Kategori arşivi: Yazılar

Saffet Hoca’ya Bayıldım… Ferhan Oynayınca Yıkıldım!!!

Ege Aydan ile Kavak Yelleri dizisinin setinde birlikteyiz… Başarılı aktör bu sıralar Kavak Yelleri ve Yaprak Dökümü setleri arasında mekik dokuyor. Bizde bu koşuşturmacısının içinde sonunda bir araya gelebiliyoruz. Çok içten ve egolarından sıyrılmış bir sanatçı Ege Aydan. Ege Bey’in çekimleri nedeniyle sık sık bölünen sohbetimizden seçtiklerimiz…

Son Ders nasıl bir film?

Aslında matrak bir film. Bana çok sahici geldi. Senaryoyu ilk okuduğum zaman da aynı hissi yaşadım. Filmin içinde acı da kahkaha da var. O yüzden kara mizaha yakın.

Film bir ders veriyor mu?

Filmin amacı ders vermek değil. Eskiyle yeniyi bir araya getirip güzel bir fotoğraf çekmek. O dönemlerde neler olmuş, şimdi neler oluyor sorusunu soruyor. Eğer bir ders veriyorsa da bu, insanların mücadelesidir. Mücadele de daima hayatımızın içinde.

Son Ders bir dönem filmi mi yoksa kişilerin hayatları üzerine mi yoğunlaşıyor?

Her ikisi de diyebiliriz. Tarihin derinliklerinde kaybolan bir film diyemem. Bir dönemin izleri içinde insan hayatları işleniyor.

Ferhan Şensoy’la ilk defa mı çalışıyorsunuz?

Evet. O kadar da memnun kaldım ki… Yazılarını, kitaplarını beğenerek okuduğum ve tabi ki takdir ettiğim bir kişidir. Onunla filmin ilk günü bir sahnem vardı. Çok etkilenmiştim. Bir film sahnesiydi ama ben gerçekmiş gibi yaşadım o anı. Çok duygusal bir anıma denk geldi belkide…

Senaryo size ilk geldiğinde neler hissettiniz?

Son Ders’in senaryosu bana ilk geldiği gün Çeşme’deydim, güneşin altında… Açtım senaryoyu, bir baktım ki ben oynuyorum. Telefon açtım hemen yapımcıya çok beğendiğimi söyledim… Saffet Hoca karakteri çok hoş… Onu “Ferhan Şensoy oynuyor” dedi. Yıkıldım! Şaka bir yana… Ferhan Bey’in rolünü gerçekten çok beğenmiştim.

Filmdeki rolünüzden bahseder misiniz? Nasıl bir Ege Aydan izleyeceğiz bu kez?

Başrolü oynayan birisi vardır. Onun çevresinde çok yakın arkadaşları olur. Filmde de öyle dört yakın arkadaş var. İşte ben de onlardan biriyim. Holding sahibi zengin bir işadamını oynuyorum. Tabii bu adamların gençlikleri çok hararetli geçmiş. Türkiye’de büyük değişimler yaşanınca hayat onların yollarını bir yerde kesiştirmiş. İşte bu kesişimin onlarda yarattığı değişimler üzerinde yoğunlaşıyor.

Filmdeki karakterinizin sizi en çok neyi etkiledi?

Bir tiradı vardı. Çok güzeldi. O tiradı oynayabilmek için kabûl ettim rolü. Onu konuşmalı ve üç boyutlu hale getirebilmeliydim. Oyunculuk böyle bir şey herhalde. Bahsettiğim sahne setin en son günü çekildi. Ateşim 38 dereceydi. Ama zevkle oynadım. Smooke diye bir film vardı. William Hurt o filmde bir öykü anlatır. Konuşur da konuşur… Kamera onu sabit çeker. Hep o hayalimde. Sanki Smooke’taki William Hurt değil de bendim. Sonucu artık filmde göreceğiz.

Biraz farklı bir rol bu kez. Çünkü alıştık sizi entelektüel rollerde görmeye. Ressam, heykeltıraş, mimar…

Entelektüel rolleri daha çok sinemada oynadım. Daha çok çılgın bir karakteri oynayarak ünlendim. Yapımcılarında kafasında öyle bir resim oluştu. Ne kadar eşini aldatan, çapkın adam rolü varsa oynadım.

Yöresel bir karakteri oynamayı düşündünüz mü?

Yöresel bir karakteri çok daha iyi canlandıracak oyuncular var. Background’u o rolle yatkın olan bir aktörün oynaması çok daha doğru.

Çok yoğun çalışıyorsunuz…

Her zaman hızlı bir tempoda değil. Bu ara böyle.

Kendinize vakit ayırabildiğinizde neler yaparsınız?

Plastik sanatlar benim çok ilgimi çeken bir alan. Yoğun bir şekilde resim yaparım. Gezmeyi çok severim. Motosiklet merakım var. Bir sürü de motosiklet oyuncaklarım var.

Dizilerde oynayan insanların içinde en kıdemlilerden olduğunuzu söyleyebiliriz. Çünkü Türkiye’nin ilk dizisi olan Kaynanalar’dan beri bu sektörün içindesiniz…

Sektör çok gelişti. O kadar çok dizi var ki… İnsanlar bunun bir kısmını kabûl ediyor, bir kısmını etmiyor. Toplum bu dizileri kabûl ederken hangi değer yargılarına göre karar veriyor çözemiyorum. Çünkü toplum da dejenere oldu. Neyin neden tuttuğunu bilemez oldum. Yıllardır yaptığım işe yabancılaşmaya başladım. Toplumun kafasında da yeni karakterleri tanıma, yeni masalları dinleme kontenjanı doldu. Aslını söylemek gerekirse çok acı bir sektör haline geldi. İşi bilen bilmeyen herkes bir tencerede kaynıyor.

Yaşı ilerledikçe çekici olanlardansınız…

Bize verilen roller 10 yılda bir değişir. Artık beyaz saçlı bir erkeğim. Roller de ona göre geliyor. Bu konuda şanslı olduğumu düşünüyorum.

Kadınlar için de geçerli mi sizce?

Hayır. Olgun erkek her zaman ilgi çekmiştir. Olgun erkek ve genç kadın…

Siz “kadın şarap gibidir” sözünü tersine çeviriyorsunuz.

Evet, o söz kibarlıktan bence, kızacaklar bana ama. Erkekler şarap gibi diyebilirim yıllandıkça güzelleşiyor. Erkekler kadınlara göre daha şanslı.

Tiyatro geçmişinizden bahseder misiniz?

Devlet tiyatrolarında hem oyunculuk hem de yönetmenlik yapıyorum. Tiyatro sahnesinde çok tatmin olmuş bir insanım. Bir günde üç oyun oynuyordum. 90’lı yıllardan sonra işin daha çok yönetmenlik tarafına ağırlık verdim. Türkiye’de ne kadar il varsa devlet tiyatroları ile koşturup gittim.

Bu aralar uzak mısınız peki?

İki defa ameliyat geçirdim. Anladım ki tiyatro sahnesinde oyunculuk yapmayı artık sesim kaldırmıyor.

Sanatçı bir aileden geliyorsunuz. Babanız flüt çalıyor, anneniz opera sanatçısı. Sizin müziğe ilginiz var mı?

Piyano çalarım. Enstrümanlarla aram iyidir.

80’lerin ünlü basketbolcusu Efe Aydan’ın kardeşi olarak basketbolla aranız nasıl?

İzlemekle yetiniyorum. Çok sıkı winsörfçüyüm, hatta Türkiye’nin ilk winsörfçüsüyüm.

Deniz tukunuz var öyleyse…

Evet kesinlikle… Denizcilere de her zaman imrenmişimdir.

İstanbul gibi bir şehirde yaşamak zor gelmiyor mu?

Evet, kalabalıklığına, yozlaşmışlığına ve arsızlaşmışlığına tahammül edemiyorum. Bir keresinde trafikte arabamdan inip, “Herkes evine dönsün, terk edin bu şehri” diye bağırdım. Herkes dalga geçiyorum sandı ama ben ciddiydim. Sonra doktora gittim, ne oluyor bana diye. Doktor; “Bu yaşlarda olur” dedi. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.)

(15 Şubat 2008)

Gizem Ertürk (Zeynep Günay ile Birlikte)

Bir Semum Röportajı: Bu Kainat Sadece İnsanlara Ait Olamaz

“Semum” filminin başrol oyuncuları Ayça İnci, Burak Hakkı ve filmin yönetmeni Hasan Karacadağ dünyamızı başka varlıklarla paylaştığımızı iddia ettiler.

D@bbe, Türk Korku Filmleri’nin içinde ayrıcalığı olan bir yapımdı. Filmin hem senaristi hem de yönetmeni olan Hasan Karacadağ korku filmlerini kendi kültürümüze uyarlayarak üretmenin önemine her röportajında dikkat çekti. Bu hafta vizyona giren “Semum” filminde ruhuna iblis giren bir kadının hikâyesini anlattı. Üstelik gerçek bir olaydan alıntı yaptığını söyleyen yönetmen başrolünde Ayça İnci ile Burak Hakkı’yı oynattı. Dünya dışı varlıklara inanan yönetmenin ve oyuncularının çarpıcı hikâyesi bu röportajda.

Semum’un öyküsünün gerçek bir olaya dayandığı söyleniyor. Bu doğru mu?

Hasan Karacadağ: Evet doğru. Ben D@bbe’yi yönettikten sonra izleyicilerden birçok mektup almaya başladım. Bu mektuplarda doğaüstü olaylar yaşadığını söyleyen insanların hikâyeleri vardı. Kimi çok basit, kimi çok abartılı, belki de yalandı ama mektuplardan bir tanesi çok fazla gerçekçiydi. Profesyonelce yazılmış ve ayrıntılar detaylar çok iyi verilmişti. Bu arada daha önce benim yazdığım bir senaryo vardı. O senaryoda da bir yaratık bir kadının bedenini ele geçiriyordu. Bu senaryo ile mektubu gönderen kadının hikâyesi o kadar uyuştu ki “Semum” filminin senaryosu ortaya çıktı.

Yüz yüze görüştünüz mü?

Hasan Karacadağ: Görüştük tabi hatta geçen gün karabasan sahnesini izledi. Çok etkilendi.

“Semum”u,Exorcist’e benzetenler var. “Exorcist”i daha önce seyrettiniz mi?

Burak Hakkı: Evet izledim. Bazı güzel sahneleri var ama bizim filmimiz başka tarzda bir film.

Ayça İnci: “Exorcist”te bir yaratık yok. Yaratığı görmüyoruz bir kadının performansı sadece.

Hasan Karacadağ: Ben filmin genelinin “Exorcist” ile karşılaştırılmasını istiyorum. Biz zaten filme “İslami Exorcist” diyoruz. Zaten “Exorcist” filmi sinema kültürüne mal olmuş bir film. Dünyada Hristiyan kültürünün “Exorcist”i varsa İslâm kültürünün de “Semum”u var densin istiyoruz. Ayrıca filmde bir yatak sahnesi var, bu sahneyi “Exorcist”e gönderme olsun diye çektik.

“Exorcist” ile “Semum” arasındaki fark nedir?

Burak Hakkı: Filmi tam olarak izlemedim ama neler çektiğimizi biliyorum. Çok farklı bir film. Bizim filmimizin içine animasyon da giriyor, çoğu korku öğesi de. Neyi nasıl çekeceğini bilen birisiyle çalıştığıma inanıyordum ve bu şekilde girdim ben bu işin içine. Yani bundan sonraki ürün tamamen biz oyuncuların dışında diğer faktörlerden oluşuyor. Ben bu filmin senaryosunu ilk okuduğumda açıkçası aklıma “Exorcist” gelmemişti. Filmi çektikten sonra birkaç eleştirmen böyle bir şey söylemiş, ondan sonra “Evet, doğru, birkaç yönü benziyor” dedim.

Hasan Karacadağ: Zaten “Exorcist”in kelime anlamı bir varlığın bedeni ele geçirmesi demek. Dolayısı ile aynı şey olmuş oluyor.

Burak Hakkı: Ayça’nın rolü çok önemliydi burada, çok güzel oynadı ama çokta zorlandı. Ayça ile çalışmakta çok keyifliydi. Bütün ekip güzeldi iyi bir çalışma olduğunu düşünüyorum.

Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? “Exorcist”i izlediğinizde ne hissettiniz?

Ayça İnci: Ben “Exorcist”i çok ufak bir yaşta izledim ve çok etkilendim. Hiç ummuyordum hayatımın bir dönemimde Exorcisizm ile ilgili bir korku filmi çekeceğimi. Hasan beyle tanıştığımızda benim ona ve onun bana güvenmesi ile böyle bir şey oldu. Ben bu işi yaparım, oynarım dedim ve Hasan Bey bana kafasının içindekini o kadar güzel anlattı ki bende kendisine güvendim. Böyle bir işin içine girdik. Benim için çok değişik ve çok etkilendiğim bir film oldu. Ama “Exorcist”ten çok farklı olduğunu düşünüyorum. Gönderme yaptığımız bir yer var, evet ama burada bir yaratık var ve o yaratığı görüyoruz. Birebir çıkışını görüyoruz.

Hasan Karacadağ: “Exorcist” filminde bedeni ele geçiren şeytandır önermesi var. Biz ise “hayır o şeytan değil Semum’dur” diyoruz. Şeytan insanın bedenini ele geçirip öyle konuşmaz.

Ayça İnci: Zaten Semum şeytanın askeri gibi bir şey.

Hasan Karacadağ: Şeytan’ı padişah gibi düşünürseniz Semum vezir oluyor çok kısa anlatımı ile.

Batıl inancınız ya da bu tarz şeyler den korkunuz var mıdır?

Ayça İnci: Hayır yok. Benim eskiden olan korkularımın hepsi bu filmi çektikten sonra yok oldu. Bir korku filmi çekerek korkularımdan kurtuldum.

Burak Hakkı: Benim var. Olmaz olur mu?

Hasan Karacadağ: Benim olmasa zaten bu tarz filmler yapmam. Siz bana galiba bu varlıklara inanıyor musunuz diye sormak istiyorsunuz? Evet inanıyorum. Zaten bu kadar büyük bir kainat sadece insanlar için yaratılmış olamaz.

Ayça İnci: Zaten Tanrıya inandığımız zaman korkular yok oluyor.

