Kategori arşivi: Yazılar

30 Ekim 2009 Haftası

“Korku”, bizleri dehşete düşüren ne varsa itiraf etmemizi ve bilinçaltımızı iyice açmamızı, bir grup üniversitelinin araştırması için isterken, asıl sert / kanlı entrikasını bu çerçevenin etrafında kuruyor… Ruhsal travmaların en derinini yaşayan genç adamın plânları, gerçek ama kâbuslarımız denli karanlık, bulanık, tekinsiz, çıkışsız görüntülerin etkisiyle, adına insan denen türün ‘muhteşem acımasızlığı’nın sanat eserine dönüşüyor. Clive Barker’ın kısa hikâyesi, yönetmen ve oyuncuları genç fakat mahir bir ekiple, küçük bütçesine göre çarpıcı bir filme dönüşmüş.

“This Is It”i, Michael Jackson’ın on yıl aradan sonra çıkacağı konser dizisinin aylar süren provalarını izlerken, onun ‘melek gibi’ karakterini de keşfe çıkıyorsunuz. Katıksız bir sevgi adamı; her notaya, her tınıya, koreografinin her nüansına hâkim bir sanat insanı; bizdeki karşılığını tasavvufta bulan ‘varlık birliği’ne inanan bir gönüldaş ve gezegenimiz doğasının yıpratılıp hızlı bir yok etme sürecine sokulmasına isyan eden bir dünya vatandaşı. Bu film, hem gözde şarkılarını son kez ondan dinlemek ve şovunu izlemek, hem de onun yüreğine son bir kez dokunmak için ideal…

Film çıkışı, sinema yazarı arkadaşım Murat Erşahin’le de konuştuğumuz gibi, bu denli hassas bir ruh bu dünyadaki görevini aslında tamamlamış ve ‘gitmeye de’ çoktan hazırmış.

(28 Ekim 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Günahların Kefareti Ödenecek

Konak
Yönetmen: Cem Akyoldaş
Senaryo: Mehmet Akif Turgut, Funda Çetin
Görüntü: Taylan Sancaktar
Oyuncular: Ogün Kaftanoğlu, Sevil Uyar, Paşhan Yılmazel, Damla Debre, Öykü Akay, Kerem Fırtına, Almeda Abazi,
Cihan Özdeniz
Yapım: Öykü Yapım (2009)

İçeriğiyle sağa yakın duran yönetmen Cem Akyoldaş’ın ‘Konak’ filmi, anlamsız replikleri yüzünden genç oyuncularının performansına yazık ediyor. Perdeyi kırmızıya boyayan bu film, atmosferi ve şiddet duygusuyla sinemamızdaki korku-şiddet türünün içinde kendine yer bulacak belki.

Film, milli yüzücü bir genç kızın dramıyla açılıyor. Bir an fragman izliyormuş duygusuna kapılan seyirci, ardından bu görüntülerin filmin hikâyesinin derinliğinde anlamı olduğunu anlıyor. Hikâye, Safranbolu’da bir konakta geçiyor. Altı üniversite öğrencisi, üçü kadın, üçü de erkek Safranbolu’nun tarihi yerlerini ödev için araştırmak için gelirler. Arabaları bozulur. Filmde tesadüf veya mantıksız dediğiniz bir şey, hikâyenin derinliğinde anlamını buluyor. Bu sürprizli, kanlı ve şiddet yüklü film, hiçbir günahın kefaretsiz kalmayacağını söylüyor. Suç, kanunlarla çözülemese de cezayı birileri verebilir diyor bu film. Sağ bakışın kıyılarında dolaşan “Konak”, gerçekten yer yer irkiltici ve inanılmaz kanlı bir film. Bu yapıtta belki de en büyük handikapsa diyaloglar. Gerçekten bazı replikler yer yer anlamsız ve gülünç olabiliyor. Yönetmen konuşmaların yarısını atsa bu filmin iyiliğine olurmuş. Sükût bazen altındır çünkü. Genç oyuncuların performansları anlamsız ve gereksiz konuşmalar yüzünden gerilere düşüyor. Sinemanın, kameramanın oyunculara verdiği müthiş fırsatlar var. Küçük bir mimik ve hareket bir dolu konuşmadan daha anlamlı olurdu. Bu film, eski zamanlardaki Yeşilçam filmlerindeki handikaplara düşüyor sık sık. Bir sanat yapıtı her şeyi açıklamak, söylemek ve göstermek zorunda değil ki. Filmin finalinin gerçekten sürprizli olduğunu belirtmeliyiz. Ama çok uzun tutulmuş ve ayrıntılara boğulmuş ne yazık ki. “Konak”, televizyon dizileriyle tanınan yönetmen Cem Akyoldaş’ın ilk uzun metrajlı film deneyimi ayrıca.

İç mekânda şiddet…

Filmde, yönetmenin iyi bir şey yapma çabası fark ediliyor ve bu çabaya saygı duyuyorsunuz. Diyalogları bir tarafa bıraktığınızda filmde yaratıcılık pırıltıları görebiliyorsunuz. Filmin büyük bir bölümünün bir gecede ve bir mekânda, konakta geçmesi iyi düşünülmüş. Filmdeki şiddet, gerçekten vahşice ve kanlar fışkırıyor. Sır perdeleri aralandıkça şiddetin dozu da çoğalıyor filmde. Hikâyedeki tüm gençler o günaha bir şekilde bulaşmış ve şimdi de günahlarının kefaretini ödüyorlar. Konak, hikâye gibi gizemli. Hemen kendini ele vermiyor. Hem konağı ve hem de karakterleri usul usul seyircisine sunan yönetmen, seyircisini şiddet ve korkunun içerisinde bırakıyor. Teknik ve yapım imkânları geliştikçe sinemamızda türlerin çoğalması heyecan verici. Son birkaç yıldır sinemamızda korku, gizem ve şiddet ağırlıklı filmler yavaş da olsa perdelere düşmeye başladı. Ama sinema tarihimizde korku türü denenmişti. Aydın Arakon’un 1949 yapımı “Çığlık”, Mehmet Muhtar’ın 1953 yapımı “Drakula İstanbul’da”, Orhan Erçin’in 1954 yapımı “Ölüm Saati” gibi korku-gerilim-şiddet filmlerimiz vardı geçmişte. Günümüzdeyse Kutluğ Ataman’ın 1994 yapımı “Karanlık Sular”, Taylan kardeşlerin 2003 yapımı “Okul” ve 2006 yapımı “Küçük Kıyamet”, Hasan Karacadağ’ın 2005 yapımı “D@bbe”, Biray Dalkıran’ın 2006 yapımı “Araf”, Alper Mestçi’nin 2007 yapımı “Musallat” gibi öne çıkan korku-gerilim-şiddet filmleri var. Bu tür yavaş yavaş kendi yönetmenlerini ortaya çıkartıyor ve belki de, Uzakdoğu sinemalarındaki gibi olmasa da, sinemada kendine has korku filmleri ortaya koyacaklar. Yönetmen Akyoldaş’ın “Konak” filminde iç mekânlar bir karakter gibi yansıyor perdeye. Konağın içindeki ışık düzenlemeleri de korku sinemasının tadı veriyor seyirciye. Kamera kullanımları da çarpıcı. Seyircisini atmosferinin içerisine alabiliyor yönetmen. Kan gölüne dönüşen bu filmde makyajların da iyi olduğunu belirtmeliyiz. Yönetmen, son jenerikte hem bir klibi hem de kamera arkasını sunmak istemiş seyircisine, belirtelim.

(27 Ekim 2009)

Ali Erden

[email protected]

Hanginiz Yılmaz Güney’den Daha ‘Muhalif’ ve ‘Radikal’siniz Allah Aşkına?

Geçen hafta sonu Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden ekranlara yansıyan bilumum “kılık-kıyafet salaşlığı” manzaralarını hayretle izledikten hemen sonra, bir sonraki yazımı “Türk sinema festivallerinin ödül törenlerinde yaşanan kılık-kıyafet laubaliliği”ne ayırmayı daha o gün kafama koymuştum. Ancak, değerli meslektaşımız Hıncal Uluç, hafta içinde Sabah’taki köşesinde kaleme aldığı zehir zemberek bir yazıyla (20 Ekim 2009, Salı) söz konusu mesele üzerine ilk ciddi tepkiyi gösteren kişi oldu.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2009/10/20/utanc_festivali_bitti

Uluç’un -günlük bir köşe sahibi olmanın avantajıyla- sıcağı sıcağına dile getirdiği o haklı serzenişten sonra anılan konuya değinme önceliğimi her ne kadar yitirmiş olsam da, bu durum öteden beri son derece rahatsız olduğum “Türk usûlü ödül törenleri” üzerine bir kaç kelâm etmemi engellemiyor elbette…

Belki üslûbum Hıncal ustamız kadar köşeli olmayacak… Dahası, “Altın Portakal bütünüyle gereksiz bir festivaldir” gibi uç bir noktaya da taşımayacağım eleştirilerimi… Ancak, ülkesinde sinema sanatının gelişimi için kendi etki sınırları içinde samimiyetle çaba gösteren bir sinema yazarı ve sinemasever olarak ben de sonuna kadar şikayetçiyim Antalya-Altın Portakal, Adana-Altın Koza ve İstanbul-Altın Lale gibi organizasyonlarda yıllardır objektiflere yansıyan o gayrıciddi görüntülerden…

Bu yarışmaların hiç biri, yapımcı ve yönetmenlerin yıl içinde ürettikleri filmleri o kişilerin ellerinden yalvar yakar çekiştirerek almıyor; başvuruyu yine aday yapıtların hukuksal sahipleri yapıyor, yani konulan ödüllere doğrudan doğruya kendi iradeleriyle talip oluyor sinemacılarımız… Öte yandan, çoğu festivaldeki değerlendirme sürecine, en azından alternatif bir oylama ve ödül üzerinden bizzat “halk” da katılıyor.

Bu aşamadan sonra, bir takım sinema insanları bu işe bilgilerini ve mesailerini harcayıp günlerce salonlara doluşarak yapılan başvuruları değerlendiriyor, organizatör kuruluşlar da ciddi harcamalar eşliğinde sağlıklı bir yarışma ortamı oluşturmaya çabalıyorlar. Medya deseniz, bizim sektör de çoğu kez kalabalık bir gazeteci güruhu göndererek destek veriyor böylesi kültürel etkinliklere…

Nihayetinde, ödülleri kazananların listesi kamuoyuna ilân ediliyor ve yapılan bu seçme sonuncuda da birilerinin yüzü gülüyor. Ya da en azından teorik olarak “gülmesi gerekiyor”. Çünkü, bizler, Antalya, Adana ya da İstanbul’daki ödül törenlerinde hiç de bu tür bir manzarayla karşılaşmıyoruz. “Jürideki arkadaşlarının hatırını kıramayarak oralara kadar gelmiş” pozlarda, sunucular tarafından alkışlar eşliğinde anons edildiklerinde gövdelerini koltuktan zorlukla kaldıran bir takım -alabildiğine heyecansız- sinemacılar kürsüye geliyor, savruk bir beden dili eşliğinde son derece yüzeysel ve de özensiz konuşmalar yapıp iniyorlar. Bu sırada büyük bir bölümünün üstü başı da “sigara almak için alelacele köşedeki bakkala çıkmış pazar sabahı erkeği” görünümünde oluyor. Ayıptır yahu…

Sanatı yücelten bir yarışmaya katılmışsınız… İcrâ ettiğiniz o sanatın uzmanı konumundaki kişiler sizin başarı ve emeğinizi doğru teşhis edip ödüllendirmişler… Öte yandan, ülke medyasının temsilcileri de tam karşınıza dizilmiş, üstelik bunlardan bazıları üç kıtaya canlı yayın yapmaktalar… En önemlisi de “halkınız”ın karşısındasınız. Ki o halk elde ettiğiniz başarıya “halk jürisi” oylarıyla, yanı sıra da gişe önlerinde harcadığı zaman ve parayla destek oluyor.

Kendinize biraz ayar verin de gardrobunuzdan (hadi smokini-kravatı falan çoktan geçtik) lacivert bir ceket, bir de ütülü pantolon çıkartıp giymeyi öğrenin artık…

Böyle davranmak “şekilcilik” ya da “küçük burjuva takıntısı” falan değil, “zarif olmak”tır. Ki gerçek bir sanatçıya yakışan duruş da budur. O sahnenin karşısında oturan eski tüfek Yeşilçam ustalarına dönüp bir bakın hele, sizi alkışlamaya geldiklerinde nasıl giyiniyorlar! Aldıkları eğitimden, sahip oldukları geleneksel görgüden ve emeğinize duydukları saygıdan dolayı böyle davranıyor bütün o kıdemli oyuncu ve yönetmenlerimiz. Siz ise “Heykelciğimi alıp hemen Cihangir’deki kahvede yarım bıraktığım okey partisine geri uzayayım” havalarındasınız.

