ilk uzun metrajı ile ilgi alanıma giren, Stephen King yapıtı ‘O / It’in övgüyle karşılanmış yeniden çevrimlerinin ardından DC patentli bir süper kahraman projesi emanet edilen Arjantin asıllı Andres (kısaca Andy) Muschietti bu sürprizli üstün yapım ile hayli uğraşmış. Filmin çift kişilikli ana karakterinin son dönemin en yetenekli oyuncularından Ezra Miller’e teslim edilmesi yerinde olmuş. 2011 tarihli Lynne Ramsay filmi ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız / We Need To Talk About Kevin’de övgü toplamış sorunlu ergen performansı ile sinema dünyasına adımını atmış olan Miller’in adı son dönemde kriminal olaylara karışmış olmasına karşın, cinsiyetsizliğine ilişkin cesur açıklamaları ile yankılar yaratmış olan oyuncudan vazgeçilmemiş. Genç oyuncu bu parlak ve yaratıcı öykünün duygusal damarını, ailesini yitirmiş Allen’ın hüznünü aktarmada gayet başarılı. Filmin sürprizleri yazdıklarımla bitmiyor. Beethoven 9. Senfoni koral pasajının prestissimo bölümünü andıran çoklu evren çarpışmasının doruğunda 80’li yıllardan günümüze DC evreninin çocukluk anılarımızda yer etmiş yüzleri bir bir karşımıza çıkıyor. ‘Geleceğe Dönüş / Back to the Future’ ruhundan hareketle anılar tazeleniyor, kaybettiklerimiz için hüzünleniyoruz.

(28 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]