Acımasız Tanrı

Sinema, başlangıçta renksiz ve sessizdi. İlk çekilen filmlerde belirli bir olayın saptanmasının yanında, o olayı uzak yerlere götürmek vardı, yani başka mekânlara… Bunun sonucu olarak zamanla, aynı filmler içinde farklı mekânların da yer alabileceği giderek görülebilecektir. Sinemanın sanat olması, görüntünün pelikül üzerine kaydedildikten sonra hareketli olarak tekrar / yeniden gösterilebilmesi ile başlar. Sinema makinesini / alıcıyı bulanlarla sinemayı sanat yapanlar bu nedenle aynı kişiler değillerdir. Bir süre sonra -ne kadar zaman sonra?- ortaya atılan, benim bugün hâlâ sinemanın ne olduğu konusu hakkındaki düşüncem: görsel olarak bir mekân ve zaman üretilebilmesidir. Bu mekân ve zaman filmden filme değişiklik gösterebildiği gibi bir film içinde de değişiklik gösterebilir. Tek mekâna bağlı kalmamak ve filmin süresini aşan zamanlarda geçen öyküleri anlatmak, öngörülen bu tanımlama prensibine uymamak sinema yapmamak anlamına gelmez. Bugüne kadar çoğunlukla örnekleri verilen bu tarz filmlerde anlatım içinde değişebilen mekân ve zamanları, birbirini izleyen veya izlemeyen şekillerde birbirine bağlayabiliyor fakat sonuçta tek veya çok yapılı bir bütünlüğe ulaşabiliyor ise sinema kotarılmış demektir.

Çok genel -belki açıklamaya ihtiyaç gösteren- bu görüşten sonra, olaya somut örnekler vermek gerekirse, Hitchcock’un Rope’u (1948) ilk akla gelecek örnektir. Çok özel konumu nedeni ile sinema tarihinde yerini alan filmde, tek mekânda, film ile aynı sürede geçen olay anlatılmaktadır. Filmin asıl ayırıcı özelliği filmde kesme/cut kullanılmamasıdır. Hiç yönetmeni öyle bir anlatıma girerken böyle bir zorunluluk yüklemek mantıklı değildir. Ama Hitchcock, biraz da deneysel olan filmde, kendi atmosferini de yaratarak anlatımı bu uç noktaya taşıyabilmiştir.

Kısıtlı mekânlarda geçen filmleri sıralamak gibi bir niyetimiz yok ama yıllar önce gördüğümüz Noz w Wodzie (Sudaki Bıçak / 1962) filmi ile Polanski mekân olarak kendisine bir tekneyi seçmişti… Filmin tamamı teknede geçmiyor, öncesi vardı ama çoğunluk bir teknede kısıtlı oyunu (3 kişi) arasında geçiyordu… Şimdi -eski alışkanlığını sürdüren- Polanski, Yasmina Reza’nın oyunundan yazar ile birlikte yazdıkları senaryoya dayanarak (bizde Acımasız Tanrı adı ile gösterilen, oyununun adı Vahşet Tanrısı olan) Carnage isimli filminde yine tek mekâna dönüş yaparak, öyküsünü anlatıyor. Açılışta genel plânda konuşan çocukları gösteriyor, bir süre sonra çocuklar arasında ikisi itişip kakışıyorlar. Uzaklaşan biri elindeki bir dalı “öyle kalın bir şey de değil” savuruyor ve dal tartıştığı çocuğa çarpıyor (vuruyor). Dalı elinden atan çocuk kadrajdan çıkıyor, diğer çocuklar yüzüne dal çarpan çocukla ilgileniyorlar. Bütün bunlar olurken kamera belli bir plânda kalıyor, olayı sadece saptıyor.

Polanski, olayı çekeceği mekâna giriyor, oyuncuları da (dördü de) aynı mekândalar. Önce bilgisayarda olayı anlatan bir dilekçe yazılıyor. Dilekçe dalı (alt yazılarda “sopa” olarak belirtiliyor) kullanış amacı (“silâh”) değiştiriliyor (dilekçeden çıkarılıyor). İki aile (vuran çocuğun anne/babası – vurulan çocuğun anne/babası) anlaşarak -olayı çözümlemiş, bitirmiş olarak ayrılırlarken- evin (dairenin) kapısı açılmış, çıkılacak… Fakat başlanılan konuşmalar nedeni ile geri dönülüyor ve -sonu belirsiz konuşmalarla- birbirlerini, önce karı/kocalar karşı karı/kocayı sonra karı-lar, koca-larını, koca-lar, karı-larını (devamında önce kendi kocalarını – kendi karılarını, sonra karşı kocaları, karşı karıları) suçlamaya, sözlerine o güne kadar vermedikleri şekilde cevap vermeye başlıyorlar. Bu olaylar zinciri devam edip gidiyor. (Bu ara tekrar kapılar açılıyor, vuran çocuğun anne/babası gitmeye kalkıyor ama bir türlü gidemiyor, karşılıklı suçlamaların sonu alınmıyor ki…