Bana “Ben muhalifim, radikalim, sistemin dayattığı değerleri sallamıyorum” diye martaval okursanız, o zaman bu satırların yazarı da sinema arşivinden yüzlerce yerli-yabancı ödül töreni fotoğrafı çıkartıp tek tek önünüze koyar. Bu işler yurt dışında -en azından dünya ölçeğinde ön sıralarda yer alan doğru düzgün film yarışmalarında- hiç de böyle yürümüyor. Tören gecesi kılık kıyafetinin tam olarak nasıl olması gerektiğine ilişkin kesin bir kural dayatmayan yarışmalarda bile böylesi arabesk manzaralara çok az rastlanmakta… Çünkü, oralarda sanatçılar kamunun önüne çıkarken doğal bir refleksle kendilerine çekidüzen veriyor, alışageldikleri spor tarzı bile o formatın en şık hâliyle üzerlerinde taşıyorlar. Aşırı resmî bir tören kıyafeti olarak “smokin” giymeseler bile en azından “Arap Kadri” görünümünde dolanmıyorlar sahnede… Aralarından en radikali U2’nin Bono’su kadar radikal oluyor ki Bono’yu da şimdiye kadar pantolonundan dışarı fırlamış kırış kırış gömleklerle hiç görmedik doğrusu…

Türk sinemasının gelmiş geçmiş en aykırı, en sistem muhalifi sanatçılarından biri Yılmaz Güney’di. Ve aynı Güney, ölümünün üzerinden çeyrek yüzyıl geçtikten sonra, bugün bile benim hafızama sahneye ya da medya huzuruna çıkarken giydiği birbirinden şık takım elbiselerle kazınmıştır. Bir de 1982 yılında Cannes’da, cezaevinden –Şerif Gören ile ortaklaşa- yönettiği “Yol” filmi nedeniyle Altın Palmiye alırken, gurur dolu bir tebessüm eşliğinde sıktığı yumruğu ve jilet gibi smokiniyle…

O yüzden, salaşlığınızı topluma “kendine özgü bir duruşa sahip olmak” falan diye yutturmaktan vazgeçin artık…

Ülkemizde düzenlenen bütün sinema yarışmalarının organizasyon komiteleri, alacakları bağlayıcı kararlarla bu laçka kılık-kıyafet düzenine artık bir son vermek zorundalar. Yoksa, bin bir emek ve harcamayla düzenledikleri o etkinlikler, “Çaltılıçukur Kiraz Festivali” kapanış töreni atmosferinden bir türlü kurtulamayacaktır.

(25 Ekim 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

[email protected]

23 Ekim 2009 Haftası

“Casus Kızlar”da, farklı özellik ve yeteneklere sahip liseli üç Beverly Hills kızının, gizli bir örgüt tarafından “Charlie’nin Melekleri” gibi ajanlara dönüştürülmeleri ve dünyayı tuhaf bir tehlikeden kurtarmaları konu ediliyor. Bir TV dizisinin sinema versiyonu; rengârenk bir eğlencelik fakat yalnızca ‘ergenlik çağı çocukları’ için. Çizgi film olarak değeri ise, vasat!

“Fame”, olağanüstü emekle çok çalışılırsa düşlerin gerçek olabileceği okula, ter, sabır, gözyaşı, üzüntü, sevincin iç içe geçtiği o atmosfere, New York Gösteri Sanatları Kent Lisesi’ne, yani, Alan Parker’ın 2 Oscar ödüllü 1980 yapımı filminin mekânına yeni nesille geri dönerek, müthiş doyuma ulaşacağınız yepyeni performanslar sunuyor. İlk filmden sonra 82-87 yılları arasında, Türkiye’de de iyi bilinen TV dizisi çekilen “Fame”, gerçek başarıya, gerçek üne giden yolun, çok para kazanılan kısa yollardan değil, uzun, disiplinli ve aynı zamanda özgürleştirici bir eğitimden geçtiğini anlatırken, öğrencilerin kişisel sorunlarına da eğiliyor. Yetenekli olsanız bile geldiğiniz yer / sınıfınız / aileniz itibariyle zorluklarla karşılaşabileceğiniz gerçeği üzerinden, hayata karşı kendini tanıma ve dayanıklılık kazanma sürecinin de altını çiziyor.

Bu filmde, klâsik ve modern dansın, müziğin, şarkıların, tiyatro oyunculuğunun hakkını veren, pırıl pırıl, capcanlı, büyüleyici genç oyuncularla kendinizi iyi hissederken, asıl alkış da sinema denilen harikulâde sanata gidecek kuşkusuz. Hemen tüm sahne gösterilerini kendi öyküleme tekniği içinde, iki saate yakın bu kadar mükemmel bir uyumla sunabilen tek sanat dalı olduğu için.

“İki Dil Bir Bavul”da, Anadolu’nun batısından, Denizli’den gencecik, ‘ana kuzusu’ bir öğretmenin, Anadolu’nun doğusundaki bir Kürt köyüne tayininden sonra, aynı ülke topraklarında tamamen yabancı hissettiği, dilini, kültürünü bilmediği bu yerde, bir eğitim-öğretim yılında yaptığı çalışmalar belgelenmiş, kurmaca tadında sunulmuş. Ana teması ‘insanı sevmek’, fakat bir yandan da, ‘doğal olanın değiştirilmeye çalışılmasının beyhudeliği’, her çocuğun kendi kimliğini muhafaza edeceği gerçeği üzerine…

“Kana Susadım”, gencecik yaşında hamile kalan sağlam karakterli kız Juno’nun senaryosu ile Oscar kazanan Diablo Cody, bu kez, sınıf atlamaya çalışan ‘ortalama kasabalıların ahlakı’na, çocukluklarından bu yana çok yakın arkadaş olan iki genç kızın dramı ile neşter atıyor. “Aeon Flux” ile tanıdığımız kadın yönetmen Karyn Kusama’nın yönettiği filmin tonu, keskin yanları acıtan bir mizahın ortasında gerçeküstü korkuyu yaşamanıza neden olmakta… Erkeklerin hırsının kurbanı Jennifer’ın erkeklerle ‘beslenmeye’ başlaması, bana, tecavüze uğradıktan sonra erkekleri öldürmeye başlayan bir Abel Ferrara karakterini (“Ms. 45”/1981) anımsattı. Erkek avlayan bu seri katilin sonu, ironik biçimde, bir hemcinsinin elinden geliyordu. Jennifer’ın sonu da…

(23 Ekim 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Yalnızlık ve Bireyselliğin İflâsı: Babam Büfe

Senaristliğini ve yönetmenliğini dizi senaryolarından tanıdığımız Meriç Demiray’ın yaptığı “Babam Büfe” isimli film çağın hastalığı bireysel ve yalnız yaşama tutkusunun adeta cellâdına aşık olma çılgınlığına dikkat çekiyor. Birey olamama ve bireycilik ilişkisini irdeleyen film, günlük yaşamda rastlayabileceğimiz öykülerin birbiri içine geçmiş iflâsını etkileyici bir akışla seyirciyle buluşturuyor.

46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamına ilk kez seyirci karşısına çıkan ve birçok eksiğine rağmen beğeni toplayan Meriç Demiray’ın ilk filmi “Babam Büfe”, küçük mantık hataları ve devamlılık sorunlarına rağmen yılın en çok konuşulan filmi olmaya aday gibi görünüyor.

Bir apartman kapıcısının günlük rutinliğinin derinliklerinde bireyin yalnızlık tutkusunu ve bu tutkunun nasıl bir ince ölüme dönüştüğünü beyazperdeye yansıtan Demiray, kapitalist toplum modelinin bireyi ve emeği öğüttüğü değirmenin ciddiyetine de işaret ediyor.

Yarattığı karakterlerin yönelişindeki başarı ve öyküdeki olay örgüsünün gerçekle tıpatıp aynı olması seyirciye her saniyesi sert bir sosyal ilişkiler karışımı sunarken, kapitalist gelişimin birey için hazırladığı hendekleri gözden kaçırmıyor. Olayların neden sonuç ilişkisi içindeki akarı sayesinde seyircinin anlaşılır ve akıcı bir film izlemesini sağlayan Demiray, eleştirilere konu olsa da, bolca kullandığı küfürlerle de aslında halihazırda yaşadığımız sokağın profilini de çizmiş oluyor.

Oldukça düşük bir bütçeyle ve imece usulüyle çekilen filmde iki çocuk sahibi kapıcı Salim hâlâ şiir yazacak derecede sevdiği eşi Türkân’a daha iyi bir hayat sağlamak için apartmanda oturan haber kameramanı Korcan’la birlikte bir sahtekârlık plânlar. Salim’in ‘başrolünde’ olduğu sahte aksiyon haberleri çekip televizyona gerçek diye yutturup kazanacakları paraları kırışacaklardır. Plân tutar, iş büyümeye başlar. Salim bakkalda hırsız, sokakta kapkaççı olur, Korcan da çekip çekip satar. Ancak Türkân’ın hamile kalması ve dikkatli bir kanal yöneticisi hayatın akışını bozmaya başlar.

Korcan en büyük korkusu olan yalnızlık içine çekilmezliklerle dolu bir yaşamda ısrar ederken Salih ise içinde yaşattığı yalnızlığın esiri olmuştur. Korcan’la hazırladıkları dümenin anlaşılması üzerine plânları suya düşen Salih, binaya doğal gaz bağlanmasıyla da işinden olur. Eşinin bakkal Adnan’la kaçması üzerine yıkım yaşayan Salih, hazırladığı plânla kanallarda yüksek fiyatla alınacak bir sün hazırlar kendine.

Öykünün yaralayıcı bir iklimde ilerlemesi sayesinde seyirciye filmden ziyade bir gerçekliği tattırma yöntemi deneyen yönetmen, kontrolden tamamen çıkan hayatın nasıl bir eziyete dönüşebildiğinin altını çiziyor.

Haksızlık ve terk edilme duygusunun dayanılmaz işkencesiyle yoğrulan karakterlerin ızdırap dolu yolculuğuyla seyirciyi derinden etkileyen Yönetmen Demiray, sinemanın büyülü atmosferiyle herkesin kıyısından köşesinden geçtiği bir öyküyü sürükleyici bir dille sanatseverlere ulaştırıyor.

Filmin Künyesi

Senaryo-Yönetmen: Meriç Demiray
Tür: Dram
Yapımcı: Direnç Kıymaç
Oyuncular: Turan Özdemir, Levent Tülek, Nalan Kuruçim, Caner Çandarlı.

(21 Ekim 2009)

İsmail Yıldız

[email protected]

Orada Bir Kürt Köyünde

İki Dil Bir Bavul
Yönetmen: Orhan Eskiköy-Özgür Doğan
Senaryo: Orhan Eskiköy
Görüntü: Orhan Eskiköy
Yapım: Peri-San Film (2009)

Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın ortak yönettikleri “İki Dil Bir Bavul” belgesel-film, dil üzerinden evrensel bir hakkı öne çıkartıyor. Bu yapıt 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi İlk Film” ödülünü de kazandı.

Bu belgesel-film, okuldan yeni mezun olmuş Denizlili yeni öğretmen Emre Aydın, uzaklardaki yoksul ve yoksun bir Kürt köyünde hayat kadar zorlu sınavını verişinin gerçek hikâyesi. “İki Dil Bir Bavul”, 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi İlk Film” ödülünü kazandı. Ayrıca bu belgesel-film, Abu Dabi’de düzenlenen Ortadoğu Uluslararası Film Festivali’nden de “En İyi Ortadoğu Belgesel Film” dalında ödül kazandı. “İki Dil Bir Bavul”, 16. Adana Altın Koza Film Festivali’nde de ödüllerle dönmüştü. Adana’da “Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü” ve “SİYAD En İyi Film Ödülü”nü kazandı bu belgesel-film. Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın ortak yönettikleri “İki Dil Bir Bavul” belgesel-film, evrensel bir soruna, anadile bakıyor. İlköğretim öğretmeni Emre, Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarına Türkçe yazıp okumayı öğretmeye çabalıyor. Kışların ve hayatın zorlu geçtiği bu coğrafyada, yoksulluk ve yoksunluk karlar gibi her yeri kuşatmış. Öğrencilerin ailelerinin çoğu da Türkçe bilmiyor. Öğretmen Emre, eğitim çağına gelmiş çocukları muhtarın yardımıyla sınıfına topluyor. Birinci sınıf öğrencileri Türkçe konuşamıyor. Birinci sınıf öğrencileri Zülküf ve Rojda’nın öne çıktığı bu belgesel-filmde, anadilde konuşmanın ve eğitim görmenin evrensel bir hak olduğu hatırlatılıyor.

O köy bizim miydi?.

