Kategori arşivi: Yazılar

12 Haziran 2009 Haftası

“Adamım Benim”, erkek erkeğe arkadaşlık ve erkeklerin dostluğu üzerine kurulu, doğaçlamaların ve bazılarına iğrenç gelebilecek komikliklerin bolca olduğu, öncelikle Kuzey Amerika seyircisi için yapıldığı çok belli, bize tuhaf gelebilecek bir güldürü. Tuhaf, çünkü hikâyenin çıkış noktası, evlenme arifesindeki bir erkeğin sağdıcı olabilecek hiç erkek arkadaşı olmadığını fark etmesi ve birini araması üzerine kurulu. Yani bizimki gibi toplumlarda neredeyse hiç rastlanmayacak bir durum!

“Aşk Ateşi”, yazgının tesadüfleri marifetiyle ‘parçalanan yaşamlar’ı parça parça bir tahkiye ile yazan ve sinemaya böylece “Paramparça: Aşklar Köpekler”, “21 Gram”, “Üç Defin”, “Babel” gibi filmleri kazandıran senarist Guillermo Arriaga’nın, bu kez kendi yönetiminde, aynı tekniğin farklı bir versiyonunu kullanarak anlattığı ‘sevgi arayışı, vicdan azabı ve parçalanmışlık’ hikâyesi olarak özetlenebilir. Diyaloglardan ziyade, görüntü dili ile oyuncu performanslarına ağırlık verilmesi, görüntü yönetiminde ikisi de Oscar’lı ustalar, Robert Elswit (“Kan Dökülecek”) ve John Toll’un (“Legends of the Fall”, “Braveheart”) varlıkları, filme değer katan özellikler. Arada bir ‘boşluklar’ söz konusu olsa da, izleyen için önemli bir sorun teşkil etmiyor.

“Hain”, ABD’nin yeni yüzü olan Başkan Obama’nın mesajlarına paralel biçimde, dinler arası diyalogun/uzlaşının gerekliliği ve kutsal kitaplardaki “öldürmeyin” emrine inanan her din mensubunun terörle mücadele etmesi zorunluluğu gibi mesajlarla, Hollywood’un bir kesiminin kullandığı bildik formülleri kusursuzca uyguluyor: Hızlı bir öykü trafiği, büyük bir terör olayını engellemeye yönelik tehlikeye atılan iki adam, Hıristiyan FBI ajanı ile örgütün içine sızmış eski ordu mensubu Müslüman ABD vatandaşının finaldeki uzlaşısı vs, vs… Her gün bir milyar insanın açlıkla mücadele ettiği dünyada, kapitalist ekonomilerin acımasızlığı devam ettikçe, ne Obama’nın, ne de bu filmin vurguladıklarının, bilinçli hiçbir dünya vatandaşı ve seyircinin karamsarlığını gidermeyeceği açık!

“Kuzey”, adı üzerinde… Kör edici derecede beyazlığın içindeki yalnızlığına son vermek için daha da kuzeye yolculuk yapan ruhsal çöküntü içindeki genç adamın, karşılaştığı insanların sorunlarıyla tanıştıkça yaşamak denilen mucizeyi idrak etmesi üzerine kurulu, küçük ve sağlam bir Norveç filmi. Geniş perdede izlemek gerek.

“Lanetli Ev”, çok eskiden cenazelerin hazırlanması ve ruh seansları için kullanılan, şimdilerde ise içindeki gizli bölmelere saklanmış ölülerin ‘diğer tarafa’ geçememiş ruhlarının öfkesiyle enerji yüklenmiş bir müstakil eve -mecburen- taşınan, büyük oğullarının kanser hastalığıyla mücadele eden ailenin gerçek öyküsü. Doğaldır ki, boyutları büyütülmüş bir korku. Önemlisi de, bazı anlarda gerçekten de tırstığınız korkunun içine işlenmiş dramın, gözlerinizden yaşlar akıtacak denli etkili olması… Oyuncuların seçimi, performans ve uyumları kusursuz; dünyanın en güzel saçlarına sahip kadınlarından biri olduğunu düşündüğüm Virginia Madsen ise, özel hayranlığımdan dolayı belki, daha da kusursuz.

(08 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Sinemanın Sert Adamı: Charles Bronson

Litvanya kökenli Charles Bronson, sinemada elinden tabancayı hiç düşürmedi ve sert karakterlere hayat verdi. 2003 yılında 82 yaşında ölen Bronson, 1970’li ve 80’li yıllarda kendisinin önde olduğu filmlerde çalıştı. Sanat hayatı boyunca da televizyona hiç uzak durmadı. Zaman zaman geçmişin önemli ve büyük sanatçılarını anmak iyi olacak.

Charles Buchinsky, yani sinemadaki adıyla Charles Bronson 3 Kasım 1921’de Pennsylvania’da doğdu. Litvanya Tatarlarından olan Bronson, 30 Ağustos 2003’te Los Angeles’ta öldü. Ailesi genişti ve 14 kardeşi vardı. Babası madencilik yaparak bu geniş aileye bakıyordu. Sert ve yorgun yüzlü Bronson, Türkiye’de 1970’li yıllarda çok popüler bir aktördü. Aslında sinema geçmişi eskiye dayanan bu sinemanın sert yüzü, Henry Hathaway’in Gary Cooper’ı başrolde oynattığı 1951 yapımı siyah-beyaz deniz komedisi “You’re in the Navy Now” (Şimdi Denizci Olduk) filmiyle sinemaya adım attı.

Adı Bronson olacak

İlk dönemlerinde Charles Buchinsky ya da Buchinski adını kullandı çoğunlukla Bronson. İkinci rollerde görünse de önemli yönetmenlerin iyi filmlerinde oynadı. 1952’de George Cukor’un “Pat and Mike-Pat ve Mike” filminde Katharine Hepburn’le Spencer Tracy’ye eşlik etti. 1954 yapımı bir Robert Aldrich filmi olan ve Burt Lancaster’ın başrolünde olduğu ünlü western filmi “Apache-Asi Cengaver”de Hondo karakteriyle jeneriklerde de yukarıya doğru çıkmaya başladı. Ama, adı hâlâ Buchinsky’ydi afişlerde. Yine aynı yıl Aldrich’in bir başka filmi “Vera Cruz-İstiklâl Kahramanları” adlı westerninde de boy gösterdi. Henry Hataway’den sonra Robert Aldrich’in de gözdesi olmuştu Bronson. “İstiklal Kahramanları”nın başrollerinde iki büyük oyuncu vardı, Burt Lancaster ve Gary Cooper. Bu filmin final bölümündeki Lancaster-Cooper düellosu akılda kalıcıydı, öncelikle stilize çekim açılarıyla. Filmin hikâyesi de 1866’daki Meksika’daki isyanda geçiyordu. John Sturges’in 1964 baharında Türkiye’de gösterime giren 1960 yapımı “The Magnificent Seven-Yedi Silahşörler” westerniyle artık sinemada sağlam bir yer edinmeye başladı Bronson. Film, Akira Kurosawa’nın 1954 yapımı “Shichinin no Samurai-Yedi Samuray” filminden “vahşi batı”ya uyarlanmıştı. Elbette Yul Brynner ve Steve McQueen filmin lokomotifiydi. John Sturges’ın 2. Dünya Savaşı’nda Nazi hapishanesindeki bir kaçışı anlatan 1963 yapımı “The Great Escape-Büyük Kaçış” filminde Bronson sakin görünümlü “tünel kralı” Teğmen Danny Velinski’yi oynuyordu. Paul Brickhill’in romanından uyarlanan filmde tünel kazıp kaçma sahnelerinin yanında Steve McQueen’in final bölümünde motosiklet gösterisi de akılda kalıyordu. Sturgess’ın bu filminde Bronson ve McQueen’in yanında James Garner ve James Coburn gibi önemli oyuncular da vardı.

Sydney Pollack’ın Robert Redford’u başrole çıkardığı 1966 yapımı “This Property is Condemned-Lanetli Kadın” filminde “kötü adam”ın sınırlarında gezinen, ama Nathalie Wood’un hayat verdiği Alva’ya sırılsıklam aşık J. J. Nichols’ı oynadı. Bu film, Tennessee Williams’ın oyunundan uyarlanmıştı. Senaryo yazarlarının arasında geleceğin ünlü yönetmeni Francis Ford Coppola da vardı. Hikâye, bezgin insanların yaşadığı istasyonu olan bir kasabada geçiyordu. Bronson’ın yolu Robert Aldrich’le bir defa daha buluştu 1967 yapımı “Dirty Dozen-12 Kahraman Haydut” savaş filmiyle. Filmin hikâyesi 2. Dünya Savaşı’nda geçiyordu. Suçlulardan oluşan bir tim, Nazilere karşı ölümcül bir mücadeye girişiyordu. Filmde kimler yoktu ki. Lee Marvin, Telly Savalas, George Kennedy, Ernest Borgnine, John Cassavetes, Donald Sutherland ve elbette Charles Bronson. Bu filmin görselliği ve kamera kullanımı klâsik savaş filmlerinin ötesinde çok çarpıcıydı. Bronson, 1968 yılında Ermeni asıllı Fransız usta Henri Verneuil’ün “spagetti western” tarzındaki “La Bataille de San Sebastian-San Sebastian’ın Topları”nda da oynadı. Başrolde Antony Quinn vardı. Filmin müziklerini de muhteşem Ennio Morricone bestelemişti. Bu filme, Humphrey Bogart’ın 1955’te oynadığı Edward Dmytryk’in yönettiği, William E. Barrett’ın romanından uyarlanan “The Left Hand of God-Tanrının Sol Eli” filmini çağrıştırdığı söyleniyor, ama “San Sebastian’ın Topları” da William Barby Faherty’nin romanından uyarlanmıştı. Jean Herman’ın yönettiği 1968 yapımı “Adieu l’Ami-Elveda Dostum” aksiyon filminde Alain Delon’la başrolü paylaştı Bronson. Bu film, onun 1970’lerdeki karakterlerinin öncülü gibiydi. Bronson’ın yolu “spagetti westernin babası” Sergio Leone’yle de buluştu 1968 yılında. Leone’nin “Bir Zamanlar Batıda” adıyla da bilinen “Once Upon a Time in the West-Batıda Kan Var”da “Mızıkacı”yı oynadı Bronson. Filmin başrollerinde Henry Fonda’yla güzeller güzeli Claudia Cardinale vardı. Elbette önemli oyunculardan Jason Robards da. Bu filmin tren istasyonundaki açılış sahnesi sinemanın en muhteşem anlarındandı. Elbette fonda yine muhteşem Ennio Morricone’nin müzikleri duyuluyordu. Bu film, Leone’nin yeni üçlemesinin ilk filmiydi. Devir değişmeye başlıyor ve trenin gelişiyle birlikte “vahşi batı”da sosyal hayat da gelişmeye başlıyor. Üçlemenin diğer iki filmi 1971 yapımı “A Fistful of Dynamite-Yabandan Gelen Adam”la 1984 yapımı “Once Upon a Time in America-Bir Zamanlar Amerika”ydı.

