Baharla Gelen Festival Başlıyor

31. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 31 Mart-15 Nisan tarihleri arasında 200’ün üstünde filmle Beyoğlu, Atlas, Fitaş 1, Fitaş 4, Pera, City’s ve Rexx’te sinemaseverlerle buluşuyor. En ucuz bilet beş lira.

Baharla özdeşleşmiş Uluslararası İstanbul Film Festivali, insanda müthiş hatıralar oluşturuyor. Yeni sinemacılara ilham veriyor. Şehre canlılık getiriyor. Bu yılki festivalde 200’ün üzerinde film gösteriliyor. Festival filmleri Beyoğlu’nda Atlas, Beyoğlu, Pera, Fitaş 1, Fitaş 4, Kadıköy’de Rexx, Nişantaşı’nda City’s sinemalarında gösteriliyor. En ucuz biletler hafta içi gündüz seanslarında beş lira. Festivalin bilet fiyatları enflasyonun önünde koşuyor her zamanki gibi. “Altın Lale Ulusal Yarışma”da 12 film yarışıyor. Jüri başkanlığını da şair-yazar Murathan Mungan üstleniyor. 11 filmin yarıştığı “Altın Lale Uluslararası Yarışma”nın jüri başkanlığını da önemli yönetmenlerimizden Nuri Bilge Ceylan yapıyor. Festival filmleri 27 bölümle sinemaseverlere ulaşıyor. Ama, hemen İrlandalı Mark Cousins’in 15 saat süren sinema üzerine 2011 yapımı “The Story of Film: An Odyssey-Filmin Hikâyesi: Uzun ve Maceralı Bir Yolculuk” epik belgeselini hatırlatmalı. Bu belgesel, sinemaseverler için gerçek anlamda bir macera olacak.

Yarışma filmlerinden…

St. Petersburg’da doğmuş, ailesiyle Amerika’ya göç etmiş Rus yönetmen Julia Loktev’in yönettiği 2011 yapımı “The Lonelist Planet-Yalnız Gezegen” filminin başrolünde Gael Garcia Bernal var. Çeşitli uluslararası film festivallerinden ödüller kazanmış filmin hikâyesi, Gürcistan’da, Kafkaslar’da geçiyor. Mutlu bir çiftin peşine takılıyor kamera. Çiftin, otobüsle ve trenle huzurlu yolculukları Kafkaslar’da sürüyor. Önce romantik haller, sonra korku filmi tadı. Loktev’in bu filmini, Bertolucci’nin 1990 yapımı “Sheltering Sky-Çölde Çay” filminin ruhuyla buluşturanlar da olmuş. Ama asıl ilham Amerikalı yazar Tom Bissell. Yönetmen, yazarın “God Lives in St. Petersbug: Expensive Trips” (Tanrı St. Petersburg’da Yaşıyor: Pahalı Geziler) kitabından bilgi anlamında beslenmiş. “Uluslararası Yarışma”da öne çıkan Ermeni kökenli Fransız yönetmen Robert Guédiguian’ın 2011 yapımı “Les Neiges du Kilimandjaro-Kilimanjaro’nun Karları”, Ernest Hemingway’in kısa hikâyesinin adını ödünç almış. Değerli sosyalist yönetmen Guédiguian, işsiz ve yaşlı bir tersane işçisinin bir soygunla yerle bir olan hayallerini etkileyici bir dille anlatıyor. İranlı yönetmen ve fotoğraf sanatçısı Amir Naderi’nin Japonya’da çektiği sinema aşkına adanmış “Cut” filmi yarışmanın en büyük adaylarından. Naderi’nin görsel dünyasının çok zengin olduğunu belirtmeliyiz. “Ulusal Yarışma”da en öne çıkan Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” filmi. Demirkubuz filmini Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” (Zapiski iz Podpolya) romanından çekmiş. Psikanalitik ve varoluşçu bu roman perdeden nasıl yansıyacak? Zazaca çekilmiş 2011 yapımı “Ana Dilim Nerede?” filmi de var. Veli Kahraman’ın yönettiği bu film, dil üzerine bir travma.

