Kategori arşivi: Yazılar

İnternet Medyasını Ciddiye Almayan “Demode Sinemacılar”

Benim kuşağıma mensup sinefillerin, “sinema kültürü”ne susamışlıklarını giderebilmek ve bu alandaki bilgi birikimlerini zenginleştirebilmek için, günlük gazetelerdeki film eleştirilerini okumak haricinde neredeyse tek bir seçenekleri vardı. O da -pek çoğu bir kaç sayı çıktıktan sonra kitlesel ilgisizlikten dolayı kapanan- aylık sinema dergilerini takip etmek…

1980’ler boyunca, hepsi de ticarî açıdan başarısızlığa uğrayan bir düzineye yakın dergi denemesine tanık olmuştuk. Ardından, 90’ların başlarında piyasaya çıkan “Sinema” ise öncüllerine göre daha yüksek biçim ve içerik kalitesiyle bu kısırdöngüyü kırmayı başararak “tuttu”.

“Sinema”nın 1994’den itibaren istikrarlı bir biçimde büyümesi ve 2000’lerin başlarında da tirajının 10 bin sınırına dayanmasının sırrı, Türkiye’de yerli film piyasasının yeniden doğuşuyla yakından ilişkiliydi elbette. Ortada, üzerinde konuşulmaya değer, cıvıl cıvıl bir sinema sektörü olunca, sinema dergiciliği de ister istemez canlanmıştı. Sonrasında ise bu dergiyi “Altyazı”, “Film+”, “Cinemascope” gibi diğer yerel örnekler ve aynı alandaki yabancı yayınların Türkçe edisyonları konumundaki “Empire” ve “Film Total” takip etti.

Sinema dergileri, birbirlerinin başarılarından cesaret alarak ardı ardına yayın hayatına atıldıkları son 10 yıllık süreçte, geçmişteki genel ilgisizlik psikolojisinin ardından şimdilerde ise bambaşka bir “rakip”le yüzleşiyorlar. O da hayatın diğer bütün cephelerinde olduğu gibi sinema alanında okurlara en hızlı ve kapsamlı bilgileri -üstelik de ücretsiz- sunan “internet ortamı”…

İnternetin amansız rekabetiyle karşı karşıya bulunan fizikî/basılı dergiler, Türk toplumunun gitgide gelişip zenginleşen sinema beğenisine paralel olarak, artık eskisi gibi 2-3 sayıda batma riskiyle karşı karşıya değiller. Hepsi olmasa bile önemli bir bölümü kendilerini döndürecek aylık tiraj ve reklâm gelirlerine ulaşabilmekte…

Ancak, bu fizikî dergilerle internetteki sanal rakipleri arasında, her yıl ikincisinin lehine gitgide derinleşen bir “tiraj” uçurumu var. Sinema dünyasındaki gelişmeleri istediği an elinin altında bulunacak “mürekkep kokulu” bir yayından takip etmek isteyen, bu anlamda geleneklerine bağlı, öte yandan toplam sayıları ise 20-30 bin kişiye ancak erişebilen çekirdek bir okur kitlesinin karşısında, internetin sağladığı hızlı, kolay erişilebilir ve sıklıkla güncellenen bilgi kaynaklarına çok daha yatkın olan yepyeni bir okur profili ortaya çıktı.

Bu taze müşteri kitlesi, belki her ayın başlarında “kâğıttan” bir sinema dergisi satın almıyor olabilir; ancak büyük bir bölümü sıklıkla sinemaya gidiyor, sinema gündemini dikkatle izliyor ve söz konusu alandaki bilgi birikimlerini geliştirebilmek için internetteki sinema sitelerini her gün hallaç pamuğu gibi atıyor.

Bunun sonucunda da internet ortamında özellikle son bir kaç yıl içinde ardı ardına pek çok sinema dergisi, portalı ve bloğu kuruldu. İlk aşamada grafik tasarım ve içerik olarak amatör bir görünüm sunan elektronik yayınlar, sonrasında ise daha özenli birer tasarıma ve alanında ehil kalemlere ev sahipliği yapmaya başladılar. Film eleştirmenliğini profesyonel bir meslek olarak benimsemiş popüler isimlerle, yakın gelecekte aynı alana girmeyi hedefleyen heveskâr gençlerin (baskılı dergilerde hiç görülmemiş bir demokrasi uygulamasıyla) yan yana yazdıkları, bu sayede de birbirleriyle pozitif bir etkileşim içine girdikleri birer “okul”a dönüştü sanal dünyadaki sinema siteleri…

Günümüzde internet ortamında içerik açısından öylesine zengin sinema siteleri var ki “Ben gerçek bir sinemaseverim” diyen birinin bunlara arada sırada da olsa göz atmadan kendini geliştirebilmesi çok zor… Aklıma hemen geliveren bir kaç örneği sıralamakta yarar var. On-line birer dergi formatında yayın yapan “Sinemalife” ve “Cinedergi” başta olmak üzere, “Sinema”, “Sinemalar”, “Sinematürk”, “Beyazperde”, “Sadibey”, “Sinema Sinemadır”, ülkemizde sinema üzerine güncel içerik sunan istikrarlı sitelerden yalnızca bir kaçı… Bunların yanında daha rafine bir sinemasever kitlesi için derin analizlere, sinema tarihi üzerine başka kaynaklarda kolay kolay bulunamayacak türden dosya araştırmalarına yer veren “Tersninja”, “En İyi 100 Film” ve “Öteki Sinema” gibi butik siteler var ki onları da âdeta birer dijital ansiklopedi olarak görmek olası… Öte yandan, muhafazakâr kesimdeki sinemaseverler de internetin bilgiyi paylaşmada sunduğu özgür ortama kayıtsız kalmadılar ve son yıllarda “Sinemüslim”, “İkinci Perde” gibi son derece stratejik öneme sahip bazı siteler ortaya çıktı.

Ülkemizde halihazırda en popüler baskılı sinema dergisinin tirajı 10 bini bile bulmazken, internette bu tirajı yalnızca bir tek günlük tıklamasında elde eden düzinelerce sinema sitesi var. Aynı kategorideki yayınların günlük ziyaretçi rakamları ABD, İngiltere, Hindistan ya da Japonya gibi internetin bizden çok daha yaygın olarak kullanıldığı ülkelerde yüz binlere ulaşmakta…

İnternet yayıncılığı bütün dünyada almış başını giderken, ülkemizde ise gerek film yapımcıları / dağıtıcıları, gerekse filmlerin üretim sürecinde aktif görev alan oyuncu, senarist ya da yönetmenler arasında bu karşı konulmaz teknolojik gelişmeyi “doğru okuyamayan” arkaik bir kitlenin varlığı göze çarpıyor.

Bunlar, basın gösterimleri ve galalarda internet yayıncılığını temsil eden yazar ve editörleri görmezden gelmekte inatla direnirken, kamera arkası ya da önündeki kimi sektör çalışanları da söz konusu yayınlardan gelen söyleşi taleplerine burun kıvırıyorlar. Hepsi değil elbette, ancak ciddi sayıdaki bir sinemacı kitlesi için “internet medyası” hâlâ önemsiz bir tanıtım mecraı kimliğinde…

Hoş, sektörün temsilcileri bu durumda da Sinema Yazarları Derneği’nin tutumu çok mu farklı sanki?

Türkiye’de aktif olarak sinema kültürü üreten, sinema sanatı üzerine yazıp çizen en az 300 dolayında editör-yazar bulunmaktayken, SİYAD’a göre ülkenin bu alandaki entelektüel potansiyeli topu topu 80 kişiden ibaret… Ki bu seçkinci tutumun mesleğimizi kısırlaştıran ve demokratik çok sesliliği boğan negatif etkisine geçmişteki pek çok yazımda da ısrarla değinmiştim.

