Kategori arşivi: Yazılar

Altın Portakal Güzel Günler Gösterecek

48. Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde başlardaki yağmurlu ve fırtınalı havalarına rağmen coşku sürdü. Kadınlar jürisi, ödülleri doğru filmlere vererek umudumuzu arttırdı.

Yağmurlu, fırtınalı ve güneşli bir Altın Portakal geride kaldı. “Ulusal Yarışma”nın kadın jürisi adil bir paylaşımla hak edenlere Altın Portakal ödüllerini verdi. En büyük endişemiz, Ümit Ünal’ın genel anlamda beğenmediğimiz filmine ödüllerin yağmasıydı. Bu film, kadınlar jürisinin son dakikadaki “En İyi Film Jüri Özel Ödülü” verilerek savuşturuldu. Adil kadınlar jürisi, endişeye mahal vermeden Güzel Günler Göreceğiz ve Geriye Kalan filmlerine büyük ödülleri vererek saygı kazandı. Hasan Tolga Pulat’ın yönettiği Güzel Günler Göreceğiz, Tarantino sinemasının kıyılarında dolaşan, zamanlararası yolculuk yapan, birçok karakteri iç içe anlatan, çarpıcı kurgusu ve görüntüleriyle büyüleyen bir filmdi. Çiğdem Vitrinel’in filmiyse, tam tersine düz anlatımlı sade bir filmdi. Fransız sinemasının tadını verdi ama yönetmenine umut bağlamamızı sağladı. Bu yönetmenin, görsel dünyası ve sinema dili heyecan verecek sanki. Nazım Hikmet’in şiirinin adını ödünç alan Güzel Günler Göreceğiz, Mediha’nın yakınında ve uzağındaki insanları anlatan, hiçbir şeyi boşlukta bırakmayan filmdi. Geriye Kalan, baştan çıkartan bir tutkuyu anlatan, bir ara suç filmine dönüşen bir yapıttı. Genç oyuncuları heyecan verdi perdede. Devin Özgür Çınar, öteki kadına kattıklarıyla “En İyi Kadın Oyuncu” dalında hak ettiği Altın Portakal’ı kazandı. Geriye Kalan, Vitrinel’e “En İyi Yönetmen” dalında Altın Portakal getirdi. Güzel Günler Göreceğiz, başta “En İyi Film” olmak üzere Emre Kavuk’a “En İyi Senaryo”, Kalender Hasan’a “En İyi Kurgu” ödül getirdi. Bu filmde, Nesrin Cevadzade “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülünü Zenne’deki performansıyla Tilbe Saran’la paylaştı.

Altın Portakal, bundan sonra böyle ön jüriye görev vermez. “Ulusal Yarışma”yı takip ederken, bu filmin bu yarışmada ne işi var diyerek şaşırdık. Ramin Matin’in Canavarlar Sofrası ve Savaş Baykal’ın Öngörüye Ağıt filmleri neden yarışmadaydı, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Canavarlar Sofrası, bir George Orwell ruhu taşıyan fütüristik filmdi. Öngörüye Ağıt filmiyse, Vertov tarzı gerçekliğin filmi iddiasındaydı. Bu iki filme de yarışma dışında bakmak ve değerlendirmek gerekiyor. Canavarlar Sofrası filmi, “Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü”nü kazandı. Belki de en büyük hayal kırıklığı, Raşit Çelikezer’in Can filminin büyük ödüllerden hiçbirini kazanamamasıydı. Bu film, “Ulusal Uzun Metraj En İyi Film – Antalya Kent Konseyi Jürisi”nin “Seyirci Ödülü”nü kazandı. Can filmi, “Behlül Dal Jüri Özel Ödülü”nü Lüks Otel, Meş – Yürüyüş, Fedakâr ve Öngörüye Ağıt filmleriyle ortak aldı.

Zenne günü…

Festivalde görme şansımızın olmadığı M. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın ortak yönettikleri Zenne, büyük ödüle uzanamadı ve “En İyi İlk Film” ödülünü kazandı. Bu film kazandığı ödülleri de paylaştı. Kameraman Norayr Kasper, “En İyi Görüntü Yönetmeni” dalında ödülü Lüks Otel filmindeki Kenan Korkmaz’la paylaştı. Zenne filmi, “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu”su Tilbe Saran’la beraber Erkan Avcı’ya da “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülünü kazandırdı. Bu film, “Ulusal En İyi Uzun Metraj Film SİYAD Jürisi Ödülü”nü de aldı. Gıyasettin Şehir, Meş – Yürüyüş filmiyle “En İyi Sanat Yönetmeni” ödülünü alırken, Frank Schreiber ve Hemin Derya “En İyi Müzik” ödülünü kazandı. Festivalin yarışmasında ne işi olduğunu bir türlü bilemediğimiz Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm filmi de hak edilmiş bir ödül kazandı. Bu filmdeki etkileyici performansıyla Erdal Beşikçioğlu “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı.

Açılış muhteşem, kapanış sönük…

“Onur Ödülleri”nin verildiği açılış gecesinin muhteşemliğine karşı kapanış bir o kadar sönük ve heyecansız geçti. Açılışta Engin Çağlar, Halit Akçatepe, Tuncel Kurtiz, Perran Kutman oyuncu olarak bu ödülü kazandılar. Azeri sinemasının ünlü siması Rustam Ibragimbekov da bu ödülü aldı. Sinemamızdaki romantik filmlerin unutulmaz yönetmeni Mehmet Dinler de bu ödüle lâyık görüldü. Dinler, 1960’lı yılardaki Cilalı İbo filmleriyle adını duyurdu, sonra özellikle Türkan Şoray – Ediz Hun ikilisiyle melodramlar çekti. Tunce Kurtiz ödülünü Jane Birkin’den alırken Yılmaz Güney’e de selâm gönderdi. Güney’in kendisine, Umut ve Sürü filmleriyle iki kanat taktığını söylerken, uluslararası alana açılmasına da neden olduğunu söyledi. Engin Çağlar, Antalya’dan hiç ödül kazanamadığı için bu festivale küskün kaldığını söyledi. En duygulu ansa, Tarık Akan’ın Halit Akçatepe’ye ödülü verirken yaşananlardı. Akçatepe, 1943 yılında henüz beş yaşındayken oyuncu olarak sinemaya girmiş. Kemal Sunal, Zeki Alasya – Metin Akpınar, Şener Şen ve Münir Özkul’la unutulmaz komedilere imza atmıştı. Özelikle Ertem Eğilmez’in Hababam Sınıfı’ndaki “Güdük Necmi”, sinemamızın “İnek Şaban”ıyla beraber unutulmazlarından oldu. Akan, kırk yılık dostuna bu ödülü verdiği için onur duyduğunu söyledi ve en çok alkışı aldılar. Rutkay Aziz, politik konuşma yaptı. “Muhalifliğini” ortaya koydu. Aziz, “Sanatta Sosyal Sorumluluk” ödülünü aldı. Emektar oyuncu Suna Selen’e “Yıldırım Önal Anı Ödülü” verildi. Yeşilçam’ın gerçek emekçilerinden “Godzilla” lâkaplı Selahattin Geçgel de ödülünü alırken bol alkış aldı.

Bu yılki festival tam anlamıyla kadınlara adanmış bir festivaldi. Tüm yarışmalardaki jüri kadınlardan oluşuyordu. İşte kadınlara adanmış bu festivalde iki muhteşem yorumcu sahnede canlı performanslarıyla geceyi aydınlattılar. Birkin, bir İngiliz olmasına rağmen Fransız sinemasının içinde adını duyurmuştu. Muhteşem besteci, şarkıcı ve sinemacı Serge Gainsbourg’la evli kalan Birkin, bu berabelikten Charlotte Gainsbourg’u dünyaya getirdiler. Birkin, hem oyunculuğu hem de şarkıcılığı hep sürdürdü. Gecede her şarkısından sonra yoğun alkış aldıkça piyano eşliğinde canlı performansına devam etti. Gecenin en büyük sürprizi Zuhal Olcay’dı. Piyano ve çello eşliğinde o muhteşem şarkılarını okudu. Hatta ikinci defa sahneye geldi ve “Güller ve Dudaklar” ve “Yalnızlığım” şarkılarını da okudu. Bu muhteşem sanatçıyı, ne yazık ki sinemamız değerlendiremedi. Belki de Olcay yönetmenini bulamadı. Kapanışa değinmek istemiyor insan. Heyecanlı olması gereken veda gecesi sıradan ve sıkıcıydı.

Filmler, filmler…

“Ulusal Yarışma”da gördüğümüz filmler de şöyleydi: Hüseyin Eleman’ın yazıp yönettiği 2011 yapımı Fedakâr filmi, “Arap Baharı”dan sinemamıza düşen bir filmdi. Hikâye, Suriye’nin Kamışlı şehrinde başlıyor. Suriye’de muhalifler ayaklanmış ve Esad yönetimi muhalif olan herkesi “terörist” ilân etmiş, acımasızca askerlerini halkın üzerine yolluyor, bombalar, kurşunlar yağdırıyor. Hikâye, Türk savaş muhabiri Murat’la Türkmen kızı Zeynep’in yolculuğunu anlatıyor. Zeynep dışarısıyla sadece gözleriyle iletişim kurabiliyor. Zeynep, SSPE hastası engelli küçük bir kız çocuğu. SSPE, özellikle çocuklarda ateşli hastalıklarda ortaya çıkıyor. Türkmen Emin, hayatını kızına adamış bir baba. Tek umudu kızını Türkiye’ye götürüp tedavi ettirebilmek. Trajediler başlıyor, Murat ortada kalan Zeynep’i sırtında taşıyor yolculuk boyunca. Mardin üzerinden Türkiye’ye kaçak olarak giren Murat ve Zeynep’in bir yol filmine dönüşen acı dolu yolculuğu gerçekten çarpıcıydı.

Sinemaseverlere sinema tadı veren Çiğdem Vitrinel’in Geriye Kalan filmi, aşk, tutku ve kıskançlık üzerine çarpıcı bir filmdi. Final bölümüne doğru bir suç filmine dönüşen Geriye Kalan, bize Fransız sineması tadı verdi. Doktor Cezmi, tam altı çizilemese de takıntılı bir düzen hastası. Hikâye derinleştikçe Cezmi’yle Sevda’nın aşkının bittiğini anlıyorsunuz. Macera yüklü aşk fırtınası gitmiş, sevişmeler bir göreve dönüşmüş. Heyecansız, tek düze ve macerasız. Elbette tüm bunlar Cezmi için geçerli. Hastanenin muhasebe bölümünde çalışan Zuhal, kendini Cezmi’ye fark ettiriyor. İpinden boşalmış bir fırtınalı ilişki başlıyor. Sevda’nın Zuhal’in evine girdiği ve keşifler yaptığı sahne, trajedinin yaşandığı o an sinemamızda az görülür etkileyicilikte. Film bittikten sonra seyirciler ayağa kalktı ve içten alkışlarla filmi taltif edip Altın Portakal’ını bu filme vermişti. Salonda, kadın jürisiyle beraber yönetmen ve oyuncuları da vardı. Şehirli kadınlar, bu filmdeki aldatmaya coşkulu kahkahalar attılar. “Ulusal Yarışma” filmlerinin gösterimi, Antalya Kültür Merkezi’nin (AKM) Aspendos Salonu’nda gerçekleştirildi. Sinema perdesi alabildiğine büyüktü. Sinemaskop filmleri seyretmeye doyamıyordu insan bu salonda. Bir de salon etkileyici büyüklükteydi. İstanbul AKM duy bunları.

Antalya’da inanılmaz yağmur yağıyordu. Fırtına da müthişti. Festival açılışından hemen sonra başlayan yağmur ve fırtına festivalin ortalarına kadar devam etti. Bu yağmura rağmen festivale ilgi azalmadı ve salonlar dolup taştı. Antalyalı sinemaseverler çok nazik oldukları için “Ulusal Yarışma”daki filmleri ve ekipleri coşkuyla alkışladılar hep. 1980’lerde Sinemamızda Kadınlar kısa filmi de çılgınca alkışlandı. Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm filmine girişte inanılmaz bir kuyruk vardı ve tam anlamıyla izdiham yaşandı AKM’de. Yönetmen Serdar Akar ve oyuncuları salona girdiğinde salon sallanmıştı. Evet, bu film insanı epey eğlendiriyor. Esprili konuşmalar insanlara kahkahalar attırıyor. Elbette bunlar önemli. Ama festivalin yarışmalı bölümüne katılmak için yeterli miydi? Behzat Ç., kara filmlerden ödünç alınmış halleri olsa da, nevi şahsına münhasır bir başkomiser. Dağınık, bol bol içki içen, kendi odasında devletin fincanından votkayı midesine indirip duran, kadın savcıyla ilişkiye giren, ağzından küfür eksik olmayan Behzat’ın en derin acısıysa ölen kızı. Film akıcı ve esprileri de güldürüyordu. Behzat Ç., gerçekten kendine has bir polis. Erdal Beşikcioğlu, Behzat Ç. için yaratılmış sanki. Hayalet ve Akbaba polis karakterleri de iyiydi. Sinemalarda iş yapacağa benziyor.

Yönetmen Hasan Tolga Pulat, Güzel Günler Göreceğiz filminin hikâyesi, genel olarak sağlam bir yapıda gidiyordu. Başlarda kaotik olan durum, özellikle ikinci yarıda bazı şeyler yerine oturunca yerli yerine oturuyordu. Filmin girişinin müthiş olduğunu belirtmeliyiz. Yerde yaralı yatan, adının sonradan Mediha olduğunu öğrenilen genç kadın, aslında hikâyenin tam ortasındaydı. Her şey bir anlamda ona değiyor veya yanından geçiyordu. Cumali, namus cinayeti işlemiş. İyi halden tahliye olduğunda hikâyeye birçok karakter giriyor. Rus seks işçisi Anna. Figen olarak bildiği Mediha’ya sırılsıklam aşık olmuş eski boksör Ali’nin hayali Mediha’yla beraber Rusya taraflarına gitmek. Kara filmlerden düşmüş başkomiser İzzet, iki çocuklu ve evli mutsuz biri. Kokain çekiyor, haraç alıyor. Tam anlamıyla “iyi” polis. İzzet’i görünce “asayiş berkemal” diyorsunuz. O da Figen olarak bildiği Mediha’ya tutku ötesi tutkulu. Hem de öldüresiye. Mediha da Cumali’ye vurgun. Filmin kurgusu gerçekten sinemamız adına heyecan vericiydi. İlk bölümde zihinsel karışıklık yaşayabiliyor seyirci. Yönetmen bir olayın ortasını gösteriyor önce. Bir zaman sonra o olayın başını gösteriyor. Bunu yaparken aynı anı iki karakterin gözünden yansıtmış oluyor yönetmen. Film, Nazım Hikmet’in “Mutluluğun Resmi” şiiriyle açılıyor. Filmde Konstantinos Kavafis’in “Şehir” şiiri de duyuluyor. Hani şu, “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. / Bu şehir arkandan gelecektir” dizelerinin olduğu şiiri.

Erdal Rahmi Hanay, Hicaz filmini yönetmiş, senaryoyu yazmış, kamerayı kullanmış, üstelik kurguyu da yapmış. Hicaz filmi Türkçe, Kürtçe ve Fransızca konuşuyordu. Yine bir dolu karakter ve hikâyeleri vardı. Yönetmen hepsini birden anlatmak istemiş. Ama, ölü eşyalarını toplayan eskiciyle kelle paçacı da çalışan “tabakçı” gencin hikâyeleri öne çıkıyordu ama daha çok. Elbette hapishanedeki kadın, devrimci gençler, Türkçe bilmeyen baba-kız, geçici taksicilik yapan Musa, kelle paçacıda gece vardiyasında çalışan usta da var. Filmdeki en çarpıcı yolculuk bir ayakkabının macerasıydı. Hapishaneden sağlık nedenleriyle tahliye edilen kadının oteldeki ölümünden sonra ayakkabısı, babası Türk olan ve yıllarca ortada görünmemiş babanın kendisiyle barışmak için İstanbul’a getirdiği bir genç kızın ayağına geçiyor eskicinin dükkânında. Ölen insanın eşyaları, ihtiyacı olan yaşayan insanların bedeninde yaşamaya devam ediyor işte. Eskicinin dediği gibi, deposundaki ölülerin elbiseleri ayrımsız ve eşitçe iç içe yaşıyorlar. Hiçbir renk ayrımı etmeden. Filmin müzikleri de iyiydi. Bu filmdeki insanlar, “hicaz” makamı gibi hüzün yüklüydüler.

Öngörüye Ağıt’a, Vertov gibi gerçeklik üzerinden film araştırmasını yapan ve deneysel sinemanın kıyılarında dolaşan film diyebiliriz. Yönetmen Savaş Baykal’ın bu filmini Vertov görse “habersiz yakalanan yaşantı” deneylerini yok ederdi herhalde. Gerçeklik üzerine bu yönetmenin daha çok yol alması gerekiyor. Ama kesinlikle deneysel görüntüleri çarpıcı. Bu filmde gerçekliği arayış ve onu kamerayla kaydetme iyi fikirdi. Takıldığımız, katogori dışı bir filmin yarışmada olmasıydı. Aslında bu filmde gördüğünüz gerçekliğin taklidiydi. Yani gerçekliğin kurmacasıydı. Sinemada “mocumantary” denilen, belgesel gibi çekilmiş sahte belgeseller var. Baykal’ın filmine de “kurmaca gerçeklik” diyebiliriz. Bu deneysel yönleri olan filmde sinema yazarı Zahit Atam ve çevirmen-sinema yazarı Rekin Teksoy’la, sinema ve gerçeklik üzerine yapılan röportajlar da ilginçti. Yönetmen ruhen kendini Yılmaz Güney’e yakın buluyor olmalıydı. Güney’in Fransa’da ölmeden önce bir toplantıdaki sözlerinin araştırmasını gençlerle “röportaj” yaparak anlamlaştırmaya çalışmıştı yönetmen. Belki de bu filmdeki en hoş karakter, filmdeki yönetmenle hep konuşan küçük çocuktu. Çocuk, yönetmene “kamera olmadan sadece gözlerle film çekilir mi”, diye soruyor. Bu fikir yönetmene ilham veriyor ve konuştuğu gençleri gizlice kamerayla kaydediyordu. Bu filmin en iyi tarafı mizahıydı ve seyirciler esprilere yer yer güldüler.

