Kategori arşivi: Yazılar

Ümit Ünal: “Ara”, Benim Kuşağımın Otobiyografisi

Ümit Ünal ile son filmi Ara üzerine söyleşi gerçekleştirdik. Aslında başarılı yönetmen söyleşi öncesinde biraz çekingendi. Çünkü hem Altın Portakal gerginliği hem de filminin basındaki yanlış tanıtımları kendisini ve filmin oyuncularını oldukça üzmüş.

Bir de küçük bir dipnot: Ara’yı izlemediyseniz veya tekrar izlemek istiyorsanız ikinci bir gösteriminin olabilme ihtimalini müjdeleyelim. Ara mutlaka izlenmesi gereken, ayakları yere çok sağlam basan bir Türk filmi.

Ara’nın senaryosu nasıl oluştu, neleri gözlemlediniz?

Eski eşimle birlikte yaşadığımız bir evimiz vardı. O evde yaklaşık 6-7 sene oturmuştuk. Orayı boşaltıp yeni bir eve geçerken boş eve şöyle bir bakmıştım. Çünkü o ev eşimle ilk oturduğumuz evdi. Bir evde ve tek bir mekânda bir ilişkiyi tüm boyutlarıyla anlatabilir miyim diye düşündüm. Fikir ilk o zaman oluştu yani.

Kendi geçmişinizi araladınız diyebilir miyiz?

Tamamen olmasa da otobiyografik unsurlar var. Bire bir hikâyedeki gibi bir şey yaşamadım. Kendi hikâyelerimden parçalar, arkadaşlarımın hayatlarından anekdotlar… Tabii en büyük kısmını da hayal gücümle şekillendirdiğim bir hikâye anlattık. Tüm bunları da bir evin içine sığdırdık.

Bir ev de 4 kişinin hayatlarının kesişmesi olarak tanımlayabilir miyiz?

Hem öyle hem de tek bir evin içinde sadece 4 kişinin hayatını değil yaklaşık 30 yıllık değişim sürecini anlatamak istedim. Aynı zamanda bu insanların değişememesini anlatmak…

Arada kalmış insanları anlatmak yani…

Evet, 4 karakterin hepsi de bir şekilde arada kalmış insanlar. Bir tanesi milletler arasında kalmış. Diğeri geçmişinin değerleriyle yani asıl olmak istediği şeyle bugün olduğu şeyin arasında kalmış. Öteki cinsel ikilemleri arasında kalmış. Diğeri de sevgilisiyle kocası arasında kalmış insanlar.

Otobiyografik özelliklerden sıyrılıyor mu böylece film?

Ben Ara ile kuşağımın dertleri üzerine yoğunlaştım. Şu an 40’lı yaşlarının başında olan bir kuşağın otobiyografisi demek daha doğru olacak sanırım.

Filmde kapitalist sisteme de göndermeler yapılıyor, bu değişim sürecinde sistemin sizin kuşağınıza etkisi neydi?

Temelinde o var evet. Çok mütevazı ailelerden gelip, 80’li yıllarda gençliğini geçiren insanlar var filmde. Türkiye’deki değişimle birlikte hızlı bir şekilde tüketmeyi öğrendiler. Daha çok para kazanma hırsına büründüler. Daha arsız, doyumsuz oldular. Kaybetmek büyük bir ayıp gibiydi… Ama ruhları aynı hızla değişemedi.

Sonra ruhları da değişti ve sisteme ayak mı uydurdular?

Kimisi kendisini bir şekilde kandırdı, alıştırdı, ayak uydurdu, adına ne derseniz artık. Ama yine de bir noktadan sonra tabii insanlar kendilerine dönüp “Ne olduk biz” demeye başladılar. Kimisi karşılaştığı boşluğu aşkla, seksle ya da daha çok parayla gidermeye çalıştı. Kimisi kendisini uyuşturucuya, alkole, dine verdi. Bir şekilde bir şeylere tutunmaya çalıştılar. İntihar edenler oldu. En kötüsü, en acısı…

Filmde Ümit Ünal’ı Ender karakterinde mi gördük?

Evet, Ender benim olmamış halim. Eğer ben Güzel Sanatlarda değil de İktisatta okumuş olsaydım bu yaşlarda muhtemelen Ender gibi biri olacaktım. Benim hayatımı kurtaran bu oldu.

Dünya banka hesaplarımızdan ibaret değildir. Her insan kendini bir yere ait hissetmek ister. Ben de sanat dünyasına, sinemaya aitim. Akıl sağlımı bu dünyaya borçluyum. Yani artık ne kadar kurtulduysa. (gülerek)

Ümit Ünal ile sohbet ederken Harold Pinter’dan bahsetmemek olmaz, filmde yine ona olan hayranlığınız göze çarpıyor…

Harold Pinter çok çok büyük bir yazar. Tüm oyunlarına hayranım. Filmde esin kaynağı olan İhanet adlı oyunu da 4 kişinin arasındaki ihanet üzerine kuruluydu. Benim için büyük bir ilham kaynağıydı.

Filmin kurgusu da alışılmışın dışında 1998 ve 2008 yılları arasında gidip gelen karışık bir yolculuğa çıkıyoruz…

İnsanlar artık hep aynı şeyleri görmekten sıkıldı. Giriş gelişme sonuçlardan… Ben bunu oyun olsun ya da değişiklik olsun diye yapmadım. Bu film için olması gereken buydu. Zıtlıkları vurgulamalıydım. Yani Erdem Gül’e ben seni hiç aldatmadım derken bir sonraki sahnede onu nasıl aldattığını gösterebilmeliydim.

Türkiye’de alternatif film çekmek oldukça zor ama siz bu konuda biraz şanslısınız değil mi?

Benim şansım çok genç yaşta ilk senaryomun filme çekilmiş olması. (Teyzem, 1986 Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması’nda Birincilik Ödülü aldı ve Halit Refiğ tarafından filme çekildi.) Ardından da peş peşe senaryolarım filme çekildi. (1986 – 1993 yılları arasında sekiz senaryosu filme çekildi.) Türk sinemasının en canlı olduğu dönemlerdi yani. Hayatımın bir dönemini sadece sinema yaparak geçirdim diyebilirim.

Sonraları başka işlerle uğraştığınız dönemler oldu mu?

İster istemez başka şeylerde yaptım. Türk sinemasının canlılığını yitirdiği dönemlerde reklâm yazarlığı yaptım. Bir şekilde hayatımı devam ettirmek zorundaydım.

Bundan sonra sizi senaristliğinizin yanında yönetmen olarak da daha çok görecek miyiz?

Öyle umut ediyorum ben de. Mayıs ayında çekimlerine başlayacağımız bir filmimiz var. Yapımcısı Hakan Karahan. Hasan Ali Toppaş’ın Gölgesizler isimli kitabından uyarlanacak. Geçtiğimiz Ağustos ayından beri onun üzerinde çalışıyorum.

Özgür çalışabiliyor musunuz? Yapımcı ya da film şirketleri tarafından kısıtlandığınız ya da değiştirmek zorunda olduğunuz şeyler oluyor mu?

Tabii ki tamamen kendi istediğin standartta bir film yapmak çok zor. Çünkü filme para yatıran yapımcının kafasında da bir takım formüller, ticari beklentiler var. Kimse sadece sen tatmin ol diye bir filme para yatırmaz. Önünü de görmek zorunda. En başta yapımcıyı ikna etmek çok önemli. Kendi adıma söylemek gerekirse; ben imkânlarımla kendi yapmak istediğim şeyleri yapmak istiyorum. O kafadan yapımcıları bulmaya çalışıyorum ya da onlar beni buluyor. Ama zor iş hem de çok zor…

Seyirciden memnun kaldınız mı?

Bazı projeler vardır kafadan ticari ilgi uyandırır. Aylarca reklâmları döner. Ara çok çok küçük salonlarda 18 kopyayla girebildi. Yani sadece sanat filmi kabûl eden salonlarda gösterildi. Çok geniş kitlelere ulaşamadı tabiiki.

Normal mi karşılıyorsunuz bu durumu?

Evet; bunda şikâyet edecek bir şey yok. Son zamanlarda çok tartışılan Recep İvedik ile karşılaştırmak gerekirse şöyle açıklayabilirim: TV.de başarılı olmuş bir oyuncu. Komik de. En popüler karakteriyle çıkıyor insanların karşısına. Asıl o filmin iş yapmaması sürpriz olurdu. Aile boyu gidilebilecek bir film. TV’dekinin aynısını yapıyor. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Bu çok açıklanabilir bir durum.

Bizim gibi tam oturmamış sektörlerde sinema çok riskli. Çok bölünmüş bir seyirci var. Yani ben Babam ve Oğlum’a giden 4 milyon ile Recep İvedik’e giden 4 milyonun aynı 4 milyon olduğunu düşünmüyorum.

Bizde çizgiler daha keskin değil mi?

Kesinlikle. Yani dünyada Recep İvedik gibi bir film 15 milyon yapar diyelim. Ara gibi bir film de 1 milyon yapar. Türkiye için söyleyelim; Recep İvedik’e 4 milyon kişi geliyorsa Ara’ya da 4 yüz bin kişi gelebiliyor olmalıydı. Anormal olan şey bu.

Ara yurt dışında gösterime girecek mi?

Henüz böyle bir anlaşmamız yok ama umuyoruz.

Filmin Konusu

Ender (Erdem Akakçe), kendi şirketi olan bir tekstilcidir. Şişmanca ama yakışıklı bir adamdır. Orta halli bir memur ailesinden gelir. Gül (Selen Uçer), anne tarafından yarı Fransızdır. Ender’in sevgilisidir. Hiç bir iş yapmaz. Aileden biraz zengindir. Zevk için Ender’in şirketinde tasarımcı olarak çalışmaktadır. Veli (Serhat Tutumluer), Ender’in ortağı ve işletme fakültesinden arkadaşıdır. Sakin, içine kapalı bir adamdır. Çok yakışıklıdır. Sade ama çok şıktır. Orta halli bir asker ailesinden gelir. Selda (Betül Çobanoğlu), Veli’nin karısıdır. Ender’in ise çocukluktan arkadaşıdır. Sesi güzeldir, konservatuarda okumuştur. Ama belli bir iş yapmamaktadır. Selda kocasının ortağı ve en yakın dostu Ender ile cinsel ilişkiye girer. Gül ile Veli de birbirleriyle sevişerek aldatma eylemini gerçekleştirmektedir. Eşler, aldatıldıklarının farkında olmalarını rağmen görmezden gelmeyi tercih etmektedirler. Aldatılmanın oluşturduğu sendromlar bir süre sonra hepsinin hayatını karartacaktır. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.)