Bu belgesel-filmi seyrederken, insanın aklına 1967 yılında ölen eğitmen Ahmet Kutsi Tecer’in yazdığı “Orda bir köy var, uzakta,/ O köy bizim köyümüzdür./ Gezmesek de, tozmasak da/ O köy bizim köyümüzdür” dizeleri geliyor. “İki Dil Bir Bavul” belgesel-filmindeki o uzaktaki köy gerçekten bizim köyümüz müydü? Öğretmen Emre’nin gittiği o uzaktaki köy, buralara ne kadar uzakta!.. Bu belgesel-filmde, güçlü ve gerçeküstücü simgeler de var. Öncelikle, karlar yağmadan önce, genel çekimlerle yansıyan o toz bulutlarıyla. O toz bulutları “gerçeklik” üzerine insanı düşündürtüyor. Ardından karlar düşüyor köyün üzerine. Öğretmen Türkçe öğretmekte hâlâ zorlanıyor sınıfta. Öğretmen, köylülerle de iletişim kurmaya çalışıyor bu zorlu işinde. Zülküf’ün babasıyla öğretmenin arasında geçen konuşmalar da aslında birbirimizi anlayamamanın acı yansıması gibi. Zülküf’ün babası, geçmişte iş bulmak için doldurduğu iş formuna yabancı dil olarak “Türkçe” yazmış. Türkler için de “Kürtçe” yabancı dil değil miydi? Bu belgesel filmi seyredince, Kürtlerle Türklerin kültürel olarak ne kadar farklı olduğunu anlıyorsunuz. Gelenekler, görenekler ve hayatlar birbirlerine öyle uzakta ki. İnsan ne yapacağını, nasıl düşüneceğini şaşırıyor. Bu belgesel-filmi gören bir Türk, bunlar bu ülkede mi yaşanıyor, diye şaşkınlık içerisinde kalacak belki. Bu belgesel-filmde Türkler, Kürtleri keşfedecek sanki. “İki Dil Bir Bavul”u seyrederken, bir yabancı film görüyormuşsunuz hissine de kapılabilirsiniz belki. Irak’tan veya İran’dan bir filmmiş gibi. Yönetmenler, seyircilerini tam anlamıyla yabancılaştırıyorlar bu belgesel-filmleriyle. Bu iyi belgesel-filmde, öğretmenin günlük hayatı da belgesel tadında yansıyor perdeye. Öğretmenin bunaldığı anlarda cep telefonuyla aradığı annesi sığınağı sanki. Zeki Demirkubuz’un devlet bürokrasini eleştirmek için karakolları ve resmi dairelerdeki döküntü halleri göstermesi gibi, “İki Dil Bir Bavul” belgesel-filminin yönetmenleri de, okulun terk edilmişlik hissi veren içler acısı halini göstermişler. Demirkubuz’un 2001 yapımı “Yazgı” filmindeki gibi kapılar bir türlü kapanmıyordu bu belgesel-filmde de… Yönetmenler, köydeki hayatları da gerçekliğe müdahale etmeden yansıtabilmişler. Oyuncularının köylüler olduğu bu belgesel-film, gösterildiği festivallere heyecan getirdi. Dileriz, sinema salonlarına da bu heyecanı getirir. Ön ve son jeneriklerinde siyah yazıların kullanıldığı bu belgesel-filmin finalindeki anlar, kimilerini çocukluk yıllarına götürecek belki de.

(21 Ekim 2009)

Ali Erden

[email protected]

Karanlıktakiler

Çağan Irmak, şüphesiz Türkiye’nin son yıllarda en çok ‘isim yapan’ yönetmenlerinden biri. Ortalama bir sinema izleycisi malûmunuz, sinemada gittiği herhangi bir filmin yönetmeninin kim olduğunu, nasıl filmler çeken biri olduğunu pek bilmez. Ancak bazı yönetmenler, öyle bir biçimde ‘marka’ olmayı başarırlar ki artık filmin bütün tanıtımları zaman zaman oyunculardan bile önce yönetmen üzerinden yapılır. Örneğin Spielberg ya da Tarantino filmine giden izleyici sinema kültürü ne kadar olursa olsun mevzubahis yönetmenlerin isimlerinden haberdardır. Çağan Irmak da artık gittikçe filmleri ‘Bir Çağan Irmak filmi’ etiketiyle sunulmayı başarabilen kişilerden biri oldu gibi..

Nihayet dün izleyebildiğim Karanlıktakiler, önceki Çağan Irmak filmleriyle oldukça benzer temalar etrafında gezinen, ancak belli noktalarda da farklılaşabilen bir yapım. Film temelde, ciddi ruhsal sorunları olan annesiyle yaşayan, 30’larını aşmış, bir reklâm ajansında ofis boy olarak çalışan Egemen’in öyküsünü anlatıyor. Egemen için ‘annesine tahammül etmek zorunda kaldığı bir hapis hayatı’ denilebilecek ev yaşamından uzaklaşılabilinen tek yer iş yaşamıdır. Patronuna ilgi duymaktadır ki annesiyle olan yaşamı düşünülünce, bırakın ‘patronu’ olan bir kadını herhangi bir kadınla birlikte olması fikri bile zaten pek mümkün görünmemektedir. Annesi kendisini dış hayata tamamen kapatmıştır ve oğlundan da öyle olmasını beklemektedir. Zaten oğlundan başka pek birşeyi de yoktur hayatta. Tabii bir de krizler, sürekli bir tedirginlik, gelip giden bir akıl, sakinleştiriciler, mahallenin çocuklarıyla ve hatta ebeveynleriyle uğraşma gibi şeyler…

Çağan Irmak, önceki filmlerinden alışkın olduğumuz gibi burada da günlük hayatın içindeki anları ve diyalogları inandırıcı kılmayı başarıyor. Özellikle Egemen’in işyerinde geçirdiği zamanlar zevkle seyrediliyor. Filmin ilk yarısı da Egemen’in kâh evdeki karanlık ve boğucu yaşantısı, kâh işyerindeki çalışanlar ve patronuyla olan ilişkileri derken akıp gidiyor…

Ancak ikinci yarıda ve özellikle de son çeyrekte, annenin geçmişiyle ilgili o ana kadar bilmediğimiz ‘karanlık sırlar’ın açığa çıkışı sonrasında film irtifa kaybediyor ve düşüşe geçiyor. Irmak’ın önceki filmlerinden -ve hatta Kâbuslar Evi serisinden, ki film zaten Kâbuslar Evi’nin herhangi bir bölümü olmaktan o kadar da uzak değil- alışkın olduğumuz karanlık ve içinden çıkılmaz durumları kimi net sebepler göstererek açıklama sevdasının bu filme de damga vurduğunu söyleyebiliriz. Sonrasındaki yemek sahnesi ve ucu açık finaliyle filmin tekrar bir nebze toparlandığı da söylenebilir…

Çağan Irmak, yine belli bir tonu tutturan anlatımı ve sinema duygusuyla, izlemeye değer, iyi bir film çekmiş. Ancak belli noktalardaki senaryo kaynaklı aksaklıklar tıpkı Issız Adam, Ulak ve hatta Mustafa Hakkında Herşey’deki gibi, burda da filmi yer yer itici kılıyor…

(19 Ekim 2009)

Ferit Güney

Antichrist

Lars Von Trier’in hemen her filmiyle, hem izleyiciyi hem eleştirmenleri ikiye böldüğü artık Avrupa sinemasını ucundan kıyısından takip eden herkes tarafından bilinen bir gerçek. Cannes gösterimlerinin ardından filmin etrafında kopardığı onca yaygara, gürültü vs. bunların farkında olan bizler için pek de şaşırtıcı değildi açıkçası.

Ancak filmi izledikten sonra Von Trier’i tanıyanların bile kısa süreli de olsa bir duraksama yaşamaması hemen hemen imkânsız gerçekten. Daha sonra kapanışta da duyacağımız ‘Lascia Ch’io Pianga’lı bir prolog ile açılıyor film. Ardından yönetmen filmini 4 bölümde anlatıyor: Keder, acı, umutsuzluk ve üç dilenci…

Çocuklarını kaybeden bir çiftten, kadının ruh sağlığının gittikçe bozuluşu üzerine, onu iyileştirmek için korkusunun üzerine gitmesinin iyi olduğunu düşünen ve bu yüzden onla beraber daha önce de kadının gittiğini sonradan öğreneceğimiz bir dağ evine gitme kararı veren terapist adam öykünün tek karakterleri… Filmin ilk bölümleri ikiliden adamın, kadını kendi yöntemleriyle anlamaya çalışması üzerine kurulu. Bu bölümlerde kadının tuhaf, hatta nevrotik şekilde, olmadık anlarda birdenbire ortaya çıkan sevişme dürtüsüne de tanıklık ediyoruz ki filmin sonunda ancak anlam kazanıyor bu kısımlar. Filmin başlarında Von Trier’in yakaladığı boğucu atmosferin yer yer etkileyici olduğunu kabûllenmek gerek.

Film ve bölümler ilerledikçe bu psikolojik ağırlık yerini fiziksel anlamda şiddet ve deformasyona bırakmaya başlıyor. Hatta bu ‘ölçüsü kaçmış’ şiddet ve deformasyon sahneleri, her ne kadar önceden film hakkında bolca şiddet ve seks sahnesi içerdiği okunmuş dahi olsa bir yerde şaşırtıyor insanı…

Bir anlamda ‘huzura varma’ duygusu veren final geldikten sonra görüyoruz ki basbayağı ve de açıkça kadınlığı aşağılayan bir film bu. Sonuçta kadın da erkek de çocuklarını kaybeden birer ebeveyn ve elbette ki kadının böyle acı verici olaylara tepkisi erkekten daha farklı olabilir bunu anlamak mümkün ama yönetmenin yaptıklarına anlam vermek güç (Bu kısımları filmi izlemeyenleri de düşünerek çok da fazla açmayalım.) Yönetmen bir röportajında zaten filmin senaryosunu yazdığı sürelerde bir depresyon geçirdiğini ve tedavi gördüğünü, filmin ‘hastalıklı’ bir zihnin ürünü olduğunu söylüyor. Bunun etkisi ne derecedir bilinmez ama film ‘hastalıklı’ ve ‘rahatsız edici’ gibi sıfatlardan çok ‘sığ ve derinliksiz’ gibi sıfatları hakediyor. Kaldı ki her filmiyle eleştirmen ve izleyicileri ikiye böldüğünü başta da söylediğim Von Trier’in çoğu filmini o kadar sevmesem de her zaman için felsefeyi en iyi bilen yönetmenlerden biri olduğunu ve çok iyi yaptığını düşünmüşümdür. Bu açıdan benim için oldukça şaşırtıcı bir durum…

Öte yandan film sinematografik açıdan da diğer Von Trier filmleri gibi deneysel bir yol izlemiyor. Dogma dönemlerinden zaten çoktan uzaklaşan Von Trier bu filmiyle daha da ‘klâsik’ bir görsel yapı kuruyor.

Sonuçta sevsem de sevmesem de her yaptığı işi merakla beklediğim ve izlemeye koyulduğum Von Trier bu sefer çuvallıyor. Ama sonraki işini gene de merak ediyorum sanırım…

(19 Ekim 2009)

Ferit Güney

Sinemanın Coşkulu Ruhu: Anthony Quinn

2001 yılında ölen Anthony Quinn, Akademi’den “Viva Zapata” ve “Yaşama Tutkusu” filmleriyle iki defa Oscar aldı. Quinn, enerjisiyle filmlere bambaşka bir hava verdi. Coşkuluydu. Hayatının son dönemlerinde resme ve heykele de yönelmişti. Bu büyük oyuncuyu hatırlatmak istedik.

Anthony Quinn… Sinemanın coşkulu aktörü. Quinn, 21 Nisan 1915’te Meksika’nın Chihuahua şehrinde doğdu. Quinn, 3 Haziran 2001’de Amerika’nın Massachusetts eyaletinin büyülü şehri Boston’da öldü. Annesi Meksikalı, babası da İrlandalıydı. Tiyatro ve sinemada şansını deneyen Quinn, ilk büyük başarısını Hollywood’un ve Paramount’un kurucularından yapımcı-yönetmen Cecile Blount DeMille’in kızı Katherine’le 1937’de evlenerek elde etti. Kayınpeder DeMille, alt sınıftan biriyle evlenen kızına öfkeliydi. Asıl adı Antonio Rodolfo Quinn olan Anthony Quinn’in “Tek Kişilik Tango” (One Man Tango) otobiyografik kitabı 1995 yılında İnkilâp Kitabevi’nden çıkmıştı. Liseyi yarıda bırakmış Quinn, lise diplomasını 1990’larda alabilmiş. Quinn, okuduğumuz “Tek Kişilik Tango” kitabında Orson Welles’e çöpçatanlık yaptığını da itiraf ediyordu. Rita Hayworth’a aşık olan Welles, Hayworth’a ulaşabilmek için Quinn’den yardım istemiş. Hayworth’la Welles’i tanıştıran Quinn, bu iki büyük sanatçının evlenmesine vesile olmuş 1940’larda.