70’li yıllarda star

1970’li yıllar Bronson’ın yıllarıydı artık. Elinden tabancası düşmeyen Bronson’ın bu türden şiddet filmlerinde adalet işlemiyorsa kendi adaletini kendin uygula deniliyordu genelde. Faşizan filmlerdi. 1978’de “Superman-Süpermen” filmini çeken Richard Donner, Bronson’la 1970 yılında “Twinky” adıyla da bilinen “Lola” adlı bir romantik-erotik filmi yaptı. Filmde, pornografik romanların yazarı Scott, kendisinden hayli küçük bir genç kız Lola’yla ilişkiye giriyor. Fransız ve İtalyan filmlerinde sıkça görünen Bronson, 1970 yapımı René Clément’ın “Le Passager de la Pluie-Yağmurla Gelen Adam” filminde Harry karakterindeydi. Bu film Türkiye’de 1972 yılının son ayında gösterime girmişti. Filmde Bronson’ın hayatının kadını Jill Ireland da oynuyordu. Çift, 1968’de evlenmiş ve mutlu beraberlikleri Jill Ireland’ın 1990’daki meme kanserinden ölümüne kadar sürmüştü. Fonda Francis Lai’nin muhteşem müzikleri de duyuluyordu. Hikâye, Fransa’nın güneyinde geçiyor. Otobüsten çantalı ve gizemli bir yabancı iner. O sırada yağmur da yağıyor. Genç ve güzel Mellie, bu gizemli yabancı tarafından tecavüze uğruyor. Türkiye’de çekilen Peter Collinson’ın yönettiği, başrollerinde Tony Curtis’le Charles Bronson’ın olduğu filmde Fikret Hakan, Salih Güney, Aytekin Akkkaya’nın da oynadığı 1970 yapımı “You can’t Win ‘Em All-Paralı Askerler”, 1. Dünya Savaşı’nda geçiyordu. İtalyan Sergio Sollima’nın yönettiği yine 1970 yapımı suç-aksiyon filmi “Città Violenta-Vahşet Şehri”nde de oynadı Bronson. Filmin çarpıcı araba takip sahneleri akılda kalıcıydı. Bronson, yanında Jill Ireland’la beraber beyaz Mustang arabasıyla peşlerindeki kırmızı arabadan kaçıyorlardı bu nefes kesici kovalamaca sekansında. Nicolas Gessner’ın yönettiği 1971 yapımı “Quelqu’un Derrière la Porte-Kapının Arkasında Biri Var”da Bronson başrolü Anthony Perkins’le paylaşmıştı. İlk üç “007 James Bond”un yönetmeni olan Terence Young’ın 1971 yapımı “Le Soleil Rouge-Kırmızı Güneş” westerninde “kötü adam” Alain Delon’la karşılıklı oynadı Bronson. Bu filmde Ursula Andress, Toshirô Mifune ve Capucine de rol aldılar. Bu “vahşi batı” filminde Japon samurayları da vardı. 1977’nin kışında oynayan yine Terence Young’ın yönettiği 1972 yapımı “The Valachi Papers-Mazisini Satan Adam”, Francis Ford Coppola’nın “The Godfather-Baba” filminin etkisinde yapılmış bir mafya filmiydi, ama iyiydi. Bu filmde başrolü eşsiz Lino Vantura’yla paylaştı. Bronson 1970’li yıllarda Terence Young’la birçok film yaptı. Bronson’ın yolu sonunda Michael Winner’la buluştu ve Terence Young’ın ardından Michael Winner’la peş peşe filmler yaptı. 1972 yapımı “Chato’s Land/Çato-Devler Ülkesi” westerninde bir kızılderiliyi, Apaçi Çato’yu oynadı. Winner-Bronson işbirliğinin diğer filmi 1972 yapımı “The Mechanic-Mekanik”, bir suç-gerilimiydi. Bu filmin giriş bölümü de sinema tarihine girmiştir, çünkü neredeyse on beş dakika hiç konuşma yok filmde. Winner’ın yönettiği 1973 yapımı “The Stone Killer-Taş Yürekli Katil” John Gardner’ın romanından uyarlandı. Bir polis mafyaya savaş açıyor bu filmde.

Bronson, 1973’te John Sturgess’in Duilio Coletti’yle ortak yönettiği “Wild Horses/Valdez, il Mezzosangue-Vahşi Melez” westerninde de oynadı. Bronson’ın oynadığı Chino Valdez, yalnız bir kovboy ve damızlık at yetiştiren biriydi. Melez olduğu için ırkçılıkla karşılaşır hep. Kaçak bir genç Jimmy yanına sığınır ve Chino ona bildiklerini öğretir sonraları. Bronson, 1974’te yönetmen Winner’la ünlü “Death Wish” filmini yaptı. Beş filmlik bir seriye dönüşen “Death Wish”, bir daha buralara uğramadı. Türkiye’de “Yara” adıyla gösterilen bu ilk film Brian Garfield’ın romanından uyarlandı. Kore Savaşı gazisi mimar Paul Kersey’nin eşini öldürürler ve kızına da tecavüz ederler. Adaletten umudunu kesen Paul, kendi adaletini uygular. Yani katillerin peşine düşer ve onları avlar. Tom Gries’in yönettiği 1975 yapımı “Breakout-Firar”, Türkiye’de 1983 yılında gösterime girmişti. Robert Duval’ın oynadığı Jay, büyükbabasını (büyük yönetmenlerden John Huston) öldürmekten Meksika hapishanesinde otuz yılı aşkın hüküm giyer. Bronson’ın canlandırdığı Teksaslı bir pilot Nick, Jay’i hapisten kaçırır. Havaalanındaki final sahnesindeki şiddet vahşiydi. “Firar” filmi, gerçek bir olaydan sinemaya uyarlanmıştı. Bronson’ın yolu yönetmen Walter Hill’le de buluştu. Hill’in ilk filmi de olan 1975 yapımı “Hard Times-Çıplak Yumruk”, 1930’ların ekonomik bunalım yıllarında geçiyordu. Filmde James Coburn de yer alıyordu. Sokak dövüşçüleri gibi eldiven takmadan boks yapılıyordu filmde. Garaja benzer bir mekândaki final sahnesinde dövüş anları akılda kalıyordu. Filmin yönetmeni Walter Hill’i 1978 yapımı “The Driver-Sürücü”, 1980 yapımı “The Long Riders-Uzun Sürücüler”, 1982 yapımı “48 Hrs-48 Saat”, 1989 yapımı “Johnny Handsome-Yakışıklı Johnny” filmlerinden hatırlayabilirsiniz. 1979’da Türkiye’de gösterime giren J. Lee Thomson’ın 1977 yapımı “The White Buffalo-Azgın Boğa” westerninde Bronson, bufalo avcısı Bill Hickok’u canlandırdı. Bu filmde “platin saçlı” 1950’lilerin muhteşem kadın oyuncularından Kim Novak da Bayan Poker rolündeydi. Bu filmin ön jeneriği sürerken muhteşem bufalo karlar içinde seyirciye ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. “Kötücül” bufalo, Kızılderililere de korkular yaşatıyordu şiddetiyle. Kızılderili gelenekleri de yansıyordu filmde. 1982 kışında Türkiye’de gösterime çıkan Don Siegel’ın 1977 yapımı “Telefon” filminde Bronson Rus Albay Grigori Borzov rolündeydi. Bu film, “Soğuk Savaş” döneminden kalma bir casusluk gerilimiydi. “Aşk ve Mermiler” adıyla da bilinen 1979 yapımı “Love and Bullets-Korkusuz”a büyük yönetmenlerden John Huston başlamıştı, usta yönetmenlerden Stuart Rosenberg tamamlamıştı filmi. Sinemaseverler 2007’de ölen yönetmen Stuart Rosenberg’ü iki hapishane filmi, 1967 yapımı “Cool Hand Luke-Parmaklıkların Arkasında” ve 1980 yapımı “Brubaker”le hatırlayabilirler. “Korkusuz” filmi, genel olarak pek beğenilmedi eleştirmenler ve seyirciler tarafından. Filmin en güzel taraflarından birisi fonda duyulan Lalo Schifrin’in müzikleriydi. Filmde sinemanın en muhteşem “kötü adam”larından Henry Silva, Vittorio Farroni karakteriyle görünüyordu.

Gerileme 80’lerde

Peter R. Hunt’ın 1981 yapımı “Death Hunt-Ölüm Avı”, eski zamanlarda kalmış ve bir daha Hollywood’da olmayacak filmlerdendi. Bronson, başrolü bir başka büyük oyuncu Lee Marvin’le paylaştı bu filmde. “Ölüm Avı”, 1930’lu yıllarda Kanada’nın Yukon bölgesinde yaşanmış gerçek bir hikâyeden yola çıkıyordu. Bronson, 1983 yılında J. Lee Thompson’ın kendi hikâyesinden çektiği “10 to Midnight-Geceyarısına 10 Kala” geriliminde kadın düşmanı seri cinayetler işleyen bir katilin peşindeki polis Leo Kessler’i canlandırdı. Bu film, Bronson’ın 80’lerdeki en iyi filmi olarak değerlendiriliyor. 1984’te yine J. Lee Thompson’la “The Evil That Men Do-İçimizdeki Şeytan” gerilim filmini yaptı. Bronson, 1960’lı ve 70’li yıllarda star olan birçok oyuncu gibi 80’li yıllarda gerileme dönemine girdi. Bu yıllarda Bronson’ın filmleri de ülkemizde popülerliğini yitirdi ve birkaç filmi dışında buralara pek uğramaz olmuştu. Aslında Bronson, popülerliği azalınca Hollywood’da da film sayısı azaldı. Televizyona ağırlık verdi. 1999’da televizyona “Family of Cops III: Under Suspicion” (Aile Polisleri III: Şüphe Altında) aksiyon-polisiye TV filmini yaptıktan sonra her şeyi geride bıraktı. Artık yorgundu. 2003 yılında da 82 yaşında hayata veda etti Bronson…

(07 Haziran 2009)

Ali Erden

Bir Büyük Oyuncu: Jimmy Wang Yu

Günümüzde unutulmuş gitmiş geçmişin Hong Kong dövüşlü filmlerinin starlarından Wang Yu, sinemadan önce şampiyon bir yüzücüydü. 1981’de cinayetten bile tutuklandı, delil yetersizliğinden beraat etti. Wang Yu’nun kızı Linda Wong da Uzakdoğu’da ünlü bir şarkıcı.

Jimmy Wang Yu… Hong Kong sinemasında karate dövüşlü aksiyon filmlerinin unutulmaz oyuncusu Jimmy Wang Yu, 28 Mart 1943 yılında Çin’in Wuxi-Jiangsu bölgesinde doğdu. Wang Yu adı, dünyada Cheh Chang’ın yönettiği 1967 yapımı “Dubei Dao/The One-Armed Swordsman-Kolsuz Kahraman” filmiyle duyuldu. Wang Yu, yavaş yavaş sinemada varlığını hissettirmeye başladı. Bruce Lee, çocukluğundan beri sinemada boy gösterse de Wang Yu’dan ilham alarak dövüşlü filmlerde oynamaya başladı. Wang Yu, birden karşısına çıkan bu rakibe hep saygı duydu, hatta aynı filmde oynamak için ikinci role bile razı oldu. Ama yolları hiç buluşamadı. Çok geçmeden Wang Yu, Türkiye’de en beğenilen Hong Konglu oyuncu oldu. Bruce Lee’ye göre daha sakin görümü, sessizliği ve kendine özgü estetik dövüşleriyle özellikle çocukların kahramanı oldu Wang Yu. 1973 yılında gösterime giren 1970 yapımı “Long hu dou/The Chinese Boxer-Kolsuz Kahramanın Oğlu”, bu karizmatik oyuncu Wang Yu’nun adını Türkiye’de duyuran film oldu. Aslında 1967’de kendisini Özcan’ın ünlendiren “Kolsuz Kahraman”la hemen hemen aynı zamanlarda Türkiye’de gösterime girdiğinden belki de hep “kolsuz kahraman” oldu buralarda Wang Yu. “Kolsuz Kahramanın Oğlu” filmi gerçekten bir fenomendi. Belki de bu filmin en etkileyici sahnesi, Wang Yu’nun altında ateş yanan ve içinde kum dolu leğene ellerini çelikleşmesi için daldırdığı andı. Belki de tüm çocuklar için en unutulmaz anlardan biriydi bu. Bu filmde, özellikle karlar altındaki dövüş sahnesi de büyüleyiciydi. Tüm perdeyi kaplayan sinemaskop görüntüler belki de en heyecan vericisiydi. Kılıçlı filmlerde erkek karakterler uzun saçlarını kafalarının üzerinde topuz yapıyorlardı. Bu aslında Uzakdoğu’da geleneksel ortak bir kültür. Dönemsel kılıçlı, dövüşlü Japon filmlerinde de bu vardı. Ağaçları elleriyle kesip biçen, masayı bir vuruşta ikiye bölen, tek koluyla salladığı kılıcıyla birçok “kötü adamı” yenen bu kahraman, birbiri ardına 1970’li yıllar boyunca filmleriyle Anadolu sinemalarını kuşattı.