Kenan Korkmaz’ın yönettiği, yazdığı ve kameramanlığını yaptığı Lüks Otel, görüntülerle hikâyesini anlatma iddiasında bulunuyordu. Bunu da az diyalog kulanarak yapma gayretine girmişti. Mekân gerçekten sinematografikti. Karakterler ve anlamaya çabaladığınız hikâyeleri sinemaya yakındı. Filmde, neyin ne olduğunu anlayabilmek için festival kataloğuna ve yönetmenin filmden sonra ekibiyle düzenlediği basın toplantısındaki sözlerine kulak vermek gerekiyordu. Bir film, bir şeyler çıkarabilmek için yönetmenin açıklamalarına muhtaçsa o film daha bitmemiştir. Elbette sinema tarihinde çözümlenememiş filmler var. Ama, Lüks Otel o filmlerden değil. Bir harabeye dönüşmüş otele ilk gelen eski PKK militanı Mehdi oluyor. Ardından eşcinsel iki sevgili, sonra da Afgan mülteci aile otelin sakinleri oluyor. En son gelense uyuşturucu müptelâsı bir genç kadın. Onu buraya getiren kafede gördüğü adam. Otelde onunla yatan genç kadın, uyuşturucu için erkeklerle yatıyor. Hamile olup olmadığı da zihninizi karıştırıyor. Yönetmenin buna da bir cevabı vardı. Bize kalmış kadının hamile olup olmadığı. Filmde kokain çekme ayrıntılı gösterilince basın toplantısında buna eleştiri de geldi. Ayrıca eşcinsel sevişmelerine de. Elbette sinema veya sanatın diğer dalları her şeyi gösterebilir. Ahlâkçı bakışlar sanata dar alan bıraktığı gibi sansürü de getiriyor peşi sıra. Filmde Afgan aile de var. Oteli işleten Cumali, ailenin güzel kızına sarkıntı oluyor. Hayaline ulaşamayınca porno filmlerle kendini avutuyor. Gerçekten, genel açıdan baktığınızda otele sakinleri arasında metafor kurulmuş. Sıkıştırılmış ve enkaza dönüşmüş hayatlar. Bu otelin adı kurulduğundan bu yana Lüks Otel… 1960’larda Adana’nın en lüks oteliymiş ve Yeşilçam’ın yıldızları bu otelde kalırlarmış vakti zamanında.

Raşit Çelikezer’in yazıp yönettiği 2011 yapımı Can filmi, “Ulusal Yarışma”da gördüğümüz Geriye Kalan, Güzel Günler Göreceğiz ve Hicaz filmleri gibi etkileyiciydi. Sinema dili de gerçekten çarpıcıydı bu sinemaskop çekilmiş filmin. Filmin büyük bölümü de Kadıköy’de çekilmiş. Yönetmen bir yere kadar kurguyla sürekli seyircilerin zihnini karıştırıyor. Hikâye şimdiki ve geçmiş zamanlar arasında gidip gelirken, güçlü oyunculukların yardımıyla her şey derinlikli yansıyordu perdeye. Kadıköy iskelesine bir çocuğu, Can’ı sabahları bırakan, akşamları alan Ayşe’nin bunu neden yaptığını anlamlandıramıyor seyirci önce. Film geriye gidiyor. Lokantada bulaşıkçılık yapan Ayşe, fabrika işçisi Cemal’le evli. Çocuklarının olmasını istiyorlar, ama Cemal kısır olunca başka fikirler ortaya çıkıyor ve Cemal fabrikadan tanıdığı bir insanın yardımıyla bir bebeği evlât alıyorlar. Gecekonduda yaşayan çok çocuğu olmuş fakir adam para karşılığı bebeği satıyor Cemal ve Ayşe’ye. Kendi fikri alınmayan Ayşe hep kırgın ve bebekle de ilgilenmiyor. Mutsuzluk başlıyor. Cemal, hiç kimseye haber vermeden ortadan kayboluyor. Şimdiki zamanda, hayatın tüm zorluklarıyla mücadele eden Ayşe, bir zaman sonra, kadınlarda olan şefkatle Can’ı bağrına basıyor. Cemal, bambaşka bir hayatın içinde ve trajedisine doğru yol alıyor. Yönetmenin filmin kurgusunu, zamanlar arasında gidip gelmesini “etki-tepki” olarak yorumladı çadırdaki soru-cevap kısmında. Yönetmen, Yeşilçam ruhuyla buluşan bir film yaptığını belirtti. Ama o yoğun melodramdan uzak durduğunu da söyledi. Filmin hikâyesinin yansıyışı ve mükemmel oyuncu performansları filmden armağan gibiydi. Kadıköy de bu güzelliğe katkı sunmuş. Fonda duyulan müzikler de filmin ruhuyla buluşmuş.

Ramin Matin’in Canavarlar Sofrası’nın bu yarışmaya neden seçildiğini anlayamadık. Ön jürinin mantığını yorumlamak gerçekten zor. Bir tiyatro/film olan Canavarlar Sofrası, festivalin “Ulusal Yarışma”sında sinemaskop çekilmiş ve İngilizce konuşan bir filmdi. Tek bir mekânda geçiyordu. Elbette geçebilir. Ama seyrettiğimiz bu yapıt film değildi, hatta kötü bir tiyatroydu. Bilinmeyen bir ülkede, otoriter yönetim vatandaşlara bazı yasaklar koyuyor sürekli. Sigarayı, içkiyi yasaklayan yönetim, son olarak baloncuk çıkarttığı için sodayı yasaklıyor. Kanunlara uymayan vatandaşlar yerinde infaz ediliyor. Hikâyede iki kadın ve iki erkek var. İki çiftt de evli. “J” ve “M”nin evine arkadaşları “K” ve “D” akşam yemeğine geliyorlar. Yönetim, yemek yemeye izin veriyormuş. Onlar da yemeklerin yiyorlar. Ama midelerine indirdikleri yemekleri dışarı çıkarmak zorundalarmış. Konuşmalar tuhaf ve ilginçti. Yönetmen otoriteye ve ırkçılığa karşı geliyormuş gibi görünse de ikna edici olamıyor. Avustralya’da beyazlar safari avına çıkar gibi Oberjin avına çıkıyorlarmış. Belçika’da Faslılar, Fransa’da Cezayirliler beyazlar tarafından geyik avlar gibi avlıyorlarmış. Tokat atmak için çocuk da satın alınıyormuş. Son dönemde Çin malları ortalığı sardığından çocuklar dayağa dayanıklı değilmiş. Yönetmen, George Orwell’in 1984 fütüristik romanı gibi fütüristik film yapmaya uğraşmış işte. O kadardı.

Sinema okulunu bitirmiş, sinemamızın önemli yönetmenlerine senaryo yazmış, sinemada hiç kimsenin kolay yakalayamayacağı imkânlara hemen ulaşmış, sonra filmler yönetmeye başlamış Ümit Ünal, bu kendisine verilmiş şansları hep kötüye kullanmış, yeteneği belli bir sınırların ötesine gidemeyen bir yönetmen ve senaryo yazarı. Filmlerini seyrederken insan biraz umutlanıyor, sonra ne oluyorsa bir çuval inciri berbat ediyor. Tıpkı “Ulusal Yarışma”da Altın Portakal avına çıkmış Nar filmindeki gibi. Bir iki parlak an, çarpıcı bir kurgu ve fonda duyulan hoş tınılar bir filmi kurtarabilir mi? Kurtaramıyor. Filmde etkileyici Serra Yılmaz performansı olmasa bu filmi sona kadar götürmek ıstırap olurdu. Yazdığı senaryoları sinemamızın ustaları çektiği için başarılıydı o filmler. 1986’da Halit Refiğ’in Teyzem ve 1987’de Atıf Yılmaz’ın Hayallerim, Aşkım ve Sen için yazdığı senaryolardan çekildi, başarıya ulaştı. İnsanlarını yanılttı. Falcı Asuman, Dr. Sema’ya fal bakmak için Arnavutköy’deki dairesine gidiyor. Evdeki genç kadın, Sema olduğunu söylüyor. Asuman, genç kadının falına bakarken genç kadın geçici felç oluyor. Asuman, intikamdan çok bir yanlışlığın düzeltilmesini istiyor bu zengin evinde. Genelde tek mekânda geçen film, karakterlerinin zihnindeki görüntüleri de yansıtıyordu. Filmdeki en parlak an, gerçekle hayalin zihinsel olarak karıştırılmasıydı. Filmin final bölümü de zihinleri karıştırıyordu. Filmleri festival boyunca AKM’de seyrettik ve görüntü kalitesi normaldi. Ama Ünal’ın filmi hafifçe bulanık gibiydi. Filmi başka bir projeksiyondan seyredip, bulanıklığın yönetmenin tercihi olup olmadığını anlayabileceğiz. Ünal, yakın çevresindeki dizi oyuncularını toplamış ve hadi bir film yapalım demiş gibi sanki. Filmin mizahı iyiydi ama. Filmin ön jeneriğinde düşen narın parçalanması filmdeki en iyi andı. Filmin hikâyesiyle metafor kuruluyordu herhalde.

Shiar Abdi’nin Abbülselam Kılgı’nın senaryosundan çektiği Meş – Yürüyüş, 12 Eylül 1980 darbesinden hemen öncesinde başlıyordu. Mardin’in Nusaybin ilçesi. Hikâyenin önünde küçük Cengo’yla hiç konuşmayan, hapishanedeymiş gibi sürekli volta atan Xelilo vardı. Sonra başka küçük hikâyeler giriyor ve ardından 12 Eylül darbesi oluyor. Baskınlar, zulümler ve işkenceler, hatta askerlerin keyfi öldürmeleri. Cengo’nun abisi dağa çıkıyor, birkaç yıl sonra ölüyor. Cengo da büyüyünce dağa çıkıyor. Devlet baskı uygular. İşkence yapar. Hatta deliyi bile katleder. Yaşlı insanları öldürür. Nefes aldırmaz. Dağa çıkmaktan başka yol bırakmaz. Böyle diyor sinemaskop ve Kürtçe çekilmiş bu film. Meş – Yürüyüş filmi, dağa çıkılmasaydı, bu film Kürtçe çekilemezdi ve Altın Portakal’a seçilemezdi diyor sanki. Bu filme verilecek en büyük övgü, yoksuluğu tüm ayrıntılarıyla beyazperdeye yansıtabilmesi. Bu ülkedeki bu yoksuluğu sadece Kürt sinemacılar yansıtabiliyor ancak. Türk yönetmenlerden umudu kestik. Ama yine de Türkiye’deki Kürt sinemacıların özgür olduklarına ikna olamadık. Proganda filmi yapıyorlarmış hissini veriyorlar hep. Kendi cenahlarından aforoz edilmekten çekiniyor olmalılar.

(17 Ekim 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Zenne

Günümüzde ZENNE denilince akla, kadın kılığına girmiş erkek dansöz anlaşılmaktadır. Bunu hangi densiz yakıştırmış bilinmez ama bu böyle olmuştur nedense. İnsanlarımıza yanlış bilgiler vermek, anlayamadığım bir şekilde mubah sayılmaktadır. Ayrıca, köy seyirlik oyunlarında ve anadolunun çoğu kasabalarında kadın kılığına girmiş erkekler de dansöz gibi gösterilerini sergilemekte ve adına da KÖÇEK denmektedir. ZENNE ile ne ilgisi vardır, bunu onların bilgisizliğine ve saygısızlığına bırakıyorum.

Bir yanlışta geçtiğimiz 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde 5 ödül birden alan ZENNE filminde karşımıza çıkıyor. Bu filmdeki “Zenne” sözcüğü, filmi onların anlattığı biçimde izleyen insanlarımıza geçecek ve bu yanlış öylece kalacaktır. Kaldı ki bunun doğru biçimini Türk Sineması’nda, başrolünü Talat Bulut’un oynadığı KÖÇEK adlı filmde görmekteyiz.

Günümüzde Zenne sözcüğünün, birçok anlamlar yüklenmiş biçimleri vardır.

Bu sözcükler tamamen yakıştırma yoluyla olmuştur. Sözcüğün aslına gelirsek, acemce KADIN anlamına gelir. Ortaoyunu oynandığı dönemlerde, sahneye kadın oyuncu çıkarmak hem yasak, hem ayıp olarak düşünüldüğü için, oyunun gereği, kadın oynanacak oyuncu rollerini, erkek oyuncular üstlenmek durumunda kalmıştır. Cumhuriyetin ilânı sonrasında, kadın rollerini kadın oyuncuların aldığını görürüz.

Ortaoyunu’nun son temsilcilerinden İsmail Dümbüllü ile çalışmış biri olarak, birlikte çalıştığımız oyunlarda bayan oyuncular oynardı. Ayrıca ek bilgi: Ortaoyunu’nu, alanlarda oynayan son temsilcisi Zeki Alpan’dı. Zeki Alpan yaşamının son dönemlerinde Ortaoyunu’na ilgi azaldığı için geçimini sinemada yönetmenlik, oyunculuk ve makyaj yaparak sağlardı. Türk Sineması’nın ilk makyaj ustasıdır aynı zamanda. Onun oynadığı Ortaoyunlarında da kadın oyuncular sahne alırdı.

Ortaoyununu bilen ve uygulayan o dönemden, yaşamda kalan 4 oyuncu vadır. Onlarında yaşamdan ayrılması ile Ortaoyunu tarihe gömülecektir ve bu çok acı bir durumdur. Kimi “SÖZLÜK”lerde ve geleneksel tiyatro işi ile uğraşan kişilerin açıklamalarında bilimsellikten uzak yorumlar vardır. Bilgiler tamamen kulaktan kulağa geçerek, o andaki anlayışlara göre şekil almıştır.

Geleneksel öğelerimizin tamamında ZENNE sözcüğü kullanılır. Hayali oyunlarda da (Karagöz – Hacivad) kullanılır. Meddah gösterisinde de SES olarak kullanılır. Bir açıklama: Meddah sunan kişi beraberindeki diğer aksesuarlarla ve kadınsal aksesuarları kullanarak bu eylemi gerçekleştirir. Asla ZENNE adını almaz.

Karagöz oyunlarında, ortaoyunundaki ZENNE sözcüğünden esinlenerek rol alan bütün kadın tasvirlerine “Zenne” adı verilmiştir. Oradaki anne, kız, Kyarto’nun (Arap Bacı) adlarına da günümüzde “Zenne” denmiştir. Oysa açıklandığı gibi onların bir adı vardır. Bu belki de kolaylık olsun diye kadın oyunculara toptan verilmiş bir isimdir sanki. Her kadın (!) Zenne…

Belli dönemlerde erkek oyuncuların kullanıldığı geleneksel oyunlarımızda, Zenne, erkek’ten esinlenerek, 33 numara ile başlayıp 40 numaraya kadar devam eden, bayan ayakkabılarının da genel adı olmuştur. Ayakkabı numaralarının büyüklüğünü yok varsaymak için yada bayanlara teselli olması bakımından “Zenne” denmesi uygun görülmüştür. Demek ki insanlar “Zenne” sözcüğünü istedikleri gibi anlamlar yükleyerek kullanma hakkını buluyorlar kendilerinde.

Sapıkça bir gösterinin içinde çılgıncasına göbek atan, hatta atmakla kalmayıp göbek atarak diğer insanları mağdur eden, “GAY”lar da “Zenne” adını almaktadırlar.

Hangi gösteri olursa olsun insanların karşısına çıktığında gösteri sunumuna göre insanlar bilinçlenmektedir. “Zenne” sözcüğü geleneksel tiyatromuzun kemiği olmuştur. Başkalarının bu adı kendilerine göre kullanmaları, yakıştırmaları ve lekelemeleri etik olarak hatadır ve yanlıştır.

Ülkemizde zaman zaman çeşitli kulüp, taverna ve gazino adını alan eğlence yerlerinde gösterilen sarsıcı bir kültür şoku yaşatan, kadınlı erkekli gelen turistlere, onları zevklendiren biçimde, her türlü kaba atraksiyonları sunan bu insanlara da “Zenne” denilmektedir.

48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışan ZENNE filminde, kadın kılığına girmiş bir GAY’ın, sosyal yaraları oldukça çarpıcı biçimde anlatılmaktadır. Kendinizi ilginç olaylar zinciri içinde buluyorsunuz. Film olarak çarpıcı ama adı itibarıyla oldukça düşündürücü bir film. Sanırım ZENNE sözcüğü, filmi oluşturanlarca pek irdelenmemiş.

(16 Ekim 2011)

Yıldırım Yanılmaz
Aktör – Yönetmen

Hayatlarından Sadece Bir Gün

Bir Gün (One Day)
Yönetmen: Lone Scherfig
Senaryo: David Nicholls
Müzik: Rachel Portman
Görüntü: Benoit Delhomme
Oyuncular: Anne Hathaway (Emma), Jim Sturgess (Dexter), Tim Mison (Callum), Patricia Clarkson (Alison), Rafe Spall (Ian), Josephine de la Baume (Marie), Heida Reed (Ingrid)
Yapım: Focus-Random-Film4 (2011)

Danimarkalı heyecan verici kadın yönetmenlerden Lone Scherfig’in “Bir Gün” filmi, iki insanın her yıl tek bir gününü yansıtarak roman tadında bir yapıta dönüşüyor.

