Kategori arşivi: Yazılar

Amerika’nın İşkencehaneleri İşte Böyledir

Akılalmaz (Unthinkable)
Yönetmen: Gregor Jordan
Senaryo: Peter Woodward
Müzik: Greame Revell
Görüntü: Oliver Stapleton
Oyuncular: Samuel L. Jackson (H), Carrie-Anne Moss (Helen), Michael Sheen (Steven Yusuf), Stephen Root (Charles), Lora Kojovic (Rina), Martin Donavan (Jack), Gil Bellows (Ajan Vincent), Necar Zadegan (Jehan)
Yapım: Lleju-Sidney Kimmel (2010)

Avustralyalı yönetmen Gregor Jordan’ın “Akılalmaz” filmi batının İslamofobik önyargılı bakışıyla Amerikan ordusunun Irak ve Afganistan savaşlarında uyguladığı işkenceleri gösterirken, sonradan Müslüman olmuş Steven Yusuf’un da kitlelere yönelik şiddet girişimine de dokunuyor.

Kendisine “H” diyen Henry Harold Humphries hakkında her şeyi bilen tek insan gizemli Charles Thompson bu yeryüzünde. Siyahi “H”, FBI tarafından takip altında. “H”, arananlar listesinde olan geçmişi karanlık biri. Dosyası, CIA yerine yanlışlıkla FBI’ın eline geçince, Helen Brody’nin ekibi “H”yi tutukluyor. Bosnalı Müslüman Rina’yla evli ve iki çocuğu olan “H”yi Charles FBI’dan kurtarıyor. Ardından “H”, sonradan Müslüman olmuş Steven sorununu, gizli askeri merkezde kendi yöntemleriyle çözmeye çalışıyor. Ajan Helen, “H”nin işkence yöntemlerine karşı koysa da orada askeri yöntemler geçiyor. Film, Steven Arthur Younger’in video çekimiyle başlıyor. Afganistan ve Irak’ta savaşmış eski asker Steven, Yusuf adını alarak Müslüman olmuş. Videoda, ABD’nin üç şehrine nükleer bomba koyduğunu söylüyor Steven Yusuf. Ertesi gün bu görüntüler tüm televizyon ekranlarına düşüyor. Ajan Helen, patronu Jack’in talimatıyla askeri merkeze gidiyor ve üst üste şok yaşıyor orada. Sivil düşüncenin, insan haklarının ve Helen’nin hep vurguladığı Cenevre Sözleşmesi’nin hiç uğramadığı bu askeri merkezde, yine eski asker “H”nin işkence yöntemleri işliyor. Filmde, İskoç işkencesi yansımıyor ama, Amerikalı askerlerin uyguladıkları onun kadar acıtıcı işkenceler tek tek gösteriliyor seyirciye.

İşkencenin her türlüsü…

1966’da doğan Avustralyalı yönetmen Gregor Jordan, bizde 2001 yapımı “Buffalo Soldiers – Acemi Askerler” filmiyle biliniyor. Kendini seyirciye tarafsız hissettiren bu yönetmen, aslında her şeyi açık açık gösteriyor. İki tarafın da kötücül yanları yansıyor perdeden. Steven Yusuf, bomboların yerini söylemek için, ABD’nin savaşları bitirmesini ve tüm askerlerini Müslüman coğrafyadan çekmesini istiyor. Askerler de, Amerikalı masum insanların ölmemesi için Steven Yusuf üzerinde her türlü işkenceyi uyguluyor. “H”, Helen’in karşı koymalarına rağmen, Steven Yusuf’a acı verecek işkencelerini neredeyse haz alarak tek tek uyguluyor. Sadece fiziksel değil, psikolojik işkence de yapıyor. “H”, çocuklarıyla Suudi Arabistan’a giderken havaalanında vizesi iptal olan ve tutuklanan Steven Yusuf’un karısı Jehan’ın (Cihan) işkencehanede boğazını doğrayıveriyor. Hatta, Steven Yusuf’un çocuklarını bile öldürme noktasına geliyor “H…” Los Angeles, New York ve Dallas’ta yerleştirilmiş bombaların adreslerini veren Steven Yusuf, bir şeyi eksik mi söylüyordu? Gerçekten yönetmen, Amerika’daki bakış açılarını ve önyargılarını “Unthinkable – Akılalmaz” filminde gösterebilmiş. Filmde, Amerikalıların İslamofobi ve El Kaide korkularına dokunabiliyor seyirci. Bu korku, paranoyak düzeyde tüm devlet birimlerine sinmiş. Müslüman olmak “terör”le özdeşleşmiş zihinlerde. Eski asker Steven Yusuf, Müslüman olduktan sonra bu dünyada bildiği tek şeyi, şiddeti uygulamaya koyuyor. “H”nin Bosnalı Müslüman karısı Irina da FBI’ın gözetimindeymiş hep. Irina’nın neden camiye gitmediği de sorun olmuş. Irina, Bosna’daki savaşta Sırp askerlerince tecavüze uğramış ve ailesi katledilmiş. Olay mahallinden ayrılmayan Irina, ailesini öldüren ve kendisine tecavüz eden askerleri öldürmüş. Bosna’da asker olan “H”ye Irina’yı teslim etmişler ve sonra da aşk doğmuş. İşkence sahneleriyle bakılması yer yer zorlayan filmde her tarafın da şiddet duyguları yansıyor perdeye. Bu psikolojik gerilim ve şiddet yüklü filmi seyderken fark edeceksiniz belki, işkence yapanın, acı çektirenin içindeki sadistliğin nasıl dışarı çıktığını. 1969 doğumlu Galli oyuncu Michael Sheen’i, Stephen Frears’ın 2006 yapımı “The Queen – Kraliçe” filmindeki İngiliz Başbakanı Tony Blair karakteriyle hatırlayabilirsiniz. Hatta Ron Howard’ın 2008 yapımı “Frost / Nixon” filminde David Frost karakterini de canlandırmıştı.

(05 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Maymunların Cehennemine Bir Giriş

Maymunlar Cehennemi: Başlangıç (Rise of the Planet of the Apes)
Yönetmen: Rupert Wyatt
Roman: Pierre Boulle
Senaryo: Rick Jaffa-Amanda Silver
Müzik: Patrick Doyle
Görüntü: Andrew Lesnie
Oyuncular: James Franco (Will), John Lithgow (Baba), Andy Serkis (Sezar), Freida Pinto (Caroline), David Oyelowo (Jacobs), Tyler Labine (Franklin)
Yapım: Fox (2011)

İngiliz yönetmen Rupert Wyatt’ın Fransız yazar Pierre Boulle’un bilimkurgu romanına giriş yaptığı “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç”, deney sonucunda maymunlardaki dönüşümü anlatıyor.

İngiltere’de 1972 yılında doğan yönetmen Rupert Wyatt’a, kurgusu ve beklenmedik finaliyle şaşırtıcı bulunmuş 2008 yapımı hapishane filmi “The Escapist – Kaçış”ın deneyimleri “Rise of the Planet of the Apes – Maymunlar Cehennemi: Başlangıç” filmine çok şey katmış. Vakti zamanında kameramanlık da yapmış yönetmen, bu son filminde adeta kamerayı uçuruyor. Film akıcı ve çok hareketli. Film, Fransız yazar Pierre Boulle’un (1912 – 1994) “La Planete des Singes” bilimkurgu romanının öncesini anlatıyor. Boulle’un romanı, ülkemizde 1971 yılında Okat Yayınları’ndan “Maymunlar Gezegeni” adıyla yayımlanmıştı ilk. Bu roman ilk defa 1968 yılında Franklin J. Schaffner tarafından “Planet of the Apes – Maymunlar Cehennemi” adıyla renkli ve sinemaskop sinemaya uyarlanmıştı. İkinci film, yönetmen Schaffner’in filminin yakınlarında dolaşan “Maymunlar Cehennemi” olacak. Schaffner’in filminin başrolünde Charlton Heston vardı. Yazar Boulle, 1952’de yayımlanmış ve “Kwai Köprüsü” romanıyla tanındı. Bu roman, 1957 yılında David Lean’ın yönetmenliğinde “The Bridge on the River Kwai – Kwai Köprüsü” adıyla sinemaya uyarlanmıştı. Yazarın, “Nefertiti’nin Esrarı” romanı da 2005 yılında Turkuvaz Kitap’tan çıkmıştı.

Alzheimer için…

Afrika ormanlarında yakalanan şempanzeler, San Fransisko’daki laboratuvara getiriliyor. Bilim insanı Will Rodman, Alzheimer hastalığına çare bulabilmek için şempanzeler üzerinde deneyler yapıyor. Babası Alzheimer hastası olan Will’in hayatına Sezar giriyor. Afrika’dan esir edilen anansi, deneylere olumlu cevap veriyor. Bilmedikleri, dişi şempanzenin hamile olduğu. Buluşu için ilâç firmalarından destek arayan Will, dişi şempanzenin asabi davranışları yüzünden beklediği desteği bulamıyor. Güvenlik, asabi şempanzeyi öldürüyor. Bakıcı Franklin, şempanzenin yuvasında bir yavru şempanze buluyor. Yavruyu evine götüren Will, şempanzenin babasına iyi geleceğini de düşünüyor. Jül Sezar hayranı babası yavru şempanzeye Sezar adını veriyor. Yavru, şefkatli ortama hemen uyum sağlıyor. Ama, çabuk büyüyorlar. Wiil’le veteriner Caroline’in arasını yapan Sezar, bir öfke anında bir tür maymunların hapishanesine düşüyor. Will’in babasının hastalığı, şempanzelere uygulanan ilâca olumlu cevap verdikten sonra yine Alzheimer hastalığını şiddetli yaşamaya başlıyor. Baba, pilot komşunun arabasına zarar verince, pilot öfkeleniyor ve Sezar pilotu öldürme noktasına götürüyor işi. Bakımhane olarak görünse de maymun hapishanesinde, urangutanlar ve diğer maymunlarla tanışan Sezar, kendisindeki dönüşümlerle zekâsını kullarak liderliğe yükseliyor. Maymunlar hapishanesinde maymunlara kötü muamele yapılıyor, kötü yemekler veriliyor. Sezar, hapishaneden çıkış yolu buluyor ve Will’in evine giderek buzdolabındaki ilâçları alarak hapishanedeki maymunları da dönüştürüyor. Zekâsı yükselen maymunlar, Sezar’ın önderliğinde San Fransisko şehrinin “meder-ı iftiharı” Golden Gate köprüsünde özgürlüklerini ilân ediyorlar. Sonda da tüm dünyaya dağılıyorlar gelecek filmde buluşmak üzere. Bu film için, evrim ve yaratılış üzerine tartışmalar olabilir. Maymunların yüzünde oluşan ifadeler, insani davranışlar, en sonunda insan gibi konuşmaları da tartışmaları alevlendirebilir. İnsanlar, bu yeryüzünde iki milyon yıldır var ve şunun şurasında 200 bin yıldır konuşuyor. Gırtlağımız, evrimleşerek iki santim aşağıya inmeseydi şimdi şempanzeler gibi sesler çıkartıyor olacaktık.

Filmin hikâyesi San Fransisko’da geçiyor. Ama, orman sahneleri, Kanada’nın vahşi doğasını içinde barındıran İngiliz Kolombiyası’nda çekilmiş. Maymun Sezar’ı canlandıran 1964 doğumlu İngiliz oyuncu Andy Serkis, gerçekten zorlu bir maceranın altından kalkmış. Sezar’ın bazı sahnelerinde bilgisayar katkısı da hissediliyor biraz. Böyle sahnelerin nasıl çekildiğini bildiğimizden olmalı. Sezar, şempanzelerin hareketlerini yaparken kamera da ona uyum sağlıyor ve seyirci de Sezar’ın eğlencesine katılıyor. Serkis’i, Peter Jackson’ın 2000’lerdeki seriyal filmi “The Lord of the Rings – Yüzüklerin Efendisi”nin 2003’teki “The Return of the King – Kralın Dönüşü” bölümünde Gollum ve Smeagol olarak hatırlıyoruz. İlginç olansa, yine yönetmen Jackson’ın 2005 yapımı “King Kong” filminde goril Kong’du bu oyuncu. Filmin yıldızı, 1976 yılında doğan Amerikalı James Franco, üzerinde sanata dair birçok dalı toplamış: Aktör, yönetmen, senarist ve ressam. Michael Caton-Jones’un 2002 yapımı “City by the Sea – Öldüren Şüphe” filminde muhteşem Robert de Niro’yla başrolü paylaşmıştı. Franco, Sam Raimi’nin 2000’lerdeki “Spider Man – Örümcek Adam” fantastik seriyal filmindeki Harry Osborn karakteriyle de biliniyor. Robert Altman’ın 2003’te ölmeden önce “vasiyet filmi” olan “The Company – Kumpanya”, John Dahl’ın 2005 yapımı “The Great Raid – Büyük Baskın”, Kevin Reynolds’un 2006 yapımı “Tristan & Isolde – Tristan ve Isolde” gibi iyi filmlerde de göründü. Bir seriye dönüşecek “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç”, görselliği ve anlatımıyla serinin gelecek filmlerini merak ettiriyor.