Süper stardı

Wang Yu, 1965 yılında Teng Hung Hsu’nun yönettiği “Huo Shao Hong Lian si Zhi Yuan Yang Jian/The Twin Swords-İkiz Kılıç”la sinemaya oyuncu olarak girdi. Hemen dikkatleri üzerine çeken Wang Yu, çok geçmeden başrole yükseldi ve Asya’da bir “süper star” oldu. Wang Yu, yönetmenlik ve yapımcılık da yaptı Hong Kong sinemasında. 1970 yılında “Kolsuz Kahramanın Oğlu”yla ilk yönetmenlik deneyimini yaşadı. Kendi adını dünyada duyuran “Kolsuz Kahraman”a hep minnet duydu Wang Yu. 1971 yılında “Du Bei Chuan Wang/One Armed Boxer-Tek Kollu Boksör” filmini de yönetti. Wang Yu, “Kolsuz Kahraman” serisini yıllarca sürdürdü. Wang Yu, 1974 yılında “Si Da Tian Wang/Four Real Friends-Dört Kabadayı” filmini de yönetmişti. 1975 yılında Avustralya’da bir filmde de başrol oynadı. “The Man from Hong Kong-Krallar Çarpışıyor”u, Brian Trenchard-Smith’le beraber yönetti. Bu filmde estetik dövüş sahneleriyle beraber, estetik görüntüler de hemen öne çıkıyordu. Kasvetli gece çekimleri de filme bambaşka hava veriyordu. Araba kaçıp kovalamacalarının bol olduğu bu aksiyon filminde Wang Yu üzerindeki eşofmanıyla bol bol akrobatik harekeketler de yapıyordu. Ayrıca bu film, Wang Yu’nun en erotik filmlerinden biriydi de. Havada uçan, tek koluyla kılıç sallayan Wang Yu’nun bir özelliği de dövüşürken geriye doğru dirsekleriyle vuruş tekniğiydi. Bruce Lee’nin zincirli sopasına karşı o da bu tekniği geliştirmişti. Wang Yu, Japonya’da da çalıştı. 1960’lı ve 70’li yıllarda Japon sinemasının ürettiği ünlü “Zatoichi” serisinin içinde çekilen 1971 Japonya-Hong Kong ortak yapımı ve Kimiyoshi Yasuda’nın yönettiğ epizotik “Shin Zatoichi: Yabure! Tojin-ken-Tek Kollu Kahraman Kör Silâhşöre Karşı” filminde Shintaro Katsu ve Wang Yu karşı karşıya geldiler. Wang Yu bu ortak yapımda da yine tek kollu kahramandı. Elbette filmin finalindeki düello-dövüş sahnesi de nefes kesiciydi.

1980’li yıllarda popülerliği yavaş yavaş azaldı ve ikinci rollerde görünmeye başladı Wang Yu. Artık Jackie Chan dönemiydi 1980’li yıllar. Wang Yu, 1982’de “Mai Nei Dak Gung Dui”yle Jackie Chan’in başrol oynadığı filmde ikinci rolde bile oynadı. Bu ünlü oyuncu, yine aynı yıl Mel Gibson’ın başrol oynadığı ve Tim Burstall’ın yönettiği eğlenceli aksiyon-savaş filmi “Attack Force Z”de, Oshiko Imoguchi karakteriyle yine ikinci bir rolde göründü. Artık 1993 yılından bu yana filmlerde görünmüyor Wang Yu. Son göründüğü film, Çinli Shan-si Ting’in yönettiği “Qian ren zhan” adında kılıçlı-aksiyon filmiydi. Wang Yu’nun gerçek adı Wang Zheng-quan’dı ve o gerçek bir efsaneydi. Wang Yu, sinemaya girmeden önce bir yüzme şampiyonuymuş. 1981’de de cinayetten tutuklanmış, ama delil yetersizliğinden serbest bırakılmış. Wang Yu’nun kızı Linda Wong da günümüzde Uzakdoğu’da ünlü bir şarkıcı. Zaman zaman geçmişin önemli oyuncularını anmak iyi olabilir. Hong Kong sineması, geçmişin karate filmlerinden günümüzün saygın sinemasına dönüştü. Eski zamanlarda sinemadan kazanılan paralar sinemaya yatırıldı Hong Kong’da. Önce John Woo, çektiği estetik yüklü aksiyon filmleriyle Hollywood’a gitti. Ardından Wong Kar Wai geldi. Sonra da Pang kardeşler. Elbette Johnnie To da var. Wang Yu’nun bilinen birkaç filmini daha hatırlamalı: “Du Hang Da Biao Ke/The Magnificent Chivalry-Muhteşem Savaşçı” (1971), “Leng Mian Hu-A Man Called Tiger-Belanın Kralı” (1973), “Du Bi Quan Wang Da Po Xue Di Zi-Tek Kollu Boksör Uçan Giyotine Karşı” (1975), “Feng Yu Shuang Liu Xing/Killer Meteors-Öldüren Göktaşı” (1976)…

(05 Haziran 2009)

Ali Erden

Terminatör Kurtuluş (Terminator Salvation)

Terminatör Kurtuluş (Terminator Salvation)
Yönetmen: McG
Senaryo: John D. Brancato-Michael Ferris
Kurgu: Conrad Buff
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: Shane Hurlbut
Oyuncular: Christian Bale (John Connor), Sam Worthington (Marcus Wright), Moon Bloodgood (Blair), Helena Bonham Carter (Serena Kogan), Anton Yelchin (Kyle Reese), Jadagrace Berry (Star), Michael Ironside (General Ashdown)
Yapım: Columbia (2009)

Yeni kuşaklar için Hollywood’un yeniden çekmeye başladığı ‘Terminatör’ serisi, yer yer doğal olarak insanda bilgisayar oyunları tadı bırakıyor. Ama, bu filmde de eski ‘Terminatör’lerdeki gibi karanlık ve kasvetli atmosfer var.

Yönetmen McG’nin bu filmi, 2003 yılında hapishanede açılıyor. Marcus Wright, idam edilmeden önce Dr. Serena Kogan’a organ nakli için imza veriyor. Marcus idam ediliyor ve film on beş yıl ileriye, 2018 yılına gidiyor. Metal yığını Terminatörlerin şiddeti ve kaosu dünyaya kıyamet yaşatmış. Mekânlar da dışavurumcu filmlerdeki gibi çarpık ve enkaza dönüşmüş. Marcus, seyircinin karşısına yeniden çıkıyor. Şaşkınlık sürerken, Marcus, John’un gençleşen babası Kyle ve yanındaki küçük Star’la uzun bir yolculuğa çıkıyor. Direnişçi John da Terminatörleri yenmek için hazırlıklar yaparken, bir süre sonra Marcus’la karşılaşıyor. Kyle ve Star, Terminatörlere esir düştükten sonra Marcus, güzel Blair’i zor durumdan kurtarıyor ve bu defa da Blair’le yolculuğa çıkıyor. Karargâha geldiklerinde mayına basan Marcus yaralanıyor ve onun da bir robot olduğu ortaya çıkıyor. 2003 yılında elektrikli saldalyede idam edilen Marcus, başına cip yerleştirildikten sonra yeniden hayata döndürülmüş. Marcus’un amacı John’u mu öldürmek? Tam robotlaşmayan Marcus’ta insani yönler de öne çıkıyor. Patlamaların bol olduğu bu filmin final bölümünde, Terminatörleri yöneten nükleer enerjili Skynet’in havaya uçurulmasıyla insanlık kıyamet sonrası şimdilik rahat ediyor. Film, melodramatik bir sonla gelecek filmlere hazırlıyor seyircisini.

“Terminatör”ün de bir tarihi var. Tıpkı George Lucas’ın “Star Wars-Yıldız Savaşları”ndaki gibi. Bu iki çağdaş bilimkurgudaki karakterler, geçmiş, gelecek ve birçok şeyin dökümü bile yapılabilir. Kim kimdi, neydi, ne yapıyordu, şimdi o karakter var mı? Bunun gibi birçok soru. Ama Kyle Reese karakteri, James Cameron’ın 1984 yapımı “The Termintor-Terminatör” filminde de var. McG’nin filminde Kyle’ın John Connor’ın babası olduğunu anlıyorsunuz. Filmde Kyle geriye doğru yaşıyor ve oğlu John’dan daha genç. Şimdi Kaliforniya’nın valisi olan Arnold Schwarzenegger, geçmiş filmlerde “kötü adam”dı, yani bir Terminatör’dü. Terminatörler birer robot ve insanlığın en büyük düşmanlarıydılar. “Terminator Salvation-Terminatör Kurtuluş”ta başkarakterler “iyi insanlar” ve “kötü”ler yine Terminatörler. Belki de en iyisi eskiye fazla dokunmadan bu yeni Terminatör üzerinden yol almak. Yönetmen McG, filminde daha önceki “Terminatör”lerdeki gibi karanlık ve kasvetli atmosferler yaratabilmiş. Ama, bu son “Terminatör”, sanki biraz daha bilgisayar oyunlarına benzemiş. İnsanın önde göründüğü anlarda yine insani duygular fark ediliyor. En azından 2018 yılında da aşkın olacağını ve hatta kadınların hâlâ hamile olduğunu görünce birazcık da olsa rahatlıyorsunuz. Hiç olmazsa gelecekte de doğal olan bir şeyler olacak diye. Filmde de görüyorsunuz, Terminatörler fabrikada üretiliyor ve birer ölüm makinesine dönüşüyorlar orada. Filmde, Danny Elfman’ın bestelerinin yanında başka müzikler de kullanmış yönetmen. James Cameron’ın yönettiği 1991 yapımı “Terminator 2: Judgment Day-Terminatör 2: Mahşerin Günü”nde de kullanılan “Main Title” ve Guns N’ Roses’ın “You Could Be Mine” müzikleri de fonda duyuluyor. Michigan’da 1968’de doğan McG’nin asıl adı Joseph McGinty Nichol… Sinemaseverler McG’yi ilk uzun filmi, 2000 yapımı “Charlie’s Angels-Charlie’nin Melekleri”yle hatırlayabilirler.

(03 Haziran 2009)

Ali Erden

05 Haziran 2009 Haftası

“Aşk Uğruna”, adı üzerinde bir film: Çocuğunun annesi, tutkuyla sevdiği karısının bir cinayet nedeniyle haksız yere yirmi yıl hapis yatmasına seyirci kalmayan ve ortalama bir vatandaşken, karısını kaçırmak için bir ‘firar izlemcisi’ne dönüşen, giderek kendini savunma amaçlı bir cinayetin faili olan edebiyat öğretmeni adamın, kâbusun başladığı üç yıl öncesinden bugüne mücadelesini anlatıyor. Dakikalar ilerleyip kaçış plânı ete kemiğe büründükçe seyredeni sarıp sarmalayan, bir noktadan sonra dikkatin dağılmasına izin vermeyen, Fransız Sineması’na özel o akıcı stilin ustalıkla uygulandığı, adaletsizliğin nasıl bireysel adalet arayışına zorladığına dair bir tartışma zemini de yaratabilecek suç gerilim öyküsü. İngilizce, Almanca, Fransızca dillerinde çok rahat oynayabilen uluslararası oyuncu Diane Kruger, haksız yere suçlanıp mahkûm olan kadında ve Vincent Lindon da, karısı uğruna her şeyi göze alan âşık kocada, küçük birer oyunculuk ziyafeti veriyorlar.

“Körlük”, gözleri gören ancak yürekleri kör insanoğlunun bembeyaz bir körlük salgını ile gerçekten kör olarak tamamen kendini tüketmesini, gönül gözü ile görenlerin ise yepyeni bir beyaz sayfa ile bir daha başlamasını, salgından etkilenmeyen tek bir kadının fedakârca tanıklığında anlatıyor. Kuşku hiç yok, rahatsız ettiği kadar en diplere ittiğiniz duygularınızı açığa çıkartmaya çalışan ve bunu büyük ölçüde başaran bir film. Sinemada ustalığın modern zirvelerinden… Julianne Moore adındaki her zor role meydan okuyan sanatçının da yeni bir zaferi. Yüreğiniz hala görüyorsa da, körleşmeye de başlamış olsa fark etmez, gidin ve ‘görün’ .

“Terminatör Kurtuluş”, “Mahşer Günü”nden sonra hayatta kalan ‘Direniş’çi insanlarla Skynet makineleri arasındaki savaşa dair adrenalin seviyesini -biliyoruz her yeni filmden sonra bunu yazıyoruz ama böyle işte- bir kademe daha yükseltip aksiyonu yeni bir doruk noktasına oturtuyor… İnsan olmamızın değerine dair duygusal mesajlar da saydam bir tabaka gibi öyküde yerine alıyor tabii. Gerçek bir seyirlik, üstelik karmaşık değil.