Hasan Karacadağ: Çünkü insan gözünün yapısını biliyorum, insan gözünün ve kulağının ne kadar aciz olduğunu biliyorum, tutup da bu kadar aciz iki organın duyusu ile hiçbir şey yoktur demek zaten saçma olur.

Ayça İnci: Tanrıya inanmayan, bilimsel şeylere inanan insanlar bile pozitif ve negatif enerjiye inanıyorlar zaten. Sonuçta bu “Semum” denilen varlığın olduğuna inanmasalar bile, bunun en azından negatif bir enerji olduğunu düşünebilirler.

“D@bbe”den sonra yine bir korku filmi “Semum”u yaptınız. Siz bu tür konulara odaklanan bir yönetmensiniz. Her yönetmeninde belli dertleri vardır ve o dertlerin üzerine gider. Hiç düşündünüz mü acaba? Niye bu konuya odaklanıyorsunuz?

Hasan Karacadağ: Bu konuyu bazen düşünüyorum. Ama mesela UFO‘ya inananlar var. Bunun dernekleri var. İleride dünyayı bunların istilâ edeceğine inanıyorlar falan, ben öyle değilim. Ama ben “D@bbe” filminde bir Kuran’dan ayet var onu kullanmak istedim yeterince onu kullanamadım, gerçekler bir gün ters dönecek. Şimdi sokağa baktığımda bir kuş görüyorum bu benim için doğal ama başka bir gün sokağa baktığımda bir yaratık göreceğimi söylüyor Kuran. Ben buna inanıyorum. Çok kısa bir zaman içinde insanlık için dönüm noktası olacak. Ayrıca korku sineması ile insan düşüncesini çok daha kolay anlatabiliyor.

Ayça İnci: O varlığı ne kadar çok görürsek herhalde bir süre sonra ondan da korkmamaya başlayacağız.

Korku filmlerinden korkar mısınız ya da sever misiniz?

Burak Hakkı: Hayır ben sevmem. Bunu Hasan Bey’e söyledim. Ben görüşmeye giderken aslında ayıp olmasın diye gittim. Nasıl olsa reddedeceğim diye gittim. Çünkü bundan önce de iki korku filminde teklif gelmişti. Birine gitmiştim, birine gitmemiştim çok ayıp olmuştu. Sonra Hasan Hoca ile tanışınca hem enerjisi ile âlâkalı hem de işe gerçekten hâkim olması beni etkiledi. Bazı şeyler vardır bir senaryoyu çok beğenirsiniz ama bir bakarsınız senaryo çok iyi olmasına rağmen çekecek kişi iyi çekememiş. Burada öyle değil önemli olan bizim güveneceğimiz kişilere öncelikle inanmamız. Dediğim gibi ben başta giderken korku filmi çekmeyi düşünmediğim halde hoca ile tanıştıktan sonra bir anda tamam dedim. Korku filmi bir oyuncu için risktir. Ama benim rolüm o kadar ağırlıklı değildi. Aslında Ayça’nın rolü çok zor burada. Belki Ayça’nın rolü gibi bir rol olsaydı benim rolüm ben bu işi kabul etmeyebilirdim. Çünkü o gerçekten riskli bir şey. Belli bir şeyi tutturduktan, belli bir oyunculuk kariyeri yaptıktan sonra böylesi bir rol çok tepki alabilir. Ayça’nın burada önemli bir rolü var bence. Zaten burada başrol oyuncusu Ayça. Ben ona biraz yardım ettim gibi.

Makyajla bir ifrit haline sokuluyorsunuz. Buna nasıl cesaret ettiniz? Sonuçta özellikle Türkiye’de bu tarz şeylerden kaçınılır?

Ayça İnci: Ben o Türk mantalitesinde düşünmem oyunculuğu. Bir oyuncu yeri gelince çok güzel de olabilir, çok çirkinde. Benim için hiç önemli değil. Makyajım bittikten sonra elinde aynayla gezen biri değilim. Zaten bu filmde gezsem de korkardım kendimden. O yüzden benim için önemli olan oyunculuktur ve hakkını vermektir. Güzel ya da çirkin görünmek gibi bir kaygım hiçbir zaman olmadı, hâla da yok. Ben inanılmaz keyif aldım bu filmden. Resimlerime bakınca arkadaşlarım inanamıyor, ben harika olduğunu düşünüyorum.

Burak Bey siz eskiden modeldiniz.

Ayça İnci: Ben de modeldim. Ama ben modellik yaparken Müjdat Gezen’de okuyordum. 15 yaşında modelliğe başladım. Aynı zaman da 15 yaşında kliplerde, dizilerde reklâmlarda da oynamaya başladım.

Eski Yeşilçam’da oyuncuların çoğunluğu tiyatrodan gelirdi. Günümüzde ise oyuncular ya dizi oyunculuğundan ya da modellikten gelme. Siz modellikten gelen bir oyuncu olarak bu tartışmaları nasıl karşılıyorsunuz.

D@bbe, Burak Hakkı: Benim oyunculukta 7. yılım bu sene. İlk başladığım sene de bu soru soruluyordu. O zaman modellikten oyunculuğa geçen çok az kişi vardı. Şimdi 7. seneye geldik ve bu oran neredeyse 20 kat arttı. Hâlâ bu soru soruluyor. Biz yapımcıların kapısını çalıp bizi filminizde oynatın demiyoruz ki. Bize teklif geliyor. Düşünüyoruz ve kendimize güveniyorsak çünkü bir kariyer oluşturacaksınız, bu rizikoyu alıyoruz ya da almıyoruz. Bizden sonrada çok çıkan arkadaş oldu. Başarılı olan kalıyor başarısız olan gidiyor. Ben 6-7 sene ekonomi eğitimi gördüm, isterdim ki o 7 sene oyunculuk üzerine bir eğitim alayım. Ben ne manken olacağımı ne de oyuncu olacağımı bilmiyordum. Sonuçta kısmet böyleymiş bu günlere geldik.

Ayça İnci: Ben resim heykel okuyordum. Asla oyuncu olmayı düşünmüyordum. Hatta açıkçası oyunculuktan nefret ediyordum. Bunu sevmememin nedeni de dedemdi. Ben dedem olan Bilal İnci ile hiç dede torun ilişkisi kuramadım. Onu hiç göremiyordum, sürekli setlerdeydi çünkü. Birde kötü adamı oynuyordu, arkadaşlarım hep bende dalga geçiyordu. Bu yüzden oyunculuğu sevmiyordum. Ama hayat beni öyle bir yere getirdi ki ben okulu 2. sınıfta bırakıp oyunculuk eğitimi almaya başladım. Sonra kendimi bir anda oyunculuğun içinde buldum ve fark ettim ki kendimi en iyi ifade etme şeklim buymuş. En çok bu işi yaparken huzurlu oluyorum. Evet, bende modellik yaptım, dizilerde oynadım ama eğitimimi de aldım. Yetenek bir insanda varsa vardır, yoksa 4 değil 8 sene de konservatuar okusun o insandan hiçbir şey çıkmaz. Ama bazı insanlarda bu işin eğitimini almasa da Tanrı’dan gelen bir yetenek vardır.

Hasan Karacadağ: Brad Pitt, George Clonny, Sharon Stone şu an aklıma bu isimler geliyor modellikten oyunculuğa geçen. Brad Pitt dediğiniz kişi modellikten gelme ama dünyada parmakla gösterilen biri. En son oynadığı “Babil” filmindeki oyunculuğu bence tartışılmaz bile. Charlize Theron modeldi, Sharon Stone, Martin Scorsese gibi bir yönetmenle çalıştı, Oskar’a aday oldu. Onun için modellikten sinemaya geçmek bir ayıp değil. İnsanların oyunculuk kalitesini de hiç belirlemez.

Filminizin uzun bir festival maratonu da olacakmış duyduğum kadarı ile.

Evet şu an dört festivale kabul edilmiş durumda. Montreal, Los Angeles, Brüksel ve Tokyo’da festivallere katılacak. Bununla da ayrıca övünüyoruz.

(19 Şubat 2008)

Serdar Akbıyık

15 Şubat 2008 Haftası

“120”, bu ülkenin, üzerinde yaşayan insanlarla varlığını sürdürebilmesi için tereddüt etmeden ölüme giden evlatlarını anmak, anımsatmak, tarihsel bilinci geliştirmek yönünde doğru-gerekli bir film, yüreklere oturan bir toplumsal-bireysel drama ancak sinema olarak yarı yarıya olmuş: Filmin ana olayı ikinci yarıya sıkıştırılarak güdük kalmış/cılızlaşmış, hamaset nutukları fazla kaçmış, kostümler de eskitilmemiş; buna karşın görüntü yönetimi, oyuncular, müzik kalıcı ve etkili!

“Canavar”a giderseniz eğer, uyaralım, saldırıya uğrayan şehirden çıkmanız zor olacak, büyük olasılıkla öleceksiniz: Yanlış okumadınız, siz, bilet alıp içeriye giren siz!

“Kan Dökülecek”, 20. yüzyılın başında, zengin bir petrol kasabasının egemeni, hırslı, alçak, zeki, kazancıyla arasına giren herkesi öldürebilecek çılgınlıkta patron ile dar görüşlü insanları soyut kavramlarla yönlendirip, ateşlendiren genç rahibin temsil ettiği iki insanın, yani, bir kapitalist ile bir din adamı prototipin ‘ruhsal anatomisi’: Tek iktidarın para olduğu bu dünyanın ‘neden böyle olduğu’nu düşünmeniz için bir fırsat ve her anlamda, gerçek bir sinema yapıtı.

“Not: Seni Seviyorum”, birinin kaybı sonrası diğerinin o olmadan da kendini keşif yolculuğuna çıkabileceğini cazip oyuncularla anlatan, tam bir 14 Şubat hikâyesi: Âşık evli çiftlerin el ele seyredebilecekleri ‘iyi hisset!’ filmi de denebilir.

“Örtülü Gerçek”, ‘kirli’ Irak işgalinde ABD askerlerinin işlediği bir tecavüz ve cinayet olayından yola çıkarak kurgulanan bir görsel belge; üzerinde ‘gereken düzeltmeler’ yapılmayan gerçekleri, yani, insan olana acı veren gerçekleri dikkate sunan bir sorumlu sinema örneği: Şaşıracak, dehşete kapılacak, üzülecek, ‘savaş baronları’nı lânetleyeceksiniz!

“Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi”, 19. yüzyılın ortalarındaki kasvetli Londra’da intikamın soğuk ve yoğun kırmızısını tatmak isteyenler için, trajedi ile ‘kara mizahı’ birleştiren müzikal: Ama unutmayın, intikamla ruhu doyurmanın bedeli her zaman vardır!

“Şeytan Duymadan Önce”, açgözlülüğün yok ediciliğine ama daha önemlisi, metropol insanlarının ‘şefkat açlığı’na dair bir acı öykü: Yüksek binaların üst katlarındaki bir dairede damarınızdan yapılan uyuşturucu ile ‘kaybolduğunuz’ saatleri yaşıyor musunuz sizde?

“Taze Gelin Şaşkın Damat”, erkek ve kadının, tanıştıktan sonra, bazen aylar, bazen de yıllar süren evlilik kararı alma/evlenme sürecini birkaç güne sıkıştırıyor; aileler, arkadaşlar ve etraftakilerin bilinen ‘yapay-iyi hallerini’ de tersine çevirerek keyif veren bir mizah sunuyor: İtiraz etmeyiniz, her alışılmış yöntemi izleyerek evlenen mutlu mu oldu yani?

(13 Şubat 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Orhan Aksoy / Sırrı Gültekin

Bir Orhan Aksoy veya Sırrı Gültekin filmini -sinemada- seyrettiniz mi hiç? Aksoy son filmini 1994 de, Gültekin ise 1993’de çekmişti; bunun için bu sorunun cevabı olumlu olmayabilir.

Gültekin, ilk kez 1939’da Bakırköy Halkevi’nde sahneye çıktı, sonra Şehir Tiyatroları, 1949’dan sonra da “oyuncu” olarak sinemada çalışmaya başladı, 1953’de Aramızda Yaşayamazsın ile yönetmenliğe başladı. Ama ben Damat Beyefendi (1962), Biz İnsan Değil miyiz (1961) ve Öfke Dağları Sardı’yı (1965) ön plâna çıkartıyorum. İkincisi ve üçüncüsü Gültekin tarafından sonraları değişik adlarla yeniden çekildi. Gültekin’in diğer birçok yönetmenin yaptığı gibi filmlerini tekrar çekme yöntemi bu filmlerle sınırlı değil. 1953-1993 arasında 124 film çekti Gültekin sinema filmi olarak, dediğimiz gibi bunlar içinde tekrar filmleri de var, ayrıca TV ve video filmleri de. Damat Beyefendi, yılların tiyatro ve sinema oyuncusu Salih Tozan için yazılmış bir senaryo (Sadık Şendil) ile çekilmiş ve başrolünü oynadığı tek (ve ilk) film olarak ilginç bir özellik taşır. Gültekin, Yeşilçam’ın tüm kalıplarını kullanan filmlerinde, düz, sade sinema dili ile orta kuşak yönetmenlerinin içinde en verimlilerindendir. Ayrıca sinemamıza getirdiği yeni oyuncular ile de değişik bir konumdadır, bu oyuncular arasında Göksel Arsoy, Mahir Özerdem, Kenan Pars, Oya Tarı, Adnan Şenses gibi isimler sayılabilir. (Bazılarını duymamış olabilirsiniz, bir kısmı uzun, bir kısmı kısa süre ile oyunculuk yapmıştır) Bu isimlere favori oyuncuları Gönül Yazar’ı, Münir Özkul’u, Özdemir Han’ı, Öztürk Serengil’i de eklemek gerekir. Televizyon için yaptığı İbişin Rüyası’nda tiyatromuzun ustalarından Naşit Özcan’in yaşamı üzerine Tarık Buğra’nın yazdığı romandan yola çıkar. ’93’de son filmini çeken Gültekin daha sonraları sektör içi faaliyetlerde bulunmuş, FİLM-SAN başkanlığı yapmıştır.