(30 Mart 2008)

Gizem Ertürk

04 Nisan 2008 Haftası

“Tabanca”, zeki ve düzenbaz gangsterin, rakibini alt etme mücadelesine koşut egosuyla mücadelesini öykülerken, yasadışı sert adamları anlatan film kalıplarını bilincin derinliklerine inerek değerlendiriyor: Kişiliğin farklı yapılarını kullanan tuhaf bir ‘kara film’ olduğunu kabûl etmek gerekir.

“Ölümcül Oyun”, iki erkek egosunun zekâ ve düzenbazlığa dayalı savaşımını konu alan enfes oyunu bir ‘çıkış noktası’ olarak kullanıp anlamsız bir teknolojiyle yorumlamış; yazık ki 1972 yılında çevrilmiş filmin yakınından bile geçememiş: Bu yılın en büyük düş kırıklığı!

“Kıyamet Öyküleri”, iyice çıldırmış yakın gelecekte olabilecek en aşırı gelişmelerle ABD’nin güneyini hallaç pamuğu gibi atan, Cumhuriyetçi politikalar karşıtı, keskin bir bilim kurgu: Sinemada bir kez izledikten sonra, karmaşıklığın esas tadını dvd’de alacaksınız!

“İkili Oyun”, Almanların, gerilim, şüphe, entrika içeren filmleri İngilizce dilinde ve Amerika kıtasında çekmemeleri gerektiğini gayet net ispatlayan, etkisiz / gereksiz film: Reklâm estetiğini andıran, çok net ve hijyen görüntü çalışması dikkat çekebilir.

“Bakış Açısı”, bir olayın birçok katmanı olabileceğinden ve gerçeğe ulaşabilmek için de bunları görebilmemiz gerektiğinden hareketle, somut biçimde ‘gördürüyor’: Bu filmin dinamizmi ve kompleks kurgusu kolay unutulur cinsten değil!

“Arkadaşım Tilki”, doğayı ve bir hayvanla iletişim kurmayı keşfeden küçük kızın hikâyesinde, en önemli sinin ‘koşulsuz özgürlük’ olduğunu yineliyor: Gerçekleştirilmesi çok büyük sabır ve zahmet gerektiren bu çalışmayı izleyen ‘ceset giyici kadınlar’, inşallah, yüreklerinde pişmanlık duygusuyla salondan çıkmıştır.

(01 Nisan 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Richard Widmark

Sadece sinema seyircisi idik o zamanlar, çocuktuk. Sinemada yalnız filmin kahramanları vardı, esas oğlan ile sevgilisi genç kız. Ama filmlerde başka şeylerde vardı, henüz farkında olmadığımız. O zamanlar filmleri tanıtmak için el ilânları dağıtırlardı, onları biriktirirdim, bir de artist fotoğrafları. Tabii bunlar yabancı oyunculardı, yerli oyuncuların kartpostalları çok sonraları piyasaya çıktı. Hep yanımda taşıdığım bu artist resimlerinin (oyuncu fotoğrafları) en üstünde, o zaman en beğendiğim oyuncu olurdu, bu ise bir süre Alan Ladd oldu. Ondan sonra da yerini başka biri almadı, merak zaman içinde tavsadı.

Filmlere giderken öncelikle oyuncularına baktığımızdan, herkesin kendince favori olarak tuttuğu oyuncular, toplam olarak 8 – 10 kişilik bir grup oluşuyordu. Bu arada benim için hiçbir zaman birinci sıraya çıkmasa da Richard Widmark her zaman değişik bir tip olarak kalmış, hiç üçüncüden aşağı inmemişti. Geriye doğru bakınca, ilk kez, pek bir şey çağrıştırmayan, sadece askeri bir doktoru oynadığı, salgın hastalık çıkan bir gemide geçtiğini sandığım, herkese ilâç zerk ettiği bir film olarak No Way Out’u (Can Düşmanı) hatırlıyorum. Arada başka bir çok filmi var tabii ama siyah / beyaz bu filmden sonra renkli ve cinemascope bir film olarak Hell and High Water’da (Denizaltı Cehennemi) oynadığı denizaltı kaptanı rolü bizim evde bir olaya neden olmuş ve ağabeyim ile kuzenim (teyzemin kızı) arasında -hiç bitmeyen- kaptanlık mücadelesi yıllarca sürmüştü. Ağzını çarpıtarak gülüşü ve oldukça yakışan kaptan rolü ile bu film benimde unutulmazlarım arasına girmiştir. Hele hele Prangalı Mahkûm filminde mısır püskülü gibi sarı saçları ile tek başına verdiği mücadele ile favorim olmuştu ama eninde sonunda bir serüven filmi idi.

Yıllar sonra sinema serüvenlerimiz devam ederken evimize televizyon girdi, yerli dizilerin henüz başlamadığı (veya çok az olduğu) günlerde TRT -yanılmıyorsam- Perşembe günleri dönüşümlü olarak dört dizi yayınlıyordu. Başrollerinde popüler Hollywood oyuncularının oynadığı bu birbirinden değişik dizilerde kimler yoktu ki. Bir Tony Curtis, bir George Peppard, bir Robert Wagner / Eddie Albert ikilisinin yanı sıra Richard Widmark da ilerlemiş yaşına rağmen, tutuklama yaparken söylemesi gereken sözleri gözlüğünü takıp ancak okuyabilen ama tuttuğu her şeyi de çözümleyen komiser Madigan tiplemesi ile yine gönlümü fethedecekti.

Yukarıda değinildiği gibi daha bir çok film -daha da önemli filmler– var ama yine de her filmin sonunda The End yazıyor. (Bertrand Tavernier’in filmlerinin sonunda FIN yazmadığını fark ettiğimde çok hoşuma gitmişti ve anımsadım Yılmaz Güney’in Umut filminin sonunda da SON yazıyordu, umut yazıyordu.)

Ve bir gün bir gazete haberi, eli şırıngalı doktor, denizaltı kaptanı, kişisel savaşını veren kahraman, dahası cowboy-lar, kuzeyli subay-lara (mavi urbalı), varan sadist katil–lik* ile başlayan sinema serüveninde bir gün boş film geçmeye başlar, bir yıldız aramızdan ayrılmıştır ama alttaki makarada unutulmaz görsel anılarımız, tekrarlanabilir durumda durmakta. Tekrar keyfine varmak elimizde.

(01 Nisan 2008)

Orhan Ünser

Yumuşak, Naif, Masalsı Bir Film: “Peri Tozu”

İlk uzun metrajlı filmininin vizyona girmesini heyecanla bekleyen nadir kadın yönetmenlerimizden Ela Alyamaç’la Peri Tozu’nun vizyona girmesinin yaklaştığı bir dönemde bir araya geldik. Oyuncularının seçiminden, kostümlerine, filmin müziklerinden, oyuncuların motivasyonuna kadar her şeyiyle kendi ilgilenmiş. Kadın eli değmesi mi dersiniz yoksa aşırı titizlik mi bilemiyorum ama kendi içinde bir dünya yaratmış Deniz ve Cem’den…

Türkiye’deki sinemaseverler sizinle ilk kez tanışacak, heyecanlı mısınız?

Oldukça heyecanlıyım. Çok güzel beklentilerim var. İnşallah her şey güzel olur.

Amerika’da çektiğiniz ödüllü kısa filmleriniz var, bunlardan bahseder misiniz, neleri anlattınız filmlerinizde?

Everything isimli bir kısa filmim vardı. Orada ölen kocasını son bir defa görebilmek için bir melekle anlaşma yapan bir kadını anlattım. Little Girl Blue ise iki insanın ilişkisi üzerineydi. Birbirlerini çok ilginç bir şekilde bulup (bu Peri Tozu’nda da var) atıldıkları macera ile ilgiliydi.

Okul yıllarınızda hayalini kurup, kısa film olarak çektiğiniz konuları Peri Tozu’nda bir araya getirdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet, bu bir düşün gerçekleşmesi. Uzun metraj film çekmek gerçekten çok zor, büyük bir sorumluluk gerektiriyor.

Amerika’da yaşıyorken Türkiye’ye gelip film çekmek büyük cesaret, nasıl karar verdiniz?

Bu tamamıyla benim Türkiye’ye dönme kararı vermemle âlâkalıydı. Yurt dışında her şey daha kolay işliyor, doğru. Oturmuş bir sistem var. Bizim ülkemizde de en güzel ekipmanlar mevcut ama bizim sistemimiz problemli olduğu için her şey daha zorlaştırılıyor.

Bundan sonra Türkiye’de mi yaşayacaksınız?

Burası benim ülkem ve burada yaşamam kadar doğal bir şey olamaz. Ancak şimdi evet diyorum ama kapıdan çıkarsınız tüm hayatınız değişir. O yüzden hiçbir şey için çok da kesin konuşmamak gerek.

Adaptasyon sorunu yaşadınız mı?

Yaşadım ama ufak tefek şeyler. Zaten Amerika’dayken de tatillerde hep geliyordum.

Kadın yönetmenleri pek fazla göremiyoruz. Bir kadın yönetmen olarak özellikle dikkat ettiğiniz noktalar var mıydı?

Ben normalde çok detaycı bir insanımdır. Bu kadın olmamla ne kadar âlâkalı bilmiyorum. Oyuncularımın giydikleri kıyafetlere çok önem verdim. Yani yeni alınmış gıcır gıcır şeyler olmamalıydı, yaşamışlığın izleri olmalıydı giysilerde. Cem nasıl bir t-shirt giyer, İpek nasıl müzik dinler, bu detaylar çok önemliydi. Şarkı sözlerini de yazdım. Çünkü bazen sözlerle anlatamayacağınız şeyleri müzikle anlatırsınız.

Şarkı sözlerini de yazmak başından beri plânladığınız bir şey miydi?

Hayır, müziklerle birlikte şarkı sözlerini de Emre Dündar yapacaktı. Emre; “O kadar güzel diyolaglar yazmışsın ki şarkı sözlerini de sen yazmalısın” dedi. Bu benim için çok gurur vericiydi.

Oyuncuları nasıl seçtiniz?

O işin en uzun kısmıydı. Oyuncu seçimi konusunda ekstra titiz davrandım. Herkesle birebir görüştüm. Çok da keyifli geçti.

Seçmelerden aklınızda kalan bir anekdot var mı?