(05 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Şirinler, New York’a İndi

Şirinler (The Smurfs)
Yönetmen: Raja Gosnell
Karakter: Peyo
Senaryo: J. David Stem-David N. Weiss-Jay Scherick-David Ronn
Müzik: Heitor Pereira
Görüntü: Phil Méheux
Oyuncular: Hank Azaria (Gargamel), Neil Patrick Harris (Patrick), Jayma Mays (Grace), Sofia Vergara (Odile)
Yapım: Columbia-Sony (2011)

Amerika’da eleştirmenlerin biraz mesafeli durduğu üç boyutlu “The Smurfs – Şirinler”, bizim bu taraflarda sevildi. Mantardan evlerinde mutlu mesut yaşayan mavi insanların bu yeryüzündeki en büyük düşmanları Gargamel ve kedisi Azman.

Belçikalı çizgi romancı Peyo’nun eserinden sinemaya ilk defa uyarlanan “Şirinler”, üç boyutlu halleriyle gerçekten şirinler. Raja Gosnell’in yönettiği film, Hollywood tarafından üçleme olarak beyazperdeye aktarılacak. Şirinler, “Mavi Ay Festivali”ni yaşarken, Gargamel bir sihir denemesiyle tesadüfen onların Şirinköyü’nün yerini buluyor Sakar Şirin yüzünden. Ardından da macera başlıyor. 99 dokuz mavi insan Gargamel’den kaçarken, Şirin Baba, Şirine, Güçlü Şirin, Sakar Şirin, Somurtkan Şirin, Gargamel’den kurtulmak için girdabın kapısına uçarlar ve Ortaçağ’dan 21. yüzyıla, New York’a doğru zaman yolculuğuna çıkarlar. Central Park’a düşen mavi insanların yolu, reklâmcı Patrick Winslow’la buluşuyor önce. Patrick, “rüyalardaki kadın” Grace’le evli ve bir bebek bekliyorlar. Sakar Şirin, Patrick’in kutusuyla eve geldikten sonra herkes için heyecanlı macera da başlıyor. Çünkü, Baba Şirin ve diğerleri de eve düşüyorlar. Elbette Gargamel ve kedisi Azman da var. Gargamel, Azman’la beraber New York’a düşüyor. Tek hedefi Şirinleri bulup sihirli iksiri elde etmek. Baba Şirin, mavi ayın doğduğunu gözlemlemek için camgöze, yani teleskopa ihtiyaç duyuyor. Şirinlerin, Winslow ailesiyle hemen sıcak iletişim gerçekleşmiyor. Önce birbirlerinden korkuyorlar, sonra da birbirlerini çok seviyorlar. Elbette sonunda mutluluk hepsi için geliyor. Gargamel ve Azman dışında tabii ki.

Belçika’da doğdular…

“Şirinler”i yaratan Belçikalı sanatçı Peyo’nun bu çizgi dizisi 1958’de Belçika’da yayımlandı. Asıl adı Pierre Culliford olan Peyo, 1928’de Brüksel’de doğdu ve 1992’de yine aynı şehirde öldü. “Şirinler”, doğrudan dünyaya gelmedi. Küçük mavi yaratık “Şirinler” (Les Schtroumpfs), Peyo’nun 1947’de Le Journal de Spirou çizgi roman dergisinde yayımlamaya başlanan çizgi roman “Johan et Pirlouit-Küçük Prens”in 1958’deki macerasında görünmüşler ilk defa. Maceraları Ortaçağ’da geçen “Küçük Prens”, ülkemizde 1960 yılında Bilgi Yayınları tarafından çizgi roman tutkunlarıyla buluşturmaya başladı. “Küçük Prens”i, 1972’den 1984’e kadar Şilliler Yayınevi, önce haftalık fasikül, sonra da ciltli yayımlandı. “Şirinler” çizgi romanı ülkemizde yayımlanmadı ama TRT’nin tek kanal ve siyah-beyaz olduğu 1980’li yıllarda çizgi dizi film olarak gösterildi. “Şirinler”in İngilizcesi “Smurf” anlamına geliyor. Bazıları, İngilizce harflerden yola çıkarak “Şirinler”in komünist olduğunu iddia ettiler. Harflerin açılımı da şöyleymiş: “Socialist Men Under Red Flag”, yani “Kızıl Bayrak Altında Sosyalist Adamlar…” Ama, “Şirinler”in gerçek faşizm idealini temsil ettiğini, hatta Yahudi düşmanı olduğunu iddia edenler de var tabii ki. Bu filmdeki en güzel şeylerden biri, “Şirinler”i yaratan Peyo’ya saygı sunuşu yapılmasıydı sahaf sahneleriyle. Live-action animation hybrid (melez canlı aksiyon animasyon) tekniğiyle çekilen filmde, bütün her şey gerçek mekânlarda geçerken, sadece Şirinler animasyon yansıyor perdeye. Filmde, özellikle oyuncak dükkânındaki sahneleri seyretmek çok keyifli. Sahaf dükkânı da öyle. Filmde, Marylin Monroe’ya da selâm vardı. Şirine’nin havalandırmanın üzerinde etekleri savrulurken, Monroe’nun da Billy Wilder’ın renkli ve sinemaskop 1955 yapımı “The Seven Year Itch – Yaz Bekârı” filminde etekleri uçuşuyordu. Bu sahne sinema tarihine geçti. Winslowların evinde geçen anlar da çok sıcak ve aile olmanın güvenini seyirciye gönderiyor. Kedi Azman da seyirciyi büyülüyor. Onun performansına selâm gönderiyorsunuz ve onunla beraber kahkahayı patlatıyorsunuz. Şirin Baba finalde, Şirinköyü yeniden inşa ederken etkilendiği New York’a benzetiyor. 1958’de Los Angeles’ta doğan Raja Gosnell, kurguculuktan yönetmenliğe geçmiş. Gosnell, yönetmen Chris Columbus’un 1990’lardaki birçok filminde kurgucu olarak çalıştı. Gosnell, 1997’de “Home Alone 3 – Evde Tek Başına 3”le ilk yönetmenliğini gerçekleştirdi. “Never Been Kissed – Gerçek Öpücük” (1999), “Scooby-Doo” (2002), “Beverly Hills Chihuahua – Beverly Hills Çuvava” (2008) bilinen filmleri. “Şirinler”in üç boyutlu ve Türkçe dublajlı hali iyi. Bu film, iki boyutlu ve Türkçe dublajlı da gösteriliyor.

(Bu yazı 05 Ağustos 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(05 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Maymunlar Cehennemi: Başlangıç: İçselleştirmeniz (Maymun Olmanız) Halinde Bir Anlamı Var!

Fransız roman yazarı Pierre Boulle imzalı iki roman, sinemada başyapıt niteliğinde uyarlamaların kaynağı oldu: “The Bridge on the River Kwai” (1957) ve “Planet of the Apes” (Maymunlar Cehennemi,1968).

İlk film 2. Dünya Savaşı’nda geçen ve ‘esir kampı psikolojisi’ ile komutanların irade savaşını en iyi yansıtan eserlerden biriydi. “Maymunlar Cehennemi” ise, olası gelişmeleri önceden tahayyül eden bilim kurgusal özelliklerinden dolayı tam bir fenomene dönüştü: Devam filmleri, televizyon serileri, yeniden çevrimler… Çünkü insanoğlunun bilimsel ilerleyişiyle atbaşı giden kibri, küstahlığı, egemen olma, kendinden zayıfları tahakküm altına alıp yönetme ve doğalarını değiştirme ahlâksızlığı, gezegeni bekleyen felâketlere dikkat çeken öyküleri de hep gündemde tutmakta.

Duyarlı dünya vatandaşları huzursuz, mutsuz ve güçleri sınırlı… Güç, kapitalizmin elinde! İşte bu nedenle “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç”ı, ‘motion capture’ (performans yakalama) tekniğini kullandığı karmaşık aksiyonu nedeniyle hayranlıkla izlerken, içselleştirmeniz de gerekiyor. Bunu yaparsanız, denek primatlar üzerinde tehlikeli biçimde oynayarak insanlara karşı isyan başlatmak zorunda kalmalarının fitilini ateşleyen şirketin, bugünkü dünya düzenini temsil eden bir model olduğunun farkına varırsınız.

Filmle ilgili, muhtelif bilgiler de içeren bir dizi yazı okuyacaksınız zaten. Ama lütfen izlerken ‘farkına varın’! Giriş bölümünde, aynen sizin gibi bir memeli türü ve aileleri olan hayvanların doğal ortamlarından koparılıp nasıl hapsedildiklerini, üzerlerinde deneyler yapıldığını iyice özümseyin. Duygudaşlık kurmanın ötesinde, ‘maymun olun’! Maymun olursanız anlayacaksınız, size cazip ambalajlarla sunulan eğlencelerin aslında nelere mal olduklarını… Hayvanat bahçelerine, akvaryumlara, sirklere ödediğiniz paralarla kapitalizmin bitmek bilmez iştahına para akıtırken, doğal ortamlarından koparılan canlılara, bizzat sizin işkence ettiğinizi!

Bu film, ‘maymun olan’ seyirci için anlamlı, çarpıcı. Umarım AVM akvaryuma bilet alıp eğledikten sonra gittiğiniz “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç”tan, midesi mısır patlağı ve asitli içecekle şişmiş vaziyette boş bakışlarla çıkmazsanız. Umarım, filmde onlar gibi hissetmeye çalışmanın ötesine geçip onlar gibi ‘maymun olursunuz’ ve şu boktan dünyayı değiştirme yolunda bir adım atarsınız. Hapsedilmiş hayvanlar üzerinden para kazanan tüm şirketlere tek kuruş ödememek gibi!

(04 Ağustos 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Performans Kaptırıcı

Onu ilk kez “Lord of the Rings / Yüzüklerin Efendisi”nin unutulmaz Gollum’u olarak tanımıştık. Andy Serkis, “Kıymetlimisss!” derken, bizim de tüylerimizi ürpertiyordu. Yüzünün neye benzediğini sadece üçüncü filmde, yüzük uğruna bir başkasını öldürdüğünde gördük. Oyunculuk tarihiyle ise pek ilgilenmedik. Şahsen ben, onca çabaya, zahmete, yorgunluğa rağmen yaptığının ne derecede oyunculuk sayılacağını da kestirememiştim açıkçası. Film Akademisi de kestiremedi herhalde ki, Serkis’i Gollum rolüyle Oscar adayı yapmadılar.

Sonra, gene Peter Jackson’ın yönettiği “King Kong”un Kong’u oldu. O güne kadar gördüğümüz en kişilik sahibi Kong’du. Jackson’ın yapımcısı olduğu ve Steven Spielberg’in yönettiği Tenten filmi “The Adventures of Tintin: Secret of the Unicorn”da da Kaptan Hadok’u oynayacak. Bu filmlerin özel efektlerini Peter Jackson’ın şirketi Weta Digital gerçekleştirdi. Weta’nın kullandığı teknolojide ne kadar ilerleme kaydettiğini ise, Serkis’in belki Gollum’dan bile daha duygusal bir performans sunduğu “Rise of the Planet of the Apes / Maymunlar Cehennemi: Başlangıç”ta fark ettik. Artık performansları bilgisayar marifetiyle ‘yakalanıp’ filme dahil edilen oyuncular da ‘live-action’ oyuncularla aynı sahnede, yanyana oluyor. Bu da, her iki tarafa kolaylık sağlıyor tabii.

Ne var ki, Serkis’in Maymunlar Cehennemi hikâyesinin başlangıcını anlatan Rupert Wyatt filmindeki performansı, sadece performans yakalama teknolojisindeki gelişmelerle açıklanamaz. Ermeni asıllı İngiliz aktör “Rise of the Planet of the Apes”de, maymunların lideri olan Caesar’ı oynuyor. Bu arada, maymunları oynayan diğer aktörlerin de başarılı olduğunu hemen belirtelim. Ama, çekim aşamasında filme adını vermiş olan Caesar, filmin başkahramanı.

Caesar, Alzheimer’e deva olacak bir ilâç bulmak için şempanzeler üzerinde deneyler yapan Will Rodman’ın (James Franco) evinde büyüttüğü bir maymun. Alzheimer meselesi Rodman için çok önemli, çünkü babası Alzheimer eşiğini aşmış durumda. Genç bilimadamı çalıştığı şirket, iğne yaptığı bir maymunun sapıtması üzerine bütün ‘kobay’ları öldürmeye karar verince, o maymunun yavrusu Caesar’ı kaçırıp ölümden kurtarıyor. Evinde büyütüyor, ilâç ve ders veriyor. Ta ki Caesar büyüyüp artık evde tutulamaz hale gelene, akıllı bir yaratık olarak olaylara müdahale edene kadar.

Serkis, Caesar’a, hem güçlü bir lider olarak inandırıcılık kazandırmış, hem de insanın içini sızlatan bir ‘çocuk’ yaratmış. Bütün çocuklar gibi, Caesar da büyüdükçe etrafını beğenmiyor, kendisine ve akranlarına yapılan haksızlıklara başkaldırıyor. Bir yandan da, babası bildiği, onu bağrına basmış Will’e karşı derin bir sevgi besliyor. Ne yazık ki Will, küçük Caesar’ını başkalarına, kötü niyetli kişilere, kurumlara karşı korumaktan aciz. John Lithgow gibi çok yetkin bir aktörün varlığına rağmen, “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç”tan benim aklımda kalan Caesar ve bakışları oldu.