Türkiye’de yerli film üretim şirketleri, yabancı filmlerin dağıtıcıları, yapımcılar, yönetmenler, senaristler, oyuncular, filmlerin tanıtım faaliyetlerini yürüten ajanslar ve muhtelif meslek örgütleri internet yayıncılığını basit, önemsiz ya da değersiz gördükleri sürece, beş temel ayaktan oluşan (gazeteler, dergiler, televizyonlar, radyolar, internet ortamı) “sinema gazeteciliği”nin çok önemli bir ayağı hep eksik kalacaktır. Mantığa uygun hiç bir gerekçesi olmayan bu dışlayıcı tavır da sanal dergileri, portalları ve blogları gönüllü olarak kurup bin bir güçlük içinde belli bir popülariteye ulaştıran editörlere değil, iletişim çağının gereklerini yakalayamayan demode sinemacılarımıza zarar verecek.

Yönetmen Darren Aronofsky’nin, son filmi “Şampiyon”a ilişkin en kapsamlı röportajlarından birini Amerikan internet dergisi “AV Club”a verdiği, pek çok Batılı sinemacının bu tür portallarda yayımlanan haber ve söyleşilerini tanıtım adına nimet saydığı bir çağda, Türkiye’de daha elektronik posta adresi bulunmayan yönetmenler ve oyuncularla karşılaşmaktayız. Eh, henüz e-posta edinmede manzara böyle olunca, bu kişilerin ulusal/uluslararası ölçekteki hayranları ve sinema tarihi araştırmacıları için -bir kaç ayrı dilde- “resmî hayran sitesi” hazırlatma noktasındaki genel bilinç düzeyini ise hiç gündeme getirmiyorum bile…

Sevgili Türk sinemacıları; amacınız yapıtlarınızı ve mesajlarınızı çok daha geniş kitlelere ulaştırmak ise internet yayıncılığının gücünü yok sayarak, yalnızca kendi aranızda eğlenebileceğiniz bir oyun oynarsınız. Yol yakınken “dar alanda paslaşma”yı bırakıp bu yeni yayıncılık türüyle uzlaşmayı denemelisiniz.

Tabiî, bu uyarım Türk sinema medyasını yalnızca (tirajına ya da ratingine göre belirlenmiş) beş gazete, üç televizyon ve iki dergiden ibaret sayan, propaganda vizyonu açısından çağın gerisinde kalmış dağıtıcı şirketlerimize de! (Bu yazının aslı yenisafak.com.tr’de yayınlanmıştır.)

(22 Mart 2009)

Ali Murat Güven

alimuratg@yahoo.com

Sonbahar

Sonbahar filmini Ankara Film Festivali’nde seyrettim. Hem bir Artvin’li olarak, hem de Yusuf’un içerde yaşadıklarını yaşamış bir babanın kızı olarak film beni çok etkiledi.

2 yıldır Karadeniz’e gidemedim ve o sahneleri iç çekerek seyrettim. Hele ki son sahnede dalgaların yükselmesini asla unutamayacağım. Ve o Ağıt’ın acısını… Karadeniz’li olmayan, oraları görmeyenler ne demek istediğimi bilemeyeceklerdir. Ama Karadeniz’i bir kere bile görenler ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır eminim.

Yusuf’un hikâyesine gelince; onun çektiği acılar tarifsiz. Yaşanması ve katlanması güç. Zor günler geçiren birinin ”dışarı” dediğimiz yere uyum sağlaması zaman alıyor gerçekten de… Ama ne yazık ki onun uyum sağlamayı ve alışmayı bekleyecek zamanı yoktu. Ben ve benim gibi çocukluğu cezaevi önlerinde geçenler bu filmden çok etkilenmişlerdir eminim. Çünkü bizler o uyum sorununu babalarımızla birlikte yaşadık, geçirdik. Bizim hiç özel gün kutlamalarımız, bayramlarımız olmadı… Tüm özel günler bizim için ”baba” görme bayramıydı. Günümüzde insanlar özel günleri önemsemiyor ya da milli bayramları en azından. Ama bizim için çok önemliydi… Babamıza kavuşmamız içindi o günler..
Ben bu filmi çok beğendim ne derlerse desinler. Ve bu festivalde ödülü hakeden bir film olduğunu düşünüyorum. Oyuncu Onur Saylak bence o ikilemi çok güzel yansıtmış. Babamda yolda 20 adımdan fazla atamazdı çıktığında, kimseyle konuşmazdı, anlaşamazdı… Bu bir süreçti aslında Yusuf için ama Yusuf’un bu süreci yaşayıp normalleşecek kadar zamanı yoktu. Yusuf o çaresizliği, zamana karşı yapabileceği hiçbir şeyin olmayışını susarak ve bakarak bekledi…

Ben çocukluğumu tekrar hatırlatan başta yönetmen Özcan Alper’e, babamı hatırlatan Onur Saylak’a ve beni 2 yıldır görmediğim memleketime götüren tüm set ekibine çok teşekkür ediyorum. Yüreğinize sağlık… Sağolun…

(22 Mart 2009)

Deniz Can

20 Mart 2009 Haftası

“Şampiyon”, cesur / üstün performanslar sergileyen oyuncular ile gerçeklik algısını öne çıkaran yönetmenin gıpta edilecek işbirliği; ABD’nin parıltıdan uzak diğer yüzüne dair can yakan, şamar gibi bir öykü. 56 yaşında Amerikan güreşi yapan Mickey Rourke ve 44 yaşında kucak dansı da dâhil striptizin hakkını veren Marisa Tomei, oyuncu olduğunu zannedenlere her gün izletilmeli!

“Sihirli Dağ”, ailenin (sadece çocukların değil) tümüne yönelik, A sınıfı fantastik serüven: Hiç duraksamayan öykü akışı içinde düş gücünüzün boyutlarını da sınayacaksınız. Unutmayın, düşlemeden keşfedemezsiniz. Keşfedin ve inanın ki, evrende yalnız değiliz. Enfes olmuş bu film.

“Sahtekârlar”, farklı kentlerde karşılaşıp sevişen ve birbirlerine yalan söyleyen, ilişkilerinin temeli güvensizliğe dayalı biri erkek biri dişi iki casusun, bu iki tutkulu aşığın özel sektöre geçerek sanayi casusluğunun göbeğinde dolap çevirmesini, takibi güç bir yoğun entrika içinde anlatıyor. Seyirciyi ilgilendiren kısmı, alımlı Julia Roberts, hoş Clive Owen, cazip mekânlar, şık giysiler… Yoksa ‘çıldırmış’ iki CEO yönetiminde bitmek bilmeyen açgözlülükleriyle devletler – hükümetler denli karşı istihbarat faaliyetlerinde bulunan şirketlerin kârlılığından kime ne? Her şekilde fatura biz sıradan insanlara çıkmıyor mu zaten?

“Sahtekârlar”ın kostüm tasarımcısı Albert Wolsky’den (7 kez Oscar’a aday gösterilip, “All That Jazz” ve “Bugsy” ile kazandı): “Çağdaş filmlerde çalışma yapmak, birçok açıdan tarihsel filmlerden çok daha zordur. Aslında benim görevim, giysiler aracılığıyla bir hikâye anlatmaktır. Eski zamanlarda bir insanın kim olduğunu, hangi sınıfa mensup olduğunu ve nereden geldiğini kıyafeti aracılığıyla anlatmak daha kolaydı. Ancak günümüzde bu artık çok karmaşık bir iştir. Sadece kıyafetine bakarak kimin fakir, kimin zengin olduğunu söyleyemezsiniz. Kıyafetini hiç beğenmediğiniz birisi çok zengin de olabilir. Ayrıca iyi giyinme kavramı kişiden kişiye değiştiği için kimin iyi giyimli olduğu dahi söylenemez.”