Tiyatro oyunları ve filmlerde küçük rollerin ardından önü açılan Quinn, başrollere kadar yükseldi. 1930’lu ve 40’lı yıllarda çoğu sıradan bir dolu filmde görünen Quinn, 1945’te önemli yönetmenlerden Edward Dmytryk’in “Back to Bataan-Bataan’a Dönüş” siyah-beyaz savaş filminde John Wayne’le başrolü paylaştı. Bu İkinci Dünya Savaşı filmi 1946’da ülkemizde de gösterime girdi. Quinn, 1950’li yılların başında yoğun olarak televizyon dizilerinde göründü. 1952 yılında Elia Kazan’ın Meksika’daki iç savaşı anlatan siyah-beyaz “Viva Zapata” filmi Quinn’in hem önünü açtı hem de “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında ona bir de Oscar getirdi. Ünlü yazar John Steinbeck’in senaryosunu yazdığı filmde Emiliano ve Eufemio Zapata kardeşler, Meksika Devrimi’ni gerçekleştirirken kardeş kavgasına da tutuluyorlardı. Yönetmen Kazan, Zapata kardeşlerin kavgasıyla iç savaş arasında metafor kurmuştu. Errol Flynn, Maureen O’Hara, Ava Gardner, Gregory Peck, Rock Hudson, Gary Cooper, Barbara Stanwyck gibi önemli oyuncuların başrolünde olduğu filmlerde ikinci rollerde görünen Quinn, 1953 yılında İtalya’ya gitti. Orada filmlerde oynadı. Yolu 1954’te büyük yönetmen Federico Fellini’yle kesişti. “La Strada-Sonsuz Sokaklar” filminde Zampanò karakterini canlandırdı. Başrolü de Giulietta Masina’yla paylaştı. İşte bu film tam anlamıyla Quinn’in önünü açtı. Filme de ortak olan Quinn, hisselerini satar ve hayatının en büyük pişmanlığını yaşar. Çünkü, iş yapmaz dediği “Sonsuz Sokaklar”, bugün sinemanın klâsiklerinden ve hâlâ para kazanıyor. Bir süre daha İtalya’da kaldı. Kirk Douglas’la 1954 yılında “Ulisse” filminde oynadı. Mario Camerini’nin yönettiği bu tarihsel filmde Silvana Mangano da oynuyordu. Filmin jeneriğinde “U” harfi “V” gibi yazar. Film, Antik Yunan döneminde geçiyor. Quinn, İtalya’da tarihi filmlerde oynamayı sürdürdü. Pietro Francisci’nin 1954 yapımı “Attila” filminde de Sophia Loren’le başrolü paylaştı.

Hollywood’a dönüş…

Quinn, 1955 yılında Hollywood’a döndü. Budd Boetticher’in yönettiği “The Magnificent Matador-Şahane Matador” filminde Maureen O’Hara ve güzel Lola Albright’la başrolü paylaştı. Ardından yine televizyon dizilerinde boy gösterdi Quinn. Sonra da Vincente Minnelli’nin 1956 yapımı “Lust for Life-Yaşama Tutkusu” filminde Kirk Douglas’la başrolü paylaştı. Quinn, ressam Gauguin rolüyle muhteşem bir performans ortaya koydu ve bu filmle “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar kazandı. Kirk Douglas da Van Gogh’u oynamıştı. Bu filmdeki en önemli şeyse, görüntülerin Van Gogh’un fırçasından çıkmış hissini vermesiydi. Russell Harlan ve Freddie Young’ın sinemaskop görüntüleri muhteşemdi. Macar besteci Miklós Rózsa’nın (1907-1995) müzikleri de büyüleyiciydi bu filmde. 1956 yılında, Victor Hugo’nun eserinden uyarlanan “Notre Dame de Paris-Notre Dame’ın Kamburu” filminde de oynadı Quinn. Filmdeki Esmeralda’ysa Gina Lollobrigida’ydı. Sinemaskop ve renkli bu Fransız filminin yönetmeniyse Jean Delannoy’dı. Filmin senarislerinden biri de ünlü şair Jacques Prévert’di. Bu büyük sanatçının, Prévert’in yönetmen Marcel Carné’yle yaptığı tüm filmler sinema tarihine geçti. Quinn, sinemanın büyük yönetmenlerinden Martin Ritt’in (1914-1990), 1958 yapımı “The Black Orchid-Siyah Orkide” filminde Sophia Loren’le oynadı. Sıcak bir yaz mevsiminde İtalyan mahallesinde geçiyordu hikâye. Rose, gangster kocası öldürüldüğü için yas tutar, siyahlar giyer. Quinn’in canlandırdığı Frank, Rose’a “siyah orkide” der bu yüzden. Frank, kadınlara iyi davranan bir centilmendi bu filmde. Dingin anlatımlı bu siyah-beyaz film insana iyi gelen yapıtlardan biriydi. Quinn, Edward Dmytryk’in yönettiği 1959 yapımı “Warlock-Büyücü” western filminde Richard Widmark ve Henry Fonda’yla başrolü paylaştı. Sinemaskop bu film, Batı efsanelerinin yazarı Oakley Hall’ün eserinden uyarlanmıştı. Filmin hikâyesi, 1880’lerde Utah’taki bir madenci kasabasında geçer. Quinn, 1959’da John Sturges’ın yönettiği western-gerilimi “Last Train from Gun Hill-Kan Davasının Sonu”nda yolu yine Kirk Douglas’la kesişti. “Kan Davasının Sonu” adıyla sinemalarda oynayan bu film, “Gun Hill’den Son Tren” adıyla da anılıyor. Karısına tecavüz edilen kovboy, bunun intikamını almak için yollara düşüyor filmde.

Quinn, Nicholas Ray ustanın 1960 yapımı “technicolor” ve sinemaskop çekilmiş suç-macera filmi “The Savage Innocents-Vahşi Masumlar”ında Britanyalı büyük oyuncu Peter O’Toole’la oynadı. Filmin hikâyesi kuzey kutbunda eskimoların içinde geçiyordu. Film, Hans Ruesch’un “Top of the World” (Dünyanın Tepesi) romanından uyarlanmış. Bu filmin senaryosuna Franco Solinas gibi büyük bir sanatçının da katkısı vardı. Solinas (1927-1982), Giulio Petroni’nin 1968 yapımı “Tepepa”, Costa-Gavras’ın 1972 yapımı “État de Siège-Sıkıyönetim”, Joseph Losey’in 1976 yapımı “Monsieur Klein-Kaderi Arayan Adam” filmlerine de katkıda bulunmuştu. Sinemaseverler bu filmin yönetmeni Nicholas Ray’i (1911-1979), Joan Crawford’un oynadığı 1954 yapımı “Johnny Guitar” ve James Dean’ın oynadığı 1955 yapımı “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filmlerinden hatırlayabilirler. Quinn, yine 1960 yılında bu defa George Cukor ustanın “Heller in Pink Tights-Korkunç Kumpanya” komedi-westerninde oynadı. Başrolü de yine Sophia Loren’le paylaştı. Bu film, Louis L’Amour’un “Heller with a Gun” romanından uyarlanmış. Quinn, 1961’de macera filmlerinin unutulmaz yönetmeni J. Lee Thompson’ın (1914-2002) çok çarpıcı ve unutulmaz İkinci Dünya Savaşı filmi “The Guns of Navarone-Navaron’un Topları” fiminde Gregory Peck ve David Niven’la başrolü paylaştı. Alistair MacLean’in romanından uyarlanan filmde bir Ege adasında komandolar topları imha etmeye çaba gösterirler. Gerilimi yüksek ve öncelikle savaş sahneleri kolay unutulmaz bu filmin. Rod Serling’in televizyon oyunundan uyarlanan 1962 yapımı “Requiem for a Heavyweight-Altın Eldiven” filminde Mickey Rooney ve Julie Harris’le başrolü paylaştı Quinn. Bu boks filmini Ralph Nelson yönetmişti. Yönetmen Nelson, bu filmi daha önce 1956’da “Playhouse 90-Requiem for a Heavyweight” adıyla televizyon filmi olarak çekmişti. 1962 yapımı filmin en büyük özelliği Muhammed Ali’nin Müslüman olmadan önce Cassius Clay adıyla Quinn’le boks yapmasıydı.

Büyük oyuncularla beraber…

Quinn, David Lean’ın 1962 yılındaki tartışmalı filmi “Lawrence of Arabia-Arabistanlı Lawrence” filminde Auda Abu Tayi karakterini canlandırdı. Bu filmde Peter O’Toole (T. E. Lawrence), Alec Guinness (Prens Faysal), Omar Sharif (Şerif Ali) ve Claude Rains (Dryden) gibi önemli oyuncular da vardı. Film, Lawrence’ın hatıralarından yola çıkılarak çekilmişdi. Filmin muhteşem müziklerini de Maurice Jarre usta bestelemişti. Bu film ülkemizi üzdü. Çünkü, 1. Dünya Savaşı dönemlerinde Lawrence Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğini kaşıyıp sınırları cetvelle çizmiş. Quinn’in yolu 1964’te “Behold a Pale Horse-İntikam Ateşi” savaş filmiyle büyük yönetmenlerden Fred Zinnemann’la buluştu. Emeric Pressburger’ın romanından uyarlanan filmde Quinn, başrolleri Gregory Peck ve Omar Sharif’le paylaştı. İspanya’nın iç savaşında anarşist Francisco Sabate Llopart’ın hayatından yola çıkıyordu bu siyah-beyaz film. Quinn, 1964’te Yunanlı yönetmen Michael Cacoyannis’in (Mihalis Kakogiannis) “Greek, the Zorba-Zorba” filminde oynadı. Bu siyah-beayz film, Nikos Kazancakis’in (Kazantzakis) aynı adlı romanından uyarlandı. Filmde Alan Bates, Irene Papas ve Lila Kedrova da vardı. Filmin muhteşem ve unutulmaz müziklerini Mikis Theodorakis bestelemişti. Film, 1965 yılında yedi dalda Oscar’a aday gösterildi ve bunlardan üçünü almıştı. Mutsuz Yunan asıllı İngiliz yazar Girit adasına gelir. Burada coşkulu Aleksis Zorba’yla dost olur. Bu filmi United Artists çekecekti, ama başrolde ünlü bir kadın oyuncu yok diye projeden vazgeçince, o dönemlerde Yunanlıların elinde olan Fox bu filmin yapımcılığını üstlendi. Bu filmin başlarındaki yağmurlar insanı büyülüyordu. Finaldeki Yunan dansı da muhteşemdi. Yine aynı yıl “The Visit-Ziyaret” filminde Quinn, sinemanın en güzel kadınlarından Ingrid Bergman’la karşılıklı oynadı. Filmi Bernhard Wicki yönetmişti. Bu siyah-beyaz filmin kameramanıysa İtalyan sinemasının büyüklerinden Armando Nannuzzi’ydi. Film, Friedrich Dürrenmatt’ın “Der Besuch der Alten Dame” (Yaşlı Kadının Ziyareti) oyunundan uyarlandı.

Denys de La Patellière ve Raoul Lévy’nin ortak yönettikleri 1965 yapımı “La Fabuleuse Aventure de Marco Polo-Marko Polo”nun ortaya çıkmasında İtalya, Fransa, şimdi parçalanmış Yugoslavya, inanılmaz biçimde Afganistan ve Mısır’ın da katkısı vardı. Bu “technicolor” ve sinemaskop filmde Quinn, Kubilay Han’ı, Horst Buchholz da Marco Polo’yu canlandırdı. Filmin kadrosu muhteşemdi: Akim Tamiroff, Orson Welles, Omar Sharif, Robert Hossein. Bu filmin ilginç yönü, Marco Polo karakteri için yola Alain Delon’la çıkılması ve sonra anlaşmazlığa düşülmesi. Hikâye, Venedik’te 13. yüzyılda başlıyor. Barışçıl genç Marco Polo, doğu ve batının barışı için Papa’dan Moğol-Çin İmparatoruna bir mesaj götürüyor. Ama, İpek Yolu tuzaklarla doludur. Quinn’in performansı zamanında övgü almış bu filmle. Quinn, 1965 yapımı “A High Wind in Jamaica-Cinayet Yolu”nda James Coburn’le başrolü paylaştı. Richard Hughes’un romanından uyarlanan filmi Alexander Mackendrick yönetmişti. Sinemaskop çekilmiş bu filmin kameramanıysa, Steven Spielberg’ün “Indiana Jones” serisini çeken Douglas Slocombe’du. Roman, 1929 yılında yazıldı. Özellikle roman sert eleştiri almış yayımlandığı yıllarda. Cinsel tacizi ele aldığı için. Roman, Emin Sınır çevirisiyle Türkçeye “Jamaika’da Bir Fırtına” adıyla kazandırıldı. İngiliz bir ailenin çocukları gemiyle yolculuğa çıkar ve gemi korsanlar tarafından kaçırılır. Hem romanı hem de filmi etkileyici.