1964 doğumlu İngiliz aktör Andy Serkis’in babası Serkissian, Irak’ta çalışan bir doktor olduğu için, oğlunun ilk on yılı Bağdat ile Londra arasında gidip gelerek geçti. Ressam olmak istiyordu, görsel sanatlar eğitimi gördü. Tiyatrolar için sahne tasarımları gerçekleştirdi, setler inşa etti. Derken, bir öğrenci yapımında oyunculuk yapmasını istediler, Barrie Keefe’nin oyunu “Gotcha” ile sahneye çıktı.

Sonra da hem oyunculuk yaptı, hem de sahne tasarımı. Resmi eğitim göreceğine, kendini sahneye vurmayı tercih etti. 1985’ta Lancaster’deki Duke’s Playhouse’da profesyonel olarak oyunculuğa başladı. Uzun süre turneye çıkan tiyatrolarda, sırf oynamanın coşkusu için, parasız çalıştı. Ama bu sayede, pek çok popüler oyunla hemen hemen bilinen her tiyatroda seyirci karşısına çıkma fırsatı buldu. 1989’da da, Manchester’deki Royal Exchange Tiyatrosu’nda “Macbeth”te rol aldı. 1990’larda ise Serkis artık Londra sahnelerinde boy gösteriyordu. “King Lear”in Soytarı’sı oldu. “Mojo”da Potts’ı oynadı ve büyük övgü aldı. Televizyona ilk kez 1987’de çıktı, gene 90’lı yıllarda önde gelen pek çok İngiliz mini dizisinde oynamıştır.

Lâfın kısası, bizim ilk kez Gollum olarak gördüğümüz adam, öylesine seçilmiş biri değil, çok yetenekli, çok tecrübeli bir aktördü. “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesinin bu unutulmaz karakterini oynamak için dört yıl çalıştı ve Akademi, bilgisayarla yaratılmış karakterine harcadığı emeği oyunculuktan saymasa da, başka yerlerden ödüller aldı. Üzerinde işaretleyiciler olan daracık bir CGI giysisiyle oynuyor, kameralar da onun her nüansını yakalıyordu. “Return of the King / Kralın Dönüşü”nde ise bir sahnede yüzünü görüyorduk. Bu sahne, onun yüzüğü en başta nasıl ele geçirdiğini, bunun için bir başka hobbiti nasıl öldürdüğünü gösteriyordu. Serkis, Gollum ve Smeagol’un seslerini çıkarmak için üç kedisinin boğazlarından tüy topları çıkarırken nasıl hırladıklarını taklit etmiş.

Yaklaşık iki yıl Yeni Zelanda’da ailesinden (aktris/şarkıcı Lorraine Ashbourne ile evli, üç çocukları var) uzakta kaldı. Sonra da post-prodüksiyon stüdyolarında Gollum’u perdeye getirebilmek için gerçekleştirilen karmaşık yaratıcı çalışmaların bir parçası oldu. Her sahne için iki versiyon çekti. Önce başka oyunculara, çoğunlukla Elijah Wood ve Sean Astin’e Gollum’un hareketlerini göstermek ve CGI sanatçılarına yardımcı olmak için onlarla oynuyordu; sonra da Wood ve Astin, sanki Gollum yanlarındaymış gibi hareketleri tekrarlarken repliklerini seslendiriyordu. Animatörler de insan gözüyle gereken rötuşları yapıyordu. Serkis Kong performansında da aynı teknikten yararlandı, onunla da ödüller aldı.

Bir yandan da, ‘geleneksel’ oyunculuğu sürdürüyor. Onu Jennifer Garner’la oynadığı “13 Going on 30”de (2004) Richard Kneeland olarak ve David Bowie’li “The Prestige”de (2006) Alley rolünde izledik. Brendan Fraser’ın ‘Gümüşdil’i oynadığı “Inkheart”ta Capricorn oldu. Televizyonda “Power of Art” belgesel dizisinde Vincent Van Gogh’a can verdi. Bilgisayar oyunlarını da ihmâl etmiyor. “Heavenly Sword” ile “Enslaved: Odyssey to the West”de de, hem oyuncu, hem dramatik yönetmen olarak çalıştı. Bir kez daha Peter Jackson ile biraraya geleceği “Hobbit”te hem malûm karakteri oynayacak, hem de ikinci ünite yönetmeni olacak. “Peter’in duyarlılığını kavradığım için,” diyor, “bir de, Orta Dünya’yı anlama meselesinde ortak bir tarihimiz var.”

Başka? İyi bir aile babası, eğlenceli olduğundan da eminiz. Hangi çocuk Gollum’un yanısıra iki tür maymun da olabilen bir babayı istemez ki? Çok yetenekli amatör bir ressam, ilk gençliğinden beri tutkulu bir dağcı. Balık yiyor ama, kırmızı et yemiyor. Lösemili çocuklar ve savaşın mahvettiği ülkelerden çocuklara hayat kurtarıcı tıbbi yardım sağlayan The Hope Foundation / Umut Vakfı yararına çalışıyor. Turkuvaz rengi gözleri var, Kuzey Londra’da oturuyor.

Ha, bir de “Yüzüklerin Efendisi”nde kullanılan yüzüklerden birini o kapmış. Diğeri, filmin Frodo Baggins’i olan Elijah Wood’da…

(02 Ağustos 2011)

Sevin Okyay

Antalya 1979

Zaman geldi kapıya dayandı, 2011 48. Antalya Film Festivali’ne günler kaldı. 1964 yılında -sessiz sedasız- başlayan, giderek ilgi odağı olmaya başlayan festivalin bu yıl bambaşka bir özelliği var: “Seçici kurul (jüri) tamamen kadınlardan oluşuyor.” Bunun bizde değil dünyada başka uygulaması var mı, -ben bilmiyorum ama bunu dünyada birçok ülkede yokken, seçme ve seçilme hakkını elde etmiş kadınlarımıza [“bizim kadınlarımıza” (N. H.)] “toplumca yeteri kadar değer verildiği” anlamında anlamamak lâzım, çünkü “kadın cinayetleri, hem de neler adına…” ortada. Ama tüm bunlar olayın ilginçliğine gölge düşürmemeli.

O zaman bakalım bu kadınlarımız kimlermiş: Müjde Ar (Bşk.), Handan İpekçi, Vahide Gördüm, Bergüzar Korel, Ayşe Kulin, Yaşar Seyman, Ayşe Arman, Annie Geelmuyden Pertan, Şevval Sam, Melis Behlil, Dr. Serpil Kırel.

(Sinema ile ilgili hazırlamaya çalıştığım her alandaki çalışanlara değin araştırmalarda/listelerde katılanların erkek/kadın olduğuna dair herhangi bir bilgi vermemeye özellikle dikkat ediyorum ama bu seçici kurulun kadınlardan oluşması belirtilmeden geçilebilecek bir konu değildir.)

Şimdi 1979 yılında neler oldu: Önce seçici kurul -Prof. Özdemir Nutku, Prof. Dr. Âlim Şerif Onaran, Süreyya Duru, Onat Kutlar, Emre Kongar, Hale Soygazi, TRT ve Antalya Belediyesi’nce seçilecek iki kişi daha… Bu seçici kurul, Adak (Atıf Yılmaz), Bebek (İhsan Yüce), Demiryol: Fırtına İnsanları (Yavuz Özkan), İsyan (Orhan Aksoy), Kanal (Erden Kıral), Seninle Son Defa (Feyzi Tuna), Sensiz Yaşayamam (Metin Erksan), Töre (Ümit Efekan), Vatandaş Rıza (Cüneyt Arkın), Yolcular (Yavuz Pağda), Yusuf ile Kenan (Ömer Kavur)… filmlerini değerlendirecekti. Fakat Demiryol: Fırtına İnsanları, Yusuf ile Kenan ve Yolcular filmlerini denetleme kurulu (sansür) engelleyince diğer yapımcılar da filmlerini çektiler ve Antalya Belediyesi de destekleyince 1979 16. Antalya Film Festivali yapılmadı. 1980’de aynı filmlerin değerlendireceği festival yapılacaktı ama 12 Eylül 1980 darbesinin getirdiği yasaklar nedeni ile filmler yine değerlendirilemediler.

Festival komitesi yapılan toplantıda, yapılamayan bu festivali yapmayı plânlamış. 79 ve 80’de değerlendirilemeyen 11 filmi bir araya getirmek acaba mümkün olacak mı? Eğer mümkün olursa değerlendirmesini hangi seçici kurul yapacak? “Bulabildiklerimizi gösteririz” deniliyorsa, bununla yetinilmeli mi? Filmlerin yönetmenlerinden, seçici kurul üyelerinden aramızdan ayrılanlar oldu, değerlendirme diğer kollarda da yapılacak mı? Tüm bu sorulara rağmen Antalya ’79’u anmak için yapılacak tüm girişimlere destek vermek gerekiyor. Uzun metraj filmler yarışamamıştı ama 79’un -“kısa film” olarak- Antalya galibi Tahtacı Fatma (Süha Arın) olmuştu, bir yerde onu (da) bulmak mümkün mü?

(30 Temmuz 2011)

Orhan Ünser

Anarşist Müzisyenlerin Şehir Deneyleri

Yaşamın Ritmi (Sound of Noise)
Yönetmen: Ola Simonsson-Johannes Stjarne Nilsson
Senaryo: Jim Birmant-Ola Simosson-Johannes Stjarne Nilsson
Müzik: Fred Avril-Magnus Börjeson-Six Drummers
Kurgu: Stefan Sundlöf
Görüntü: Charlotta Tengroth
Oyuncular: Bengt Nilsson (Amadeus), Sanna Persson (Kendisi), Magnus Börjeson (Kendisi), Marcus Boij (Kendisi), Fredrik Myhr (Kendisi), Anders Vestergard (Kendisi), Johannes Björk (Kendisi), Sven Ahlström (Oscar), Dag Malmberg (Levander)
Yapım: Bliss-Wild Bunch-Nordisk Film-dfm Fiktion (2010)

Simonsson – Nilsson ikilisinin ortak yönettikleri “Yaşamın Ritmi”, deneysel müzik yapan altı anarşistin Malmö şehrine gönderdikleri gürültülerin filmi.

Anlamı “Gürültünün Sesi” olan 2010 yapımı İsveç – Fransa ortak yapımı “Sound of Noise – Yaşamın Ritmi”, deneysel müziğe adanmış anarşist bir film. Hikâye, İsveç’in güneyindeki muhteşem liman şehri Malmö’de geçiyor. Ola Simonsson ve Johannes Stjarne Nilsson’un bu farklı ve deneysel filmi, gerçekten müzisyenleri gibi anarşist. Simonsson – Nilsson ikilisi, 2001 yılında “Music for One Apartment and Six Drummers – Müzik İçin Altı Davulcu ve Bir Daire” kısa filmini yapmışlardı daha önce. Bu filmde de, deneysel müzik yapan müzisyenler Sanna Persson, Magnus Börjeson, Johannes Björk, Fredrik Myhr ve Anders Vestergard vardı. “Yaşamın Ritmi”, bu kısa filmden ilham alıyor. Bu müzisyenler, deneysel müziklerini yaparken, beslendikleri İtalyan fütürist ressam ve besteci Luigi Russolo’nun (1883 – 1947), “The Art of Noises / L’Arte dei Rumori”, yani “Parazitler Sanatı” manifestosundan etkilenmişler. Russolo için, şehirde, doğada ve her şeyden ses elde edilip gürültülü müzik yapılabilir. Elektro deneysel müzik yapanlar, Russolo’nun özellikle perküsyon önermelerinden yardım buldular. Simonsson – Nilsson ikilisinin filmindeki anarşist ve deneysel müzisyenler, ağırlıklı olarak perküsyonla müziklerini kulaklara gönderiyorlar. 94.9 Açık Radyo’da Pazartesileri “Harita Metot Defteri”, Çarşambaları 00:00’da “Psychoacoustics” ve Perşembeleri 23:00’te “Stalker” programlarında bu filmdeki gibi deneysel müzikler çalıyor yıllarca. Yönetmenlerden Simonsson, 1969’da doğdu ve filmler çekerken besteler de yapıyor. Yine 1969 doğumlu diğer yönetmen Nilsson, film çekmenin yanında karikatüristlik ve illüstratörlük de yapıyor. “Yaşamın Ritmi”ndeki çizgi filmler etkileyici.