İnsanlar en yakın arkadaşlarıyla birlikte geliyorlardı. Amerika’da asla böyle bir şey olmaz. Hatta böyle bir görüşmeye gidecekseniz en yakın arkadaşınızdan bile saklarsınız bunu. Ama burada arkadaşı da şansını denesin diye bana rica edenler bile oldu. Bu beni gerçekten çok şaşırttı.

İpek Değer ve Mehmet Ali Nuroğlu’nu seçerken sizi hangi yönleri etkiledi?

Asla rol yapmamalıydılar. Gerçek Deniz ve Cem’i arıyordum. Onları İpek ve Mehmet’te buldum.

Oyunculuklarını biliyor muydunuz? Her iki oyuncu da dizilerden tanıdığımız yüzler…

İpek’i İkinci Bahar’dan biliyordum. Mehmet’i ise Çemberimde Gül Oya’da çok kısa izleyebilmiştim. Ama onları seçmemdeki asıl etmen seçmelerdeki performansları oldu. İpek ve Cem benimle birlikte yaşıyormuş gibiydi. Her an kapıdan içeri girecek kadar gerçektiler. Meselâ bir arkadaşım vapurda bir kız görmüş. Sabah kahvaltısında cips yiyormuş. Bana telefon açıp dedi ki: “Deniz aynen böyle yapardı.”

İnsanlar Peri Pozu’nda ne bulacak?

Peri Tozu’nda, masallara ve masal kahramanlarına inanan genç bir kızın (Deniz), insanlara güvenmeyen ve hayatla arasına bir duvar örmüş bir çocuk (Cem) ile tesadüfler sonucu birbirini bulmasıyla aralarında geçen aşk hikâyesini anlatıyorum. İçinde çok güzel bir dostluk da var. Her şey çok yumuşak ve naif… İnsanların çok mutlu bir şekilde sinemadan çıkacaklarına inanıyorum.

Pasta ve kurabiye yapımında çok iyi olduğunuzu duyduk…

Sertifikalı pastacıyım. Sinemadan sonra ikinci aşkım diyebilirim. Pastalarım ve kurabiyelerim meşhurdur. Birisi sabah 03:00’te “Elâ hadi pasta yap.” dese asla üşenmem, yaparım.

ELA ALYAMAÇ KİMDİR?

Ela Alyamaç, 1978 yılında İstanbul’da doğdu. Ortaokulu Nişantaşı Işık Lisesi’nde bitirdikten sonra liseyi İsviçre’de Leysin Amerikan School’da tamamladı. Üniversite eğitimini Kaliforniya’daki Chapman Üniversitesi’nde gerçekleştirdi. Film ve televizyon prodüksiyon eğitimi alırken uzmanlık alanını yönetmenlik ve senaryo yazarlığı olarak belirledi. Öğrenimi sırasında çektiği Everything ve Little Girl Blue adlı kısa metrajlı filmler Amerika’daki çeşitli film festivallerinde gösterildi. Everything, Laguna Beach Film Festivali’nde en iyi kısa film ödülünü aldı. Little Girl Blue filmi Chapman Üniversitesi’nde En İyi Film adayları arasına girdi ve yönetmen Marion Knott Scholar Ödülü’ne lâyık görüldü. Ela Alyamaç, mezun olduktan sonra Los Angeles’da çeşitli belgesellerde ve televizyon programlarında çalıştı. Peri Tozu, yönetmenin ilk uzun metrajlı filmidir. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.)

(25 Mart 2008)

Gizem Ertürk (Zeynep Günay ile Birlikte)

Yeşilçam ’08

Fıkra bu ya: Ülkenin liderine bir resim galerisi gezdiriliyormuş, devasa boyutlu bir tablonun önüne gelinmiş, bir şövalyenin bir canavar ile kavgasını gösteriyormuş resim. Lider uzun uzun bakmış, tanıtımı yapan kişi ile bir süre konuşmuşlar, yürüyüşlerine devam ederlerken lider birden durmuş: “Bu da ne?” Devasa tablonun yanında nerede ise kaybolmuş küçük, bir takım -hatta kısmen çürük- meyvelerin resimleriymiş bu. Lideri gezdiren kişi, “Bir resim bu, ama bakın sizin bile dikkatinizi çekti.” demiş.

Şimdi, geçen Pazartesi “Yeşilçam Ödülleri”nin l.sinin töreni yapıldı, ödüller sahiplerini buldu. Ödüllendirmenin formatı çok cazip. 01.01.2007 ile 31.12.2007 tarihleri arasında gösterilen “yerli” filmlerin, oldukça kalabalık sektör çalışanları arasında yapılan değerlendirmesi sonunda üst sırada yer alanlar ödüllendiriliyor. Bir soru: Bu yıl kaç yerli film gösterime girdi, bunu belirlemek her halde zor değil. Peki bu filmlerin listesi değerlendirilmeye katılanlara duyuruldu mu ve bu filmlerin hepsi bu değerlendirmeyi yapanlar tarafından seyredilmiş miydi? Değerlendirme iki aşamalı, ilk değerlendirmeyi yapanların belirlediği, her branştan beş film ikinci değerlendirmede tekrar oylanıp sonuç alınıyor. Her iki değerlendirmeyi yapanların tüm filmleri görmelerinin olasılığı ne kadar. Bu bir festival değil, filmler bir yıl içinde farklı zamanlarda gösterime giriyor. Bir film yılın ilk günlerinde (01.01.2007), bir diğeri değerlendirmenin yapılmasından iki ay öncesinde… (24.12.2007). Filmlerin bir kısmı büyük tanıtımlarla ve çok sayıda sinemada ve peşi peşine devam eden haftalarda veya değişen sinemalarda farklılaşan haftalarda gösterilirken bir kısmı çok az sayıda -bazen tek- sinemada bir hafta gösteriliyor. Değerlendirmeyi yapacakların bir kısmını oluşturacak basın elemanları filmleri tanıtım gösterimlerinde izleme olanağı bulurken sektörün diğer elemanları filmleri farklı yollarda izleme olanağı bulacaklardır. Hangi yoldan olursa olsun, herkesin her filmi görme olasılığı yok. Sonra değerlendirmeyi yapan kişilerin sektör çalışanları olması nedeni ile bazı filmlerle yakın veya uzak ilişkilerinin olması kaçınılmaz. Branş elemanları (müzikçi / görüntü yönetmeni / senaryocu / oyuncu / yönetmen / yapımcı / … ) kendi branşlarının dışında da değerlendirme yapacaklardır, bu normaldir, yani değerlendirmeleri “branşla” sınırlandırmak haklı bir yöntem olmaz. Birde filmlerin şu veya bu nedenle popüler olması böyle geniş katılımlı bir değerlendirmede herhalde etkili olacaktır. Bu şekilde yapılan bir değerlendirmede, herhangi bir festivalde söz konusu olacak kriterler konulması da olası değildir. Yine de başlayan yeni bir şenliğimize hoş geldin deriz.

Tören gecesi konuşan organizasyonun önde gelen destekçisi Beyoğlu Belediye Başkanı, organizasyonun giderek gelişeceğini belki uluslararası bir format olacağını söyledi. Adı Yeşilçam Ödülleri olan uluslar arası bir şenlik. Yıl içinde gösterilen “yabancı” filmler de ayrı bir kategoride mi değerlendirilecek?

Yukarıdaki fıkranın bu yazı ile ilgisi nedir bilmiyorum, araştırılacak bir konuda değil ayrıca.

(27 Mart 2008)

Orhan Ünser

28 Mart 2008 Haftası

“Babam Romulus”, Büyük Savaş sonrası bir tür ‘yitik’ olan göçmen kuşağı insanlarından baba ile küçük oğlunun, çok özel bir kadın olan annenin problemli ‘arayış’ında verdikleri zorlu sınavı, acımanın ve merhametin en anlamlı hallerinde anlatıyor: Avustralya’nın geniş doğasında 1960 ve takip eden yaz aylarında Avrupa’dan göçmüş insanların sevgi arayışları, sizi tuhaf bir kaybolmuşluğun içine sürükleyecek.

“Kalpazanlar”, “soykırımın ortasında, sadece bir duvar kalınlığı mesafede ırkından insanlar öldürülürken katillerle işbirliği mi yapardın, yoksa…” sorusunu vicdanlara yerleştiren, ahlâksal ikileme düşüren, yaman bir film: Yabancı Film Oscar Ödülü’nü hakkıyla almış yani.

“Kesişme”, tamamen yabancısı olduğunuz bir ülkede kaçak çalışıp yaşamanın nasıl bir şey olduğunu adım adım, sakince ve içli bir tonda öykülüyor: Gerçekçi, neredeyse yarı belgesel gibi.

“Özgürlük Savaşçısı”, biraz “Yıldız Savaşları”ndaki Jedi felsefesinden, hafif “The Matrix” stilinden ve baskın biçimde “Yüzüklerin Efendisi”nden esinlenmiş bir video oyun uyarlaması olsa da, iki savaş sahnesindeki kusursuz aksiyon / mükemmel kurgu için bile izlenebilir: Sertliğinin 13 yaş alt sınırına göre ayarlanmış olduğunu anımsatmakta yarar var.

“Tanrının Vadisinde” Irak işgâli sürerken çekilmiş sağlam anti – militarist filmlerden, her sahnesi incelenebilecek bir sinema başyapıtı: İzlemek zorundasınız; çocuklarınızı anlamsız savaşlara sürüp birer ‘yaratık’ haline getirmemek insanlık göreviniz olduğu için!

(27 Mart 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Ankara Film Festivali’ne Açık Mektup

Sayın Festival Yetkilileri,

Türkiye’de bir film festivali düzenlemenin ve bunu sürdürmenin meşakkatli bir iş olduğu, özellikle Ankara Film Festivali’nin ne tür mali zorluklarla yapıldığı hepimizin malûmu. Öte yandan sağlıklı bir festival organizasyonu için dev bir bütçeye sahip olmanın da yeterli olmadığını başka örneklerden biliyoruz.

Yine de izninizle, oraya filmini vermiş bir belgeselci olarak, 19’uncu yılına gelmiş bir festivalin mali sıkıntılarla pek de açıklanamayacak hallerini eleştirme hakkımı kullanmak ve bazı temel beklentilerimi dile getirmek istiyorum.