Aksoy, Şıpsevdi ile 1963’de başlıyor, yönetmenliğe, geçmişinde sinema makinistliği’nden başlayarak uzun bir serüven var. (Şıpsevdi Ajda Pekkan’ın da ilk filmdir, aynı zamanda) Aksoy benim aklıma hep Bomba Gibi Kız (1964) ile gelir. Gilda (1946) filminin bir uyarlaması olan filmde, Rita Hayworth’u Türkan Şoray, Gleen Ford’u İzzet Günay oynuyordu, Ford’un Hayworth’da attığı, popüler sinema tarihine geçmiş “ünlü” tokat sahnesi Aksoy’un filminde var mı idi, net olarak hatırlayamıyorum ama Aksoy’un filmografisinde benim için hep ön plânda olacak. Vurun Kahpeye’nin (1964) üç uyarlamasından -en tutarlılarından birini- çekmesi yanında, ilki bir ikinci versiyon olan popüler roman uyarlaması Kezban (1968) ve devam filmleri Kezban Roma’da ve Kezban Paris’te’yi çekti. Bu filmlerle sinemamızdaki sayılı cinemascope filmlerede imza atmış olan Aksoy, Gültekin gibi kimi şarkıcılı filmlerinde yeni şarkıcı /oyuncular da getirdi sinemamıza, Kederli Günlerim’de (1967) Behiye Aksoy ve Renkli Dünya’da (1980) Erol Evgin gibi. (Gerçi Evgin daha öncede beyazperdede görülmüştü: Meryem ve Oğulları / Seden – 1977) Popüler romanların -çoğu ikinci versiyon olmak üzere – Hıçkırık (1965), Samanyolu (1967) yeni çevrimlerini yaparken artık, filmlerimizde “renk”lenmişti. Romantik filmlerin yönetmeni olarak bilinirken, 1972’de Alın Yazısı ile bu tarzdan biraz uzaklaştı, bu uzaklaşma araya giren başka filmlerden sonra İstanbul 79 (1979) ile devam etti. 1994’de son filmini çekerken 87. filmini çekiyordu. 1990’da çektiği sondan üçüncü filminde bir Sabahattin Ali uyarlaması yaptı: Hasan Boğuldu (öykünün adı Hasanboğuldu’dur) Kezban filmlerinde (ve daha başka filmlerde) beraber çalıştığı Hülya Koçyiğit’in yerini Hülya Avşar almıştır artık. Amerikalı Eliot Silverstein’in The Happening filminin uyarlaması olan Varyemez’de (1992) Anthony Quinn’in yerini Kemal Sunal alıyordu. Kendini kaçıran amatörlerin başına geçerek, kaçırılmasını fırsat bilen ailesi ve dostlarından hesap soran iş adamı rolünde. Son filmi Yumuşak Ten (1994) ise aşk filmlerine bir dönüştü; bir farkla romantizm yerini erotizme bırakıyordu. Televizyonun yaygınlaştığı, yerli dizilerin başladığı günlerde dizi filmler de çekti, Aksoy.

Son yıllarda, bir çok alanda, gözle görülür değişimler geçiren sinemamızda devrini tamamlamış iki yönetmen aramızdan ayrıldı, ama filmler devam ediyor. Günün herhangi bir saatinde bir televizyon kanalında Gültekin’in veya Aksoy’un bir filmine rast gelmeniz olasılığı her zaman var. Film hangisi olursa olsun birkaç dakikanızı, bu yılların ötesinden gelen görüntülere ayırın, sizi güldürebilir veya hüzünlendirebilir, belli olmaz. Daha önce başkaca filmlerini seyretmiş iseniz, başka şeyler hatırlayabilirsiniz, daha önce hiç tanışıklığınız yoksa, Gültekin veya Aksoy’dan birkaç dakikalık görüntü iziniz olsun, belleğinize çakılıp kalmayacak olsalar da.

(12 Şubat 2008)

Orhan Ünser

Kaybolup, Gitmeyen Filmler

Film, çoğunlukla bir sinema ortamında yapılan, ticari yönü de bulunan bir üretimdir. Sinemamızın belirli bir döneminde bu ortam Yeşilçam diye anılır, ama sinemamızın tüm zaman dilimleri için de bu deyimin kullanıldığı çevreler vardır. Filmler bu ortamda yapılırken, yapım aşaması, dağıtım aşaması belirli ilişkiler içindedir, bu ortamda hiçbir zaman sermaye bir yapısal faktör olmamıştır, bu nedenle değişik yöntemlerle bu eksiklik giderilmiştir. Yinede bu ortamda daha fazla olanağı olan yapımevleri olduğu gibi az olanakları ile film üretimi sürdüren firmalarda vardır. Hepsi, kuralları zaman içinde oluşmuş bir mekanizmanın içindedirler. Zaman zaman bu oluşumun dışında da filmler üretilmiş. Bu çark dışı filmler ya tamamen dışarıda kalırlar ya da bir yerden içeriye girer, gösterim olanağına ulaşırlar. Gösterim olanağı kapısına gelmiş olmakla beraber çeşitli nedenlerle seyirci ile buluşamayan filmlerimiz de vardır. Bu araştırmada bu özelliği gösteren bazı filmlerle, tamamen çark dışındaki kimi filmlere göz atmak istiyorum.

l. Denize İnen Sokak / Atilla Tokatlı – 1960

Atilla Tokatlı (1932-1988) sinemamızın okullu yönetmenlerinden. IDHEC (Fransa) sinema okulundan mezun. Denize İnen Sokak’tan başka Gel Barışalım (1964) isimli bir filmi daha var. Denize İnen Sokak, Selçuk Bakkalbaşı’nın senaryosu ile çekilmiş bir film. (Bakkalbaşı’nın tek senaryosu) Görüntü yönetmenleri Michel Geismar ve Mike Rafaelyan. Özgüç’ün verdiği özete göre “Evlendiği gece sırtını karısına dönüp uyuyan, elli yaşında, sıkıntılı garip bir yaşam süren Ali Bey’in (Ulvi Uraz) öyküsü” (Türk Filmleri Sözlüğü, C. 1, S. 154) Locarno, Karlovy – Vary ve Venedik Uluslararası Film Festivalleri’nde gösterilmiş, Locarno’da “şeref diploması” almış. 1. İzmir Fuar Filmleri Festivali’nde (1961) En İyi Senaryo ve Erkek Oyuncu (Ulvi Uraz) ödüllerini almış. 60’lı yıllarda sinema ile ilgilenen herkesin varlığını bildiği fakat çok az kişinin gördüğü, ortalıktan kaybolmuş bir film. (Sinemamızda ortalardan kaybolan çok sayıda film vardır, umarım bir gün bir yerlerden çıkar.) Filmin, İstanbul’da yaz sezonunda Fransızca alt yazılı olarak bir yazlık sinemada gösterildiğini duymuştum. Venedik Festivali sırasındaki özel gösterisi çok az seyirci ile başlamış ve daha az bir seyirci ile sonlanmış.

Zamanının alışılmış filmlerine uymayan, “ticari başarısızlığa uğramış” (Türk Sinema Tarihi / G. Scognamillo, S. 199); (bana) adından başlayarak bir çok unsuru ile ilginç gelen, seyretmiş kimseye rastlayamadığım, Sel Film (!?) yapımı olan, seyirciye ulaşamamış (ulaşsa buluşur mu idi, bilemiyorum) bu filmi böyle bir listenin başına koymak ilginç olur diye düşündüm.

2. Çıplaklar / Ahmet Şalih Sencer – 1971

Baştan söyleyeyim bu film seyirciye ulaştı, sanırım şimdilerde ortada yok ama, en azından sinema afişlerine çıktı. Bir ayrıntıyı belirttikten sonra filme döneceğim. Filmin yönetmeninin adı afiş ve jenerikte ve tüm kaynak kitaplarda Ahmet Salih Sencer diye geçmektedir ama, gerçek adı Ahmet Şalih Sencer’dir (1927 – 1990). Ankara’da 60’lı yıllarda sinemalarda filmden önce gösterilen, T. C. Ziraat Bankası adına haftanın olaylarını (siyaset – aktüalite – moda “ve mutlaka” o haftanın maçlarından biri) içeren haber filmleri hazırlayan Kur Film’in sahibi ve yönetmeni idi. Bu filmin iki ilginç noktası vardır. Filmde sadece üç kişi oynamaktadır. Bir deniz kazasından sonra bir ıssız adaya sığınan bir kadın ve iki erkek. (Estella Blain – Demir Karahan – Yıldırım Önal) / Böyle bir ilginçlik yıllar sonra Yavuz Özkan’ın sadece iki oyuncunun (Sezen Aksu – Ferhan Şensoy) oynadığı Büyük Yalnızlık (1989) filminde tekrarlanacaktır. / Filmin asıl ilginçliği ise daha farklıdır. Jenerikte “filmdeki tiplerin Freud’un klinik tipleri” olduğu belirtilmektedir. Issız adaya düşen bu üç kişi beraber yaşamak zorunda kalınca, bulundukları ortamın koşulları gereği, kadına yönelmeleri gerekir (mademki Freud’iyen tipler); yönelirlerde ama genç denizci (Karahan) kadına koruyucu ve arkadaş olarak yönelirken, diğer kişi (Önal) sahip olmak isteyen, bunun için fırsatları kollayan ve denizci ile kadını gözetleyen biri olarak ele alınır. Koruyucu ile mütecaviz kişi dövüşürken bir uçurumdan düşerek, kadını adada tek başına bırakarak, ölürler. Oysa, klinik tiplerin ise kadına “ben sahip olacağım” diye dövüşmeleri gerekirdi, bu dövüşün sonucu da aynı şekilde biterdi.

Adada yalnız kalan kadın, çıldırır; finalde sahile ulaşan bir geminin tayfaları ıssız ada sakinlerinin eşyalarını bulurlar, kadın ise ormanın derinliklerinden onları seyreder. Jenerikte belirtilen “Freud tipleri” ibaresinin, “nedenleri” açısından tamamen ters yüz edilerek, töresel bir düzeye taşınması, filmin çok farklı bir yoruma ulaşmasına neden olmaktadır. Başlangıçta Freud adının verilmesi de bu farklılaşmayı hem ilginç kılmakta hemde sinemamızda benzer farklılaşmalardan başka bir noktaya taşımaktadır.

3. Kara Vadi / Mehmet Kemal Necati Çakuş – 1955

Bir Üniversal Film yapımıdır, Kara Vadi. Üniversal Film, Gani Turanlı’nın kurduğu ve yalnızca bir tek film yapabilen bir yapımevidir. Zonguldak’taki “kömür işçilerini”, Halit Refiğ’in Şehirdeki Yabancı’sından (1962) daha önce ele alan film, Fikret Arıt’ın senaryosu ile çekilir. Ticari olmayan yapısı ile fazla şansı yoktur. Bu nedenle yapımcısı tarafından AND Film’e satılır. Film, bu ikinci sahibi tarafından -ticarilik uğruna (Yeşilçam kalıplarına uygun)- eklerle geliştirilir, fakat yinede yeterli olamaz ve yitip gider. Filmin yönetmeni o günlerde Turanlı’nın kayınpederi olan M. K. Necati Çakuş’tur. / Aynı zamanda görüntü yönetmeni de olan Çakuş’un adı, bu film ile anılırken Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü (1. basım) ve Özön’ün Türk Sineması Kronolojisi kitaplarında Necati Çakın olarak anılır. Özgüç kitabının ikinci basımında adı Necati Çakuş olarak düzeltir. / Bu filmde oyunculuk da yapan Turanlı, daha sonraki yıllarda sinemamızın en önemli görüntü yönetmenlerinden biri olacak, çalışmalarının çoğunu AND Film’de yapacaktır. Kara Vadi bu arada, kömürün karası gibi, karanlıklar içinde yitip gidecektir.

4. 5. Gecelerin Ötesi – İster Sarıl İster Darıl / Arda Uskan – Günay Kosova – 1974-1975

Agâh Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’nün 2. cildinin 19. sayfasında, 1974 yılı filmleri içinde Arda Uskan’ın yönettiği Gecelerin Ötesi adında bir yapım gösterilir, Günay F. (Günay Kosova) üretimi olarak. İnsanın aklına hemen Metin Erksan’ın sinemamızın önemli filmlerinden olan Gecelerin Ötesi gelir. Ama bu sadece “adaşlık”tan ibarettir. Uskan’ın filmi “artist olma özlemi” (Evren) üzerine olup, Erksan’ın filmi ile ilgili değildir fakat film tamamlanamaz. Yarım kalan bu film, bir yıl sonra, çekilmiş kısımlarının bir kısmı kullanılarak ve Günay Kosova yönetiminde yeni çekilmiş başkaca bölümler eklenerek, İster Sarıl İster Darıl adı ile yeni bir film olarak (tamamlanır). Uskan’ın filmi geçirdiği değişimden sonra son hali ile gösterime çıkarıldı mı, seyirciye ulaştı mı, film değişim sonrası hali ile Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’nde yer almıyor. Uskan’ın tamamlanamayan filmi, Özgüç ve Evren’in Yönetmen Sözlükleri’nde yer almasına rağmen, Kosova’nın tamamlanan filmi yer almamaktadır.

6. Kara Kafa / Korhan Yurtsever – 1979

Korhan Yurtsever, ilk filmi Fırat’ın Cinleri’inden iki yıl sonra Almanya’da çektiği filminde, işçi Cafer’in, bir tatil dönüşünde karısı ve iki çocuğunu da Almanya’ya götürmesini, burada karısının da işe girmesini, üçüncü çocuklarının olmasını ve kendisi işsiz kalınca, içki ve kumara dadanmasını, fabrikada çalışan karısının siyasal örgütlerle ilişkiye girmesini ve bilinçlenmesini, bu yüzden kocası ile çalışmalarını, sonunda Cafer’in hatalarını anlamasını, anlatır (Özgüç). Film hemen hemen hiç gösterime çıkarılmamıştır, bir süre sansürle boğuşmuş sonra da bilinmezlere karışmıştır. Öykü olarak radikal bir değişikliği yokmuş gibi duruyor ama bilinmezlikleri nedeni ile bir çok sırrı da içeriyor. Dediğim gibi, adı ortaklık da çok sık dolaşmamış olmasına rağmen, bir dönem anılmış fakat kitlelere ulaşamamış, bir çok sırrı içeren filmlerden birisi olmaya devam ediyor.

7. Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri / Alp Zeki Heper – 1966

Bir bilinmezler yumağı film daha. IDHEC mezunu Alp Zeki Heper’in “soyut bir aşk filmi denemesi” (Özgüç) olan film uzun süre sansürle uğraşır ve toptan reddedilir. Kara Kafa, kadın kahramanının bilinçlenmesi ile “siyasal” nedenlerle sansürle boğuşurken, Heper’in filmi “müstehcenlik” damgasından kurtulamaz. Heper, sinemacılığı ile seyircilerine ulaşamaz ama filmlerinin serüveni ile sinema çevresinde ilgi ile izlenir. İkinci filmi de (Dolmuş Şoförü) bir çıkıp kaybolur, üçüncü filmi (Eşkıya Halil) biraz daha piyasada kalır (Cüneyt Arkın’ın hatırına mı?). Final filmi (Kara Battal’ın Acısı) ise bilinmezler kervanına katılır. Özgüç deyişi ile “soyut” bir aşk öyküsü anlatan (bana ismi hep ilginç gelmiş olan) Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri, Fransa’da aldığı eğitimin de etkisi ile olsa gerek -görebildiğimiz fotoğraflarından çıkardığımız kadarı ile- “batı (Avrupa) sineması” etkileri taşıyan bir yapı içeriyor kanısını uyandırıyor. (Böylece görmediğimiz bir film hakkında konuşarak haksızlık etmiş oluyoruz.)

8. Sıralardaki Heyecanlar / Alekos Sakalarios – 1963

Sinemamız, İstanbul Sokaklarında’dan (Muhsin Ertuğrul – 1931) başlayarak seyrek de olsa komşu ülkeler ile ortak – yapımlar yapmıştır. (Bunlar sanıldığından da çoktur, aslında). İşte bunlardan biri de Birsel Film’in (Özdemir Birsel) Yunanlılarla yaptığı Sıralardaki Heyecanlar’dır. Filmde Orhan Günşiray ile Aliki Vuyuklaki oynamaktadır. Aliki Vuyuklaki o yıllarda ülkemizde gösterilen Dayak Cennetten Çıkmadır filmi ile epeyce popüler olmuş komşu ülkenin bir yıldızı idi. Böyle bir popülerliği değerlendiren Birsel Film bu ortak yapımı yapar. “Okul, öğretmen, öğrenci ilişkileri, komedi ve aşk” trüklerinin kullanıldığı film Yunanlı yönetmen Alekos Sakalarios tarafından çekilir, görüntü yönetmeni ve müzik direktörü de Yunanlıdır. Film bu hali ile ülkemizde gösterime girer. Yıllar sonra duyarak öğrendiğimiz bir olay vardır ki, bunun olabilirliğini kabûl edebiliyorum. Yani duyduklarımız doğru olabilir.

Filmin Yunanistan’da gösterilen kopyası bizde gösterilenden farklıdır, Orhan Günşiray’ın (ve diğer Türk oyuncuları?) oynadığı bölümler filmden tamamen çıkartılarak, yerine Yunanlı bir oyuncunun oynadığı (dolayısı ile yeni çekimlerin yapıldığı) bölümler eklenmiş. Yani bizim sinema tarihimize Yunanistan ile bir ortak yapım olarak geçen film komşunun tarihinde salt Yunan filmi olarak yer almak durumunda kalıyor bu özelliği ile. (Orhan Günşiray üstteki fotoğrafta solda, Nihat Durak’ın yönettiği İlk Aşk adlı filminde görülüyor)

9. Sevmek Seni / Cengiz Tuncer – 1965

Cengiz Tuncer, bir yayıncı (E Yayınları) ve bir romancı. Yeşilçam’a senaryolar da yazan biri. Bu arada yazdığı senaryolardan birisini de kendisi çeker: Sevmek Seni. “İki kadın arasında kalan ve mutsuz olan bir gencin öyküsü” (Özgüç) olarak özetlenen film, sinemamızın şanssız filmlerinden birisi, (sanırım) ticari başarısızlığı denemek olanağını bile bulamaz, seyirci karşısına çıkma olanağını çok az bulur. (Kişisel bir deneyimim şu şekilde: Samsun’da asıl ticari uğraşı yanında sinemacılık da yapan eniştemin sinemasında yalnızca bir tek gösterim olanağı bulabilir, o da eski filmlerin gösterimin yapıldığı “Pazar günü” sabah saat l0:00 matinesinde. Bunda bile yeteri kadar seyirci bulamadığı için eleştirilir.) Sonra filmin adını hep kitaplarda, birkaç fotoğrafta izlemek olanağımız var, film bilinmezler diyarında.

10. Dünyadaki Cehennem / Abdurrahman Conkbayır – 1959

Agâh Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’nün birinci baskısı olan 6 ciltlik basımının 1. cildinin önsözünde, Abdurrahman Conkbayır adında bir yönetmen daha olduğu fakat filmini tamamlayamadığı için kitapta yer almadığı belirtiliyordu. Oysa, kitabın elime geçmesinden bir süre önce, -yine Samsun’da- yine sabah saat 10:00 matinesinde (bir başka sinemada) gösterilen, bir filmin afişinde yönetmen adı olarak A. Conkbayır adını gördüm ve hemen not ettim, filmin adını Özgüç’ün kitabında nasıl olsa bulacağım için yazmadım. Daha sonra “Conkbayır” adını unutamadım ama, filme ulaşamadım. Dünyadaki Cehennem olan filmi yıllar sonra 5555 Afiş kitabında buldum. Bu kitapta afişleri bulunan fakat aslında var olmayan filmler bulunmaktadır ama ben bu afişi (aynı afiş) yıllar önce bir sinemada -bir erken matinede de olsa- gördüğüm için, filmin olmaması söz konusu değildir, fakat bahsi geçen afiş kitabının dışında sinemamızın hiçbir kaynağında bulunmamaktadır. Tabi film hakkında da hiçbir bilgimiz bulunmamaktadır. Abdurrahman Conkbayır 50’li yıllarda sinemamızda bir takım filmlerde roller alan oyuncularımızdan birisidir.

11. İntikam / Ahmet Üstel – 1960

Bazı filmlerin izini bir yerlerde bulamazsınız, Ahmet Üstel’in İntikam’ı da bunlardan biri. Sinemamızın az ürün vermesine rağmen önde gelen senaryo yazarlarından biri olan Üstel’in bilinen, kitaplara geçmiş 1957 yapımı Ebediyen Seninim isimli filmi yaygın olarak bilinen tek filmi. Erman Şener’in düzenlediği “SES Sanatçılar Ansiklopedisi”nde Üstel’in İntikam ve Anadolu Yolları isimli filmleri de çektiğini yazıyor. Burçak Evren “Türk Sineması Yönetmenler Sözlüğü” kitabında Üstel’in filmleri arasında İntikam’ı 1960 ürünü olarak sayıyor, Anadolu Yolları’ndan söz etmiyor. Ebediyen Seninim filminde Kenan Pars başrol oynuyordu. (Sanıldığından daha çok başrol, -iyi adam- oynadığı filmlerden biri. Benim zihnimde bulanık bilgilere göre, İntikam’da da Kenan Pars oynuyordu, ama kendisi -sorduğumda- hatırlayamadı, yalnızca Ebediyen Seninim’den söz etti.) Anadolu Yolları ise tümden yitiklere karışmış.

12. Tarzanlaşan Adam / Rahmi Kafadar – Natuk Baytan – 1960

Bir adam ormanda kaybolur, öldü sanılır, oysa yaşamaktadır ve uzun bir süre ormanda tek başına yaşar ve Tarzanlaşır, sonra kasabasına ulaşır ve normal yaşamla uyuşamaz. Konuyu işleyen film, sinemamızda kayıtlara girmemiş filmlerdendir. Evren, “Türk Sineması Yönetmenler Sözlüğü”ünde “Kafadar” maddesinde filmi Baytan ile birlikte yaptıklarını yazmasına rağmen, “Baytan” maddesinde bu filmden hiç söz etmez. Kayıtlarda ender rastlanan, konusu ile sıradışı olan film, ortalıkta görünmemekle -sır olup gitmekle de- ilginçliğini korumaktadır.

13. Yetimler / Rahmi Kafadar – 1963

Samsun’da Foto Nurdağ adında bir fotoğrafçı vardı. Vitrininde gördüğüm ve o zaman adını öğrenemediğim, fakat bir filmden sahneler olduğunu anladığım fotoğraflar gördüm. Yıllar sonra -merakımın peşinde idim- yeri değişmiş olan fotoğrafçıya girip, unutamadığım fotoğrafları sordum, bunların bir filmin fotoğrafları olduğunu, babasının -o zaman dükkânı işleten kişi- böyle bir film yaptığını söyleyerek, filmden ve setten fotoğraf gösterdi. Sinemamız ile ilgili, yıllardır bir çok araştırmalar yapmış Alican (Sekmeç) ile birlikte filmin peşine düştük, Tarzanlaşan Adam filmi için Rahmi Kafadar ile görüşürken, bu filmden de (Yetimler) söz etti. Bendeki fotoğraflar ile de uyuşuyordu. Filmde oynamamasına rağmen yönetmen Orhon Murat Arıburnu’nun seti ziyaret ettiği, fotoğraf çektirdikleri görülüyordu. (Filmin yapımcısının oğlu, Samsun’da baba mesleğini sürdürüyor ve elinde babasından kalma, senaryolar olduğunu söyleyerek bunları değerlendirmek istiyor.) Sinemamızın -belki- çok az bir seyirciye ulaşmış, bilinmezler girdabındaki filmlerinden biri daha.

*****

Farklı nedenlerle seyirciye ulaşamayan veya ulaşsa bile kendi içsel yapıları gereği, gerekli (veya hiç) ilgiyi görmeyen filmlerin yanında, gösterilse bile içeriği gereği ilgimi çeken kimi filmler hakkında -kendimce- bir takım notlar yazdım. Benzeri başka filmler de olacaktır. Filmlerin daha eski yıllara -Yeşilçam dönemine- ait olması, o dönemin sinemamızda taşıdığı ağırlığı nedeniyledir. Filmlerin kalıcı olma özelliğinin bir yansıması da, kendileri ortadan kaybolsalar da, bir takım özellikleri ile şu veya bu şekilde -anılarda ve bu tip yazılarda- zaman zaman hatırlanacak olmalarıdır.

(05 Şubat 2008)

Orhan Ünser

Bir Ferhan Şensoy Röportajı: F Tipi Klavye Gençliği Bunlar

“Son Ders” filminin “Saffet Hocası” Ferhan Şensoy günümüz gençliğini “F Tipi Klavye Gençliği” olarak adlandırıyor.

12 Mart dönemindeki üniversite gençliği ile günümüz öğrencisini karşılaştıran “Son Ders” filminin başrol oyuncusu Ferhan Şensoy yine ses getirecek açıklamalarda bulundu. Meselâ günümüz gençliği için “F Tipi Klavye Gençliği” diyen ünlü sanatçı “Ortada kalmış bir gençlik bu. Bu sadece politika konusunda değil kültürel anlamda da böyle. Tiyatroya gitmiyorlar, Amerikan filmlerine gidiyorlar. Biracıya, diskoya, konsere gidiyorlar ama baleye, operaya takılmıyorlar” diyerek eleştirilerini hem gençliğe hem de onları yetiştiren velilere yönlendiriyor. 8 Şubat’ta vizyona girecek “Son Ders” filminin sırlarını ve Şensoy’un etkileyici eleştirilerini bu röportajda bulacaksınız.

Öncelikle senaryonun size nasıl geldiği ile başlayalım?

Filmin senaristi Uğur Yağcıoğlu televizyon dizileri yazmış yönetmiş bir arkadaşımız. Nedense bana gelen sinema senaryolarının çoğu dram ağırlıklıdır. Ve bu projeleri her hayata geçirdiğimde insanlar dramatik bir rolde olmamı yadırgarlar. “Son Ders” benim sekizinci filmim, altı tanesi de dram ağırlıklı yapımlardı. Bütün bu yapımların içinde en dramatik rol “Son Ders”te canlandırdığım karakter. Uğur zaten film için komedi dram diyor. Benim rolüm komik değil ama filmin içinde komik rolleri olanlar var. Filmin başlangıcı 12 Mart döneminde geçiyor. Devrimci, solcu beş arkadaşın yolları ayrılırken 30 sene sonra hâlâ hayatta kalırlarsa buluşmak üzere sözleşmeleriyle başlıyor hikâye. Bir 12 Mart hesaplaşması aynı zamanda o dönem gençliği ve günümüz dönem gençliğinin bir karşılaştırması da var biraz alaylı olarak filmde. Bizim dönemimizde neredeyse herkes solcuydu. Şimdi politikanın dışında bir gençlik var. Günümüzde tabii ki sağcılar solcular var ama o zamanki üniversite öğrencilerinin politik düzeyi yok günümüzde. Politik yanının dışında, özünde bir aşk hikâyesi de yer almakta. Ben bu beş arkadaştan birini oynuyorum. İsveç’e kaçmış, sonra isim değiştirmiş ve sonunda da İstanbul Üniversitesi’nde hoca olmuş, dersler veren ama ders verirken de alıştığımız öğretmen profilinden çok farklı olarak derse hayat veren bir öğretmen. Öğrencilerin önce garipsediği, daha sonra çok sevdikleri Saffet Hoca’yı oynuyorum. Saffet Hoca’nın 30 yıl öncesinden bir aşkı varmış. Kendisi politik işlere bulaştığı için kızın da başı yanmasın diye kızı terk etmiş. Bir hastalık yüzünden ömrünün çok kısaldığını öğrenince İsveç’ten Türkiye’ye geliyor. Üniversitede öğretmen oluyor ve eski aşkını bulmaya çalışıyor. Buna paralel olarak da filmde günümüzde aynı üniversitede öğrenci olan iki gencin aşkı var. Yani filmde birbirine geçmiş iki aşk öyküsü var. Beni çok duygulandırdı bu film. Çünkü ben de 12 Mart dönemini aşağı yukarı filmde anlatıldığı gibi yaşamış biriyim.

Kolay senaryo beğenmezsiniz. Çok fazla yaptığınız film yok. Her filmi özenle seçtiğinizi biliyoruz. Bu projenin sizi yakalayan kısmı nedir?