Şehre müzik dinletmek…

Bir minibüsün içinde, Sanna Persson arabayı sürerken, Magnus Börjeson da arkada davulu olabildiğice gürültülü çalıyor. Peşlerinde de motosikletli bir polis. Magnus, bateriyi polise doğru fırlatırken minibüs de yoldan çıkıyor. Bir zaman sonra polis olay mahalline geliyor. Seyirci orada, polis dedektifi Amadeus Warnebring ve “metronom”la tanışıyor. Polis, minibüste bomba olduğunu sanırken Amadeus, duyduğu o sesi çok iyi biliyor. Minibüse doğru yürüyen Amadeus, minibüsteki metronomu sakince alır ve bu aletin sahibini aramaya koyulur sakince. Amadeus ve metronom, davulcuların deneysel müzikleri kadar fenomenler. Metronom, müzik ve gürültü kadar takıntılı bir şey. Metronom, sözlük anlamıyla sabit bir ritm elde etmek için belli aralıklarla vuruş sesleri çıkartan bir alete deniliyor. Sanna, ortalığı gürültüye boğduklarında her daim bu aleti mekanik aleti de kullanıyor. Amadeus’un takıntısı, çocukluğunda ailesinin müzisyen olması için onu zorlarken, metronomu da kullanması. Ailesi, Mozart gibi önemli bir müzik dahisi olabilmesi umuduyla ona Amadeus adı vermiş. Küçük kardeşi Oscar, asıl Amadeusluğu hak ederek, şimdi İsveç’teki filarmoni orkestrasının ünlü bir şefi olmuş. Polis dedektifi olan Amadeus, kadınsız, uykusuz ve sonsuza kadar yorgun bir insan. Yönetmenler, bazı anlarda kameralarını, Amadeus’un ruh haliyle buluşturmuşlar. Arada bir Amadeus ve bu kamera, sakin ve sükûnet içindeler. Belki de gürültülü ve deneysel müziklere aşina olmayan seyirci de bir an için o sükûtun içinde oluyor. Filmin asıl başrolünde davulcuların gürültülü deneysel müzikleri var. Sanna, geçim derdiyle başka başka yerlerde bateri çalan Marcus Boij, Fredrik Myhr, Anders Vestergard ve Johannes Björk’ü çaldıkları mekânda bulup olağan şüphelileri bir araya getiriyor. Müzik notalarıyla rotalarını da çiziyorlar ve kötü müzik dinleyen şehre gürültülü anlar yaşatmaya başlıyorlar. İlk durak hastane. Gizlice hastaneye girip, basur ameliyatı olacak Levander’i ameliyathaneye götürüp deneysel müziklerini Lavender’in vücudunda yapıyorlar. Notadaki diğer duraksa bir banka. Kafalarına kar maskesi geçirerek bankada da deneysel icralar yaparken banknotları da, kağıt parçalayıcı makinede paramparça ediyorlar. Üçüncü duraksa tehlikeli bir oyun. Şehre elektrik dağıtan santralde elektrik kablolarına asılı olarak müzik yapıyorlar. Dördüncü yerse, Oscar’ın Franz Joseph Haydn konseri. Bu konser sırasında binanın dışında kendi deneysel müziklerini icra ediyorlar iş makineleriyle anarşist müzisyenler.

Çarpıcı bir estetik…

Simonsson – Nilsson, filminde ışık düzenlemelerini yoğunluklu olarak “Six Drummers” grubunun ruh haliyle buluşturmuş. Filmde bir kasvet havası var. Ayrıca bu kasvete, grubun bulunduğu çoğu iç mekân da katkıda bulunuyor. Ama buna karşın, parlak ve yumuşak ışıkların düştüğü anlar da var. Oscar’ın filarmoni orkestrasıyla çalıştığı anlarla Amadeus’un bulunduğu çoğu mekân aydınlık yansıyor perdeye. Yönetmenler, Amadeus’un peşine dolaştıkları anlarda Amadeus’un dalgın ve yorgun hallerini yansıtabilmek için, kameralarını da Amadeus’un ruh haline karıştırabilmişler diyebiliriz. Bu estetikler de bir bakıma deneysellik. Ama, bu filmde en çarpıcı mekân, anarşist müzisyenlerin prova yaptıkları yerdi belki de. Elbette, banka ve elektrik santralinin olduğu sahneler de gerçekten iyiydi. Filmdeki siyah – beyaz animasyon bölümleri de çarpıcı. İskandinav karikatürlerini ve animasyonlarını takip etmek gerekiyor. Avrupalı eleştirmenler, bu sinemaskop çekilmiş filme birazcık mesafeli dursalar da beğenmişler. Deneysel müzik yapan bu anarşist grubun peşine takılan “Yaşamın Ritmi”, kasvetli havasına rağmen gerçeküstücü bir anlatımla yansıtıyor var olduğunu sandığımız hikâyesini. Deneysel müzikçiler, notaya karşılar ve buldukları her nesneden tını elde edebiliyorlar. Bu filmde, Avusturyalı besteci Joseph Haydn’ın (1732 – 1809) olması boşuna değil. Haydn, müzikte kuralcı. Hem yaylılar üzerine hem de geniş orkestralar için besteler yapmış öncü besteci. Filmse, perküsyoncu. Notalara ve büyük orkestralara da karşı. Bu film ve müzisyenleri tam bir anarşist. 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen bu film, sinemaseverler için farklı bir deneyim olabilir.

(Bu yazı 29 Temmuz 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(29 Temmuz 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Büyüleyen Şehirden İnsan Manzaraları

Aşkın Sessizliği (Tous les Soleils)
Yönetmen-Senaryo: Philippe Claudel
Görüntü: Denis Lenoir
Oyuncular: Stefano Accorsi (Alessandro), Neri Marcore (Luigi), Lisa Cipriani (Irina), Clotilde Courau (Florence), Anouk Aimée (Agathe), Fleur Lise Heuet (Louise), Tom Becker (Aurélien)
Yapım: UGC (2011)

Fransız yazar ve yönetmen Philippe Claudel’in “Aşkın Sessizliği” filmi, Strazburg’a, aşka ve İtalyan sinemasına adanmış gibi.

Alessandro’nun eşi Louise, 15 yıl önce trafik kazasında ölmüş. Alessandro’nun kızı Irina da 15 yaşında. Lisede barok müzik dersleri veren Alessandro, karısı öldükten sonra kadınlardan uzak durmuş. Bebeği ve karısının olduğu video kaseti gizli gizli seyrederek geçmişe sığınıyor sık sık. Aslında o, anksiyete içinde. Yani sürekli bir kaygı, endişe ve gerilim içinde o. İçindeki boşluğun öfkesini ergenlik yaşındaki kızı Irina’ya ve kardeşi Luigi’ye patlatıyor Alessandro. Tartışmalarda İtalyanca kelimeler havada uçuşuyor. Allesandro, aslında merhametli ve şefkatli bir insan. Irina, babasının “tatlı” öfkesinin kadınsızlıktan olduğunu hemen anlayıveriyor. Alessandro’nun durumunu açıklayan ifade “pathos” olmalı. Öfkesi, geçmişe sığınması, yeni aşktan korkması, içe dönük yaşaması gibi bazı şeyleri Alessandro’da fark ediyorsunuz. İnsanı rahatlatan barok müzik aslında onu pek rahatlatmıyor. Alessandro’nun “krampon” lâkaplı kardeşi Luigi, tam bir komünist ve Berlusconi düşmanı. Luigi, İtalya’nın şimdiki başbakanından öyle nefret ediyor ki, İtalya’yı bu yüzden terk etmiş ve gerekmedikçe de İtalyanca konuşmuyor. Kapitalizmden de Berlusconi gibi nefret eden Luigi, bir ressam ve tabloları için İsviçre’den gelen paraları da yakıyor. O, tam inanmış bir komünist ve anarşist. Fransa’ya siyasi mülteci olarak başvurmuş. Devrime hâlâ inanıyor. Yeğeni Irina’yı bile devrimci yapmış Luigi. Bu anarşist devrimci, dış mekândan korkar gibi sürekli hep evde. Ev işlerini yaparken ailenin yemeklerini de yapıyor Luigi. Irana’ysa, 15 yaşında ve annesini hiç hatırlamıyor. Ergenlik çağının her şeyini yaşıyor ve babasının üzerine üzerine geldiğini düşünüyor. Elbette tartışmalar oluyor aralarında hep. Irina’yı, babasının geçmişe takılıp kalması da üzüyor. Babasının sinirinin kadınsızlıktan olduğunu bile düşünmeye başlıyor ve ve amcasıyla beraber internet üzerinden babasına bir kadın bile ayarlamaya çalışıyor Irina. Ama o kadın, uzaklardan geliveriyor ve Alessandro’yu büyülüyor. Strazburg (Strasbourg) şehri gibi insana huzur veren Florence, ölen Agathe’ın uzaklardaki kızı. Alessandro, iyi insan ve hastanede hastalara kitaplar okuyor. Agathe’a da kitap okuyor ve ona kendini yakın hissediyor Alessandro. Agathe’ın cenaze töreninde Florece’la tanışıyor Alessandro. Belki de, Florence ona ölen eski karısı Louise’i unutturabilecek. Finalde Alessandro’nun “Silenzio d’Amore” (Aşkın Sessizliği) şarkısını söylerken bir büyük aşkın doğuşuna tanıklık ediyorsunuz belki. Dünyanın bütün güneşleri aşkla aydınlatıyor her tarafı.

Yönetmen ve oyuncuları…

1962 doğumlu Philippe Claudel, ayrıca Fransa’da bir üniversitede edebiyat profesörü. Claudel’in romanları da var. Claudel’in 2007’de “Bay Linh ve Torunu”, 2007’de “Gri Ruhlar” ve 2009’da “Brodeck’in Raporu” romanları Doğan Kitap’tan çıkmıştı. Sanatçı, ilk filmini 2008’de “Il y a Longtemps que Je T’aime – Seni O Kadar Çok Sevdim ki”yle çekti. Bu film ülkemizde, 03 Temmuz 2009’da vizyona çıkmıştı. 2011 yapımı “Tous les Soleils – Aşkın Sessizliği” de onun yönettiği ikinci film. Filmin Fransızca adı “Bütün Güneşler” anlamına geliyor. Zamanında hapishanede öğretmenlik yaptığı için bu insan deneyimleri, romanlarına ve filmlerine de yansıyor.

Yönetmenin bu filmindeki karakterler hikâyeye zenginlik ve derinlik katmış. Alessandro ve Luigi karakterlerinin yanında, Irina ve Florence karakterleri hikâyenin anlamlaşmasına yardımcı oluyor. Filmde, belki de yönetmenin sola bakışı eleştirilebilir. Sanki sol doğuştan şiddet yüklü bir dünya görüşünü savunuyormuş gibi algılanıyor. Yönetmen, solun değişen dünyayı hâlâ yorumlayamadığını da söylüyor sanki. Ortodoks bakışları eleştiriyor. Ama bu filmde, Fransa’nın kuzeydoğusunda Alsas (Alsace) bölgesinde yer alan Strazburg şehri tüm büyüsünü sinemaseverlere sunuyor. İçinden III Nehri geçen Strazburg, Alman kültürünün öne çıkmış Alsas bölgesinin en büyük şehri. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi ve AİHM bu şehirde. Strazburg, gerçekten açıkhava müzesi gibi. UNESCO’nun “Dünya Mirasları” listesinde ayrıca bu şehir. Filmi seyrederken bir ara İtalyan filmindeymiş hissine de kapılabilirsiniz. Yazar – yönetmen Claudel, İtalyan kültürüne ve sanatına tutkun bir sanatçı.

1971’de Bologna’da doğan İtalyan aktör Stefano Accorsi’yi, ünlü oyuncu Maria de Medeiros’un yönettiği ve Portekiz’deki “karanfil devrimi”ni anlatan “Capitaes de Abril – Nisan Devrimi” filminde devrimi yapan genç subay olarak hatırlayabilirsiniz. İtalyan sineması içerisinde filmler çeken Ferzan Özpetek’in 2001 yapımı “Le Fate Ignoranti – Cahil Periler” ve 2007 yapımı “Saturno Contro – Bir Ömür Yetmez” filmlerinde başrol oynamıştı. 1932’de Paris’te doğan Anok Aimée, Fransız sinemasının divalarından. Federico Fellini’nin “La Dolce Vita – Tatlı Hayat”ı (1960) ve “Otto e Mezzo – Sekiz Buçuk”u, Jacques Demy’nin “Lola”sı (1961), Claude Lelouch’un “Un Homme et Une Femme – Bir Kadın ve Bir Erkek”i (1966) ve devamı “Un Homme et Une Femme, 20 Ans Déja – Bir Kadın ve Bir Erkek 20 Yıl Sonra”sı (1986) gibi önemli filmleri var geride.

(29 Temmuz 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Şeytan Kovulurken Gelen Trajediler

İblis (La Posesion de Emma Evans)
Yönetmen: Manuel Carballo
Senaryo: David Munoz
Müzik: Zacarias M. de la Riva
Görüntü: Javier Salmones
Oyuncular: Sophie Vavasseur (Emma), Stephen Bilington (Christopher), Tommy Bostow (Alex), Richard Felix (John), Jo-Anne Stockham (Lucy), Doug Bradley (Peder Ennis), Isamaya French (Rose), Lazzaro E. Oertli Ortiz (Mark)
Yapım: İspanya Filmax (2010)

İspanyol yönetmen Manuel Carballo’nun ikinci filmi “İblis”, zaman zaman klâsik korku filmi “Şeytan”ın kıyılarında dolaşıyor. Ama yine de Carbolla’nın filminin özgün tarafları var.