Öncelikle bir noktanın altını çizeyim: Ankara Film Festivali’nin yerli belgesellere üç ayrı bölüm ayırıp olabildiğince geniş yer vermesi takdir edilecek bir şeydir. Tabi o filmlere ve yaratıcılarına, festivalin kenar süsü ve daha kötüsü gereksiz bir yük muamelesi yapmamak kaydıyla…

Filmlerimizin ödüllendirilmesi elbette bizi sevindirir; ama sırf bir yerlerde ödül alsın diye film yapanımız yoktur herhalde. Biz belgeselciler filmlerimizi, ödül toplasın diye değil mümkün olduğu kadar seyredilsin ve tartışılsın diye yapıyoruz. Bu nedenle en azından kendi filmlerimizin festivaldeki gösterimine davet edilmeyi, hadi onu geçtik gösterim gün ve saatinden haberdar edilmeyi, yönetmen olmasa bile film ekibinden birilerine -sözgelimi filme konu olan karakterlere- gösterime katılma olanağının tanınmasını, bunu da festivalin organize etmesini bekliyoruz.

Bir festivali festival yapan şeyin böylesi bir katılımcılık olduğuna inanıyorum. Beş yıldızlı otellerde ağırlanmaktan, kırmızı halılarda yürümekten söz etmiyorum elbette. Ama ne yalan söyleyeyim, her yıl İstanbul’dan kaldırdığınız ‘festival treninde’, üçüncü mevkide bile olsa belgeselci ve kısa filmcilere yer ayrılmamasını garipsemiyor değilim.

Yine, biz filmlerimizi ‘yarışma filmi’ olarak yapmıyoruz. Bu nedenle festival gösterim çizelgesinde, bütün belgesellerin “Belgesel Film Yarışması” etiketli tek bir sepet içinde sunulmasından rahatsızlık duyuyoruz. Filmlerimiz kendi adıyla anılsın, festival gösterim çizelgesinde bu adla yer alsın, seyirci de “gidip bir yarışma filmi izleyeyim, artık bahtıma ne düşerse” mantığıyla değil hangi belgeseli izleyeceğini bilerek salona gelsin istiyoruz. (Bilmem ki çok mu şey istiyoruz? Çünkü bu toptancı yaklaşım, ne yazık ki diğer festivallere de egemen…)

Filmlerimizin, seçici kurula izleme kopyası olarak gönderdiğimiz DVD’den değil gösterim kopyasından (Betacam, DigiBeta, vb.) seyirciye sunulmasını, dünyanın her yerindeki festivallerde olduğu gibi, festivaldeki ilgili birimin kopya trafiğini takip ederek bizden bu kopyaları zamanında talep etmesini bekliyoruz.

Son olarak; festivalin başka hiçbir etkinliğine katılmamayı garantilemek istercesine, sadece ödül töreni için 6-7 saatliğine çağırdığınız konukların hiç değilse ulaşım planını emrivaki yapmadan, karşılıklı teyit ederek oluşturmanın asgari bir organizasyon gereği olduğunu düşünüyorum.

Festivalin hiçbir aşamasına katılımımı beklemeyen, jüri kararları günler öncesinden belli olduğu halde beni son dakikada arayıp “şu saatte gelip şu saatte dönmemi” şart koşan, başka da bir seçenek tanımayan festivalinizin ödül törenine gelemeyeceğimi, sırf ödülümü teslim almak üzere orada arz-ı endam etmenin benim için ne yazık ki bir şey ifade etmediğini bildirmek istiyorum. Yine de eğer töreninize katılsaydım ve kısa bir konuşma yapma olanağım olsaydı, bu hakkımı yukarıda sıraladığım eleştirileri dile getirmek için kullanırdım.

Sizlere keyifli ve sorunsuz bir kapanış töreni diliyorum.

Saygılarımla,

Necati Sönmez / Yönetmen / “İbret Olsun Diye”

(24 Mart 2008)

Filmler Yarış Atı Değildir

Ülkemizde ilk film yarışması 1948’de yapılmıştır. 1917’den başlayan film üretimleri asıl artışını 50’li yılların başlaması ile gösterecektir ama ilk yarışma film üretimlerinin daha az sayıda olduğu bir yılda yapılmıştır. Bundan sonraki yıllarda yapılan farklı yapılardaki yarışmalarda o yılların öne çıkan filmleri yarışmıştır ama, 1964 yılında Antalya Film Festivali (Altın Portakal) başlayana kadar yerleşik bir yarışmamız yoktur. Behlül Dal’ın girişimleri sonucu başlayan Altın Portakal giderek Yeşilçam’ın yaz tatili olmaya dönüşmüş, bu arada “film yarışması”da yapılmış ve zaman zaman sonuçlar tartışmalar doğurmuştur.

Yarışmaya katılan film sayısının giderek artması, ön eleme düzenini ortaya getirmiş, tartışmaların bir kısmı da bu aşamada başlamıştır. Elemelerde başlayan tartışma sonuçlarda da devam edince ortaya garip tutumlar çıkmıştır. Geçtiğimiz yıllarda Tanju Gürsu Köpekler Adası filmi ile “En İyi Oyuncu” ödülünü alınca ortaya garip bir tartışma başlatılmıştı. Gürsu’yu Müşfik Kenter seslendirdiği için ödülde O’nun da payı olduğu görüşü ortaya atılmıştı. Burada bir soru akla gelmeli hemen, o yıldan önce (tabii sonra da) Antalya’da ödül alanların kaç tanesi acaba kendisini seslendiriyordu? -Çünkü o yıllarda tüm filmlere dublaj yapılıyordu.- Bu tip festivallerde seçici kurullar, başlangıçta kendilerine bir takım kriterler belirlemelidirler ki; değerlendirmeler onlara göre yapılsın. Bunların yeteri kadar belirlenmemiş olması veya yarışmaya katılanlarca bilinmemiş (anlaşılmamış) olması tartışmaların nedeni olmaktadır. Film festivalleri kendilerine belirli bir konuyu seçebilirler; bu başlangıçta belirlendiği için başvurularda bu dikkate alınacaktır ve ön elemenin eleştirilerini önleyecektir. Benim bildiğim kadarı ile Antalya’da böyle bir kıstas yok (varsa bu benim cahilliğim). Bunun için geçen yılki yarışmadan önce yapılan ön elemede yaşanan “eleme tartışmasını” belirleyecek önceden belirlenmiş objektif kıstaslar olamadığından sadece seçici kurulun değerlendirmeleri tartışılmış oluyor.

50’li yıllardan sonra sürekli artan yapılan film sayısı 70’li yılların başında 300 ulaşmıştı (1972 de 299) O yıllarda yapılan yarışmalara 200’ü aşkın film içinden katılımlar oluyordu, 80’li yıllardaki krizden sonra bu sayı hızla düştü, şimdilerde giderek film sayısı her yıl artıyor, fakat bu 30’lu sayıları pek geçmiyor. Bu kadar filmin bir kısmı da piyasada hiç görülmüyor, ortaya çıkan filmlerde ülkemizde yapılan -hemen- tüm yarışmalara katılıyorlar. Bu yarışmaların bir kısmında ön eleme olmayabilir; yarışmada yarışan filmler farklı seçici kurullar önüne çıktığında ise -aşağı yukarı aynı filmler- farklı şekilde değerlendirilebiliyor, bu ise farklı tartışmalara olanak veriyor.

Geçen yıl Antalya ön seçici kurulu tarafından elenen Ümit Ünal’ın Ara filmi bu yıl İstanbul Festivali’nde yarışacak. (Yani bir yarışa alınmadı, diğerinde var). Bunun gibi başka filmlerde vardır, olacaktır, gelecek yıllarda da olacaktır.

Festivaller hep olacak, birinde kazanan diğerinde -belki de yarışamayacak veya- değerlendirilmeyecek, bunu seçici kurul “takdiri” olarak kabûl etmek gerekir. Tabii eleştiri hakkı her zaman mahfuzdur. Son Antalya’ya katılan filmlerin hepsini görmedim, ama bu gün (23.3.2008) gördüğüm Ara’nın o filmler arasında olmuş olmasını dilerdim, -bilinmez- belki seçici kurulun ”portakal”larından birini alabilirdi. Yarışmalı festivaller bir değerlendirme ile sonuçlanır, yoksa her hangi bir amaçla yapılan toplu film gösterimlerinden farkı kalmaz ama seçici kurul kararlarının değişken olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Tamamen farklı koşullarda yapılan filmlerin, farklı seçici kurullar önünde “yarıştırılıp” bazen aynı sonuçlara bazen de farklı sonuçlara ulaşmak olasılığı -her ikisinde de- vardır. Sonuçtan tartışma çıkartmak, filmleri de -film değil- yarışmacı (yarış atı) olarak değerlendirmek (eğer yapılıyorsa) doğru olmaz sanırım.

(23 Mart 2008)

Orhan Ünser

Anime

O zamanlar karton film (cartoon) diyorduk. Sinemalarda filmlerden önce böyle kısa metraj Walt Disney kaynaklı, bu tarz filmler oynuyordu. Sonraki yıllarda böyle cartoon’ların uzun metrajlıları da sinemalarımız perdelerine yansıdı (Leydi’nin Aşkı). Bu arada cartoon’un daha genel adlandırılması ile animasyonun bir bölümü olduğunu öğreniyorduk. Walt Disney dışında, hatta ABD dışında da animasyonlar yapıldığı, zaman içinde edindiğimiz bilgiler oldu. Çok farklı yapılanmalar (teknik) gösteren bu animasyonlar, içerik olarak da farklılık gösteriyordu. Televizyonun gelmesi ile animasyon alanında Japon’ların farklılıklarına tanık olduk. Japon animasyonunun biri bitip biri başlarken, tekniğinin de farklılığını fark ettik. Şimdilerde Susan J. Napier’in Anime (ES Yayınları – 2008) kitabından Japon animasyonuna başka bir boyuttan tanıklık ediyoruz.

Anime, adı Japon animasyonu anlamına geliyor, öncelikle. Geçmişi de hayli gerilere gidiyor. Manga denilen çizgi-roman geleneğinden kaynaklanan anime, televizyon dizileri ve sinema filmleri olarak geniş bir pazara (öncelikle iç “Japonya” ve ABD’de) sahip. Napier bir anime uzmanı olarak, türü değişik boyutları ve ağırlıklı olarak ele aldığı bir takım örnekleri ile inceliyor.