Olayın hemen başında gelen/vuran çocuğun “avukat” babasının cep telefonu çalmaya başlıyor ve adam uzayıp giden konuşmalara, bu konuşmaların başlangıcında diğer üç kişi susarak konuşmanın bitmesini bekliyorlar ama konuşmalar ardı ardına o kadar çoğalıyor ki, artık diğerleri kendi aralarında konuşmaya başlayabiliyorlar, taa ki avukatın karısının, konuşan kocasının elinden telefonu alıp vazoya atmasına kadar… Giderek ipler gerilmeye, içki içmeyenlerin wishky içmeye başlamaları, ağız dalaşının giderek temposunu artırması…

Bütün bunlar olurken Polanski iki üç kere giriş kapısı açılsa da -ancak koridorda asansör kapısına kadar gidebiliyor- hep daire içinde kalıyor. Çoğunlukla oturdukları salonda, koridor, mutfak, yatak odasından geçilen banyo, -zaruri- kullanım alanları… Bu mekân(lar)da, dört oyuncusu bir arada veya her türlü şekli ile ikişer ikişer veya tek başlarına çerçevesine (kadrajına) alıyor, konudan konuya geçerek, arada önceki konulara dönüşler yaparak, birbirlerini suçlayarak, birbirlerine -görünüşte- nazik davranarak konuşturuyor…

Cep telefonu vazoya atılan avukat, adeta şok geçiriyor, bütün geçmişinin, bilgilerinin onda (telefonda) olduğunu söylüyor, -karısının tabiri ile- yıkılıyor. Cep telefonun vazoya atılması ile -birbirlerini her türlü şekilde suçlayan- iki kadın adeta gülme krizine giriyorlar. Avukatın karısı bu arada ökçeli ayakkabılarını çıkarıyor. Avukat yığıldığı duvar dibinde çaresizken, ev sahibi adam saç kurutma makinesi ile telefonu kurtarmaya çalışıyor…

Bütün bunlar, yıllar önce Hitchcock’un Rope da yaptığı gibi “tek çekim”de anlatılır gibi ama öyle değil, orada hiç olmayan kesme/cut burada bol bol kullanılıyor ama olayın sürekliliği, bağlamanın (kurgu) sağlamlığı, kadrajların toplu veya tek kişilik oluşu, anlatımın temposunu düşürmüyor… Hiç bir şey çözümlenmemişken, tamamen ümidin kesildiği -avukatın- cep telefonu çalmaya başlıyor… (Mucize mi !?!) Artık yapacak bir şey yoktur, film (oyun !) bitiyor (mu?), görüntü kararıyor (sinemada uzun zamandır görmeye alışık olmadığım bir şey: kararma) ve ev sahibi kocanın evden attığı kemirgen hayvanın (ev sahibi koca, bu atma eylemi nedeni ile gelen karı/koca tarafından hayvan düşmanı olmakla suçlanıyor ve bunu kabul ediyor -en azından- hayvanları, -“tüylü kemirgen hayvanları”- sevmediğini söylüyor) görüntüsü ile tekrar açılıyor ama gösterilmek istenilen şey aslında bambaşka…

İki karı kocanın baştan beri çekişmelerine neden olan, bir süre önce kavga etmiş iki çocuk (çocukları), hiç bir şey olmamış gibi gayet dostane biçimde konuşuyorlar, -ne konuşuyorlar?- uzaktan, genel çekim, sadece konuşuyorlar. Polanski, başlangıçta “genel çekim açısı” ile çocukları nasıl yorumsuz (mu?) verirken (kavga ederler), sonuçta da bu kez dostça konuşurken veriyor, yine “genel çekim açısı” yine yorumsuz (mu?), yine (konuşmaları anlaşılmayan) çocukların çekimi ile -duyarsızmış ?!! gibi bir çekimle- final jeneriği geçmeye başlıyor. [Tavernier, filmlerinin finaline -kendi dilinde- “son” (fine) yazısı koymuyordu, “son” yazısı konulunca filmler biter mi?]

(15 Ocak 2012)

Orhan Ünser