Sinemamızda Dökülen Yapraklar

Hangisinden başlamalı? Herkesin en azından adını duyduğu (filmini görmemiş olabilir mi?) Ekrem Bora’dan mı, yoksa televizyoncuların (seyircilerinin) yakından tanıdığı Meral Okay’dan mı? Ben Ekrem Bora’dan başlarım; gerçek adını Ekrem Uçak olarak bildiğim Ekrem Bora’dan. Ama tam adı Ekrem Şeref Bora imiş. Gazetedeki ölüm ilânda yer alan üç kızından birinin adı Lale Bora olduğuna göre Uçak olan soyadı Bora olarak değişmiş olmalı, yani bildiğimiz adı ile Ekrem Bora. Şu, Yıldız Dergisi’nin yarışması sonucu sinema oyuncusu olarak seçilen, Alın Yazısı (Mehdi Özgürel) filmi ile sinemaya başlayan, kısa bir aradan sonra sinemaya yerleşen Bora’dan. Sinemada ilerlemiş yılları sırasında yapılan bir röportajından fotoğraf meraklısı (en azından bir zamanlar) olduğunu öğrendiğim kişiden. Geçen gün Metin Erksan’ın Acı Hayat filminin finalini seyrettim. Yağmur altında Ayhan Işık, ıslak mezar toprağına -T. Şoray’ın- bulanmış elini kaldırınca (tam vuracak iken) başına çeviren -ve tokattan kurtulan- Ekrem Bora’dan.

O film ile mi adını iyi oyuncuya çıkardı, -daha öncesi var mı?- (ama o filmde, iyi film-dir.) sonra bir Hızlı Yaşayanlar (Pesen), bir Kadın İntikamı (Engin), bir Sürtük (1 / Eğilmez), bir Firari Aşıklar (Saydam). Hepsi bir yana Sürtük (1 / Eğilmez – 1965) filmi bambaşkadır. Şarkıcısı (Ferah Nur) ile başı dertte olan gazino patronu (Ekrem Bora) daha fazla kaprislere dayanamayarak, şarkıcısına herhangi bir kadını da kısa zamanda ünlendireceğini söyler ve o gece (sokakta mı? gazinoda mı?) rastladıkları sokak şarkıcısını (Türkân Şoray) kısa zamanda şöhret yapacağını söyler, bahse girerler. Sokak şarkıcısı bilgisiz, görgüsüz olduğu kadar da kabadır, müzik için tutulan, (gazinonun piyanisti mi idi?) Cüneyt Arkın, sokak şarkıcısına ders vermeye başlar. Müzik, ayrıca başka derslerde alacaktır sokak şarkıcısı. Sonunda müzik konusunda patronuna ders verecek duruma gelir ama piyaniste de aşık olur (O da ona).

Yetiştirdiği, ürettiği şarkıcının başka birine ilgi duymasını kıskanan patron, “onları” ayırmaya çalışır. Ayıramayınca (İstanbul’da / gazinolarda) çalışmalarına mani olmaya çalışır. Onlarda taşraya gitmeye karar verirler ama sonuç umdukları gibi olmaz. Kadın / şarkıcı (Şoray) patrona döner ama ruhsuz bir vücut olarak. Bu patronun (Bora) hiç beklemediği bir şeydir. İlk kez yenilmiştir, hem de hiç hesaba katmadığı kişiler tarafından. Adamlarından birine bir gazino açtırır. Yine sokaklara dönmüş olan şarkıcıyı buldurup, açtığı gazinoya assolist olarak getirir. Kadın isteksiz çıktığı sahnede piyanist olarak Cüneyt Arkın’ı görünce formunu bulur. İki aşık bakışarak şarkı çalar / söylerken onları kulisten bir süre izleyen Ekrem Bora, kendini gece Beyoğlu’suna, sokaklara atar. Başında şapkası, elleri cebinde -belki (ilk kez) ağlayarak- yürürken geri doğru kayan kamera gittikçe kendisinden uzaklaşır… film siyah/beyaz. Eğilmez 1970’de Sürtük’ü (2) tekrar çeker. Sürtük, Hülya Koçyiğit, piyanist Göksel Arsoy ve gazino patronu (yine) Ekrem Bora… ama film renkli (ve ben bu versiyonu görmedim). Acaba, Ekrem Bora yine şapkası başında, yine elleri cebinde, kendini Beyoğlu yollarına vururken, kamera yine geri kaydırma yapıyor mu? Yine Ekrem Bora gece sokaklarda yitip gidiyor mu -ama bu kez film renkli!