“Mahşerin Dört Atlısı”, bir seri katil (ya da katiller) problemi içeren polisiye gerilim olarak başlayıp bitse de, asıl gücünü tokat gibi çarpan dramdan alıyor. Ebeveyn – çocuk ilişkilerinin soğukluğunu, çok ama çok soğuk bir kentin dokusunda iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Oyuncuları, görüntü yönetimi, müzikleri ile klâs bir film.

“Gölge”de, çoklu kişilik bozukluğuna dayalı psikolojik dram ve bir dönem filmi olarak ‘minimum bütçeyle maksimum fayda’nın elde edildiğini, tiyatroya daha yakın duran oyunculuklarına rağmen, özellikle ikinci yarıda -yüzyıllardır radikal değişikler geçirmeden muhafaza olan Venedik’in sayesinde- dikkatleri perdeye yoğunlaştıracak bir yönetim başarısı olduğunu söyleyebiliriz.

“Açlık”, insanın insana uyguladığı şiddet ve ayrımcılığın kökenlerine dair ciddi biçimde düşünmemizi sağlayacak etkiye sahip, şoka uğratan sinema: İnsanların özgürlüğü için fiziksel açlıkla ödenen bedellerin önünde saygıyla eğilmenizi sağlayacak bir onur öyküsü aynı zamanda.

(18 Mart 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

13 Mart 2009 Haftası

“Yedi Yaşam”, sadece birkaç saniyede bile geri dönülemez biçimde değişebilen hayatlarımızda, insanların kendilerine ve başkalarına hep sorduğu “aşk nedir?”in yanıtını en cesur biçimde veriyor: Sinemada pek kolay rastlanmayan bir oyunculuk büyüsü ile seyirciyi avuçlarının içine almasını bilen Will Smith kendini o kadar yakın hissettiriyor ki, tarifi zor.

“U2 3D” adlı 2007 yapımı filme giderseniz, yüksek teknolojili konserler veren İrlandalı rock grubunun “Vertigo” adlı turlarının son ayağı Güney Amerika’da bir stadyumun içine dijital ‘3 Boyutlu Sinema’ sayesinde ışınlanırsınız ki, alacağınız zevki tarif etmem olanaksız!

“Teldeki Adam”, New York ikiz kulelerinin çatıları arasına gerilmiş tel üzerinde yürüyecek kadar olağanüstü bir insanın, bu yürüyüşü gerçekleştirmesinin mimarları olan yol arkadaşlarını, en az onun kadar önemseyerek hazırlanmış bir belgesel. Ve filmdeki şeytani ayrıntı da tam bu noktada: Başarı öncesi ve sonrası, olağanüstü insanın olağan dostluklarının nasıl etkilendiği yani. Uzun metrajlı belgesel dalında Oscar aldı, kaçırmayın.

“Köpek Oteli”, sadece, büyük bir endüstriye sahip Amerikan Sineması’nın gerçekleştirebileceği türde, çocuklar ve hayvanlar gibi çalışması en zor oyuncuların mükemmel yönetildiği, yanı sıra set, görüntü, kurgu özelliklerinin dikkate değer olduğu, insan sevgisinin, doğanın kusursuz yaratıklarını yani hayvanları sevmekten geçtiğine dair eğlenceli film.

(11 Mart 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Milyoner

Haftanın flaş filmi “Milyoner”in konusu şöyle;

Hindistan’ın varoşlarından gelen bir çocuk “Kim Milyoner Olmak İster?” yarışmasında tüm ülkeyi şaşkına çevirecek kadar çok soruya doğru yanıt verir. 20 milyon rupilik son soruya gelindiğinde ise donkkk!!! sesi çalar ve yarışma ertesi güne kalır. Şova ara verildiğinde polisler hile yaptığını düşündükleri Jamal’ı gece boyunca sorguya çekerler. Ve Jamal’ın verdiği doğru cevapların hayret verici hikâyeleri bir bir ortaya çıkar…

Film seyirciye şu soruyu yöneltiyor;

Bir sokak çocuğu, bilgi yarışmasında voleyi nasıl vurur?

A) Hile yaparak…
B) Şansının yardımıyla…
C) Parlak zekâsıyla…
D) Ya da kaderine yazılmışsa…

Sizce hangisi?

Filmin oluşum hikâyesinden söz etmek gerekirse; Channel 4’ün Film ve Drama Bölümü’ndeki Tessa Ross’a, Film4’ten Kate Sinclair’den bir telefon gelir. Sinclair telefonda muhteşem bir hikâye okuduğundan ve çok etkilendiğinden söz eder. Sinclair’in bahsettiği hikâye, Vikas Swarup’un yazdığı ve 12 kısa hikâyeden oluşan Q & A isimli henüz yayınlanmamış bir kitaptır. Ross hemen araştırmalara başlar ve kitabın sinema haklarını satın alır.

Senarist Simon Beaufoy ise bu 12 hikâyeyi ustalıkla birleştirerek müthiş bir senaryo çıkarmış ortaya… Beaufoy’un şu sıralar The Raw Shark Text isimli yeni bir kitap uyarlaması üzerine çalıştığını da söyleyelim… Filmin yönetmeni 28 Gün Sonra (28 Days Later) ve Gün Işığı (Sunshine) gibi filmleriyle dikkat çeken İngiliz yönetmen Danny Boyle… Filmin kurgusunu yapan Chris Dicknes tıpkı yazar Swarup’un söylediği gibi Hindistan’ı hızlı çekimdeki bir şehir gibi beyazperdeye aktarıyor. Buna da hayran kalmamak elde değil. Hindistan’ın hızla büyüyen bir şehir olduğuna dikkat çeken film bu gelişmişlik içinde yoksulların nerede durduğuna dikkat çekiyor. Zeki Demirkubuz’un Kader’indeki Ufuk Bayraktar misali aşkından ne olursa olsun vazgeçmeyen Dev Patel’in (Jamal) performansı görülmeye değer.

Hint filmlerine özgü masalsı anlatım da unutulmamış… Hindistan Sineması tadı almak isteyenler, Hindistan’ı keşfetmek isteyenler ya da sadece iyi bir film izlemek isteyenler için İngiliz yapımlı “Milyoner” ilk tercih olmayı hak ediyor!

(04 Mart 2009)

Gizem Ertürk

06 Mart 2009 Haftası

“Watchmen”, alternatif yakın tarihte, insan denilen kaotik varlığın en karanlık bölgelerine girerken, savaşın / yok etmenin dayanılamaz cazibesinin kodlarını arayan, sonsuz zaman çizgisi üzerindeki devinimleri ve çok katmanlı temalarını, grafik şiddetin, cinselliğin, aksiyonun tasarlanıp çekilmiş en iyi örneklerinden biri olarak sunan, gösterişli çizgi roman uyarlaması: Tüm kusur ve yanlışlarla ‘insan kalmak’ önemliyse sizin için, bu yeni yüzyıl sineması örneğini seveceksiniz.

“Sıradan Bir Gündü”, bu düzenin (hani şu sıralar domino taşları gibi hızla devrilen şirketlerin kurduğu düzen) ‘zayıf’ları eleyen ve kurban eden çarklarında yer alan bir ‘içe dönük’ genç adamın dışa vuramadığı öfke seyrine dair gelişmeleri, küçük ama muzip fantastik dokunuşlarla sunuyor: Asla aldanmayın, asla yanılmayın, üst katlara gerçekten çıkmak ve yerleşmek için üst katların havasını içinize iyice doldurmuş olmanız gerekir!

“Gran Torino”, beylik laflarla ırk, dil, din, milliyet vs. ayrımı yapmadıklarını söyleyen ‘sahte’ çok yüzlülerin tersine, bu ayrımı yapmaktan çekinmeyen ama işte belki de onun için temel insani özelliklerini muhafaza ederken, yüreğindeki vicdan azabını atamayan bir adamın, keskin mi keskin ‘kefaret’ öyküsü ve bilin ki içinizi çok acıtıyor. İnsanlar kaynaşır tabii, neden kaynaşmasın? En sert mizaçlar da yumuşatılır, neden yumuşatılamasın ki? Ama bir insanın yaşamı sona ermişse, ne yapsanız da geri gelmez. Film boyunca bu geri dönülemezliği hissettiren ve sizi de ‘rahatsız eden’ Eastwood, gerçekten büyük bir sanatçı.