Senaryo başarılı. Ama anlatılan öyküde ben kendimi buldum. Ben dramda oynamak istemiyorum ama gene de okuyayım dedim. Okurken çok duygulandım. Tereddüt etmedim değil. Çünkü seyirci beni komedi ile bütünleştirdiği için bir filmde ben komik değilsem düş kırıklığı olur mu acaba diye düşündüm. Sonra bunu nasıl olsa anlatacağız. Bu bir Ferhan Şensoy komedisi değildir diye kabûl ettim. Çok duygulandım ve çok mutlu oldum.

Aslında siz cevabını verdiniz ama ben yinede sorayım. Bu bir Ferhan Şensoy filmi midir?

Hayır değildir. Ben orada sadece oyuncuyum, senaryo da benim değil, üslûp benim üslûbum değil.

Sezen Aksu ile oynadığınız “Büyük Yalnızlık” gişe olarak başarısız olmuştu. Orada da dramatik bir roldeydiniz. Böyle bir tecrübe geçirdikten sonra Ferah Şensoy’un yine dramatik alt yapısı olan bir rolde oynaması risk olabilir mi?

Hayır sanmıyorum. Ben zaten dediğim gibi sinemada çok az komedi oynamışım.

Son filminiz “Pardon”a seyircinin tepkisini nasıl buldunuz?

Bence “Pardon” sinemamıza yapılmış nadir komedilerden biridir. Çünkü biz film başladıktan sonra Beyoğlu’nda bir sinemaya gittik. Oradaki görevlilere “Karanlıkta girip tepkiyi görmek istiyoruz” dedik. Girdik ve gördüğümüz insanların sinemada değil de sanki bir tiyatroydaymış gibi kahkahalarla gülmeleriydi. Yani tiyatro reaksiyonu alır gibi bir şeydi. Üstelik çok da acıklı bir hikâye anlatıyorduk.

İzleyicin absürd komediye yönelmiş bir hali var. Özellikle son dönemde. Hababam Sınıfları, Maskeli Beşler gibi filmlerin yaptığı yüksek gişeler ortada. Bunu nasıl karşılıyorsunuz? Çünkü bu aslında sizin ürettiğiniz dramatik alt yapıya sahip komedilerin biraz da yıpranmasına neden oluyor.

O filmlerin çoğunu izlemedim. “Pardon” bizim üslûbumuzu ve anlayışımızı gösteren takım halinde oynadığımız bir filmdir. Eğer biz sinemada komedi yapacaksak, Orta Oyuncuları olarak “Pardon” çizgisinde bir komedi yapmak isteriz. Bizim oyunlarımız da öyledir. Güldürür ama altında dram yatar. Biz kara mizah çerçevesinden bakarak insanları kahkahaya boğan oyunlar oynarız.

“Son Ders”e geçersek burada iki aşk hikâyesi var birbirine geçen fakat bunların dönemsel karşılaştırması olduğunu söylüyorsunuz. Şu an üniversite öğrencilerinde gördüğünüz farklılık nedir?

Dediğim gibi şimdiki öğrenciler politika ile ilgili değiller. Örneğin seçim geldiğinde nereye oy vereceğini bilmeyen bir gençlik ile karşı karşıyayız. Şuna mı versek, buna mı versek diyorlar. Çünkü bilmiyorlar, izlemiyorlar. Ortada kalmış bir gençlik bu. Bu sadece politika konusunda değil kültürel anlamda da böyle. Tiyatroya gitmiyorlar, Amerikan filmlerine gidiyorlar. Biracıya, diskoya, konsere gidiyorlar ama baleye, operaya takılmıyorlar. Bir de ben onlara “F Tipi Klavye Gençliği” diyorum. Oturmuşlar bilgisayar başına hapisler resmen. Neredeyse “Mc Donalds’ı tıklayayım hamburger buraya gelsin ben yerimden kalkmayayım” diyecekler. Öyle bir gençlikle karşı karşıyayız. Tabii böyle olunca bunların politik bir görüşü de olmuyor.

Filmde bunlar da işleniyor mu?

Hayır ben bunları kendi düşüncem olarak söylüyorum. Sadece filmde şu şekilde altı çiziliyor, film bizim gençliğimizle, 12 Mart’la başlıyor. Şimdi gençlik nasıl gösteriliyor, bunlar biraz laylaylom gençlik ama bunların arasında da azınlık olarak o eskiye benzeyen gençlerde var.

Bunun mutlaka tiyatroya yansıması da var. Çözüm olarak ne görüyorsunuz? Yani gençlik tiyatroyu takip etmiyorsa bu toplumun bütününe doğru gidecek demektir!

Tabii arkadan gelen kuşaklar bunlar. Tiyatro, kitap okuma, operaya gitme bunlar aileden gelen şeyler. Küçükken alıştırılması gerek. Biz ortaokuldayken ailemiz öğretmenlerimiz bizi haftada bir tiyatroya götürürdü. Ben tiyatroyu o zaman öğrendim. Sonra aşık oldum tiyatroya. Ondan sonra haftada bir gelir oldum buraya. Şimdi anne baba ilgili olmayınca, çocuk da tabii ilgili olmuyor. Bir de okullarda önceden tiyatro kolları falan olurdu. 12 Mart döneminden sonra bu da törpülendi biraz. Liselerarası tiyatro yarışı vardı, bunlardan çok önemli oyuncular çıkmıştı. Bunlar bitince tabii “F Tipi Klavye Çocuk” bunları aramaz olmuş. Alışkanlığı yok çünkü. Bizim için yemek içmek gibi olan şey, onun hayatında olmadığı için eksikliğini duymuyor. “Ben tiyatroya gitmiyorum” diye aklına gelmiyor ki. Benim gençliğimde İstanbul’da tiyatroya gitmemiş adama rastlamak çok zordu. Şimdi çıkalım sokağa soralım 100 kişiden 90’ı tiyatro görmemiştir.

Burada sinemanın değişen toplum şartlarında tiyatronun yerini almaya başladığı düşünülebilir mi?

Hiç sanmıyorum çünkü sinema yeni bir şey değil ki. Sadece tiyatroya oranla daha yeni. Televizyon ilk çıktığında veya sinema ilk çıktığında bunları rakip olarak görmüşlerdir tiyatroya, ama karşılaştırıldığında çok farklı şeylerdir. Tiyatro her gün canlı olarak yapılan ve izleyicisi ile paslaşarak üretilen bir şeydir. Ertesi günkü oyun bir önceki günün aynısı değildir. Sinema öyle değil koyarsınız dolaba, yıllar sonra da izleyebilirsiniz. Tiyatro izleyici ile olan o anlık bir şeydir. O yüzden bunların hiç biri tiyatronun yerini almaz. Sadece tiyatro 5 bin yıldır zaman zaman krizler geçirir. Televizyon ilk geldiği zamanlarda bir polisiye dizi vardı o yayınladığı saatlerde sokakta kimse olmazdı. Perşembe akşamları olurdu ve tiyatrolar tatil günlerini perşembe akşamına almışlardı. Ama tiyatro yıkılmadı ki. Dönem dönem olur böyle şeyler. Zaten bu Türkiye’ye has bir şey değil, dünyada da bu böyle. Eskiden Londra’da tiyatroya yer bulmak mümkün değildi. Ben gideceğim zaman önceden bilet aldırırdım. Şimdi gidin Londra’da gişede bilet var. Bu İngilizleri çok üzüyor. Bütün dünya İngiltere’ye giderdi tiyatro izlemeye. Türkçe gibi değil evrensel bir dille yapıyorlar tiyatroyu ama dolu değil.

Özellikle Yeşilçam döneminde, tiyatro alt yapısı olan oyuncular sinemada yer alırdı. Ama artık dizi oyunculuğundan sinemaya geçiyorlar. Bunun sinemaya getirisi ya da götürüsü olarak ne düşünüyorsunuz?

Oyunculuk biraz azaldı. Dizi oyuncusu dediğiniz arkadaş o dizi ile oyuncu oluyor. Daha önceden oyunculuğu yok. Güzel kız, güzel çocuk tamam çok yakıştı oluyor. Sonra da filmde konuşamıyor, gidip biri ona dublaj yapıyor. Yani oyuncu kalitesi düşmüş durumda. Ama sinemada dikkat ederseniz, öyle oyuncular olduğu zaman yanına hemen iyi oyuncular vererek besliyorlar, beslemek zorundalar. Yan rollerde ciddi oyuncular var, esas çocuk oyuncu değil.

Siz bildiğim kadarı ile gençliğinizde Fransa’ya gittiniz orada ödül aldınız sonrada Türkiye’ye döndünüz.

Ödülü Kanada’da aldım. Fransa’da okudum aynı zamanda profesyonel olarak çalıştım. Montreal’e gittim orada iki oyun yazdım. Biri “Ce Fou De Gogol” sonra Türkçeye çevirdim. Önce Quebec Fransızcası ile yazdım. O başka bir lehçedir. Onunla En İyi Yabancı Yazar Ödülü’nü aldım.

Türkiye’ye dönme kararınızı ne etkiledi? Bunda sanatsal bir dürtü var mıydı? Ya da sadece gidip eğitim alıp geldiniz mi?

Amaç buydu tabii ama Montreal’de çok güzel imkânlar vardı. Montreal’de Kültür Bakanlığı iki oyun ve ödülden sonra bana bir tiyatronun yönetimini vermek istediler. Ciddi bir para, “Al beş oyun yap, istersen Türkiye’den oyuncu getir, dansçı getir, Türkçe müzikler koy içine” diye böyle bir şans verildi bana. Askerliğimi yapmamıştım. Pasaport süresi bitti bizim kültür ateşimiz “Önce vatan” dedi bana. Ben kalacaktım aslında. Tabii sonsuza kadar değil ama çok gençtim bir şeyler daha yapabilirdim. Askerlikten ötürü geldim ama altı yıl kadar beni askere almadılar.

Peki şu anki aklınız olsaydı gene de döner miydiniz?

Tabii dönerdim. Ben zaten yaptığım yazarlığı da oyunculuğu da kendi dilimde yapmak isterim ve ülkemde yapmak isterim. Bir de Hasan Efendi’den gelen kavuğu Münir Abiden devraldıktan sonra kavukla yurtdışına gidemezsin.

Peki bundan sonra bir senaryo çalışmanız var mı? Bir de televizyonlardan uzak duruyorsunuz.

Uzak duruyorum çünkü televizyonlarla anlaşamıyoruz. Talepler var örneğin “sitcom” istiyorlar. Sitcom 120 dakika olamaz. Sitcom tiyatroya çok yakın bir şey ve tiyatrocularla yapılması gereken bir şey. Her hafta çıkacaksın 100 dakika oynayacaksın, bir kere ben bu süreye karşıyım. Bir de ben takımımla oynarım. Bu bütün dünyada böyle. Her hafta çıkıp şakır şakır oynayacaksın alıştığın ekiple. Benim böyle bir takımım var. Televizyon bana “Senin takımının yanına iki manken alalım bir de şarkıcı koyalım” diyor. Olmaz ki böyle. Zaten bunlarda da anlaşamıyoruz. Yoksa televizyona dizi yapmak istiyorum. Ayrıca televizyonda düzeyli bir komedi ihtiyacı şiddetle var. Adamlar her lâfın arkasına gülme koyuyorlar, o zaman zannediyorlar ki komik oldu. Ucundan biraz izliyorum ama bence yapılan şeyler komedi değil.

Peki sinema ile ilgili projeler var mı?

Evet var hem de birkaç tane var. Oğlum Mert ile çalışıyoruz. Bir tanesi “Kazancı Yokuşu”, bunu film yapmak istiyoruz. Tabii büyük bir prodüksiyon ve sponsor istiyor. Ya Kazancı Yokuşu kapatılacak ya bu dekor olarak yapılacak, Taksim meydanının kapatılması lâzım. Bir de başka bir öykü var. Benim öyküm onun üzerinde çalışıyoruz. Şöyle üç ay falan tatilim olursa onu yapmak istiyorum. Çarşamba ve Almanya’da geçen bir film bu. Ama tiyatrodan dolayı sinemaya çok fazla vaktim olmuyor. Bu çekilen filmleri de tamamen benim tarihime denkleştirilerek, tiyatro kapandıktan sonra çektik ve turneye çıktık.

Sizinle daha önceden konuştuğumuzda sinema aslında oyuncunun değil yönetmenin sanatıdır oyuncuların başarısı da yönetmene bağlıdır demiştiniz.

Elbette oyuncu başka bir şekilde oynamak istiyor ama yönetmen diyor ki hayır öyle değil böyle olacak ve onun istediği gibi oynuyorsunuz. Bu yüzden de oyuncu başarısızsa bunun yüzde ellisi yönetmene aittir.

Peki oğlunuz ile bu dengeyi nasıl tutturuyorsunuz? Bu biraz zor değil mi?

Hayır, Mert Baykal 9 yaşında orta oyuncuları ile profesyonel oldu, Erol Günaydın, Münir Özkul ile başladı. Sonra “Parasız Yaşamak”ta benle kafa kafaya başrol oynadı. Çok yetenekli de ama “Baba ben tiyatrocu değil sinemacı olacağım” dedi. 19 yaşında itibaren oyunculuğu bıraktı sinemacı oldu. Gitti dışarıda okudu geldi. Burada önce asistan oldu, reklâm filmleri çekti, sonra da filmi çekti. Üslûbun çok içinde. Üstelik Pardon filmini de zaten 5 yıl kadar tiyatroda oynadık. Yani biz aynı hikâyeyi aynı karakterlerle sinemada oynadık. “Şunu şöyle oynayın” diye bir şey yoktu bu filmde. Herkes ne oynayacağını biliyordu, Mert de biliyordu herkesin ne yapacağını. Oynadığımız tiyatro rolünün filmini yaptık.

Son çektiğiniz filmin hem senaryosu hem yönetmeni Uğur Yağcıoğlu. Bildiğim kadarı ile daha önceden çekilmiş bir filmi yok. Bu da bir risk sayılmaz mı? Bunu nasıl karşıladınız?

Benim son 3 filmim genç yönetmenlerin ilk filmleri oldu. Ben genç yönetmenlere böyle şanslar verilmesinden yanayım. Beni heyecanlandırdı. Ben başlarken söylüyorum zaten “İlk film çok zordur aslında ilk filmi çekmemek lâzımdır, hep ikinciden başlamak lâzımdır” diye. Uğur çok başarılıydı ve biz uyum içinde çalıştık. Sonuç olarak onun senaryosu onun kafasında bir şeyler var ve onun istediği şeyleri yapacaksın. Zaten oyunculukta budur.