(04 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Türk Sinemasının En’leri

Bir iletişimci olarak filmlerin pazarlamasını yaparken en önem verdiğim husus elbette raporlamadır. Türk sinemasının en eksik yanlarından biri proje sırasında reklâm sektörünün sıklıkla başvurduğu yöntemlere neredeyse hiç yer vermemesidir.

Bu filmi kim izler? Neden izler? Ne zaman izler? gibi soruları sormaz ve en kötüsünü yaparak Başkaları kazandı… Bende yapabilirim… ya da Başkası battı ama ben başaracağım gibi sadece duygusal ve çokça sektör hakkında hiçbir şey bilmeden başlarlar işe…

Nizam Eren olarak siz basın mensuplarına ve ilgisini çekecek arkadaşlara “Enler” başlığı altında raporlama yaptım. Bakalım sevecek misiniz? Lütfen sizinde merak ettiğiniz “Enleriniz” varsa sorun derhal yanıtlayayım. Ricam; emeğe saygıdan kaynak göstermenizdir.

1. Bölüm

İşte size 2008 yılı ve 2009 Mayıs ayına kadar gösterime çıkan 83 filmin değerlendirilmesi.

En çok film sayısı: 2008 yılı… 1 Ocak – 31 Aralık 2008 tarihleri arasında 51 film gösterime çıkarken 2009 Mayıs ayında gösterime çıkan film sayısı 32 oldu bile.

En çok satılan bilet: 2008 yılı toplam bilet sayısı 37.000.000 oldu ve bunun 23.207.802 kişisi Türk filmlerine kesildi. (% 62 si Türk Filmleri)

En Kötü: Bu dönem içinde en kötü açılış rakamı kopya başına 24 kişi ile Pazar: Bir Ticaret Masalı filmi oldu. Filmin 3 günlük rakamı 1.016 kişi idi.

En düşük: 3 gün rakamı ise sadece 180 kişi yapabilen Taş Yastık filmi oldu.

2008 yılı Mayıs sonuna kadar 26 film gösterime girerken krize rağmen 2009 Mayıs ayına kadar gösterime giren film sayısı 32 oldu.

2008 yılında basılan toplam kopya sayısı: 5.115

2009 Mayıs sonuna kadar: 2.618

Demek ki çok iyi pazarlanan bir Amerikan Filmi bizim bir yılda bastığımız kadar kopya ile vizyon buluyor.

En zarar: 53 kopya ile sadece 4.950 kişi yapabilen Nekrüt filmi yılın zarar rekortmeni…

En kâr: Recep İvedik’lerin sadece hafta sonu açılış rakamı toplamı: 2.000.939 kişi

En uzun: Issız Adam, Kasım başında gösterime girmesine karşın en uzun süre gösterimde kalan film oldu: 22 hafta

Issız Adam, 55.987 kişi ile açılmasına karşın toplam izleyici 2.780.000’ye ulaşarak toplam kişi sayısına göre en düşük açılış yüzdesi oranına sahip: % 2

Peki bunun tersi? Rıza filmi, 378 kişi ile açılıp toplamda 900 kişide kalınca % 42 ile başka bir En’e imza attı. Film, toplam izleyicisinin neredeyse yarısını ilk 3 günde almış oldu.

En Cesur Film: Şüphesiz Muro. Arog filmi ile aynı tarihte çıkma cesaretini göstermiş ve 2.316.000 kişi almıştır.

Yılın Şok Rakamı: Mutluluk filmi ile ödüller toplayan, övgüler alan Abdullah Oğuz, Sıcak filmi ile şok yaşattı.

Mustafa, Hititler, Gelibolu, Mevlana, Yaşam Arsızı gibi belgeselleri geçerek, hatta toplamından fazla gişe yaparak (1.100.000 kişi) sinema tarihinin belgesel kategorisinde En’i oldu…

Komedi, 2008 yılında olduğu gibi 2009 yılına da damgasını vurdu. Komedi en çok izlenen film türü. Bunu 2000 – 2009 yılları arasındaki 2 milyon kişiyi geçen filmler için hazırladığım tablodan görebilirsiniz.

Aşağıda göreceğiniz gibi Türk sineması 2000 – 2009 Mayıs sonuna kadar yaptığım araştırmada en çok iş yapan filmlerin adları, açılışları, kişi sayıları ve türlerini göreceksiniz.

Görünen o ki bu yıl gösterime girecek olan filmleri de hesaba katarsak Türk sineması en çok Kasım ve Aralık aylarını tercih etmiş olacak. Türk sineması her şeyini bu 7 aya sıkıştırıyor.

2008’den bugüne kadar En Çok Film Dağıtımı Yapan Şirketler:

Özen Film: 17 Film
Medyavizyon: 15 Film
Tiglon: 14 Film (2008 Nisan ayında başladı)

2. Bölüm 2000 – 2009 Mayıs Ayına Kadar Olan Dönem

Peki 2000 yılından bu yana gösterime giren Türk filmleri hangi ayları tercih etmiştir sizce?

Ocak Ayı: 33 Film
Şubat Ayı: 34 Film
Mart Ayı: 29 Film
Nisan Ayı: 27 Film
Mayıs Ayı: 23 Film
Haziran Ayı: Hiç Yok
Temmuz Ayı: Sadece 1 Film
Ağustos Ayı: Hiç Yok
Ekim Ayı: 26 Film (2009 Yok )
Kasım: 33 Film (2009 Yok)
Aralık: 30 Film (2009 Yok)


2000 – 2009 yılları arasında Haziran, Temmuz ve Ağustos olmak üzere gösterime giren film sayısı sadece 1; filmin adı Taş Yastık ve o da sadece 1 kopya ile gösterime girmiş. Türk sineması yaz aylarında gösterime film sokmayınca meydan yabancılara kalıyor demek.

2000 – 2009 (şu ana dek) En Çok Kopya ile Çıkan Film: 406 kopya ile Arog. Bunu şöyle yorumlamama izin verin lütfen. Bir çok filmin toplam maliyeti Arog filminin kopyaları kadar yada daha düşük.

En Çok Salonda Oynayan Film: Yukarıdaki kopyaların sadece birer salon ile yetindi diye düşündüyseniz yanıldınız. Arog tam 685 salonda oynayarak neredeyse gösterime girdiği hafta sinema salonlarının % 80 kadarını kapattı.

Kopya Başına En Yüksek Açılış Kahpe Bizans filmine aittir. Kopya başına tam 4.608 kişi gelerek (51 kopya ile) 235.000 kişi ile.

2000 – 2009 (şu ana dek) En Pahalı Proje: Bunun yanıtını yapımcı ve muhasebecisi dışında kimse bilemez ama deneyimler Arog ve Güneşi Gördüm filmlerini gösteriyor. Bir rivayete göre ise henüz gösterime girmemiş olan Nefes de olabilir.

2000 – 2009 (şu ana dek) En Ucuz Proje: 10.000 Amerikan Doları karşılığı Hassan Sabbah – Alamut Kalesi filmi projesidir. Bu bedele nasıl ve ne kadar çekilebilirse o kadar çekilememiştir işte film. (Film Özen Film’dedir)

2000 – 2009 (şu ana dek) Yapılmayan Film Türü: Western türüdür. Kovboyları görmek için Cem Yılmaz’ın Yahşi Batı projesini beklemeliyiz.

(02 Haziran 2009)

Nizam Eren

Festival Sezonu Açıldı

Ünlü sinema duayenlerimizden bir büyüğümüz ile yapılmış söyleşiden aklımda kalmıştı; soru neydi hatırlamıyorum ama cevap aklıma kazınmıştı: “Sinema olmadan yaşayabilirim ama müziksiz bir hayat düşünemiyorum” demişti üstad… -cümle birebir böyle olmayabilir, uzun zaman geçti üstünden ama özü buydu- Notaların sinemaya kattığı işitsel estetik ve büyünün sinemaya büyük güç verdiği gerçeği yadsınamaz. Çoğu filmin müziklerinden hatırlanması ve müziklerinden ayrı düşünülememesi bu durumun kanıtı…

Bu konuyu ne sebeple açtım ve nereye bağlayacağım hemen söyleyeyim; çünkü hem ülkenin hem de yazın en taze festivali Miller Freshtival’dan söz etmek için sabırsızlanıyorum. Hem ülkemizin hem de yazın en taze müzik festivali Miller Frestival ile sezonu açmış bulunuyoruz, gözümüzaydın. Kış boyu birbirinden güzel film festivallerini takip ettik; şimdi sıra müzik festivallerinin tadını çıkarmakta…

Turkcell Kuruçeşme Arena’da düzenlen Miller Freshtival gündüz, hatta akşamüstü saatlerinde endişe edecek kadar az kişi tarafından izlense de karanlığın çökmesiyle müzikseverler tarafından dolduruldu. Saat 14:00’te kapılarını açan festival gün boyunca film, fotoğraf, moda tasarımı gösterileri ve eğlenceli oyunlarla festivalcileri geceye hazırladı.

Sinema ise yine müzikle iç içeydi… Genç yönetmenler freshtival boyunca kameralarıyla festival coşkusunu kısa filmlerine taşıma telâşındaydı… Çok da eğlenceli görüntüleri ekrana taşıdılar.

Multitap ve Kung-Fu’nun ardından Türkiye’nin dünyalı grubu Portecho sahne aldı. Hem ilk albümleri hem de yeni albümleri “Studio Plastico”nun birbirinden güzel şarkılarını, oldukça yüksek bir enerjiyle yansıttılar. Portecho çok erken saatte çıkmış olmanın şansızlığını yaşayan, bu sebeple de bir avuç kişi tarafından izlenebilen grup -bence gecenin en iyisiydi- tüm bu tabloya rağmen süper bir performans sergilediler. Ayrıca hemen hatırlatalım Portecho, her yıl heyecanla beklenen Efes Pilsen One Love Festival’de de sahne alacak. Ayrıca One Love’da Röyskopp ve Starsalior gibi dev grupların yanı sıra Yasemin Mori, Ayça Şen, Bora Uzer gibi farklı tarzlarıyla dikkat çeken genç isimler de sahne alacak. Ardından sahne alan Manchester’lı electro pop grubu The Whip artan seyirciyle birlikte havayı iyice ısıtırken, ünlü Dj Joakim ile herkes dans etmeye başladı. Karanlığın iyice çökmesiyle festivalin merakla beklenen en gözde iki isim İngiliz grup Friendly Fires ve Amy Winehouse’un tahtına aday gösterilen Gabriella Cilmi ile sezonun ilk festivali gayet keyifli bir şekilde son buldu.

Ancak her şey eve dönüş yolunda başladı. Aynı saatlerde şampiyonluğunu kutlayan Beşiktaş taraftarı sayesinde güzel biten gece felâkete dönüştü. Servisi aracını rehin alan taraflar camlara kırarcasına vurarak otobüsümüzü rehin aldı. Küfür ve hakaretlerle herkese Beşiktaş marşları söylemeye zorladılar. Ortada bize yardım edebilecek bir tane bile polis yoktu… İnsanların sevinçlerini ve hüzünlerini sokaklarda kutlama özgürlüğü en büyük hakkımız ama bu olayın kutlamayla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Yol kapatarak insanlara işkence etmenin açıklanabilir hiçbir tarafı yok.

(01 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

Gizem Ertürk / Dans Gösterisi

Friendly Fires

Joakim / Miller Freshtival

Portecho

The Whip

Aşk Uğruna

Jenerikle filmin o ilk karesi arasındaki bir anlık karanlıkta, hele ki çoğu zaman yaptığım gibi konuyu hiç bilmeden oturmuşsam sinema koltuğuna, filmin adından doğan bir beklenti oluşuverir aklımda. O kısacık zamanda, ben ne kadar düşünceleri kovalamaya çalışsam da, bir öykü, karakterlere dair ipuçları uydurmaya çalışır zihnim. ‘Aşk Uğruna’da da böyle oldu ama bu kez, o karanlıkta bir de hayalgücüme eşlik eden sesler vardı: sık, iniltiyle karışık nefes sesleri. E, konu da aşk olunca, hemen ateşli bir sevişme sahnesi canlanıverdi hafızamda. Ve görüntü açılınca, beklentim eşekten düşmüşe döndüğü gibi, filmle ilgili düşüncelerim de değişiverdi. Neler olduğuna dair pek sır vermese de, bir arabanın direksiyonundaki orasına burasına kan bulaşmış kahramanımız duruyordu karşımda. O iniltili sık nefes sesleri de arka koltukta henüz görme şerefine erişmediğimiz birine aitti. O an seveceğim bir filmle karşı karşıya olduğumu anladım ve koltuğuma yaslandım. Sonraki sahnenin ateşli bir sevişme sahnesi olması gülümsetti beni ve yönetmenin tarzından hoşlanacağıma karar verdim.