“Gökten 3 Elma Düştü”, yaşamın kenarında var olmaya çalışan üç birbirinden çok farklı karakteri, finalde aynı dostluk karesinde birleştiren, ‘insan olmaya ve kalmaya’ dair ortalama bir çalışma: Belki tesadüf ama ekseninin, fena halde, “Padre Nuestro” adlı 2007 yapımı filme benzediğini vurgulamak şart.

“Cüceler Devlere Karşı”, yaşamım boyunca izlediğim, en berbat / itici uzun metraj animasyonu: Çocuklarınızın kötü rüyalar görmesine neden olabilir!

(04 Mart 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Öldür Beni – Türk Sineması’nda Üslûp Çoğulluğu – [Avantajlar ve Dezavantajlar]

Öyle bir film düşünün ki, bugüne değin izlediğiniz en kötü aşk sahnelerinden mürekkep sahneler içersin, hatta filmin o mecraya hangi sıra nasıl taşındığı kati surette anlaşılmasın! Yoksa, filmin mimarları, estetik tavırlardaki müspet bütünlük arayışının darmadağın edildiği bir stratejiyi mi devreye soktu bu filmde? Cevabı biz de bilmiyoruz…

Öte taraftan farklı üslûp denemeleri yapan bir yazarı andıran genç yönetmenin (Korhan Uğur) senaryoya bağlı kalmaksızın, deneyci bir tavırla bu filmi çekmiş olması (sahneler arası geçişlerdeki dağınıklıktan bu iddiamızı temellendirmek mümkün), izleyiciyi farklı duygulanımlara da sevk ediyor. İlk iddiamızdaki dezavantajı dengeleyecek bir durum olarak da değerlendirebiliriz bu stratejiyi. Çünkü Türk sinemasında çokça görmeye alıştığımız “duygu manipülasyonu”na girmeden (ya da başka bir ifadeyle, sinemadaki tüccar zihniyetinin geleneksel stratejilerine başvurmadan) 20 dakikada bir, sizi başka bir evrenin karmaşık atmosferine sokmayı başarıyor bu film.

Kısıtlı bir bütçeyle 16 günde 16 ayrı deneme-yanılma…

Film, senaryosu açısından oldukça farklı ve bugüne değin Türk sinemasında hiç işlenmemiş bir konuyu ele alıyor: “Ölüler yaşayanları rahatsız eder”. Film, bu düşünceye temelden karşı çıkıyor ve bizi “tam tersinden bakmaya” davet ediyor. Yaşayanların ölüleri sürüklediği bu dayanılmaz mahcubiyeti, ölülerin üzerinden alıp, yaşayanların üzerine yüklüyor. Yıllardır süregelen geleneğe karşı çıkarak “yaşam”ı değil, “ölüm”ü sorguluyor. Bunun yanı sıra, filmde zaman ve mekânın kurgulanış düzeni oldukça ilginç. Tanrı’nın insanlara yeni bir şans verdiği mekân küçük, sessiz bir köy. Oysa burada bir senaryo boşluğu var gibi. Çünkü diyalogların birinde -bütün bilgece sözlerin tek hakimi ve en büyük sinema hatalarından biri olan bu klâsik kahraman tipolojisi- Hulusi Dede, bu köyün Tanrı’nın insanlara hayattayken yapmak istediklerini yapmaları için, ölüm öncesi bir fırsat olduğunu söylüyor. Oysa bir insanın yapmak istedikleri bir köyde mümkün olabilir mi? Hele de köyden dışarı çıkamıyorsanız! Tenis oynama sahnesi (ki barındırdığı ironi, izleyici açısından kayda değer) bu eleştirimize bir cevap olabilir, ancak raketleri turistler unutmuş yüzyıllar önce. Ya kişi burada, teknolojik bir malzeme arzularsa?

Burada filmin içeriğine dair daha pek çok kritik yapmak mümkün! Ama ben merceği başka yere yöneltmek istiyorum (yazımın derdide budur): Filmin alımlanma tarzına…

Bu filme dair karmaşık haleti ruhiye içinde kalan izleyicinin yorumlarından filme dair ve genel film değerlendirme alışkanlıklarımıza dair bazı profilleri sizinle paylaşmak istiyorum. Kentsoylu hayatın içinden gelen kesim, bu filmi kategorize edememenin rahatsızlığı içinde, “Öldür Beni”de popülist aksiyon, gayri ahlâki ucuz sahneler, pulp fikir aktarımı, standartlaşmış zihinlere uygun sinema ritüelleri ve belki de kente dair modernlik imgeleri bulamamanın üzüntüsü içindeydi. Filmi beğenmeyenlerin ve ivedi(k) eleştiri getirenlerin (üst-derecede estetik bilimi okumuş tahsilli eleştirmen edasıyla) filme tavır alışında ben sınıfsal bir hınç yakaladım. Buna karşılık Anadolu yerlisi, kimlik tipolojisinde memleket ahvaliyle duygudaşlık kurarak yaşayan kesimdeyse filmdeki mesajların içeriği ve köyün kendine has natüralizminin bir mest etkisi yarattığını gördüm. “Bu filmin türü nedir?” sorusu cevap alamıyorsa bunu, bu filmde emeği geçen ve amatör ruhla (arkasına büyük finansörlerin kendi “beğeni kalıplarını dikte etme arzularını” almaksızın) emeğini katan ekibin zengin muhayyilesine vermek gerekir.

Türk sineması bu tarz draması, mizahı, gerilimi ile karmaşık duygularla bizi yüzleşmeye bırakan çalışmalara ihtiyaç duymalı kanımca. Ayrıca filmde çalışan bütün ekibin ilk deneyimi olması itibariyle, ağır eleştiriler sunmayı elbette etik ve samimi bulmuyorum. Sinema izleyicisi için bir filmdeki noksanlıkları görmek bir hayli kolaydır. Oysa emek, çaba ve cesaretin ürünü olan her çalışma bizce alkışlanmaya değerdir. Bir filmden beklenen en önemli unsur, senaryosunun tutarlı ve her şeyin nihayetinde yerli yerine konulmasıdır. Öldür Beni’nin bunu başarıyla sergilediğini düşünüyorum. Metafizik bir konuyu toparlamak, onu, yıllarca standart senaryoları izlemek zorunda bırakılmış Türk seyircisine anlatmak, filmi izleyenlerin kafalarında soru işareti bırakmak ve bir yandan da bu sorulara cevap aramanın hazzını yaşattırmak oldukça zor bir iştir.

(03 Mart 2009)

Şahin Sınır

Teldeki Adam

Yıl: 1974.

Yer: New York.

1974 yılında New York’ta bir çılgın!

1974 yılında New York’ta çılgın kelimesinin içini tam anlamıyla dolduran bir ip cambazı!

Gözünü zamanının en yüksek binasına, tam 411 metreye yüksekliğindeki “İkiz Kuleler”e dikmiş durumda! Bunu yapmanın imkânsız olduğunu anladığı anda ise; işe koyuluyor!

