İki Film Birden / “Bir İhtimal… Var (mı?)” ya da Bombay’a Gidişin Başlangıcı

Yıllarca, sinemamızı bir öykü anlatıcısı olarak gördük. Belirleyici bir dönemine Yeşilçam adını verdik, dönem kapandıktan sonra, üretilen filmleri (ve sinema mekanizmasını) böyle bir “genel” isim ile adlandıramıyoruz. Çok farklı yapılarda filmler yapılıyor. Çağan Irmak’ın sinema yapmak için sinema yapmaya varan Karanlıktakiler’inden sonra Uzak İhtimal, Mahmut Fazıl Coşkun sinema yapmaya çalışmadan sinema yaparak çıkıyor karşımıza. Anlatılan “uzak ihtimal” bir aşk değil zaten, belki aşkın fragmanının bir ön çalışması. Bir kez rahibe değil, rahibe aday adayı -ayrılmadan demiyor mu Clara, “İtalya’ya gidiyorum, rahibe olmak için”. Boynuna haç takıyor olması, tamam, dinini belirler ve müezzin Musa’ya göre farklıdır, ama bu iki komşu arasında her hangi bir görüşme olmuyor ki. Komşuluğun doğurduğu kaçınılmaz ilişkiler, ister istemez olan karşılaşmalar, -bazen özellikle olması için hazırlık yapılıp olmayan karşılaşmalar-, düşürülen bir -ucunda haç bulunan- tesbihin verilmek üzere cepte taşınırken, kendi tesbihi ile karıştırılması, eğer dinler arası çatışma ise… Musa ile Clara -belki- çevrelerinde tepki de görecek bir ilişkiyi hep öteye iteliyorlar demiyeceğim, -öte belirli bir yerdir çünkü- sadece iteliyorlar (mı?). Çektirdikleri -çektirirken yine iteleşmekten vaz geçemedikleri- fotoğrafı Musa, Clara’ya verir, bir süre sonra Clara iade edecektir, sonra kendisini mi vermektedir Musa’ya. (Zaten kaçınılmaz hedefi olan rahibeliğe gidecektir, bu da ayrıldık demektir. “Annem, ama gerçek değil sadece beni büyüttü” dediği, ölümüne kadar baktığı rahibe ölünce, hedefe doğru harekete geçmek zamanı gelmiştir.) Bu arada Clara’nın kendini gizleyen sahaf babası Yakup, Musa’nın: “Kızın olduğunu söyleyeyim mi?” sorusuna: “Daha zamanı değil” diye cevap verir. Sahaf Yakup’un Musa’ya, “Clara’ya ilgini söyleyeyim mi?” sorusu karşısında ise O’da aynı cevabı alacaktır. Can alıcı iki nokta ki, ikisi de aynı kişiye yöneliktir, zamanı gelmediği için ötelenir. Bu nereye kadar gidecektir, bunu bilemeyiz.

Musa, camiinin kendisine verdiği daireye yerleşir, mutfakları bitişik komşu dairede de Clara, hasta annesine bakmaktadır. Musa’dan önce burada oturan camii görevlisi ise memleketi Tokat’a gitmek istemiş ve tayinini istemiş ve gitmiştir. Musa, Clara’yı ilk kez mutfak penceresinden, tüllerin arkasından görür. Peki gerek Clara olsun, gerek Musa’dan önce orada kalan camii görevlisi olsun -kendilerini göstermeyecek bir perde düzeni- neden yapmamışlardır, mutfaklarına. Clara hedef aldığı noktaya gitmeye kararlı, ama bakmakta olduğu bir hastası olan, bunun için hayatını minimum’a indirmiş birisi iken ve camii görevlisi eski kiracı da -kendisini hiç tanımıyoruz- neden mutfak pencerelerini -açılıp kapanırda olsa- içerisini göstermeyen bir perde takmazlar mutfaklarına. Perde önemli değil, çünkü olmamasının nedenini ısrarla sorduğumuz perde-ler olsa bile, Musa ile Clara ister istemez karşılaşacaklardı. Kontrol kalemi lâzım olacak Musa, Clara’nın kapısına dayanacaktı, yani kaçınılmaz birbirini izleyecek karşılaşmalar.