Senaryoyu sizi düşünerek mi yazmış?

Sanmıyorum böyle bir konuşma geçmedi. Beni düşünerek yazmamıştır. Ama aklına ben gelmişim bitirdikten sonra. Ona da demişler ki ters adamdır, benim böyle bir şöhretim var. Aslında değilimdir ama nedense insanlar benden ürküyorlar. Gelip gelmemek arasında tereddüt etmiş. Arkadaşlarına sormuş onlarda “sakın gitme fırça yersin” falan demişler, niyeyse? Sonuçta adam bana bir teklif getiriyor, oynarım, oynamam ne olacak. Çekinerek gelmişti. Bunu da kendisi de söylüyor zaten. Geçenlerde bir röportajı birlikte yaptık orada da söyledi. “Bize Ferhan Şensoy’u bir anlattılar bir anlatırlar ben çok korkarak geldim, fakat bizim çalıştığımız adam o adam değildi” dedi.

(05 Şubat 2008)

Serdar Akbıyık

08 Şubat 2008 Haftası

“Charlie Wilson’ın Savaşı”, tarihteki çok büyük olayları tetikleyen ve günümüzü şekillendiren olgulara yol açanların, bazen, risk almayı seven ‘endirekt’ iki üç kişi olabildiğinin ‘fena halde’ farkına varmanızı sağlayan, senaryosu derslerde örnek gösterilebilecek, mizahla dokunmuş bir gerçek hikâye; yaşayan en değerli yönetmenlerden Mike Nichols’ın filmi: ABD’nin (dolayısıyla dünyanın büyük bölümünün) gerçekten de birkaç bin zeki insan tarafından yönetildiğine dair varsayımın da deneyi gibi.

“Esrarengiz Kadın”, varlığının her zerresi örselenmiş bir ‘kader kurbanı’nın incelikle uygulamaya koyduğu plânın ‘neden?’ine, sürprizler içeren, biraz değişik bir stille yanıt veren ve başroldeki Rus oyuncunun performansından büyük oranda güç alan bir dram-gerilim: Bugün itibariyle tam 80 yaşında olan Ennio Morricone ustanın müziği, ana tema ‘sevgi arayışı’nı notalarla öyle güzel ifade etmiş ki…

(05 Şubat 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Ulak

Daha ilk birkaç dakikada anlamıştım insanların bu konuda ikiye ayrılacağını. Memleketin bir yanında, bu memleketin kendisinde, köylerden bir köye açıldığında perde: Ulak’ı sevenler ve Ulak’tan haz etmeyenler. Ben kendimi o masalsı dünyaya bırakmaya tüm benliğimle gönüllüyken, birileri “kıkırdadı” çünkü. Neye gülüyorlardı bilmiyorum, ama içimde bir öfke dalga dalga kabardı. Benim gibi hissetmemelerinden çok, beni, o masal dünyasına balıklama dalmaktan alıkoydukları içindi o öfke. İşte o an adlandırdım Ulak hakkında ikiye ayrılacak insanları. Bir kısmı, filmi çocuk gözüyle, aydınlık bir dimağ, tertemiz bir yürekle seyredecekti çünkü. Diğer kısımsa, günün gerçeklerinden ve bedeninin, beyninin ve yüreğinin sahip olduğu yaştan kopamadan. Yani onların bu masalsı dünyayı ve Çağan Irmak’ın anlattıklarını anlamalarına imkân yoktu. Kendime bunları söyledikten sonra, kulaklarım filmdekinden başka seslere sağır oldu adeta. O masala daldım, büyülendim kaldım. Ama yetmedi. Belki filmin başında, dış sebepler yüzünden düşüncelere dalmam sebebiyle bilmiyorum, Ulak’a doyamadım. O yüzden de film hakkında yazmak istediğim halde, tek satır yazamadım. Geçtiğimiz hafta gidip tekrar izledim filmi. Hafta içi bir çok insanın işte olduğu bir saatte, içinde sadece 9 – 10 kişinin olduğu bir salonda. İyi geldi.

Bu defa hazırdım, kolayca kayıverdim masal dünyasının içine. Tavşan deliğinden Harikalar Diyarı’na dalan Alice gibi. Ama Harikalar Diyarı’ndan çok ama çak farklıydı o dünya. Daha baştan uyarıyordu insanı:

“De ki evvel hepimiz kardeştik. Ne oldu bize, ne değişti?”

O cümleden itibaren, filmi ikinci kez izliyor olmanın da rahatlığıyla, beynimin serbest çağrışımlarına izin verdim. O masal, bugünü anlatıyordu aslında. İşin sırrı, bugünde durup masala bakmakta değil, masalda durup bugünü görmekteydi galiba. Mekânsız, zamansız bir boşlukta. Onu fantastik kılan da bu yanıydı zaten. Bir de Çetin Tekindor’un sürmeli gözlerine eşlik eden etkileyici sesi. Köy meydanında toplanıp masalcının anlattıklarını dinleyen çocukların arasına karışıveriyordunuz birden. Öyle merak ediyordunuz ki, bir an önce anlatsın masalın sonunu diye ısrar ediyordunuz sessiz çığlıklarla. Sizi duyuyordu sanki masalcı: “Anlatırız be güzel, sabreyle” deyişi sizeydi belki. Masal bitse de “gitme!” diyordunuz çocukça bir bencillikle. Yeni masallar anlatsın, ama hep size anlatsın diye. Ama o “Dilim olmasa ben neylerim çocuk” diyordu ve anlatıyordu, başka çocukların da Ulak İbrahim’in hikâyesini öğrenmesi gerektiğini…

Masalı “Anlatan kadar dinleyene de iş düşmekte”ydi… Öğrenecekleriniz vardı masaldan. Yüreğinizde saklayacaklarınız kadar, aktaracaklarınız da. “Suretleri kafanızda canlandırın” diyordu Zekeriya. Herkes kendi karakterlerini yerleştiriyordu masala. Kötünün yerine yerleştirecek suret boldu. Teker teker o zamansız, mekânsız boşluğa taşınıyordu bugünün kötüleri. Durduruyordu masalcı: “Bir tek, kötü, kara bir suret olarak kalsın kafanızda. Çünkü fenalık bağışlanır yeri gelince. İnsan korktuğu şeyi sevmez bir tek”… Korkularınızı düşünüyordunuz o vakit. Bir türlü yüzleşemediklerinizi. Zekeriya’nın söyledikleri, tokat gibi iniyordu yüzünüze: “Korkarsan, öğrenemezsin sonunu. Sonunu bilmediğin şeyden de ömrü billâh korkarsın.”

O, yüreği soğusun diye anlatıyordu Ulak İbrahim hikâyesini, siz yüzleşmek için dinliyordunuz. Onun yüreği soğudukça, sizin yüreğimiz yanıyordu. “Sen ne anlattığımı anlamazsın” diyordu Zekeriya, köyün kötüsü Adem’e. Çağan Irmak’ın hani o başta anlattığım izleyiciye mesajı gibiydi bu cümle. Onlar anlamayanlardı, ya da anlamazlıktan gelenler. Çünkü “yapan kadar bilip de susan da günahkâr” diyordu masalcı. Bunu kabûl etmekse, günahı kabûllenmekti belki. Bir tek çocuklar masumdu filmde. Ellerinde gaz lâmbalarıyla, gecenin karanlığında ateş böcekleri gibi masala uçan çocuklar. Bir de aşk… Meryem’in çırpınan, Zekeriya’nın nasırlı, Ömer’in asi, Emine’nin yaralı yüreğinde filizlenen.

NOT: “Babam ve Oğlum”la karşılaştırıyorlar filmi. Ne çok insan onun devamını bekliyormuş meğer. Sormak isterim onlara: Bir yönetmen kendini tekrarlamalı mı? Peki, neden sebep?

(05 Şubat 2008)

Gülay Oktar Ural

SİYAD Ödülleriyle İlgili Açıklama

Yeni katılımlarla 70 üyeye ulaştığını söyleyen SİYAD – Sinema Yazarları Derneği, rekor bir katılımla (55 üye) 40. Türk Sineması Ödülleri’nin adaylarını açıkladı. Bunların arasında yazıp – yönettiğim SUNA filmi bulunmuyor. Çünkü sinema yazarlarının büyük çoğunluğu filmi gösterim sırasında sinema salonlarında seyretmediler. Yani filmden haberleri yok. Doğaldır ki yok olan bir şey aday da olamaz. SUNA filminin gerçekleşmesinde özveriyle katkıda bulunan ve ödül kategorilerinde yer almayı bekleyen sanatçı arkadaşlarıma önce teşekkür ediyorum, sonra da onlardan özür diliyorum, SİNEMA YAZARLARI’NIN bile seyretmediği bir film yaptığım için.

Bu arada, üyesi olduğum Sinema Yazarları Derneği’nden (SİYAD) yıllar önce çıkarıldım. Yeniden üyelik başvuruma ise yanıt bile verilmedi. Ama Engin Ayça sinema yazarlığına hâlâ devam ediyor. Bilmeyenlere duyurulur.

SUNA filminin yapımcısı, yazarı ve yönetmeni
ENGİN AYÇA

*****

SİYAD Yönetimine,

Türk Sineması Ödülleri’nin 40. Yıl adayları arasında SUNA filminin bulunmayışını şaşkınlıkla gördüm. O kadar kötü bir film yaptığımı bilmiyordum. Sayenizde öğrenmiş oldum. Aslında yıldız tablolarında da, eleştiri yazılarında da SUNA’yı görememiştim. Ama en azından olumsuz da olsa bir – iki cümleyi benden esirgemezler diye düşünüyordum. Yanılmışım.

Anladığım kadarıyla, sinema yazarı eleştirmen arkadaşlar, SUNA filmini seyretmeye bile değer görmemişler. Sağ olsunlar. Bu da bana ders olsun.

Sevgiyle hepsinin gözlerinden öperim.

ENGİN AYÇA

(01 Şubat 2008)

01 Şubat 2008 Haftası

“Asteriks Olimpiyat Oyunları’nda”, günümüz yaygın kültüründen fırça darbeleri de vurulmuş bir haşmetli şenlik: Maksat, safi keyfetmek yani!

“Fidel’in Yüzünden!”, 1970’lerin başındaki siyasi çalkantıların içinde yer alan ailesindeki değişiklikleri ve bir yığın kavramı anlayıp yorumlamaya çalışan küçük kızın duygularını pürüzsüz bir akışla aktarırken, aynı zamanda, zaten dünyanın da içinde kaybolunan – acı çekilen bir tür keşmekeş olduğunu onun bakış açısıyla vurguluyor: Kadın duyarlığını her karede hissettiren yönetmen, tam da ‘babasının (Costa-Gavras’ın) kızı’!

“John Rambo”, ‘bu dünyanın!’ insanlarının türlerine uyguladığı şiddete iyi niyetle karşı çıkmanın ne denli beyhude olduğunu ve en şiddet karşıtı insanın bile zulümler karşısında şiddete başvurabileceğini savunup haklı çıkıyor: Şaşırtıcı derecede gerçek, afallatıcı biçimde sert!

“Kızımı Kurtarın”, zengin ve güçlü Amerika Birleşik Devletleri’nin Boston kentindeki alt tabakada, refahın etkisini kaybettiği ‘yitikler’in arasında geçen öykü vasıtasıyla, insan doğasının karmaşıklığını, vicdanın ne menem bir kavram olduğunu, önemlisi de hukukun çizdiği sınırlarda sınanmanın zorluğunu, gerçeklik duygusu baskın bir sinemayla kafanıza çakıyor: Bu enfes filmi yöneten Ben Affleck ispatlıyor ki, yakışıklı / güzel, çok ünlü, zengin olabilirsiniz ama ‘çağdaş – gerçek bir sanatçı’ sayılabilmek için, yaşadığınız dünyada canınızı sıkan – acıtan tüm meseleler üzerine düşünmeli ve üretmelisiniz!

“Şimdi ya da Asla”, bir insanın, ölümüne çok az kala o güne dek gerçekleştiremediği – ıskaladığı bir yığın çılgınca şeyi yapabileceğini gösterse de, yaşamının asıl anlamının ailesi ve sevdikleriyle olan ilişkilerindeki başarısının güzelliğinde yattığını anlatmakta: İki dev oyuncu ‘döktürüyor da döktürüyor’; mutlaka izlemelisiniz!

(30 Ocak 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Ah Bu Geceler Olmasa

Aşk üzerine bir çok ünlü deyiş vardır: Onu serbest bırak, eğer seni seviyorsa geri dönecektir gibi. Ya da zaman her şeyi iyileştirir gibi. Ya da gerçekten birbiriniz için yaratılmışsanız hiçbir şey sizi ayıramaz gibi. Aşk ustası Wong Kar Wai yine tüm bu deyişler üzerine düşündüğümüz ve hayatımızı gözden geçirmemizi sağlayan bir film yapmış.

Benim Aşk Pastam öyle içten, öyle sıcak bir film ki ben gidip, iki kere izledim. Çok yoğun duygular ince ince işleniyor ama film sizi depresyondan depresyona sürüklemiyor. Bilâkis sinemadan hoş bir umut dalgasıyla çıkıyorsunuz.

Benim Aşk Pastam’da hikâyenin omurgasını bir kadının yolculuğu oluşturuyor. Bir kadın, ki bu, sesi kadar yüzü de insanın için yumuşatan Norah Jones, bir noktadan yola çıkıyor ve aynı noktaya geri dönüyor. Ama hemen hemen bir yıl kadar sonra. Ne geldiği yer aynı yer artık, ne de kendisi aynı kadın. Yani mekânlar bile sabit olmuyor yıllar geçtikçe. Zamanla mekânlar da yeni anılarla bezeniyor ve farklı biçimlere bürünüyorlar. Norah Jones’un karakteri Elizabeth de yolculuğunda Elizabeth’in çeşitli yüzleri oluyor. Aldatıldığı için şehri terk ediyor, yepyeni bir şehirde geceleri bir barda, gündüzleri de bir kafede çalışmaya başlıyor. Ardından gecesinin gündüzüne karıştığı bir kumarhanede servis yapıyor. Tüm bu farklı mekânlarda Elizabeth’in farklı yüzlerini taşıyor. Birinde Lizzy oluyor, diğerinde Beth.