Quinn, 1966 yılında önemli yönetmenlerden Mark Robson’ın “Lost Command-Zafer Yolları”nda Alain Delon’la başrolü paylaştı. Bu savaş filmi, Jean Lartéguy’ün romanından uyarlandı. 1967 yılında yine bir savaş filmi olan “L’Avventuriero-Maceralar Beldesi”nde göründü Quinn. Filmi de, en çok “007 James Bond” serisiyle hatırlanan Terrence Young yönetti. Film, Joseph Conrad’ın “The Rover” romanından uyarlandı. Filmde Rita Hayworth da oynamıştı. Filmin müziklerini Ennio Morricone bestelemişti. Filmin hikâyesi, Fransız Devrimi’nin etkisinin geçtiği yıllarda Fransa’nın güneyinde geçiyor. En iyi savaş filmlerinden biri olan Henri Verneuil ustanın yönettiği 1967 yapımı sinemaskop “La Vingt-Cinquième Heure-25. Saat”, Rumen yazar Constantin Virgil Gheorghiu’nun romanından uyarlandı. Filmde Quinn’in yanı sıra Virna Lisi ve büyük şarkıcı-aktör Serge Reggiani de vardı. Müziklerse Georges Delerue ve Maurice Jarre gibi iki büyük besteciye aitti. Film, 1939 yılında bir Rumen köyünde açılıyor. Yahudi sanılan Johann Moritz çalışma kampına gönderiliyor, sonra “aryan ırk” olarak kabûl ediliyor, ardından da “Waffen-SS” denilen “Silâhlı SS”lere katılıyor. Savaşın ardından da tutuklanıp savaş suçlusu olarak yargılanıyordu Moritz. Ancak 1949 yılında serbest kalıp ailesine Almanya’da kavuşabiliyordu Moritz. Quinn, 1967 yılında Elliot Silverstein’in “The Happening-Asiler Beldesi” komedi filminde de oynadı. Quinn’in yolu 1968 yılında Henri Verneuil ustayla yine buluştu. Sinemaskop çekilmiş “La Bataille de San Sebastian-San Sebastian’ın Topları” westerninde Charles Bronson da vardı. Film, William Barby Faherty’nin “A Wall for San Sebastian” romanından uyarlanmıştı. Filmin müzikleri de büyük usta Ennio Morricone’ye aitti. 1968 yılında, Avustralyalı yazar Morris L. West’in 1963’te Amerika’da çok satarlar listesinin bir numarasına çıkmış romanından uyarlanan “The Shoes of the Fisherman-Balıkçının Ayakkabısı” dramınında Laurence Olivier, Oskar Werner ve John Gielgud gibi önemli oyuncularla oynadı Quinn. Filmi de Michael Anderson yönetti. Filmin hikâyesi Soğuk Savaş devirlerinde geçiyordu. Rus papaz Kiril Lakota (Quinn), yirmi yıl Sibirya’da çalışma kampında kalmış. O sıralarda Sovyet-Çin ilişkileri gerilmiş. Kamenev (Olivier), gelecekteki politik durumlar için Lakota’nın Vatikan’da Papa olması için Papa’nın (Gielgud) ölmesine neden oluyor. Nükleer savaş tehditi, açlık, evrim, Sibirya, politik oyunlar… İşte bu filmde bunların hepsi vardı. Ekim 1971’de ülkemizde gösterime giren Stanley Kramer’in 1969 yapımı “The Secret of Santa Vittoria-Kasabanın Sırrı”, Robert Crichton’ın aynı adlı romanından uyarlanmıştı. Hikâye, İkinci Dünya Savaşı’nda şaraplarıyla ünlü Santa Vittoria adlı kasabada geçiyordu. Kasabalılar, değerli şaraplarını Nazilerden kurtarmak için büyük bir sırrı paylaşırlar. Filmde Quinn’le beraber İtalyan sinemasının büyük kadın oyuncularından Anna Magnani ve Virna Lisi de vardı. Filmin bir diğer önemli oyuncusuysa Giancarlo Giannini’ydi. Muhteşem sinemaskop görüntülerse Giuseppe Rotunno’ya aitti. Rotunno, Luchino Visconti ustayla birçok filmde çalışmıştı kameraman olarak. Quinn, yine 1969’da önemli yönetmenlerden Daniel Mann’ın “A Dream of Kings-Kralın Rüyası”nda da göründü. Daniel Mann (1912-1991), en çok 1959 yapımı “gang melo”su “The Last Angry Man-Son Kızgın Adam” filmiyle hatırlanıyor. Harry Mark Petrakis’in romanından uyarlanan “Kralın Rüyası”nda Quinn, başrolü Irene Papas’la paylaştı. Filmin hikâyesi Şikago’da Yunan toplumunun içinde geçiyordu. Yunan-Amerikan melezi kumarbaz ve halk filozofu Matsoukas’ın yedi yaşındaki oğlu Stavros ölümcül hastalığa yakalanıyor ve Matsoukas de, şifa ve güneş için oğlunu Atina’ya götürüyordu.

Çöllerin aslanı…

Quinn’in yolu, 1970 yapımı “Walk in the Spring Rain-Bahar Yağmuru Gibi” filmiyle Ingrid Bergman’la yolu bir daha kesişti. Rachel Maddux’ın romanından uyarlanan bu sinemaskop filmi Guy Green yönetmiş. Bu filme, David Lean’ın 1945 yapımı siyah-beyaz yapımı “Brief Encounter-Kısa Tesadüfler” filminin tarzına yakın denilmiş zamanında. Quinn, 1972’de “Across 110 th Street-Kirli Sokaklar” suç filminde oynadı. Wally Ferris’in romanınından uyarlanan filmin senaryosunu Luther Davis yazmıştı. Filmde, Harlem’in gizli kumarhanelerinden birini basarak paraları çalan üç siyahın peşine mafya, komiser Frank ve dedektif Pope düşerler. Harekeketli bu aksiyon-polisiyeyi Barry Shear yönetmişti. Richard Fleischer’ın 1973 yapımı “The Don is Dead-Baba Öldü” filmi, Marvin H. Albert’ın romanından uyarlanmasına rağmen, Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather-Baba” filminin etkisinde yapılmış bir film denilmiş zamanında. Quinn, 1970’lerin ortasında Müslümanların kalbini fethetti 1976 yapımı “The Message-Çağrı” filmiyle. Moustapha Akkad’ın (Mustafa Akad) yönettiği film, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Müslümanlığın yayılışını anlatıyordu. Quinn, Hamza karakterini canlandırdı bu filmde. Sinemaskop bu filmin muhteşem görüntüleriyse üç kameramana aitti: Said Baker, Jack Hildyard ve İbrahim Salem… Müzikleriyse Maurice Jarre bestelemişti. Ekim 1979’da ülkemizde gösterime girmişti “Çağrı” filmi. 1976 yılında “Target of an Assassin-Hedefteki Adam” geriliminde oynadı Quinn. Peter Collinson’ın yönettiği film, Jon Burmeister’ın romanından uyarlanmıştı. Sergio Corbucci’nin yönettiği 1976 yapımı “Bluff Storia di Truffe e di Imbroglioni-Dolandırıcılar Kralı” komedi-suç filminde, büyük şarkıcı Adriano Celentano ve Capucine’le başrolü paylaştı Quinn. Birer “tokatçı” olan Philip Bang ve ortağı Felix’in hayli eğlenceli hikâyesini perdeye yansıtıyordu bu film. Mart 1979’da ülkemizde gösterime giren 1976 yapımı “L’Eredità Ferramonti-Baba, Oğul, Gelin”i Mauro Bolognini yönetmişti. Ennio Morricone’nin müziklerini bestelediği filmde Gregorio Ferramonti (Quinn), gelini Irene Carelli Ferramonti’yle (Dominique Sanda) yatıyordu ve ölümü de gelinin kucağında geliyordu. Filmin hikâyesi de 1800’lü yıllarda geçiyordu.

Aralık 1982’de ülkemizde gösterime giren 1978 yapımı “The Greek Tycoon-Akdenizli” filminde başrolü Jacqueline Bisset ve Raf Vallone’yle paylaştı Quinn. Filmi de J. Lee Thompson yönetmişti. Quinn, Yunanlı bir armatörü canlandırmıştı. Quinn, yine 1978’de “The Children of Sanchez-Sanchez’in Çocukları”nda oynadı. Geniş bir ailenin babası olan Jesus Sanchez’in hikâyesini anlatan film, Oscar Lewis’in romanından uyarlanmıştı. Filmin senaristleri arasında İtalyan “Yeni Gerçekçi” akımın yaratıcılarından Cesare Zavattini de vardı ve bu filmi de Hall Bartlett yönetmişti. Quinn, James Fargo’nun 1978’de yönettiği “Caravans-Karavan” filminde Michael Sarrazin, Christopher Lee, Jennifer O’Neill ve Joseph Cotten’la başrolü paylaştı. Nisan 1979’da ülkemizde de gösterime giren James Michener’ın romanından uyarlanan bu sinemaskop macera filmi 2. Dünya Savaşı yıllarında Afganistan’da geçiyordu. Quinn, “Zülfikar” karakterindeydi. Yönetmen J. Lee Thompson’la Quinn’in yolu 1979 yılında “The Passage-Geçit” filminde bir daha buluştu. Mart 1979’da ülkemizde de gösterime giren bu filmin görselliği çarpıcıydı. 2. Dünya Savaşı’nda geçen film, yazar Bruce Nicolaysen “Perilous Passage” romanından uyarlandı. Romanın yazarı senaryoyu da yazdı. Quinn, bu filmde James Mason, Malcolm McDowell, Patricia Neal, Christopher Lee’yle başrolü paylaştı. Quinn, “Çağrı”dan sonra Moustapha Akkad’la yolu bir defa daha kesişti. Ocak 1985’te ülkemizde gösterime girebilen 1981 yapımı “Lion of the Desert-Çöl Aslanı Ömer Muhtar” filminin senaryosunu H. A. L. Craig yazmıştı. Filmde Oliver Reed, Irene Papas, Raf Vallone, Rod Steiger, John Gielgud gibi önemli oyuncular da vardı. Filmin müziklerini de Maurice Jarre bestelemişti. Bu epik filmde, Libya’nın kahramanı Ömer Muhtar, İtalya’da 1929’da iktidara gelen faşist Mussolini hükümetinin Roma İmparatorluğu’nu yaratma hayalini çöle gömüşü anlatılıyordu. Filmin sinemaskop görüntüleri de etkileyiciydi.

Quinn, 1980’li ve 1990’lı yıllarda çoğunlukla televizyon dramalarında göründü. Ama sinemayı bırakmadı. Quinn, Chris Columbus’un 1991 yapımı “Only the Lonely-Bekârın Derdi” romantik-komedisinde Nick Acropolis karakteriyle ikinci roldeydi. Filmde John Candy, Maureen O’Hara, Ally Sheedy, Kevin Dunn ve James Belushi de vardı. Ağustos 1991’de bu film ülkemizde de gösterime girmişti. Quinn’in yolu, Hollywood’da siyah sinemanın önemli yönetmenlerinden Spike Lee’yle 1991 yılında “Jungle Fever-Orman Ateşi” filmiyle buluştu. Annabella Sciorra ve Wesley Snipes’ın başrolünde olduğu filmde Quinn’le beraber Tim Robbins, John Turturro, Samuel L. Jackson da vardı. 1995 yılında “A Walk in the Clouds-Bulutların Ötesi” filminde de oynadı. Filmi, Meksikalı Alfonso Arau yönetti. Mart 1996’da ülkemizde gösterime giren filmin başrolünde Keanu Reeves vardı. Son filmi, 2002’de gösterime giren ve başrolünde Sylvester Stallone’un olduğu “Avenging Angelo-Angelo’nun İntikamı”ydı. Bu filmi göremeden bu dünyadan göçtü Quinn.

(18 Ekim 2009)

Ali Erden

[email protected]

Ah Bir Dili Olsa da Konuşsa

Animasyon, kurmaca derken şimdi de belgesel türünde 3D teknolojisi huzurlarınızda… Mekân da okyanus olunca keyif de katlanıyor haliyle… Hiç sualtı deneyimi yaşamamış olan bendeniz için müthiş bir deneyim oldu. Jean-Jacques Mantello kaptanlığında hazırlanan Okyanus Dünyası uzun yılların emek ve çabasının sonucu olarak seyirciyle buluşmayı bekliyor.