Filmlerde kahraman olarak kadın tipleri öne çıkıyor, ülkemizde animasyon ile pek bağdaştırılamayacak cinsellik ağırlık kazanıyor, insan formatında (veya değil) değişik türden canlılar olaylara karışıyor (kahraman oluyor), farklı etkilerle cins değiştirmeler (kadın / erkek, erkek / kadın) sıradan olaylar. Dünyanın sonu / mahşer, farklı dünyalar ile ilişkiler, uzay, Japon tarihi, İkinci Dünya savaşı (atom bombası – Hiroşima / Nagazaki ) ve sonrasının Japon toplumuna etkileri farklı yorumlara konu oluyor.

Asıl ilginç olan, anime alanında uzmanların çoğunluğu; bir anime uzmanı olan kitabın yazarı Susan J. Napier anime uzmanı olarak pek çok isme gönderme yaparken, bunların bir kısmının da anime bir kısım alt konularında da uzmanlaştığını görüyoruz. Bunu kıskandığımı itiraf etmek isterim. Şimdiye kadar en fazla gişe hasılatı yapan Japon filminin (normal sinema filmleri de dahil) animasyon olması konusu ise, türün sinemamızdaki yerini düşündürüyor insana. Evvel Zaman İçinde (1951 Yön: Turgut Demirağ – Resim Direktörü: Yüksel Ünsal) hem de uzun metrajlı olarak yapılmasına rağmen, Hollywood stüdyolarında kaybolup gitmesinden sonra, animasyonun devam etmemesi, kısa metraj ve ağırlıklı olarak reklâm filmlerinde kalması ise sinemamızın bir gerçeği. Sinemamızın bir başka gerçeği de çizgi roman kaynaklı normal sinema filmleridir. Çizgi romanları dizi veya film olarak sinemaya uyarlamayan sinemamız, bunları normal (gerçek kişilerle) sinema filmi olarak yapmıştır. (Cicican / Bedri Koraman – Ertem Göreç – 1963, Hüdaverdi – Pırtık / Sezgin Burak – Lale Oraloğlu – 1971, tek film olarak çekilirken, Tarkan / Sezgin Burak, Malkoçoğlu / Ayhan Başoğlu, Kara Murat / Rahmi Turan, Karaoğlan / Suat Yalaz, dizi filme olarak çekilmişlerdir.)

Anime, türün çok sayıda örneğini inceleyen, bu arada türün ülkesinde gösterdiği çeşitlilikleri anlatan, sinemanın ne boyutlarda inceleme ve araştırma konusu yapıldığı hakkında ip uçları veren bir kitap. Bu kitabın, şimdiye kadar yayınladığı 58 kitabın tamamının sinema (ve türevleri) konusunda olması ile ülkemizde bir ilki gerçekleştiren bir yayınevi (ES Yayınları) tarafından yayınlanması ise ülkemizin ilklerinden birini oluşturuyor.

(23 Mart 2008)

Orhan Ünser

21 Mart 2008 Haftası

“Anestezi”nin özünde, dehşete düşüren bir bilimsel gerçeği çıkış olarak kullanıp entrika içeren bir gerilim içerse de, anne – oğul arasında oluşan ve benzeri olmayan sevgi – fedakârlık ilişkisi var: İstemezsiniz değil mi, ameliyat masasında hiç hareket edemeden ve ağzınızı dahi açamadan, operasyonun tüm ayrıntılarını, örneğin göğüs kafesinizin kesilmesini aynen hissetmeyi!

“Banka İşi”, zevk veren entrikalar ile çevrelenmiş banka soygununu, öncesi ve sonrası ile öyle usta işi bir kıvamda sunuyor ki: Heyecan verici bir seks kaçamağının zincirleme olaylara yol açarak bir dizi hayatı nasıl değiştirdiğine inanamıyorsunuz ama gerçek işte!

“Juno”, günümüz sinemasının en özgün genç kız karakterlerinden birini yaratırken, 16 yaşında hamile kalmanın belirsizlikleriyle mücadelede “şefkat” sözcüğünün anlamını yeniden düşündürtüyor: Zeki bir senaryo kuşkusuz, ancak “pembe”lik dozu biraz fazla kaçmış!

“Paranoid Park”, amatör patencinin boğucu hikâyesini izleyeni boğarak anlatıyor: İlla görecekseniz telef olmaya da hazır olun!

“Uçurtma Avcısı”, hepimizin hayatında ödememiz gereken bir kefaret olduğuna dair ‘iç sorgulama’ yapmamızı sağlayan, insan özgürlüğünün değerine dair, hüzünlü, hem de çok hüzünlü bir film: Unutmayın, vicdanları kanayanlar için hiçbir zaman geç değildir, haksızlıkları telafi etmenin bir yolu daima bulunur!

(19 Mart 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Yeşilçam Masalı

Kimi iyi, kimi kötü karakterleriyle, çoğunlukla mutlu sona ulaşan maceralarıyla, damakta eskiye özlemin o kekremsi tadını bırakan siyah-beyaz görüntüleriyle, bir masal, Yeşilçam. İşte bu yüzden, Yeşilçam Masalı koydum R – 1’de yayınlanan belgesele. Çocukluğumun kahramanlarıydı tüm o karakterler. İnanılması güç şartlarda film yapmaya çalışan yönetmenlerin ve oyuncuların gerçeği kadar, annemin elinden tutup biraz ürpererek girdiğim karanlık sinema salonlarında, boğazıma düğümlenen gözyaşlarının, attığım belki de ilk bilinçli kahkahaların, kafamda dönüp dolaşan ilk soruların ve beyazperdede olmadığı zamanlarda gökteki yıldızların yanında olduğunu düşündüğüm yıldızların anısı da, temel taşları oldu aslında bu programın. Çünkü Yeşilçam, bir anlamda, yakaladığım andan itibaren tabii, benim kişisel tarihim. Tıpkı çoğu insanın olduğu gibi. Hangimiz kendini içten içe o karakterlerden biriyle özdeşleştirmedi? Kemal Sunal’a bakıp kahkahalar atmadık mı? Turist Ömer’e gülerken bir yandan da gözümüzden süzülen yaşları elimizin tersiyle silmedik mi? Erol Taş’tan korkarken, Kadir Savun’a sarılmak istemedik mi? Adile Naşit, bir kuşağın annesiydi. Onlar bir aileydi. Bizim de parçası olduğumuz, kocaman bir aile…

İşte, tüm bu duygu ve düşüncelerle oluşmaya başladı Yeşilçam Masalı projesi. Önce Yeşilçam ve Türk sineması hakkında bugüne kadar yazılmış ne kadar kitap varsa aradım. Kitapçılarla yetinmedim, arkadaş kütüphanelerini karıştırdım, olmazsa olmaz sahafları dolaştım… Ardından İstanbul Radyosu’nun arşivi taradım. Türk sinemasına dair ulaşabildiğim ne kadar röportaj, ses kaydı varsa topladım. Geçmişe dair ses kayıtları ve belgeler için Mimar Sinan Üniversitesi’ne ve TRT Televizyonu için Türk Sinema Tarihi belgeseli hazırlamış olan Profesör Doktor Sami Şekeroğlu’na ulaştım. Sonunda sıra, şu an hayatta olan Yeşilçam emekçilerine geldi. Kimi, küskündü, konuşmak istemedi. Kimi, o parlak, şöhretli günlerinde olduğu haliyle, sesiyle kalmak istedi anılarda. Kimine programın süresi az geldi, anlatacak o kadar çok şey vardı ki, sığamamaktan korktu dar zamanlara. Ama çoğu da, gözleri kimi zaman dolu dolu, kimi zaman şaşkınlıktan kocaman olmuş, kimi zaman da kahkahalar atarak onlara mikrofon uzatan bu genç kadını, yani beni, kırmadı, yüreğini açtı. Kimler yoktu ki mikrofonun arkasında? Ediz Hun, Göksel Arsoy, Temel Gürsu, Jeyan Mahfi Tözüm, Arif Keskiner, Erol Büyükburç, Parla Şenol, Giovanni Scognamillo, Burçak Evren, Agâh Özgüç, Ülkü Erakalın, Tomris Oğuzalp, Rüştü Asyalı, Yusuf Kurçenli, Muzaffer Hiçdurmaz…

Röportajlar tamamlanınca, ortaya bir başka soru çıktı. Program nasıl işleyecekti? Dinleyeni sıkacak ve programı tekdüzeliğe sürükleyecek kronolojik bir anlatımdan özellikle kaçındım. Sonunda da Türk sinemasının türlerine göre işlemeye karar verdim. Tüm okuduklarım, topladığım belge ve kitaplar, hafızamda kalanlar, yaptığım röportajlar, elde ettiğim eski ses kayıtları ve tabii duygularım bir araya geldi ve belgeselin Yeşilçam’ın Masal Filmleri başlıklı ilk bölümünün kurgusu tamamladım. Bu bölüm dinleyiciyle buluştuğunda takvimler 4 Temmuz 2007 Çarşamba gününü göstermekteydi.

25 dakikalık bu kısacık ama gerisinde uzun çalışma saatleri barındıran program, Yeşilçam Masalı, o günden sonra tam 6 ay boyunca her Çarşamba dinleyiciyle buluşmaya devam etti. Bu yolculuğun tam 26 durağı vardı: Müzikaller, şarkıcı filmleri, komediler, devam filmleri, melodramlar… Kısacık tarihine binlerce film sığdırmış Yeşilçam’ın el atmadığı tür yok gibiydi. Aralarından bir seçim yapmak bile başlı başına bir işti aslında.

Ve her masal gibi Yeşilçam Masalı da bitti. Aralık ayının son Çarşambası, arkasında yorgun, ama içi sızlayan bir yapımcı bırakarak veda etti dinleyiciye.

Ama bugün, geri döndü. Yanında, emeğin ve çalışmanın ödülüyle. Ne mutlu bana ve Türk sinemasının sevgili emekçilerine…

(14 Mart 2008)

Gülay Oktar Ural

14 Mart 2008 Haftası

“Cengiz Han”, 13. yüzyılın başından itibaren kısa sürede dünyanın en büyük imparatorluğunu kuran Moğol kağanının şahsında, insanoğlunun saf hallerini/erdemlerini yakalıyor: Doğası gereği kan dökerek güçlenirken adalet ve dürüstlükten şaşmamak gibi, ruhun özgürlüğünün esas olması gibi güçlü temalar, bu sağlam dokulu filmin değerine değer katmış bulunuyor.