Film, bisikletle şehirde yol alan bir genç kadının üzerine açılıyor. Tarih, 15 Temmuz 2006… Seyirciler, iki insanın 18 yıl boyunca süren ve yılda tek bir günlerinin yansıdığı filmde, önce iki dostun, sonra iki sevgilinin hayatlarına tanıklık ediyorlar. Her şey trajediye kadar sürüyor filmde. Ama hayat da devam ediyor. Tüm dünya üzerinize yıkılıyormuş gibi olsa da tutacak bir yer kalabiliyor. Film, 18 yıl geriye, 15 Temmuz 1988 yılına gidiyor. Edinburg Üniversitesi’nden mezun olan Emma Morley ve Dexter Mayhew’nün yolları kesişiyor. Dexter’ın en yakın arkadaşı Callum, Emma’nın arkadaşıyla hemen iletişim kuruyorlar. Emma ve Dexter için bu o kadar kolay değil. Emma’nın evine giden iki genç bir türlü sevişemiyorlar. Hep bir aksilik çıkıyor. Onlar da arkadaş olmaya karar veriyorlar. 15 Temmuz, Britanya’da “Aziz Swithin Günü…” Bu aziz, Britanya’da “Yağmur Aziz” diye de anılıyor. M. S. 800 – 862 yılları arasında yaşamış. Film, iki gencin hayatlarını ve hayal kırıklıklarını takip ediyor. Aslında bu iki genç birbirlerine sırılsıklam aşık olmalarına rağmen kader bir türlü aşk yolunda buluşturamıyor onları. Zengin ailenin oğlu Dexter, Paris’te İngilizce dersleri verirken, Orta halli ailenin kızı Emma da Londra’da bir Meksika barında garsonluk yapıyor. Yazarlığa yakın duran Emma, karşısına çıkan, ama hep kaybeden gibi görünen komedyen Ian’la istemese de beraber yaşamak zorunda kalıyor. Dexter, televizyon şovmeni oluyor. Hızla yükseliyor ve hızla dibe vuruyor. Aşklar yaşıyor. Evleniyor. Çocuğu oluyor. Karısını, geçmişteki sıkı arkadaşı “snop” Callum’a kaptırıyor. Dexter tam dibe vuracakken, bir 18 Temmuz’da Emma ona kalbinin kapılarını açıyor. Yazar da olan Emma, Dexter’la olmasaydı hayatı daha mı başka yönlere giderdi? O trajik anda koltukta donuyorsunuz ve bir boşluğa düşüyorsunuz. Yönetmen, Dexter’ın içine düştüğü boşluğu seyircisine gönderebiliyor.

Etkileyici yönetmen…

1959 Kopenhag doğumlu Danimarkalı kadın yönetmen Lone Scherfig, sinemada heyecan vermeye devam ediyor. Onu ilk, 2002 yapımı “Wilbur Wants to Kill Himself – Wilbur Ölmek İstiyor” filmiyle tanıdık. Ardından 2009 yapımı “An Education – Aşk Dersi” geldi ülkemize. Arada 2000 yapımı “Italiensk for Begyndere – Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca” vardı. Scherfig, sinema dili keşfedici ve heyecan verici yönetmenlerden. Sinemanın önemli kameramanlarından Fransız Benoit Delhomme’un sinemaskop görüntüleri çarpıcı. Londra ve Paris, bir tablo gibi yansıyor perdeye. Filmin senaryosunu, kendi romanından David Nicholls yazmış. Belki de bu yüzden perdede roman/film seyrediyormuş izlenimi yaşıyor seyirciler. Gerçekten yaşanması ve keşfedilmesi gereken bir şey olabilir bu. Filmin en güzel taraflarından biri, büyük şarkıcılardan Elvis Costello’nun muhteşem sesini duymaktı. Ama, etkileyici besteci Rachel Portman’ın tınılarına da kulak vermek gerek. İçinde trajedi olan bu özel filme dokunmalı. Scherfig filmleri de arşive alınmalı. Bu yönetmen Britanya tutkunu belirtmeliyiz. İngilizler de onu seviyor zaten. Bu filmden şunu da anlayacaksınız: Kadınla erkek bir yere kadar arkadaş olabilirler. Ama, bir zaman gelir ki aşk onlara çarpıverir…

(Bu yazı 14 Ekim 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(14 Ekim 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Oğulların Trajedisi Yürek Yakar

Oğul
Yönetmen-Senaryo: Atilla Cengiz
Müzik: Metin ve Kemal Kahraman
Görüntü: Baybars Tekin
Oyuncular: Rıza Akın (Musa), Enes Atış (Soner), Şahin Ergüney (İsmet), Nursina Yıldırım (Zere), Gökhan Atalay (Sakallı Komutan), Kuvvet Yurdakul (Karakol Komutanı)
Yapım: Maya Film (2011)

Atilla Cengiz, ilk sinema filmi “Oğul”da, doğudaki savaş trajedisini iki oğul üzerinden anlatıyor. Bu filmde, İki oğul, bir baba ve bir savaş ve doğunun etkileyici coğrafyası var.

Tunceli otogarında otobüsten orta yaşlı bir adam iniyor. Bu trajedinin başlangıcı. Adam, bir köye gider. Orada onu bir başka baba bekliyor. Film, hikâyenin başlangıcına gittiğinde genç Soner’in peşine takılıyor. Giresun otogarından Tunceli’ye gitmek için gelen Soner, ülkenin “hakikatleri”yle karşılaşıyor. Tunceli’ye otobüs bulamayan Soner, Erzincan üzerinden Tunceli’ye ulaşmayı umudediyor. Ama bu o kadar kolay değil. Bir savaş var ve oraya ulaşmak bir ömre bedel oluyor. Köyde kendi keçilerini güden yapayalnız orta yaşlı Musa’nın da en büyük kederi oğlu. Dağa çıkmış oğlunun acı haberini alacağı haberiyle huzursuz günler geçiriyor. Ara sıra özel tim köye baskınlar da düzenliyor. Gençleri gitmiş köye daha bir hazan çöküyor bu baskınlarda. Yoldaki genç Soner, askelerce sorguya çekiliyor geçmiş zamanda. Soner, aşık. Fındık için Giresun’a amelelik için gelmiş bir Kürt kızına vurulmuş. Bu yaz kız gelmeyince Soner ona gitmek istemiş. Sonda, iki oğulun mezarı yan yana yansıyor perdeye. Bu anda, iki babanın acısı tarif edilemez acıyla seyircinin yüreğine gidiyor.

Görselliği çarpıcı film…

1975’te Kars’ta doğan yönetmen Atilla Cengiz, televizyona “Talih Kuşu”, “Kapadokya Düşleri” ve birçok dizi film çekti. Yazıp yönettiği 2011 yapımı “Oğul” onun ilk uzun filmi. Yönetmen televizyon için çok çalışsa da “Oğul” filminden sinema tadı aldık. Aslında bu kolay değil. Daha iyi imkânlara sahip, kendini reklâmlara ve televizyon dizilerine kaptırmış, sonra da bir film çekeyim demiş yönetmenin tökezlediği bir şey de yönetmen Cengiz televizyondaki alışkanlıklarını aşabilmiş. Filmdeki fotoğraflar gerçekten çarpıcı. Dingin kameranın izlediği hikâyeler de sakin yansıyor perdeye. Doğunun insanı etkileyen coğrafyası, kameraman Baybars Tekin’in derinlikli ve estetik görüntüleriyle insanı etkiliyor. Soner’in yolculuğuyla bir yol filmine dönüşen “Oğul”, uzaklardaki Tunceli’yi de perdeden armağan ediyor. Giresun ve Erzincan da var. Bu ülkenin güzel coğrafyası belgesel tadında yansıyor perdeye. Fonda duyulan müzikler de filme ruh katmış. Kürtçe ezgiler de etkileyici. Evet, bu filmde Kürtçe de konuşuluyor. Oyuncu performansları da iyi olan filmde, Rıza Akın ve Enes Atış’a ayrı bir övgü göndermeli. Rıza Akın’ı, Tayfun Pirselimoğlu’nun 2007 yapımı “Rıza” filmiyle tanımıştık. Adana’da 1957’de doğsa da Erzincanlı olan Akın, tiyatroculuktan gelme bir oyuncu. Bu filmde unutulmaz anlar da var. Musa’nın oğlunun ölüsünü yıkadığı sahne insanı çok etkiliyor. Özel timin köy baskını, Musa’nın polis eşliğinde Soner’in cenazesine sahip çıkmak zorunda kaldığı an, finaldeki mezarlık sahnesi bu filmden geriye kalan unutulmaz anlardan. Filmde akılda kalıcı birçok an var. “Oğul”, 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde “Altın Lale Ulusal Yarışması”na katılsa da hiç ödül alamamıştı.

(Bu yazı 14 Ekim 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(14 Ekim 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Antalya’da Bir Festival!

Yıl 1979… Antalya Film Festival / Altın Portakal yapılacak… Katılacak filmler belirleniyor: Adak (1979) / Atıf Yılmaz (Benim kayıtlarımda Adak filmi 1979 Altın Portakal adaylarındandı fakat 2011’de yapılan seçimde 1980 filmleri arasında değerlendirildi.) – Bebek (1979) / İhsan Yüce – Demiryol (Fırtına İnsanları) (1979) / Yavuz Özkan – İsyan (1979) / Orhan Aksoy – Kanal (1978) / Erden Kıral – Seninle Son Defa (1978) / Feyzi Tuna – Sensiz Yaşayamam (1977) / Metin Erksan – Töre (1978) / Ümit Efekan – Vatandaş Rıza (1979) / Cüneyt Arkın – Yolcular (1979) / Yavuz Pağda – Yusuf ile Kenan (1979) / Ömer Kavur…

Seçici kurul belirlenmiştir: Prof. Özdemir Nutku / Prof. Dr. Âlim Şerif Onaran (öldü) / Süreyya Duru (öldü) / Onat Kutlar (öldü) / Emre Kongar / Hale Soygazi / TRT’den bir kişi (?) / Antalya’dan bir kişi (?)… fakat “filmleri denetleme kurulu – sansür” Demiryol, Yusuf ile Kenan ve Yolcular filmlerini sakıncalı bularak, festivale katılmalarını engeller, diğer film yapımcıları da bunun üzerine filmlerini festivalden çekerler ve bu nedenle festival yapıl(a)maz. (Aslında yapılır, yapılamayan “Uzun Metraj Film Yarışması”dır. Kısa film dalında yapılan yarışmayı Tahtacı Fatma / Süha Arın kazanır. Uzun metraj filmlerin yarışmadan çekilmesi haklı bulan Antalya Belediyesi yapılamayan festivali bir yıl erteler. Festival bir yıl sonra 1980 yılında, 1979 yılı yarışma filmleri ile yapılacaktır. Festival 13 Eylül’de başlayacak iken 12 Eylül harekâtı nedeni ile her tür toplantı yasaklandığı için bir yıl önce ertelenen festival, bir yıl sonra da yapılamayacaktır.

Gelelim 2011 yılına; Antalya Festivali daha başlangıçta bir çok sürpriz içermektedir. Yarışma seçici kurulu sadece kadınlardan oluşturulur. (Bu farklı bir şeydir ama ne kadar değişik bir şeydir. Bu tartışma konusudur ama değişik bir olgudur). Ve 1979’da (1980’de) yapılamayan festivallerin yapılması: – 1979’daki seçici kurul üyelerinin toplanabilen kısmı ile bulunabilen filmlerinin değerlendirilmesi… (1979 festival seçici kurulu yukarıda ismen belirtiliyor, yalnız TRT’den ve Antalya’dan seçilecek birer kişinin bunlara katılması gerekli. TRT’den seçilmesi olası kişinin bu günlerde emekli olmuş olması -daha önce ayrılmamış ise- tek olasılık. Antalya’dan seçilen kişi acaba o gün belirlenmiş idi ve kimdi?).

Yalnız basına yansıdığı kadarı ile görebildiğim, 1979 ve 1980 için ayrı ayrı seçici kurul değerlendirilmelerinin yapılacağı… Burada açıklığa kavuşturulması gereken bir konu var. 1979 yılı seçici kurulu ve filmleri bilinmektedir (yukarıda belirtildi). 1980 yılı için belirlenmiş bir yarışma filmleri listesi bildiğim kadarı ile yoktur ve 1979’da değerlendirilmeyen filmler değerlendirileceklerdir.

Gerçekleşmeyen bu iki seçim, gecikmiş olarak 2011 yılında yapılacak, 1979 yılı filmlerinin (bulunabilinenleri) aynı seçici kurulun (bulunabilen) üyeleri ile değerlendirilecektir. 1980 yılı için de aynı uygulama yapılacaktır fakat yukarıda da yazdığımız gibi, ne 1980 yılı için belirlenmiş filmler, ne de 1980 yılı için belirlenmiş bir seçici kurul vardı -bildiğim kadarı ile- fakat 1980 için bir değerlendirme yapıldığına göre, böyle filmler ve bunların seçici kurulu varmış. Buna göre 1979 ve 1980 için seçici kurul-lar çalışması yapılarak, sonuç-lar 12 Eylül’de belirlendi ve bu değerlendirmeye göre yapılan seçim sonucu ödülleri 12 Ekim’de sahiplerine verildi.

Belirttiğim bu duruma göre 1979 yılı filmleri (listesi Adak filmi ile beraber) yukarıda belirtildi, 1980 yılı filmleri ise dağıtılan ödüllerden çıkarılan sonuça göre; Sürü (Zeki Ökten / 1978 ), Düşman (Zeki Ökten / 1979), Adak (Atıf Yılmaz / 1979). Bu filmlerden Düşman filminin, o tarihte gösterime çıkarılırken, uzunca bir bölümünün (40 dakika olarak kalmış aklımda, yanıbilirim) kesilmiş olduğunu (sansür edildiğini) hatırlıyorum. 2011’de gösterilen kopya her halde bu budanmış kopya olsa gerek (hiç sözü edilmedi).

1980’in filmleri içinde ödül almayan Bereketli Toprak Üstünde (Erden Kıral / 1979 ) filmi de var, ulaşabildiğim kadarı ile (ama bu bilgilerin kesinliliğinden ve yeterliliğinden emin değilim). Filmlerinin ve seçici kurulunun belli olmadığını bir kaç kez belirttiğim 1980 yılının yarışmasına 11 filmin katıldığı (ancak dört tanesini ismen yazabiliyorum) ve seçici kurulunun Orhan Aksoy (öldü), Melih Cevdet Anday (öldü), Atilla Dorsay, Kami Suveren (öldü), Ara Güler, Kenan Değer, Erkal Güngören, Doğan Hızlan, Ahmet Keskin, Ergin Orbey, Atilla Özdemiroğlu, Nurettin Tekindor, Gani Turanlı (öldü), Tonguç Yaşar ve Tunca Yönder’den oluştuğuna bu yazı hazırlığı sırasında ulaşabildim.

Günlerdir gazetelerde manşetlerde, ekranda sözlerde “gecikmiş ödüllerden” söz ediliyor. Evet doğru ama ödüllerden önce, yapılmış, belirlenmiş bir değerlendirme olmadığı için, ödüller de ancak temin edilebilinen filmler üzerinden yapıldığı için; 1979 ve 1980’de Antalya’da yarışmaya katılmaya kalkışan filmlerin tam listesinin verilmediği ve filmlerin tamamının değerlendirilmesinin yapılmadığı 2011 değerlendirmesinin, yapılamayan festivallerin gecikmiş ödülleri olduğundan şüpheliyim. Listelerin tüm filmlerinin bulunup tamamının değerlendirilmesi halinde sonucun pek farklı bir şekilde şekilleneceğini tahmin etmememe rağmen, bu söylemleri belirtmek ihtiyacı hissettim.

Değil Türkiye, dünya sinema / sanat tarihinde benzeri bir olay var mı bilmiyorum. Şu veya bu (sansür ve darbe) nedenle iki yıl üst üste yapılamayan bir festival ve 31 yıl sonra, yarışma filmlerinin (mevcut) seçici kurul üyeleri ile değerlendirilmesi ve ödüllendirilmesi. Olayın kendi garipliği yanında yapılan (yeni) değerlendirmenin de garipliği birbirine giriyor ama bu olayların bu noktaya (ödüllerin belirlenmesi ve açıklanması) gelmesi tam Yeşilçamlık bir hareket ve bağlantısız gibi olsa da 2011 seçici kurulunun tamamen kadınlardan oluşturulması gibi tamamen kendine has bir durum. Her ne kadar, 2011’de değerlendirilen filmler, artık Yeşilçam filmi olmasalar da.

(13 Ekim 2011)

Orhan Ünser

Sizin Altın Çağınız Hangisi?

Biricik memleketim Antalya’daki festivale gidemedim. Filmekimi’ne de bilet bulamadım. Festivale gidenlerin arkasında ağlamayı, Filmekimi’ne sızan lâle kart sahiplerine gıcık olmayı bir kenara bırakıp bari bende bir şey yapayım dedim ve son zamanlarda izlediğim ve hâlâ biryerlerde vizyon hükmünü sürdüren filmlerin bir listesini çıkardım. Hani vizyonda kaçırsanız bile DVD.si mutlaka karşınıza çıkacak filmler.

Midnight in Paris – Paris’te Gece Yarısı
Yön: Woody Allen
Oyn: Owen Wilson, Rachel McAdams, Marion Cotillard
Tür: Çok şeker çok.

Sen çok yaşa sevgili Woody Allen. Sıkıcı bir Pazartesi sendromu sonrası geldim filmine. 5 dakika içinde alıp götürdün beni oturduğum yerden. Zaten toplamda 15 dakikalık kısa film gibi başladı ve bitti. O kadar güldüm, eğlendim ve o kadar iyi anladım ki zamanla olan derdini. Hani hep başka bir zamanda yaşamış olmayı dileriz ya, bende onlardan biriydim. Kaybolmuştum. Kendi altın çağımı arıyordum. Geçmiş geçmişte kalmalı ve gelecekse bir gün nasılsa gelecek… Önemli olan içinde bulunduğumuz zamanın güzelliğini keşfetmek. Işıklar yandığında Ben & Jerry’s’imin büyük kısmı en sevdiğim kazağıma dökülmüştü. Dışarıda yağmur yağıyordu. Eve yaklaştığımda apartmandan saksofon sesleri yükseliyordu. Sanırım uzun zamandır bir filmden sonra kendimi bu kadar iyi hissetmedim. Bir de küçük dipnot, sanat tarihi, edebiyat, resim ve onların dahileriyle birazcık haşır neşirseniz filmdeki ince espriler sizi gülmekten kırıp geçirecek.