Yönetmen Manuel Carballo bir röportajında, William Friedkin’in 1973 yapımı “The Exorcist – Şeytan” filmiyle yarışmadığını söylese de, “La Posesion de Emma Evans – İblis”le Friedkin’in filminin kıyılarında dolaşıyor. Belki de, şeytan kovma üzerine aynı ritüellerin yaşanmasının katkısı var benzerliklerde. Yönetmen, Cizvit okuluna gittiğini de söylüyor. Carballo, 1974’te Barcelona’da doğdu ve ülkemizde fazla tanınmayan bir yönetmen. İngiltere’de İngilizce çekilen “İblis” filmini ülkemizde gösterime sokan Duka Film, maalesef İspanyolca dublajlı kopyasını bizlere sunuyor. Konuşmalar, yapıştırmaymış gibi duruyor sanki. “İblis” filmi, “demonic possession”, yani bizim bilmediğimiz “şeytani sahiplik” üzerinde yoğunlaşan bir yapım. “Şeytani sahipliğe”, kötü niyetli doğaüstü varlıklar deniliyor Hıristiyanlıkta. Film, 15 yaşındaki Emma’nın özgür olmak için şeytana sığınmasını ve ondan kurtulma çabasını anlatıyor. Şeytan, yavaş yavaş Emma’yı ele geçiriyor. Babası John ve annesi Lucy, küçük kardeşi Mark’la beraber kendisini okula göndermiyorlar. Anne-baba, eğitimi evde veriyorlar çocuklarına. Emma’nın amcası Christopher, bir rahip ve geçmişte şeytan kovarken bir genç kızın ölümüne neden olmuş. Şeytanın şiddeti çoğalınca Emma, rahip amcasından yardım istiyor ve ardından şeytan kovma ritüelleri sürerken trajediler de yaşanmaya başlıyor yavaş yavaş. Rahip Christopher, Emma’nın içine girmiş şeytanı kovma seanslarını video kamerayla da kaydediyor. Emma, bir zaman sonra amcasının amacını öğreniyor. Christopher, şeytanı kovmaktan çok şeytanın varlığını kanıtlamaya çalışıyor ve sonunda bunu trajedisiyle ödüyor.

Tedirgin eden anlatım…

Carbolla, bu korku-gerilim filminde, elbette sinemanın bu türdeki birikimlerinden yararlanmış. Yönetmen, klâsik korku geleneklerinden yardım bulsa da, estetik olarak daha çok modern anlatıma yönelmiş. Öncelikle sarsıntılı kamera kullanımlarıyla. Filmin yarıdan fazlasının iç mekânda geçmesi, insana kuşatılmışlık hissini yaşatıyor. Yer yer karanlık kasvetli mekânlar depresif bir ruh hali de veriyor sinemaskop perdede. Britanya’nın bulutlu ve puslu havası da, dış mekânlarda zaman zaman bu kasveti sürdürüyor. Yönetmen, şeytan kovma ritüellerinin görüntülerini de perdeden yansıtarak, önceden göstermediği ayrıntıları seyircilere sunuyor ve başka gerçeklikler üzerine de keşifler yaptırıyor. Belgesel gerçeklik gibi yansıyan bu anlara sinema dilinde “mocumentary”, yani “sahte belgesel” deniliyor. Kamera kullanımları da gerçekten çarpıcı. Bazı anlarda, mekânlar ve olaylar şeytanın öznel bakışıyla yansıyor. Bu dikiz anlarında seyirciler yabancılaşabiliyor. Hatta seyirci, şeytanla beraber dikizliyor her şeyi. Fonda duyulan müzikler de gerilime katkı sağlamış. Emma’yı canlandıran Sophie Vavasseur, 1992 yılında Dublin’de doğmuş. İrlandalı oyuncuyu, Alexander Witt’in 2004 yapımı “Resident Evil: Apocalypse – Ölümcül Deney: Kıyamet”inde Angie ve Julian Jarrold’ın 2007 yapımı Becoming Jane – Aşkın Kitabında Jane Lefroy karakterleriyle hatırlayabilirsiniz. Bu genç oyuncunun “İblis”teki performansı da gerçekten muhteşem.

(Bu yazı 29 Temmuz 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(29 Temmuz 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Yumruk Vuruşlarından Biri

The Big Heat – Ölüm Korkusu (1953) / Fritz Lang: Düzenlenen suikastta, Glenn Ford’un karısı yaşamını kaybeder (otomobiline bomba konulmuştur) ve Ford suikasti yapanların peşine düşer. İzini sürdüğü adamın kaldığı dairenin (otel odası? / apartman dairesi?) kapısını yaşlı bir kadına çaldırtır. Kadın uydurma bir adres sorar, “Yanlış” cevabını alır, hemen peşinden Ford kapıyı çalar, kapıyı açan adamın “Sana yanlış ad…” demesini tamamlamadan bir “müthiş” yumruk atar…

Vera Cruz – İstiklâl Kahramanları (1954) / Robert Aldrich: Gary Cooper (durmuş oturmuş, soğukkanlı) ve Burt Lancaster (uçarı, havai, aceleci), Meksika’da giriştikleri macerada bir miktar meblâğı (para) yöneticilerin elinden kurtarmaya çalışırlar (eğer bu hatırladıklarım yanlış ise bu tamamen benim “beşeri hazıfamın nisyan ile malûliyetidir”.) Sonunda Gary ile Burt meyhanede konuşurlarken, Burt tabi parayı “kendileri için kurtardıklarını” söyler (benim hatırlamam böyle). Sinemanın en dürüst cowboy-larından Gary bu sözler üzerine -başlangıçtan beri türlü belâlara girdikleri dostu- Burt’ta bir “müthiş” yumruk atar. Burt yumruğun etkisi ile meyhaneden çıktığı gibi, taa yolun karşısına yuvarlanır ve düştüğü yerde -filmde birçok kez yaptığı gibi- sırıtarak, çenesini sıvazlar…

Seven Brides and Seven Brothers – Yedi Kardeşe Yedi Gelin (1954) / Stanley Donen: Dağda yaşayan yedi kardeşin en büyüğü kasabaya indiğinde “yemeğini beğendiği” aşçı ile evlenerek dağına getirir. Yeni gelin, karşısında yedi tane yabaniyi görünce şaşırır… Sonunda hepsini adam eder. Adam olan kardeşler, ağabeyleri gibi evlenmek isterler, ama çareleri -ancak- kızları kaçırmaktır. Kaçırırlarda ve dönüş yolunda ağızlarını kapattıkları kızları serbest bırakıp bağırttırır ve havaya ateş ederek çığ düşmesine, yolların kapanmasına neden olurlar. Zamanla ağabeyleri yengeleri ile bir anlaşmazlığa düşer ve ağabey evi terk ederek daha yukarılara, daha karlı bölgelere gider. Yengelerinin hamileliği anlaşılınca, haber vermek en küçük kardeşe düşer ve ağabeyinin yanına gider, durumu söyler, ağabey hâlâ dönmemekte kararlıdır. En küçük kardeş (Russ Tamblyn) ağabeyine (Howard Kell), “Sen gelince beni döversin, ama…” diyerek bir “müthiş olmayan” yumruk atar… (eli acır, ağabeye bir şey olmaz ama geri döner.)

İncir Reçeli (2010) / Aytaç Ağaçlar: Sezai Paracıkoğlu (Metin), günlerce kapandığı odasında tüm duvarlara ve camlara yapıştırdığı “not”lar yazılmış kâğıtları toplar, uzamış sakalını keser ve senaryosunu yazar. Şaşırır, çünkü götürdüğü yapımcı kabûl etmiştir senaryoyu ve filme çekeceğini söylemiştir. Filmdeki erkek karakter için seçilen oyuncu adayı, senaryoyu okuduğunu fakat kızın incir reçeline neden bu kadar düşkün olduğunu anlamadığını söyler… Bunlar söylenirken çay almak için yerinden kalkan (böyle toplantılarda çay içilir) senaryonun yazarı, kadın kahramanın incir reçeline düşkünlüğüne anlam veremeyen oyuncu adayına bakar bakar ve bir “müthiş” yumruk atar…

(24 Temmuz 2011)

Orhan Ünser

Düğünden Sonra Olanlar

İyi Günde Kötü Günde (Love, Wedding, Marriage)
Yönetmen: Dermot Mulroney
Senaryo: Anouska Chydzik – Caprice Crane
Görüntü: Ottar Gudnason
Oyuncular: Mandy Moore (Ava), Kellan Lutz (Charlie), Jessica Szohr (Shelby), Jane Seymour (Anne), James Brolin (Baba), Michael Weston (Gerber), Richard Reid (Ian), Christopher Lloyd (Dr. George)
Yapım: IFC (2011)

Dermot Mulroney’nin güldürmeyen “İyi Günde Kötü Günde” romantik komedisine, “eski kurt” James Brolin’in hatırına katlanılabiliyor.

Anlamı “Aşk, Düğün, Evlilik” olan Dermot Mulroney’nin yönettiği ilk film, 2011 yapımı “Love, Wedding, Marriage – İyi Günde Kötü Günde”, romantik bir komedi. Filmin başrolünde de Amerikalı genç şarkıcı Mandy Moore var. Moore, filmlerde de oynuyor. Film, Charlie’nin Ava’ya aşk ilânıyla başlıyor. Charlie, cep telefonunun videosundan Ava’yı etkileyen kelimelerle evlenme teklifi yapıyor. Ardından, Charlie’yle Ava’nın düğünü oluyor. Elbette sonra da evlilikte olan inişler çıkışlar, sırlar, anne – babaların sorunları ortaya çıkıveriyor. Charlie, şarap bağları olan zengin bir genç. Ava, evlilik danışmanı bir psikolog. Hikâye fazla ilerlemeden sorunlar küçük küçük çıkmaya başlıyor. Önce, anne – babasınınn sorunlarıyla ilgilenmek zorunda kalıyor Ava. Annesi, babasının kendisini aldatmasını yirmi beş yıl sonra öğrenince boşanmak istiyor. Annesiyle babasını barıştırmaya yoğunlaşan Ava, kocasını ihmâl etmeye başlayınca aralarındaki romantizm de sarsılmaya başlıyor. Charlie’nin çapkın arkadaşı Gerber, ağzından Ava’nın duymaması gereken bir sırrı kaçırınca, çiçeği burnunda genç evlilerin arasında güven bunalımı da başlıyor. Bu filmin senaristleri kadın. Filmi seyrederken, herhalde kadınlar “ah şu erkekler” diyecekler. “Eskisi de, yenisi de bir” diyerek. Ava’nın babası Yahudi ve anne evi terk edince Yahudi geleneklerini hatırlıyor. Ama bu filmde sırlar çok. Ortaya bir üvey erkek kardeş Ian da çıkıveriyor. Ian, Ava’nın babasının yıllar öncesindeki bir kaçamağının ürünü. Bir de kız kardeş Shelby var. Eğlenceli ve plânsız. Erkekleri etkiliyormuş gibi gözükse de bir sevgilisi bile yok. Annesi onu Yahudi bir gençle tanıştırıyor finale doğru. Onun da sevgilisi oluyor sonunda.

New Orleans havası…

Aslında yönetmen Mulroney’nin filmi umut verici değil. Senaryo iyi yazılmamış. Espriler yerine oturmuyor ve de elbette güldüremiyor. James Brolin dışında oyuncu performansları vasatı aşamıyor. Filmde, muhteşem Christopher Lloyd’un olduğu Dr. George’un muayenehanesindeki sahnelerdeki komedi anları bile kıvamına ermemiş gibi duruyor. Filmde, doya doya New Orleans yansımıyor ama yer yer fonda duyulan caz tınıları oraların havasını hissettiriyor. Film sinemaskop çekilse de estetik anlamda da insanı doyurmuyor. Filmdeki en güzel an son jenerikti. Görüntüde çekim hataları gösterilirken fonda da Dean Martin’in sesi duyuluyordu. Elbette bu filmden hoşlananlar olacak. Esprilere gülecekler. Ama, yine de tamamına ermemiş diyoruz bu filmin. Jane Seymour ve James Brolin, James Keach’in 1998’de “A Marriage of Convenience” adlı televizyon filminde bir araya gelmişlerdi. “İyi Günde Kötü Günde” bu eski oyuncuları yeniden bir araya getirmiş oluyor işte.

(Bu yazı 22 Temmuz 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(22 Temmuz 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Ustalıklı ve Büyüleyici Bir Çizgi Film

Aşırıcılar (Karigurashi no Arietti)
Yönetmen: Hiromasa Yonebayashi
Roman: Mary Norton
Senaryo: Hayao Miyazaki-Keiko Niwa
Müzik: Cecile Corbel
Görüntü: Atsushi Okui
Seslendirenler: Mirai Shida (Arietti), Ryûnosuke Kamiki (Sho), Shinobu Ôtake (Homiri), Keiko Takeshita (Sadako), Tomokazu Miura (Poddo), Kirin Kiki (Haru), Tatsuya Fujiwara (Supira)
Yapım: Studio Ghibli (2010)

Usta Hayao Miyazaki’nin çırağı Hiromasa Yonebayashi’ye yönettirdiği “Aşırıcılar”, sinema perdesinde seyredilmesi büyüleyici bir çizgi sinema örneği.