“Günahkârlar”, cinsellik denli karmaşık/içinden çıkılamaz olan ‘cinsel suçlar’ dünyasından bir gerilim olarak, suçluları kontrol eden bir görevli olan başkarakterinin (ve çaylağının) peşinde, güvende olmadığınızı iliklerinize kadar hissettiren olaylara dalıyor: Sevdiğiniz birinin, örneğin evlâdınızın her an bir cinsel suça kurban gidebileceğini, bir film vasıtasıyla düşünmek bile yeterince korkunç!

“Meleğin Sırları”nda, dil öğreneceğine sert hayatı öğrenerek ‘çöken’ Türk kızının LA’deki yürek burkan öyküsü o kadar kötü yorumlanıyor ve o kadar ‘akmamakta direniyor’ ki, tarifi imkânsız: Sevgili yazar arkadaşımız Nadir Öperli’nin gayet isabetle belirttiği gibi, “bu filmin jenerikleri bile zor akıyor”!

“Spiderwick Günceleri”, babalarının terk ettiği üç çocuk ile annenin dramının karanlık bir fantastik dünyanın içinde şekillendiği ve çevremizi, daha da önemlisi iç dünyalarımızı ayrıntılarıyla görebilme yeteneğinin kalplerimizden geçerek kazanıldığına dair hikâye: Dikkat çekerim, küçüklerden çok büyüklerin izlemesi gerek.

(12 Mart 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Hayattan Korkma, Bir İnsan Filmi

Baskül Ailesi ve Uy! Başuma Gelenler gibi sevilen dizilere imza atmış başarılı yönetmen Berrin Dağçınar’la 07 Mart’ta gösterime giren filmi Hayattan Korkma’yı ve sinemayı konuştuk. Dağçınar’a göre Hayattan Korkma öncelikle insanı anlatan bir film.

Başrol oyuncuları arasında Zeki Alasya, Tarık Papuçcuoğlu ve Hakan Boyav’ın da bulunduğu Hayattan Korkma, televizyon dizilerinin deneyimli yönetmeni Dağçınar’ın ilk sinema filmi. Yapımcı Sevda Kaygısız’ın da zaman zaman katıldığı ve daha çok Hayattan Korkma’yı konuştuğumuz sohbetimizde Dağçınar sinemaya dair düşüncelerini de bizimle paylaştı. Berrin Hanım’ın tıpkı filmine yansıttığı gibi hayata hep umutla ve gülümsemeyle baktığını da burada belirtmem gerekiyor.

İsmail Türkmen: Baskül Ailesi başta olmak üzere sevilen televizyon dizilerini yönettiniz. Hayattan Korkma sizin ilk sinema filminiz. Filme geçmeden bu konuyu sormak istiyorum. Dizi ve film yönetimini karşılaştırır mısınız?

Berrin Dağçınar: Aslında temelde aynı. Prensipleri aynı. Fakat şöyle bir fark var. Dizi haftada bir bölümün çekildiği ve rutine giren bir iş. Ve hatalarınızı bir sonraki bölümde çabucak telâfi edebilirsiniz. Ama sinema filmi öyle değil. Bir kere yapılıyor ve yaptıklarınızdan dönüş pek kolay değil. Onun için her aşamasında çok daha fazla dikkat istiyor. Film yönetmeninin her şeyi baştan iyi plânlaması gerekiyor.

İsmail Türkmen: O halde dizi çeken her yönetmen sinema filmi de yapabilir mi?

Berrin Dağçınar: Genel anlamda öyle. Fakat meselâ ben bir film yaptım diye kendimi bir sinema yönetmeni olarak görmüyorum tabii ki. Ancak sinemanın şöyle bir farkı da var. Bir filmi 50 kişi izlese hepsinin de kendine has yorumları oluyor. Halbuki dizi öyle değil. Alışkanlık yaratıyor, karakterleri benimsetiyor. Ve izleyen herkes aşağı yukarı benzer gözlerle bakabiliyor.

İsmail Türkmen: Bunun nedeni nedir sizce?

Berrin Dağçınar: Çünkü dediğim gibi diziler alışkanlık yaratıyor. İzleyici, karakterlerin ne yapacağını biliyor bir süre sonra. Karakter davranışları yoruma daha kapalı hale geliyor. En azından uzun süreli dizilerde bu geçerli.

ÖNCELİKLE İNSAN DUYGULARINI ANLATMAK İSTEDİM

İsmail Türkmen: Bununla bağlantılı bir soruyla Hayattan Korkma’ya geçebiliriz sanırım. Filminizde ana hikâyenin yanında, bir sinema filmi için çok sayıda yan hikâye ya da alt metin var. Ana hikâye üç ailenin kafa kafaya vererek bir sorunun üstesinden gelme çabaları. Bunun yanında da örneğin Zilli Emine’nin öyküsünü, Engin ile Kardem’in aşkını, Zehra’nın dramını izliyoruz. Daha önce dizi yönetmenizin bunda etkisi olabilir mi?

Berrin Dağçınar: Etkili olmadığını söyleyemem. Ancak şu da var ki normal hayatımızda bile tek bir hikâyenin üzerinden gitmiyoruz. Ayrıca biz insan duygularına yönelik bir çalışma çıkarmak istediğimiz için böyle bir kurgunun çıkması normaldi. Odağı farklı hikâyelerin kesişme yeri ana hikâye elbette. Örneğin Zilli Emine’nin yalnızlığı, üç ailenin güçlerini birleştirerek önemli bir sorunu çözme çabasıyla birleştirildiğinde daha anlamlı hale geliyor.

İsmail Türkmen: Yine de sanırım bu yan hikâyeler, çok az filmde olduğu kadar kendisini hissettiriyor filminizde.

Berrin Dağçınar: Doğrudur. Ancak insan duygularının daha vurgulu biçimde anlatılabilmesi için bu tür ögelerle beslenmesi gerektiği inancındayım. Bu sayede filmin daha etkili ve keyifli hale geldiğini düşünüyorum.

İsmail Türkmen: Filmin senaryosu da size ait. Senaryoyu da yazan bir yönetmen olmak daha zor olmalı. Ben şahsen filmi izlerken bazı sahnelerde sanki “senaryo ya da yönetimden taviz vermeniz gerekmiş ve bundan dolayı kurguda bir gerilim oluşmuş” hissine kapıldım.

Berrin Dağçınar: Aslında pek öyle değil. Başlangıçta filmi biraz daha uzun düşünüyorduk ama sonra teknik nedenlerle plânladığımızdan biraz daha kısa tutmamız gerektiği için sizin hissettiğiniz “sert geçişler” olmuş olabilir. Atmak zorunda olduğum bazı sahnelere kıyamama durumu olsa da sonuçta yapmam gerekeni yaptığımı düşünüyorum. Ancak tabii belki de başkasının yazdığı bir senaryo olsaydı biraz daha rahat davranabilirdim evet.

İsmail Türkmen: Sert geçişler demişken bir yerden örnek vermek istiyorum. Bedrettin’in karısının, kaynanasına “Bu çocuk için her şeyi yapacağız” şeklinde patlamasına seyirci öncesinde tam da hazırlanmamış gibi.

Berrin Dağçınar: Biz bunu özellikle yaptık aslında. Çünkü o ana kadar kaynanasına saygıda kusur etmemiş bir kadının bir çocuğun sağlığı söz konusu olduğunda nasıl bir isyan haline gireceğini göstermek istedik. Burada annelik duygusunun kaynanaya saygının önüne geçtiğini söyleyebilirim.

ANNE – ÇOCUK İLİŞKİSİ ÇOK ÖZEL

İsmail Türkmen: Kadın ve çocukların sorunlarına ilişkin filmde özel göndermeler var. Kadın ve anne olmanızın bunda ne derece etkisi oldu?

Berrin Dağçınar: Etkili olduğunu söyleyebilirim. Kişisel olarak anne-çocuk ilişkisinin diğer tüm ikili ilişkilerden farklı olduğunu düşünüyorum. Baba-çocuk ya da sevgili ilişkilerinden de çok ayrı bir durum söz konusu burada. Baba-çocuk ilişkisi de çok önemli olsa bile anne ile çocuk arasında organik bir bağ var sonuçta. Belki de kolay kolay koparılamayacak tek ilişki budur. Dolayısıyla filmde olduğu gibi bir çocuğun annesinden ayrılması çok travmatik olabiliyor. Bunu gerçek hayatta da görüyoruz ve kimilerine duygusallık olarak gelse de ben bu tür duyarlıkları öne çıkarmayı istedim.

İsmail Türkmen: Murat’ın hastalığının hikâyeye dahil olması nasıl oldu?

Berrin Dağçınar: Bu konuda genel bir bilgim vardı. Sonra araştırdığımda filmim için uygun bir vaka olduğuna karar verdim. Özellikle de kanser gibi daha yaygın bir hastalık üzerinden bir şeyler anlatmak da istemedim. Bu, zamanla gelişen bir hastalık ama aynı zamanda filmde yaşanan olayları tetikleyecek kadar da dramatik bir sorun. Çok tehlikeli olmasına rağmen kolaylıkla da halledilebilecek bir sağlık sorununun bazı insanları ne kadar zor durumlara düşürebileceğini anlatmak için uygun bir vakaydı.

İsmail Türkmen: Kişisel deneyimlerimle de tarttığımda aslında filmde her şeyin rahatlıkla gerçek olabileceğini düşünüyorum. Ama yine de kendi kendime “Filmden çıkan insanlar hayata dair acaba fazla mı umuda kapılabilir” diye sordum. Yani sanki sonuç itibarıyla filmde tamamen gerçek olabilirliğine karşın bir naiflik var. Bu konuda ne diyeceksiniz?

FİLMİMİZ FERAH BİR PENCERE GİBİ

Berrin Dağçınar: Açıkçası bunu da özellikle böyle kurguladığımızı söylemek isterim. Zaten bütün gerçekliği içinde filme bazı sahnelerde masalsılık katmayı uygun gördük. Çünkü meselâ renkli mısır patlakları gibi bir şey yok gerçekte. Çok denememize rağmen biz yapamadık en azından. Hepimizin pekâlâ yaşayabileceği sorunlar üzerinden “pes etmemenin mutlaka ödüllendirileceği” fikrini işlemek istedik.

Sevda Kaygısız: Zaten fazlasıyla karamsarlık dolu bir dünyada yaşıyoruz. Umutlarımızın içinde bile umutsuzluklar var. Sinemaya gelip filmimizi izleyen insanlara ferah bir pencere açtığımızı düşünüyorum. Bahsettiğiniz naiflik izlenimini veren tesadüfler iyisiyle kötüsüyle herkesin rahatlıkla yaşayabileceği şeyler ve bunlar bize güzellikler getirebiliyor.