Dream House – Korku Evi
Yön: Jim Sheridan
Oyn: Rachel Weisz, Naomi Watts, Daniel Craig, Marton Csokas
Tür: Korku bir hayal.

Hadi Cumartesi gecesi bir korku filmine gidelim mantığıyla sinemaya adım attık. Elimizde pek fazla seçenek yoktu. Soluğu Korku Evi’nde aldık. Korku Evi’nin korku filmi olmadığını anlamamız uzun sürmedi. Karşımızda gerilim, suç, dram karışımı bir film duruyordu. “Eee, O da olur” dedik ve filmin ilk dakikadan adıyla bize attığı kazığı unutmaya çalışarak seyre daldık. Ancaaak, Korku Evi’nin hizmet ettiği türe de yeni bir soluk getirdiğini söylemek zor. Filmin iyi yönleri de yok değil, bir kere emektar bir yönetmeni var; Jim Sheridan… Daniel Craig, Rachel Weisz, Naomi Watts ve Marton Csokas’dan oluşan iyi bir kadrosu var. Üstelik Daniel Craig en iyi performanslarından birini sergiliyor… Ancak senaryosunda çok ciddi çatlaklar var. Çünkü bir yandan Hollywood’un tüm klişe numaralarına oynarken diğer taraftan da sürprizli yapısını korumaya çalışıyor. Bu ikilemde gidip gelirken de inandırıcılığını kaybediyor. Özellikle final sahnesi, en kötü sonlar arasına tereddütsüz girer.

Red State – Şeytanın İni
Yön: Kevin Smith
Oyn: John Goodman, Melissa Leo, Michael Parks, Michael Angarano
Tür: Politik göndermelerle dolu dini gerilim, ondan da biraz, şundan da…

Aslına bakarsanız Red State yani Türkçesi Kırmızı Devlet anlamına gelen bu filmin adının Şeytanın İni olarak çevrilmesi, Korku Evi’yle aynı amaca hizmet ediyor. Ama gelin görün ki hiçbir doğaüstü olaya meyil etmemesine karşın Şeytanın İni, sizi korku ve gerilimin dibine sürükleyecek kadar vurucu ve başarılı. Zaten şeytanın kendisinden çok, insanın şeytanı daha tehlikelidir değil mi? Şeytanın İni, fanatik ve de homofobik bir grup hristiyanın şiddet pornosunu gözler önüne seriyor. Dini kullanarak, tongaya düşürdükleri gençlere kendi yöntemleriyle ceza kesmeye çalışan bir tarikat lideri ve müritlerinin tüyler ürpertici ayinlerini anlatan Şeytanın İni, yaratıcı final sahnesiyle de oldukça vurucu. Kıssadan hisse Şeytanın İni, hem gerilimi hem de politik duruşuyla son aylarda vizyona giren filmlerin en iyilerinden…

Bir Zamanlar Anadolu’da
Yön: Nuri Bilge Ceylan
Oyn: Muhammet Uzuner, Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan, Fırat Tanış
Tür: Bir Nuri Bilge Ceylan güzellemesi.

Nuri Bilge Ceylan, ecnebi memleketlerdeki gururumuz, ülkemizin medar-ı iftarı. Kişisel olarak, filmlerinin çok büyük hayranı olmasam da, kendine has üslûbuna ve giderek geliştirdiği görüntü estetiğine hep saygı duydum. Her yeni filmini merakla bekledim. Bir Zamanlar Anadolu’da da heyecanla beklediğim filmlerinden biriydi. Filmi kim izlese büyülenmiş gibi davranıyor, günlerce filmin etkisinden kurtulamadığını söylüyordu. Tüm bu motivasyonla filmi izlemeye gittim. Filmin ilk 45, hatta 60 dakikasını gerçekten de büyük bir hayranlıkla izledim. Hikâyeyi biliyorsunuz, gece boyunca araştırılan bir cinayet söz konusu. Başkahramanlarımız, Doktor Cemal (Muhammet Uzuner), Savcı Nusret (Taner Birsel), Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan) ve katil Kenan (Fırat Tanış)… Bu tayfa, zanlının yönlendirmeleri eşliğinde maktülün kurban edildiği olay mahalini bulmaya çalışıyor. Bu sırada da derinlemesine karakter tahlilleri yapılıyor. Görüntüler leziz, oyunculuklar nefis. Ama uzayıp giden diyaloglar ve kurmaca gibi başlayıp belgesel gibi devam eden akış benim filmden soğumama neden oldu. Yani filmde bir polisiyede olması gereken gizem olmayınca, yada yok olunca diyelim, heyecan kalmıyor. Öyle olunca da 150 küsur dakika sinema salonuna hapsolmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Yani ben biraz kendimi kandırılmış hissettim açıkçası. Son bir şey daha, muhtarı canlandıran Ercan Kesal’in oyunculuğuna hayran kaldım. Bu kadar mı iyi tahlil eder insan karakterini, bu kadar mı gerçek oynar. Tebrikler, teşekkürler…

Friends With Benefits – Arkadaştan Öte
Yön: Will Gluck
Oyn: Justin Timberlake, Mila Kunis
Tür: Yeni moda arkadaşça sevişmek

Eskiden Justin Timberlake deyince aklıma ilk gelenler, hep uzak durduğum iki şey olurdu: Nsync ve Britney Spears… Haliyle Justin Timberlake de bende hiç iyi duygular uyandırmamıştı. Ama şimdi Justin Timberlake deyince aklıma ilk gelen gerçekten sağlam bir oyuncu olduğu. Son zamanlarda bu kadar filmde adını görmemiz tesadüf olmamalı. Justin de gerçekten ışık var ve onu izlemekten zevk alıyorsunuz. Bu filmde onlardan biri… Ama genel olarak filmden pek hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. İzlerseniz ortalama birkaç saat geçirip eğlenirsiz, izlemezseniz de bir şey kaybetmezsiniz ya, işte tam da öyle bir film. Arafta sıkışıp kalmışlardan.

The Smurfs – Şirinler
Yön: Raja Gosnell
Oyn: Neil Patrick Harris, Jayma Mays, Hank Azaria
Tür: Yeni nesile şirin öğretiler

Çocukluğumun favori çizgi filminin sinemaya uyarlanacağını duyduğumda acayip mutlu olmuştum. Zaten çılgınlık boyutunda bir animasyon severim. Ama ne yazık ki Şirinler çok sönük ve sıkıcı olmuş. Tamam, filmin hedef kitlesi küçük çocuklar. Ve filmin genel duruşu, mesajı, sosyal sorumluluk işini yerine getiriyor olabilir ama bu kadar eski ve köklü bir çizgi filmin eski fanları da göz önünde bulundurulmalıydı diye düşünüyorum. Son söz, filmin en iyisi, Şirinler’in ezeli düşmanı Gargamel’i canlandıran Hank Azaria’dı. Ayrıca Şirin Baba’yla özdeşleşen sesin sahibi Engin Alkan’a sevgiler…

Mr. Popper’s Penguins – Babamın Penguenleri
Yön: Mark Waters
Oyn: Jim Carrey, Carla Gugino
Tür: Hayvanları sevme ve koruma dersi

Yılın beklenen filmlerinden biriydi. Jim Carrey’i özlemiştik. Penguen fikri güzeldi. Ama film yine çocuklara hitap etme telâşından büyükleri unutmuştu. Her şeye rağmen insani duyguları, aile kavramını, geçmişe saygıyı hatırlattığı için takdire değer.

Bad Teacher – Kötü Öğretmen
Yön: Jake Kasdan
Oyn: Cameron Diaz, Justin Timberlake, Lucy Punch, Jason Segel
Tür: Öğretmen profiline farklı bir bakış.

En azından karşımıza farklı bir karakter çıkardığı için bile izlenebilir. Ayrıca Cameron Diaz oyunculuk konusunda her geçen film daha mı iyi oluyor? Kendisini hayranlıkla izledim. Harika bir performans sergiliyor. Eğitim sistemine La Fontaine kafasıyla yaklaşan bu ilginç komedi bence mutlaka görülmeli.

Bridesmaids – Nedimeler
Yön: Paul Feig
Oyn: Kristen Wiig, Maya Rudolph, Rose Byrne
Tür: Felekten Bir Gece’nin dişi versiyonu

Üzerinden çok zaman geçse de bu filmle ilgili söylemek istediğim birkaç şey var. Sanırım uzun zamandır hiçbir komedi filminde bu kadar gülmedim. Hangover’ın dişi versiyonu da diyebileceğimiz Nedimeler, çok başarılı bir film. Kristen Wiig harika bir performans sergiliyor. Ayrıca farklı enerjisi ve ışığıyla çok sevdiğim bir oyuncu olan Maya Rudolph’dan gayet başarıyla eşlik ediyor.

(12 Ekim 2011)

Gizem Ertürk

Eski Boksör Oğluyla Buluşunca

Çelik Yumruklar (Real Steel)
Yönetmen: Shawn Levy
Hikâye: Richard Matheson
Senaryo: John Gatins
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: Mauro Fiore
Oyuncular: Hugh Jackman (Charlie), Dakota Goyo (Max), Evangeline Lilly (Bailey), Anthony Mackie (Finn), Kevin Duran (Ricky), Hope Davis (Debra Teyze), James Rebhorn (Marvin)
Yapım: Touchstone-DreamWorks (2011)

Shawn Levy’nin “Çelik Yumruklar” bilimkurgusu, Hollywood’un klâsik filmlerimden ilham almış, gösterişli ve muhteşem IMAX bir film. Sinemaseverler, tıpkı üç boyutlu filmlerdeki gibi bu filmin atmosferinin içinde oluyorlar.

Shawn Levy’nin yönettiği 2011 yapımı “Real Steel – Çelik Yumruklar”, Richard Matheson’ın 1956’da yazdığı kısa bilimkurgu hikâyesi “Steel – Çelik”ten uyarlanmış. Ama, Hollywood’un klâsikleşmiş filmlerinden de epeyce ilham almış. Levy’nin filmi, King Vidor’un Frances Marion’ın hikâyesinden 1931’de çektiği siyah-beyaz “The Champ – Şampiyon”dan etkiler taşıyor. Hatta, Franco Zefirelli’nin melodramı tepeye çıkarttığı 1979’daki ikinci çevrim “The Champ – Şampiyon”un mendil ıslatan anlatımından çok beslenmiş Levy. Baba-oğul hikâyesini anlatan Menahem Golan’ın 1987 yapımı “Over the Top – Kartal” filmi de ilham ötesi ilham vermiş yönetmen Levy’ye. Boks anlarındaki dramatik düşüş ve yükselişler Sylvester Stalone’un “Rocky” filmlerini hatırlatıyor. Tüm bunlar olurken bu bilimkurgu filmi “Çelik Yumruklar” kendi çapında gerçekten çarpıcı bir yapıt. IMAX gösterimle, üç boyutlu olmamasına rağmen insanı mekânlarının içine alan görselliği üst düzeyde bir film bu. Karanlık atmosferde bile en derindeki nesneler bile algılanıyor. Gerçekten görüntüdeki derinliğe ancak IMAX olarak dokunabiliyorsunuz. Işık düzenlemeleri de sanki bir fotoğraf sanatçısının vizöründen yansıyor gibi.

Robot boksörler zamanı…

Yıl 2020… Hayatta genelde kaybetmiş boksör eskisi Charlie Kenton, yıllar sonra oğluyla karşılaşıyor. Terk ettiği sevgilisi ölünce velayet sorunları çıkıyor. Oğul Max’in velayetini zengin teyze Debra istiyor. Her zaman paraya ihtiyacı olan Charlie, 11 yaşındaki oğlunun bir yaz boyunca kendisinde kalması için Debra’nın kocasından rüşvet bile alıyor. Başlarda araları soğuk olan baba-oğulun hikâye derinleştikçe, özellikle gözleri yaşartan geniş final bölümünde aralarındaki buzlar eriyor ve sevgi kazanıyor. Parasızlıktan eski boksör robotları satın alan Charlie, oğluyla hırsızlık için girdiği hurdacıda, Max Atom adında robotu buluyor. Yağan yağmurlar altında uçuruma doğru yuvarlanan Max’i toprağın altında unutulmuş Atom kurtarıyor. Robot Atom bir boksör değil. Boksör robotlar için eğitim robotu. Babasını zor da olsa ikna eden Max, Atom’u hayatlarına ve zaferlerine katıyor. Bir de Bailey var. Bailey’le Charlie beraber büyümüşler. Bailey, alttan alta Charlie’ye vurgun olsa da Charlie başka kadınlara gitmiş ve üstelik bir de oğlu olmuş. Zaferler çoğaldıkça altta kalmış aşk da dışarıya çıkıyor ve herkes için mutluluk anları çoğalıyor. Filmin final bölümündeki boks maçı, Apollo’yla Rocky’nin maçı gibiydi. 1968 doğumu yönetmen Levy, 2006 yapımı iki filmiyle sinemasevererlerin belleklerine yerleşti. “Night at the Musuem – Müzede Bir Gece” ve “The Pink Panther – Pembe Panter” filmleri gerçekten iyiydi. Blake Edwards ve klâsik “Pembe Panter” tutkunu olmamıza rağmen Levy’nin filmini beğenmiştik. 1968 doğumlu Avustralyalı oyuncu Hugh Jackman’ı perdede seyretmek muhteşem. Jackman, bu filmde oynayabilmek için birçok projeden vazgeçmiş. “Çelik Yumruklar” filminin bir seriye dönüşmesi muhtemel.

(Bu yazı 07 Ekim 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(07 Ekim 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Muzaffer Tema … Tema Bey / de …

Çocukluğumdan aklımda kalmış Muzaffer Tema’nın ismi, Ayhan Işık’tan önce; sanırım evde filmleri (rolleri) nedeni ile daha çok sözü edildiği için. Muzaffer Tema ilk kez Çığlık (Arakon / 1949) filminde oynuyor, öncesinde müzik eğitimi almış, müzik ile ilgili çalışmalar yapmış, Mesut Kara’nın söyleşisinden öğrendiğim, asker olmakmış niyeti. İşleri nedeni ile İstanbul’a taşınınca, dikkatini çektiği sinemacıların ısrarı ile hiç niyetli olmadığı halde, deneme filmi de beğenilince, ilk filmini çekiyor.

O yıllar az sayıda film çekiliyor, salon sayısı az. Film sayısı ve salon sayısı 1951 den sonra artacaktır, tam bu yılda Tema, Reşat Nuri’nin popüler de olan romanı Dudaktan Kalbe’nin (Kâmil / 1951) sinema uyarlamasında bestekâr Kenan’ı oynar. Oynar da, aldığı eğitim gereği tutmasını bildiği keman nedeni ile değil de, yakışıklılığı ve rolün romantikliği ile -romantik rollerin oyuncusu olarak- popüler olur. Bu popülerliği bir yıl sonra oynayacağı Kanun Namına (Akad / 1952 ) ve Atatürk’ün Casusu İngiliz Kemal Lavrens’e Karşı (Akad / 1952 ) filmlerindeki olumsuz rollere karşın değişmeyecektir.

Sinemaya girdiğinin hemen ertesinde bu filmlerdeki rolleri ile kral ünvanını alan, popüler olan Ayhan Işık’a karşın, her iki filmde de olumsuz rolleri ile (birincide filmin kahramanının karısını baştan çıkaran kişi ve ikinci filmde ise -aslında İngiliz Kemal ile hiç karşılaşmamış olan- “ingiliz casusu” Lawrence) popülerliğine halel getirmeyecektir.

Yıllar, yeni filmler ile Muzaffer Tema’yı sinemamızın değişmezlerinden olma durumuna getirecektir. Başrol oyuncusu olma kartını zaman zaman tersyüz etse de popülerliği (sinemanın ilk jönü) elden bırakmayacaktır. Sinema da oyunculuğunun yanında yapımcılığı da yaparken 1961 yılında Vahşi Kedi’de tek yönetmenliğini yapacaktır.

Oyuncuların o zamanlar Hollywood’a gitme düşleri vardı, Tema bunu gerçekleştirenlerden biridir. Burada iki filmde oynar, her ikisi de ülkemizde gösterilmiştir. Bunlardan ilki -ve en çok sözü edileni- A Certain Smile (Jean Negulesco) / Acı Tebessüm’dür. Tema bu filmde başrol oynayan Joan Fontaine ve Rossano Brazzi’nin yanında -küçük- bir rolde oynamıştır. Bir masada Fontaine ve Brazzi ile (başkaları da vardır) oturur ve Fontaine ile dans eder. (Ama bu filmin oyuncularından biri de Feridun Çölgeçen’dir.) Tema’nın diğer filmi Twelve to Moon (David Bradley) (Ayda Oniki Kişi)’dir. Burada ay’a giden bir grup içinde bir Türk bilim adamı olarak yer alır. Ay’a gidince orada araştırma yaparken, insan ilişkileri de biçimlenir. Tema gruptaki bir bilim kadını ile birlikte araştırma yaparken yakınlaşırlar. Bu yakınlaşmaları sırasında ay’ın sakinleri tarafından kaçırılırlar (veya kaybolurlar) ve bulunamadıkları için de ay’a giden grup onlarsız geri döner.

Tema’dan önce Hollywood’a giden, bazı üçüncü ve dördüncü sınıf filmlerde oynayan Turan Bey isimli bir oyuncu vardır. Bu Turan Bey hakkında yeterince bilgim bulunmuyor. Türkiye ile ilişkisinin tam olarak ne olduğu, Türkiye de oyunculuk yapıp yapmadığı hakkında bilgim yok (araştırılması gerekir). Ayrıca kullandığı Turan Bey adının da doğru adı olmadığını düşünüyorum ama buna bakarak Muzaffer Tema da Hollywood’a Tema Bey olarak lânse edilmek istenmiş. Fakat serüveni uzun sürmediği için de bundan bir sonuç alınmadığı ortada. Geri dönmek üzere Türkiye’ye gelmesine rağmen geri gidememiş ve burada birbiri ardından filmler çevirmiş. Bir kısım evliliklerini bilmeme rağmen, 7 kez evlendiğini Mesut Kara’nın söyleşisinden öğrendim.