İngiliz yazar Mary Norton’ın (1903 – 1992) sevilen aynı adlı seri çocuk kitabından Japon “manga”sına uyarlanan 2010 yapımı “Karigurashi no Arietti – Aşırıcılar”, önce Hollwood’a uyarlanmıştı 1997’de. Peter Hewitt’in yönettiği “The Borrowers – Minik Kahramanlar”da John Goodman başrolü oynamıştı ve hikâye de Britanya”da geçiyordu. Japon çizgi sinema alanında önemli bir yere gelmesi muhtemel, 1973 doğumlu Hiromasa Yonebayashi’nin yönettiği “Aşırıcılar” animasyon filmi, gerçekten çarpıcı ve neredeyse her yaştan çocuğa sesleniyor. “Aşırıcılar”, yönetmenin de ilk uzun filmi. Bu muhteşem filmi seyrederken, Japon çizgi dizi filmi “Heidi”nin tadını alıyorsunuz animasyon anlamında. Ama, bazı anlardaki fotoğraflar gerçekten çarpıcı. Bir an kendinizi gerçek mekânların içindeymiş gibi de hissedebiliyorsunuz. Çizgi kahramanların yüzüne yansıyan o anki duygular etkileyici. Filmin Japonca seslendirmesi de iyi. Filmin senaryosunu Keiko Niwa’yla beraber yazan 1941’de Tokyo’da doğmuş Hayao Miyazaki’yi, yönettiği ve TRT’de de 1980’li yıllarda gösterilmiş “Heidi” çizgi dizi filmiyle hatırlayabilirsiniz.

Küçük insanların evinde…

Orijinal anlamı “Borçlu Arietti” olan “Aşırıcılar”, döşemenin hemen altında yaşayan küçük insanların hayat mücadelesini anlatıyor. Arietti, annesi Homiri ve babası Poddo’yla beraber yaşıyor. Arietti, 14 yaşına giriyor ve babasından “aşırma” işini öğrenmesi gerekiyor. Evin sahipleri var. Kalp hastası 12 yaşındaki Sho, ameliyattan önce halası Sadako’yla kır evine gelirler. Arietti, babasıyla ilk işine çıktığında, Sho’nun odasındaki peçeteyi alırken Sho uyanır ve Arietti’yi görür. Büyük insanlara görünmek iyi bir şey değil. Anne ve babası bu evden göç etmeye karar veriyorlar. Sho ve Arietti arkadaş oluyorlar. Sho, Arietti’yi koruyor. Ama, evin hizmetçisi Haru, döşemenin altında kendilerine hayat kurmuş bu küçük insanlara rahat vermiyor. Poddo, ormanda tanıştığı avcı Supira’yla yola çıkmaya karar veriyor. Sonunda aile, Supira’yla beraber yeni hayatlarına doğru yola çıkıyorlar. Sho, Arietti’yle konuşurken, küresel ısınmadan dolayı birçok canlı türünün yok olduğunu söylüyor. Küçük insanlar da yok olup giderken, büyük insanların nüfusu şimdi altı milyar 700 milyon olmuş. Belki de dev insanlar, bu dünyadaki hayatı tüketiyorlar. Bu filmin hikâyesi, Tokyo’nun hemen dışında “Aşırıcılar” filminin yapıldığı Ghibli Stüdyosu’nun yakınlarındaki kırlardan ilham alınarak gerçekleşmiş. Filmin müzikleri de iyi geliyor. Harpçı Fransız kadın müzisyen Cecile Corbel’in bu film müziği albümü arşivlik.

(Bu yazı 22 Temmuz 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(22 Temmuz 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Muhammed’in Trajediye Yolculuğu

Ölümüne Kaçış (Essential Killing)
Yönetmen: Jerzy Skolimowski
Senaryo: Ewa Piaskowska-Jerzy Skolimowski
Görüntü: Adam Sikora
Oyuncular: Vincent Gallo (Muhammed), Emmanuelle Seigner (Margaret), Robert Mazurkiewicz (Avcı), Geir Marring (Balıkçı)
Yapım: Polonya-Norveç-İrlanda-Macaristan (2010)

Polonya sinemasının yaşayan büyük ustalarından Jerzy Skolimowski’nin “Ölümüne Kaçış” filmi, Guantanamo’ya götürülen Muhammed’in Polonya ormanlarında ölüm kalım savaşını anlatıyor.

Film, Afganistan’da açılıyor. Koalisyon askerleri, Talibanları yerden ve yukarıdan ararken, Taliban militanı yerdekileri pusuya düşürüp vahşice öldürdükten sonra helikopterlerden kaçamıyor ve yaralı olarak Amerikalıların eline düşüyor. Düşen bomba kulaklarını geçici de olsa sağır yaptığından sorgusunda hiçbir şeyi cevaplayamıyor Muhammed. Amerika’ya göre “terörist” Afganlar, turuncu elbise giydirilip ürkütücü işkencelerden geçiriliyorlar. İşte bu mahkûmlar, Amerika için tehdit olduğu için Guantanamo’ya götürülmek için zorlu ve kirli bir yolculuk da yapıyorlar. CIA, izin almadan bazı ülkelerdeki Amerikan üslerini kullanıyor mahkûmları Guantanamo’ya götürürken. Bu ülkelerden biri de Polonya. Muhammed’in de içinde olduğu mahkûmlar Polonya’da uçağa götürülürken, mahkûm arabaları vahşi doğanın vahşi geyiklerine çarpmamak için kaza yapıyorlar ve kimi mahkûmlar yaralanırken, kimileri de firar ediyorlar. Muhammed de firar edenlerin içinde. Kamera, Muhammed’in peşine düşerek bu zorlu kaçışı ve hayatta kalma mücadelesini gösteriyor. Muhammed, Polonya’nın kuzeydoğusundaki gölleriyle büyüleyen Mazury (Masuria) Ormanı’nda hayatta kalma mücadelesi verirken savaşta geçerli kuralları uygulayarak ölmemek için de öldürüyor. Hatta masum insanları bile. Ama, hepsini tüm bunların önüne geçen açlık duygusu. Yeryüzündeki en büyük şiddet açlıktır belki de. Muhammed’in, buzun içine oltasını salarak balık avlayan adamın balığını çaldığı sahneden de daha yakıcı sahneler var filmde açlık üstüne. Muhammed, karınca, hatta ağaç kabuğu bile yiyor. Bebeğini emziren bir annenin memesinden süt bile emiyor. Ama trajedisinden kaçamıyor. Keresteciler ağaçları keserken bir ağaç üzerine devriliyor. Sabah ormana erken gelen bir işçiyi de öldürdükten sonra yaralı olarak Margaret’in çiftlik evinin önünde buluyor kendini Muhammed. Margaret, dilsiz bir kadın. Kocası da sürekli içiyor. Tedirgin bir andan sonra Muhammed’i eve alan Margaret, yarasını sardıktan sonra sabah bir atın üzerinde Muhammed’i yolcu ediyor. Sonunun da ne olduğunu anlıyorsunuz Muhammed’in.

Ders gibi sinema…

1938’de Lodz’da doğan Polonyalı aktör, yönetmen ve senarist Jerzy Skolimowski, Polonya sinemasının yaşayan büyük ustalarından biri olarak kabûl ediliyor. Skolimowski, Roman Polanski’nin ilk filmi siyah-beyaz 1962 yapımı “Noz w Wodzie – Sudaki Bıçak” filmine senarist olarak da katkıda bulunmuştu. Bu filmdeki o muhteşem diyaloglarıysa kendisi bizzat yazmıştı. 1989’da, 8. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ve Jeremy Irons’ı başrolde oynadığı 1982 yapımı “Moonlighting – Kaçak İşçiler”, yönetmen olarak unutulmaz politik filmiydi Skolimowski’nin. Sinemaseverler bu büyük sinemacının yüzünü, David Cronenberg’ün 2007 yapımı “Eastern Promise – Şark Vaatleri” filminde yaşlı Stepan karakteriyle hatırlayabilirler. Filmde, Londra’daki Rus mafyası anlatılıyordu. Kıyıdan köşeden Türk gangsterler de hikâyeye dahil oluyordu filmde. “Şark Vaatleri”, son zamanlarda perdede gördüğümüz en şiddet yüklü filmlerden biriydi.

Ustanın “Ölümüne Kaçış” filmi, hem içerik hem de biçim olarak sinema dersleri veriyor. Sinema okullarında okutulacak bir film bu. 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen “Ölümüne Kaçış”ın kamera kullanımı ve kurgusu, gerçeklik üzerine araştırma da yapıyor perdede. Bu hafif el kamerası, sarsıntılı ve sürekli bir şeyleri, gerçekliği arayıp duruyor. Öncelikle Amerikan karargâhında, Taliban ve El Kaide militanlarının sorgu anlarında. Kameranın sarsıntılı ve kaotik tarzda çerçevenin dışına çıkanları aradığında, seyircinin zihni de gerçeklik üzerine bulanıklaşıyor. Kim terörist, kim haklı, bu olanlar nedir, diye. Aslında bir dolu soru insanın zihninden geçip gidiyor. Muhammed ormana geldiğinde, aslında masumiyetin de olmadığını hissetmeye başlıyorsunuz. Skolimowski, bu savaş içindeki filminde şiddetin her türlüsünü gösteriyor seyirciye. Savaş, işkence, hayatta kalmak için öldürme, açlık, vahşi doğa, aile içi çatışma ve birçok şey. Filmde, Muhammed üşüdüğü o karlar içindeki ormanda, geride bıraktığı eşini hatırlayarak zihinsel anlamda ısınıyor sanki. Arada, Kuran’dan ayetler okuyan hocanın sesini de duyuyor zihninde Afganistan’ı ve Taliban’ı düşünürken. Yönetmen bu sahnelerde daha yumuşak ışık kullanmış ve Muhammed’in hissettiği sıcaklığı seyirci de hissediyor. Muhammed’in Margaret’le olduğu anlarda, kadının hayata getirdiği sıcaklığı da perdeden seyirciye ulaştırabiliyor yönetmen. Muhammed’in, bebeğini emziren annenin memesini emdiği sahnede “deja vu” yaşadık, ama sinema tarihinden bir film aklımıza düşmedi bir türlü. Fellini ruhu vardı sanki bu sahnede. Muhammed, filmde bir tek kelime bile konuşmuyor ama bu film, Lehçe ve İngilizce konuşuyor, belirtmeliyiz.

(22 Temmuz 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Hayatta Kazanmak da Var

Kazananlar Kulübü (Win Win)
Yönetmen-Senaryo: Tom McCarthy
Müzik: Lyle Workman
Görüntü: Oliver Bokelberg
Oyuncular: Paul Giamatti (Mike), Amy Ryan (Jackie), Bobby Cannavale (Terry), Jeffrey Tamor (Vigman), Burt Young (Leo), Alex Schaffer (Kyle), Melany Lynskey (Cindy), David W. Thompson (Stemler)
Yapım: Fox Searchlight (2011)

Amerikalı aktör ve yönetmen Tom McCarthy’nin “Kazananlar Kulübü”, bu ekonomik krizde umuda inanıyor. Paul Giamatti’nin müthiş oyunculuğu filme derinlik katıyor.

İşleri, ekonomik kriz yüzünden kötü giden New Jerseyli avukat Mike Flaherty’nin önüne vesayet davası düşer ve bu sıkıntılı durumundan çıkabilmek için bir plân yapar. Ohio’da yaşayan alkolik kızının ilgilenmediği zengin Leo Poplar’ın devletin yaşlılar yurduna gitmemesi için yargıcı ikna etmesi gerekiyor önce mahkemede. Leo’nun bakımını çek karşılığı alan Mike, hiç beklenmeyecek bir şey yapıyor ve Leo’yu yaşlılar yurduna yatırıyor. Oysa Leo kendi evinde kalmak istiyor. Plânlarını yoluna koyan Mike, Ohio’dan gelmiş Leo’nun torunu Kyle’la da tanışmak zorunda kalıyor. Jackie’yle evli, kızları Stella ve Abby olan Mike, hayatında yeni plân yapmak zorunda kalıyor bir zaman sonra. Ama hayat, John Lennon’ın dediği gibi, yola çıkarken plânlamadıklarımızdan oluşuyordu. Mike’ın plânları hayat karşısında mağlûp oluyor bir süre. Mike, lise öğrencilerine, iş ortağı ve kadim dostu Stephen Vigman’la güreş antremanları da veriyor. Kyle’ın dünyasına girmesi Mike’ın bu sıkıntılı hayatına yeni anlamlar katıyor. Hayatta galibiyet diye bir şey de var çünkü. Mike’ın evine yerleşen “tatlı on altı” yaşındaki Kyle, boyalı tuhaf sarı saçları ve ağzından düşürmediği sigarasıyla tahmin edilemez bir şeyi ortaya çıkıveriyor. O bir güreşçi. Mike’ın “Pioneers”, yani “Öncüler” güreş takımına giren genç Kyle, kazanmayı fark ettiriyor onlara. Hikâyede, Mike’ın koşu arkadaşlarından Terry Delfino da var. Karısından ayrılmış, evini karısına kaptırmış ve üstelik evinde eski karısı sevgilisiyle mutlu mesut yaşayıp gidiyor. Bunların acısını yaşayan Tery de ekibe katılıyor sonra. Hayat, kendi plânını uyguluyor ve Ohio’da rehabilitasyondan çıkan Kyle’ın annesi Cindy, New Jersey’ye geliyor geride bıraktıklarını toparlamak için. Melodramın dolaştığı bu bölümlerde gerçeklik kazanıyor ve Kyle’ı bambaşka bir gelecek bekliyor. Aslında bu hikâyede en büyük kazanan Mike. Çünkü o, dünyanın iyi ve şefkatli kadınlarından Jackie’yle evli.

