Kategori arşivi: Yazılar

11. Uluslararası Antakya Film Festivali: Deprem Yaralarını Gülen Filmlerle Saracak

Antakya yerle bir olduğu o büyük depremden çıkalı daha bir yıl bile olmadı. Birçok eksiği var. Birçok zorunlu, temel ihtiyaçlar karşılanamıyor bile. İnsanlar öyle çaresiz, öyle mahzun, öyle umutsuz ki… üzerlerine yapışan o kem talihin ve sosyoekonomik, sosyotültürel ve sosyopolitik tozlarını silkinip atmak için ufak bir işaret bekliyor.

İlkokul yıllarından anımsadığım bir metin var: “Almanya, İkinci Dünya Savaşının ardından önce tiyatro binaları inşa etti; hastane ve yol daha sonra yapıldı. Çünkü sanat, tüm yaraları saracak en iyi ilaçtır.” Kimin yazısı anımsayamasam da aklıma mıh gibi çakıldı bu söz.

Sinema şifadır…

11. Antakya Uluslararası Film Festivali, tam da bu koşullarda, sadece Antakyalılara değil, depremden etkilenen herkese bir şifa olmak için, “Antakya varsa ben de varım” sloganıyla 13 – 19 Ekim tarihleri arasında yapılacak. Festival koordinatörü Atakan Metin, alışılagelen konforun bulunmadığı, bulunamayacağı bir festivali yapacaklarını, ancak sinemanın şifa veren o sihirli dünyasıyla umutları dirilteceklerini açıkladı. Çok akılcı bir kararla, festivali il, ilçe ve bütün büyük konteynır yaşam alanlarına yaydıklarını söyleyen Festival Başkanı Mehmet Oflazoğlu, festival destekçilerine teşekkür etti.

Gülümseyin sinema geliyor…

En önemli duyuruyu festivalin uzun metraj bölümünün başkanlığını yürüten Murat Şeker yaptı. Şeker, hemen tüm festivallerde asık yüzlü filmlerin seçkilere alındığını; Antakya’nın bu yılki durumu nedeniyle insanların gülmeye ihtiyacı olduğunu; buna bağlı olarak da bir pozitif ayrımcılıkla güler yüzlü filmleri seçtiklerini söyledi. Katılmamak elde mi Şeker’in bu düşüncesine…

Meral Orhonsay Sinema Onur Ödülü’ne, Vadullah Taş ise Sinema Emekçi Ödülü’ne değer görüldü. Ödüle değer görülen iki sanatçı da, Antakya’nın böylesi bir etkinliğe ihtiyaç duyduğunu, bunun rehabilitasyon yolunda bir ilk adım olacağını dile getirdi.

11. Uluslararası Antakya Film Festivali, diğer tüm eksikliklere karşın deprem yaralarını sarmakta olmazsa olmazımız olmalıdır. Sürdürülebilir bir mutluluk için sinemadan vazgeçilemez.

Aklıma takılanlar…

Basına dağıtılan film listesinde bir sözcüğe takıldı kafam. Her filmin bir “müdür”ü var. İyi de neden yönetmeni yok! Aslında oradaki müdür, müdür değil yönetmen. Ancak Google translate, “director”ı müdür olarak çevirince filmleri yönetmen değil müdür çekmeye başlamış. Bu, aslını sorarsanız başka metinlerde de çıktı karşıma, ama bir film festivalinin metninde, doğrusu yadırgadım.

Bir de gündemden bir konu var… Festival sorumlularının, konum ve görevleri nedeniyle Antalya Altın Portakal’da yaşanan yasaklama, sansür ve festivalin iptal edilmesine değinmemesi belki normal karşılanabilir, ama sinemacıların yaşananlara bir tepki göstermemesi kabul edilebilir bir şey değil, bana göre. Susma sustukça sıra sana gelecek!

(05 Ekim 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Umut Etmenin Yorgunluğu

‘Kuru Otlar Üstüne’ kardan tipiden gözün gözü görmediği, rüzgârın tehditkâr bir uğultuyla kulaklarda çınladığı beyaz örtünün üzerinde yol almaya çalışan otobüsün görüntüsü ile açılıyor. Arabadan inen Samet öğretmen, yarıyıl tatili sonrası Erzurum’un ücra köyüne vazifesinin başına dönmektedir. Ailesinin yanında geçirdiği kısa dinlenme dönüşü lojmanda birlikte kaldığı ev arkadaşı Kenan öğretmene getirdiği soğuk sıkım zeytinyağından Egeli olduğunu çıkardığımız genç adam ‘kendi tabiriyle’ nasıl da düşmüştür buralara. Geldiği ilk dakikadan itibaren sadece gitmek vardır aklında. Gençliğinin dört kıymetli yılını bu uzak toprakların insanlarına adamış ve artık yetmiştir. Kendi ulaşamadıklarının parıltısını gördüğü kız öğrencisinin beklenmedik hamlesi Kenan ile onu amirleri karşısında zor duruma düşürünce birikmiş kızgınlığı kör bir öfkeye dönüşür. Filmin ikinci bölümüne doğru Ankara’daki Barış Mitingi’nde sağ bacağını kaybetmiş Nuray öğretmenin devreye girişi ile iki erkek dışardan emniyetli görünen kuru ve kırılgan dünyalarını sorgulamaya başlayacaktır.

İlk izleyişten beri üzerimdeki yoğun etkisini sürdüren Nuri Bilge Ceylan eserinin, başyapıt yetkinliği ile yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada gördüğü büyük ilgi ve övgüyü hak ettiğini baştan söylemeliyim. Filmin Ceylan’ın ‘Üç Maymun’dan beri (2008) birlikte olduğu Gökhan Tiryaki yerine ilk kez Cevahir Şahin ve Kürşat Üresin ikilisi ile çalışmasının ürünü olan görselliği parmak ısırtacak düzeyde. Eşi Ebru Ceylan ile yazar Akın Aksu’nun ‘Ahlat Ağacı’nda başlayan ve Aksu’nun zengin köy öğretmenliği anılarından beslenen senaryo metni için de aynı şeyler söylenebilir. Ceylan’ın artık büyük ustası olduğu oyuncu yönetiminin rehberliğinde Deniz Celiloğlu, Merve Dizdar, Musab Ekici başta olmak üzere, irili ufaklı tüm yan karakterlerin zengin yan öykücüklere hayat veren oyuncu performansları filmin çok başarılı bir diğer özelliği. Öğrenci Sevim rolünde ilk kez izlediğim gencecik Ece Bağcı ise gerçek bir keşif olarak umut veriyor.

Klasik Rus edebiyatı başyapıtlarının izinde bir roman filme dönüşmüş olan yapım, 197 dakikalık uzunluğuna karşın zamanın nasıl geçtiği farkedilmeden izleniyor. Oysa zaman çok ağır ilerliyor bu topraklarda. Derslerin de, teneffüslerin de, gecelerin de ona çok uzun geldiği Nuray öğretmen filmin en can alıcı sekansında tembelliğini ve işlevsizliğini bireysel özgürlük olarak sunan Samet’e karşı toplumsal dayanışmanın gerekliliği savunuyor. Lakin sanki uzun yıllar yaşamış gibi ‘umut etmenin yorgunluğu’ vardır üzerinde. Dizdar, Cannes’da ödüllendirilmiş müthiş yorumunda yaşadığı trajedinin ardından ‘elinde kalanın ne olduğunu’ bilmek istiyor, kapağı İstanbul’a atmak ve buralardan kurtulmak isteyen Samet’in erkeklik oyunlarından birine yem olmak pahasına olsa da.