Sinema müzikle buluşur…

Martin Scorsese ustanın vakti zamanında sinema perdesinde gördüğümüz “New York New York”, hem bir şehre hem de müzikâl filmlere adanmış büyük bir film. Bu filmde saksafoncu Jimmy’nin şarkıcı Francine’e duyduğu büyük aşka dokunuyorsuz. Jimmy, iş için konuşmaya başlayacakken Francine öne bir adım atıyor ve “New York New York” şarkısını söylemeye başlıyor. Sinemanın en unutulmaz sahnelerindendir bu. Filmde Robert de Niro ve Liza Minelli var. Frank Sinatra’nın ünlendirdiği “New York New York” şarkısı bu filmde ilk defa duyulmuştu. Sinatra bu şarkıyı 1979 yılında kaydetmişti. Filmin görselliğine doyamıyorsunuz. 1970’lerin sinemasını perdede görmek heyecan verici. Kamera açıları ve ışık düzenlemeleri büyüleyecek. De Niro’nun saksafonla solo yaptığı sahneyi hem seyretmeye hem de dinlemeye doyamıyorsunuz. Scorsese, “New York New York” için, “setinde en huzur bulduğum filmdi” demişti yıllar sonra. Alan Parker’ın sinemaskop ve “dolby digital” ses düzeniyle görülmesi gereken büyük filmi 1982 yapımı “The Wall-Duvar”, Pink Floyd’un aynı adlı albümünün görselleşmesi. Zamanında sinema perdesinde seyretmeye doyamadığımız bu modern müzikâl, İngiliz eğitim sistemine ağır eleştiriler getiriyordu. Filmde ünlü şarkıcı Bob Geldof var. Pink Floyd, rock opera bu albümünü 1979 yılında yayımlanmış ve ardından İngiltere’de yasaklanmıştı. Az diyaloglu ve ağırlıklı olarak animasyon görüntülerden oluşan bu film bir klâsik şimdi. Elbette Pink Floyd’un “The Wall” albümündeki muhteşem şarkıları da dinliyorsunuz o animasyon görüntülerle. Nazilerin kamalı haçlarını çağrıştıran çekiçlerin askeri yürüyüşü, çocukların öğretmen tarafından kıyma makinesine atılışı, sevgiyle birbirlerine sarılan çiçeklerin birden kavgaya tutuşmaları aklınızdan hiç çıkmayacak belki. Pink’in, örülen duvarın ardına “Orada kimse var mı” yakarışı, modern zamanlardaki yabancılaşmanın ve iletişimsizliğin uç noktası belki.

Yıllara meydan okuyorlar…

İspanyol kökleri olan 1943 doğumlu Fransız yönetmen André Techiné’nin 2011 yapımı “Impardonnables-Affedilmeyenler”, muhteşem André Dussollier ve Carole Bouquet’yi bir araya getiriyor. Bir polisiye yazarının Venedik’te sakinliği ararken aşka düşüşünü görselleştiriyor. Filmde polisiye tatlar da var. Sinemaskop çekilmiş bu filmde Venedik’e aşık olma ihtimali var. Büyük Rus yönetmen Tarkovski’nin ruhunu taşıyan 1951 doğumlu Aleksandr Sokurov, 2011 yapımı “Faust” filmini Goethe’nin oyunundan ve Yuri Arabov’un kitabından sinemaya uyarlamış. Bu film, 68. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” kazandı. 19. yüzyılın başlarında geçen filmde, Faust ruhunu Mefisto’ya satıyor. Rusya’nın başkanı Putin bu filmi önemli bulmuş. Venedik’te jüri başkanı da olan önemli Amerikalı yönetmen Darren Aronofski “Faust” için, “Hayatınızı değiştirecek film” demiş. 1996 yapımı “Profundo Carmesi-Koyu Kırmızı” filmiyle tanıdığımız 1943 doğumlu Meksikalı yönetmen Arturo Ripstein’ın 2011 yapımı “Las Razones del Corazon-Gönül Lâf Dinlemez” filmiyle festivalde. Film, Flaubert’in “Madam Bovary” klâsiğini 1950’lere uyarlıyor. Siyah-beyaz çekilmiş bu film dışavurumcu estetiğiyle sanatseverleri büyüleyebilir. 1948’de Cezayir’de doğmuş Fransız çingene yönetmen Tony Gatlif, filmlerini çingenelere adıyor daima. Festivalde 2012 yapımı “Indignado-Öfkeliler” belgeseli gösteriliyor. Senegalli göçmen Mamebetty Honoré Diallo kendini oynuyor Betty adıyla bu belgeselde. Toplama kampından kurtulmuş 1917 doğumlu Yahudi Stéphane Hessel, 2010 yılında “Indignez-vous”, yani “Öfkeliler” makalesi yayımladı. Ekonomik krizle beraber İspanya’da “Güneş Kapısı” (Puerta del Sol), ABD’de “Wall Street’i İşgâl Et” (Accupy Wall Street) gibi önemli protesto hareketlerini başlatmıştı. Belgesel ayrımcılığa uğrayanlara, göçmenlere, sığınmacılara, yoksullara ve benzer durumda olanlara adanmış. İtalyan sinemasından Paolo ve Vittorio Taviani’nin 2012 yapımı “Cesare Deve Morire-Sezar Ölmeli” filmi gösteriliyor. Taviani kardeşlerin bu renkli ve siyah-beyaz filmi, 62. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” kazanmıştı. Almanların muhafazakâr bulduğu filmde gerçek mahkûmlar da oynuyor. Roma’daki Rebibbia Cezaevi’nde Shakespeare’in “Jül Sezar” oyunu sahneleniyor. Mahkûmlar da oyuna katılıyor.