Tarihler 7 Ağustos 1974’ü gösterdiğinde Philippe Petit isimli bir Fransız ip cambazı 411 metre yüksekliğindeki İkiz Kulelere tel çekip üzerinde dans ederken tüm Amerikan halkı büyük bir şaşkınlık içindeydi. Ve birbirlerine durmadan “Neden” diye soruyorlardı? Neden bir insan ölümle kafa bulur? Nedeni yoktu. İmkânsıza inananların anlayabileceği bir nedeni ise hiçbir zaman olamayacaktı…

Kendini bildiğinden beri gözü yükseklere tırmanmak olan şeytan tüylü Petit dişindeki çürük yüzünden bir dişçi muayenehanesinin bekleme odasında otururken gazete yığınlarının arasında ikiz kulelerin inşa edileceği haberini alır. İşte o andan itibaren kuleleri fethetmeyi kafasına koyar. Sıra çeteyi kurmaya gelmiştir. Kız arkadaşı ve imkânsızın imkânsız olduğuna inanan birkaç arkadaşı ile beraber yüzyılın sanatsal suçunu işlemeye hazırdırlar!

Petit’in “To Reach The Clouds” kitabını kaynak alan, dönemin görüntü ve fotoğraflarına yer veren ve tabi ki Petit ve suç ortaklarının -sanki o anları tekrar yaşıyormuşçasına samimi anlatımlarıyla- akıp gidiyor belgesel…

Zihnin algılayabildiğinin çok ötesindeki bu deneyim 35 yıl sonra iki Bafta’lı yönetmen James Marsh tarafından çekiliyor ve yönetmene ilk Oscar’ını da beraberinde getiriyor. Filme merak salmak için “En İyi Belgesel Film” etiketini görmek bile yeterli… Sıradan belgesel akışını tepetaklak eden, yer yer dram, bazen komedi, hatta aksiyona göz kırpan yapısıyla Teldeki Adam sadece bir belgesel olmanın çok ötesinde… Hangi türün müdavimi olursanız olun sizi bir yanınızdan çekip çevirecek.

(03 Mart 2009)

Gizem Ertürk

27 Şubat 2009 Haftası

“Zoraki Tatil”, sevgili olan bir kadın ile bir erkeğin, aynı gün, ziyaret ettikleri dört farklı evdeki boşanmış anne – babalar, kardeşler, çocuklar, anılar, birbirlerinin hakkında yeni öğrendikleri şeyler sayesinde ilişkilerine ve gelecekteki beklentilerine dair nasıl değişip dönüşebildiklerini merak edenler için, kronometrik yazılıp yönetilmiş klâs güldürü: Sinema öğrencileri için de bir ders; ileride dvd’sini alıp analiz ederlerse çok şey öğrenebilirler.

“Umut”, melodramatik özellikleri nedeniyle ağlayarak bitirmeniz gerekirken, yanlış oyuncu seçimleri ve ağlatı konusu olan olayın kahramanlarının -duygudaşlık kuramayacağız derecede- ‘zayıf’ kalmaları nedeniyle, sıkılarak çıkma ihtimalinizin olduğu, paranın tek güç olduğu bir dünyadaki fedakârlık öyküsü.

“Milyoner”, aklı zorlayan bir sefaletin ortasında var olma savaşı veren iki erkek kardeş ile onlara eşlik eden kızın, capcanlı, yüksek ritimli öykülerinin, dakikalar ilerledikçe Bollywood popülistliğine evrilerek seyirciyi iyice kavradığı film: Batı’da bu denli abartılmasının nedeni, sanırım, ekonomik kriz içindeki bireylerin kaderciliğe her zamankinden çok sarılması.

“Limon Ağacı”, devletler / halklar arasındaki kronik sorunlarda tarafların her birinin tümüyle haklı ya da tümüyle haksız olmadığı gerçeğinden hareket eden ve sonuçta, iki taraftan birer kadının yüreğini aynı noktada buluşturup birleştiren, her izleyenin seveceği Ortadoğu filmi: Sinemanın dünyayı değiştirip dönüştürme gücü olabilse keşke!

“Hayallerin Peşinde”, 1950’lerde, güvenli, temiz, huzurlu bir semtte özel ve farklı olmaya çalışırken, umutsuz bir boşluğun içine düşen iki çocuklu çiftin yapay mutluluk döngüsünden çıkma çabalarını ve evlilik kurumunun derinlemesine analizini içeriyor. Ve -bana göre- bir kez daha kanıtlıyor ki, yaradılış itibariyle ve fizik özellikleri dışında, erkek ne denli zayıfsa, kadın da o denli güçlüdür. Sinemanın en büyük oyuncu performanslarından bir kısmı bu başyapıtta; eğer izlemezseniz beni de bir daha zahmet buyurup okumayınız!

“Revolutionary Road – Hayallerin Peşinde” adlı romanın yazarı Richard Yates’in (1926 – 1992) Ploughshares Söyleşisi’nden (1992): “Kitabımın büyük oranda anti-kent romanı şeklinde algılanması beni hayal kırıklığına uğrattı. Kitabımı yazarken ben bir iddiada bulundum ve konformizmin bu ülkede genel bir ihtirasa dönüştüğünü söyledim. Sadece kentleri çevreleyen lüks konutlarda değil, ülkenin her yerindeki insanların her ne pahasına olursa olsun güvenlik duygusuna çaresizce sarıldığını anlatmaya çalıştım. Burada seçtiğim yer sadece bir örnekti. Çünkü bu ülkede 1776 yılında açılan gelişme yolunun 50’li yıllardaki konformizm tutkusuyla çıkmaz yola saplandığını düşünüyorum.”

“Gölgesizler”, ‘ceberut devlet’ kavramına ait ciddi bir siyasi eleştiriye sahip, ‘ruhların hapishanesi’nden yazıldığı izlenimi veren bir ‘alacakaranlık kuşağı’ metninin aktarımı. Ama sadece aktarım. Sinemaya özgü büyü yok; sinema adına ‘kaçırılmış fırsat’. Keşke M. Night Shyamalan çekseymiş (!). Bir de, ‘zamansız ve mekânsız’ filmde, zamana / mekâna ait somut kişi Atatürk’ün (fotoğrafları ve bir konuşmada adı) kullanılması garip geldi.

(26 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Gölgesizler

Ümit Ünal, yapımcı Hakan Karahan’a “Evet” deyip “Gölgesizler”in senaryosunu yazmayı ve yönetmenliğini yapmayı kabûl ettiğinde herhalde çok zor bir işin altına girdiğini biliyordu. Ama daha az yetenekli bir yönetmeni zor durumda bırakacak bu konuyu Ünal çok başarılı bir şekilde işlemeyi bilmiş.

Edebiyattan sinemaya uyarlama yapmak gerek senarist gerekse yönetmen için zor bir şeydir. Bunun en büyük nedeni kitabı okurken kişinin kendi deneyimlerine uygun bir şekilde kitabı kafasında canlandırıyor olması ve dolayısıyla kitaptan uyarlanan filme girerken de o filmin kendine “ısmarlama yapılmış” bir versiyonunu çoktan görmüş olmasıdır. İster istemez de kitaptan edindiği kendi deneyimini yönetmeninkiyle karşılaştırır.

Zamanlar, yerler, kişiler arasında

Ancak “Gölgesizler” Ümit Ünal’a bunun ötesinde bir zorluk daha getiriyor. Bu kitabın kuruluşundan kaynaklanan bir zorluk – kitaptaki hikâye doğrusal bir zaman akışı izlemeyerek, zamanlar, yerler ve kişiler arasında zigzaglar çizerek ilerliyor.

Kitaba renk katan ve daha sürükleyici kılan bu özellik dikkati kısa sürede dağılabilen sinema izleyicileri için dikkat dağıtıcı ve hatta kafa karıştırıcı olabilir. Ümit Ünal ise ustalıkla bu zorluğun üzerinden gelmiş. Hayır, konu insan psikolojisi ve kaybolmuşluğu olduğu için kolay anlaşılabilen bir film değil “Gölgesizler.” Ancak hikâye yerler, zamanlar ve kişiler arasında sıçraya sıçraya ilerlerken Ünal izleyicinin dikkatini elinde tutmasını ve hatta “neler oluyor?” diye merak ettirmeyi bilmiş.