Gözünüzün önünde zarifçe süzülen manta vatozundan çekiç balığına, deniz tavşanından deniz ejderine, balinalardan köpekbalıklarına türlü türlü deniz canlısıyla müşerref olduk. Yetişkinler için olduğu kadar çocuklar için de eğlenceli bir deneyim Okyanus Dünyası… Galaya teşrif eden miniklerin, film boyunca meraklı sorularının bitip tükenmek bilmemesinden bu yargıyı destekleyebiliriz, hepsi gayet eğlenmişe benziyordu.

Bir de malûm belgesellere bir adım geri dururuz. Bu anlamda 3D bu türden doğa belgesellerinin önünü açacak gibi görünüyor. Birkaç ufak uyarı, uzun süre balıklara bakmaktan ve kamera yer yer gözümüzü balıkların vücutlarına fazlasıyla soktuğu için, küçük çapta baş dönmeleri, mide bulantıları yaşadık. Yaşadık diyorum çünkü bu etkinin sadece bende olup olmadığını öğrenmek için film arasında küçük bir nabız yoklaması yaptım. Tabii bu filmin tadını kaçıracak kadar büyük bir sorun değil. Gözlüğünüzü arada birkaç saniyeliğine gözünüzden uzak tutmak suretiyle yan etkilerden kurtulabilirsiniz.

Filmin bülteninde seyirciyi okyanusların büyülü dünyasına davet ederken bu görkemli dünyayı ve sakinlerini korumamız altına almamız için ilham kaynağı olmayı hedeflediği de yazıyordu. Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve WWF desteği ile yapılandırılmış olması böyle bir derdinin olduğunu güçlendiriyor ama ben yine de filmin içinde somut olarak bu soruna dikkat çekecek bir şeyler duyacağımı ummuştum. Biraz kör göze parmak durumu olacaktı ama olsun, artık bunu yapmak zorundayız. Özellikle de iklim değişikliği sonucu ortaya çıkacak felâketlerin soğuk nefesini her an ensemizde hissederken…

Yeri gelmişken söyleyelim bugün itibariyle Yeşiller Partisi soruna dikkat çekmek için bir basın açıklaması yaptı. Amaç; 07 – 18 Aralık’ta Kopenhag’da yapılacak olan iklim değişikliği zirvesi kampanyası başlatan, kamuoyu ve hükümeti sorumluluk almaya çağırmak.

Eğer su kaplumbağamızın dili olsa da konuşsaydı; “İklim değişikliği güzel dünyamızı yok ediyor. Okyanusumuz neredeyse çöplüğe dönüşmüş durumda… Endüstriyel balıkçılık, tahrip edici balıkçılık, korsan balıkçılık, balık üretme çiftliklerinde yapılan bilinçsiz avlanma sonucu biz kaplumbağalar, mercanlar, foklar, balinalar, köpekbalıkları ve daha birçok tür katlediliyor. Gemilerden denizlere dökülen petroller eko sistemimizi alt üst ediyor. Siz insanlar, bizi öldürdükçe aslında kendinizi, bizim ve sizin çocuklarınızın geleceğini karartıyorsunuz” demez miydi? Gandhi’nin sözüyle bitirelim; ”Bu dünya herkesin ihtiyacını karşılar ama bazılarının ihtirasına yetmez.”

(17 Ekim 2009)

Gizem Ertürk

İki Film Birden / “Bir İhtimal… Var (mı?)” ya da Bombay’a Gidişin Başlangıcı

Yıllarca, sinemamızı bir öykü anlatıcısı olarak gördük. Belirleyici bir dönemine Yeşilçam adını verdik, dönem kapandıktan sonra, üretilen filmleri (ve sinema mekanizmasını) böyle bir “genel” isim ile adlandıramıyoruz. Çok farklı yapılarda filmler yapılıyor. Çağan Irmak’ın sinema yapmak için sinema yapmaya varan Karanlıktakiler’inden sonra Uzak İhtimal, Mahmut Fazıl Coşkun sinema yapmaya çalışmadan sinema yaparak çıkıyor karşımıza. Anlatılan “uzak ihtimal” bir aşk değil zaten, belki aşkın fragmanının bir ön çalışması. Bir kez rahibe değil, rahibe aday adayı -ayrılmadan demiyor mu Clara, “İtalya’ya gidiyorum, rahibe olmak için”. Boynuna haç takıyor olması, tamam, dinini belirler ve müezzin Musa’ya göre farklıdır, ama bu iki komşu arasında her hangi bir görüşme olmuyor ki. Komşuluğun doğurduğu kaçınılmaz ilişkiler, ister istemez olan karşılaşmalar, -bazen özellikle olması için hazırlık yapılıp olmayan karşılaşmalar-, düşürülen bir -ucunda haç bulunan- tesbihin verilmek üzere cepte taşınırken, kendi tesbihi ile karıştırılması, eğer dinler arası çatışma ise… Musa ile Clara -belki- çevrelerinde tepki de görecek bir ilişkiyi hep öteye iteliyorlar demiyeceğim, -öte belirli bir yerdir çünkü- sadece iteliyorlar (mı?). Çektirdikleri -çektirirken yine iteleşmekten vaz geçemedikleri- fotoğrafı Musa, Clara’ya verir, bir süre sonra Clara iade edecektir, sonra kendisini mi vermektedir Musa’ya. (Zaten kaçınılmaz hedefi olan rahibeliğe gidecektir, bu da ayrıldık demektir. “Annem, ama gerçek değil sadece beni büyüttü” dediği, ölümüne kadar baktığı rahibe ölünce, hedefe doğru harekete geçmek zamanı gelmiştir.) Bu arada Clara’nın kendini gizleyen sahaf babası Yakup, Musa’nın: “Kızın olduğunu söyleyeyim mi?” sorusuna: “Daha zamanı değil” diye cevap verir. Sahaf Yakup’un Musa’ya, “Clara’ya ilgini söyleyeyim mi?” sorusu karşısında ise O’da aynı cevabı alacaktır. Can alıcı iki nokta ki, ikisi de aynı kişiye yöneliktir, zamanı gelmediği için ötelenir. Bu nereye kadar gidecektir, bunu bilemeyiz.

Musa, camiinin kendisine verdiği daireye yerleşir, mutfakları bitişik komşu dairede de Clara, hasta annesine bakmaktadır. Musa’dan önce burada oturan camii görevlisi ise memleketi Tokat’a gitmek istemiş ve tayinini istemiş ve gitmiştir. Musa, Clara’yı ilk kez mutfak penceresinden, tüllerin arkasından görür. Peki gerek Clara olsun, gerek Musa’dan önce orada kalan camii görevlisi olsun -kendilerini göstermeyecek bir perde düzeni- neden yapmamışlardır, mutfaklarına. Clara hedef aldığı noktaya gitmeye kararlı, ama bakmakta olduğu bir hastası olan, bunun için hayatını minimum’a indirmiş birisi iken ve camii görevlisi eski kiracı da -kendisini hiç tanımıyoruz- neden mutfak pencerelerini -açılıp kapanırda olsa- içerisini göstermeyen bir perde takmazlar mutfaklarına. Perde önemli değil, çünkü olmamasının nedenini ısrarla sorduğumuz perde-ler olsa bile, Musa ile Clara ister istemez karşılaşacaklardı. Kontrol kalemi lâzım olacak Musa, Clara’nın kapısına dayanacaktı, yani kaçınılmaz birbirini izleyecek karşılaşmalar.

Uzak İhtimal, en hareketli sahnesi “polis baskını” filmden çıkarılsa -ki kolaylıkla çıkarılabilir (veya başka türlü çekilebilirdi)- bile, hiç bir şey kaybetmeyecek, oldukça zor bir senaryoya dayanan, iyi oynanmış -benim seyrettiğim seansta ilk yarı uzun bir süre “biraz” flu olmasına rağmen, ikinci yarı düzeldi- senaryosuz değil ama olaysız -acaba olaysız mı?- bir film olarak sinema tarihimize geçecek bir film. Çok iş yapmayacak, yıllar sonra -sohbetler sırasında, belki- anımsanmayacak ama sinemamız tarihinde, “küçük” ama değerli ve tek başına olarak kalacak bir film. Hikâye (öykü) anlatmadan da, daha doğrusu, anlatmıyormuş gibi yaparak da bir şeyler anlatmak, yapılan iş sinema olduğuna göre bir şeyler göstermek -mekânı kullanmak- , bunları teknik cazibelere kapılıp, optik oyunlara girmeden alabildiğine düz yapmak; tüm bunlar ötelenen bir ihtimal’den beride ilginç ve değişik bir sinemanın haberini veriyor.

Cansel Elçin’in filmi ise bambaşka bir sinema, günümüz moda tarzında modern bir sinema, -birbirine pek de paralel olmasada- üç üniversite arkadaşının bir öğrenim dönemi serüvenlerini, hepsi için bir muamma hem de -çaktırmadan- bir umut olan Şiva’nın öyküsünü anlatıyor. Elçin, senaryosunun yazılımına katıldığı filmde gerilerde bir rolde, sinema dersleri veren öğretim görevlisi rolünde oyunculuğu yükleniyorsa da, bu ilk yönetmenlik denemesinde, modern sinemanın bir örneğini veriyor. Son yıllarda ilk filmini yapan ve çok daha kişisel anlatımları deneyen yönetmenlerimizden farklı bir tutumla ilk filmini yönetirken, filmine kişisel özelliklerini yerleştiriyor. Modern sinemanın anlatımını denerken, sinemamız için oldukça değişik bu gençlik filminde, aksamayan temposu ile, gizemli Şiva kişiliği ile, üç farklı aşk tipi yaşayan arkadaşların dünyasına da farklı derinliklere inen yaklaşımlar yapıyor. Sinema meraklısı kahramanı Deniz, işletme okurken sinema dersleri de alıyor ve hocasının önerisi ile kısa film yarışmasına katılıyor. Katıldığı festivalin ödülleri açıklanırken, merakla bekleyen Deniz, günlerdir ortadan kaybolmuş Şiva’nın hastahanede olduğu öğrenince, kazandığı ödülün açıklanmasını beklemeden hastaneye koşacaktır. Şiva, en azından Deniz ve evli olan arkadaşlarının hayatını büyük boyutta değiştirirken, kendisi bir sonsuzluk içine dalmıştır. Deniz’in ödenmesi gereken bir borcu vardır ve bunu kimseye sezdirmeden başarırken, gerçekte kendisi ödüllendirilir, hem de artık kendisi tanıyamayan Şiva tarafından, -eksiğinin ne olduğunu çözemediği filmi haberi olmadan gönderildiği Bombay’dan O’na bir öğrenim hakkı kazandırmıştır. Ve işsiz bir sinemacı olmak yerine, sıkılan, karnı tok bir işletmeci olmayı bekleyen ve işletmeyi bitiren Deniz, babasının uğurlaması ile Bombay’a uçarken, bir daha görüşemeyeceği Şiva (asıl adı ile Zeynep) ile vedalaşamamıştır bile… Ama önemli değildir, onlar yaşamlarının bir bölümünde birbirlerinden kopamayacak şekilde anlaşmışlardır (artık Şiva hatırlamasa bile…)

(Sormadan edemeyeceğim, yoksa ben mi kaçırdım: Şiva, neden!? birdenbire alnındaki beneği çıkarıp, makyajlarını silerek, çırılçıplak soyunup, derin bir sessizliğe bürünüyor?)

(17 Ekim 2009)

Orhan Ünser

Budapeşte’nin Özgürlük Direnişi

Zafer Çocukları (Szabadsag, Szerelem / Children of Glory)
Yönetmen: Krisztina Goda
Hikâye: Joe Eszterhas
Senaryo: Joe Eszterhas-Éva Gárdos-Géza Bereményi-Réka Divinyi
Müzik: Nick Glennie-Smith
Kurgu: Éva Gárdos-Annamaria Szanto
Görüntü: Buda Gulyás-János Vecsernyés
Oyuncular: Kata Dobó (Viki Falk), Iván Fenyö (Karcsi Szabó), Sándor Csányi (Tibi), Károly Gesztesi (Antrenör Telki), Péter Haumann (Feri Amca), Ildikó Bánsági (Bayan Szabó), Tamás Jordán (Büyükbaba), Viktória Szávai (Eszter)
Yapım: Macaristan (2006)

Kadın yönetmen Krisztina Goda’nın “Zafer Çocukları” filmi, Colin K. Gray’in yaptığı Amerikan belgeseli “Özgürlüğün Öfkesi” belgeseliyle aynı dönemde çekildi. Goda’nın bu filmi, Sovyet tanklarının işgâlinin ellinci yılında ölenlerin anısına adanmış.