Güzel bir sabah… Anne işe gitmek için hazırlanmakta. Baba ise mama sandalyesindeki sevimli oğluna kahvaltı yaptırmakta. Mutlu bir aile tablosu yani. Çok değil birkaç dakika sonra, kapı çalar ve bu tabloyu bir kâbusa dönüştüren polisler dalar içeri. Kadın patronunu öldürmekle suçlanmaktadır. İlerleyen sahnelerde öğreniriz ki, kadın masumdur. Tek suçu yanlış zamanda yanlış yerde olmasıdır aslında. Bir yandan kocasının onun suçsuzluğunu kanıtlamak için çırpınışını izlerken, bir yandan da nasıl pamuk ipliğine bağlı yaşamlar sürdürdüğümüzü düşünmeye başladım. Hayatın kurulu bir saat gibi tıkır tıkır işlerken, dışarıdan bir elin saati nasıl da kolay bir şekilde bozabileceği düştü aklıma. Rahatsızca kıpırdandım koltuğumda. İşin daha da sinir bozucu tarafı, belki o elin sahibi saate değdiğini bile bilmeden yapacaktı bunu! Bir yaşamı, hatta ona bağlı birkaç yaşamı nasıl yerle bir ettiğininin farkında bile olmadan! Bir gün arabanı almak için bir otoparka girersin, yanından koşarak geçen bir kadın sana çarpar, arkasından anlamsızca bakarsın. Sonra arabana doğru birkaç adım atarsın. Yerde, arabanın az ötesinde, bir yangın söndürücü durmaktadır. Orada ne aradığına anlam veremez, etrafına bakınırsın. Sonra da tüpü yerden alıp, duvar kenarında bir yere bırakır, arabana binip evine doğru yola koyulursun. O an için tuhaf bulsan da, bir daha hiç hatırlamayacağın hatta daha eve varmadan aklından uçup gidecek sıradan bir olaydır bu. Bilmezsin ki, otoparkta sana çarpan kadının omzuna değen eli, yaşam saatini bozan eldir! O elin parmakları kanlı bir iz bırakır pardösünün omuz kısmına. Ve o elin bir başkasını öldürmek için tuttuğu yangın söndürme tüpüne sen de dokunmuşsundur az önce. Yanlış yer, yanlış zaman. Saat bozulur…

Yönetmen Fred Cavayé ve senarist Guillaume Lemans, öyküyü önce ayrı ayrı çalışmayı tercih etmiş. Sonrasında fikirlerini çarpıştırdıklarında da ortaya oldukça dinamik bir senaryo çıkmış. Filmin Hollywood tarzı aksiyonlara benzememesine özen göstermiş ikili. Bu yüzden de kahramanın amatörlüğünü korumak istemişler. Julien, sıradan bir tip, sahte pasaport nereden bulunur onu bile bilmiyor. Büyük hatalar yapmamak için polislikle vs. ilgili konularda araştırmalar yapsalar da, Cavayé ve Lemans kahramanın herhangi biri yani ‘bay herkes’ kimliğini yaratırken kendi hayatlarından yola çıkmışlar. ‘Ben olsam bu durumda ne yapardım?’ sorusunu sormuşlar kendilerine. Yönetmen, gangster olarak bildiği tek kişilerin metro istasyonundaki kaçak sigara satıcıları olduğunu fark etmiş meselâ Julien’i canlandıran Vincent Lindon’un da epey katkısı olmuş karakteri yaratmada. Sonuçta adalete karşı değil de, kaderciliğe karşı savaşan bir Julien karakteri çıkmış ortaya.Yönetmen, Liza rolü içinse, karakterin çöküşündeki kontrastı daha güçlü kılmak adına ışıltılı birini aramış. Diane Kruger role öyle oturmuş ki, bazı sahnelerde ekibin gözyaşlarına boğulmasına neden olmuş. Hatta kendini öyküye öyle ait hissetmiş ki, senaryoda olmadığı halde, Lisa’nın 20 yıl boyunca hapiste kalacağını telefonda öğrenmesi fikri de ona aitmiş. Küçük oyuncu Oscar’a, yani Lancelot Roch’a gelince… Fred Cavayé, onu 150 aday arasından, Diane Kruger’a benzerliği dolayısıyla, hatta gözlerinde aynı ışığı taşıdığını düşündüğü için seçmiş.

Yönetmen, oyuncuların karakterlerdeki dönüşümü daha iyi yansıtabilmeleri için, filmi kronolojik sıralamaya göre çekme kararı almış. Öykünün çoğu içeride geçiyor. Hapishanedeki Lisa’nın yavaş yavaş ışıltısını yitirip tanınmaz hale gelmesi, evlerindeki eşyaların teker teker yokolması gibi sahneler, filmi görsel açıdan da güçlü kılıyor. Çekimleri 11 hafta süren filmin büyük çoğunluğu Paris ve çevresinde geçse de, Cavayé ve ekibi, kameralarını, ‘Güney Amerika’yı yeniden yarattıkları Belçika ve İspanya’ya da taşımış. Yeniden yaratılan bir başka yer de hapishane koridorları. Diane Kruger’ın tutulduğu hapishanenin giriş koridorları için, Fransa Milli Kütüphanesi’nin koridorları kullanılmış. Hücre, konuşma odası gibi iç sahneler stüdyo ortamında yaratılmış. Dışarıdan duvarlarını gördüğümüz hapishane ise Meaux Hapishanesi.

Cinayetlere, patlayan silâhlara rağmen ‘Aşk Uğruna’ bir aşk filmi aslında. Julien karısına öyle aşık ki, onun canından vazgeçecek kadar mutsuz oluşu, üzüntüden deliye çeviriyor kahramanımızı. Öyle ki ahlâk yolundan çıkıyor. Karanlık adamlara bulaşıyor, eli silâha değiyor. Yönetmen kötüyle iyi arasındaki sınırı karanlıkta bırakarak anlatımına kendi gerçekliğini katıyor. İnsan ister istemez kendini Julien’in yerine koyuyor. ‘Ben olsam ne yapardım?’ Sorun bakalım kendinize, birisi kurulu yaşam saatinizi bozsa ve bundan en çok sevdikleriniz zarar görse siz o saati yeniden çalıştırmak için herşeyi göze alır mıydınız?

(01 Haziran 2009)

Gülay Oktar Ural

Can Çekişen Salonlara Soluk Aldırabilecek Bir Çözüm: Türkçe Dublaj

Gösterimdeki yeni filmleri sinemada izleme alışkanlığını henüz yitirmemiş olan tutkulu sinemaseverler, son zamanlarda salonların içine düştükleri “İkinci Fetret Devri”nin de farkındalar hiç kuşkusuz…

Başta İstanbul olmak üzere, irili ufaklı bütün kentlerdeki sinema salonları, tıpkı 1990’lı yıllarında ortalarında olduğu gibi yine büyük bir çöküş tehdidi altındalar… Nitekim, bu kötü gidişin acı meyveleri daha şimdiden alınmaya başlandı ve zincir salonlar işleten iki önemli kuruluş, AFM ile Umut-Sanat, geçtiğimiz Nisan ayının sonlarında gerek İstanbul-Teşvikiye, gerekse Karabük-Safranbolu’daki bazı salonlarının kapısına seyirci ilgisizliğinden dolayı kilit vurmak zorunda kaldı. Çok salonlu gösterim merkezlerinin yüksek işletme giderleriyle baş edebilmek için -en azından bazı salonlarını devreden çıkartarak- küçülme yoluna gitmesi, kitlelerin sinema alışkanlığından iyice koptukları yaz aylarında da yeni kapanışlarla süreceğe benziyor.

Bir yıldır sürüp giden ekonomik krizin, söz konusu talep daralmasında çok önemli bir payı var elbette… İnsanların aldıkları günlük ekmeğin hesabını bile titizlikle yaptıkları bunaltıcı bir süreçten geçiyoruz ve aileler ev bütçelerinde güç belâ denge kurma çabası içindeyken, tâlî bir kültürel ihtiyaç konumundaki “sinema gezisi”ne de doğal olarak öyle pek kolay sıra gelmiyor.

Öte yandan, salonlarda yaşanan bu ıssızlık, Türk sinemasının son dönem örnekleri söz konusu olduğunda çok daha iç karartıcı bir manzaraya dönüşmekte… Star gazetesinden değerli meslektaşım İhsan Kabil de 9 Mayıs 2009 Cumartesi günü, “Bir filmi seyredememek üzerine” başlıklı köşe yazısında aynı konuya değinmekteydi. Kabil, yakın zamanda gösterime giren iki Türk filmi, “Benim ve Roz’un Sonbaharı” ile (çekim mekânı, öyküsü ve oyuncularıyla “yarı yarıya Türk filmi” sayılabilecek olan) “Pazar: Bir Ticaret Masalı”nı seyretmek üzere üst üste bir kaç kez farklı sinema salonlarına gittiğini, ancak yetkililerin “kendisinden başka seyirci olmaması” gerekçesiyle her seferinde gösterimleri iptâl ettiğini anlatıyordu o makalesinde…

Aynı sevimsiz durumu son aylarda sinema gişeleri önünde ben de sıklıkla yaşamaktayım. Ki bunlardan “Başka Semtin Çocukları”nda, seansı iptal eden salonun yöneticileriyle çata çat kavga etmişliğim de söz konusudur. Fakat, sonradan serinkanlı bir biçimde düşündüğümde, doğrusu ya adamlara hak vermek zorunda kaldım. Çünkü, benden 10 lira bilet bedeli tahsil edecek olan bu işletme, gösterimi gerçekleştirdiği film makinesinde ise ortalama 3 bin lira değerinde ve fiyatına göre de gayet kısa ömürlü bir projeksiyon lambası kullanıyordu. Böyle bir durumda ticarî açıdan kendinizi nasıl döndürebilirsiniz ki?

Sinema salonlarımızı, 1975’lerde periyodik televizyon yayınlarının başlaması ve 1980’lerde yaşanan video kaset furyasının ardından, bugünlerde tarihinin üçüncü büyük seyirci krizine sürükleyen asıl sebep, “korsan film izleme alışkanlığı”nın 7’den 70’e bütün toplumsal katmanları âdeta uyuşturucu müptelâlığı gibi kuşatıp esir etmesi… Son bir kaç yıldır, özellikle de genç kuşakta öylesine acayip bir tüketim mantığı gelişti ki sinema ve müzik başta olmak üzere, muhtelif fikir ve sanat eserlerini bedeli karşılığında satın alarak tüketmek düpedüz “ahmaklık” olarak algılanır hâle geldi. İlk aşamada ulusal müzik endüstrimizi çökerten bu hastalıklı yaklaşım şimdi de sinema işletmecilerinin gırtlağını sıkıyor.

Sanat üreticileriyle tüketicileri arasındaki ticarî ilişkide kaçak güreşenler, yani “korsan ürünle beslenen” bir kitle her zaman varolacaktır. Nitekim, bu tür bir asalaklar grubuna, ABD’den Japonya’ya kadar dünyanın her yerinde rastlayabilirsiniz. Ancak, görece daha yüksek bir ekonomik refahın yanısıra belli bir tüketim bilinci ve toplumsal ahlâk düzlemine erişmiş olan ülkelerde ise -tıpkı önlerinde duran cenazenin namazını bütün mahalle adına kıldıran ve diğerlerini de bu yükümlülükten kurtaran ilkeli bir cemaat gibi- “Rapidshare”ci korsan meraklılarının yol açtıkları ticarî açığı “La Havle” çekerek sabırla kapatan, sorumluluk duygusuna sahip bir kitle de mutlaka bulunuyor. Bizdeki temel sorun ise bu ahlâkî dengeyi sağlayacak toplumsal grubun artık neredeyse tamamen ortadan kalkması… Günümüzde, en katıksız entelinden en kara cahiline kadar hemen herkes için “korsan ürün tüketmek” gayet sıradan ve olağan bir hayat tarzına dönüşmüş durumda. “Çevrenizde en son ne zaman yasal müzik CD’si ya da film DVD’si satın almış birini gördünüz?” diye sorsam, böyle bir sorunun cevabı ülkemizdeki genel manzaraya da yeterince ışık tutacaktır.