Aksu ve Ceylanların ‘kuşların bile uğramadığı metruk bir değirmene’ benzettiği, amaçsızlığını ve boşluğunu gittiği her yere taşıyacak olan Samet’in mutsuzluğu ve aydınlık gözükmeyen geleceği ile yüzleştiği o müthiş finalde kış gitmiş, baharı görmeden yaz gelmiştir. Ceylan çiftinin filmin dokusuna yerleştirdikleri gerçeği perdeleyen fotoğraflar misali unutulmuşluğu gizleyen bembeyaz kar örtüsünün altında yeşermeden kuruyan otlar misalidir o. Ferit Karahan’ın unutulmaz ‘Okul Tıraşı’ndaki öğretmenler gibi, bu topraklarda harcanıp gidecek olan Sevim’ler gibi. ‘Kuru Otlar Üstünde’ Nuri Bilge’nin karamsarlığının doruğuna çıktığı bir başyapıt. Sinema ile edebiyatın güzide birlikteliği, bir roman olarak da okunabilecek bu sinemasal yetkinliğin seçimlerin ardından ‘umut etme yorgunluğu’nu derinden deneyimleyen bizlerin ruh haline cuk oturmuş olması, Nuri Bilge’nin kendisinin de dahil olduğu açık hesaplaşmayı daha da sarsıcı kılıyor.

(27 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Kasa Hep Kazanır: Emeklilik Planı

Filmin adını duyunca, gerek toplumun gerekse siyasetin gündeminde de emeklilere maaş artışı yer alıyor olunca, ister istemez filmi bizimle doğrudan doğruya bağdaştırdım. Galiba bir tek bizim emeklilerimizin maaş sorunu var; filmdeki emekli Caymen Adalarında keyif çatıyor. Film boyunca bizim sorunumuzla ilgili üç beş cümle edecek mi diye bekledim… tamam, tamam, itiraf ediyorum, çok abarttım. Ama insan yaşadıklarının beklentisi içinde oluyor ister istemez.

Amerika’da beş aydır süregelen senarist (daha sonra oyuncular ve kamera arkası çalışanlarının da katılımıyla büyüyen) grevi sürerken yönetmen Tim Brown’un grevi kırarak yazıp yönettiği Emeklilik Planı’nda Nicolas Cage, Ashley Greene, Ron Perlman, Jackie Earle Haley ve Ernie Hudson rol alıyor. Bu çerçevede, Emeklilik Planı bir grev kırıcı film, oyuncuların da katıldığı… Cage’in on yıldır görmediği, duymadığı kızı, kocasının kendisini kurtarmak amacıyla sakladığı bir taşıyıcıyı (film boyunca bellek ile hard disk deyip durdular, görünce anlıyorsunuz ki, bildiğiniz taşıyıcı) kızıyla (yani Cage’in bilmediği torunuyla) ona gönderir. Sonrası aksiyon. Tabancalar sürekli ateş kusuyor, tüfekler patlıyor, insanlar ölüyor…

Filmin bizim emekliliğimizle ilgisi olmasa da bizim yönetimimizle (aslında tüm yönetimlerle) doğrudan bağlantısı var. Bir suç örgütünün, uyuşturucudan insan kaçakçılığına, fuhuştan ihale dümenlerine kadar her şeyde parmağı var (Bizde de, biliyorsunuz, bir siyasi ayağı bulunamadı, herkesin bilmesine karşın.) Bu suç örgütünü hem suçüstü yapmak hem de çökertmek için devletin yaptığı bir planmış meğer yaşananlar. Böyle anlatınca merak katsayısı yükseldi bende de yazarken. Emniyetin, istihbarat örgütlerinin (burada CIA ve FBI anlamında) ve siyasetçilerin içinde bulunduğu bir labirentte yaşanıyor her şey. Emniyet müdürünün vali olma amacıyla onca ölüme yol açması, bilmem sizde ne gibi bir duygu uyandırır.

Oyuncuların gücü tutuyor aslında filmi ayakta bir bakıma… Bobo, (Ron Perlman) neden kötü adam olmuş? Nicolas Cage (iki kimlikli, eski bir istihbaratçı, onun için hangi adını kullanmalıyım bilemedim; Dede diyelim) niye erken emekli? Thalia Campbell (torun Sarah) sordukça herkes afallıyor.

Film sadece aksiyon olarak görülmemeli, hoş bir komedi yanı da var; her aksiyonun gizemli tarafı vardır, burada da dozunda… Yine de unutulmaması gerekenleri yukarıda okudunuz.

Amerika’daki senarist ve oyuncuların grevi, 27 Eylül’de anlaşmayla sona erdi.

29 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(26 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Umut Etmekten Yorgun: Kuru Otlar Üstüne

Bir filmi izlerken, film seyrettiğinizi unutuyorsanız o sinemadır. Zaman da zemin de önemli değildir, sizi sarıp sarmalamıştır ve o duyguyu yaşıyorsunuzdur.

Nuri Bilge Ceylan’ın, Cannes’da büyük övgüyle karşılanan ve dakikalarca ayakta alkışlanan filmi “Kuru Otlar Üstüne”, bir köy okulunda öğretmenlik yapan Samet (Deniz Celiloğlu), Kenan (Musab Ekici) ve Nuray’ın (Merve Dizdar), sosyal anlamda sığ ve sıradan yaşamına odaklanıyor. Tabii, Sevim (Ece Bağcı) ile öğrenci ilişkileri de yer alıyor; biraz platonik, biraz zaman geçirmek biraz da çocuksu… Filmdeki tipler sıradan olmakla birlikte perdenin dışına taşan karakterleriyle etkisini uzun süre tutuyor izleyicinin üzerinde; sokakta her an yanınızdan geçip gidiveren sıradan insanlar her biri aslında. Filmde, geleneksel kötü adam/kötü kadın yok; herkesin iyi ve kötü yanları var.

Film, Akın Aksu, Ebru Ceylan ve N. Bilge Ceylan’ın ortaklaşa yazdığı senaryo demek gerekir, sadece yaz ve kışı olan bir coğrafyada geçiyor; baharı görmeyen otlar, yerdeki kar kalkarken kuruyor. Bu önemli bir ayraç: İnsanın içinde iyiyle kötü, güzelle çirkin birlikte bulunuyor; iki duygu bıçakla kesilir gibi net çizgilerle ayrışamayacağı için, yaz ile kış arasında baharın olmadığını vurguluyor.

Otların yeşermeden kurumaya dönmesi, insanın yılgınlığının anlatımından başka bir şey değil. Nuri Bilge Ceylan, daha önceki filmlerinde de yapmıştı bunu; kendisini dışarıda tutup tüm karakterlere eşit uzaklıkta durarak, onları izleyicinin yorumunda canlandırmayı seviyor.

Sıradan Hayatın İhtişamı

Samet ile Kenan aynı lojmanı paylaşan iki öğretmen, köyde zaman geçirebilecek pek bir yer yok, dolayısıyla insanların birbirleri hakkında söyledikleri öne çıkabiliyor. Öğrenciye karşı davranışları yukarıya şikayet edilince iki arkadaş arasında da nedeni apaçık bir gerilim doğuyor. Kimse durduğu yerde değildir ikinci bir görüşmede… Nuray’ı, evlenmeyi çok isteyen Kenan’la tanıştırmasına karşın, o gerilimin (ben öyle yorumladım belki de) sonucunda kendisine uygun gören Samet gerçekten de aynı insan mı diye soruyorsunuz. Veteriner ve sürekli dağlara(!) gitmek isteyen arkadaşı, okulun hizmetlisi, müdür ve yardımcısı ile diğer öğretmenler de hem iyiler hem kötü. Filmin başında, Samet için “iyi” diyenler, sonunda o “iyi”liğin ne kadarının doğru ve içtenlikli olduğunu tartmak zorunda kalıyor.