Elizabeth yolculuğuyla biçimleniyor. Kalp acısını yollara akıtıyor. Her durağında aşka dair değişik hikâyelerle karşılaşıyor. Sevginin çeşitli yüzlerini görüyor. Yola çıkarken tanıştığı adama kendini yenilemiş olarak geri dönüyor. Jude Law’un tüm şirinliğiyle oynadığı Jeremy onun vardığı gerçek aşkı oluyor. Ayrı kaldıkları sürede ikisi de hayatlarını gözden geçiriyorlar, anahtarlarını tuttukları ama uzun süredir uğramadıkları kapıları tam olarak kapayarak birbirlerine hazırlanıyorlar. Jeremy o özlü deyişlerdeki gibi Elizabeth’i serbest bırakıyor… Elizabeth de zamanın ilâcını gerçekten en verimli şekilde kullanıyor.

Wong Kar Wai samimiyetiyle ve sıcaklığıyla yine kalbimizde taht kuruyor. Bu onun Amerika’da çektiği ilk filmi. Nerede ve hangi dilde olursa olsun Wong Kar Wai kendi dünyasını yine sinemaya başarıyla taşıyor. Ne de olsa evrensel bir dili var.

Filmin tek bombası Norah Jones değil. Sanki film boyunca çok başarılı sinema yıldızları özel geçit düzenliyor. Kimler yok ki? Jude Law, Rachel Weisz, Natalie Portman… İşin ilginç yanı bu yıldızların hepsine irili, ufaklı çeşitli roller verilmiş ve hiç biri diğerlerinden öne çıkarılmamış. Hepsinde sanki ailemizden biri, en yakın dostumuz havası var. Ama bir yandan da rollerini öyle güzel giyiyorlar ki hepsi oyunculuk başarılarıyla parlıyorlar. Star auralarıyla değil, gerçekten oyunculuklarıyla dolaşıyorlar filmin içinde.

Wong Kar Wai seviyorsanız, Norah Jones seviyorsanız, Natalie Portman seviyorsanız bu filme kesin gidin. İçinde aşk var, sevgi var, güzel şarkılar, hayati anlar, uzun geceler, güzel tatlılar var. Doyamayacaksınız.

(30 Ocak 2008)

Nur Özgenalp

Araf, Çok İyi Bir Okuldu, “Cennet” Bu İşin Doktorası

1976 İstanbul doğumlu Biray Dalkıran. 2000 yılında çektiği A. B. M. E. (Anne Beni Merak Etme) ile En İyi Kısa Metrajlı Film Ödülü’ne lâyık görülen yönetmen, bir diğer kısa metraj filmi Sis ile de Avşa Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü aldı. San Francisco, Ziff, Afo gibi film festivallerinde de ödüllere sahip olan Biray Dalkıran şu sıralar Marmara Üniversitesi Radyo TV Bölümü’nde doktorasına devam etmekte ve bir taraftan da reklâm filmi ve klip çekiyor. “Bütün Türk filmlerini ve yönetmenlerini takip ediyorum hepsini de çok seviyorum” derken içten ve samimi. Bir tek Mahsun Kırmızıgül’ün Beyaz Melek’i için böyle düşünmüyor. Bunun nedenini de şöyle açıklıyor; “insanların duyguları, zaaflarıyla oynamayı ve bunun üzerinden reklâm yapmayı sevmiyorum. Araf vizyona girmeden bir gün önce yasal olmayan yollardan kürtajdan ölen bir kadın anlatılıyordu ama ben onu bile reklâm yapmadım, etik olmazdı çünkü” diyor.

“Bu sezonda vizyona giren Türk filmlerini nasıl buldunuz?”

“Çok güzeldi hemen hemen hepsini izledim ve hepsinden de memnun kaldım. Keyifli filmlerdi, teknik olarak iyiydi, oyunculuklar çok başarılıydı, konular güzeldi, ışık, ses, efektler hepsi iyiydi. Ümit vaao etmeyi bıraktık artık iyi şeyler yapmaya başladık. Güzeldi yani, ben mutluydum.”

“Bu seneki Altın Portakal Film Festival’i için ne düşünüyorsunuz? Yumurta En İyi Film seçildi, sizce nasıldı?”

“Öncelikle Yumurta’yı izlemediğim için bu film üzerine yorum yapamayacağım ama Zeki ağabeyi (Zeki Demirkubuz) çok severim. Jüride o olduğuna göre mutlaka iyi bir filmdir. Aslına bakarsanız bu iyi de, tartışılır yani; sanat göreceli bir kavram, ne neye göre, iyi kime göre iyi bilinmez. Şöyle söyleyebilirim ama bir film Altın Portakal Film Festivali’nde yarışmaya değer bulunduysa zaten bu bir ödüldür.”

“2000 yılında kısa metrajlı filminiz A. B. M. E. ile ödülünüz var Altın Portakal’da, geçtiğimiz yıl Araf yarıştı. Cennet’i göndermeyi düşünüyor musunuz önümüzdeki yıl Altın Portakal’a, ya da yeni bir kısa metraj film projesi var mı aklınızda?”

“Kanal D ile anlaşabilirsem DVD’sini biraz geç çıkartıp Altın Portakal’a katılmak istiyorum. Ayrıca kısa filmde çekmek istiyorum, çok da güzel bir konum var henüz zaman bulamadım.”

“27 çekim gününde tamamlanan filmin % 80’i Şile’nin doğal ortamında, geriye kalan cennet ve uçma plânları ise platoda 5 günde çekildi. Günde 18 saat süren plato çekimlerinde bir ilk yaşandı ve uçma sahnelerinin inandırıcı olması için 4 ayrı düzenek kuruldu. Bu düzenekler Harry Potter filminde kullanılan düzenekler ile aynı.”

“Biray Dalkıran filmi nedir peki? Sizin filmlerinizin özellikleri nedir, yaratmaya çalıştığınız bir dil var mı?”

“Zaten benim asıl derdim o. Kendime ait bir dil oluşturma çabası içerisindeyim. Ben filmlerimde her şeyi kısa ve net anlatırım, oyunculuklar yalındır, müzik oldukça etkilidir. Bunları birleştiririm. Araf’tan sonra Biray Dalkıran ismi biliniyor artık bir de klip ve reklâmlar var. Cennet’in fragmanını Müşfik Kenter seslendiriyor. Müşfik Kenter’den kendi ismimi duymak da güzeldi.”

“Biray Dalkıran Türkiye’de film çekmenin çok zor olduğunu ve bu işin büyük bir fedakârlık işi olduğunu düşünüyor. Milyon dolarlık film çekmediklerini, kendi imkânlarıyla bir şeyler yapmaya çalıştıklarını söyleyen yönetmen, ikinci filmleri Cennet ile sınıf atladıklarını bir nevi ikinci sınıfa geçtiklerini vurguluyor.”

“Araf’la ilgili olarak; filmdeki kürtaj konusu gerçekten işlemesi, vurgulaması gereken bir konumuydu yoksa ilgi çekici olması mı cazip geldi?”

“İkisinin de payı yüksekti, vurgulanması gerekiyordu bence. Türkiye’de çok yaygın yasa dışı yollardan kürtaj yaptırmak. Birçok kadın ölüyor bu yüzden. Biz filmde bunun psikolojik etkilerini işlemeye çalıştık. Evet, ilgi çekici de aynı zamanda ama sadece o değil, anlatılması gerekiyor böyle konuların. Hep aşk filmleri, sabun köpüğü komedi filmleri… Bir yere kadar. Biz kalıcı olabilmenin peşindeyiz. Tekrar tekrar izlenebilmeli bir film, her seferinde de keyif alınabilmeli yeni bir şeyler keşfedilebilmeli.”

“Filmdeki cennet efektlerinde kullanılan teknik, 1998 yılında yönetmen Vincent Ward’ın yönettiği ve başrollerinde Robin Williams’ın yer aldığı, görsel efekt dalında Oscar ödüllü ‘What Dreams May Come’ filminde kullanılan teknik ile aynıydı. Bu teknik de Türkiye ilk defa ‘Cennet’ filminde kullanıldı”

“Cennet’te Araf gibi gerçek bir hikâyeden mi oluştu yoksa hayal gücüyle mi yazıldı? İki filmi karşılaştırmak gerekirse ne gibi farklıklar, benzerlikler var?”

“Hayal gücüyle yazıldı. Hikâyeler benzemiyor, türlerde benzemiyor. ‘Cennet’, komedi dram türünde bir film oldu. Anti psikoz bir karakterle, şizofren bir karakterin kendilerine ait dünyaları var. Bir doktor çıkıyor ortaya ve bunları iyileştirmeye çalışıyor, bu da işin dram tarafı. Çocuk sadece kendi dünyasında, kendi cennetinde annesiyle birlikte olabiliyor bu yüzden o dünyadan kopmak onun için çok zor. ‘Araf’tan farkı komedi dram olması, ‘Araf’ psikolojik dram türündeydi.”

“Türkiye’de ilk defa bir filmin tamamında ‘kamera map’ tekniği, ‘matte paint’ uygulama ve ‘motion track compositing’ teknikleri kullanıldı. Cennet mekânlarının tamamında ise, 3D animasyon uygulandı.”

“Üçleme olacak değil mi ama?”

Evet. Araf, Cennet ve Cehennem olacak. Dilek isimli bir projem var, araya Dilek girecek yani. Ondan sonra da Cehennem gelecek.

“Genellikle genç oyuncularla çalışıyorsunuz, oyuncu seçerken kriterleriniz nelerdir?”

“Karakter üzerine oturacak mı, diye bakarım. En önemlisi o her şeyden önce. Onun yanında akademik bir kariyeri, bir background’u olmak zorunda, yani mankenlikten oyunculuğa geçmiş biriyle çalışmam. Sinema için canını verecek insanlar olmalı oyuncularım, sinema aşığı olmalı. Sinema çok özel bir şeydir bunun kıymetini bilen oyuncular daha tutkulu daha heyecanlı oluyor, ben de öyle oyuncularla çalışmayı tercih ediyorum.”

“Sette oyuncularla aranız nasıl peki, oyuncularınızı özgür mü bırakmayı tercih ediyorsunuz sınırlarınız var mı?”

“Yok, zaten okuma provalarında ben ne istediğimi, ne beklediğimi açıkça söylüyorum, onlar da üzerine ne koyabilirize bakıyorlar. Zaten tartışıyoruz, nasıl yapsak daha iyi olur diye. Bazı kalıplarım var tabiki ama meselâ dediğim gibi oyuncuların doğallığı çok çok önemli benim için abartılı, yapmacık oyunculuğu sevmiyorum. O kalıplar aşılmadıktan sonra her türlü yeniliğe açığım.”

“Araf’ta kendinizi eksik bulup, Cennet’te daha iyi oldu dediğiniz şeyler neler?”

“Oyuncu yönetimimi çok geliştirdim. Senaryo anlatımında çok daha başarılı oldum. Araf çok iyi bir okuldu ama Cennet işin doktorası.”

“Hayko Cepkin’le bu kez neden birlikte çalışmadınız?”

Bir kalıp tuttu ondan ekmek yiyelim değil benim derdim. Hayko o filmin müzikleri için uygundu çok da eli ayağı düzgün oldu. Bu türün daha değişik gerekleri var. Böyle kısmet oldu. Hayko tuttu diye tüm müzikleri Hayko yapacak değil.

Cennet’in müzik klibi olarak yönetmen Biray Dalkıran’ın çektiği Harun Kolçak’ın sevilen bestelerinden bir olan Yanımda Kal isimli bir şarkısı var. Ayrıca Harun Kolçak 30 Kasım’da Line’da gerçekleşen Cennet’in basın toplantısında daha önce yönetmen Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum filminde kullanmak istediği ama o filme kısmet olmayan Mavi Dünya isimli bestesinin filmin hem sonunda ve hem de filmin albümünde yer alacağını belirtti.

Harun Kolçak’ın yanı sıra Cennet filminin müziklerinde bir başka ünlü müzisyen, İhtiyaç Molası’nın solisti Taner Sarf’ın da imzası bulunuyor. Filmin fragman müziği olan Ölüyorum’a ise, sinemaseverlerden gelen talep üzerine söz yazıldı. Harun Kolçak’ın Yanımda Kal isimli parçası ile Taner Sarf’ın Gamze Amos ile birlikte seslendirdiği Ölüyorum bulunuyor.

“Cennet, 137 dakika olarak çekilmişti daha sonra 94 dakikaya indirdiniz. İzleyicinin sıkılabileceğinden mi çekindiniz?”

“Evet, ben 137 dakika olan halinden çok da keyif almıştım. Ama artık insanlar yürüyen, yemek yiyen bir insanı dakikalarca görmek istemiyor. Almak istediği yemek yiyor olduğu, nasıl yediği değil. Bunu 3 saniyede verebilirsiniz, 3 dakikaya gerek yok. Zamanın çalınmasını istemiyor. Çünkü artık hayat hızlandı. Her şey çok hızlı yaşanıyor, aşkları bile hızlı yaşıyoruz. Bu yüzden sinemada anlatım dili de hızlandı. 90 dakikada çok daha fazla şey anlatmak zorundayız, çok da hızlı anlatmak zorundayız “

“Gişe için sinema mı, sinema için sinema mı?” İzleyici seçiyor musunuz?

Hayır, seçmem. Ben filmi yaptıktan sonra olay benden çıkar, tamamen seyirciye kalır. İsteyen herkes gider hatta istemeyenler de gider. Arkadaşı zorla götürür gider. Cennet bir Türkün kendisini bulabileceği bir hikâye. Benim istediğim çok insan gelsin paylaşsın, birlikte paylaşalım, film üzerine tartışabilelim. Benim anlatmak istediğim derdi görsün. Filmden bir şeyler bulsunlar kendilerine ait. Film üzerine tartışabilsinler. Hollywood filmlerinden çok daha düzgün filmler çekmeye başladık. Gişeyi sorarsanız ne yazık ki gerekli, çünkü film çekmek çok pahalı. Minimum bir film 650 milyardan aşağı yapılamıyor. Bu da bir film 300.000’i geçmese zararda demektir. Bu da bu yıl 50 film çekiliyorsa seneye 30 film çekilecek demektir. Hollywood da bize film üretmekten sıkıldı artık. Orada televizyon için yaptıkları dizileri filme basıp Türkiye gibi ülkelerde vizyona sokuyorlar. Türkiye gibi diyorum çünkü sineması kendi ülkesini besleyemediği için bu durum böyle. İşin komik tarafı insanlar da gidiyor o filmlere.