İsmail Türkmen: Çocuklarına bile sevgisini göstermeyen bir karakter olarak Zehra da hayatın içinden mi? Çünkü çocuklarına sevgisini göstermeyen baba figürüne çok aşinayız ama böyle bir anneyi pek bilmeyiz.

Berrin Dağçınar: Kesinlikle böyle anneler var hayatta da. Zaten bir de küçük yaşta evlâtlık verildiği için yaşadığı travmaya bu şekilde tepki veriyor.

İsmail Türkmen: Bir de Allah’a inanan bir komünist Bedrettin var filmde.

Berrin Dağçınar: Aslında Allah’a inanıp inanmadığı çok da belli değil ama Murat’ın soruları karşısında “taşra komünisti” olarak davranıyor. Aile gibi kültürüne ait olan bütün değerleri savunan, bununla birlikte de komünist olan bir adam.

İsmail Türkmen: Renkli mısır fikri nereden çıktı?

Berrin Dağçınar: Çocuklar her zaman farklı şeyleri merak ederler. Benim de çocuğum ve onun arkadaşları var. Onların dünyasına yakın olduğum için aklıma gelmiş olabilir.

İsmail Türkmen: Öyle görünüyor ki çocukluğunuzu kaybetmemişsiniz.

Sevda Kaygısız: Filmden sonra çocuklar anne-babalarından renkli mısır isteyebilirler. Hatta belki birileri bunu gerçekleştirip piyasaya da sürebilir. Ama fikrin haklarını filmimizle tescil ettirmiş olduk artık. (Gülüşmeler)

ERTEM EĞİLMEZ TADINI YAKALAMAK İSTİYORUM

İsmail Türkmen: Sinemanın son dönemlerindeki durumu için ne düşünüyorsunuz? Biliyorsunuz bugünlerde genel bir şiddet hali hakim sinemaya.

Berrin Dağçınar: Evet. Ben şahsen filmlerin insanları ve özellikle de çocukları etkilediğine inanıyorum. Bir anne olarak da çocuğumu yaşına uygun olmayan yapımlardan uzak tutmaya çalışıyorum. Ayrıca ben de o tür çalışmaların içinde bulunmak istemiyorum. Ben yaptığım filmlere ya da dizilere mafyanın, silahın, şiddetin girmesini uygun bulmuyorum. Kendi yaşadığım çevrede bunlar yok. Dolayısıyla da yaptığım işe de girmesinin bir anlamı bulunmuyor. Aksiyon filmleri de olacak tabii ama hedef kitlenin çok iyi seçilmesi gerekiyor.

İsmail Türkmen: Filmin klasik Yeşilçam saflığına yakın durduğu şeklinde yorumlar okudum.

Berrin Dağçınar: Evet senaryoyu ilk okuyanlar da orada Ertem Eğilmez tadı olduğunu söylediler. Tabii bunu ne kadar yakalayabildim bilemiyorum ama yaptığım işin Ertem Eğilmez’inkine benzetilmesi benim için büyük bir gururdur. Ertem Eğilmez’de de hep o insani sıcaklık vardır. Onda mesele mekân değildir, giysi ya da makyaj değildir, tamamen insanın kendisidir. Benim en çok etkilendiğim filmler onundur. Çünkü doğrudan insan ilişkilerini anlatır. Yeşilçam’da çok başka akımlar da var ama ben Ertem Eğilmez çizgisini keşke yakalayabilsem diyorum açıkçası. Ama ben bunun kesinlikle hayatın dışında ve olmayacak hayalleri kapsadığını da düşünmüyorum.

(10 Mart 2008)

İsmail Türkmen

No Country For Old Men

Ethan ve Joel Coen’in yönettiği, başrollerini Tommy Lee Jones ve Javier Bardem’in paylaştığı 4 Oscar ödülüne sahip olan No Country For Old Men günümüzdeki en önemli sorunu, şiddeti konu alıyor.

Dünyada şiddetin hiç bitmediğini ve günden güne güçlendiğini, polislerin suçluları yakalamakta zorluk çektiğini, suçluların amaçlarını serbestçe gerçekleştirebildiklerini anlatıyor.

Geçenlerde Roma’da Stanley Kubrick sergisine gittim. Yönettiği bütün filmlerden parçaların gösterildiği sergide Otomatik Portakal filminin bölümüne girip hakkında yapılan belgeseli izledim. Filmi görmedim ama duyduğuma ve o belgeselden anladığıma göre, polisler toplum düzenini korumak amacıyla şiddete bile başvuruyor, hatta suçluların beyinlerini yıkayarak etkisiz hale getiriyorlar.

No Country For Old Men’de ise suçlular başa geçiyor ve dünya bir suç devleti haline geliyor.

Film aynı zamanda insanların gittikçe barbarlaştığını, para ve silâhla her şeye sahip olunabileceğini anlatıyor.

Filmin başında şerifin dediği gibi eskiden hiç bir şerifin silâhı yoktu, silâhsız her iş hallediliyordu ama artık silâhtan bile korkulmuyor çünkü herkes kolayca ediniyor.

İletişimsizlik, bireysel şiddet ve yalnızlık beyazperdeye iyi yansımış, Javier Bardem ise performansıyla yardımcı erkek ödülünü hak etmiş ama film oldukça durağan bir filmdi, bana göre daha iyileri çekildi ama günümüzde o kadar çok kötü film yapılıyor ki bunun gibi filmler Oscar kazanıyor.

(06 Mart 2008)

Emir Batuş

Tek Başına da Kalabilirsin Ama Söyleyecek Bir Sözün Varsa Söyleyeceksin

“TOPLUM BÖYLE İSTİYOR, O YÜZDEN BEN DE REİS ÇELİK OLARAK MASKELİ BEŞLER SAHİLDE FİLMİNİ ÇEKEYİM” DİYEMEM. TEK BAŞINADA KALABİLİRSİN AMA SÖYLEYECEK BİR SÖZÜN VARSA SÖYLEYECEKSİN.

Reis Çelik’in son filmi Mülteci, 7 Mart’ta sinemalarda. Kendisiyle kendi mekânı Cadde-i Kebir’de buluşuyoruz. Dışarıda kar yağıyor. Çok üşümüşüz… Bize hemen sıcak elma suyu ikram ediyor. Bunu içince paltolarımıza ihtiyaç kalmayacağını söylüyor. Gerçekten mükemmel bir şey. Koyu ve keyifli bir sohbete başlıyoruz. Reis Bey, Türkiye’deki sinema seyircisinin giderek azalmasından yakınıyor. Bu yalnızca kendi filmlerinin değil, birçok alternatif film yönetmenlerinin de başına gelen bir durum olduğunu söylüyor. “Ben bu konuları kendi çevremle de konuşuyorum” diyor, onlar da başka arkadaşlarıyla konuşuyor… Peki o konuşanlar da mı gitmiyor sinemaya?

Gazeteci kökenlisiniz, sinemacı olmaya nasıl karar verdiniz?

Günaydın Gazetesi’nde çalışırken, 1983 yılında Günaydın Video Televizyonu’nu kurduk. Televizyon yayınına izin verilmediği için televizyon yayının kasetlere doldurup bayilere veriyorduk. Bu dünyada da ilk örnektir. Orada kamerayı, kurguyu öğrenip geliştirdim. Sonra da kötü yola düştük.

1998 yılında çektiğiniz Hoşçakal Yarın adlı film çok fazla eleştiri aldı, bunlar ne kadar umurunuzda oldu?

Hiç umurumda olmadı. O eleştiriler bir şey yapmadan oturanların kendi yüzlerini kaşımasından öteye gitmedi. Umurumuzda olursa sinema yapamayız. Deniz (Gezmiş) herkesin tartışacağı bir adamdı. Zaten tartışılmasaydı bir sorun olduğunu düşünürdüm. Artık TV dizilerinde bile yer veriliyor. Bu çok güzel bir şey bence.

Hoşçakal Yarın, Kültür Bakanlığı’ndan destek aldı mı?

Onun hikâyesi çok ilginç. O zaman Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi sinema filmlerine küçük bir yardımda bulunuyordu. Baş vurdum. O zamanlar Fikri Sağlar Kültür Bakanıydı. Hoşçakal Yarın, seçilen 18 film arasına girdi. Daha sonra Kültür Bakanı değişti ve bana verilen destek iptâl edildi. Ben de dava açtım ve kazandım. Filmin altına Kültür Bakanlığı’nın adını özellikle yazdım. Çünkü bu bir özür niteliği taşıyordu.

SANAT KARŞI DURUŞTUR, GÖRÜNMEYENİ GÖREN, SÖYLENMEYENİ SÖYLEYENDİR. BUNLARI YAPMAK İÇİN SİNEMACI OLMAYI SEÇTİM

Işıklar Sönmesin’de benzer eleştiriler aldı değil mi?

Evet. Çünkü ilk kez Kürt sorununu tartışmaya açtık. Kaynar kazana girerseniz mutlaka canınız yanar. Bunlar hiçbir zaman beni engellemez. Ben bu yüzden sinema yapmaya karar verdim.

İnat Hikayeleri nasıl ortaya çıktı? Senaryo yok, ekip yok…

Yine toplumsal bakışımla örtüşen bir hikâyeden çıktı. Halka bağlantımızın koptuğuna inanıyorum. Senaryo yazıyoruz ve orada “Seni seviyorum” yazıyor ama orada onun karşılığı yok, çok yapay… Halk kültürünü, halk edebiyatını görmezlikten geliyoruz ve aşağılıyoruz. “Bir halk ozanının sazıyla yaptığı şeyi ben kamerayla yapamaz mıyım?” diye düşündüm. Gitmeden, dokunmadan, işitmeden her şeyi yazıyoruz. Pir Sultanlar, Yunuslar hep o hakir gördüğümüz Anadolu köylerinden çıktılar.

İnat Hikâyeleri için Tuncel Kurtiz’le nasıl bir araya geldiniz?

Yine bir Şubat ayıydı. Oturduğunuz yerde oturuyordu Tuncel. Tıpkı bugünkü gibi kar yağıyordu. Yola çıktık. Bir ben, bir Kurtiz, bir araba, bir kamera… Ardahan’a gittik. Çıldır’da küçük bir belediye binası var. Belediye Başkanı Erdal Şirin belediye binasını bize tahsis etti. Gece başkanın odası Kurtiz’in, hesap işleri müdürünün odası da benim yatak odamdı. Senaryo yoktu ama bir tek sözcük vardı: “İnat”

Neden “İnat”?