Karakterlerin tümü aslında toplumsal yapının da göstergesi. Dört yıldır köyde olan Samet, kendince alabildiğine felsefik, entelektüel ve doğru baksa da bakışı diğerleriyle hep çatışıyor. Nuray, barışçıl bir eylemde (10 Ekim 2015, Ankara Gar Katliamı) bacağını kaybetmiş ampüte bir öğretmendir, materyalist bir bakışa sahip olsa da engeli nedeniyle duygusal bir boşluğa düşmüş, ama düşüncesiyle oradan çıkamamanın sıkıntısını yaşıyor, kimseye göstermek istemese bile. Kenan, yakın bir köydendir ve ailesinin (mahalle) baskısı altında evlenmek için hemen her fırsatı değerlendirmeyi düşünmektedir. Her üçü de kendince haklıdır, her üçü de toplumun yansımasıdır, her üçü de siz değilseniz bile en yakınınızdakilerdir.

“Kuru Otlar Üstüne”yi başından sonuna başarıyla taşıyan Deniz Celiloğlu, ama Cannes’da ödülü kapan -ona oranla az rolüne karşın- Merve Dizdar oldu. Bir nedeni vardır muhakkak. Benim aklıma gelen, Merve Dizdar’ın düzeyine çıkan bir başka kadın oyuncunun olmadığı; Deniz Celiloğlu’nun ise rakipleri arasından sıyrılamadığı… Her iki oyuncu da gerçekten çok başarılı. Öğrenci duygusallığını çok iyi taşıyan ve yansıtan Ece Bağcı da unutulmamalı, alabildiğine yalın ama gözlerinde bambaşka ateşler yanan bir karakteri canlandırmış.

29 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(25 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Korku ve Dehşet Yılları

1976 yılı ülkemiz için zor yılların başlangıcıdır. OPEC krizi ile başlayan uluslararası ekonomik krizin ülkemizin siyasal ve sosyal düzenini hızla felâkete sürüklediği yılardır bunlar. Bu dönemde benzer bir kaderi paylaştığımız Güney Amerika ülkelerinden Şili’yi cehennem ateşi daha erken sarmış. Manuela Martelli imzalı ‘1976’ üç yıl önce bir askeri darbe ile sosyalist başkan Salvador Allende’yi deviren Pinochet cuntasının gemi azıya aldığı karanlık süreçten bir kesiti dönemi bilene bilmeyene hatırlatmak istemiş. İyi de yapmış.

Korku ve dehşet yıllarını başarılı filmleri ile gündeme getirmiş saygın belgeseci Patricio Guzmán, Sebastián Lelio ve de son Venedik şenliğinde cani generali bir vampir formunda anlatmayı denediği ‘Kont / El Conde’ filmiyle gündeme gelen ‘Tony Manero’ yönetmeni Pablo Larraín gibi Şilili ustaların izini süren 1983 doğumlu Martelli, dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Cannes’da yapan ilk uzun metrajında döneme kendi halinde varlıklı yaşamını sürdüren burjuva bir ev kadınının gözünden bakmak istemiş.

Film, Santiagolu doktorun karısı Carmen’in tadilatta olan yazlık evlerinin duvarı için renk seçtiği atölyede başlıyor. Orta yaşlardaki kadın boya fıçıları arasında elindeki broşürden bir Venedik gün batımının pembe kızıllığını yakalama derdindedir. Aniden sokaktan gelen bağırış çağırıştan irkildiğinde pembe boya saks mavisi zarif ayakkabısına damlar. Evet dışarda kan vardır! Yaşanan arbededen güpegündüz bir kadının askerler tarafından götürüldüğünü duyarız. Boş sokaktaki arabanın tekeri altına sıkışmış ayakkabı tekinin derdest edilen kişiye ait olduğunu anlarız.

Radyo ve televizyon yayınlarının cunta güzellemeleri ile kesildiği ülkede olan bitenden habersiz yaşayan Carmen, sayfiye evinin bulunduğu küçük kasabanın yardımsever rahibinin ricası ile bacağından kurşun yemiş yaralı bir gencin bakımını yapmayı kabullenişi hayatının dönüm noktasıdır. Gençliğinde doktor olma isteği ataerkil aile düzeninde engellenmiş, bu arzusunu İkinci Dünya Savaşı sırasında Kızıl Haç hemşireliği yaparak gidermeye çalışmış, rahibin gözetiminde görme engellilere desteğini sunmaktan geri durmamıştır o. Lakin yaşamının bu kaçınılmaz dönemecinde direnişçi Elias’a herkesten gizli olarak bakmayı kabul etmesi öncelikle onun kendi gözlerindeki bağın çözülmesine neden olacaktır.

‘1976’ usul usul yol alan, sırça köşkünde yaşayan bir kadının dehşet içinde olan biteni fark etmesi üzerinden gerilimini kuran incelikli bir yapım. Çevresinde yaşatılan zulmün, işkencenin, okyanusa atılmış faili meçhullerin farkındalığı ile uykuları kaçan Carmen’in uzaktan uzağa Hitchcock’un bizde ‘Gizli Teşkilat’ adıyla gösterilmiş ünlü ‘North by Northwest’ine göndermeler yapan, orta yaşlı burjuva kadının tekinsiz metruk yerleşimlerde Elias ve örgüt arkadaşları arasında irtibat kurmaya yönelik çabaları bir sonuç verecek midir. Hiç kimsenin güvende olmadığı bir kanlı düzende bireysel sorumluluk almadan gözyaşı dökmenin bir anlamı olacak mıdır?

Bizde de gösterilen 2004 yapımı ‘Machuca’da oyuncu olarak yer almış olan genç Martelli senaryoyu büyükannesinin 1976 yılındaki intiharından yola çıkarak yazmış. Ataerkil düzenin kendilerine anne ve ev hanımı rolünü biçtiği, tutkuları gözyaşlarında yitip gitmiş kadınları temsil ediyor Carmen. Başrolde Aline Küppenheim’ın çok parlak bir oyun verdiği bu iddiasız ama güçlü filmi görmenizi öneririm.

(22 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Geriye Aşk Kalacak

Kısacık hayatımızın gündelik akışı içinde hüzün ile mutlu olma ihtimallerini harmanlayan enfes sineması ile Mia Hansen-Løve çağımızın en saygın auteur sinemacılarından biridir. Soyadını Danimarka’dan Fransa’ya göçmüş büyük babasından alan Fransız yazar yönetmenin 16 yıla sığdırdığı sekiz uzun metrajı ve kısalarından oluşan tüm yapıtları 21 – 30 Eylül tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema’nın programında yer alıyor. 28 Eylül Perşembe günü 18:00’de yönetmenin katılımı ile sonlanacak olan toplu gösteri İstanbullu izleyiciler için mevsimin heyecan verici ilk önemli sinema etkinliği olarak dikkat çekiyor.

Yönetmenin oto-kurmaca olarak nitelendirdiği senaryoları onun çevresindeki kişilerin yaşamlarından ilham alır. ‘Elveda İlk Aşk / Goodbye First Love’ kendi ilk aşkının hüznünü, ‘Eden’ abisinin DJ’lik serüvenini anlatır. ‘Çocuklarımın Babası / Le Père de Mes Enfants’ gencecik bir kızken ilk filmi ‘Her Şey Bağışlandı / Tout est Pardonné’nin çekilmesine fırsat sağlayan yapımcı Humbert Balsan’ın bilinmeyen yönleri üzerinedir. Derken 2016 yapımı unutulmaz ‘Gelecek Günler / L’Avenir’ çıkagelir. Film, Isabelle Huppert’in muhteşem yorumuyla hayat verdiği felsefe öğretmeni annesinin, 25 yılın ardından yine felsefeci olan babası tarafından terk edildiği dönemi perdeye taşır. ‘Bir ömür boyu kendisini seveceğini düşündüğü’ kocasının açıklamasıyla şaşkınlığa düşen, sonrasında yaşlı annesinin ölümü ve yetişkin çocuklarının yuvadan uçmasıyla kendini hiç beklemediği bir özgürlük alanının tam ortasında bulan 50’li yaşlarındaki kadın için filmin Fransızca özgün ismi olan ‘Gelecek’ ne çok karanlık ne de çok aydınlıktır. Hayat sakin akışına bırakılarak yaşanacaktır.