Film, Moskova’da Sovyet ve Macar sutopu takımlarının maçıyla başlıyor. Havuzda maçtan daha çok bir savaş var. Macarlar, hakemlerin yanlı yönetimiyle maçı haksız biçimde kaybediyorlar. Ülkelerine dönen sporcuların içinde gözde olan Karcsi Szabó, Feri Amca’nın sorgusundan geçiyor ve aslında nelerin olduğunun da farkına varıyor. Feri Amca, acımasız ve işkencehanelerinde muhalifleri biçen biri. Rastlantıyla Viki’yle karşılaşıyor Karcsi. Sonra da kendini yavaş yavaş özgürlük savaşının içinde buluyor Viki’nin aşkıyla beraber. Üniversite öğrencileri, başbakanın Imre Nagy (János Schwimmer) olmasını istiyorlar. Öğrenciler ve tüm gençler, Ruslara “Ruski” diyorlarmış. Tıpkı, Amerikan iç savaşındaki “gri” federasyoncu askerlerinin “mavi” cumhuriyetçi askerlerine “yanki” demeleri gibi. İşte bu gençler, üniversitede bir konuşmanın ardından özgürlük çığlığını sokaklara taşıyorlar. Hükümet, gençlerin gösterilerine izin veriyor önce, sonra da eylemleri kan dökerek bastırıyor. Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloku’nda 1950’lerin ortalarında özgürlük hareketleri başlamıştı. Macar gençlerini Polonyalı gençlerin ayaklanmaları ateşlemiş. Yönetmen, şehirdeki savaş anlarındaki çatışmalarının ortasına seyircisini de bırakıyor sanki. Şehir gerillası savaşı yöntemi izleyen üniversiteli gençlere az da olsa bazı askerler de silâhlarıyla beraber katılıyorlar. Gençlerin elinde tüfekler ve molotof kokteylleri var. Aslında çatışmaları, gençlerin Macar Radyosu’nu ele geçirme çabaları tetikliyordu. Dünyanın en sert ve acımasız gizli polisi, Sovyet Kızıl Ordusu’yla beraber halka acımasız saldırılar düzenliyorlardı sonra.

Savaş atmosferinin içinde…

Aynı dönemi anlatan Colin K. Gray’in “Freedom’s Fury” (Özgürlüğün Öfkesi) belgeseli de 2006 yılında yapılmıştı. Bu belgesel, 1956 yılında Sovyetler’in Macaristan’daki özgürlük hakeretine karşı Sovyet işgâlini ve Macaristan’ın olimpik sutopu sporcularını anlatıyordu. Bu belgeselin ortaya çıkmasında Quentin Tarantino’nun da katkısı olmuş. Belgeselin anlatıcıysa gelmiş geçmiş en büyük yüzücülerden Mark Spitz’di. Amerikalı yüzücü Mark Spitz, 1972 Münih Yaz Olimpiyat Oyunları’nda yüzmede yedi altın kazanan ilk sporcu olmuştu. 1956 Melbourne Yaz Olimpiyat Oyunları’nda sutopu yarı final maçı, hem olimpiyat hem de spor tarihinin en vahşi karşılaşması olarak değerlendiriliyor şimdi. Macar ve Sovyet sporcuları, havuzda ölümüne mücadele etmişler. Havuzda Macarlar, Budapeşte’nin sokaklarında Sovyet tankları kazanıyordu savaşı. Çok uzun final bölümünde, yönetmen Krisztina Goda, koşut kurguyla insanı irkilten trajedileri sinemaskop olarak yansıtıyor perdeye. Kadın yönetmen Goda’nın filminin, Gray’in belgeseliyle ortak yönleri var. İki yapıtı karşılaştırınca anlıyorsunuz bunu. Öncelikle final bölümündeki sutopu maçıyla, Sovyet tanklarının Budapeşte sokaklarınnı bombardımana tutması neredeyse birbirinin ruhu gibi.

Bu filmin eleştirilebilecek yönleri de var. Baskıcı rejimden çıkma gibi önemli bir erdemi günümüzde yükselen milliyetçilik ruhuyla buluşturuyor bu film. Bunu da derin bir melodramla yansıtıyor. Ama, genel anlamda bu film gerçekçi ve çarpıcı. Sovyet tanklarının ne anlama geldiğini tam anlamıyla görsel olarak gösteriyor yönetmen. Filmdeki derin melodram, “vatan sevgisi”, “vatanseverlik”, “aşk melodramı” gibi durumlar üzerinden gelişiyor. Aşk, bu filmde sahici biçimde yansıyor perdeye. Film, “aşk için ölüm bile göze alınır” diyor sanki. Film, Hollywood’un Macar kökenli ünlü senaristi Joe Eszterhas’ın hikâyesinden yola çıkmış aslında. Eszterhas, 1944 yılında Macaristan’da doğdu. Onun adını senarist olarak ilk önce, Norman Jewison’ın 1978 yapımı “F. I. S. T – Kamyoncu” filminin ortak senaristi olarak duymuştuk. Eszterhas, ortak senarist olarak Adrian Lyne’ın 1983 yapımı müzikal “Flashdance” filmine de katkıda bulundu. Eszterhas, Costa-Gavras’ın 1988’de “Betrayed-İhanet” ve 1989’da “Music Box-Müzik Kutusu” filmlerinin senaryolarını da yazmıştı. Ama, en çok da Paul Verhoeven’ın 1992 yapımı “Basic Instinct-Temel İçgüdü” filmiyle hatırlanıyor Eszterhas. Budapeşte’de 1970 yılında doğan yönetmen Goda, ülkemizde tanınmıyor. Filmin görsel estetiği de gerçekten çok çarpıcı. Budapeşte sokaklarının ve caddelerinin derinlikli görüntüleri sinema sanatı yönünden heyecan veriyor sanatseverlere. Bir trajik tarihe tanıklık etmek isteyenler ve politik sinemayı sevenler bu filmden etkilenebilirler. Görülmeli.

(14 Ekim 2009)

Ali Erden

[email protected]

16 Ekim 2009 Haftası

“Coco Chanel & Igor Stravinsky: Büyük Aşk”ta, “99 Francs” ile tanıdığımız, 1964 Hollanda doğumlu Jan Kounen, 20. yüzyılın radikal moda ikonu / Chanel No.5 adlı efsanevi parfümün kâşifi modacı (1883 – 1971) ile yenilikçi / çarpıcı eserlerin yaratıcısı Rus besteci (1882 – 1971) arasındaki coşkulu ilişkiyi, estetiğin zirvesinde bir sinema, tam bir ‘olgunluk dönemi’ yapıtı olarak karşımıza getiriyor. Uzunca ilk bölümde yer alan, bestecinin “Le sacre du printemps” adlı sahne eserinin 1913’teki Paris galası bile küçük bir başyapıt gibi… Tarihin en büyük başarısızlıklarından biri olan skandal galada seyirci koltuğunda oturan Chanel’in, henüz görmeden, eseri aracılığıyla Stravinsky’e duyduğu hayranlık, devrim sonrası Fransa sürgününde, onu ve ailesini kırsal alandaki büyük evinde konuk etmesine kadar uzanan sürecin başlangıcı olacaktır. Diyaloglardan olabildiğince arındırılmış, görsel ve işitsel doygunlukta, üstün nitelikleri olan bir film bu. Anna Mouglalis (Chanel) ve Mads Mikkelsen (Stravinsky) hayli patetik… Bestecinin, gerçek bir asilzade gibi davranan karısı rolünde, yer aldığı sahneleri ele geçiren Rus oyuncu Yelena Morozova ise yüreğinizin en hassas yerine dokunuyor.

“Kara Büyü”, cehennemden çıkagelerek lânetlenmiş insanların ruhlarını alan karanlık güçlerle pek içli dışlı olan yönetmen Sam Raimi’nin, “The Evil Dead”den izler taşıyan ve -ne yalan söyleyelim- bazı anlarda iliklerimize kadar ürperdiğimiz, tanıtımlarında vaat ettiklerini fazlasıyla sunan korkusu: Siz siz olun, göreviniz ne olursa olsun, yaşlı ve çirkin kadınlardan yardımlarınızı asla ama asla esirgemeyin!

“Nefes”e farklı bakış açılarıyla yaklaşmak olası. Ben yüreğinizle, her tür siyasi düşünceden arındırılmış şekilde, sadece insan olarak yaklaşmanızı öneririm. Eğer böyle yaklaşırsanız, 1993 yılında, Güneydoğu’daki bir dağ başında genç insanların, analarını, babalarını, sevgililerini, bacılarını, karılarını, çocuklarını, sıcak yuvalarını bırakıp, o vatan toprağından bayrağın indirilmemesi için her an son nefeslerini vermeye hazır (ya da çok da hazır olmayan) genç insanların ölümlerinin ağırlıklarını hissedeceksiniz.

Ey seyirci; ölüm, özellikle genç ölüm çok ama çok ağırdır. Bu film, en gerçekçi düzlemde bu ağırlığı hissettiriyor: O toprak için son nefesini vermek… Yukarıya, insan ruhlarıyla birlikte coşan bulutların arasına karışmak çok basit, anlıktır; ıslık gibi sesten sonra kafana yediğin bir kurşunla hemendir! Ama çok ağırdır be; dayanılır gibi değildir!

21. yüzyılda artık genç ölümler olmasın diye anlatmak, yüreklere çakmak gerek ağırlıklarını. Bu film işte bunu başarıyor… Bir yönetmenlik başarısı olduğu kadar bir yapım başarısı da… Orkestra için yazılmış müzik ise harika!

“Özgür Woodstock”, 15 – 18 Ağustos 1969 tarihlerine ve “barışın / müziğin 3 günlük festivali”ne geri dönerek, nasıl olup da, New York – Bethel, Beyaz Göl’de gerçekleştirildiğinin, ‘özgürlüğün parasal ilişkileri’nin ve tüm bir hazırlık sürecinin izini sürüyor. Protesto kültürünün bu tarihe kazınmış fenomeni, usta bir yönetmenlikle, kameralar ana karakter Elliot Tiber’in çevresinden ayrılmadan aktarılıyor. Tam bir belgesel lezzetinde, eğlenceli, dinamik, capcanlı… Aynen sevişerek, ‘uçarak’, müzikle coşarak, Uzakdoğu’yu cehenneme çevirenlere ve ayrımcılara isyan eden gençler gibi. Seyirci için gerçek bir uyarıcı diyebiliriz.

“Yukarı Bak”ın yaratıcıları, yüksek bütçeli, 3 Boyutlu bir bilgisayar animasyonu için risk alarak, başkahramanlarını, yakışıklı, güçlü, güzel, çekici karakterler olarak değil, memnuniyetsiz / inatçı yaşlı adam ve tombik çocuk olarak belirleyip, ikisinin, balonlar marifetiyle uçan bir evle gittikleri Güney Amerika’daki maceralarını öykülemişler. Sonuç, tam bir başarı! Çünkü bilirsiniz, alıp başını gitmeyi, herkes zaman zaman düşlemektedir; işte dakikalar ilerledikçe çok sevdiğiniz bu iki tatlı tip, birbirlerine cesurca sahip çıkan, yaşama ve doğaya karşı dürüst bu iki sevimli insan, izleyene rehberlik edip, düşlerini yaşatmakta… Asıl büyük serüvenin, görmesini bilenler için, en yakında, sıcak bir yuvanın içindeki mutlulukta saklı olduğunu düşündürterek tabii.

“Zafer Çocukları”, 1956’da, SSCB destekli hükümete karşı ayaklanan ve sonra çok sert biçimde bastırılıp dağıtılan Macar halk hareketinin 50. yıldönümünde çekilmiş, ünlü Joe Eszterhas’ın senaryo ortağı olduğu, klâsik öykülemenin tüm gereklerini yerine getiren, sağlam yapılı, oldukça gösterişli bir film. Tüm ailesi gizli polis teşkilâtınca öldürülmüş, hareketin önde gelen ‘savaşçı’sı Viki ile Ulusal Su Topu oyuncusu Karcsi’nin aşkı, olayların merkezinde ve klâsik sinemanın izdüşümü de, aynı yıl Melbourne’da yapılan Olimpiyat Oyunları’nda, Macar takımının SSCB takımını hezimete uğratarak, tüm dünyaya anlamlı bir mesaj vermesi ile tamamlanmakta: Bu tarz sinemayı sevenler için kaçırılmaması gereken bir fırsat.

(13 Ekim 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

“Başka Dilde Aşk” ya da Aşkın Dili

Metalaştırılmış insan ilişkileri ve matematiksel hesaplarla kurgulanmış aşk ilişkilerinin alabildiğince yaygınlaştığı ve neredeyse aşk kavramının ince hesaplarla yapaylaştığı çağımız anlayışını çürüten İlksen Başarır imzalı “Başka Dilde Aşk” filmi iki aşk tutkununun kendilerine ve topluma karşı yürüttükleri tersine yolculuğun fotoğrafını çekiyor.

Devam eden 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali yarışma filmlerinden İlksen Başarır imzalı “Başka Dilde Aşk” festival kapsamındaki galasıyla ilk kez seyirci karşısına çıktı. İlk filmiyle festivalin en iddialı yapımlarından birine imza atan Başarır, toplumsal ve bireysel ön kabûllere en çok kurban giden aşk kavramını, temel yeterlilik noktasından, yani insan olmaktan ele alarak, aynı naiflikle beyaz perdeye yansıtıyor.