Etkileyici görsellik

Beni en çok etkileyenler şeylerden biri Ünal’ın “uzaklar”da yer alan sahnelerde zeytin ağaçları ile çevrili bir köyde olması bekleneceği gibi toprağın ve güneşin rengini değil, maviyi tercih etmesi. Toprak ve güneşin rengi sıcaklık verir, kişinin kendisini “yakın” hissetmesine yardımcı olur. Oysa mavi “soğuk” bir renktir ve kişiyi kendinden uzaklaştırır; “uzaklar”ın adına yaraştığı gibi. Böylesine şirin küçük bir köyde, insanlar birbirlerine bu kadar yakınken bu görsel uzaklık bu köy hakkında önceden oluşmuş tüm inanışlarımızı, yargılarımızı yıkmaya, izleyiciyi “acaba ne doğru, ne yanlış” diye sorgulamaya itiyor. Zaten bu da filmin sorguladığı ana konulardan biri.

Ünal beni sadece bir kez şaşırttı. O da Muhtar’ın Cennet’in Oğlu’nu dövdükten sonra gece köy halkının Cennet önderliğinde muhtarlığın önüne gelip Cennet’in Oğlu’nu istedikleri sahneydi. Cennet’in Oğlu ağzından kanlar gelerek küçük muhtarlığın yerinde yatıyordu. Dışarıda ise kara kara gölgeler genç adamı istiyorlardı. Cennet’in Oğlu ölmüş olmalıydı, yoksa karanlıkta biriken bu koyu koyu varlıklar (yoksa onlar Cennet’in Oğlu’nun ruhunu teslim almaya gelmiş melekler veya iblisler miydi?) onu neden istesinlerdi? Oysa sonraki sahnelerde Cennet’in Oğlu sapasağlam ortalıklarda dolaşıyordu, ölmemişti. Yoksa… Yoksa, aslında o gece orada ölmüş müydü?

(22 Şubat 2009)

Yasemin Sim Esmen

Bunları Yazmak Gerek 13: Kültür Bakanı Film Sınıflandırma Uzmanı Değildir!

Haber şöyle: Değerlendirme ve Sınıflandırma Üst Kurulu’nun aldığı kararı değerlendiren Günay, “Ben o karara itiraz ettim. Çünkü aldığımız bilgiler fevkalade argo ve küfürlerle dolu olduğuna ilişkindi. 13 yaşın altındaki çocukların anne ve babasıyla da olsa gitmemesi gerektiği doğru olacağı kanaatiyle itiraz ettim. Kurul bugün kabul etti. Ama 13 – 18 arasına bir kısıtlama getirmemişler. Benim şahsi kanaatim aslında 18 yaşın altına da kısıtlama getirilmesi doğrultusundaydı” dedi. Günay, “Her türlü özgürlükten yanayım; şiddet propagandası, küfür propagandası, vahşet propagandası hariç” şeklinde konuştu.

Gelişmeler de şu şekilde: Filmin ikinci haftasının ilk günü, “7+” ve “13A” almış filmin yaş alt sınırı “13+” olarak değiştirildi. Sinemalara, uyulup uyulmadığına dair denetleme ekipleri gönderildi. Peki, ilk hafta filmi izleyen 7 – 13 yaş arası çocukların, duydukları ‘kötü söz’lerden dolayı uğradıkları tahribat (!) ne olacak?

Sınıflandırma ve Değerlendirme Yönetmeliği’nde Bakanlığın yetkisi:

“Bakanlığın yetkisi
Madde 13 — Bakanlık, insan onurunun, kamu düzeninin, genel ahlâkın, çocukların ve gençlerin ruh sağlığının korunması amacıyla; şiddet, pornografi ve insan onuruyla bağdaşmayan görüntü ve etkiler içeren filmleri yeniden değerlendirilmek üzere Değerlendirme ve Sınıflandırma Kuruluna re’sen sevk edebilir.”

Hülâsa, durum budur. Bir bakalım:

Yönetmelik değişikliğinde, yaşlarla ilgili çeşitlendirmeye gidildiği halde, içerikle ilgili çeşitlendirmeye gidilmemiştir, örneğin “kötü söz” ibaresi yoktur. Dolayısıyla çocuğu ile filme girecek olan ebeveyn içeriği tam olarak bilememektedir.

Üç kişilik alt kurullar, yetersiz kalmaktadır. Bazen, daha önce örneklerini verdiğimiz yanlışlıklara imza atmaktadırlar.

“Recep İvedik 2”de de yanlışlık yapılmış olabilir. Ama bunun yolu bakanın yetkisini kullanarak, şahsi kanaat belirtmesi ve yaşı “18+” olarak belirlemesi olmamalıdır. Bu yanlışlıkların kaynaklarına inilip gerekli düzeltmeler yapılmadan, “bakan kızgınlığı ve -bir tür- fırçasıyla” ticari bir filmin ikinci haftasında yaş değiştirilmesi, kamuoyunda güvensizlik yaratır.

Bakan, film değerlendirme uzmanı değildir. Bu ülkede kimlerin hangi araçları kullanarak nelerin propagandasını yaptığı ortadayken bir filmi “küfür propagandası” olarak nitelemesi üzücüdür. Dünyadaki benzer örneklere bakıldığında bu tür bir film için “18+” yaşın insaf ölçüleri dışında olduğu görülür.

İstenildiği zaman, istenilen filmi, kesmeye ve yasaklamaya da olanak veren bu sansürcü yönetmeliğin yeniden düzenlenmesi ortada iken, bir sinema filmine bakan müdahalesi hukuken doğru ama teamüllere uygun değildir.

Mesele “Recep İvedik 2” meselesi olmanın ötesindedir. Yönetmelik ve kurulların oluşumu – çalışması yeniden düzenlenirse, bakanın kızmasına gerek kalmayacaktır.

(24 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

(aliuyanik@superonline.com)

Havar’ın Sesini Duyuyor musunuz?

Mehmet Güleryüz’ün ilk uzun metrajlı filmi Havar şu günlerde vizyonda… Geçmişte birçok belgesel filme imza atan Güleryüz, ilk filminde ülkemizin kanayan yaralarından birine parmak basıyor. Amatör birkaç oyuncu ve köy halkı ile birlikte çekilen film doğallığı, şiirsel anlatımı ve muhteşem görselliğiyle vicdanlarımıza doğru bir yolculuğa çıkartıyor bizi… Havar’ın çığlıkları ise duyulmayacak gibi değil… Ülkemizin kanayan yarası töre cinayetleri ve cinayetin kılıf değiştirmiş hali baskı ile intihara zorlama kadınların hayatını cehenneme çeviriyor…

Havar ilk uzun metraj filminiz ama sinema ile içe içe olanlar bilirler birçok belgeseliniz var… Ama bilmeyenler için biraz sinema serüveninizden bahsedelim isterseniz…

Ben sinemaya başlayalı yaklaşık 20 yıl oldu. 1988 yılında asistanlık yaparak başladım. Asistanlıktan yönetmenliğe geçmek istediğim yıllar Türk sinemasının krizde olduğu yıllardı. Bu dönemde insanlar yeni şeyler üretmek yerine geçmişteki hikâyelerini anlatıyorlardı. Ben de boş durmaktansa bu hikâyeleri anlatayım diye düşündüm.

Belgesele yönelmeniz biraz da dönemin ekonomik çıkmazından doğmuş anlaşılan…

Evet ama bunun bana çok faydası oldu. Böylece hem kendimi geliştirmiş, hem piyasadan kopmamış, hem de mesleğimi sürdürmüş oldum. 10’un üzerinde belgesel hazırladım. Bunların içinde Türk Sinema Tarihi, Kemal Sunal, Yılmaz Duru, Hayal Kahramanlar (Dublörler, yardımcı oyuncular) gibi belgesel filmler var. Bir de bu çalışmaların bazıları Kültür Bakanlığı ve TRT desteği ile oldu. Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Bülent Oran ile ilgili önemli şeyler yer almıştı belgesellerimde. Böyle bir serüven işte…

Havar’ın oluşum sürecinden bahseder misiniz? Bir dönem Batman’daki kadın intiharları ile ilgili basında birçok haber yer almıştı… O dönemde mi başladınız çalışmalara?