İşte, sinema salonu işletmeciliğinin yeniden can çekişmeye başladığı böylesi bir kritik dönemeçte, bazı ithalâtçı kuruluşlar tarafından sessiz sedasız devreye sokulan “yabancı filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu büyük derdi kökünden çözemese bile yaraya belli ölçüde devâ olmaya adaydır.

Gerçi, “Türkçe dublaj” öyle çok da yabancısı olduğumuz bir uygulama değil; 2000’ler boyunca ardı ardına pek çok animasyon çocuk ve gençlik filmi (küçük izleyicilerin altyazıyla barışık olmadıkları dikkate alınarak) dünya çapında bir dublaj kalitesiyle gösterime sunulmaktaydı zaten…

Ancak, Warner Bros. şirketi, sektörün artık iyice oturmuş durumdaki işletmecilik geleneklerinde sürpriz bir değişikliğe giderek, geçtiğimiz günlerde, yaklaşık yirmi yıl aradan sonra ilk kez bir “erişkin filmi”ni Türkçe dublajla gösterime sundu. Yönetmen Ron Howard’ın, sinema salonunda Türkçe seslendirilmiş olarak seyrettiğim son yapıtı “Melekler ve Şeytanlar”, (*) sahip olduğu yüksek dublaj kalitesiyle müthiş bir keyif verirken, önemli filmleri ana dilimde seyretmeyi ne kadar özlediğimi fark etmeme de vesile olacaktı. Hele de meslekî yetkinliğine öteden beri hayran olduğum seslendirme sanatçısı dostum Sungun Babacan’ın, sektördeki herkes tarafından çok iyi bilinen o müthiş Tom Hanks performansına geniş perdede yeniden tanık olmak apayrı bir heyecan kaynağıydı benim için. Türkiye’de gösterime giren herhangi bir Hanks filminde, eğer ki bu ünlü aktörü Babacan (**) seslendirmemişse, söz konusu yapıt dublaj kalitesini yarı yarıya kaybetmiş demektir. Nitekim, vaktiyle bir stüdyo sahibinden, Hanks’in kendisinin dahi onu seslendirecek yabancı sanatçıların test kayıtlarını dinlerken, Türkçe dublajlar için onu tercih ettiğini duymuşluğum vardır.

“Serüven”den “komedi”ye kadar hemen her türden yabancı filmin, iyi ya da kötü bir kalitede, fakat mutlaka Türkçe dublajlı gösterime girdiği 70’li ve 80’li yıllara ilişkin sinemasal hatıralarımın yeniden gözümün önünde canlanmasına yol açan bu uygulamayı -mevcut ekonomik koşulların yarattığı pazar daralmasını da göz önüne alarak- içtenlikle destekliyorum.

1980’li yıllarda, o dönemde sinema salonları üzerinde bir başka tehdit kaynağına dönüşen video kaset piyasası ve bu piyasanın sallapati çalışma yöntemleri nedeniyle, Türkiye’de seslendirme kalitesi fena hâlde düşmüştü. Öyle ki kahramanlarının adlarının bile üstünkörü çeviriler nedeniyle yanlış telâffuz edildiği aşırı döküntü dublajlar izler olmuştuk. Aradan geçen yıllarda ise “Harry Potter” tarzı iddialı filmlere -büyük ölçüde yabancı muhatapların baskısıyla- gösterilen ihtimam, kilo hesabı iş yapılan bu sektörde kaliteyi aşama aşama yeniden yükseltti. “Melekler ve Şeytanlar”da gözlemlediğim dublaj başarısı gösterime giren filmlerin büyük bir bölümünde aynen tutturulabilirse, pek çok filmin altyazılı olarak sunulmasına da gerek kalmayacak demektir. Bu da “Yazıları takip etmekte zorlanıyorum, gözlerim yoruluyor” gibi gerekçelerle sinemadan uzak duran, ağırlıklı olarak yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve kulağı yabancı dillere âşina olmayanlardan müteşekkil müşkülpesent bir seyirci kitlesinin yeniden kazanılmasına yardımcı olacaktır. Üstelik, işin ta en başında yapılacak olan böylesine titiz bir seslendirme çalışması, aynı filmin bir kaç ay sonra piyasaya sürülecek DVD versiyonu ve televizyon kanallarına satılacak kayıtlarında da aynı alandaki ihtiyacı -tekrar tekrar ekstra harcamalara girilmeksizin- en iyi biçimde karşılayabilir.

Velhasıl, Warner Bros’un başlattığı “erişkin kategorisindeki filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu açıdan son derece isabetli ve yararlı gözüküyor. Diğer ithalâtçı şirketlerin de hiç zaman yitirmeksizin, fakat “özenli çeviri”, “karakterlere uygun ses seçimi” ve “5.1 Dolby Digital ses kayıt” gibi temel kalite kriterlerinden ödün vermeden aynı uygulamaya yönelmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından, eli yüzü düzgün gişe filmlerinde…

Öte yandan, filmleri orijinal dilinde seyretmeyi tercih eden daha rafine bir sinemasever topluluğu için, tıpkı 20-30 yıl önce olduğu gibi, belli sinemalarda “altyazılı kopya” seçeneği yine muhafaza edilebilir.

Sonuç olarak, sinema sektörü ülkede yaşanan büyük ekonomik durgunluğa şu ya da bu biçimde ayak uydurmak ve çeşitli “ayakta kalma formülleri” türetmek zorunda… Yoksa, 90’lı yılların ortalarında salon işletmeciliğinde yaşanan o büyük çöküş sürecine yeniden geri döneceğiz gibime geliyor.

(*) Bir erişkin filminde yıllar sonra yeniden Türkçe dublajla karşılaşmanın keyfi: “Melekler ve Şeytanlar”

(**) Türk dublaj sanatının büyük ustalarından, “iki ünlü Tom”un (Tom Hanks ve Tom Cruise) vazgeçilmez sesi: Sungun Babacan

* * *

Konuyla ilgili bazı haberler:

Bir Filmi Seyredememek Üzerine

AFM Sinemaları, Teşvikiye’deki 3 Salonunu Kapattı

AFM Teşvikiye ve Safranbolu Atamerkez Eurimages Sinemaları Kapandı

Başkent’in “Tarihi Sinemaları” Birer Birer Veda Ediyor

60 Yıllık Dadaş Sineması Kapandı

Yarım Asırlık Kılıçoğlu Sineması Kapandı

Sinemanın Çöküşü: Toplumun Çılgınlığı

(31 Mayıs 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

Ölüme Bakışınızı Değiştirecek Bir Film

Yaşama hep güzel anlamlar yükleriz; iyilik, güzellik, aydınlık, başlangıç yaşamla anılır. Kötülük, çirkinlik, karanlık ve son hep ölümündür. Alabildiğine kaçınılmaz ve gerçek olmasına karşın ölümü hep dışlamış, görmezden gelmişizdir. Bu psikolojik olarak çok açıklanabilir bir durum. İnsan korktuğu şeyden uzak durur. Korkularıyla yüzleşmekse herkesin harcı değildir.

Tıpkı filmimizin ana karakteri fotoğrafçı Finn gibi… Finn, her insan gibi (aynı zamanda her insana göre değiştiği gibi) yetişkin hayatının çocukluğuna hiç benzemediğinin farkına varıyor. Hatta zamanın akışının bile… Hepimiz için çocukluk sonsuzluk değil miydi? Her şey uzun ve dolu dolu geçmez miydi? Zaman daha yavaş akmaz mıydı? Sonra hepimiz büyüdük ve zamanın nasıl geçtiğini bilemez olduk. Yine zamanı suçladık. Zaman değişti, dedik… Aslında biz değişmiştik, yaşamımız, alışkanlıklarımız değişmişti.

Yeniden filme dönelim; Finn’i en son kendini ve zamanı sorgularken bırakmıştık. Finn sonrasında maddi tarafı zengin ama manevi tarafı dibe vurmuş zenginliği ve artan kâbuslarıyla yaşamını bilmediği bir noktaya doğru sürüklemeyi sürdürüyor. Kapalı mekânlarda ünlülerin fotoğraflarını çeken, dışarı çıktığında kulaklığıyla ile yine bir çeşit kapalı mekâna geçen Finn, gerçek hayatla ciddi bir iletişimsizlik sorunu yaşamakta. Bu arada hepimizin kapalı mekânda fotoğraf çekmek gibi bir durumu olmasa da, kulaklık takıp müzik dinleyerek dış dünyadan sıyrılma kaygısı zaten çağımızın genel sorunu…

Zihninin derinliklerine ittiği ölüm korkusu Finn’i bir gece arabasında yakalıyor. Yanlışlıkla ölümün fotoğrafını çeken Finn ile ölüm arasında o andan itibaren garip bir çekim başlıyor. Finn’in Düsseldorf’a geçişi ve Palermo’da hayatıyla yüzleşiyor. Ölümün peşine düştüğünü sanan Finn aslında kendisinin ölümün peşine düştüğünü görmesiyle acı bir şekilde sarsılıyor. Aslında bu hepimiz için geçerli. Ölüm bizim peşimizde değil, biz ölümün peşindeyiz.

Palermo’da Yüzleşme ölümün fikrini soruyor, ölüme söz hakkı veriyor. Ölümü ince, nazik, düşünceli ve kırılgan bir adama benzetiyor. Ölüm insanlara hayatın kıymetini bilmeleri için varolduğunu hatırlatıyor. İnsanın kendi kendini ehlileştirebileceği ve kendi ölümünü bile kabûllenmesinin mümkün olabileceğini söylüyor. Bu arada hâlâ zihnimde 40 yıl önceki Easy Rider filmindeki Dennis Hopper’ı silemediğim aktör Palermo Shooting’de devleşiyor…

Yeni Alman Sineması’nın en önemli temsilcilerinden Wim Wenders, sinema dersi sayılabilecek bir filme imza atmış, hatta bu filme nadide bir sanat eseri demek istiyorum, huzurlarınızda… Dıştan bakıldığında oldukça modern hayat tarzıyla yaşadığımız zamanın filmi olan ama sinemasal diliyle bize (adandığı üzere) Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni sineması tadını veren bir başyapıt. Sinema salonunda izleme zevkinden kendinizi mahrum etmeyin, pişman olmazsınız. 🙂

(30 Mayıs 2009)

Gizem Ertürk

29 Mayıs 2009 Haftası

“Darbe”, özel yetenekleri olan insanların, kendilerini ‘silâh’a dönüştürmek isteyen ‘devletin derin güçleri’yle huzursuz edici mücadelesinden bir kesiti aktarırken, bu serüvende olayların geçtiği kent olan Hong Kong kadar karmaşık, canlı ve taşkın bir film olmuş. 28 yaşındaki Chris Evans ile 15’i doldurmuş Dakota Fanning’in perdedeki kimyalarının bu denli uyuşacağını asla düşünemezdim fakat bu ikili sihirli gibi; izleyeni yanlarına çekiyorlar adeta.

“Davetsiz”, bozulmuş bir ruhiyatın onarılma ihtimalinin düşüklüğüne dair dehşet verici sürpriz tuzağını seyirciye hissettirmeden kurarken karabasanlardan yararlanan, bir ikinci sürüm olarak çok muhkem bir çalışma.

“Donmuş Irmak”, anne olmak ve parasızlık iç içe geçince, çetin iklim koşullarına rağmen risk alarak yasa dışı iş yapmanın nasıl ‘her tür sınır’ı yok edeceğini, iki kadının mücadele gücüyle öğretiyor bize: Yapımı ve çekimleri de çeşitli zorluklarla mücadeleleri içeren bu filmi gerçekleştiren kadınlara büyük saygı duyuyorum.