2021 yapımı ‘Bergman Adası / Bergman Island’ birlikteliklerini sürdüren ikisi de yönetmen çiftin hikâyesi üzerine serbest vezin bir çalışmadır. Parisli kadın sinemacının kendisinden 15 yaş büyük olan Fransız sinemacı Olivier Assayas ile 2016’da noktalanmış uzun bir birliktelikleri ve bu ilişkiden dünyaya gelmiş bir kızları olduğunu biliyoruz. Kendisi hikâyenin tümüyle özyaşamsal olmadığını ifade eder bir kez daha. Ve hikâye otobiyografiyi aşarak, bir kadın sanatçının geçmişini ve geleceğini sorguladığı yaratıcılık egzersizine dönüşür. İlk bir saatlik bölümü Ingmar Bergman üzerine yoğun referanslar barındıran yapıt, sanıldığı gibi İsveçli efsanevi yaratıcı üzerine bir çalışma, Bergman’ı yücelten ya da yapamadıkları için eleştiren bir film değildir. Referans aldığı ustası onun için bir teselli kaynağı, öykünün ana karakteri için bir nevi sığınak olarak kalmaya devam edecek, ancak tanıklıkları onun kendisini keşfetmesine yol açacaktır.

Hansen-Løve bizde Filmekimi gösterimlerinde büyük beğeni toplamış son filmi ‘Güzel Bir Sabah / Un Beau Matin’de daha önceki filmlerinde kendisine ilişkin hayal kırıklıklarının izlerini gözlemlediğimiz babasını karşımıza çıkarır. Hayatını düşünmeye adamış, birçok şeyi kaybetmenin ve adım adım kaybedecek olmanın ürkütücü farkındalığını deneyimleyen felsefe profesörünün dramını perdeye taşıyan ve kimilerinin ‘Gelecek Günler’in bir çeşit devamı olarak nitelediği film, eşini kaybetmiş, hayatın türlü dertleri ile boğuşan tek çocuklu Sandra’nın mutlu olma arayışının öyküsü etrafında şekillenir. Léa Seydoux, Pascal Greggory, Melvil Poupaud, Nicole Garcia’dan oluşmuş benzersiz oyuncu takımı ile bir kez daha oto-kurmaca’ya yönelir sinemacı. Babasını unutturmama çabası ile onun ‘Balade en Maladie Rare’ (Nadir Hastalıklarda Gezinmek) notları girer öyküye. İsveçli caz piyanisti Jan Johansson’ın müziklerini ustası Bergman’ın az bilinen ve evlilik dışı bir tutku üzerinden gelişen 1969 yapımı ‘Temas / The Touch’ filminden ödünç alır. Babanın Schubert tutkusu -Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’na da bezemiş olduğu- bestecinin hüzünlü piyano sonatında yansır. Şu üç günlük ömürlerinin tadını çıkarmak için çabalayan Sandra ve Clément’ın mutlu olma ihtimallerine son jenerikte Bill Fay’in kendi yorumladığı bestesi ‘Love Will Remain’ eşlik eder. Kısacık hayatımız bir su gibi akıp gidecek, geriye aşk kalacaktır çünkü.

(21 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Kaçınılmaz Bir Çatışma: Yaratıcı

AI adıyla yaygınlaşsa da YZ daha doğru, çünkü Yapay Zekâ artık yaşamımıza tüm haşmetiyle girdi ve söylerken de yazarken de nasıl oturtursak öyle gider.

Evet, yapay zekâ, üzerinde en çok durulan, tartışılan ve önemine de bağlı olarak benimsenen bir gelişme. Yaşamsal her şeyde, her gereksinimimizde muhakkak bulunuyor. Kurtulmak değil, yaşam kalitesini arttırmak için daha sıkı fıkı olmalıyız.

Sinema hepimizin önünden gidiyor. Zaten sanat yaşama yol gösteren bir alan; biliyorsunuz, Newton da, bir şiirde okuduğu konuya eğilerek yerçekimi yasasını saptamıştı, yani şiir yol göstermişti ona.

Yaratıcı (The Creator), yapay zekâ ile yaşamın yakın bir gelecekte neler yapabileceğini, bizi nasıl etkileyeceğini anlatıyor. Biraz abartılı, biraz (hatta birazdan da çok) olacak şey değil dedirten yaklaşımıyla uyarıyor. Yönetmen Gareth Edwards, senaryosunu Chris Weis ile birlikte yazdığı bu filmde duygusal bir yaklaşımı da göz ardı etmiyor, benzeri bilimkurgu filmlerinden farklı olarak.

İnsansı robotların, doğrudan robotların ve alabildiğine yoksul ve yaşam kalitesinden yoksun insanların arasında yaşanan bir savaş anlatılan. Tabii ki, ne kadar bilimkurgu olursa olsun, ne kadar hayale dayanırsa dayansın bu tür öykülerde anlatılan her şeyiyle biziz. O zaman da daha bir dikkat edip daha bir özen gösterip daha bir öğrenmeliyiz YZ ile yaşamayı.

Karamsar bir dünyada, işin mizahını bulup, duygusallığını öne çıkarmak ve bunu izleyiciye yansıtabilmek çok önemli; filmin belki de gişe başarısını büyütmesinin altında bu yatıyor. …ama unutulmaması gereken bir şey var: Kapitalizmin kendine zarar verecek hiçbir duygu ve önermeye asla fırsat vermemesi. Asya ile Amerika arasında yaşandığı varsayılan bu savaş, Pazar paylaşımının hiç bitmediği, bitmeyeceği anlamına da geliyor. Büyük olasılıkla filmin çekilecek olan ikincisi, üçüncüsünde bu gerçekliği göreceğiz. Eee, ne de olsa çatışmalarla dolu bir dünyada barış bundan kaçınılamaz; onlar egemenliklerini sürdürmek, insanlar (insansı robotlarla birlikte) haklarını almak isteyecek. Bekleyelim bakalım.

29 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(28 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Evrimden Kaçılmaz

‘Yaratıcı / The Creator’ insan ırkı ile yapay zeka güçleri arasında çok da uzak olmayan bir gelecekte yaşanan savaşın ortasında geçiyor. Önce robot biliminin gelişimi hakkında siyah-beyaz bir belgesel izliyoruz. 50’li yıllardan başlayarak insan hayatına katılan robotlar 2060 yılında ABD savunma sisteminde kilit konumdadır. Bir kodlama hatası sonucu Los Angeles üzerinde patlayan nükleer bomba herşeyin seyrini değiştirecek, ABD ve müttefikleri Yapay Zeka’ya (YZ) karşı savaş ilan ederek toplu bir katliama girişecektir. Yeni Asya ülkelerinde durum farklı olsa da ABD askeri güçleri Uzak Doğu’da yerel halkla barış içinde yaşayan YZ toplumunun kökünü kazımaya niyetlidir.