Mert Fırat ile birlikte senaryosunu yazdığı filminde tam bir tersine gidişin güncesini tutan ve aşkta imkânsız diye bir şeyin olmadığını kanıtlayan Başarır, kahramanlarının her birinin kendi algıları ve kendi engelleriyle depreşmelerinin yanı sıra, toplumsal engellerle de nasıl başa çıktıklarına ışık tutuyor.

Birbirinden farklı birçok metaforu bir arada harmanlayarak her türlü engelle başa çıkmanın bir yolu olduğunu formulize etmeyi başaran film, izleyicinin kafasında da ‘aslalar’ ve ön kabûller konusunda önemli soru işaretleri yaratıyor. Bir çağrı merkezinde zor şartlarda çalışan Zeynep’in aşık olduğu sağır ve dilsiz Onur ile iletişimini yer yer komik bazen de trajik göstergelerle elekten geçiren yapım, karakterlerin yapıntılandırılmasındaki tutarlılıkla da dikkat çekiyor.

Bir arkadaşının doğum günü partisine gittiği sırada Zeynep’le tanışan Onur konuşamadığı ve duymadığı için babası tarafından sürekli horlanmış ve hakir görülmüştür. Konuşmaya çalışırken çıkardığı tuhaf sesler nedeniyle babasının kendisinden utanması ve diğer insanların tuhaf davranması üzerine artık hiç konuşmayan Onur, grafik tasarımcısı olmasına rağmen kütüphanede çalışmaktadır. Zeynep çalıştığı çağrı merkezinin şefi Aras ile bitirdiği ilişkisinin ardından Onur’a aşık olur ve herkesin beklentilerini boşa çıkararak değişmeye başlar. Onur’la anlaşabilmek için işaret dili öğrenen ve yaşadığı dönüşümden sonra bu kez etrafındakilerin ve yaşadığı toplumun kurallarıyla uğraşan Zeynep, adeta imkânsızı başarır ve herkesin beklentilerini de boşa çıkarır.

Onur, Zeynep’le olan beraberliğiyle birlikte yeniden konuşabilme konusunda kendi engelleri ve annesinin yaklaşımlarıyla uğraşırken seyirciye adeta ders verir. Öykünün bir diğer kahramanı Kâmuran ise başından geçen bir olay nedeniyle evden hiçbir şekilde dışarı çıkmamaktadır. Sokakla bağlantısını kesen Kâmuran, aslında günlük yaşamımızda maruz kalma ihtimalimizin her daim yüksek olduğu basit olayların nasıl ağır sonuçlar doğurabileceğine de işaret ediyor. Aile, iş ve aşk ilişkileri ekseninde seyirciyi yolculuğa çıkaran film, ‘moda ilişkiler’ gerçekliğini de yerle bir ediyor.

Başrollerini Mert Fırat, Saadet Işıl Atasoy, Lale Mansur ve Emre Karayel’in paylaştığı Dram türündeki film, Hüseyin Karabey’in “Gitmek” filmindeki tersine yolculuğuyla insanın imkânsız olan karşısındaki tutarlı duruşun meyvelerinin adresini gösterirken, Çağan Irmak’ın “Issız Adam” filmindeki dingilik ve bireyin kendi içindeki devinimiyle olan irtibat noktalarına temas etmesiyle ise, kişinin içinden gelen sesi dinlemesiyle karşılaşacağı sonuca işaret koyuyor. Aralık ayında gösterime girmesi beklenen film, Türkçe olmasına rağmen, Türkçe alt yazı ile gösterilmesiyle de engellilere önemli bir imkân sunuyor. Kişinin engelinin kendisiyle mi yoksa bizim ona çıkardığımız engellerle mi âlâkalı olduğu ironisini baştan sona kadar diri tutan yönetmen, mekân seçimleri, müzik ve görüntülerdeki paralel gidişle de seyirciye sahici bir emek sunuyor.

FİLMİN KÜNYESİ
Yönetmen: İlksen Başarır
Senaryo: İlksen Başar, Mert Fırat
Tür: Dram
Süre: 138 dakika.
Oyuncular: Mert Fırat, Saadet Işıl Atasoy, Lale Mansur, Emre Karayel, Timur Acar, Ayten Uncuoğlu, Metin Coşkun, Şebnem Köstem, Tuğrul Tülek, Tuna Karlı.
2008-Türkiye

(12 Ekim 2009)

İsmail Yıldız

Cansel Elçin ile “Kampüste Çıplak Ayaklar”

Fransa’da başlayan tiyatro yolcuğu, ilk kısa filmi Papillon, 2000’li yıllar boyunca rol aldığı birçok Fransız filmi, Ferzan Özpetek ile Harem Suare deneyimi ve bir manevrayla Türkiye’ye geliş…

Ardından Yağmur ve Durul Taylan biraderlerin Küçük Kıyamet’iyle Türk sinemasında dikkatleri üzerine çeken Cansel Elçin, Kırık Kanatlar ve Hatırla Sevgili dizilerindeki başarısıyla artık tüm Türkiye’nin tanıdığı bir oyuncu oldu.

Bizler Elçin’in yeni sezonda nerelerde rol keseceğini merakla beklerken, o çoktan önlüğü geçirip işin mutfağına geçmiş bile… Yönetmenlik, senaristlik, yapımcılık derken her taşın altına el atan Elçin, oyunculukla yönetmenliğin birbirini beslediğini düşünüyor.

Uzun zamandır hayalini kurduğu filmini gönlünce çekmek için Kiproko filmi kuran Cansel Elçin’in yönetmenliğe geçişi münasebetiyle yaptığımız söyleyişi paylaşıyoruz…

*****

Türkiye’nin en beğenilen oyuncularından birisiniz… Özellikle Hatırla Sevgili dizisi ile çok daha geniş kitlelere ulaştınız… Tam da bu noktada kamera arkasına geçmek cesaret işi… Sizi yönetmen olarak görmeye devam edecek miyiz?

Evet, oyunculuğun yanı sıra yönetmenliği de daha farklı projelerle sürdürebilirim. Ayrıca oyunculukla yönetmenliğin birbirini beslediğini düşünüyorum. Kamera arkasında oyuncu olmanın avantajını yaşıyorsunuz. Çünkü beklentileri biliyorsunuz.

Bir kitap okuyup filmin storyboardunu çizmeye başladığınızı söylediğinizi duymuştum. Bu süreçten bahseder misiniz?

Bunun temeli aslında iki buçuk sene önce Meltem İnan’la tanışıp, bana verdiği Yeni Bir Şiva romanını okumamla başladı. Biraz Amelie tadında, içinde sevgi, fedakârlık, arkadaşlık olan bir hikâyeydi. ”Ben bunun filmini çekebilir miyim?” diye düşündüm ve senaryo aşamasına başladık. Senaryoyu yazdıktan sonra filmi görmem gerekiyordu. Bu yüzden bir storyboard çıkardık. 500 plânlık bir storyboard… Filmin storyboard’ını laptopta müzikle beraber izleyince, filmi kafamda canlandırdım ve ”Ben bu filmi çekebilirim.” dedim. Filmde Hindistan, Fransa, Alp Dağları, tren içi, uçak içi gibi maliyeti yükselten mekânlar fazla olduğundan, yapımcıların ikna olması zor görünüyordu. Bir de filmi tamamen istediğim mekânlarda, istediğim castla ve ekiple özgürce çekmek istiyordum. Bu yüzden filmin yapımcılığını kendim yapmaya karar verdim ve Kiproko Film kuruldu. Kültür Bakanlığı’ndan destek almamız da bize çok yardımcı oldu. Bir buçuk senelik bir ön hazırlık döneminden sonra, Hindistan çekimleri ile başladık; Fransa ile devam ettik.

Papillon isimli bir kısa filminiz var, ondan bahseder misiniz? Genellikle yönetmenlerin kısa metraj filmleri, uzun metraja geçtiklerinde referans alınır ve benzerlikler taşır… Papillon ile Kampüste Çıplak Ayaklar’ın benzerlikleri var mı?

Papillon, senaryosu bana ait olan kısa metrajlı bir komedi filmi… 2003 yılında Fransa’da çektim, daha sonra burada da çeşitli festivallerde gösterildi. Kendisi de oyuncu olan bir arkadaşımın başından geçen ve engellileri konu alan bir hikâyeye mizahi bir anlayışla yaklaştım. Kampüste Çıplak Ayaklar da içinde durum komedisi barındıran bir film ama birçok yönüyle farklı… Öncelikle bu, Meltem İnan’ın Yeni Bir Şiva adlı bir romanından uyarlanan bir film… Dolayısıyla, senaryo hem kitaba sadık kalmalı, hem de benim bakış açımı yansıtmalıydı. Çünkü bir romanı okuduğumuz zaman hepimizin aklında farklı hikâye beliriyor. Yaşamlarımızla âlâkalı…

Deniz sevmediği bir bölümde okuyor, sinemaya ilgisi var, biz bunu arkadaşlarının -sürekli “Bu yıl kısa film yarışmasına katılıyorsun değil mi” ya da “Filmini çekiyorsun değil mi”- sözlerinden anlıyoruz ama filmde somut bir şekilde sinemayla olan bağını göremiyoruz çünkü sürekli bir aşkın peşinden koşuyor… Hatta bu aşk sinema tutkusundan da önde… Deniz’in sinema yolculuğu biraz da tesadüflerle ilerliyor sanki… Sevgilisi ona geri dönse, Şiva’nın sihirli dokunuşları olmasa belki çok daha farklı bir yola gidecekti…

Belki de… Tercihlerle ilgili diye düşünüyorum. Deniz’in idealleri var ama aklından çıkaramadığı bir aşkı da… İlk tercihini aşktan yana yapıyor. En azından gerçeklerle yüzleşene kadar aşkının peşinden gidiyor… Burada ‘aşk için nereye kadar gidebilirsin, fedakârlık edebilirsin’ durumu da var biraz…

Umutsuzca eski sevgilisinin peşinden koşan ve gerçekten istediği şeyleri hep geri plâna atan Deniz, romantik filmler izleyip beyaz atlı prensini yanlış yerlerde arayan Ebru ve diğerleri… Ülke sorunlarında uzak ve kendi dünyalarında yaşayan ve bocalayan üniversitede öğrencileri… Günümüz Türkiye’sinden bir üniversite gençliği tablosu… Böyle bir mesaj kaygısı mı taşıdınız?

Aslında filmi çekerken bir mesaj kaygısı taşımadım. Sadece yollarını bulmaya çalışan ve bocalayan bir grup gencin, bir dış etkenle (Şiva) geçirdikleri değişim ve olgunlaşma sürecini anlatmak istedim. Ama bu biraz da izleyicinin bakış açısıyla değişebilir. Filmi hangi duygularla izlediğinize de bağlı… Yorum seyircinin artık…

Hint Mitolojisi sizin için ne ifade ediyor?

Hint Mitolojisi filmde Şiva’nın anlattığı küçük, sembolik hikâyelerde karşımıza çıkıyor sadece ama renkli ve eğlenceli olduğu kadar, filmin anlatmak istediklerini desteklediği için de ilgimi çekti… Meselâ, hikâyelerin birinde anlatılan dört kollu tanrı Vishnu, kollarının her biriyle farklı değerleri simgeliyor. Bilgelik, farkındalık ve insanın kazandıklarını çevresindekilerle paylaşması, yardımsever olması…

Şiva’nın sırrı filmin kırılma noktası… Biz bu sırrı filmin başında öğreniyoruz…

Filmin sonunda klişe bir sürpriz sahne kullanmaktansa, Şiva’nın durumunu en başından seyirciyle de paylaşmak, yaşananları o bilinçle seyretmek, durumu daha enteresan kılıyor ve filmi didaktik bir anlatımdan uzaklaştırıyor diye düşündüm.

Kampüste Çıplak Ayaklar ilk uzun metrajınız ve sizin için çok özeldir ancak objektif bir şekilde baktığınız zaman eksik bulduğunuz ya da içinize sinmeyen tarafları var mı?

Tabiki her zaman daha iyisinin olabileceğini düşünüyorsunuz ama bunun bir sonu yok…

Filmle ilgili gelen bazı olumsuz eleştiriler sizi rahatsız etti mi? Eleştirileri önemli bulup dikkate alıyor musunuz, yoksa ‘okumuyorum bile’ diyenlerden misiniz?

Filme farklı yaklaşımlar olması doğal… Olumlu veya olumsuz her türlü yapıcı eleştirinin işimizi geliştirmenin önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum ve açığım. Yeter ki fikir veren, düzeyli eleştiriler olsun… Sonuçta büyük emeklerle bir proje ortaya çıkarıyorsunuz…

(12 Ekim 2009)

Gizem Ertürk