Akbank Galaları’ndan düşenler…

İngiliz yönetmen Michael Winterbottom’ın 2011 yapımı “Trishna”, İngiliz yazar Thomas Hardy’nin 1891 yılında yayımlanmış “Tess of the d’Urbervilles” romanından uyarlandı. Bu romanı ünlü yönetmen Roman Polanski de 1979 yılında “Tess” adıyla uyarlamıştı. Winterbottom, bu romanı günümüz Hindistan fonunda çekmiş. Film, yoksul genç kız Trishna’nın dramını gerçekçi bir dille anlatıyor. Trishna, yoksul ailesine ekonomik olarak destek için yakın turistik bir şehirde garsonluk yapıyor. Filmde göreceğiniz yorguluklar gerçek. Yönetmen oyuncularına doğaçlama yapma fırsatı da vermiş. Filmde diyaloglar da az. “Trishna” filminde gelir adaletsizliklerini açıkça görüyorsunuz. Martin Scorsese usta, 2011 yapımı “George Harrison: Living in the Material World-George Harrison: Fani Dünyaya Karşı” belgeseliyle Beatles hayranlarına sesleniyor. Belgesel, Beatles ve bu muhteşem müzik grubunun gitaristi Harrison hakkında her şey. 1998’de “Shakespeare in Love-Aşık Shakespeare”, 2001’de “Captain Corelli’s Mandolin-Corelli’nin Mandolini”, 2005’te “Proof-Kanıt” gibi etkileyici filmler yapan İngiliz yönetmen John Madden’ın 2011 yapımı “Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili-The Best Exotic Marigold Hotel” filmi gösteriliyor. Filmde, İngiliz emeklilerin Hindistan’daki egzotik tatilleri anlatılıyor. Kieslowski ustanın unutulmaz üçlemesinin ikinci filmi 1993 yapımı “Trois Couleurs: Blanc-Üç Renk: Beyaz” filmiyle tanıdığımız Amerikan-Fransız karışımı oyuncu-yönetmen Julie Delpy, 2007’de çektiği “2 Days in Paris-Paris’te 2 Gün” filmine karşı bu defa 2012 yapımı “2 Days in New York-New York’ta 2 Gün” filmini yapmış gibi. Delpy, iki kültüre de ait. Oyuncular ve yönetmenler bir araya gelmiş ve 2012 yapımı “Les Infideles-Sadakâtsizler” filmini yapmışlar. Filmi Emmanuelle Bercot, Fred Cavayé, Alexandre Courtes, Jean Dujardin, Michel Hazanavicius, Eric Lartigau, Gilles Lellouche yönetmiş. Jean Dujardin, Gilles Lellouche, Guillaume Canet, Mathilda May ve Sandrine Kiberlain oynamışlar. Film bir giriş (prolog), sekiz bölümden (epizottan) ve son sözden (epilog) oluşuyor. Bu film, kadınlar için erkeklere dair birçok şeyi keşfetme olabilir.