Asya semalarında bir tehdit unsuru olarak boy gösteren ABD patentli NOMAD savaş filosunun hedefi, tasarımcı Nirmata’nın (Nepal dilinde ‘Yaratıcı’ anlamına geliyor) Asya’da konuşlanmış gizli laboratuvarında ürettiği bilinen Alpha-O adlı silahı yok etmektir. Bunun üzerine, nükleer patlamada kaybettiği sağ kolu ve bacağı protezli çavuş Joshua Taylor ile temasa geçilir. Malûl asker beş yıl önce bölgede gizli görevdeyken aşk yaşadığı ve kendisinden çocuk beklediği, ancak ABD güçlerinin baskını sırasında kaybettiği Nirmata’nın kızı olduğu varsayılan Maya’yı bulmak için bir kez daha derin Asya’ya yollanır. Nirmata’nın silahının bir kız çocuğu olarak tasarlandığını keşfettiğinde, Alphie adını verdiği küçüğü korumak için yerel halk ve YZ güçleriyle omuz omuza mücadeleye girişecektir.

Üçü de bizde gösterime giren ‘İstila / Monsters’ (2010), ‘Godzilla’ (2014), ‘Rogue One: bir Star Wars Hikâyesi’ (2016) ile hatırladığımız Gareth Edwards derdini bir kez daha bilim-kurgu ile anlatmayı seçerken, Chris Weitz ile ortaklaşa yazdığı senaryoda kendi özgün fikrinden yola çıkmış. İnsanlık ve Yapay Zeka’nın ortak kaderinin dev adımlarla şekillenen öyküsü yabancı bir mesele değil. Hatta robot varlıkların bu filmdekine benzer evrimi için şahsen 2070 yılına kadar beklemeye de gerek kalacağını düşünmüyorum. İngiliz sinemacı, ‘Oppenheimer’ ile bu yaz ortalığı ayağa kaldıran hemşerisi Christopher Nolan’ın ardından Hollwood alemine yeni bir ayar verecek girişiminde, bilgisayar efektlerini asgariye indirmek suretiyle Doğu’nun gizemli ve ruhani doğasını plato olarak kullanmış ve çekimler 80 ayrı lokasyonda gerçekleştirilmiş. Uzak Asya’nın yemyeşil sakin vadilerinden ‘Blade Runner’ı anımsatan canlı kent görüntülerine doğal mekânları kullanan yapımın heyecanlı savaş sahneleri Vietnam, Tayland, Kamboçya, Endonezya ve Nepal gibi ülkelerde çekilmiş. Bu girişim süper prodüksiyon maliyetini hayli düşürürken, Avustralya’nın uçsuz bucaksız çöllük kırsalında çekilmiş George Miller şaheseri ‘Mad Max: Fury Road’dakine benzer bir doğallık yakalanmış. Yerli YZ halkının ‘bizi köle olarak yarattılar’ direnişi fütürist bir ‘Spartacus’ öyküsünü hatırlatıyor. ABD ordusunun yalnızca huzur içinde yaşamak isteyen yerel halkı ve kutsal tapınakları hedef alan girişimi ‘yeniden Vietnam’ dedirtirken Francis Ford Coppola’nın ünlü ‘Kıyamet / Apocaypse Now’ filminden kareleri akla düşürüyor.

Bir yerli Asyalının dediği gibi ‘evrim kaçınılmazdır’. Sahnenin devamına kurguladığı maymun sürüsü ile bu söylemi destekleyen Edwards pek eğlenmiş besbelli. Amerikalı komutanın ‘Terminator’ edasıyla resmedilişini de bir Hollywood ürünü için hayli yenilikçi bir tavır olarak not ettim. Ancak Edwards ‘Son İmparator’dan fırlamışa benzeyen ‘simulant’ kız çocuğunun gelişmiş bir makinadan duygusal bir varlığa dönüşme sürecinde fazla yol kat edemiyor. Çünkü gişe canavarı olması ümit edilen bir büyük prodüksiyonun olmazsa olmazları vardır. Bundan hareketle, özellikle son bölüm türün izleyicisinin beklentisine yönelik dur durak bilmez aksiyon sekanslarıyla donatılmış.

‘Yaratıcı’ Amerikan sinemasının anıtsal bilim-kurgularını gerilim ve aksiyonla harmanlayan ve esinini hiç saklamayan özgün hikâyesi ile benzerleri arasından sıyrılan bir büyük prodüksiyon. Joshua’da, babası Denzel Washington’ın karizmasını miras almış oğlu John David Washington ile Alphie’de ilk kez beyazperdede gözüken müthiş yetenekli Madeleine Yuna Voyles’in tutmuş baba-evlat kimyası hayli etkileyici. Greig Fraser ve ustasının yanında yetişmiş Oren Soffer’in görüntüleri ve de kurt müzisyen Hans Zimmer’ın doğu ezgileri ile bezediği müzik çalışması da öyle.

(28 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Venedik’te Her Ev Perilidir

Kenneth Branagh’ın Agatha Christie uyarlamaları sürüyor. Cinayetler kraliçesinin eksantrik dedektifi Hercule Poirot’yu bizzat canlandıran sinemacı 2017 yapımı ‘Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder on the Orient Express’ ve geçtiğimiz yıl salonları ziyaret eden ‘Nil’de Ölüm / Death on the Nile’ın ardından yeniden gündeme yerleşen seriyi ‘Venedik’te Cinayet / A Haunting in Venice’ ile devam ettiriyor.

Branagh usulü ‘Doğu Ekspresi’ benim gibi Christie hayranlarını memnun eden, Sidney Lumet’nin yönettiği 1974 çevrimine taze kan aşılayan bir filmdi. Christie uyarlamalarının geleneği olarak yerleşmiş sinema dünyasının farklı kuşaklardan yıldızlarını bir kez daha aynı mekânda buluşturmuş olan yapım, beyninin gri hücreleri ile hareket eden dingin Poirot karakterine Bond misali bir canlılık bağışlıyor, CGI desteğiyle aksiyon kalıplarını zorluyor ve öyküyü kapalı tren mekânının dışına taşıyarak seyrine doyum olmaz bir kar operasına imza atıyordu.

Tarihi Mısır’ı ve onun görkemli yapılarını fon alan ikinci filmde olan bitenler ağırlıklı olarak Nil nehrinde süzülen, romanda olduğu gibi adını bir Mısır tapınağından almış lüks yolcu taşıtı ‘Karnak’ta geçer. 20 küsur yıl öncesinden, Birinci Dünya Savaşı’nın Belçika siperlerinden başlayan hikâye Bond’un belki de en güzel epizodu olan ‘Skyfall’da olduğu gibi ana karakterin geçmişini kurcalayıp onun duygusal aleminin kapılarını aralayarak, soğuk donuk kendini beğenmiş kibirli beyin adamını kanlı canlı bir insan olarak sunması ile ilginçleşir.

‘Venedik’te Cinayet’ ülkemizde Gönül Suveren’in çevirisi ile ‘Elmayı Yılan Isırdı’ adıyla yayımlanmış Christie’nin daha az bilinen 1969 tarihli ‘Hallowe’en Party’ adlı romanından serbest bir biçimde uyarlanmış. Öncelikle mekân sakin İngiliz taşrasından gizemli Venedik iklimine taşınmış. Gondollar ve güvercinler kentinin güz sonu sabahına yüzünde dehşet ifadesi ile uyanan Poirot’nun yeni serüveni İzlandalı besteci Hildur Guðnadóttir‘in tekinsiz yaylıları ile açılıyor, Haris Zambarlukos’un görkemli anamorfik görüntüleri eşliğinde yol alıyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bitap düşmüş ürkütücü kanallar kentinde yorgun Poirot inzivaya çekilmiştir. Ünlü dedektifin durağan hayatını renklendirmeye kararlı yazar dostu Ariadne Oliver ısrarla onu Cadılar Bayramı münasebetiyle düzenlenmiş bir partiye davet eder. 18. yüzyılın veba salgını günlerinde doktorlar ve hemşireler tarafından ölüme terkedilmiş eskinin lanetli yetim çocuklar yurdu şimdinin onarıma muhtaç ‘palazzo’sundaki toplantıya popüler medyum Mrs. Reynolds da davetlidir. Aynı gece, her tarafı dökülen geçmişin görkemli yapısının yeni sahibesi soprano Rowena Drake’in bir yıl önce kanala düşerek hayatını yitirmiş kızı Alicia ile temasa geçmek üzere bir ruh çağırma seansı tertiplenmiştir.