Benim genel olarak sosyal konulara duyarlı, sivil toplum örgütleri içinde yer almayı tercih eden bir yapım var. Basında da sıkça yer alan Batman’da gerçekleşen genç kız intiharlarına ilişkin haberleri üzüntüyle takip ediyordum. Bu konuyla ilgili bir şey yapabilir miyiz, diye düşündüm. Bunların üzerine gidildiği halde sorunların çözülememesi insan olarak dokundu bana… Filmde birlikte çalıştığımız senarist Feza Sınar’ı aradım. O da sıcak baktı. Hemen çalışmalara başladık, arşivleri taradık, dosyalar hazırladık, yaşanmış olayları dinledik… Sonuç olarak biraz gerçek, biraz kurmacadan oluşan bir senaryo çıktı ortaya.

Filmdeki oyuncular yöre halkından… Neden profesyonel oyuncularla çalışmadınız?

Öncelikle çekimlerin mutlaka Batman’da ve Hasankeyf’de olmasını istiyorduk. Oralarda bir tanıdığım yoktu. Oraları bilen bir arkadaşımız “Sizi ben gezdiririm”, dedi. Tabii insan Batman adını duyunca önce biraz ürküyor. Ancak oraya gittiğimde kafamdakinden çok farklı bir Batman ile karşılaştım. Tiyatro yapan, müzikle uğraşan gençler gördüm. İlk başlarda profesyonel oyuncularla çekim yapmayı düşünüyordum. Orada tanıştığım insanlarla da deneme çekimleri yaptım. Deneme çekimlerini İstanbul’da izleyince onlarla çalışmanın daha etkili olacağını düşündüm. Profesyonel bir oyuncuyla çalışmak ayrıca bir zaman gerektirecekti… Yani o oyuncunun oradaki kültürü, dili öğrenmesi, mimiklerin oturması ciddi bir süreç işi. Sonuç olarak amatör oyuncularla çalışmanın projenin gerçekçiliğinin seyirciye yansıması açısından daha faydalı olacağını düşündüm. Zaten filmdeki dört oyuncu da Batman’daki Bahar Kültür Merkezi’nde tiyatro yapıyor. Ama biz çekimlere başladığımızda Çiçek tiyatroya yeni başlamıştı. Filmde belirli rolü olan 15 kişi var ve bunlardan 4’ü o bahsettiğim amatör tiyatro grubundan, gerisi köylü…

Filmde, ölen ablasına şiirler yazan Hasan köylülerden miydi?

Hasan köylülerdendi… Belki de hiç sinemaya gitmemişti ama köylülerin içinde en başarılısıydı…

Hasan’ın hikâyesi gerçek mi peki? Öyle bir olay yaşanmış mı, çok dokunaklı ve bence filme çok farklı bir anlam katıyor…

Evet, ölen ablasına mektup yazan çocuk gerçek bir hikâye. Biz de çok etkilendik…

Peki sizce bu sorunun neresindeyiz? Nasıl kesin bir çözüm bulabiliriz?

Bu konu üzerine birçok çalışma yapıldı ama ne kadar yol katedildi ona bakmak lâzım. Aydınlarımıza, sanatçılarımıza çok büyük iş düşüyor… Sorumlu ve duyarlı olmaları gerekiyor… Hepimizin hayatta sorunları oluyor ama sanat çok kurtarıcı bir şey… Resim, tiyatro, sinema ne olursa… Ben kendi adıma her türlü desteği verebileceğimi söyledim. Atölyeler yapabilirim, ressam, tiyatrocu ya da müzisyen arkadaşlarımı yönlendirebilirim. Onların hayata sanatla tutunmalarını sağlamalı, yalnız olmadıklarını göstermeli, bir nevi kardeşlik köprüsü kurmalıyız. Dünyanın birçok yerindeki festivalde filmi gösterdik. Gördüğümüz şuydu, bu sadece bizim ülkemize özgü bir şey değil. Kadına yönelik şiddet dünyanın her yerinde var. En modern yerlerde bile var… Ayrıca filmde babalarla kızların arasındaki gizli bağı da vurgulamak istedik. Bu bağın zaman zaman güçlendiğini zaman zaman da nasıl inceldiğini ama hiçbir zaman kopamayacağını…

(24 Şubat 2009)

Gizem Ertürk

20 Şubat 2009 Haftası

“The Spirit”, güzel kadınları kolayca elde edebilen, asla vazgeçemeyeceği ilk sıradaki sevgilisi ise gölgelerinden beslendiği şehir olan ‘ölümsüz’ karakterin, ona ölümsüzlüğü veren düşmanı ile karşılaşmasının grafik ve komik anlatımı; tüm malzemeleri tam ama ‘tatsız mı tatsız’ bir çizgi roman uyarlaması: Anti kahramanları sevenlere yalnızca.

“Niko: Yıldızlara Yolculuk”, küçük bir ren geyiği ve dostları ile maceraya atılıp şöyle kutup ışıklarına doğru, kuzeyin eşsiz renkleri ve vahşi güzellikleri içinde bir yolculuk yapmak isterseniz, ideal. Bu animasyondan hafızama kazınan ve asla unutmayacağım söz, geyikleri parçalayıp yemek isteyen arkadaşlarına karşı vejetaryen kurttan geldi: “Geyikler nasıl olsa otla besleniyor; biz de aracıyı ortadan kaldırıp otla beslenelim”!

“Bir Alışverişkoliğin İtirafları”, bilinçaltımıza sürekli pompalanan ‘harca, borçlan, öde’ emirlerini farklı uygulayıp “bilinçsizce harcayıp borçlarıyla tükenen” ve ‘hastalığı ilerleyen’ sevimli bir kızın New York’taki koşuşturmacalar dünyasında var olma savaşını anlatırken, çağdaş bir masalın tüm özelliklerini taşıyor. Çok karakterli yapısı girift gibi gözükse de, düğümleri kolayca çözülüyor ve hayli de eğlendiriyor… Tabii ekleyelim, izlendiği süre kadar sevimli; kalıcı etkisi yok!

(18 Şubat 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Fransa’da Televizyon Dizileri Formatları

Malûmunuz, bugünlerde senaristleri çok meşgûl eden bir konu var: Dizi formatları. SENDER bana Fransa’daki durumu sordu, ben de şöyle bir özet derledim:

Fransa’da televizyon dizilerinde 52 dakikalık Amerikan formatına geçiş doğrusu biraz güç oldu. Ne de olsa sinema formatı kültüne inanan ve televizyonu küçük gören senaristlerin memleketiydi burası. Ve elbette ki 52 dakikaya geçiş, burada derhal 90 dakikalık filmlerin sonu anlamına gelmedi. Şimdi herkes hemfikir ki, iki formatta da çalışmak mümkün. Asıl sorun parada. Aynı bütçeye daha uzun film çektirmek, kanalların işine geliyor elbette. Ve genellikle belli bir prestiji olan yazarlar, kanallarından arzu ettikleri formatı “koparatabiliyorlar.”

Bu tip ortak kararları alan komisyonlarda senaristlerin olması çok önem taşıyor. Yani sektörde, televizyonlarda ve yapım şirketlerinde anahtar mevkilerde, karar verme mekanizmalarında muhakkak bir kaç senarist bulunmalı ve her ülkede konjonktüre göre kararlar alınmalı.