Meral Okay, şimdi herkes bu ismi şu veya bu şekilde duymuştur. Hele geçtiğimiz günlerde, beklenen ama yine de çok erken ölümü ile adı iyice duyuldu. Önce, neden bu kadar tanınıyor, ona bakmak lâzım. Asmalı Konak’ın (dizi) senaryosunu yazmış… Dizi, herkesin (ben hariç) seyrettiği bir TV olayı idi (öncelikle dizi seyretmek gibi bir alışkanlık edinemediğimden seyredemiyorum, sonrası yok…) ama bu dizi Okay’ı hiç değilse ismen duyurdu, sonra Yeditepe İstanbul’dan önce Kasap Melahat rolü ile İkinci Bahar’da seyircileri kendine bağladı. Televizyon dizi senaryoları en son Muhteşem Yüzyıl (yine seyredemiyorum, seyretmek gibi bir kararım da olmadı) ile artık popülerliği iyice gelişti… ama bu arada Seni Seviyorum Rosa (1992), Hiçbiryerde (2001), O Şimdi Asker (2002), Beynelmilel (2006), Kaptan Feza (2009) gibi filmlerde oynamış, ödüller almış… ve yanına gömüldüğü Yaman Okay (erken ölümü nedeni ile hakkında birşeyler yazamadık ne yazık ki…) ile dokuz yıllık evliliği (-değil- aşkı) yaşamış biri olarak ve şimdi gazetelerde -ölümü üzerine- çok çeşitli yönleri ile anılmaya devam eden ve edecek olan, sinemamızda az çalışmasına rağmen sosyal sanatımızda derin izler bırakan biri olarak… Meral Okay.

Paşa Gündoğdu ve Mustafa Yılmaz… Filmlerin -eskiden yalnız başında olurdu, şimdilerde bazen başında olmuyor fakat finalde mutlaka oluyor- jeneriklerini (tanıtma yazılarını) ne kadar okuruz ve karelerde yer alan (veya akıp giden) yazılarda rastlanan (eskilerde “kameraman / foto direktörü”) şimdilerde görüntü yönetmeni karşısında yazanları (bunları aynı şekilde afişlerde de görmek mümkün), kaç tanemiz hatırlarız. “Görüntü yönetmeni” deyince bana kaç isim verebilirsiniz? İşte bunlardan iki tanesi Paşa Gündoğdu ve Mustafa Yılmaz, geçtiğimiz günlerde yaşama veda etti. Sinema çevrelerinin bile pek haberi olmadan. Paşa Gündoğdu, belki birinci sınıf bir görüntü yönetmeni olamadı ama Yeşilçam’a emek verenlerden biri idi. Ya Mustafa Yılmaz? Yıllarca Uğur Film (Memduh Ün) yapımlarında -çoğu siyah / beyaz filmlerde- o zamanlar dünya standartlarının hayli gerisindeki kameralarla ne çalışmalar yaptılar. Mustafa Yılmaz bu çalışmalarından birisi ile (Namusum İçin) Antalya’da bir ödül dahi aldı. (Bu ödüllerin, alanlarını ne derece tanıtır olduğu da hayli tartışmalıdır.)

Paşa Gündoğdu’nun haberi ailesinin gazetelere (Hürriyet) verdiği ilânla duyuruldu tanıyanlarına. Mustafa Yılmaz’ın ölümü ise cenazesinin -hemen hemen kimsesiz- kalkmasından on beş gün sonra, bir zamanlar yanında çalışan biri tarafından duyuruldu, sessiz sedasız olarak… Herşey olup bitti mi? “Yeşilçam” demek şöhretleri kendilerinden menkûl bir takım aktör ve aktristler demek midir? Onlarda bilir kendilerini “yıldız” yapan bir adsızlar ordusu olduğunu ama bu adsızları neden hep öldüklerinde hatırlarız? Bir “adsızlar ordusu” dedikse, -bu gün- o ordu dediğimiz kitle pek fazla kalabalık değildir. Zaten birçoğu ebediyete intikâl etmiştir. Geride kalanların adlarını ölüm ilânları veya bir zaman sonra şu veya bu şekilde çevresinde bulunanlardan öğrenmek bana hiç de adil gelmiyor. Neden böyle oluyor? Bu -hadi yine aynı deyimi kullanalım:- “adsızlar ordusu”na sahip çıkacak -kişi değil- kurum, hani nerede?

Güngör Erbayık. İsim olarak hatırlayanınız var mı bilemiyorum ama gazetelerde ölüm haberi yer aldığında merakım sinema ile ilgilenip ilgilenmediği oldu. Seyretsin veya seyretmesin herkesin -en azından- adını duyduğu Bizimkiler dizisi oyuncularından. Hadi diziyi seyredenlerin tanıyabileceği sıfatı ile söyleyeyim: Dizideki Tahta Kafa’nın karısı rolünde oynayan Erbayık. Sinemada bir tek Yeşil Bir Dünya (1990 / Faruk Turgut) filminde oynamış… Filmin, kitaplara giren oyuncu kadrosunda adı geçmiyor ama oynamış… Zaten oynadığı filme de kitaplardan (Türk Filmler Sözlüğü / Agâh Özgüç, Cilt: 2 – 1990 yılı) başka bir yerde rastlamadım -en azından ben rastlamadım, sinemalarda filân- ama bu, Erbayık’ı sinemacı olarak anmamıza mani değil…

Üç oyuncu (biri yılların oyuncusu, diğerleri az, “tek” sayıda film oyuncuları), iki görüntü yönetmeni. Kimi gürültülü, çoğu sessiz sedasız aramızdan ayrıldı. Yazdıklarımız okundukça (ve yazılanları saklayanlar oldukça, belki yıllar sonra) hatırlanabilecekler. Ne kadarı tanınabilecek… Adı daha çok anılacak olan Yeşilçam kişileri (halkı) sanıldığı kadar çok değildir. Öldükçe hatırlanırlar, yaşarken -hele eskimişleri- isim olarak belki hatırlanırlar (o da kaç kişi tarafından?) fakat çoğunluğu kişi olarak tanınmazlar!

(15 Nisan 2012)

Orhan Ünser