‘Venedik’te her ev perilidir’ deyimi yaygındır ama ‘savunmasızların sırtından geçinen fırsatçılardan hayatı boyunca hoşlanmadığını’ ifade eden eski tüfek Poirot gözünün tutmadığı medyumun foyasını çıkarmaya kararlıdır. Yaşamı boyunca sayısız suç, iki savaş ve felaketlere şahit olmuş, ne Tanrı’ya ne de ne de hayaletlere inanmayan kurt dedektif fırtına dalgalarının eşlik ettiği meşum gece boyunca tanık olduğu cinayetlerin esrarını çözmeye çalışırken, doğaüstü karşısında çetin bir sınav verecektir.

Düzen ve metodoloji üstadı Poirot’ya daha önce romantik bir aşkı ve Bond atikliğini bahşetmiş olan Branagh bu kez 1994 yapımı ünlü Frankenstein uyarlamasından beri pek uğramadığı korku aleminin kapısını çalmak istemiş. Filmden bir anekdotta da yer aldığı üzere ‘korkutucu öyküler hayatı daha az korkunç kılar’ düsturundan yola çıkmış belli ki. Bir de ağırlıklı olarak hitap ettiği yetişkin izleyici havuzuna hayalet öykülerine meraklı genç seyirciyi eklemek istemiş. Sesi ve nağmeleri mekânın gizli köşelerinden duyulan, ‘Halka / Ring’ serisinden fırlamışa benzer ıslak uzun saçlarıyla Poirot’nun dibinde beliren hayalet kız olgusu tam da bu amaca hizmet ediyor.

Branagh, başta kendisi, yine parlak bir oyuncu kadrosu ile çalışmış. Tekinsiz medyumda taze Oscarlı Michelle Yeoh parlıyor. Sinemacının en iyi senaryo Oscarlı anılar defteri ‘Belfast’ta babasının gençliğini canlandırmış Jamie Dornan ile çocukluğuna hayat vermiş Jude Hill’in bu kez savaş gazisi ruhen yaralı doktor ile cin oğlunda aşina olduğumuz kimya bir kez daha tutmuş. Ariadne Oliver’da daha ağırbaşlı bir Tina Fey, çaptan düşmüş sopranoda Kelly Reilly filmin izlemesi keyif veren oyuncularından. Küçük bir rolde ve tek monoloğunda yıldız gibi parlayan bir genç oyuncuya ayrıca dikkat çekmek isterim. Mülteci Roman kızı Desdemona’da sinemada ilk kez izleme şansı bulduğumuz genç aktris Emma Laird gelecek vadediyor.

(15 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Sadece Senin İçin Yazdığım Satırlar

‘Güvenli bir Yer / Sígurno Mjesto’ dış sesin acıyı yüreğinde hissettiğimiz tonlaması ile açılıyor. ‘Bunların hiçbiri yaşanmamış olsaydı, sana şunları anlatabilirdim. Bak bu senin oturduğun bina ve şimdi yirmiye kadar sayacak ve koşarak içeri gireceğim.’ Ağabey Bruno’nun sözleridir bunlar. Sakin bir akşamüstü, girişinde çocukların kaygısızca oynadığı, bir köpeğin çimenlik alana doğru seğirttiği kadraja soluk soluğa giren genç adamın gri tonlardaki sevimsiz toplu konut binasına dalışını ve deli bir hızla merdivenleri çıktığını duyarız. Bir dairenin kapısını umutsuzca yumrukladıktan sonra açılmayan kapıyı kırar. Sonrası karanlıktır. İntihar teşebbüsünde bulunan kardeşini kurtarma derdindedir, lakin karşılaştığı manzara umut verici görünmez. Ancak Bruno her şeyi yeni baştan yazmaya kararlıdır. Sadece onun için yazdığı sözcüklerle iletişim kuracağı kardeşini polis karakolu ve psikiyatri koğuşunun soğuk ve ilgisiz duvarlarının dışına çıkarmaya ve annelerini de yanlarına alarak Damir’i son kez mutlu resim verdiği sahil kentine götürmek tek gayesidir artık.

Hırvat asıllı yönetmen Juraj Lerotić ilk uzun metrajında kendi hayatından esinler taşıyan kişisel trajediyi perdeye taşıyor. Bu katarsis sürecinde daha da ötesine giderek kimselere emanet edemediği Bruno rolünü bizzat kendisi üstlenmiş. Kederli öyküsüne yaklaşımı soğukkanlı ve oldukça mesafeli. Deneyimli görüntü yönetmeni Marko Brdar şizofren bir kafanın içinde nelerin döndüğüne dair biçimsel arayışların izinde beklenmedik açılar ve kadrajlar denemiş. Işık-gölge kullanımı, karanlık-aydınlık zıtlıkları ile çıkış umudunun peşine düşülmüş. Bu ısrarlı arayışın meta anlatının ilk bölümünde çok iyi işlediğini söyleyebilirjz. Akıl sağlığı sorunlarının aile bağlarını nasıl etkilediğine dair hassas bir keşif niteliği taşıyan deneme, Split’te geçen son bölümde daha konvansiyonel bir anlatıma yöneldiğinde bir miktar irtifa kaybına uğruyor belki ama bütünüyle bakıldığında sinemanın anlatım olanakları üzerine son derece özgün bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Oyuncu / yönetmen Luratić’in yanısıra içe dönük Damir’de Goran Marković, annede deneyimli aktris Snježana Sinovčić Šiškov’un performansları övgüye değer. Kurguda Marko Ferković’in çabası da öyle. Geçtiğimiz yıl Locarno’dan en iyi erkek oyuncu (Marković), en iyi yönetmen ve en iyi ilk film ödülleri ile dönen, Hırvatistan’ın 2023 Oscar ödülleri aday adayı olan film sevindirici bir biçimde ülkemiz salonlarında gösterime çıkıyor ve sinefiller tarafından keşfedilmeyi bekliyor.

(14 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Venedik’te Cinayet: Görsel Şölen, Gerilim ve Merak…

Daha önce Doğu Ekspresinde Cinayet (2017) ve Nil’de Ölüm (2022) filmlerinde Hercule Poirot’yu canlandıran Kenneth Branagh, “Venedik’te Cinayet” (A Haunting in Venice) ile üçüncü kez Hercule Poirot olarak karşımızda… aklıma hep Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar’ı getiriyor ucu çifte kıvrık bıyıkları… İlginç, ilginç olduğu kadar da unutulmaz.

Doğaüstü ve gerilim olarak belirtilse de suç, korku ve dramı da içeren filmin en büyük kozu tarihi… Agatha Christie, hepimizin bildiği gibi 1. Dünya Savaşı sonrasını ele alır. Ancak bu kez, 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılındayız… Bu kadar zaman geçince üzerinden, haklı olarak emeklidir. Venedik’te yaşayan Poirot’yu yazar arkadaşı Cadılar Bayramı akşamında bir köşkteki davete çağırır. O gece biri ölünce, Poirot araştırmaya başlar.