“Evlilik Sınavı”nda, ilk büyük savaşta milyonlarca gencin ölüp geriye acılar bıraktığı, makineleşmenin insan gücünün yerini iyice almaya başladığı, modern dünyanın aykırı fikirlerinin katı kuralları sarstığı bir dönemde, iflâs etmiş, ‘solmuş’ ve iyice köhnemiş İngiliz taşrasından bir aristokrat aileye gelen Amerikalı dul gelinin tüm taşları yerinden nasıl oynattığı anlatılmakta… Noel Coward’ın (1899 – 1973) oyunu beyazperdede en doğru kurguyla yerini bulmuş. Jessica Biel’ın çok ayrıntılı performansıyla değer kazanan gelin Larita’nın içinde bulunduğu durumu, yeni olana direncin kırılma zorluğunu, aşkın nasıl her şeyden vazgeçebilmek olduğunu ve “savaşta gençler, barışta yaşlılar ölür” sözünden hareketle yaşamın o acımasız yanını iyi bilenler, tam olarak anlayacaklar. İzlemesi kekremsi bir keyif veren acı güldürü!

“Palermo’da Yüzleşme”, bir adamın, ölümün bir son değil yeni bir doğum/başlangıç olduğunu öğrenme ve kabûl etme yolculuğunu fotoğraf estetiğini kullanarak anlatan, olgun / zarif bir sinema örneği.

“Sokakların Kralı Romeo”, sokak hayvanlarına karakter yükleyen ancak onları bu karakterleri yüzünden yargılamayan yapıcı mesajlarını ve fonu zayıf olsa da kahramanlara odaklanmanızı sağlayan dinamik stilini sevebileceğiniz, şarkıları – dansları ile de koltuğunuzda kıpır kıpır kıpırdanacağınız Hint bilgisayar animasyonu. Türkçe seslendirmede, dudak hareketleri ile sözcüklerin eşzamanı için uydurulmuş, bize özgü bazı muziplikler hoşunuza gidecek.

(28 Mayıs 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Amerika’dan Hayat Manzaları

Donmuş Irmak (Frozen River)
Yönetmen-Senaryo: Courtney Hunt
Müzik: Peter Golub-Shahzad Ismaily
Görüntü: Reed Morano
Oyuncular: Melissa Leo (Ray Eddy), Misty Upham (Lila), Charlie McDermott (T. J. Eddy), James Reilly (Ricky Eddy)
Yapım: Sony Classics (2008)

Amerika’da ‘küçük karanlık bayan’ diye anılan yönetmen Courtney Hunt, ‘Donmuş Irmak’ filminde ‘süper güç’ Amerika’yı gerçekçi bir sinemayla perdeye yansıtıyor. Bu bağımsız film 2008’de Sundance Film Festivali’nde ‘Büyük Jüri Ödülü’nü de kazanmıştı.

Kumarbaz kocası evi terk edince iki oğluyla yapayalnız kalan Ray’in en büyük düşü bir ev sahibi olmak. Bir mağazada çalışan Ray’in diğer arabası çalınıyor. Bu olay onun hayatına macera ve para getiriyor bir zaman sonra. Ray, arabayı çalan Mohawk kızılderilisi bir kadınla, Lila’yla beraber göçmenleri ve sığınmacıları Kanada’dan ABD’ye, New York eyaletine arabanın bagajında taşıyorlar. Karşılığında da insan kaçakçılarından binikiyüz dolar kazanıyor bu iki kadın. Genç kadın Lila’nın da sorunları var. Bebeğini annesi almış ve ona göstermiyor. Lila da para kazanıp bebeğini yanına almak istiyor. Lila, Mohawk bölgesinde bir döküntü bir karavanda tek başına yaşıyor. Bu iki kederli kadın ellerinde olmadan kader birliği yapıyorlar işte. Doğuda kalan Kanada-ABD sınırı eksi yirmilerde soğuk olduğu için aradaki St. Lawrence Nehri donuyor. Böylece sınır kapısından geçmeden ırmak üzerinden göçmenleri ve sığınmacıları kolayca Amerika’ya geçirebiliyorlar. Sınır devriye polisleri, Ray beyaz olduğu için arabayı pek durdurmuyorlar. Kadın yönetmen Courtney Hunt, alttan alta beyaz kültürün bakışına eleştiri de getiriyor bu filminde. Bu beyaz kültürde ırkçılığın sosyopsikolojik ve külürel bir olgu olduğunu hissettiriyor yönetmen.

Bomba değil, bebek

İlk uzun filmini çeken Hunt, bu dingin ve sade anlatımlı bağımsız Amerikan sinemasından gelen “Frozen River-Donmuş Irmak”la, çeşitli festivallerden ödüllerle döndü. Aldığı en büyük ödül de, “bağımsız sinemanın kâbesi” olarak değerlendirilen Sundance Film Festivali’nde kazandığı “Jüri Büyük Ödülü” oldu. Hunt, bu filminde uluslararası anlamda adı duyulmamış oyuncularla çalışmış. Mekânlar ve karakterler gerçekçi. Bu film, Hollywood’un yansıttığı “büyüleyici” Amerika’dan görüntüler sunmuyor. İşsizlik ve gelecek korkusu yaşayan yoksulları anlatıyor. O, süper güç ve zengin ülke Amerika’dan insan manzaraları sunuyor bu film. Önyargılar ve ırkçılık da yansıyor filme. Öncelikle 11 Eylül’den sonra toplumu yönlendiren önyargılar Hunt’ın “Donmuş Irmak” filminde hemen fark ediliyor. Birçok insanı Kanada’dan Amerika’ya geçiren Ray ve Lila, bir Pakistanlı sığınmacı aileyi de sınırdan geçirirken bir trajedinin kıyısından dönülüyor. Pakistanlı karı-koca bagaja binerken, çantalarını da arabanın arka koltuğuna bırakıyorlar. Irmağı geçerlerken Ray, içinde bomba olur diye çantayı dışarı atıyor. Sınırı geçtikten sonra felâket anlaşılıyor. Çantanın içinde bomba değil bebek vardır. Bebek hayata dönünce (belgesel gerçekliğinde olduğu gibi) gözleriniz doluyor hemen. İşte böylesine gerçekçi bir film bu. Yönetmen Hunt’a Amerika’da “küçük karanlık bayan” dediklerini de anımsatalım. “Süpermen”lerin, “Batman”lerin, “Örümcek Adam”ların ötesindeki gerçek Amerika’yı beyazperdede görmek isteyenler için “Donmuş Irmak” filmi. Fonda duyulan müzikler de iyiydi.

(26 Mayıs 2009)

Ali Erden

Wenders’in Büyülendiği Her Şey

Palermo’da Yüzleşme (Palermo Shooting)
Yönetmen: Wim Wenders
Senaryo: Norman Ohler, Wim Wenders
Görüntü: Franz Lustig
Oyuncular: Campino (Finn), Giovanna Mezzogiorno (Flavia), Dennis Hopper (Ölüm Frank)
Yapım: Almanya (2008)

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Wim Wenders’in ‘Palermo’da Yüzleşme’, mistik yönleriyle öne çıkıyor. Bu film, Wenders’in sevdiği her şeyi bir araya getirirken Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni’ye de saygı sunuyor.

Wim Wenders usta, neredeyse on beş yılı aşkın bir zaman sonra ülkesine, Almanya’ya dönüyor. Wenders, “Palermo Shooting-Palermo’da Yüzleşme”yi 2007’nin yazında aynı gün ölen iki büyük usta, Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni’ye adamış. Bu filmde, Bergman’ın 1956 yapımı “Det Sjunde Inseglet-Yedinci Mühür”le Antonioni’nin 1966 yapımı “Blowup-Cinayeti Gördüm” filmlerinin ruhunu hissediyorsunuz. Wenders, Werner Herzog, Volker Schlöndorf, Rainer Werner Fassbinder gibi “Yeni Alman Sineması”nın önemli yönetmenlerinden. Savaş sonrası kuşağının bu sorgulayıcı yönetmenleri filmleriyle sinemaya yeni bakış açıları getirdiler. Wenders, Amerika yollarına düştü. Şimdi Avrupa’ya, ülkesi Almanya’ya döndü. Aynı zamanda kendi doğduğu şehir Düsseldorf’a da dönüyor “Palermo’da Yüzleşme”yle.

Ölüm ve fotoğraf

Fotoğraf sanatçısı Finn, anlamlandıramadığı kâbuslar gördüğü için doğru düzgün uyuyamıyor. Gölgelerin düştüğü grimsi tonların olduğu evinde her sabah aynı anı yaşıyor sanki. Her uyandığında ışıklar içindeki solgun Düsseldorf’u seyrediyor. Finn, yoğunlukla iç mekânlarda ve yapay dekorlarda çalışan bir sanatçı. Hamile olan son modeli (Milla Jovovich), onu hem dış hem gerçek mekânlara itiyor. Puslu ve gri bulutlu Düsseldorf’tan güneşli Palermo’ya uzanmak gerçeküstü bir an gibi. Açıkhava müzesi gibi Sicilya adasının şehri Palermo onun kâbuslarıyla da yüzleşmesine neden oluyor. Ama, öncesinde Ölüm’le yüz yüze gelmesi gerekiyor Finn’in. Farkında olmasa da Ölüm’ün fotoğrafını çekiyor o muhteşem panaromik fotoğraf makinesiyle. Düsseldorf şehrinde mavimsi tat veren bir gri renk tonuyla mekânlarını yansıtırken, Palermo şehrindeyse renkler birdenbire açıyor. Film, dışavurumculukla gerçeküstücülük estetikleri arasında da gidip geliyor böylece. Düsseldorf’ta, gölgeler, mekânlara düşen ışıklar, dekorlar sanki Finn’in iç dünyasından dışa yansıyanlar gibi. Palermo’daki mekânlar, ışık düzenlemeleri, renkler sanki bir rüyadan perdeye yansıyanlar gibi. Palermo, mistisizmi daha yoğun hissettiriyor seyirciye. Finn, Palermo’da bir “filanör” gibi aylak aylak dolaşıp duruyor. Fotoğraflar çekiyor. Bir bankta uyuyakalan Finn, uyandığında resmini yapan Flavia’yla karşılaşıyor. Resim restorasyonuyla uğraşan Flavia’yla arkadaşlığını da ilerleten Finn, Ölüm’le yüz yüze geliyor sonra. Finn, kendine Frank diyen Ölüm’le fotoğraf üzerine yaptığı felsefi konuşmaları gerçekten heyecan vericiydi. Çekilen her fotoğraf ölümü mü hatırlatıyor? Yoksa doğrudan ölüm müdür?

Wenders bu filminde fonda az müzik kullanmış. Seyirci, Finn’in kulaklığıyla dinlediği müzikleri duyuyor yoğunlukla. Kulaklıkta duyulan bu müzikler, seyirciyi Finn’in ruhunun içine alıyordur belki de. Wenders, seyirciyi Finn gibi bilinmezlikler içinde oradan oraya savuruyor çünkü. Alman müzisyen Campino filmde iyi bir performans gösteriyor. Kendisi de Düsseldorf doğumlu olan Campino, “Die Toten Hosen” (Ölü Pantolonlar) adlı çılgın bir punk müzik grubunun da solisti. Flavia karakterini canlandıran İtalyan kadın oyuncu Giovanna Mezzogiorno’yu Ferzan Özpetek’in 2003 yapımı “La Finestra di Fronte-Karşı Pencere” filminden anımsayabilirsiniz. Amerikalı aktör-yönetmen Dennis Hopper da Ölüm Frank rolüyle filme çok şey katıyor. Aslında bu filmde Wenders’in sevdiği her şey bir araya gelmiş sanki. Doğduğu şehir Düsseldorf, büyülü Akdeniz şehri Palermo ve Amerika’yı hissettiren büyük oyuncu Dennis Hopper, punk şarkıcısı Campino, rockçı Lou Reed, oyuncu Milla Jovovich, Bergman, Antonioni ve tabii ki fotoğraf sanatı. 14 Ağustos 1945′te Düsseldorf’ta doğan Wenders, Cannes Film Festivali’nde iki ödül kazandı. 1984’te “Paris, Texas” filmiyle “Altın Palmiye”yi alırken, 1987’de “Der Himmel über Berlin-Arzunun Kanatları”yla da “En İyi Yönetmen” oldu. 1982 yılında Venedik Festivali’nde “Stand der Dinge-Olayların Gidişi”yle ilk büyük ödülü “Altın Aslan”ı kazanmıştı Wenders. Ustanın “Palermo’da Yüzleşme” filmini Filmekimi’nde görmüştük.