Muzaffer Tema gerek oynadığı filmler, gerek filmlerdeki rolleri ile döneminin tam bir oyuncusu, Yeşilçam’ın ürettiği tam bir modeldir. Yeşilçam’ın bittiği -fakat sinemanın bitmediği- bir dönemden, filmlerin genel yapısındaki değişmeler nedeni Tema sinemadan uzaklaşmış, bir dönem yurt dışında bulunmuş, dönüşünde de Çeşme’ye yerleşmiştir.

Muzaffer Tema, başrol ve romantik tip olarak başladığı sinemada, oyunculuğunun yanı sıra yapımcılık ve (bir film de) yönetmenlik ve senaryo yazarlığı da yaparak ve oyunculuğunu hep sürdürerek, Yeşilçam’ın otuz yıla yayılan (50’lilerden 80’lere) sürecinde, ilerleyen yaşı ile rollerini de değiştirerek, sistemin değerli taşlarından biri olmuş, gerek başlangıçta gerek sürecin dönem içine yayılan filmlerinde farklı ve değişik karakterleri rahatlıkla oynamış, starlığın kapısında başladığı sinemada -zamanla eski popülerliğini yitirse de- hiç bir zaman sıradan bir oyuncu olmamıştır.

Onların kuşağı, Yeşilçam Ağacının dalları ve yaprakları, seyircileri ile birlikte yaşadıkları ve yaşattıkları süreçte yıldız oldular, popüler oldular veya sadece görüntüleri ile tanınan isimsiz kahramanlar… Oyuncusunun da, yazarının da, yönetmeninin de, görüntü yönetmeninin de iyisi vardı, kötüsü vardı fakat hepsi bir bütündü. Şimdi birçoğu bizlerden ayrıldı, kimi yaşama veda etti, kimileri çamın yeşilinin dışına gittiler. Yeşilçam’ı unutup gidenlerde oldu, içlerinde bir sızı gibi hep taşıyanlarda. 40’lı yılların sonunda sinemaya başlayan, 70’li yıllara kadar -arada Hollywood serüveni de olarak- sürdüren Muzaffer Tema, son dönemlerde önce Amerika’da, sonra Çeşme’de sinemayı uzaktan izleyerek -artık her türlü yapısı, eski biçimi değişmiş- bu yapının içine girmedi ama bu, O’nu hiç bir zaman Yeşilçam ÇINARININ olgun bir dalı olmaktan çıkaramayacaktır.

(07 Ekim 2011)

Orhan Ünser

Şangay’da Casuslar Savaşı

Şangay (Shanghai)
Yönetmen: Mikael Haftsröm
Senaryo: Hossein Amini
Müzik: Klaus Badelt
Görüntü: Benoit Delhomme
Oyuncular: John Cusack (Paul), Li Gong (Anna), Yun-Fat Chow (Anthony), David Morse (Richard), Ken Watanabe (Tanaka), Franka Potente (Leni), Christopher Buchholz (Karl), Jerey Dean Morgan (Conner), Rinko Kikuchi (Sumiko)
Yapım: TWC-Phoenix (2010)

İsveçli yönetmen Mikael Haftsröm’ün 2. Dünya Savaşı’ndaki Şanghay’da geçen casusluk filmi “Şangay”, bir zamanların casus filmlerine selâm gönderen bir kara film.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Şanghay. Yıl 1941. Deniz İstihbarat Servisi’nden ajan Amerikalı Paul Soames, Japonların elinde işkence görürken film, bu olaydan iki ay öncesine dönüyor. Servisten arkadaşı Conner öldürülmüş Paul, Conner’ın katillerini ararken Japonya’nın Çin tarafından işgâli ve şiddeti de perdeden yansıyor. Şanghay, hâlâ diğer Çin şehirlerinden biraz daha serbest. Burada Alman, İngiliz, Amerikalı ve Japon ajanlar cirit atıyor. Paul, “İngiliz içkisi içeceksin, Alman casuslara yanaşacaksın, Japonlardan uzak duracaksın” diyor. Paul, Şanghay’da Conner’ın gizemli cinayeti onu, dışarıdan bakınca derin ilişkişkilere götürüyor. Önce, Çinli nüfuzlu Anthony-Anna Lan-Ting çiftiyle tanışıyor. Gagsterlerin başı Anthony’nin yakınındaki Japon Yüzbaşı Tanaka, Anthony’nin karısı Anna kadar gizemli. Bu arada Çin direnişçileri de Japonlara suikastler düzenlerken, Japonlar da Çinlileri acımadan katlediyorlar. Şanghay, tam anlamıya casus ve direniş şehri. Filmin en derininde de güzel Sumiko var. Onun uğruna trajediler de yaşanıyor. Anna, bir gizemin içinde direnişin ruhu sanki. Bir de Leni var. Leni, kendisini ihmâl ettiğini düşündüğü mühendis kocası Karl’dan ruhen uzaklaşmış mutsuz bir kadın. Paul’e yaklaşıyor, ama zaman casuslar devri.

Kara film ruhu…

1960 doğumlu İsveçli yönetmen Mikael Haftsröm, 2005 yapımı “Derailed – Raydan Çıkanlar” ve 2007 yapımı “1408” iki gerilim ve yaratıcılık yüklü filmleriyle sinema belleklerine yerleşti. Yönetmenin filmlerinde alttan alta ahlâkçılık ve suçluluk duygusu da fark ediliyor. Yönetmenin 2010 yapımı “Shanghai – Şangay”, eski zamanların casusluk filmlerine bir saygı sunuşu gibi. Filmin estetiği kara filmlerin kasvetli atmosferiyle buluşuyor. Karanlıkta uzayan gölgeler, durmaksızın yağan yağmurlar, ıslak dış mekânlarda yansıyan ışıklar, sinemaskop görüntülerle insanı büyülüyor. Filmin hikâyesi ve görselliği gerçekten birinci sınıf. Haftsröm’ün filmini seyrederken, Carol Reed’in 1949 yapımı siyah-beyaz “The 3rd Man – Üçüncü Adam” casusluk kara filmindeki dışavurumcu ışık düzenlemelerinden ilham almış gibi. Gece atmosferindeki görüntülerdeki derinlik sanaseverleri büyülüyor “Şangay” filminde. “Soğuktan Gelen Casus” olarak da bilinen Martin Ritt’in 1965 yapımı siyah-beyaz “The Spy Who Came in from the Cold – Utanç Duvarında Casusluk” filmindeki gece atmosferleri de Hafström’e ilham vermiş gibi. “Şangay” filmine müzikleri yazan yeni gözdemiz Alman besteci Klaus Badelt’in müzikleri, özellikle piyano, derinde çello tınılarının işitildiği besteleri, “Utanç Duvarında Casusluk” filmindeki besteci Sol Kaplan’ın tınılarının ruhuyla buluşuyor. “Şangay” filminde bu muhteşem görüntüleri hazırlayan Fransız Benoit Delhomme, sinemanın önemli kameramanlarından. Bu kameramanı, Vietnamlı bir başka usta Tran Anh Hung’un filmleriyle tanımıştık. Hafström de iki filminde ona güvenmiş. Asıl büyü, göründüğü andan itibaren perdede ışık saçan Gong Li’ydi. Zhang Yimou’nun filmlerinde güzelliğini ve muhteşem oyunculuğunu sundu. “Şangay” filmin yapımcısı, bu filmin Şanghay’da çekilmesi için Çin hükümetinden izin almış, ama sonra bu izin iptâl edilmiş. Bu yüzden Bangkok’ta kurulan setlerde “Şangay” filmi çekilebilmiş. Hafström’ün, bir zamanların casusluk filmlerine selâm gönderdiği “Şangay”, birinci sınıf bir casusluk kara filmi. Böyle filmleri sinema perdesinde görmeyi ne çok özlemişiz.

(Bu yazı 07 Ekim 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(07 Ekim 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Altın Portakal: Sosyal Değişimin Büyük Tanığı

İlki 1964’de yapılan Altın Portakal Film Festivali, toplumsal tarihimizin ve sosyal değişimimizin en önemli tanıkları arasında yer alır. Festival filmleri, 60’lı yıllardan bu yana sosyal, siyasal ve ekonomik çalkantılarla yol olan ülkemizin tarihine, sinema aracılığıyla eşlik etmekle kalmaz, bu alt üst oluşların belirlediği hayatlarımızın da kalıcı belleğini oluşturur.

60’lar, ülkemizin sanayileşmeye ve kentleşmeye başladığı, kent yaşamının hızla öne çıktığı yıllardır. Bu dönemde “şehirli olmak”, İstanbul’la (ve bir kısım insan için de “Acı Vatan” Almanya ile) özdeşleşir; Anadolu’nun tozlu topraklı yollarını ardında bırakan binlerce insan, “taşı toprağı altın” bu kente akın eder. Önce kendini kabûllendirme şeklinde başlayan süreç, zaman içinde hayata ve sinemamıza “seni yeneceğim!” nidalarıyla yansıyacaktır.

Tam da bu dönemde, ilk Portakal’ın sahibi olan Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları”, Maraş’ın bir köyünden şehri fethetmek üzere İstanbul’a koşan bir aileyi merkezine oturtur. Sonu hüsranla bitecek serüven, sonradan Türk sinemasının temel konularından biri haline gelecektir.

2. Portakal, her ne kadar Turgut Demirağ’ın “Aşk ve Kin”ine Büyük Ödül kazandırsa da, bu tarih, “Karanlıkta Uyananlar” gibi bir işçi filminin gösterime girdiği yıl olarak anımsanır. Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı Ertem Göreç imzalı bu film, sanayileşmenin doğal sonucu olarak birbiri ardına kurulan fabrikalarda çalışan emekçilerin “sınıf”, “grev”, “sendika” gibi kavramlarla tanışma sürecine tanıklık etmesi bakımından çok önemlidir.

Sonraki yıl; Haldun Dormen’e özgü teatral bir havanın egemen olduğu “Bozuk Düzen”, annelerinin ölümünün ardından hayata tutunmaya çalışan küçük insanların yaşamına yönelirken, Atıf Yılmaz’ın “Toprağın Kanı”, petrol sorununa çarpıcı bir bakış atar. “Karanlıkta Uyananlar”ın izinden giden film, Batman’da petrol arayan bir şirketin başındaki Amerikalıya rağmen petrol çıkarmaya çalışan bir grup mühendisi konu almakta ve dönemin politik olgularından birine naif de olsa yaklaşmaktadır.

Hızlı sanayileşmenin sonuçları bir yana, köyde “kalanlar” adına da sorunlar bitmemektedir. 1967 – 69 yılları arasında Altın Portakal’ın öne çıkan yapımları olan “Hudutların Kanunu”, “İnce Cumali”, “Bin Yıllık Yol” gibi filmler, özellikle Doğu’da, ağalık düzeninden kan davasına kadar pek çok önemli olguyu, destansı bir anlatım eşliğinde seyirciye ulaştırırlar. Bu örnekler, sinemamızın 60’lardaki görece özgürlük ortamının da etkisiyle sosyal gerçekçiliğe yöneldiği bir dönemin öne çıkan filmleri arasındadır. 60’ların ikinci yarısı, Yılmaz Güney gerçeğine giden yolu da hazırlar. Sanatçı, 1959’dan itibaren var olmaya çalıştığı sinemaya kesin damgasını “Hudutların Kanunu” ile vuracak; 1970’in En İyi Film ödülünü alan “Bir Çirkin Adam”ı yazıp yönetecek ve başrolünü üstelenecektir.

12 Mart 1971’in Türk siyasal yaşamına bir balyoz gibi indiği; demokrasi gömleğinin bol geldiği ülkeye “ince ayar” yapıldığı günlerin ertesinde gündeme gelen 8. Altın Portakal’ın bu gelişmelerden etkilenmemesi olanaksızdır. Esat Mahmut Karakurt’un eserinden uyarlanan “Ankara Ekspresi”, bu dönemin galibi olur. Film, hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde, 2. Dünya Savaşı sırasında, askerler arasında yaşanan bir kahramanlık öyküsünü konu almaktadır. Sinemanın muhtıraya ilk yanıtı geri çekilmek olmuştur başka bir deyişle… Benzer bir yaklaşım bir yıl sonra da devam edecek ve Yeşilçam klişeleriyle dolu “Zulüm”, ödüle değer bulunacaktır. Tıpkı 10. Portakal’ın galibi olan Orhan Aksoy’un “Hayat mı Bu?” adlı filmi gibi…

1974, Altın Portakal’ın özlenen niteliğine yeniden kavuştuğunu tescil etmesi bakımından önemli bir yıldır. Ünlü üçlemesinin ikinci ayağında Lütfi Akad, Urfa’dan İstanbul’a göç eden bir ailenin gelenekleriyle hesaplaşmasını konu alır. “Düğün”, tıpkı “Gelin” ve “Diyet” gibi sinemamızın yüz akı filmlerindendir. Süreyya Duru da “Bedrana”da bu olguyu masaya yatırır ve hayli sert bir yaklaşımla töre olgusunun üzerine gider.

Muhtıra’nın etkilerinin silinmesi ve toplumsal muhalefetin, sokağa eskisinden güçlü biçimde yansıması, 12. Altın Portakal’a da sirayet eder ve sömürülen ırgatların pamuk tarlalarında verdikleri mücadeleyi, arka plânında kan davasının da bulunduğu bir motifle birleştiren “Endişe”, Büyük Ödül’e uzanır. 1975 tam bir Yılmaz Güney yılıdır ayrıca. Sinema tarihimizin olasılıkla en politik filmlerinden olan “Arkadaş” ve yine Güney imzası taşıyan “Zavallılar” ödüle değer bulunan diğer yapımlardandır.

Ezen / ezilen temasının sürdüğü 76’nın Portakallarında öne çıkan “Deli Yusuf”, Köroğlu destanının çağdaş bir versiyonudur. Yine Atıf Yılmaz imzasını taşıyan “Mağlup Edilemeyenler” ise, idealist bir gazeteci ekseninde sistem sorununun üstüne -ümitsizce- gider.

Kaçakçılık üzerine etkileyici bir film olan “Kara Çarşaflı Gelin”in damgasını vurduğu 1977, sinema sektörümüzün en büyük bunalımlardan biriyle boğuştuğu günlerde izleyiciyle buluşur. Ailenin sinema salonlarından ağır ağır çekildiği ve seks filmleri furyasının Yeşilçam’ı sarmalamaya başladığı bu dönemde, Zeki Ökten’in “Kapıcılar Kralı” da dikkat çeken filmlerdendir.

80 karanlığına doğru hızla yuvarlanan; ekonomik, sosyal ve siyasal bakımdan büyük istikrarsızlıkların yaşandığı ülkenin son büyük festivali, 1 – 8 Temmuz arasında gerçekleşir. Maden işçilerinin dramına devrimci bir bakışla yaklaşan Yavuz Özkan’ın “Maden”i En İyi Film ödülü alırken, sinemamızın en güzel aşk filmlerinin başında yer alan “Selvi Boylum Al Yazmalım” ikincilik ile yetinir.

Bu yıldan sonra, 1981’e kadar verilen zorunlu molanın nedeni, 79’da yaşanan sansür ve bir yıl sonraysa darbedir. (Bilindiği gibi 48. Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde “Sansüre ve Darbelere Karşı” adı altında bu dönem filmleri yeniden değerlendirilmiş ve 1979 yılı için “Demiryol” ile “Yusuf ile Kenan”, 1980 içinse “Sürü” filmleri Altın Portakal’la ödüllendirilmişti.)

Ülke tarihinin en büyük yol ayrımlarından birinin “derin” bir müdahaleyle aşılmasının ardından, bir gecede “güllük gülistanlık” olan Türkiye’de bütün muhalif kurumlar susturulmuş, 24 Ocak kararlarının uygulanmasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. Söze “Netekim”le giren kudretli ses, hem en büyük darbeci, hem de en hızlı demokrat olarak yurt gezilerinde “gerçekleri” vatandaşa anlatıp yeni Anayasa için düğmeye basarken, 25 Eylül’de gerçekleşen 18. Altın Portakal, En İyi Film ödülünü -muhtemelen sansürün hışmına uğrayan filmlerden dolayı- verecek yapım bulamaz!

1982 Portakallarının galibi ise, bir zamanlar Yılmaz Güney’in yanında çalışan Sinan Çetin’dir. Çetin, “Prenses”le girdiği “büyük” dönüşümden önce çektiği filminde, köyüne gelen film ekibinden bir kıza âşık olan ve onun ardından İstanbul’a gelen genç bir adamın serüvenlerini yalın bir dille anlatır.

Özal ekonomisinin hüküm sürdüğü yıllara geldiğimizde, bu dönemin temsil filmi, hiç kuşkusuz ki, 20. Portakal’ın ödüllü yapımı “Faize Hücum” olur. Takdir belgeleriyle dolu devlet memurluğunun ardından, üç kuruş ikramiyesini bankere kaptıran emeklinin öyküsü, o dönemin Türkiyesi’nde yüz binlerce insanın dramına ayna tutmaktadır.

Dünyada 60’larla birlikte dalga dalga yayılan kadın hareketleri; Türkiye’ye o günlere değin hemen hiç uğramamıştır. Muhalefetin belirleyici unsur olduğu sol dalganın 80’de kesintiye uğraması ve yönetmenlerin kimi “sakıncalı” konulara artık yönelememesi, ortaya iki ana eğilim çıkarır: İlki, cinselliği bastırılmış kadınların öyküleri; diğeri ise aydın bunalımının doruğa ulaştığı 12 Eylül sonrasında bireyin çelişkilerini ele alan filmler. Bu doğrultuda gerçekleşen ilk ödüllü filmde yine Atıf Yılmaz’ın imzası vardır. “Bir Yudum Sevgi”, işsiz eşinin desteğinden yoksun olarak hayata tutunmaya çalışan fabrika işçisi kadının serüvenlerini konu alır. 1985 yapımı “Dul Bir Kadın” ise eşinden boşanmış bir başka kadının mutluluğu (cinselliği) arayışını dönemin koşullarına göre radikal bir bakışla masaya yatırır. (Aynı yılın İkincilik ödülü alan Sinan Çetin filmi “14 Numara”, kameralarını genelevdeki bir kadının hayallerine çevirir. Muammer Özer imzalı “Bir Avuç Cennet”te ise ekonomik krizin emekçilerin aleyhine işlediği dönem fon olarak kullanılmış; var olmaya çalışan ailenin kadın karakteri, tipik Yeşilçam algısının dışına çıkarak kişilik kazanmıştır.)