Hiç bir zaman Amerikalıların finans kapasitesine ulaşmak mümkün olmasa da Fransa’da yine de prime time, day time ve access prime time kuşaklarında mümkün olduğu kadar çok “fiction” yayınlanmasına çalışıldı. Akşamları üçüncü bir kuşak olmasının endüstriye yararlı olduğu konusunda herkes hemfikir.
52 dakikalık formata geçiş süreci Fransa’da bizdeki süreçten çok farklı. Türk yazarlar zaten hali hazırda varolan dizi yazarlığı sisteminde, sadece süreyi kısaltma savaşını vermekteler. Oysa Fransa’da bu, tamamen sistem değişikliği gibi algılandı çünkü “yönetmen filmi” kavramından vazgeçilmesinden korkuldu.
52 dakikalık formata geçilmesiyle Fransız televiyon yazarlığında büyük değişiklikler oldu, bunların en önemlisi de kollektif yazarlığa geçişti. Tamamen yazar yönetmenliği üzerine kurulmuş bir kültürde, ortak yazı atölyelerinin kurulması Paris’te gerçek bir devrim yarattı.

Kollektif yazarlık meselesine de şöyle bakıyor buradaki senaristler: Yapımcı, farklı ufuklardan gelen çeşitli yazarları bir araya getirmeden önce projesi hakkında, yani neyi, nasıl, kaç paraya anlatmak istediği hakkında iyi düşünmeli.

Dizinin ana konusunu tespit etmek ve ilk bölümü yazmak için genellikle yazarları bir araya getirmeye lüzum yok, nasıl bir prototip ürün için 20 tane mühendis gerekmiyorsa, aynı şekilde konsept ve ilk bölüm yazarken de tek bir yazar yeterlidir hatta daha sağlıklıdır çünkü net ve kesin bir anafikri savunacak kişi odur.

Toplu yazma macerasının daha ucuza geleceğini zanneden yapımcılar yanılıyorlar çünkü sonuçta her yazarın çalışma süresi bölünmüyor. Bir de buna çok uzun tartışma süreleri ekleniyor.

52 dakikalık formata geçişle birlikte, Fransa’da “sanatsal yapımcı” kavramı doğduğuna dikkat çekiliyor: Eskiden 90 dakikalık hikâyeyi tasarlayan ve çoğu kez yazan bir yönetmen tipi vardı, oysa şimdi önce yazar sonra da yönetmen var. Yani yapımcı bu ikisinin ortasında yer alıyor ve hikâyenin yazardan yönetmene geçişinde projeye sanatsal anlamda refakat edecek donanıma sahip olmak zorunda. Artık yapımcılar okuma provalarına katılıyorlar, öyküyü iyi bilip kasting konusunda fikir yürütüyorlar, senaristleri yönlendiriyorlar.

Yani yapımcının, Amerikalıların “show runner” dedikleri rolü oynaması sözkonusu ki, bu Fransız geleneklerinden çok farklı.

26 dakikalık dizilerde de durum farklı. Daha dinamik, daha kalabalık ekipler var. Yazar sayısı, bir hikâye ekibi, bir de diyalog ekibi olmak üzere 25 yazara kadar çıkabiliyor ve yılda 120 bölüm hazırlanabiliyor.
Başyazarın altındaki iki yazar, hikâye ve diyalog ekiplerini yönetiyor. Hikâye ekibi haftada 26 dakikalık 5 bölüm yazıyor. Bölümlerin kısa ve net yazılması önem taşıyor. Diyalog ekibi de 3 taslak yazıyor, haftada tek toplantı yapıyor.

Bir de çok kısa formatlar, her akşam beş dakikalık bir skeç gibi, orada da her projenin ayrı bir öyküsü olduğunu görmek mümkün.

Bitmez tükenmez reklâmlarla kesilen bitmez tükenmez dizilerin memleketi Türkiye’de bakalım durum ne olacak?

İlkbaharın klavyelerinize ilham getirmesi dileğiyle…

(17 Şubat 2009)

Sedef Ecer

(Bu yazıyı sadibey.com’a da gönderen SENDER (Senaryo Yazarları Derneği)’e ve yazara teşekkür ederiz.)

A Summer With Monika / Monika ile Bir Yaz

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, İsveç Kültür Başkonsolosluğu ortak çalışmasıyla çağımızın en iyi yönetmenlerinden Ingmar Bergman filmlerini izleyici ile buluşturuyor. Bergman’ın 1950’den 1970’li yıllara değin kadın temalı çektiği 8 filmin yer aldığı program, hafta içi 16:00 ve 19:00, haftasonu 14:00 ve 17:00 seanslarıyla görülmeyi bekliyor.

A Summer With Monika / Monika’yla Bir Yaz / 1953

Oyuncular: Harriet Andersson, Lars Ekborg, Dagmar Ebbesen, Ake Fridell.

16 – 17 yaşlarında, büyüyüp de küçülmüş gibi görünen küçük, tatlı ve ateşli bir yeni yetme Monika! Evden tüyüp, bir an önce özgürlüğüne ve hayatın zevklerine doğru kanatlanmayı bekleyen bir küçük kadın! Genç, toy ve saf Harry, Monika’nın cilvelerine kayıtsız kalamaz. Hatta ona sırılsıklam aşık olur.

Günün birinde evden kaçmak için fırsat kollayan Monika, babasının sarhoş bir anında ona vurmasıyla bavulunu toplayıp Harry’nin evine koşar. Evde kalmaları mümkün olmayınca Harry, Monika’ya babasının motorunda kalmayı önerir. Şehrin sıkıcılığından, işe gitme zorunluluğundan sıkılan gençler her şeyi geride bırakıp Harry’nin motor ile adalara doğru açılırlar.

Bu özgürlük ve aşk dolu seyahat onlara çok iyi gelir. Bir süre sonra Monika hamile kalır. Bunun üzerine şehre dönünce evlenmeye karar verirler. Harry gündüz çalışacak akşam da gece okuluna gidecektir. Monika ise evde çocuğa bakacak ve yemek pişirecektir.

Zamanla Monika bu tatilden sıkılmaya başlar. Yeni bir elbisesi olmadığından yakınır durur. Şehre dönerler. Yaşları tutmadığı için evlenmeyen çift için Harry’nin halası devreye girerek gerekli evrakları tamamlar. Artık evli ve çocukları olan genç çift için kâbus dolu günler yakındır.

Harry söz verdiği gibi gündüz işe gider, gece ders çalışır. Ancak Monika yemek ve temizlik yapmayı, çocuğa bakmayı reddeder. Zavallı Harry bir taraftan bunlarla da uğraşıp durur. Gündüzleri ise halaları çocuğa bakmaya gelir. Halaya Monika’nın da gündüz çalıştığı yalanını söylerler. Oysa Monika gündüzleri gezip tozmakla meşgûldür.

Monika, Harry’ye sürekli çok mutsuz olduğundan, gezip – eğlenmek istediğinden, yeni giysiler almak istediğinden söz eder. Sonunda kira parasını yeni bir palto almak için harcayan Monika ile Harry arasında büyük bir kavga çıkar. Akabinde Monika’nın Harry’i aldatması Harry’i derinden yaralar.

Bir zamanlar babasının evinden kaçtığı bir sahnenin benzeri bu kez Harry ile aralarında yaşanır. Monika eşyalarını toplayıp, çocuğu da Harry’ye bırakarak eğlence ve zevk dolu dünyaya doğru süzülür. Harry ise kucağında bebeğiyle Monika’yla geçirdikleri o güzel yazı hayal ederek ağlar.

Filmlerinde tercihlerini kadınlardan yana kullanan Bergman’dan gönderme dolu bir film! Genellikle erkeklerden görmeye alışkın olduğumuz tavrı bu kez bir kadın tarafından görünce şaşırıyor ve afallıyoruz. Hayatın tek düzeliğinden, zorunluluklarından sıkılanlara başka bir dünyanın var olduğunu rolleri değiştirerek anlatan Bergman’ın Monika’sı ile bir yerlerde karşılaşmanız dileğiyle!

(16 Şubat 2009)

Gizem Ertürk