“Sizi derinden etkileyen, çok sevdiğiniz, defalarca izlediğiniz film hangisi?”

Alex Proyas filmlerini çok severim. En başta da The Crow. Dark City, I Robot… Ama öncelikli tercihim Türk yönetmenlerdir. Yavuz Turgul’u çok beğenirim. Koyu Beşiktaşlı olduğu için Zeki Demirkubuz’u çok severim.

Biray Dalkıran günlük hayatında nasıldır? Hayatınız sinema mı?

Ben oğlak burcuyum yani iş koliğin önde gideniyim. Günde en az 2 film izlerim. Reklâm çektiğim için günde en az bir buçuk saatimi reklâma ayırırm. Senaryolar üzerine çalışırım. Onun dışında cafede oturup birşeyler içmeyi ve tanımadığım insanlarla muhabbet etmeyi çok severim. Saatlerce konuşabilirim çünkü her insandan öğrenecek bir şeylerin olduğuna inanıyorum.

Eğitim

Beykent Sinema TV lisans
Liverpool John Moores Media Business sertifika
Beykent Sinema TV master
Marmara Radyo TV doktora (devam etmekte)

Yönetmenliğini yaptığı reklâm filmleri

Brillant Perde
Roman
Ülker Golf Çokoprens Dondurma filmi
Ülker Golf Fantesia Dondurma filmi
Ülker Golf Metro Dondurma filmi
Minton Mp3 Player Diş Fırçası & Dergi filmleri
Bal Küpü Çay Harman & Poşet & Demlik Poşet (Hıncal Uluç ve Yaprak adamlar)
Yayla Bakliyat Kurumsal Kimlik
Philip Morris Türkü Sigarası | Philip Morris Kurumsal Kimlik

Yönetmenliğini yaptığı video klipleri

Hayko Cepkin – (Son Kez – Araf Soundtrack EMI)
Ferhad Poye (Bu Şehir – Türküola)
Alpay & Işın Karaca (Sessiz Kalma – Emek Müzik)
Öztürk (Yalnızım Dostlar – Elenor Plak)
Alpay & Işın Karaca (Remix – Emek Müzik)
Elya (Yüreğime emanet – Mod Müzik)
Onur Şan (Kara Kiraz – Arma Müzik)
Emy (Akşamlar – Birdem Sanat)
Alpay (Bu ne sevgi – Emek Müzik)
Sinasi Kula (Annem – Ati Müzik)
Arda (Arma müzik)

Yönetmenliğini yaptığı kısa metraj sinema filmi

A. B. M. E. (Altın Portakal ödülü)
Sis (Avşa Film Festivali En İyi Film, San Francisco, Ziff , Afo Film Festivalleri ödülleri)

Yönetmen Ödülleri

Sis (Avşa Film Festivali En İyi Film)
San Francisco
Ziff
Afo Film Festivalleri Ödülleri
A. B. M. E. (Altın Portakal Ödülü) (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.)

(20 Nisan 2008)

Gizem Ertürk

25 Ocak 2008 Haftası

“Ben Efsaneyim”, dünyanın başkenti New York’ta sadık dostun köpeğin hariç tamamen yalnız kalmanın nasıl bir şey olabileceğini ve geceleri seni parçalamaya hazır binlerce farklılaşmış / vahşileşmiş türdeşine karşın umudunu – inancını muhafaza edip edemeyeceğini öğrenmek, daha önemlisi ‘denemek için’ gitmen gereken film: Yani perdenin ‘içinde’ olduğun duygusu etkin; hele bir de IMAX’de izlersen!

“Don Kişot”, Sancho’nun eşeği Rucio’nun anlatımıyla bir ikinci maceraya sürüklenirken düşleri ve yüreği en zengin edebiyat karakterlerinden biri ile onun sadık dostlarını sihirli bir unutulmazlık zırhıyla kuşatan Cervantes’i tekrar hayranlıkla andığınız, seyri çok zevkli ‘geniş ekran’ animasyon: Londra Senfoni Orkestrası’nın icra ettiği müziğe bayılacaksınız!

“İçerde”, ucu sivri cisimler atar damarlara sokulduğu için fıskiye gibi fışkıran kanları, vuruş gücü yüksek silâhlar marifetiyle parçalanan kafaları, lime lime doğranan uzuvları izleyerek ‘mutluluğun üst katları’na çıkan seyirciye özel, ‘dumanı üzerinde’ Fransa’dan geldi: Kapalı mekân gerilimi olarak üçte birlik ilk bölüm gayet etkili ama sonrası yok mu sonrası!

“Red Kit: Batıya Hücum”, western temalarının / figürlerinin / unsurlarının sessiz sinema geleneğinden damıtılan bir mizahla hareketli bir yol serüvenine dönüştürüldüğü, hem çizgi romanın özüne sadık, hem de yenilikler içeren, bir ‘herkes için’ eğlence: Canlandırma sineması -kuşkusuz- en zor ve en kolektif yaratı içeren sanatların başında geldiğinden, bu tür 2D ve 3D bileşimi içeren başarılı örnekleri, özellikle tutkunları görmeli.

(23 Ocak 2007)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

18 Ocak 2008 Haftası

“Amerikan Gangsteri”, 70’lerin Harlem’inde (adeta yeniden yaratılmış) piyasanın egemeni uyuşturucu patronu ile çok dürüst kanun adamının, önce paralel ilerleyen, sonra da kesişen dünyalarını, sinemada büyük hacimli bir öykünün nasıl anlatılacağına dair bir ders veren ‘büyük Ridley Scott’ sunuyor: Dış dünyaya/Vietnam’a bulaşmış ABD’nin ‘içerideki çocuklarını’ nasıl unuttuğuna ve umutla çarpan ‘yürekleri’ nasıl yok ettiğine dair de bir ‘günah çıkarma’!

“Gecenin İki Yüzü”, gece âleminde tatlı kazanç sunan ‘kirli bir aile’de yer alan genç adamın doğruyu ve adaleti savunan ‘asıl aile’sine dönmesinin hikâyesini anlatırken, pamuk ipliğine bağlı yaşamlarımızda seçimlerimizin ve aile bağlarımızın önemini gayet net vurguluyor: Zaman 1980’lerin sonu ve New York’un suç, eğlence, polis dünyası en can alıcı ayrıntılarla yansıtılmış.

“Hairspray”, 60’ların Baltimore’unda bağnazlığın/ırkçılığın karşısında değişimi zorlayan tatlı şişman kızın çevresine yaydığı iyimserliği, göz kamaştırıcı biçimde izleyenlere de geçiren ve “işte müzikal!” dedirten film: İnsana yaşam sevinci aşılayan müzik, dans ve şarkılarla, ‘su içse yarayan’ tüm dostlara moral verdiği için teşekkürler!

“Kelebek ve Dalgıç”, bedenimiz, bir gün gelip dalgıç giysisine hapsolmuş gibi tümüyle dursa da, sadece sol göz kapağımızı oynatarak bile kelebek özgürlüğünde, düşlerimiz ve anılarımızla hayatı yeniden, capcanlı yaşayabilmemizin pekâlâ mümkün olabileceğini, öykülemeye yeni bir soluk kazandırarak etkili bir sinema olayına dönüştürüyor: Eğer ölüm korkunuz baskınsa, aşma yolunda ilerleme sağlayabilirsiniz.

“Şamar Oğlanı”, komik mi komik fakat aslında sevdiklerinizin arasında bile nasıl yapayalnız kalabileceğinizin hüznünü barındırdığı için dramatik: Steve Carell artık çok değerli bir oyuncu ve bu filmde canlandırdığı karakterin başına gelenleri, genel hatlarıyla, Peter Sellers’in “The Party”deki rolüyle karşılaştırabiliriz.

(14 Ocak 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Sarışınım’dan Beyaz Melek’e

Müzik piyasasının popüler isimleri, hemen her yerde, sinema için cazip kişiler olmuş ve zaman zaman beyazperde de seyircileri ile ilişki kurmaları uygulaması yapılmıştır. Bizde ilk kez Muhsin Ertuğrul, Münir Nurettin Selçuk’u Allahın Cenneti ile seyircisi ile buluşturmuş ise de, asıl seyirci ile solisti arasındaki ilişki, Zeki Müren’in Beklenen Şarkı’sı filmi ile olmuştur. Sonraki yıllarda bir filmlik sinema serüveni yaşayan erkek veya kadın solistlerin yanında bu ilişkiyi uzun yıllara yayan sanatçılarda olmuştur.

Uzun bir süre tek filmli bir sanatçı olan Mahsun Kırmızıgü’ün sinemayla ilişkisi 1987 yılında Sarışın (Temel Gürsu) ile başlamıştır. 80’li yıllarda, Yeşilçam’ın bir değişiklik geçirerek erotik ağırlıklı filmlerin çoğunluğa dönüştüğü bir dönemde yapılan Sarışınım bu kategorinin dışında kalıyordu sanırım ama filmin afişe çıktığını ben hatırlamıyorum, yanılıyor olabilirim. Kırmızıgül’ün o filmle sevenlerine ne kadar ulaştığı benim için bir bilinmez. Tam yirmi yıl sonra, tanınmışlığı daha da artan, sinema değilse de televizyonda -kliplerle- çalışma olanağı bulmuş, bir ara kısa film ile ilgilenmiş -bu magazin basınında bu günlerde daha sık çıkan söyleşilerinden edinilmiş bilgi- Kırmızıgül çekmeyi düşünmeden yazdığı senaryo ile sinemaya sessizce adım attıktan sonra, gelen öneriler ile filmi kendisi çeker. Daha önce kendisi gibi şarkıcı kökenli İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Ali Avaz ve Gökhan Güney de hem oynayıp hem de yönetmenlik yapmışlardır. Mahsun Kırmızıgül’de yapar.

Beyaz Melek, tüm Yeşilçam kalıplarını kullanan öykü ve aynı anlayışla yapılan yönetimi ile rahat seyredilen bir film. Çok kısa süreli sinemasal keyifleri de yok değil, binilen minibüsün Diyarbakır’da köylerine yaklaşırken, atlılar tarafından karşılanma sekansının ilk çekimleri filmin zirvesi.

Kırmızıgül, kendinde sinema sevdasının başlamasına Yılmaz Güney’in neden olduğunu söylüyor. Güney’in Umut filmi için ilk yarısı ile ikinci yarısının anlatım farklılığı nedeni ile eleştiriler yapılmıştı; neo-realist bulunan ilk yarıdan sonra, hazine arayışından oluşan ikinci bölüm belgeselciliğe yaklaşıyordu. Kırmızıgül’ün filmi aynı farklı yapılaşmayı gösteriyor. Haber filmi gibi başlayıp huzurevi bölümü ile Yeşilçam dramatikliğine bürünen film, köye düğün yapmaya giden ekiple bir yol filmine dönüşüyorsa da, köyde başlangıçtaki dramatikliğine didaktikliği de ekleyerek sonra, sona öğüde ulaşıyor. Barındırdığı sinemamız ve tiyatromuzun star oyuncuları yerine, Yeşilçam döneminde olduğu gibi, belli rollerin belli kalıp kişiler tarafından oynandığı dönem de artık sona erdiğine göre, daha tanınmamış oyuncularla oynansa idi, film -oyuncu Kırmızıgül faktörü dışında- ne kadar ilgi görürdü? Oyuncuları kötü mü oynuyorlar, hayır, hepsi kendilerinden beklenenleri yapıyorlar, ama hepsi birer tip (karakter değil), bu nedenle alıştığımızdan farklı bir şey bulamıyoruz.

Dediğim gibi rahat seyredilen -söylenildiği gibi ağlatması da bol olmayan (hem bu ne biçim bir kriterdir!)- bir film. Bu filmden sonra istemese de sinemaya (yönetmen olarak -?) devam etmek zorunda kalacak olan Kırmızıgül’e kolay gelsin diyorum.

(Kırmızıgül ilk filmi yaptı ya… Bir gazete haberi: Madonna ilk yönetmenlik denemesini yapmış. “Filthand Wisdom”, 2008 Berlin Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilecekmiş.)

*****

Beyaz Melek’e Ek:

Sinema görsel bir sanat. Beyaz Melek’te “huzurevleri” konunun bir bölümünün ağırlığını taşıyor. Sanatların ele aldığı toplumsal sorunların bazıları, bu yolla gündeme gelir, Beyaz Melek de “huzurevlerinin” gündeme gelmesine neden oldu. Siyasi otorite, sinemada izlediği filmden etkilenmiş, konu ilgili yasal düzenleme çalışmalarına başlıyormuş. (Gazetelerden) Buna “sanatın gücü”, “sinemanın gücü” demek isterdim ama, (diğer dalları ile de) “sanat / sinema” zaman zaman böyle konuları ele alırsa da, her zaman dikkat çekemeyebilir. Beyaz Melek’in uyandırdığı ilgi ile, ana/babalarına evlerinde bakmaları halinde asgari ücret tutarında bir yardım düşünülüyormuş. Yapılan uyarının dikkat çekmesine bir şey demek mümkün değil ama, önerilen çözüm yanlış. Beyaz Melek “melek”liğini yapmış ama, gerçek yaşamda çözümün daha devamlı, yerleşik olması gerekir. “Huzurevlerinde” otorite, denetleme boşluğunu gidermek ve sağlanacak akılcı düzenlemeleri devamlı kılmak gerekir diye düşünüyorum.

(Toplumumuzun kanayan bir yarası, kan davası -şimdilerde töre cinayetleri- yıllardır bir çok sanat yapıtına, bir çok filme konu olmuştur. Bu konudaki yasal düzenlemelerin yanında kökendeki feodal yapı çözümlenemediğinden bu gerçeğimizin daha uzun zaman devam edeceği düşüncesindeyim. Hiç değilse, “huzurevleri” probleminin kökeninde feodal bir yapılanma yok.)

(14 Ocak 2008)

Orhan Ünser