Kadın odaklı ve çoğunlukla Atıf Yılmaz imzası taşıyan filmlerin öne çıkan oyuncusu, aynı zamanda sinemada yeni kadın temsiliyetinin mimarı hiç kuşkusuz Müjde Ar’dır. Sanatçı, 23. Altın Portakal’a iki filmle damgasını vururken; “Aaahh Belinda”da kendisini oynadığı karakterin içinde bulan bir oyuncuya, “Adı Vasfiye”de ise öyküsü dört farklı kişi tarafından anlatılan pavyon şarkıcısına hayat verir.

80’lerin son çeyreğine doğru yol alınırken, büyük değişimler hız kesmeden sürmekte; düşünmenin ve sorgulamanın “faydasız”, kısa yoldan ve gerekirse en yakınlarının sırtına basarak köşe dönmeye çalışmanın ise “erdem” olduğu yeni bir düzen kurulmaktadır. Cinselliğin sömürülmesine dayalı dergi-gazete sayfaları ve dönemin resmî ideolojisi Türk-İslam sentezi kol kola ilginç maceralar yaşarken, kentleri dönüştürmeye başlayan pop / arabesk kültür, yeni mecralara dalmaktadır. (Dönemin başbakanı Özal’ın uzun reklâm filmi “İcraatın İçinden”, Tonton’un “Hanım, koy bakalım teybe İbrahim Tatlıses’in kasetini” cümlesiyle başlar.) Böylesi bir sürecin doğal yansıması olarak, hızlı kentleşmenin ortaya çıkardığı trajikomik insan manzaraları, sinema tarihimizin en başarılı filmlerinden birinin yaratılmasını sağlayacaktır: “Muhsin Bey.”

Ömer Kavur’un “Gece Yolculuğu”, Portakal’da aydın bunalımını ve yaratma sıkıntısını konu alan filmler kontenjanıyla kendisine yer bulduktan sonra, 12 Eylül merkezli iki film, 26. Portakal’a iz düşürür. Yaratılan kamuoyu için artık çok uzaklarda kalan bir masal olsa da, binlerce kişinin tutuklandığı, işkenceden geçirildiği ve sürgüne gönderildiği bir dönemin tarihle hesaplaşması henüz gerçekleşmemiştir. “Uçurtmayı Vurmasınlar”, taşıdığı melodramatik özellikler bir yana, zincire vurulan özgürlüğü beş yaşındaki bir çocuğun gözleriyle topluma aktarmıştır. Livaneli imzalı “Sis” ise, yaşanan büyük değişimi, devlet otoritesini simgeleyen bir baba ve devrimci oğlu ekseninde beyazperdeye taşır. Benzer bir eğilim, Yusuf Kurçenli’nin Rıfat Ilgaz’ın eserinden uyarlayarak gerçekleştirdiği “Karartma Geceleri” ve Memduh Ün’ün “Bütün Kapılar Kapalıydı” filmleriyle devam etse de, Portakal’ın galibi, 27. Portakal’ın kazananı “Karılar Koğuşu” olur. “Ulusal Sinema Kavgası”nın ana figürlerinden Halit Refiğ, ustası Kemal Tahir’in izini sürmeye devam etmektedir.

Ömer Kavur’un, bir kadının sürrealist serüvenlerini anlattığı “Gizli Yüz”ünün ödüle uzandığı 27. Portakal’da adından söz ettiren “Ateş Üstünde Yürümek”, Cumhuriyet’in başlangıcından günümüze yöneten / halk ilişkilerini bale yoluyla ele alan özgün (ve şu ana dek tek) deneme olarak tarihe geçer. Bu yıl, Abdi İpekçi suikastını irdelemeye çalışan siyasal film denemesi “Uzlaşma”nın da gösterime girmesiyle akılda kalmıştır.

1991 yılı, dünya tarihine Sovyetler Birliği’nin resmen dağılması ile geçmiştir. Liberalizmin aslî ekonomik model, ABD’nin ise tek süper güç olduğunu tescilleyen dönemde sinemamız, baskı altındaki cinselliği “Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri”yle, lezbiyen ilişkileri ise “Düş Gezginleri”yle anlatmaya çalışır.

Erden Kıral’ın Halikarnas Balıkçısı’nın yaşamına eğildiği “Mavi Sürgün”ün yanı sıra, Yavuz Turgul’un “Gölge Oyunu”nun da dikkat çektiği 30. Altın Portakal’ı, Yavuz Özkan’ın aile dramı “Yengeç Sepeti” takip eder. Bu film, Sadri Alışık’ın rol aldığı son film olması nedeniyle de önemlidir.

1995 Portakalı, sinemasal krizin damgasını vurduğu, seyircinin ulusal filmlere neredeyse sırt çevirdiği bir dönemde gerçekleşir. Ümit Ünal’ın toplumsal baskıların ortaya çıkardığı sıra dışı insanlarla yüklü “Böcek”i Büyük Ödül’e değer görülmüştür. Bir yıl sonraki festivale ise Derviş Zaim’in çıkış filmi “Tabutta Rövaşata” damgasını vurur. Rumelihisarı’nı mesken tutan Mahsun’un serüvenleri, sinemada yeni bir başlangıca işaret etmesi bakımından önemlidir. 1996, Reis Çelik’in gösterime girdiğinde tartışmalar yaratan ve Kürt sorununa değinen ilk filmlerden olan “Işıklar Sönmesin”in de gündeme geldiği bir yıl olmuştur. Film, didaktik anlatımı ve teatral sunumu bir yana, bu temayı izleyen son film olmayacaktır.

Ferzan Özpetek’in oryantalist nüveler taşıyan “Hamam”ı tartışılan filmler kervanına katılırken, “Masumiyet”, Demirkubuz için parlak bir dönemin başladığına işaret eder. (Benzer bir yorum, “Kasaba” ile mansiyona değer görülen Nuri Bilge Ceylan için de söylenebilir.)

Türkiye’de doğan; ancak bir süre sonra gurbetçi ailesinin yanına Almanya’ya giden genç bir kızın çözülmesini anlatan “Yara”, Hülya Koçyiğit’in başkanlığını yaptığı 35. Portakal jürisini tatmin etse de, Yeni Sinemacılar’ın imzasını taşıyan “Gemide”, Altıoklar’ın “Ağır Roman”ıyla birlikte festivalin adından söz ettiren filmleri arasında yer alır. 1999’un galibi olan “Salkım Hanımın Taneleri” ise, resmi ideoloji anlatısının dışına çıkan yaklaşımı ile Varlık Vergisi’nin soldurduğu yaşamları, azınlıkları konu alır. Sinemamızın halkla yeniden buluşması yolunda önemli bir yıl olan 99, “Mayıs Sıkıntısı” ve “Üçüncü Sayfa” adlı filmlerin de gösterime girdiği bir yıldır. Sonraki yıl, Zeki-Metin’i yeniden bir araya getiren “Güle Güle”, heykelin sahibi olur. Derviş Zaim’in “Filler ve Çimen”i ise, Susurluk sürecini masaya yatırırken devlet ve çete işbirliğini özgün bir anlatımla beyazperdeye taşır.

Handan İpekçi’nin can yakan siyasal bir soruna insani bir yaklaşım denemesi olan ve ulusal/uluslararası sinema çevrelerince övgüyle karşılanan “Büyük Adam Küçük Aşk” adlı filmi 38. Portakal’ın kazananıdır. 2002’nin galibi “Uzak” ise sinemamız adına önemli bir milâdı oluşturur. Minimalist anlatı, sanat sineması vb. adlarla tanımlanan ve günümüzde örneğine bolca rastladığımız türdeki yapımlar adına önemli bir başlangıç oluşturan bu yapım, farklı yönlere gitmekte olan iki akrabanın İstanbul’da buluşmalarını konu alır. Film; değişen değerlere, taşra masumiyeti ve kent yozlaşması ekseninde bir bakış olarak da yorumlanabilir. Ömer Kavur’un vasiyet filmi “Karşılaşma”nın ödüllendirildiği 2003’ün ardından, Uğur Yücel imzalı “Yazı Tura”, 41. Portakal’ın kazananıdır. Savaş ve depremin arka planında yer aldığı film, cesur anlatımı ve son dönemin başat konularına dair bakış açısıyla övgü toplar.

Ferzan Özpetek’in başkanlığını üstlendiği 42. Altın Portakal’ın kazananı, sınırlı bir gösterim şansı yakalayan Ulaş İnaç imzalı “Türev”dir. Bir yıl sonra, 16 – 23 Eylül 2006 tarihinde düzenlenen 43. Portakal’da ise Demirkubuz’un, “Masumiyet”in Uğur ve Bekir’inin geçmişlerine döndüğü “Kader” öne çıkar. Yarışan filmlerin nitelikleriyle zenginleşen festivalde “Takva”, yükselen İslâmcılık akımının arka plânına zekice yaklaşmakta, “Eve Dönüş” ise 12 Eylül’ün en sert teşhirlerinden birine soyunmaktadır; Nuri Bilge Ceylan ise Cannes’dan bir kez daha ödülle dönen “İklimler”de ilişkilere odaklanmayı sürdürür.

Semih Kaplanoğlu’nun sonradan üçlemeye dönüşecek filmlerine giriş anlamı taşıyan “Yumurta”sı, (Ceylan’ın izinde) kent / kasaba karşılaştırmalarıyla doludur. Bir yıl sonranın Büyük Ödül’ünün sahibi ise, biraz da şaşkınlık yaratarak Ben Hopkins’in “Pazar: Bir Ticaret Masalı” olur. Film, Özal’ın temellerini attığı ‘iş bitirici’ tiplemeleriyle akılda kalır. Derviş Zaim’in özgün denemelerine ve geleneksel sanatlardan hareketle çektiği filmlere “Nokta” ile bir yenisini eklediği 2008 Portakalı, Aydın Bulut’un Alevi / Sünni, Türk / Kürt çatışmalarına duyarlılıkla yaklaştığı “Başka Semtin Çocukları”na da ödül kazandırmıştır.

46. Altın Portakal’ın (Reha Erdem’in mistik tonlamalarla dolu “Kosmos”uyla birlikte) galibi olan “Bornova Bornova”, İnan Temelkuran’a haklı bir zafer kazandırırken, 12 Eylül’ün yeni baştan yarattığı karakterlerle yüklü zengin bir insan galerisini sorgulamamıza yol açar. Aynı yıl tartışma yaratan ilk Kürtçe film denemesi olan “Min Dît” de gösterime girer. Slogancı bir yaklaşıma sahip olduğunu söyleyebileceğimiz film, Jüri Özel Ödülü’ne değer bulunsa da, (bu satırların yazarının kişisel yorumuna göre) benzer bir temadan hareketle çekilen “İki Dil Bir Bavul”un epeyce gerisine düşmektedir.

Geçtiğimiz yılın Portakallarında ise, Seren Yüce’nin Venedik Film Festivali’nden de ödülle dönen “Çoğunluk” öne çıkar. Ayrımcılığı mahkûm eden film, her ne kadar çoğunluğu temsil ettiği iddiasında bulunduğu aile (baba figürü) konusunda konsensüs sağlayamasa da, ilk filmden kolaylıkla beklenmeyecek bir olgunluğa sahiptir.

Sonuçta, tam da “Sinema Hayattır” deyişine uygun olarak, yaşadığımız büyük değişimlere ve alt üst oluşlara (yedinci sanat üzerinden) tanıklık eden en önemli platformlarından olan Altın Portakal Film Festivali, kökleri yarım yüzyıla uzanan ulu bir çınar olarak yalnızca sanatsal bir etkinlik olmanın çok ötesinde bir işleve sahiptir. Çünkü Portakal’ın tarihi, Türkiye insanının yarım yüzyıl boyunca beslediği umutların, aşkların, hayal kırıklıklarının, yok oluşların; ama inadına inadına var olmaya çabalamanın en canlı örneklerinden oluşmaktadır.

(Bu yazı, ilk olarak “www.otekisinema.com” adresinde 06 Ekim 2011 tarihinde yayımlanmıştır.)

(06 Ekim 2011)

Tuncer Çetinkaya

Yeşilçam’ın İlk Romantik Jönü Muzaffer Tema

Türk sinemasının ilk romantik jönüdür Muzaffer Tema. Aynı zamanda Hollywood’daki Türkiyeli oyuncu Tema Bey. Tiyatrocular döneminden sonra tiyatro kökenli oyuncuların dışında ve jön tanımına uyan ilk erkek stardır. 1950’li yıllarda Hollywood’a gidip şansını denemiş ve iki filmde oynamayı başarmış olan Tema, Amerikalı oyuncu Alan Ladd’a benzerliğiyle de ünlüdür. Yıllar önce sinemaya ara verip Amerika’ya yerleşen Muzaffer Tema’ya rastlayabilmek, konuşabilmek için yıllardır bekliyordum. Yazları birkaç aylığına İstanbul’a geldiğini biliyor fakat bir türlü görüşemiyordum. Yine umudumu kesmiştim. Tam o günlerde İstiklâl Caddesi’nde karşılaştık. Yıllar önce birçok siyah-beyaz filmde izlediğim unutulmaz jön karşımdaydı. Yıllarca genç kızların rüyalarını süslemiş olan yakışıklı aktör hiç değişmemiş, bizden önceki kuşakların filmlerde izlediği gençliğiyle ve kibarlığıyla film karesinden çıkmış gibiydi.

Muzaffer Bey elini omzuma atmış birlikte Taksim Meydanı’nda yürürken tarihler 50’li yılları gösteriyordu sanki. Kuyruklu hususilerinden inen zarif hanımlar ve beyler Cadde-i Kebir’e yönelmişler, troleybüslerden, tramvaylardan inenler gündelik işlerine koşuşturuyorlardı. Ben Dudaktan Kalbe filminin gösterildiği sinemaların önündeki kalabalığa, gişelerin önündeki uzun kuyruklara mutlulukla bakarken Muzaffer Tema’nın sevincine ortak olmaya çalışıyordum. Çok heyecanlandığımı ve mutlu olduğumu söylemeliyim. Türkiye’ye döndüğünü, anılarını yazmaya başladığını ve kitap olarak yayınlamak istediğini söylüyordu. Benim 50’li, 60’lı yılların bütün oyuncularına önerdiğim birşeydi bu. Ne yazık ki bizde anı yazma geleneği yok. Bu yüzden de yaşanmış birçok anı unutuluyor, yok oluyor.

“Yine böyle güzel bir Haziran ayında, kiraz mevsiminde Beşiktaş’da doğmuşum” diye anlatmaya başlıyor. 15 Haziran doğum günü. Hangi yılda doğduğunu söylemiyor, göründüğü yaşta olduğunu ve nüfus kağıdındaki yaşı kabûl etmediğini söylüyor. “Efendim Amerika’ya ilk ayak bastığım zaman Paramount Film Stüdyosu’na müracaat etmiştim. New York’daki merkez ofislerinde bir form verdiler, dolduruyorum. Adımı, soyadımı yazdım. Yaş hanesine geldim, duraksadım. Hakiki yaşımı mı yazayım yoksa daha mı genç yazayım diye düşünüyorum. İçeriden müdür geldi, omuzuma dokundu ‘ne düşünüyorsun, kendini hangi yaşta hissediyorsan onu yaz’ dedi. 1956’dan bu yana Amerika’da kimse bana yaşımı sormadı. Şuna inanıyorlar, kadınlarla sanatçıların yaşı sorulmaz. Bunu bir yerde saygısızlık olarak kabûl ediyorlar. İnsanların yaşını merak etmek maalesef bizim memlekette geçerli. Ben bugün göründüğüm yaşı kabûl ediyorum. Ama 15 Haziran doğum günümü unutmuyorum, onu her zaman kutluyoruz.”

Güzel bir kiraz mevsiminde Beşiktaş’da doğan Muzaffer Tema’nın babası da Türk musikisiyle ilgilenir, güzel ud çalarmış. O yıllarda İstanbul Belediye Konservatuarı’nın müdürü olan Hulusi Ökmen babasının mahalle arkadaşı. “Beni görüyor, ‘delikanlı büyümüş onu konservatuara alalım’ diyor. Babamın müziğe olan tutkusu da beni oraya itiyor. Ama düşünerek, bilinçli bir şekilde değil konsurvatuara girmem. Belki de bir askeri okula gitmek isterdim. Konservatuarda başarılı oluyorum flüt, keman ve piyano enstrümanlarından, son seneye kadar. Flütden mezun olmaya karar veriyorum. Senelerce flüt hocalığı yaptım. Yıllar sonra, 73 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’nın Yüksek Bölümü’nü de dışarıdan imtihanlara girerek bitirdim. Devlet konservatuarlarında hocalık yapma hakkını kazandım. İstanbul Belediye Konservatuarı’bitirince Ankara Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın imtihanlarını kazanarak Ankara’ya gittim. İlk konserimi Ankara Radyosu’nda verdim orkestrayla. 1944 senesinde Devlet Konservatuarı’ndan Sevinç Tevs’le tanıştık. O zamanın hem ünlü caz şarkıcısı hem de tiyatrocu. Arkadaşlığımız devam etti, nihayet evlilikle noktaladık işi. 1948 senesinde Sevinç Tevs’e İstanbul’dan Saray Sineması’nda 3 konser vermesi için teklif geldi. Bu teklifi kabûl etti ve beraber İstanbul’a geldik. Konserler bitti, muazzam konserlerdi. Akabinde Belediye Gazinosu’ndan teklif aldı, onu da kabûl etti. Bana da İstanbul Konservatuarı’ndan bir teklif geldi. Ben de bu teklifi kabûl ettim. İkimiz de İstanbul’da başladık göreve. Ben bu görevi aşağı yukarı 1960 senesine kadar sürdürdüm.”