Korku kadar dram, dram kadar, doğaüstü güçler, doğaüstü güçler kadar gerilim ve doğal olarak merak içeren film, gerçekten izleyiciyi sıkmadan, bakışını bir an için bile perdeden kaçırmadan pürdikkat odaklanmasını sağlıyor. Kenneth Branagh, kamera arkasını anlatırken hiçbir oyuncusuna korku efektleri ve olacaklar konusunda bilgi vermediğini söylüyor. Yani seyirci kadar oyuncular da o efektlerden etkilenmiş. Avizenin düştüğü sahnede oyuncuların yakın çekimi (kuşkusuz filmin anlatımını olumsuz etkilerdi ama) izleyiciyi daha bir etkilerdi.

Üç kez…

Evet, film izleyiciyi üç kez ters köşe yaptı. Buna da bağlı olarak katil (veya katiller) kim bilinemedi. Agatha Christie okurları bilir, romanların (ve uyarlanan filmlerin) en önemli gücü katilin bilinmemesidir, Hercule Poirot titizlikle araştırır, en çok da karakterlerin duruşunu takip eder. Buna karşın Arthur Conan Doyle, kahramanıyla sonucu bilinen bir durumun çözümünü araştırır. Ayrıntı her iki yazarda (kahramanda) da önemlidir, ama birinde olayın bilinmezliği de söz konusudur.

“Venedik’te Cinayet”te Poirot, yine insanlarla konuşarak, onların psikolojilerinden yola çıkarak çözer gizemli cinayet(ler)i. Perili şatoda bulunan herkes zanlıdır, ama içlerinden biri asıl suçlu, değerleri yataklıktan (yardımcı) suçlu… Ancak eğer spoiler olmayacaksa, galiba, “ilk taşı suçsuz olan atsın” demek gerekir.

Doğaüstü (paranormal) güçler, filmin gizem ve gerilimini alabildiğine arttırıyor.

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(14 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Zorluklardan Kaçmak İçin: Güvenli Bir Yer

Sosyal devlet, gelin biz buna çağdaş devlet diyelim, vatandaşlarının barınma, beslenme, eğitim, sağlık haklarını gözetir ve hizmetlerini karşılıksız verir. Peki, bu her zaman, her ülkede karşımıza çıkıyor mu? Tabii ki hayır. Parası olanın düdüğü çaldığı gibi bu temel hak ve özgürlükleri kullanabiliyor.

Jurac Lerotic, başrolünde de oynadığı, özyaşam öyküsünden önemli kesitler içeren filminde aslında bu temel soruna parmak basıyor. Bruno (Jurac Lerotic), kardeşi Damir’in (Goran Markovic) intihar eğilimli olduğunu bilir, gelen telefonla da girişimini engellemek için kapısını kırarak eve girer. Polis, her yerde olduğu gibi sadece kendi bakışıyla doludur ve suçlu peşindedir, ilk bulduğu(!) kişi doğal olarak da Damir’i kurtaran Bruno’dur.

Burada bir küçük ayrıntıyı atlamak istemem: Ambulansa binmek isteyen kardeşi, görevliler engeller; o da sesini çıkartmadan kabul eder. Bizde, biri ambulansla hastaneye gönderilirken hangi görevli, ‘Binemezsiniz.’ diyebilir? Olay çıkar valla.

Zorlu, karamsar…

İntihar eğilimli birinin öyküsünü anlatmak başlı başına güç; buna seyirciyi katmak için ister istemez dar, sıkıştırılmış etkisi veren bir ölçek tercih edilmeli ve alabildiğine ışığı az kullanmalı. Bu açıdan film başarılı. Gerçekten de film boyunca merakla birlikte, sıkılıyorsunuz. Merakla birlikte, çünkü ne olacağını bilemiyor, her sekansın, her planın arkasından bir ‘sürpriz’ bekliyorsunuz.

Filmde kafa karışıklığı, bilinmeyenin gizemi, korku ve çaresizlikle birlikte sevilen birini (burada kardeş ve oğul, çünkü anne de geliyor) kazanma duygusunu bir arada yaşıyoruz.

İyi niyet yeterli mi?

Bruno’nun kardeşi Damir’i yaşamda tutmaya çabalaması iyi niyetli ve bir o kadar da kıymetli. Yönetmenin bakışı ise sadece Bruno ve Damir’le sınırlı değil… Mekân yok, zaman yok, kişiler pek tanıtılmıyor (Bruno’nun sinema sektöründen olduğunu öğreniyoruz sadece, zaten özyaşam etkisini o sayede öğreniyoruz). Orada anlatılan kişi ve olaylar herkesin başına gelebilir. Bir insanı kurtarma çabasını herkes her zaman verebilir.

Burada bir ara daha vermeli… Sağlık görevlilerinin soğukkanlılıktan öte duyarsızlığı (belki sürekli karşılaştıkları için fazlaca deneyimli oldukları söylenebilirse de) izleyicide kaygıyı alabildiğine arttırıyor.

Psikolojinin karamsarlığını seven izleyicilere…

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(13 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Onay Bekleyen Kız Çocuğu

Sis pustan etrafın zor seçildiği orman yolundan ilerleyen beyaz taksi yolcu olarak bir anne-kızı taşımaktadır. Güz sonunun erken kaybolan zayıf ışığının altında yol alırlar bir süre. Ormanlık yolun sık ağaçlarının çıplak dalları onları bir bilinmeze sürükler gibidir. Sürücünün gitmekte oldukları mekân hakkında anlattıkları ürperti katsayımızı yükseltir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında annenin teyzesine ait olan ve şimdilerde otel olarak kullanılan 300 yıllık malikaneye vardıklarında akşam olmuştur bile. Anne-kızın dışında başkaca bir konuğun ortada gözükmediği otelin mesafeli resepsiyonisti karşılar onları. Hikâyenin bundan sonrası, kapı gıcırtısının pencere camına değecek izlenimi veren dalların hışırtısına, uzak kuş seslerinin acı çığlıklarına karıştığı sisin gündüz vakti bile kalkmadığı tedirgin bir deneyim sürecidir.

Bu tekinsiz giriş, yönetmen Joanna Hogg’un İngiliz edebiyat ve sinemasının köklü geleneklerinden gotik hayalet öyküsüne meylettiğini düşündürür. Film ilerledikçe asıl niyetine vakıf oluruz. İngiliz sinemacı kendi gençliğinden beslenen yarı-otobiyografik filmi ‘The Souvenir’ ve onun devamı niteliğindeki ‘The Souvenir: Part II’de başından geçmiş toksik bir ilişkiden yola çıkarak kendi üslûbunun izindeki taze bir yönetmenin hem sosyal çevresi hem de annesi ile olan güvensiz ve kırılgan ilişkisine yer verirken, anneye Tilda Swinton, Hogg’un gençliğinden süzülmüş Julie karakterine çağdaş sinemanın büyük oyuncusunun öz kızı Honor Swinton Byrne hayat vermişti. Bu başyapıt düzeyindeki iki güzel film sinemalarımıza uğramadı ne yazık ki. Şükür ki Hogg’un üçlemesinin son parçası ‘Sonsuz Sır / The Eternal Daughter’ ülkemiz sinemalarında gösterim şansı buluyor.

Hogg kişisel anılarına şimdilik son noktayı koyan filminde orta yaşlarını süren Julie ile çok yaşlanmış annesi Rosalind’i makyaj marifetiyle ezeli ebedi dostu Tilda Swinton’a oynatmış. Galler’in kuzeyindeki ürkütücü görünümlü malikanede yaşananlar annenin hatıraları ve kızı üzerindeki yıpratıcı hakimiyeti üzerinden puslar içindeki geçmişle acı tatlı bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Konu aslında evrensel: Hogg ebeveyninden ayrılamamış, ayrı bir birey olmakta zorlanan, her daim onay bekleyen kız çocuğunun (ya da oğlan farketmez) büyüyememişlik sorununu irdeliyor, sislerin ardında sisli hatıralar ile cebelleşiyor. Bu sancılı kopma sürecine dair hesaplaşmada, filmin ana karakterlerinden biri haline gelmiş perili izlenimi veren gotik şato aracı rolünü üstleniyor.