Etkileyici bir anlatım…

1966 yılında New Jersey’de doğan aktör, yönetmen ve senaryo yazarı Tom McCarthy, bizde 2003 yapımı “The Station Agent – Hayatın İçinden” filmiyle biliniyor. Yönetmenin adı jenerikte Tom McCarthy olarak geçiyor. Ama, yönetmeni Thomas McCarthy adıyla bulabiliyorsunuz aramalarda. Yoksa, 1969 doğumlu İngiliz kavramsal sanatçı ve romancı Tom McCarthy’yle karşılaşıyorsunuz. Yönetmen McCarthy’nin filminin hikâye anlatımı ve kurgusu, sinema için heyecan verici. Filmi seyrederken, zaman zaman Antonioni ustanın ruhunun “Kazananlar Kulübü” filminin içinde dolaştığını hissettik. McCarthy, Antonioni gibi, miksajsız anlatım kurmuş “kesme”li kurgusuyla. Miksajlı geçişler, biliyorsunuz, “kararma – açılma”, “zincirleme”, “bindirme” gibi kurguda kullanılıyor. McCarthy’nin filmini seyrederken, zamanın geçtiğini bir zaman sonra anlayabiliyorsunuz. Sahnenin devamını beklerken, kamera başka mekânlara ve anlara gidiyor. Bunları perdede keşfetmek muhteşem. McCarthy, Antonioni gibi mekânlara önem veren bir yönetmen. Siz farkında olmadan o yerler filmin parçaları oluvermişler. Filmde hikâye elbette önemli. Ama, aslolan o hikâyeyi kimlerin nasıl yaşadığı. McCarthy filminde, tıpkı Antonioni filmlerindeki gibi, o karakterlere dokunabiliyorsunuz. Bir filme değil de gerçeğe dokunur gibi. Karakterler gerçekten sahici. Başta Paul Giamatti derinlikli yorumu olmak üzere tüm karakterler muhteşem performanslar ortaya koyuyorlar. Kış atmosferinde geçen “Kazananlar Kulübü”, zaman geçtikçe sinema tarihi içinde hayatını sürdürecek bir film gibi duruyor. Ayrıca bu film, Obama’ya ve umuda hâlâ inanıyor bir de. Hep beraber olmalıyız diyor film.

(21 Temmuz 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Otomobillerin Altında Ezilen Motorcu Çocuklardan, Harry Potter’ın Yurt Sathına Yayılan 273 Kopyasına…

Dünyanın hemen her ülkesinde çocuk ve gençleri son on yıldır kendisine müptelâ eden “Harry Potter” fenomeni, 15 Temmuz Cuma günü gösterime giren 8. sinema uyarlamasıyla birlikte, beyazperde tarihinin en parlak ticarî başarıları arasındaki ayrıcalıklı yerini şimdiden almış durumda…

Bu filmin gösterime girmesi nedeniyle geniş kapsamlı bir değerlendirme kaleme almaya hazırlanırken, eleştiri yazılarımda yer alan yapım – yönetim ekibi listelerine eklemeyi son aylarda alışkanlık hâline getirdiğim teknik bir bilginin peşine düştüm. O bilgi de söz konusu filmin Türkiye’de gösterime sunulacak olan “kopya sayısı”ydı.

Mâlûmunuz, 2000′li yılların ikinci yarısından itibaren, gerek ülkemizde, gerekse dünyanın -sinema endüstrisine sahip- diğer ülkelerinde “kopya” sözcüğünün anlamı radikal bir biçimde değişti. Çünkü, artık bu sözcükten anlaşılan yegâne şey, sinemada son yüzyıl boyunca “endüstri standardı” olarak kabûl edilen 35 mm formatındaki film şeritleri değil… İşin içine artık dev perdeli IMAX salonlarında gösterime sunulan 70 mm’lik kopyalar ve bir hard – diskten (ya da daha ilginci, salonlara belli bir program ve takvim dahilinde gönderilen uydu sinyallerinden) ibaret dijital sinemacılık kopyaları da girmiş durumda… O yüzden, benim kuşağıma kadarki bütün sinemaseverlere otomatik olarak, her biri otomobil tekerleği büyüklüğündeki, 6 ilâ 8 kısımlık 35 mm film makaralarını hatırlatan “kopya” sözcüğü, şimdilerde ise teknolojik açıdan bambaşka bir anlama bürünmüş durumda…

Kısa bir araştırmadan sonra, “Harry Potter”ın, Warner Bros. şirketinin -serinin istisnasız her yeni filminde yaptığı gibi- 35 mm standart film, dijital kaydı barındıran hard – disk ve IMAX formatı da dahil olmak üzere, bu tantanalı kordelayı yurt sathında şânına yaraşır bir dağılımla, toplam 273 kopya üzerinden gösterime sunduğunu öğrendim. Bu sayısal bilgiyi de ülkemizde film tanıtımı yaparken tanıttığı filmlerin yapım ayrıntıları hakkında en geniş kapsamlı bilgileri sunan teknik künye bölümümüze ekledim.

“Harry Potter”ın sinema salonlarına dağıtımında kullanılan kopya sayısı, ülkemizin film işletmeciliği sisteminde şimdiye kadar erişilmiş en yüksek kopya sayısını işaret etmiyor hiç kuşkusuz; 273 sayısı bu açıdan bir “rekor” değil… Sözgelimi, hafızamı zorladığımda, son yıllarda bazı yerli ve yabancı yapımlar için 600′lere varan sayıda 35 mm kopya basıldığını hatırlıyorum. Fakat, sanatsal değeriyle ön plana çıkan pek çok filmin yalnızca 15 – 20 kopyayla gösterime girebildiği bir ülke için yine de önemli bir eşik bu… Hele de böyle bir rakamın yıllar sonra yeniden aklıma düşürdüğü o “motorsikletli taşıyıcılar”ı hatırlayınca, Türkiye’de gençlere yönelik bir fantastik serüven filmi için bu boyutta kopya dağıtımı yapabilmenin, sinema sektöründe böylesine müreffeh günlere ulaşmış olmanın anlamı çok daha berrak bir şekilde ortaya çıkıyor.

* * *

1980’li yıllar, hayatımın 10’ar yıllık evreleri içinde en zorlukla, fakat aynı zamanda keyfini de en fazla çıkartarak film izlediğim dönemdi. Büyük zorluklarla film izleyebiliyordum; çünkü, bazen orta hâlli, bazen de ekonomik durumu ortanın bile altlarına doğru inen bir ailenin, o yıllarda önce lise, ardından da üniversiteye giden çocuğu olarak ekseriyetle meteliksizdim. Beyoğlu’na çıkıp orada gösterime giren yeni bir filmi izlemek, hele hele bu eğlencenin yanına bir de “frigo dondurma” eklemeyi başarmak, sözünü ettiğim tarihlerde tasavvur edilebilecek en güzel hafta sonu geçirme şekliydi benim için…

Harçlığım çoğu kez öylesine kıttı ki, yol parası tamam olsa bilet parası ancak indirimli seanslara yeter, bilet parası tamam olsa bu kez de yanında dondurma veya patlamış mısır almak mümkün olmazdı. O yıllarda bu üçünü sağ salim biraraya getirebilmeyi başardığım bir sinema macerası hatırlamaya çalıştığımda, nadirattan iki – üç örnek dışında, böylesi mutlu günler pek de sıklıkla gelmiyor aklıma… Örneğin, 1985 yılında, sinemamızın rahmetli sanatçılarından Mürüvvet Sim’in, aynı adlı pasajın girişindeki kulübesinde Milli Piyango bileti sattığı, günümüzde artık var olmayan Beyoğlu – Saray Sineması’nda, Sergio Leone’nin “Bir Zamanlar Amerika’da”sını hûşû içinde izleyip dışarı çıktığım zaman Taksim Meydanı’ndan kalkan son otobüsü de kaçırdığımı dehşet içinde fark etmiş, 3 saat 45 dakika süren bu unutulmaz görsel şölenin üzerine sabahın ilk ışıklarına kadar uzak bir semtteki evime -korku içindeki kalbimin küt küt atışları eşliğinde- yürümek zorunda kalmıştım. Tabanlarımın su toplamasına yol açan o tarifi imkânsız yorgunluktan sonra ertesi gün okula falan gidemeyip yorgan döşek yattığımı belirtmeye, bilmem ayrıca gerek var mı? Bu traji – komik olaydan dolayıdır ki “Bir Zamanlar Amerika’da”, sinemasal hatıralar galerimde o gün bugündür hep çok farklı bir yerde duran filmlerdendir.

Velhasıl, neredeyse her ânı garibanlıkla bezeliydi, fakat yine de çok güzeldi 80’lerdeki sinemaseverlik maceralarım…

“Sinema”, bugünkü gibi salondan çıktıktan sonra hayatlarımızın en fazla yarım saatini işgâl eden genel geçer bir ilgi alanı değildi; izlediğimiz her yeni film bizleri en az bir – iki hafta boyunca oyalardı. O filmi, henüz görememiş olan arkadaşlara ballandıra ballandıra anlatma faslı da işin bir başka keyifli yönüydü. İzlediğimiz iyi ya da kötü her filmden, bugün izlediğimiz 50 film yoğunluğunda lezzet alırdık. Tıpkı, çabucak bitmesin diye sabahtan akşama kadar yudum yudum içtiğimiz ve her yudumunu ağzımızın içinde uzun uzadıya gezdirdiğimiz portakallı gazozlar gibi…

İşte, sinema sektöründeki “motorsikletli taşıyıcılar”ı da ta o günlerden itibaren bilirim. Aslında, bu kişiler 1970′lerde de vardı piyasada, fakat ben ilkokuldayken henüz onların varlığından tam anlamıyla haberdar değildim. Nasıl bir hizmet verdiklerini kavramam için biraz daha büyüyüp 1980 sonrasındaki döneme erişmem ve bu sektörün Türkiye’de hangi kırık dökük temeller üzerinde yükseldiğini enine boyuna öğrenmem gerekiyordu.

Tıpkı 1980 askerî darbesi öncesinde olduğu gibi, darbe sonrasında da en azından bir 7 – 8 yıl boyunca, Türkiye, döviz stokları açısından perişan bir ülke olarak kaldı. Dışarıya fazlaca döviz gitmesin diye ithal mallarla ilgili müthiş kısıtlamalar vardı; ki o günlerde yeterince akıl baliğ olanlar “cebinde açılmamış bir Marlboro sigarasıyla yakalanan kişilerin kaçakçılık suçuyla iki yıl hapis yattığı” yönündeki hikâyelerin birer şehir efsanesi olmadığını çok iyi bilirler. Devlet, binlerce mal ve hizmetin ithalatına ağır kotalar uygularken, sinemacılık sektörünün “negatif film” gibi temel teknik malzemeleri de bunlar arasındaydı.

Sözünü ettiğim bunaltıcı sınırlamalara ek olarak, iş dünyasında da bugün anladığımız boyutlarda bir sermaye yoktu. Rahmetli Başbakan Turgut Özal 1980’lerin ortalarından itibaren tütün ürünlerinden başlayarak pek çok mal ve hizmetin Türkiye’ye serbestçe ithalini serbest bırakmıştı bırakmasına; fakat ülkenin yeterince güçlü olmayan sermaye birikimi, işadamlarının, tüccarların ve nihayet son tüketicinin böylesi pahalı malları yüksek vergi oranlarıyla satın almasının önünde ciddi bir engel oluşturmaktaydı. Sırf bu yüzden, yalnızca filmlerin çekimi ya da çoğaltımı değil, dünya çapında ses getiren Hollywood yapımlarının ülkemize gelişi de ortalama 2 – 3 yıl aksardı. Sözgelimi, Richard Donner’in 1976 tarihli “The Omen”ini 1980′de, Randal Kleiser’in 1978′de çektiği “Grease”i 1981′de, yine Richard Donner’in iki yıl öncesinde bütün dünyayı kasıp kavurmuş olan “Superman”ini ise 1980 başlarında izlediğimi hatırlıyorum. Eğer ki batıda ortalığı birbirine katan bir film bize ertesi yıl gelmeyi başarmışsa, o dönemin sinemaseverleri olarak böyle bir gelişme karşısında resmen bayram ederdik! Şimdilerde, ülkemizde bazen pek çok Avrupa ülkesinden bile daha önce gösterime giren üstün yapımları görünce, belli belirsiz bir hüzün duygusu eşliğinde hep o günlere gidiyor aklım…

“Motorsikletli taşıyıcılar”ı da sinemacılıkta öteden beri çok pahalı ve tedariki zor bir malzeme olarak ün yapan negatif – pozitif ham filmin kıtlığı doğurmuştu. Türk işletmecilerinin pratik zekâlarının bir ürünü olarak…

Sistem şöyle işlemekteydi:

Diyelim ki 1980′lerde popüler olan yabancı bir film, ithalatçı şirketlerden biri tarafından satın alınıp Türkiye’ye getirildi ve filmin toplam 50 sinemada gösterime girmesi planlanıyor. Bu sinemalardan 20′si de İstanbul’da… İthalatçı ve işletmeci, o günlerde kopya çıkarmada kullanılan ham film şeritleri çok değerli bir teknik malzeme olduğu için, yurt dışından gelen (çoğaltmada master olarak kullanılan) ara negatiften İstanbul için yalnızca 10 kopya basardı. Aynı tarihlerde hem Beyoğlu, hem de Şişli’deki iki sinemada gösterimi olan bu filmin, tek bir kopyayla her iki salonu da idare edebilmesi için “merdiven” adı verilen bir yöntem türetilmişti. Birinci sinemada saat 11.00 – 13.00 – 15.00 – 17.00 – 19.00 – 21.00 düzeni içinde yürüyen seanslar, en az 15 – 20 kilometre uzaklıktaki diğer sinemada ise 12.00 – 14.00 – 16.00 – 18.00 – 20.00 şeklinde düzenlenirdi. Böylelikle, birinci salonda ilk yarısı oynatılan filmin 35 mm’lik bobini, bu bölüm tamamlanır tamamlanmaz salonun kapısının önünde bekleyen motorsikletli bir genç tarafından kapılır ve o kişi de İstanbul trafiği içinde canını hiçe saydığı cambazlıklar yaparak, “emanet”i mümkün olan en kısa sürede diğer sinemaya yetiştirirdi. Sonraki saatlerde de bu koşuşturma, her iki sinema arasında “gösterilen bobini alıp yeniden önceki salona yetiştirme, gösterilecek olanı ilkinden ikinci salona ulaştırma” şeklinde nefes nefese devam ederdi.