1940 – 48 yılları arasında Ankara’da o zamanki adıyla Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’nda (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) görev yapan Muzaffer Tema, eşi Sevinç Tevs’in konserleri nedeniyle geldikleri İstanbul’da kalmaya karar verir. Konservatuarda hocalığa başlar. 1948 yılında Tepebaşı Gazinosu’nda orkestra eşliğinde bir konser verir. “O konsere filmcilerden gelenler olmuş, ben tanımıyorum tabii. Sinemayla ilgim yok. Konserden sonra çağırdılar beni. Görüştüğüm kişiler bana bir deneme filmi çevirmemi teklif ettiler. Ben pek ilgi göstermedim çünkü sinemayla bir ilgim yoktu ve ne kadar başarılı olabilirdim bilemiyordum. Böyle bir riske girmek istemedim. Israr ettiler.” Görüştüğü kişiler o dönemin önemli sinema adamları, yapımcı ve yönetmenleri Şadan Kamil, Çetin Karamanbey ve Turgut Demirağ’dır. Atlas Film’e bir deneme filmi çekerler, başarılı olur Muzaffer Tema. Bunun üzerine 1949 yılında Çığlık filmiyle sinemaya adım atar ve Türk sinemasının romantik filmlerinin ilk jönü olarak sinema tarihindeki yerini alır. Dudaktan Kalbe filminin unutulmaz oyuncusu batılı anlamda jön tanımlamasına uyan ilk erkek stardır. Amerikalı oyunculara benzeyen tipiyle ve özellikle Alan Ladd’e benzerliğiyle de ünlenir Muzaffer Tema. Alan Ladd’in saç biçimini taklit eder, saçlarının perçemlerini Amerikalı oyuncu gibi alnına düşürür, gömleğinin yakalarını kaldırır ve saatini sağ koluna takar. “Saç biçimimi ve saati sağ kola takmayı ondan kaptım. Bir Alan Ladd tutkusu vardı bende o zamanlar. Sinemaya başladıktan sonra Sevinç Tevs’den ayrıldık. Ufak tefek kıskançlık hadiseleri o evliliğin yürümeyeceğini ortaya koymuştu. Ben sinemaya büyük ağırlık verdim, arka arkaya filmler çevirmeye başladım. Jön olarak benden başka kimse yoktu. Önceleri tiyatrocular vardı. Sinemaya dışarıdan gelen ilk erkek star ben olmuştum. Dudaktan Kalbe, Kadın Severse gibi filmlerle devam etti ve 80’in üstünde film oldu.”

1951 yılında Yıldız Dergisi’nin okuyucuları arasında düzenlediği yarışmada Dudaktan Kalbe filmi en iyi film, Muzaffer Tema da en iyi erkek artist seçilir. 1956 yılında Dişi Yılan filmiyle yapımcılığa da başlar Muzaffer Tema. O dönem “Adalar Kraliçesi” de olan Ayten Çankaya ile başrolleri oynadığı bu filmden sonra “Amerika sevdası” başlar. “Kafama koymuştum Amerika’ya gitmeyi. Ufkumu genişletmek istiyordum. Sinemayı esas Hollywood’da göreceğimi, tanıyacağımı düşünüyordum. 1956 senesinde Amerika’ya gittim. Bir tesadüf beni Fox Stüdyosu’nun o devrin starlarının arasına soktu. Örneğin Marilyn Monroe’lar, Cary Grand’lar, Gary Cooper’lar, Robert Mitchum’ların arasında buldum kendimi. 2,5 sene devam etti o stüdyoda çalışmalarım. Bu arada iki filmde oynadım, Aya Giden 12 Alim ve Acı Tebessüm. O filmler burada da oynadı. Ondan sonra tekrar Türkiye’ye döndüm. Kendi film şirketimi, Tema Film’i kurdum 1960 senesinde. İlk film Vahşi Kedi oldu. Leyla Sayar’ı tanımıştım. Birlikte oynadık bu filmde. O zaman Türk sinemasının en popüler, en güzel oyuncularındandı. Bu film çok iş yaptı, iyi para kazandı. Ben bu filmden kazandığım paralarla Avrupa seyahatlerine çıktım. İtalya’ya, Almanya’ya, Avusturya’ya, Fransa’ya gittim. 1965 senesinde bir evliliğim oldu. Oğlumun annesi olan Gülay Armen’le evlendik. 1976’ya kadar devam etti bu evlilik.”

Amerika’ya gidip Hollywood’da film çevirme başarısını gösteren Muzaffer Tema bu şansını sürdüremez. O yıllarda İstanbul’da hasta olan babasının yanına dönmek zorunda kalır. Yıllar önce Hollywood’da ünlenen “Türkiyeli oyuncu” Turhan Bey’den esinlenerek Tema Bey olarak imza atmıştır orada çevirdiği filmlere. Üç yıl kalır Amerika’ya ilk gittiğinde. “Efendim babam çok hastaydı, kanserdi. Onunla ilgilenmem gerekiyordu. Gelince de gidemedim. Burada büyük teklifler aldım, kendi şirketimi kurdum iyi paralar kazandım. Hoşuma gitti kendi memleketimde sinema çalışmaları yapmak. Bu da 1977’lere kadar sürdü. Çocuğum okuma çağına gelmişti, onun eğitimi için tekrar Amerika’ya gitmeye karar verdim. Eşimden ayrıldım, oğlumla Amerika’ya yerleştik. O yıllardan beri orada yaşıyordum. Oğlum eğitimini bitirdi, çalışıyor. Ben orada 7. evliliğimi yaptım. Eşimden çok memnunum. O da İzmir Kız Koleji’nden mezun. 89 senesinden beri halen devam ediyor evlilik. Ben de her sene gelip dostları ziyaret ediyordum. Memleketi özlüyordum tabii.”

Amerika’ya gittiğinde bir dönem örnek aldığı Alan Ladd’le de tanışır Muzaffer Tema. “Hollywood’da tanıştık. Paramount Stüdyosu’nda film çeviriyordu. Bir Türk gazetecisi, Mehmet diye bir arkadaş vardı, ‘ille gidelim Alan Ladd’le birlikte resmini çekmek istiyorum’ dedi. Film çalışmaları devam ediyor, güçbelâ müsade istedik. Geldi, beraberce resim çektirdik. Bana iyi şanslar diledi. Beni tanıdığı için çok memnun olduğunu, söyledi. ‘İnsanlar ikiz doğarmış, bu kadar benzerlik olur’ dedi. O resimler sonra burada da gazetelerde yayınlandı. Ama benim esas üzerinde durmak istediğim Fox Stüdyoları’ndaki çalışmalarım ve orada tanıdığım sinema yıldızları. O devrin bütün starlarıyla orada tanışma fırsatı buldum. Arkadaşlıklarım oldu, beraberliklerimiz oldu.”

Türk sinemasını takip etme olanağı bulabiliyor musunuz? Bugünkü sinemayı nasıl değerlendiriyorsunuz? diye soruyorum. “Bir iki film geldi oraya onları gördüm. Mesela ‘Eşkıya’ geldi. Buraya geldiğim zamanlarda da Türk filmlerini izliyorum. Tabii teknik açıdan birtakım gelişmeler var. Bizim büyük iş sahipleri, sermaye sahipleri sinemanın önemini henüz anlamış değiller. Sinemaya yatırım yapmaya yanaşmıyorlar. Adam lokanta açmayı, şehirlerarası otobüs işletmeyi tercih ediyor da bir sinema endüstrisi kuralım düşüncesi hakim değil. O yüzden Türk sinemasının ilerlemesi mümkün değil. Ben Amerika’ya ilk gittiğim zaman 1956 senesinde, yapımcı bana ‘hangi sinemada filmin oynuyor’ diye sordu. Brodway’de, New York’un 42. Caddesi’nde yabancı film oynatan sinemalar vardı. Türk sineması hakkında bir fikir edinmek istiyor. Yok, hiçbir yerde oynamıyor. ‘Efendim, ben 40 filmde başrol oynadım.’ İyi güzel ama bir tanesini görelim, hangisidir o. Olmuyor, inanmıyor adam, Türkiye’de sinema olduğuna inanmıyor.”

Muzaffer Tema da 7 kez evlenmiş ve bir dönem çapkınlıklarıyla da ünlenmişti. “Ayıptır söylemesi 7. evliliğimi yaptım Amerika’da” demişti. Evliliklerini sıralarken ve eşlerinin adını sayarken sırayı şaşırıyordu. “İşte ben böyle sırayı da şaşırıyorum, bazılarını da unutuyorum. Benim için çocuğumun annesi ve şimdiki eşim önemli. Çapkınlık meselesine gelince, efendim evliliklerim çok kısa devam ettiği için araya bir takım flörtler girdi. Son evliliğim dışında bütün evliliklerim kısa sürdü” diyor. 1987 yılından bu yana sinemadan uzak kalan Muzaffer Tema müziği profesyonel olarak sürdürdüğünü, Amerika’da flüt ve piyano başlangıcı dersleri verdiğini söylüyor. (29 Haziran 1998’de Taksim’de yaptığımız görüşmeden.)

(04 Ekim 2011)

Mesut Kara

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA Neler Oldu?

Önce filmin adı:

Filmin adı: Bir Zamanlar Anadolu’da… Filmlerin isimlerine bakarak herhangi bir ön yargıya varmam, varılmasını da doğru bulmam ama bazı isimler ister istemez bir ön yargı aslında… ön yargı değil, bir beklenti oluştururlar. Çoğu filmde olmamasına rağmen, Bir Zamanlar Anadolu’da ismi bende belirleyemediğim bir beklenti oluşturdu: Ceylan’dan, gördüğüm önceki filmleri nedeni ile bir ön-beklentim vardı zaten (olmaması gereken bir şey.) Bir Zamanlar Anadolu’da filmini gördükten sonra ilk söyleyeceğim şey, ben bu filme bu ismi vermezdim, isim her türlü çağrışımı ile çok iddialı bir isim ama film bu iddiayı doğrulamıyor. Yanlış anlaşılmasın, filmin iddiasız olduğunu söylemiyorum, film bu hali ile iddialı bir film. Ama filmin iddiası ile isminin bende (yanlış olarak uyandırdığı) ön-beklenti-li iddiası birbiri ile örtüşmüyor. Ama her filmin ismi olduğu gibi bu filmin de bir ismi olacaktı ve bu şekilde konmuş ve böyle anılacak. Ya sonrası; jenerik öncesi bir oto tamirhanesinde gece vakti yemek yiyen, içen -ikisi içki içiyor, birisi cola- ve konuşan (?) kişiler, sonra bir köpek havlıyor ve içlerinden birisi köpeğe yiyeceğini veriyor. (Jenerik)

Akşamın ileri saatinde üç arabalık bir konvoyla -iki (hatta üç ) polis, savcı, doktor, iki zanlı, bir adliye personeli, şoför ve jandarmalar- ceset aramaya çıkan bir grup. Bir çeşme ve civarı incelenecek. Birkaç çeşmeye bakmışlar, sonuç alınamamış, bir yenisine geliyorlar, burada da sonuç alınamayacak yenilerine gideceklerdir. Bunlar günün -geceye doğru- ilerlediği saatlerde olur. Sonunda bir köyde gecelemeye, önceden kurulan sofraya oturmaya -ister istemez- karar verilir. Buraya gelinceye kadar gerek kişiler, komiser ile asli zanlı, komiser ile polisler ve doktor, diğer arabada olduğu için zaman zaman savcı ile ilişkiler detaylandırılır. (Bilemiyorum ama yapılan iş, bir cesedin aranması ise, karine yolu ile bulunan sonuca göre, bir ilçe savcısının gecenin o saatlerde, merkezden de sadece 34 – 35 km uzaklaşmış iken, işe devam etmesinin aciliyeti ve önceliği nedir?) Bu durumlar gözardı edilirse, gecenin ileri saatine kadar yapılan araştırmaların görsel / sinemasal anlatımı seyirciyi kendine bağlıyor ve bu sabahleyin cesedin bulunmasına kadar da devam ediyor. Burada -film devam ediyor tabiatıyla- seyirci bir soluk alıyor.

Komiserin zanlının üzerine şiddetle gitmesi, fakat öldürülen kişinin (öldürdüğü soruşturulan -evli- kişinin) çocuğunun kendinden (zanlıdan) olma itirafından (ölümle sonuçlanan çatışmanın nedeni öğrendikten) sonra, tutumunun değişmesi, filmin en önemli dönüşüm noktalarından birisi… Önce istem üzerine doktor tarafından sigara verilmesine şiddetle karşı çıkan komiser, itiraf sonrası sigarayı kendisi verecek, hatta yakınlarda bıraktığı -bu gece tekrar başladığı- sigaradan bir tane daha yakacaktır ve zanlıya da verecektir. Gece konaklanan köyde, doktor ile savcının, bir kadının öleceğini (öleceği günü bile) bilmesi, doğumdan sonra öleceğini söylemesi ve “ölmesi öyküsü” üzerine konuşmaları, bulunan cesette doktorun otopsi gereği duyması buna dayanarak, ölen kadına ailesinin neden otopsi yaptırmadığını savcıya sorması, bunlardan çıkardığı intihar şüphesi, bu konuşmayı savcının “bazı kişiler intihar ederek başkalarını cezalandırır mı?” yargısı ile sonuçlandırması, filmin ikinci dönüşümü… (önemli)… Final dönüşümü ise, doktorun otopsi raporunda, otopsiyi yapan elemanının uyarısına rağmen -bilerek- maktulün diri olarak gömülmüş olmasını kayda geçmemesi… Birbirinden âlâkasız gibi görülen -farklı kişilere ait- üç dönüşüm olgusu, birçok açmaz da içeren filme hayli ilginçlik katıyor. Birçok açmaz derken, en önemlisi olarak, filmin çok yayılarak uzatıldığı, çok uzatıldığını söylemek isterim. Görüntü zaman zaman ön plâna çıkıp gerilere kaçan hikâyeyi önceliyor ama ağır ağır ilerleyen, kimi aniden, kimi adım adım açıklanan dönüşümler filmin toparlanmasını sağlıyor. (Yinede filmin uzunluğunun altını çizmek isterim.)

Film, dramatik yapısı gereği -yukarıda değindiğim geceye doğru ceset arama sahneleri- yaşamın (adli bürokrasinin!) doğal akışı dışına çıkabiliyorsa da, bir gün bile sürmeyen süresi içinde, kişilerin doğal ve olağan davranışları ile seyirciyi kendine bağlıyor. Görüntünün zaman zaman daha öne çıktığı filmde, gerek komiserin, gerek doktorun, gerek savcının ve çok az konuşan katil zanlısının (!?) ruhsal yapıları da, -kelimeye yer vermeden- görselleştiriliyor. Ancak cesedin kasabaya getirilmesi ile ortaya çıkan maktulün karısı (ve çocuğu) ise konuşmamaları ile değil sessizlikleri ile önem kazanıyorlar. Kadın, ölen kocasını teşhis ediyor, ama dışarıdaki de (zanlı) çocuğunun babası? mı? Çocuğun babasının katiline dik dik bakması -normal- şimdiden hafızasına yerleştirmesi, önündeki kargaşa halindeki kalabalığa rağmen yüzüne taş atabilmesi!.. [Dramatik yapı gereği doğru. Ancak o durumda, o isabetli atışı yapabilmesi (!) ne kadar olabilir! / Sonradan komiserin doktora söylediği, “arabada gidene kadar (zanlı) ağladı” demesi…] Film boyunca aranan cesedin yerinin bulunması anında, -başlangıç bölümünde maktülün verdiği yemeği yiyen- köpeğin gömünün (mezar – ?) üzerinde oturması (sadakat?), taş atılarak kovalanması ve gömü (mezar ?) açılırken uzaktan havlaması -sırf “havlama” değil-, belki bir tanıklık.

Maktule yapılan otopsi sonucu, diri gömüldüğü kanıtları varken, doktor tarafından -pek de kolay olmayan bir yargıdan sonra- görmezden gelinmesi asıl ve dramatik sorunken, otopsiyi yapan elemanın otopsi aletlerinden yakınması, Kırıkkale Hastanesi’ni örnek vermesi, daha da ötesi, bir gece öncesinde köy muhtarının sofrada mezarlık duvarı diye başlayarak sözü yaptırılmak istenilen morga getirmesi… anlatılan öyküyü değişik boyutlara çekmese de yeni açılımlara hazırlıyor.

Yazının başlığında Bir Zamanlar Anadolu’da (filmin) isminin ardına eklenen neler oldu? sorusuna film cevap vermese de, farklı kesimlerden ele alınan insan tipleriyle, kırsal kesim (gece) güzellemesi gibi fotoğraflarla (yeterli olmasa da) bir çevre (mekân) gösterisiyle, bütün bunları (nerede ise) kesintisiz bir zaman dilimiyle anlatması ile, başlangıçta uzunluğundan şikayetçi olmamıza rağmen doyurucu diliyle, sinemamızda pek denenmemiş bir yapıda, bir Anadolu kasabasında yaşanan bir olayın sonrasında olanları kırsal kesimin geniş ufukları içinde ve bu kırsal kesimin dışındaki (sanki burada yaşamayan) insanları ile (komiser, doktor, savcı, zanlı) anlatıyor.

Bir kişisel gözlem olarak, filmde en beğendiğim (beğendiğimden çok, heyecanlandığım) sahneye gelince… Gece ceset arama işleri devam ederken, gerilimin yüksek noktada olduğu bir an, komiserin şoförlüğünü yapan Arap’ın yanındaki ağaçtan elma koparmak istemesi ve dalları çekiştirirken düşen üç dört elmadan önce üçünün sonra birinin eğime uyarak yuvarlanması, yuvarlanmasının kamera ile izlenmesi ve bir su akıntısının içine girmesi (kamera izliyor) su içinde ilerlemesi ve sonunda suyun küçük bir havuz yaptığı yerde – eğimde bitmişti herhalde- daha önce gelerek durmuş – artık bozulmaya başlamış- diğer üç elmanın yanında durması… Burada en büyük korkum, heyetin araştırdığı bir şeyin bulunması idi, elmanın durduğu yerde böyle bir şey yoktu… Ceylan böyle bir ucuzluğa düşmemiş, bu da bir artı puan.