Daha önce 2010 yapımı ‘Takımada / Archipelago’da birlikte çalıştığı Ed Rutherford’un puslu manzaraları, ses tasarımcısı Jovan Ajder’in tedirginliği tırmandıran çalışmasının da büyük katkısıyla sonuç gayet başarılı. Hogg’un onlu yaşlarından itibaren birlikte olduğu can dostu Swinton ile okul bitirme ödevi kısa filmi ‘Caprice’den yıllar sonra buluştuğu ‘Souvenir’ üçlemesini tamamlayan bu küçük mücevher, pandemi döneminde tek mekânda yalnızca 3 oyuncu ve Swinton’un gerçek hayattaki pek kabiliyetli köpeği Louis ile çekilmiş etkileyici bir oda filmi, izleyiciyi annelik, evlatlık ve ayrılma zamanı üzerine yaman bir meditasyona hazırlayan son dönemin en iyi çalışmalarından biri. Filmin sürprizli finalini izleyecek olanlara bırakalım. Korku/gizem başyapıtlarından ‘The Shining’de Béla Bartók’un ‘yaylılar, vurmalılar ve çelesta’ için yazmış olduğu tanınmış eserinin (Sz. 106, BB 114) ‘adagio’ bölümünü kullanmış olan Kubrick’e nazire olarak, filminin tekinsiz atmosferini oluştururken Hogg’un aynı eserin hipnotik ‘andante tranquillo’ bölümüne yer vermiş olduğunu meraklısı için notlarımız arasına alalım.

(06 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Yüzleşme… Sonsuz Sır

İnsan düş(ünce)leriyle yaşar. Dereden tepeden, oradan buradan, geçmişten gelecekten biriktirdiklerini buluşturup en iyisini, en doğrusunu, en güzelini bulmaya çalışır. Ancak yine de anıları bırakmaz peşini. Her ne kadar geçmişi değiştiremezseniz de anılarınızı, en azından düş(ünce)lerinizde değiştirebilirsiniz. Yönetmen Joanna Hogg, kendi yazdığı (daha önceki iki filminin belki devamı sayılabilecek) “Sonsuz Sır”da (The Eternal Daughter) anne ve kızın anılarını -alabildiğine ilginç, alabildiğine merak dolu ve alabildiğine heyecanlı bir akışla- ele alıyor.

Orta çağdan kalma bir köşk, artık otele çevrilmiştir, anne ve kız rezervasyon yaptırarak gelir yerleşirler. İzleyicide bir merak, bir korku, bir beklenti doğar yavaştan… Bir müddet sonra anne – kızın eskiden bu köşkte yaşadıkları anlaşılır. Bir şey olacaktır, ama ne! Evet, bir şeyler olur, ama hiç beklenmeyen, hiç umulmayan… ters köşeye yatar herkes (kimseye söyleyemese de kendileri bilir, yanıldığını).

Tilda Swinton hem anneyi hem kızını canlandırıyor; öyle ki aynı karede bile görseniz, asla hissetmiyorsunuz aynı kişinin iki rolü de oynadığını. Swinton’u, oyunculuğunun gücünü takdir etmek için illa ödül kazanmasını beklemek gerekmiyor.

İki ayrı karakter, iki ayrı rol

Sinemacı olan kız, annesini konuşturmaya gayret eder, çünkü onun anılarıyla dolu bir film çekme niyetindedir. Anne belki farkına varmamıştır, ama üzerinde de durmaz. Filmde fazla kişi yoktur, bomboş (oysa resepsiyonist dolu olduğunu söylemiştir) otelde, çeşitli sesler duyarlar, rüzgârın da eşliğinde. Bir köpekleri vardır, o anne kızın arasındaki en büyük bağdır bir bakıma. Bahçıvanla karşılaşır kız, konuşurlar bir gece sabaha kadar. Burada da bir şey olmamışsa bir daha olmaz diye düşünmeyin, çünkü o bir dönüm noktası filmin.

Anne kendi içine kapanık, pek öne çıkmıyor; kızı ise onu konuşturmak için çırpınıyor sürekli. Aradan yüzleşme doğuyor. İşte filmin temel mesajı… Çok yavaş akan, buna da bağlı olarak izleyicinin sıkılacağı, ama sonradan ‘neydi, ne oldu’ deyip geriye dönmek isteyeceği (ama dizi değil ki bu, özet adı altında tekrarı olsun), kafasında tartışacağı ve kendince bir sonuca ulaşacağı bir film. Filmin yavaşlığına aldanmamak gerekir, önemli olan hızı değil, içeriği.

08 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(06 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Eğitim mi, Toplum mu?: Tavuri

Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar diye sürekli sorulan, yanıtı kolay verilemeyen soruyu, gelin insanın iyiliği için soralım. İnsan iyi midir ya da insanın yaşamını belirleyen nelerdir? İnsanın karakterinin genlerle oluştuğunu biliyoruz. Yani, aile geçmişi insanın yaşamını belirleyen en önemli etkenlerden biri…

Sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyopsikolojik ve tabii sosyoekolojik ilişkiler yaşamın belirleyicileri. Siz çok sessiz sakin biri olabilirsiniz, ama çevreniz (mahalle baskısı) sesini yükseltiyorsa, artık sessiz değilsinizdir. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” sözü tam da bu nedenle kişileri tanımakta önemli bir nirengi sayılır.

Aynı mahallede, top peşinde koşturduğu, Kıbrıs’ın namlı dolandırıcısı Çetin Serttaş’a (Tavuri) kamerasını çeviren Derviş Zaim, bir toplumsal sorunu vurguluyor. Çocukluğundan beri (anne baba ayrılığının temel neden olduğunu göz ardı etmemek gerekir) hırsızlık yapan, yaşamının yüzde 70’ini hapishanede geçiren Tavuri, anlayışlı olarak tanımlayabileceğimiz bir şeffaflıkla anlatıyor yaşamını.

Sülün Osman ya da Selçuk Parsadan gibi, sizin de muhakkak bir tanıdığınız “tavuri” vardır. Aslına bakarsanız, kendilerince dürüst insanlardır; haksız da sayılmazlar. Kendilerini kandırmaya çalışanları dolandırırlar onlar. Gönülleri kadar elleri de açıktır.

Kıbrıs’ın namlı dolandırıcısı Tavuri’yi belgeselini yapmaya ikna etmesi bile başlı başına önemli bir başarı Zaim’in hanesine yazılacak. Hapishanede çekim izni alması, oradaki hükümlülerin hayata bakışını da filme yansıtabilmesi bir diğer başarısı yönetmenin. Belki biraz gözlemci, belki biraz duygusal, belki de biraz insanca bir dili var filmin; arada kamera ile kendisini de gördüğümüz için birazdan biraz az interaktif. Kendisinin dile getirdiği gibi pek bir merhamet görülmese de, yardımseverliğin insan duyarlılığını yansıttığını söyleyebiliriz.

Yaşamın her alanında…

Elimin altında tuttuğum ve herkesin mutlaka okumasını önerdiğim “Çoğu İnsan İyidir” (Mundi Yayınları), insanların yaşamının koşullara bağlı olarak dönüşebildiğini anlatıyor. Bilmem Derviş Zaim “Çoğu İnsan İyidir”i okudu mu, ama Tavuri’nin yaşamının aynı çerçevede belirlendiğini izliyoruz.

Beş yıllık bir süreci, aynı ekiple tamamlayabilmek de önemli… Bunu başardığı için de kutluyoruz Derviş Zaim’i.

(04 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…