(26 Mayıs 2009)

Ali Erden

22 Mayıs 2009 Haftası

“Arkadaşımın Aşkı”, ‘belden aşağı’ espri ve komikliklerde sınırlarınızı zorladığı için ya sevginizi ya da nefretinizi kazanacak; ortası yok bence: Anımsatalım, ilk bakışta basit gibi gözükse de, kolay yazılıp çekilen bir film türü değil.

“Lilli ve Sihirli Kitabı”, Yabancı Film Oscar Ödülü kazanan “Die Falscher – Kalpazanlar”ı, yanı sıra korku – gerilim “Anatomie”nin iki bölümünü de yöneten ve böylece iyi bir yönetmenin tek bir türe ya da anlayışa saplanıp kalmayacağını ispat eden Avusturyalı yönetmen Stefan Ruzowitzky’nin aile için çektiği, estetiği yüksek fantastik film. Dijital animasyon karakteri ile canlı oyuncuları aynı karede yönetmenin zorluğunu rahatlıkla halletmiş, bazı trük ve fikirleri “Body Snatchers” ya da “Halloween III: Season of the Witch” gibi bilinen örneklerden almış, Orta Avrupa soğukluğunu fakat aynı anda sanatını yansıtan, 13 yaş grubu altına birkaç numara büyük gelebilecek bir çalışma. Ben çok zevk aldım. (Keşke orijinal sesleriyle izleyebilseydik.)

“Müzede Bir Gece 2”, her yaştan izleyicinin düşlerini süsleyen tarihe bir yolculuğu, zamanı geriye alarak değil, tarihi kişilere, canlılara, olaylara, mekânlara günümüzde hayat vererek büyük bir serüvene dönüştürürken teknolojinin tüm olanaklarını seferber ediyor. Eğer, örneğin Abraham Lincoln’ün ‘bölerek yen’ öğüdüne, örneğin Kızılderili katillerinin önde geleni General Custer’ın sevimli gibi gösterilmesine takılmazsanız zevk alabilirsiniz.

(22 Mayıs 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Altın Koza Sinemacılara Neden Değer Vermiyor? Festivaller Sadece Festival Yöneticilerinin midir?

Son dört yılda hızlı bir sayısal artış gösteren Türk filmleri ulusal festivallere de bir renk getirdi. Ama festivallerin Türk sinemasına yaklaşımındaki bir bulanıklık da su yüzüne çıktı.

Dört yıl öncesine kadar, Antalya ve İstanbul Ulusal Festivalleri yeterli sayıda yerli yapım bulmakta zorlanıyordu. Filmler “ön eleme” gerektirmeksizin doğrudan festivallere katılıyordu. Hatta festival yöneticileri film sahiplerini yarışmalı bölümlere katılmaları için uyarıyor, çağırıyordu. Yoksa yeterli katılımı bulamayacak, yarışmaları iptal olacaktı! Sinemacılarla festival düzenleyicileri festivallerin sürdürülmesi için birbirleriyle sıkı bir dayanışma içindeydiler.

Peki sonra ne oldu? Her yıl yeni 34 – 40 film üretilmeye başlandı. Festivallere belediyelerin yanında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ve özel sponsorların katkısı artmaya başladı. Temelden uluslararası olarak kurulan İstanbul Festivali’nin yanı sıra diğer ulusal festivaller de “uluslararası” yarışma bölümleri açtılar.

Ve bu gelişmelerle birlikte festivallerle daha doğrusu festival yöneticilerinin yönetme tarzıyla sinema profesyonellerinin örgütleri arasına bir mesafe girmeye başladı.

Çünkü uluslararası olmak demek; festival yönetiminde, uluslararası film ve sanatçı trafiğini kurabilecek bilgi ve görgüye sahip kişiler ve kuruluşlarla işbirliği yapmak demekti. Bu nedenle festival yönetiminde, sinema alanında uluslararası deneyimi olan vakıf, dernek gibi kuruluşlar veya iletişim, organizasyon, medya ve sinema kültürü çevresinden insanlar yer almaya başladı.

KÜÇÜK CANNES’LERİ BEN YARATTIM!

Ne var ki bu yeni oluşum bazı yönlerden “yerli sinema”nın hayrına gelişmedi!

Bu yeni festivalci kadrolar “Küçük Cannes’ları ben yarattım!” edası içinde Türk sinemasının da sadece kendilerinden sorulabileceği kanaatine vardılar!

Kimin sayesinde dersiniz?

Yeni yeni kurulan meslek birlikleriyle birlikte bunca örgütsel bolluğuna karşın “irade” ve “itibar” oluşturmakta ve kullanmakta yetersiz kalan sinema sanatçıları ve üreticileri sayesinde!

Sinema dünyasının çekirdeğinde yer almalarına karşın, kendi üretimleriyle oluşturulan festivallerde sadece “festival misafiri” kontenjanından yer bulmaya başladılar!

İşte Adana Altın Koza Film Festivali’nin son iki yılı bunun tipik bir örneği.

İki yıl öncesine kadar filmlerin ön jürilerinden, ana jürilerine, “Onur” ödülü verilecek sinema sanatçılarının kimler olacağına kadar sinema kuruluşlarıyla birlikte saptanırdı. Ön jüriler de ana jüriler de hiçbir manüpülasyona meydan vermeyecek şekilde ilgili meslek kuruluşlarınca ayrı ayrı seçilirdi.

2008 yılında, bilinmeyen eller, Altın Koza Yönetmeliğini değiştirdi. Artık ön jüri oluşturulmayacak ve filmlerin ön elemesini “Festival Kurulu” yapacaktı. Ana jüriyi de Festival Koordinatörlüğü belirleyecek ve -ne anlama geliyorsa- Ulusal Sinema Platformu’nu da bilgilendireceklerdi! (Oysa USP bunu medyadan da duyabilirdi!)

Derken “Onur” ödülü verecekleri sanatçıları da danışmakta nazlanır oldular.

Peki yönetmeliğe göre, Festival Kurulu ve içinden bu kurulun oluşturulduğu “Festival Danışma Kurulu” kimlerden oluşuyordu? “Kültür ve sanat kuruluşları temsilcileri” lâfı geçiyordu ama bu “sinemacı kuruluşları” anlamına gelmiyordu.

İşte size son iki yılın Altın Koza Festival Kurulu:

2008: Ahmet Boyacıoğlu – Kadir Beycioğlu – Alin Taşçıyan – Esin Küçüktepepınar – Aslı Selçuk – Başak Emre

2009: Ahmet Boyacıoğlu – Kadir Beycioğlu – Alin Taşçıyan – Esin Küçüktepepınar – Aslı Selçuk

Evet tıpatıp aynı! Üç sinema eleştirmeni bir Altın Koza Koordinatörü ve bir Ankara Sinema Derneği Başkanı ve Festival Koordinatörü! İki yılda 60 yerli filmin hangilerinin yarışabilir hangilerinin elenebilir olduğuna bu kişiler kanaat getirmiş!

(İki sinema eleştirmeninin adlarını özellikle koyu belirttim. Çünkü İstanbul Film Festivali’nin ulusal yarışmasında da Alin Taşçıyan ve Esin Küçüktepepınar ön seçici kurulda varlar. İki yılda iki ayrı festivalde toplam dört kez ön seçici kurul üyesi olmuşlar. “Milli Ön Jüri” üyelerimiz diyebiliriz!)

Peki bu altmış filmin üretildiği sektör nerede? Eser sahipleri yönetmen, senaryo yazarı ve özgün film müziği bestecilerinin, oyuncu ve yapımcıların temsilcilerinin bu değerlendirmede hak ve yetkileri yok mu? Onlar -hani sinema dünyasının çekirdeği olamadılar- bir elmanın ikinci yarısı bile değiller mi?

Peki Festivalin Danışma Kurulu? Onun da geçen yıl açıklanan listesinde eser sahiplerinden hiçbir temsilci yok!

BİR MARTAVAL: DÜNYA DA BÖYLE YAPIYOR!

Altın Koza Ulusal Yarışması’nı sinemanın üretici, yaratıcı güçlerinin iradesinden kopararak yarışacak filmler konusunda bu otoriter ve mutlakiyetçi hakimiyeti kuran tutum sahipleri kendilerini şöyle savunuyorlar; bu uygulama bütün dünyada böyledir, ön elemeyi festival kurulları yapar, festival kurulları kendini gizli tutar vs. vs.

Oysa bu bir martaval! Bahsettikleri uygulamalar uluslararası festivallerin uygulamalarıdır. Uluslararası festivaller adı üzerinde “uluslararası”dırlar ve maddeten, fiilen -ve mantıken!- bir ön jüri uygulaması yapamazlar.

Filmleri, kimisini davet yöntemiyle kimilerini yıl içerisinde ülkeleri dolaşarak film seçen ajanları aracılığıyla ve nihayet kimilerini de festival merkezinde izleyerek değerlendirirler. Yüzlerce -hatta diğer bölümleriyle binlerce!- filmin altından ancak bütün bir yıl çalışarak kalkarlar. Ana jürilerini de değişik ülkelerden sanatçılarla yapılan bir çok görüşmeden sonra tesbit eder ve oluştururlar.

Oysa biz kendi festivallerimizin ulusal yarışma bölümlerinden bahsediyoruz! Kaldı ki bizim ulusal festivallerimiz ciddi miktarda parasal ödül dağıtıyor ve çok sayıda film katılımı oluyor. Hangi ülkelerin ulusal festivalleriyle içerik benzerliğimiz var?

Hem her şey bir yana bu Recaizade Ekrem romanı kahramanlarına benzer batı taklitçiliğini neden yapalım?

En prestijli ulusal festivalimiz olan Antalya Altın Portakal Film Festivali, ön jüri oluşturuyor! Geçen yıl 3 yönetmen, 2 oyuncu 1 yapımcı ve 4 eleştirmen veya sinema kültür elemanından oluşturdu ön jüriyi.

Hata mı yaptı? Yoksa tüm dünyadaki örnekleri mi bilmiyor muydu?

Hem Antalya Festivali, ön jürisinin kimlerden oluştuğunu 15 Temmuz’da yani ön elemeler öncesi basına açıkladı. Fena mı oldu? Festival Kurulunu gizli tutmak da neyin nesi?

BURASI PADİŞAHLIK MI?

Altın Koza’nın sinema sanatçılarını ve üretenlerini dışlayan Danışma ve Festival kurullarının çelişkili ve keyfi kararlar aldığı da konunun bir diğer yanı. Geçen yıl, DVD’si çıkmış, televizyonda gösterilmiş filmleri veya dışarda ve içerde çok festival gezmiş ve/veya ödüller almış olan “Yumurta”, “Yaşamın Kıyısında” ve “Rıza”yı yarışmalı bölüme almadılar.

Bu yıl aynı özelliklerde “Süt”, “Vicdan” ve “Pandora’nın Kutusu”nu aldılar!

Yine bu yıl, festival yönetmeliğinde “uzun metraj ve konulu” şartı yazılı yarışmalı bölüme geçen yıl en prestijli uluslararası belgesel film festivalinde yarışmış bir belgeseli aldılar!

Öyle 4. Murat’ın canı alkol çektiğinde yasağı kaldırması gibi yönetmelikleri gerip esneterek ya da kuralları bir var bir yok kabûl ederek ön eleme yapmak, katılan filmlerin sanatçılarına karşı saygısızlıktır.

Yerli festivallerde bu tür “zaaf yılları” çokca hüküm sürmüştür. 1960 – 75 arası Türk sinemasının en parlak olduğu yıllarda da ulusal festivallerde bir “Türker Abi Etkisi”nin hüküm sürdüğü bilinir, anlatılır. Yarışmaya katılacak filmler de, jüriler de ve ödülleri kimlerin alacağı da bu “etki”den nasibini alırdı!

Son dört yılın uygulamalarına bakılırsa sinema sanatını yapanlar adına benzer bir “zaaf yılları” yaşanmıyor mu?

Açık, saf ve yan tutmasız bir bakışla, salt akılla, bu işte bir eksiklik bir yanlışlık olduğu belli değil midir?

(22 Mayıs 2009)

Aydın Sayman