Biz ne kadar onları görmezden geliyorsak, onları köylü diye aşağılıyorsak, sistemler onları yok etmeye çalıştıysa da onlar inatla ayakta kaldılar.

Kamera ürkütmedi mi köylüleri?

Köylüler bizden rahat. Tabii başta korkuyorlar. Birazda onların kültürünü bilmek gerekiyor. Bu konuda da kendime güvenmeseydim o yolculuğa çıkmazdım. Yeri geldi kamerayı paltonun altında sakladım, türküler söyledik…

Ve İnat Hikâyeleri ortaya çıktı…

Evet. Sonuçta heybelerimizde topladıklarımızı kestik, biçtik… Bana göre İnat Hikâyeleri bir laboratuar çalışmasıdır. Bizden sonra çekilen Oyun, Dondurmam Gaymak hep bu türde filmler. Çok da güzeldiler.

SİNEMA PAHALI BİR ŞEY. 500.000 DOLAR PARA BULACAKSIN. FİLMİNE 20.000 KİŞİ GİDECEK. 10 YIL BORÇ ÖDEYECEKSİN. SONRA YENİ BİR FİLME BAŞLAYACAKSIN, YENİ BORÇLAR… SİSTEM BU ŞEKİLDE KAPATIYOR SENİN YOLUNU. SİYASİ FİLM YAPMA, BURNUNU SOKMA MESAJI VERİLİYOR

Yine de seyirciyi çekemedi değil mi Türkiye’de?

Maalesef, İnat Hikâyeleri New York’da 25.000 seyirci yaptı. Daha sonra da alternatif sinema müzesinin filmlerinden birisi oldu. İstanbul’da bırakın entelektüelleri yaklaşık 1 milyon Karslı var. Bunları da mı merak etmediler bu filmi de 20.000 seyirci yaptı. Peki ya sinema okulundaki öğrenciler? Senaryo olmadan doğaçlama bir film yapılmış, oyuncu olmadan, ekip olmadan. Bir bakalım çocuklar bu adam ne saçmalamış da mı demediler? Sinema okuyan birisi için kötüyse de, iyiyse de ders.

Sadece sizin filmleriniz için geçerli değil ama bu durum genel olarak böyle…

Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmi Cannes’da ödül aldı. Dünyada çok takdir gördü. Fransa’da 230.000 seyirci yapıyor. Türkiye’de ise 30.000 seyirci yapıyor. Bu ülkede sadece 30.000 tane sinema-televizyon öğrencisi vardır. Hani hep entelektüelim diye geçinen kesimimiz var bizim onlar neredeydi? 100.00 tane entelektüelimiz yok mu bizim? Zeki Demirkubuz kötü bir yönetmen mi? Kader gibi bir film 12 – 13.000 seyirci yapıyor. Rıza diye bir film çekildi. Son derece entelektüel bir anlatım tarzı denemiş yönetmen. Normal vatandaş sıkılır bundan doğrudur. Seyirci sayısı 600 kişi arkadaşlar… Hiç de öyle vasat bir filmde değil. Kadrajları, sinema kalitesi son derece iyi. Bu filmi bir 30.000 kişi izleyemez miydi?

Tuncel Kurtiz sizin için ne ifade ediyor? Birçok projede birlikteydiniz…

Ben Kurtiz’i 90’lı yıllarda Şeyh Bedrettin’i oynarken tanıdım. Tuncel Kurtiz bana göre bu ülkedeki sinema ve oyunculuk üzerinde bu ülkedeki en önemli adamlardan. Bir dünya oyuncusu. Ben film çekmek için dünyanın neresine gittiysem bana iki isim sordular: Yılmaz Güney ve Tuncel Kurtiz. Ama biz popüler kültürün esiri olduğumuz için bu tür insanların kıymetini bilmiyoruz.

Berhan Şimşek ile de birçok proje de çalıştınız…

Berhan Şimşek ve Tarık Tarcan da benim için çok önemli insanlardır. İnat Hikâyeleri’ni çekerken çalmadığım kapı kalmadı. Hiç kimse gelmek istemedi ama Berhan ve Tarık hiç düşünmeden geldiler benimle…

Mülteci’de neden birlikte çalışmadınız bu oyuncularla?

Tuncel’in dizisi vardı. Çok üzüldü oynayamadığı için. Şimşek ise milletvekili olduğu için bu aralar sinemayla flört etmiyor.

TÜRKİYE’DE 70.000 DOLAYINDA ÖĞRETMEN VAR. AYDA ORTALAMA BİR KİTAP OKUMUYORSA NEYİ ÖĞRETİYOR O ÖĞRETMEN? ÖĞRETMENLERİN GÜNLÜK GAZETE ALMA ALIŞKANLIĞI % 17, KİTAP SATIN ALMA % 3… EĞER BİR ÜLKENİN AYDINLARININ ÜZERİNDEN HİÇ ACIMADAN GEÇERSEN, ÇİĞNERSEN ORTAYA BÖYLE KISIR BİR TOPLUM ÇIKAR. 1960, 1970, 1980… HER DÖNEMDE DEZENFEKTE EDİLDİ AYDINLAR.

Mülteci’nin mesajı ne?

Bizim ülkemizde siyasal problemler var. Biz mücadelemizi veriyoruz. Ama dünyaya demokrasi dersi veren batı ne yapıyor? Mültecilik niye olur? Niye insan başka bir ülkeye sığınır. Ben kapitalizmin bu göçlerin temel nedeni olduğuna inanıyorum. Afrika’da madenlerin tamamını bitirseniz, kömürünü, odununu, altınını tüketirseniz bir gün o alıp götürdüğünüz şeylerin sahipleri onların peşinden gelirler. Çünkü aç kalıyorlar. İnsanların Avrupa ve Amerika kapılarına dayanmanın sebebi de bu. Filmde de bunu anlatmaya çalıştım.

HEMEN HEMEN HER AİLEDE MÜLTECİLİK VARDIR

İnsanlar ne kadar ilgi gösterecek sizce filme?

Bu konuda umutsuzum, Hoşçakal Yarın ve Işıklar Sönmesin’deki seyirciyi bile kaybetmiş durumdayız. Üniversite öğrencileri de dahil buna. Daha önce bir alt izleme oranı vardı. Artık o da yok.

Mültecilik yabancısı olmadığımız bir kavram oysaki…

Evet, Türkiye’de hemen hemen her insanın ailesinde mültecilik vardır. Almanya kapısına, Fransa kapısına ailesinden biri dayanmayan insan yoktur. Ancak bazen toplumsal gerçeklik dibe vurur. İnsanlar kendi sorunlarına bile sahip çıkmazlar. Şu an dibe vurduğu dönemdeyiz.

MÜLTECİ FİLMİ ÇEKİM NOTLARI

SENARYO YAZIMI (Gerçek bir hikâye)

Reis Çelik, Finlandiya Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olarak gittiği Oulu kentinde tanıdığı Türkiye’li bir akıl hastasının gerçek hikâyesini Almanya’daki kaplara taşıdı. Uzun süre mülteci kamplarını dolaşarak buradaki hikâyeleri toplamaya başlayan yönetmen zaman zaman kaçak girdiği kamplarda tutuklanmalar yaşadı. Yazım ve ön çalışmaları 6 yıl süren Mülteci filminin sahneleri gerçek bir kampta neler nasıl uygulanıyorsa bu işlem ve süreleri bire bir aynen yazıldı.

ÇEKİMLER

Filmin finali her yıl Şubat ayının sonunda yapılan Köln Karnavalı’nda geçtiği için filmin çekimlerine 2006 yılının Şubat ayında Köln’de başladı. Aynı yılın Ekim ayında Kars – Ardahan bölgesinde Anadolu bölümleri çekildi. Almanya’daki mülteci kamplarından bir yıl süren izin beklentisine Kasım 2006’da yanıt geldi Nürnberg Sindorf Kampı’nda önce çekime izin verildi sonra senaryonun içeriğinden rahatsız olan Eyalet İçişleri izni iptal etti. Çekimleri yarım kalan mülteci kampının aynısı Kırklareli Kavaklı Göçmen Misafirhanesi’ne birebir kuruldu. Filmde oyuncuların yanı sıra mülteci kampı sahnelerinde gerçek mülteciler, köy sahnelerinde ise gerçek köylüler oynadı. Alman oyuncuların Türkiye’ye gelmelerinde ekonomik sıkıntılar yaşanınca Türkiye’de öğretmenlik ve gazetecilik yapan Almanlar filmdeki Alman karakterleri canlandırdı. Filmde Türkçe ana dil olarak kullanıldı; yan diller olarak Kürtçe, Almanca, İngilizce, Rusça, Afganca, Afrika Zuaheli gibi çok farklı diller kullanıldı. Filmde başrol oyuncularından Luk Piyes, Almanya da doğup büyümüş Türkiye kökenlidir. Oyunculuğunun yanı sıra Mülteci kamplarında sosyal danışmanlık yapmaktadır. Derya Durmaz da oyunculuğunun yanı sıra Birleşmiş Milletler Mültecilik Komiserliği’nde gönüllü çalışanlardandır. Filmde köylü nakkaşı canlandıran Balaban, Nazım Hikmet ile Bursa Cezaevi’nde beraber yatmış ve onun yetiştirdiği ressam İbrahim Balaban’dır. İlk defa bir filmde oynuyor.

REİS ÇELİK KİMDİR?

Reis Çelik, 1961 yılında Ardahan’da doğdu. İlk ve orta öğretimini tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşti. İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Müzik ve Tiyatro eğitimi aldı. 1982 yılında gazeteciliğe başladı. Ekonomi ve politika muhabiri olarak çalıştı. Çeşitli televizyon programları hazırladı. Bir yandan okurken bir yandan da 70’lerin o büyük, kitlesel siyasal hareketlenmesi içinde yer aldı. Gazetecilikten dağıtımcılığa, fotoğrafçılıktan video gazete yayıncılığına kadar pek çok işte çalıştı. Fakat aklında hep film yapma fikri vardı. Belgesel filmler çekmeye başlayan Reis Çelik, çeşitli kuruluşlara 600 civarında reklâm filmi ve siyasal kampanya filmi çekti. Türkiye’de yapılan ilk Nazım Hikmet Belgeseli olan: Nazım Hikmet Ziyaretçin Var’a imza attı. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.)

(28 Şubat 2008)

Gizem Ertürk