Az sayıda kopyayla çok sayıda sinema salonunu idare etme işi yalnızca İstanbul’a özgü bir uygulama da değildi. Başta Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere pek çok kentimizde, 1960′ların sonlarından başlayıp 1990′ların sonlarına kadar, hiç aralıksız çeyrek yüzyıldan daha fazla bir süreyle uygulandı.

Öte yanda, Türkiye’ye salonların ihtiyacı kadar 35 mm kopya satmaya çalışan Hollywood şirketlerinin temsilcileri de söz konusu yöntemden haberdar olduklarında şaşkınlıktan küçük dillerini yutuyorlardı. Çünkü bizde yürürlükte bulunan bu aktarmalı gösterim düzeninin yeryüzünde bir benzeri daha yoktu. Fakat, hem ekonomik imkânsızlıklar, hem de 1980′lerin ikinci yarısından sonra ülkede işlerin belli ölçüde düzelmesine rağmen ithalatçı ve işletmecilerin devam edegelen açgözlülükleri, dağıtım işinin 2000’lerin başlarına kadar böylesine sakat bir yöntemle yürütülmesine neden olacaktı.

Yukarıdaki satırları okuduğunuzda, “Film israfını engellemesi itibarıyla, aslında hiç de fena bir çözüm değil… Neden olmasın ki? Uygulamaya buradan bakınca gayet akıllıca duruyor” dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Kâğıt üzerinde elbette ki akıllıcaydı. Ta ki film bobinlerini bir sinemadan diğerine vahşi bir tempo içinde yetiştirmeye çalışan o genç insanların ardı ardına ölmelerine kadar…

Birbirinden kilometrelerce uzaktaki sinema salonları arasında, son derece işlek ana caddeleri büyük bir hızla katederek, gecikme korkusuyla zaman zaman trafik kurallarını da çiğneyerek günde en az 10 – 15 kez karşılıklı olarak bobin yetiştirmeye çabalayan motorsikletli taşıyıcılar, gün geldi, üstlendikleri işin aksamaya hiç tahammülü olmaması yüzünden vahim hatalar yapmaya ve yollarda teker teker can vermeye başladılar. Bu işi yürüten kuryelerin çoğunun altındaki motorsikletler eski model ve bakımsızdı. Hoş zaten, kazandıkları cüz’i parayla daha başka ne olabilirdi ki? O köhne araçlardaki teknik yetersizliklere bir de aşırı telaş eklenince, önce birincisi delicesine ilerlerken otomobillerin altına girip öldü, sonra ikincisi, sonra da üçüncüsü… 80′lerin popüler haber dergilerinden “Nokta”da, o dönemdeki film taşıyıcılarından söz eden bir habere rastladığımda, bundan yaklaşık 25 yıl öncesi itibarıyla dergide verilen ölü sayısı 36′ydı. Ki bu sayı, söz konusu haberden sonra da büyük bir ihtimalle artmaya devam etmiştir.

Kabaca bir hesapla, en az 50 genç insan, bu ülkede sinemacılar kıt ekonomik imkânlar altında biraz daha fazla para kazansınlar ve sinemaseverler de rahatça film izleyebilsinler diye canlarını verdi o dönemde… Muhtemelen hiç birinin de sosyal güvencesi falan yoktu. Eğer ki o günlerde bir sinemada iki kısım arasında verilen 15 dakikalık molanın sonu bir türlü gelmiyor ve film başlatılamıyorsa, aramızdan işi bilen büyük ağabeyler başka bir sinemadan o sinemaya bobin taşıyan çocuğun başına kötü bir iş geldiğini hemen sezerlerdi. İşte, salondan protesto ıslıklarının yükselmeye başladığı bu tür kritik dakikalarda, taşıyıcı kişi ya yoğun trafikte kilitlenip kalmış, ya da daha kötüsü bir otomobilin altında can çekişiyor olurdu. Yine aynen böylesi bir günde, Beyoğlu’ndaki sinemalardan birinde seans iptaline tanık olduğumu da gayet iyi hatırlıyorum; çıkarken hepimizin bilet ücretlerini gişede tek tek iade etmişlerdi.

* * *

Bugün, o dönemlerle kıyaslanmayacak kadar zengin ve güçlü bir Türkiye’de yaşıyoruz. Sinema sektörü de bu görece rahat atmosferden şu ya da bu oranda nasiplenmekte… İster negatif, isterse de pozitif, film çekiminde ya da kopya çoğaltımında kullanılan ham şeritler, yanısıra bunların laboratuarda banyo edilmesini sağlayan kimyasallar öyle 30 – 40 yıl önceki gibi karaborsadan binbir madrabazlıkla temin edilebilen erişilmez ürünler değil artık. Başta dünya devi Kodak’ın Türkiye şubesi olmak üzere, bir dizi şirket ihtiyaç duyulan her türlü hammaddeyi, geçmişle kıyaslanmayacak kadar uygun fiyatlarla ithal ediyor ve sektördeki laboratuarlara ulaştırıyor. Bolluk öyle bir noktaya geldi ki ilk filmini çeken yönetmenlere, ihtiyaçları olan hammaddenin en az yarısının, taraflar arasında imzalanan sponsorluk anlaşmaları kapsamında bedelsiz sunulduğu bile oluyor. Aynı şekilde, bazı kısa metrajlı filmciler de sırf yapıtlarını kitlelere geniş perdede gösterme keyfini yaşayabilmek için, çektikleri filmi dijital ortamdan 35 mm’ye transfer yaptırabiliyorlar. Yüksek teknoloji, ithal serbestisi ve gitgide düşen son kullanıcı fiyatları, filmcilik malzemelerini artık bir sinema okulu öğrencisinin bile ulaşabileceği düzeylere çekmiş durumda…

Bütün bunlar, hiç kuşkusuz ki mutluluk verici gelişmeler… Hele de benim gibi, 1986′da sinema yazarlığına ilk adımını attığında, aylık bir kültür – sanat dergisinde yayımlanan eleştiri yazılarından ilkinin bitiş cümlesi “Ölmeden önce şu ülkedeki herhangi bir sinemada berrak bir projeksiyon ve Dolby Stereo ses sistemi görebilecek miyim ya Rabbi?” olan biri için mutluluktan da öte “mucizevî” gelişmeler… Ömürlerinin belli bir bölümünde tek kanallı/mono ses düzenekleriyle, ışığı sık sık solup kararan kömürlü makinelerle film izlemiş, bundan dolayı da “Ulan makiniiiist!” diye bağırmaya pek antrenmanlı olan bizim nesil ve bizden daha öncekiler için, şimdinin 7 – 8 salonlu, makine daireleri bilgisayar kontrollü, her biri tek kelimeyle muhteşem ses ve görüntü kalitesine sahip çağdaş sinemaları gençlere ifade ettiğinden çok daha farklı anlamlar ifade etmekte… Onlar zaten bu yüksek teknolojinin içine doğdukları için, her iki dönem arasındaki uçsuz bucaksız farkı asla anlayamıyorlar ve anlayamayacaklar. Fakat, 1986′da Çemberlitaş’taki bir sinemada Tony Scott’un “Top Gun”unu izlemeye gelmiş bir grup Avrupalı turistin, sapsarı renkteki bir perdeye yanısıtılan o soluk görüntü ve boğuk sese tanık olduktan sonra salondan “Horrible!”, “Terrible!”, “Disgusting!” nidâlarıyla kaçışlarını görüp genç bir sinemasever olarak ülkem adına içten içe utanışım, hafızamdaki galeride hâlâ taptaze duran bir başka sinemasal hatıradır. O yüzden de film işletmeciliğimizin günümüzde ulaştığı düzey, çağdaş teknolojilerle donatılmış bir salona girdiğimde benim açımdan çok daha yüksek bir seyir keyfinin vesilesine dönüşüyor.

Şu anda, iki saatlik bir sinema filminin 3 – 5 hafta boyunca gösterimde kalacak 35 mm’lik bir kopyasının herhangi bir laboratuardaki üretim maliyeti ortalama 1500 Amerikan Doları… Pek çok şirket de ürettirdiği kopyaları gösterimler bittikten sonra -depolarında yer kaplamasın diye- saklamaya bile gerek duymayıp imha ettiriyor. Oysa, anılan tarihlerde her bir kopya altın değerindeydi ve hem o filmin metropol kentlerdeki birinci vizyon gösterimini, hem de taşrada uzun yıllar boyunca devam eden gösterimlerini sırtlardı. “İkinci vizyon” adı verilen o tekrar oynatım zamanlarında, sevdiğimiz filmlerin uzunca bir “Anadolu turu”ndan geriye dönen (yağmur gibi çizikler, dakika başı kopuklar ve atlamalarla bezenmiş) haşat ötesi kopyalarını az mı izlemişizdir! Fakat, kalbimizdeki o büyük sinema sevgisi, bizlere müthiş bir utanmazlık içinde sunulan o yorgun görüntüleri bile sineye çekmemize yol açar, perdeyi kaplayan sağnak hâlindeki leke ve çizikler, ağzımız açık bir vaziyette izlediğimiz filmlerin sanki “olmazsa olmaz birer parçası” gibi görünürdü gözümüze…

Gelişen teknoloji günümüzde kopyaları alabildiğine bollaştırdığı gibi, çizikleri ve kopukları da silip götürdü beyazperdeden… Çünkü artık selüloid bazlı hammadde yerine polyester film kullanıyor laboratuarlar. Polyester şeridi de ne çekiştirerek kopartabiliyorsunuz, ne de makinede oynatılınca kolayca çiziliyor. Bir tek makasla kesilip seloteyple yapıştırılabiliyor bu tür dayanıklı filmler. Dolayısıyla, filmlerin oynatım sırasında kopması gibi durumlarda gösterim devam ederken, iki film parçasının ucunu jiletle alelacele kazıyıp asetonla yapıştıran eski moda makinist tipi de tarihe karışmış durumda… Artık herşeyin çağdaş teknolojiden beslenen daha kolay bir çözüm yolu var.

Sonuç olarak, tek bir film için tamı tamına 273 kopya… Ki daha önce vurguladığım üzere, bu rakamın kimi önemli filmlerde 300, 400, 500, 600′ü bulduğu da oluyor.

“Harry Potter”ın dağıtımı vesilesiyle, en sonuncusu günümüzden muhtemelen 10 – 15 yıl önce piyasada çalışmış olan motorsikletli film taşıyıcılarını, sinema sektörümüzün bu isimsiz kahramanlarını, ölenleri ve kalanlarıyla bir kez daha anmayı murâd etti kalemim… İstedim ki o günleri bizzat yaşamış akranlarım, yaşça benden daha büyük sinema sevdalısı ağabeyler ve ablalar da yâd etsinler onları…

Dahası, biraz çaresizlik, biraz da aç gözlülükten doğan bu ilkel dağıtım yönteminden şimdiye kadar hiç haberi olmamış genç sinemaseverler de sektörde çağımızın hızı ve konforuna ne türlü özverilerin ardından ulaşıldığını biraz daha derinlemesine öğrensinler…

Yukarıdaki yazıyı çeşitli mecrâlarda okuyacak olanlar arasında, vaktiyle sinema salonları arasında motorsikletiyle film bobini taşımış birileri çıkar mı bilemiyorum. Fakat ola ki çıkarsa, geçmişte söz konusu işle uğraşmış olan bu dostlarımın aşağıdaki samimi cümlelerimi de kalplerine nakşetmelerini özellikle rica ederim:

Hiç merak etmeyiniz; Türkiye’de sizleri ve o dönemdeki çabalarınızı -hâlâ- bilenler var. Biz “eski moda sinemaseverler”, bir dönemin yükünü büyük fedakârlıklar eşliğinde çeken “motorsikletli film taşıyıcıları”nı hiç bir zaman unutmadık. Aranızdan vefât edenlere yüce Allah’tan rahmet, hayatta olanlarınıza da uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum.

(Bu yazı, Yeni Şafak Gazetesi’nin 17 Temmuz 2011 Pazar günkü sinema sayfasında aynen yayımlanmıştır.)

(19 Temmuz 2011)

Ali Murat Güven
Yenişafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com