Uzak İhtimal, en hareketli sahnesi “polis baskını” filmden çıkarılsa -ki kolaylıkla çıkarılabilir (veya başka türlü çekilebilirdi)- bile, hiç bir şey kaybetmeyecek, oldukça zor bir senaryoya dayanan, iyi oynanmış -benim seyrettiğim seansta ilk yarı uzun bir süre “biraz” flu olmasına rağmen, ikinci yarı düzeldi- senaryosuz değil ama olaysız -acaba olaysız mı?- bir film olarak sinema tarihimize geçecek bir film. Çok iş yapmayacak, yıllar sonra -sohbetler sırasında, belki- anımsanmayacak ama sinemamız tarihinde, “küçük” ama değerli ve tek başına olarak kalacak bir film. Hikâye (öykü) anlatmadan da, daha doğrusu, anlatmıyormuş gibi yaparak da bir şeyler anlatmak, yapılan iş sinema olduğuna göre bir şeyler göstermek -mekânı kullanmak- , bunları teknik cazibelere kapılıp, optik oyunlara girmeden alabildiğine düz yapmak; tüm bunlar ötelenen bir ihtimal’den beride ilginç ve değişik bir sinemanın haberini veriyor.

Cansel Elçin’in filmi ise bambaşka bir sinema, günümüz moda tarzında modern bir sinema, -birbirine pek de paralel olmasada- üç üniversite arkadaşının bir öğrenim dönemi serüvenlerini, hepsi için bir muamma hem de -çaktırmadan- bir umut olan Şiva’nın öyküsünü anlatıyor. Elçin, senaryosunun yazılımına katıldığı filmde gerilerde bir rolde, sinema dersleri veren öğretim görevlisi rolünde oyunculuğu yükleniyorsa da, bu ilk yönetmenlik denemesinde, modern sinemanın bir örneğini veriyor. Son yıllarda ilk filmini yapan ve çok daha kişisel anlatımları deneyen yönetmenlerimizden farklı bir tutumla ilk filmini yönetirken, filmine kişisel özelliklerini yerleştiriyor. Modern sinemanın anlatımını denerken, sinemamız için oldukça değişik bu gençlik filminde, aksamayan temposu ile, gizemli Şiva kişiliği ile, üç farklı aşk tipi yaşayan arkadaşların dünyasına da farklı derinliklere inen yaklaşımlar yapıyor. Sinema meraklısı kahramanı Deniz, işletme okurken sinema dersleri de alıyor ve hocasının önerisi ile kısa film yarışmasına katılıyor. Katıldığı festivalin ödülleri açıklanırken, merakla bekleyen Deniz, günlerdir ortadan kaybolmuş Şiva’nın hastahanede olduğu öğrenince, kazandığı ödülün açıklanmasını beklemeden hastaneye koşacaktır. Şiva, en azından Deniz ve evli olan arkadaşlarının hayatını büyük boyutta değiştirirken, kendisi bir sonsuzluk içine dalmıştır. Deniz’in ödenmesi gereken bir borcu vardır ve bunu kimseye sezdirmeden başarırken, gerçekte kendisi ödüllendirilir, hem de artık kendisi tanıyamayan Şiva tarafından, -eksiğinin ne olduğunu çözemediği filmi haberi olmadan gönderildiği Bombay’dan O’na bir öğrenim hakkı kazandırmıştır. Ve işsiz bir sinemacı olmak yerine, sıkılan, karnı tok bir işletmeci olmayı bekleyen ve işletmeyi bitiren Deniz, babasının uğurlaması ile Bombay’a uçarken, bir daha görüşemeyeceği Şiva (asıl adı ile Zeynep) ile vedalaşamamıştır bile… Ama önemli değildir, onlar yaşamlarının bir bölümünde birbirlerinden kopamayacak şekilde anlaşmışlardır (artık Şiva hatırlamasa bile…)

(Sormadan edemeyeceğim, yoksa ben mi kaçırdım: Şiva, neden!? birdenbire alnındaki beneği çıkarıp, makyajlarını silerek, çırılçıplak soyunup, derin bir sessizliğe bürünüyor?)

(17 Ekim 2009)

Orhan Ünser