(02 Ekim 2011)

Orhan Ünser

Hastalığın Getirdiği Mutsuzluklar

Eylül
Yönetmen-Senaryo: Cemil Ağacıkoğlu
Müzik: Doğan Duru
Kurgu: Taner Sarf
Görüntü: Ali Olcay Gözkaya
Oyuncular: Turgay Aydın (Yusuf), Görkem Yeltan (Aslı), Elena Polyanskaya (Elena)
Yapım: Arti Film (2011)

Fotoğrafçı Cemil Ağacıkoğlu’nun “Eylül”ü insanın üzerine hazan yağdıran filmlerden. Filmin en iyi tarafıysa, insanı boşlukta bırakan final bölümüydü.

Fotoğraf sanatçısı Cemil Ağacıkoğlu, “Eylül” filmiyle 18. Adana Altın Koza Film Festivali’nden önemli ödüllerle döndü. Başta kendisi yönetmen ödülü alırken, Görkem Yeltan “En İyi Kadın” ödülünü “Vücut” filmindeki Hatice Aslan’la paylaştı. Film, kurgu dalında Taner Sarf’a da “Altın Koza” kazandırdı. “Eylül” filmini 18. Adana Altın Koza Film Festivali’nde görmüştük. Estetik açıdan insanı etkileyen bu film, hikâye anlatma tarzıyla Avrupa’nın kuzey taraflarına yakın duruyor. Aslında yönetmenin anlatımını beğendik. Hikâye hayatın bir yerinde başlıyor ve bir yerinde bitiyor gibi oluyor. Final bölümü çarpıcı. İnsanı gerçekten boşlukta bırakıyor bu final. Dingin anlatımlı, zaman zaman Rus şiirsel gerçekliğini hissettiren uzun plân çekimleri, etkileyici kış atmosferi, Godard’a selâm gönderen “sıçramalı kurgusu” bu filme bağlanmamıza neden oldu.

Modern insanın zorluğu…

Filmi seyrederken, insan yabancılaşma yaşıyor. Modern zamanlarda yaşamak ve varolmak büyük mesele. Aslı akciğer hastalığı çekiyor. Yusuf, kuyumcuda usta. Karısını hastaneye getiren Yusuf, ona şefkatli davranmak için çaba gösterse de, dışarıdaki kış atmosferi gibi beraberlikleri. Hastane odasında Rus Elena’yla iletişim kuran Yusuf, belki de onu cinsel olarak arzuluyor. Çünkü karısı hep hasta ve bu yüzden yatağı soğuk. Hastaneden karısını çıkartan Yusuf, onunla beraber annesinin yanına gidiyorlar. Annesi, dayısıyla beraber yaşıyorlar. Çocukluğunun kasabasında arkadaşlarını gören Yusuf, İstanbul’a işine döndükten sonra Elena’dan telefon alıyor. Elena, İstanbul’da seks işçiliği yapıyor ve pezevenginden şiddet görüyor. Mutsuzluğun, pusların içindeki Yusuf’la karanlık arka sokaklardaki Elena’nın yolları kesişecek mi? Yoksa beklenmedik trajediler mi gelecek? Final insanı gerçekten boşlukta bırakıyor. Filmin anlatımı, ayrıntılı olmadığı için bazı şeyleri seyici dolduramayabilir. Belki de yönetmen böyle olmasını istiyor. Final de buna destek veriyor zaten. Oyuncu performansları da iyi. Az diyaloglu, dingin anlatımlı ve karakterlerin ruhunu yansıtan müzikleriyle aldığı ödülleri hak eden bir yapıt bu. Filmin neden “Eylül” adını taşıdığını bilemeyebilirsiniz. Belki de hazanı çağrıştırıyordur.

(Bu yazı 30 Eylül 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(30 Eylül 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Irkçı Tarikatın Vahşi Şiddeti

Şeytanın İni (Red State)
Yönetmen-Senaryo: Kevin Smith
Görüntü: David Klein
Oyuncular. John Goodman (Keenan), Michael Parks (Rahip Cooper), Michael Angarano (Travis), Nicholas Braun (Billy Ray), Ronnie Connell (Randy), Stephen Root (Şerif Wynan), James Parks (Mordechai), Melissa Leo (Sarah), Kyle Gallner (Jarod), Kerry Bishe (Cheyenne), Jennifer Schwalbach (Esther)
Yapım: Harvey Boys-NVSH (2011)

Amerikan bağımsız sinemasının önemli yönetmenlerinden Kevin Smith, “Şeytanın İni” filmiyle kendi tarzının dışına çıkıyor ve vahşi şiddetle perdeyi kıpkırmızı yapıyor.

Beş Nokta Kilisesi (Five Point Church), eşcinselliğe ve kendilerinin sapkın olarak gördükleri her şeye şiddetle karşı çıkıyorlar. Akrabalardan oluşan bu kilisenin rahbi Cooper, sapkın gördükleri insanları “ahlâki” vaaz verdikten sonra vahşi biçimde infaz ettiriyor. Ayrımcı, ırkçı ve radikal dinci bu tarikat, üç lise öğrencisini seks yoluyla tuzağa düşürüyor. Travis, Billy Ray ve Jarod, karavanda anneleri yaşındaki Sarah’yla ilk cinselliklerini yaşamayı hayal ederken bir cehennemin içine düşüyorlar. Önce, özel arabasının içinde bir erkekle ilişkiye giren kasabanın şerifi Wyann’ın arabasına çarpıyorlar. İşler ters gidiyor ve tarikatın eline düşüyorlar. Bu tarikat, Protestanlar gibi aynı inanışta olmalarına rağmen şeriatı daha bir önde tutan “Baptist”lerden oluşuyor. Üstelik, bu tarikatın “Mordechai” ve “Esther” üzerinden Yahudilikle dolaylı bağı var sanki. Kilisedeki iki karakterin adıyla aynıydı.

Korkunç şiddet…

Filmde kanlar fışkırıyor. İnsan perdeye bakmakta zorlanıyor. Gençleri bağlayarak ölüm sırasını bekleten rahip, önceki “suçlu”yu infaz ettiriyor. Ölüm anına bakmak gerçekten insanı zorluyor. Yaşlı rahip Cooper, şerif Wyann’ı eşcinsel olduğu için medyaya bildirmekle tehdit ettikten sonra şerif ATF Ajanı Keenan’ı arıyor. Ardından kilisedeki vahşi şiddetle boy ölçüşebilen ajanların şiddeti perdeyi kırmızıya boyuyor. 11 Eylül’den sonra hangi din şiddet uygularsa yok edilmeli. Sanki Ajan Keenan böyle düşünüyor. 2011 Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterildiğinde insanlarda şok etkisi yaratan 2011 yapımı “Red State – Şeytanın İni”, gerçekten şok yaratıyor. Yönetmen Kevin Smith, hem tarikatın hem de ajanların vahşi şiddetini göstererek, hiçbir şiddetin masumiyeti olmadığını gösteriyor. New Jersey’de 1970 yılında doğan yönetmen Smith, Amerikan bağımsız sinemasının “kült yönetmeni” olarak anılıyor. O sadece bir yönetmen değil. Çizgi romanlarla kitaplar da yazıyor. Smith’in yazdığı çizgi romanları ve kitapları Türkçeye de çevrildi. Özellikle de “Daredevil” serisi. 2001 yapımı komedisi “Jay and Silent Bob Strike Back – Sessiz ve Derinden”, 2004 yapımı romantik komedisi “Jersey Girl – Babasının Kızı”, 2008 yapımı yine bir romantik komedisi “Zack and Miri Make a Porno – Garip Bir Aşk Öyküsü” buralara kadar gelmişti. Yönetmen, “Şeytanın İni” filmiyle kendi tarzının dışına çıkmış oluyor. Film, Los Angeles’ta çekilmesine rağmen Orta Amerika olarak belirtiliyor. Filmin orijinal adı “Kırmızı Eyalet”in anlamıysa bu renkteki eyaletlerin hepsinde Cumhuriyetçiler ağırlıkta. Demokratların ağırlıklı olduğu yerlereyse “Mavi Eyalet” deniliyor.

(Bu yazı 30 Eylül 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(30 Eylül 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Paris’te Manhattan Geceyarısı Gibi

Paris’te Geceyarısı (Midnight in Paris)
Yönetmen-Senaryo: Woody Allen
Görüntü: Darius Khondji
Oyuncular: Owen Wilson (Gil), Rachel McAdams (Inez), Marion Cotillard (Adriana), Léa Seydoux (Gabrielle), Michael Sheen (Paul), Nina Arianda (Carol), Carla Bruni (Müze Rehberi), Adrian Brody (Dali), Yves Heck (Cole Porter), Corey Stoll (Hemingway), Tom Hiddleston (Fitzgerald), Kathy Bates (Gertrude), Alison Pill (Zelda), Marcial di Fonzo Bo (Picasso), Sonia Rolland (Josephine Baker), Tom Cordier (Man Ray), Adrian de Van (Bunuel), David Lowe (TS Elliot), Vincent Menjou Cortes (Toulouse-Lautrec), Olivier Rabourdin (Gauguin), François Rostain (Edgar Degas), Yves-Antoine Spoto (Matisse)
Yapım: Mediapro-Gravier-TV3 (2011)

Önemli sinemacılardan Woody Allen’ın Manhattan aşkı gibi Paris’e bir saygı sunuşu gönderdiği “Paris’te Geceyarısı”, bu muhteşem şehri sanat eseri gibi beyazperdeye yansıtıyor.

Film, sabit açılarla Paris fotoğraflarıyla açılıyor. Hayat perdeden akıp giderken fonda da Glenn Miller Orkestrası’nın “Moonlight Serenade” müziği duyuluyor. Ardından, Woody Allen’ın değişmez ön jeneriği başlıyor. İlk romanının sancılarını yaşayan Hollywood senaristi Gil Pender, zengin kızı Inez’le nişanlı ve evlenmeden önce Paris’teler. Üstelik bu gezide Inez’in annesi Helen’le “Çay Partisi”nden babası John da var. Geçmişe özlem üzerine, eski zamanların eşyalarını satan dükkânı öne alan bir roman taslağı olan Gil, ruh ve sosyal çevre olarak kendine epey uzak güzel Inez’le mutlu olabilir mi? Ailesinden dolayı toplumdaki statüye önem veren Inez, Gil’e ilham veremiyor. Paris’te Inez eski tanıdıkları Paul ve Carol Bates çiftiyle karşılaşıyor. Paul, Sorbonne’da ders vermeye gelmiş. Paul, Inez için toplumdaki yer itibariyle de bir dahi. Gil, bu sıkıntılı anlardan uzaklaşmak için gecenin ışıltıları içindeki Paris sokaklarında aylak aylak dolaşırken yolunu kaybediyor. Kilisenin basamaklarına oturduğunda kilisenin çanı geceyarısını vuruyor. O sırada eski zamanlardan antika bir araba önünde duruyor. Bu onu, rüyalarına ve özlemlerine, yani 1920’lerdeki bohem Paris’e götürüyor. Arabada ünlü yazar F. Scott Fitzgerald ve yazar eşi Zelda da var. Gerçeküstü bu rüyada zaman yolculuğu yapan Gil, büyülendiği Ernest Hemingway’le de tanışma fırsatı buluyor. Hatta romanı için kendisine yol gösteren Gertrue Stein’la bile dostluğunu geliştiriyor. Picasso’nun metresi Adriana’ya bile aşık oluyor Gil. Onunla zamanlar geçiriyor ve 1890’lardaki “Belle Epoque” zamanlarına bile gidiyor. Adriana’yla aşk kırıklığı da yaşıyor. Inez’le evleneceğini öğrenen Adriana, kafede Gil’i bırakıp gittiğinde ona teselliyi Dali veriyor. Bunuel ve Man Ray’le dost oluyor. Şimdiki zamandaysa sorunlar bitmiyor. Rastlantıyla tanıştığı, romanındaki gibi eski eşyalar ve plâklar satan dükkânda hayatının aşkı Gabrielle’i görüyor. Paris’te aşk gerçekten bambaşka.

O sanatçıları solumak…

Gil, Fitzgeraldların gittikleri partide en hayran olduğu Cole Porter’ı dinliyor. Cole Porter (1891-1964), piyano başında “Let’s Do It” şarkısını söylüyor. 1906’la 1975 yılları arasında yaşamış Amerikalı şarkıcı ve dansçı Josephine Baker “La Congo Blicoti”yi coşkuyla bohem Paris’e okuyor. Gerçeküstücü, dadacı ve kübist film yönetmeni Jean Cocteau’nun (1889 – 1963) doğum günü partisi de tam anlamıyla gerçeküstücüydü. Ama kendisi görünmüyordu üstadın. Gil, Ernest Hemingway’le de tanışma şerefine ulaşıyor. Hemingway, 1930’larda İspanya’nın iç savaşına katılıp Cumhuriyetçilerle beraber Franco’ya karşı savaşacaktı birkaç yıl sonra. Hemingway, 1961’de intihar etmişti. Elbette dışavurumcu şair ve oyun yazarı İngiliz TS Elliott (1888 – 1965) unutulmamalı. Gerçeküstücü dostlar Salvador Dali (1904 – 1989), yönetmen Luis Bunuel (1900 – 1983) ve Amerikalı fotoğrafçı ve ressam Man Ray (1890 – 1976) bile filmin konukları. Man Ray’in fotoğraf çalışmalarına bir göz atın. Gil, genç Bunuel’e ileride çekeceği filmden ipucunu bile veriyor. Bunuel, 1962 yılında Gil’in bahsettiği “El Angel Exterminador – Yokedici Melek” filmini Meksika’da siyah-beyaz çekmişti. İtalyan Yahudisi ressam ve heykeltıraş Amedeo Modigliani’yle aşk yaşamış, ressam Pablo Picasso’nun (1881 – 1973) metresi olmuş, Paris’e aşık olmuş Adriana hayali bir karakter filmde. Modigliani (1884 – 1920), gerçekten bir aşk yaşamış. Resmini yaptığı güzel Katolik Jeanne onu büyülemiş ve ona sırılsıklam aşık olmuş Modigliani. Ayrıca o dönemlerde Picasso’nun modeli ve metresi de Marie-Therese Walker’di. Çoğu zamanda Paris’te yaşamış Amerikalı yazar ve şair Gertrude Stein (1874 – 1946), nostaljik roman yazan Gil’e katkı verirken, belki de ona yaşadığı zamanın da önemli olduğunu fark ettiriyor. Ünlü yazar F. Scott Fitzgerald (1896 – 1940) ve “jazz age”, yani “flapper” olan çılgın yazar eşi Zelda (1900 – 1948) boşuna hikâyede yer almıyor. Fitzgerald da zorunluluktan Hollywood filmlerine senaryolar yazmış bir sanatçı. Tıpkı filmin kahramanı Gil gibi. Filmde günümüzün ve bohem döneminin Paris’i yok. “Belle Epoque” diye anılan dönem de yansıyor. Adriana, bir önceki döneme tutkun. Elbette bu dönemde “Moulin Rouge”da resim çizen Henri de Toulouse-Lautrec (1864 – 1901) var. Hatta ressamlar Paul Gauguin (1848 – 1903) ve Edgar Degas (1834 – 1917) bile var. “Can Can” dansı da. Allen filminde, İspanyolların gelmiş geçmiş en ünlü matadoru Juan Belmonte’yi (1892 – 1962) bile unutmamış.

Müzikler ve görüntüler…

Filmde Paris gerçekten bir tablodan fırlamış sanat eseri gibi yansıyor perdeye. Ünlü kameraman Darius Khondji’nin bu filmin estetiğine çok büyük katkısı olmuş. Bu ünlü sanatçı, Jeunet-Caro ikilisinin ortak yönettikleri 1991 yapımı “Delicatessen – Şarküteri” ve 1995 yapımı “La Cite des Enfants Perdus – Kayıp Çocuklar Şehri” filmlerinde unutulmaz fotoğraflar yaratmıştı. Elbette David Fincher unutulmamalı. Fincher-Khondji ikilisinin 1995 yapımı “Se7en – Yedi” de unutulmazdı. Baştan sona fonda duyulan tüm müzikler ve şarkılar insanı büyülüyor. Sidney Bechet’nin saksofon tınısını üste çıkartan “Si Tu Vois Ma Mere” cazı, tema müziği olarak sıkça kulağınıza geliyor. Filmde, İspanyol gitarıyla çalınan ve fonda duyulan “bistro fada” tınıları da duyuluyor. “Bistro”, Portekizce bir kelime. Genelde küçük, sıcak ve samimi restoranlarda bu müzik eşliğinde yemek yeniliyor. “Fada”nınsa bir dolu anlamı var. Bizim duyduğumuz, sıcak bir gitar valsi. Yani bu anlama da geliyor. Filmdeki en büyük sürprizi, Fransa’nın şimdiki cumhurbaşkanı Sarkozy’nin eski model, yeni şarkıcı eşi Carla Bruni’nin müze rehberini oynamasıydı. Versay Müzesi’nde heykeltıraş Rodin üzerine tartışma sahnesinde fark ediyorsunuz Carla Bruni’yi. Bu fantastik film, Allen’ın ilk gerçeküstücü yapıtı değil. 1972 yapımı “Every Thing You Always Wanted to Know About Sex – Seks Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey” ve 1973 yapımı “Sleeper – 200 Yıl Sonra” filmleri de var. Filmin finali de aşka adanmış. Seine Nehri üzerindeki köprüde Gil’le Gabrielle karşılaşıyorlar ve yağmur altında aşka doğru yürüyorlar beraberce. Allen, “Paris’te Geceyarısı”yla komediye sıkı bir dönüş yapmış da oldu. 18. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde gördüğümüz “Paris’te Geceyarısı”nı Adanalılar çok sevdiler, çok güldüler ve Allen’la çok eğlendiler. Ayrıca bu filmden çok şey keşfedeceksiniz.

(30 Eylül 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com