Onlar anılara karıştı…

“Anılarına” bölümünde kaybettiğimiz sinemacıların filmleri var. İngiliz yönetmen Ken Russell’ın (1927-2011), Çaykovski’nin hayatını anlattığı 1970 yapımı “The Music Lovers-Yalnız Kalpler” filmi gösteriliyor. Hayatı boyunca hiçbir kadınla olmamış büyük besteci Pyotr İlyiç Çaykovski’ye (1840-1893) Freudyen bir bakış bu film. Filmde etkileyici bir an var filmde. Bu an, Çaykovski’nin tüm hayatını etkiliyor. Çocukken annesinin çıplak ölüsünü gören küçük Pyotr, kadınlara karşı hep uzak duruyor bu travmadan sonra. Kadınların birden edip gidenler olduğunu sanıyor zihninde. Filmi seyrederken, o coşkulu müziklerin içerideki fırtınaların dışavurumu olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Şilili Raul Ruiz (1941-2011), şiirsel sinemanın önemli yönetmenlerinden kabul ediliyor. Onun, 1983 yapımı “Les Trois Couronnes du Matelot-Denizcinin Üç Altını” gösteriliyor. Filmde, bir öğrenci ve bir denizcinin üç taç etrafındaki macerası var. Sinemanın ve tiyatronun önemli sanatçılarından İngiliz Laurence Olivier’nin (1907-1989) yönettiği ve oynadığı 1957 yapımı “The Prince and the Showgirl-Prens ve Şov Kızı” gösteriliyor. Festival, Olivier ve Marilyn Monroe’yu anmış oluyor. “Yeni Alman Sineması”nın en önemli yönetmenlerinden Rainer Werner Fassbinder’in (1945-1982), Vladimir Nabokov’un romanından uyarladığı 1978 yapımı “Despair-Cinnet” gösteriliyor festivalde. Dirk Bogarde gibi muhteşem oyuncu da başrolde. Sinemanın büyük ustası Theo Angelopoulos’un (1935-2012), yakın Yunan tarihindeki trajedilere baktığı 1975 yapımı “O Thiassos-Kumpanya” gösteriliyor. Lütfi Ömer Akad’ın (1916-2011), Yılmaz Güney’e başrolü verdiği 1966 yapımı “Hudutların Kanunu” gösteriliyor. Yusuf Kurçenli de (1947-2012), Türkan Şoray’la yaptıkları “Gramafon Avrat” filmiyle anılıyor.

Mayınlı Bölge…

Sinemanın farklı filmlerinin gösterildiği bu bölümde on yapım var. Alman kameraman, senaryo yazarı ve yönetmen Jan Zabeil’ın ilk uzun filmi 2011 yapımı “Der Fluss war einst ein Mensch-Nehir Bir İnsandı”, Afrika’da, Bistvana ve Namibya’dan hikâyeler anlatıyor. Bu film, Bostvana bataklıklarıda kaybolmuş bir beyaz adam hakkında. San Sebastian Film Festivali’nde “Kutxa Yeni Yönetmeler Ödülü” kazanan Zabeil’ın filmine, kara kıtadan Avrupalılar için masal gibi macera gösteriyor deniyor. 64. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan Avusturyalı yönetmen Markus Schleinzer’in 2011 yapımı “Michael”, sübyancılık üzerinde duran sarsıcı filmlerden. Bu film Schleinzer’in ilk yönetmenlik deneyimi. Kırk yaşındaki sigortacı Michael, tek başına yaşıyor. Bodrum katında kilitli tuttuğu on yaşındaki Wolfgang’la “ilgileniyor…” Taylandlı yönetmen Pen-ek Ratanaruang, 2011 yapımı filmi “Fon Tok Kuen Fah-Beyninden Vurulmuş”, 62. Berlin Film Festivali’ne de katılmıştı. Dürüst bir polis, güçlü bir politikacı tarafından şantaja uğruyor, ardından ihanet, yolsuzluk ve entrika içinde buluyor kendini. Yönetmen Ratanaruang için, Tayland sinemasının “auteur”ü deniyor. Bu filme de varoluşsal kara film demişler. Kamera açıları çarpıcı. Güney Koreli yönetmen Kim Kyung-mung, 2011 yapımı “Jooltak Dongshi-Yurtsuzlar” filminde kaçak Kuzey Koreli Joon’un peşine takılıyor.

Devrimin Filmini Çekmek…

“Arap Baharı”nın sineması bu yıl festivalin konuğu. İran’da anonim çekilmiş “Fragments d’Une Revolution-Bir Devrimden Parçalar”, 2009 yılındaki seçimlere ve protestolara bakıyor. Kahire’de devrimin simgesi Tahrir Meydanı’ndaki eylemleri yansıtan Sicilyalı yönetmen Stefano Savona’nın 2011 yapımı belgeseli “Tahrir: Özgürlük Meydanı”, televizyon ekranlarından gördüklerinizi yakından yansıtıyor. Hanan Abdalla, Mısır Devrimi’ni dört kadının gözünden anlattığı 2012 yapımı “In the Shadow of a Man-Bir Erkeğin Gölgesinde” belgeseli de öne çıkıyor. Tunus Devrimi’ni anlatan Mourad Ben Cheikh’in 2011 yapımı belgeseli “La Khaoufa Baada Al’Yaoum-Artık Kokmak Yok”, bu devrimi tüm ayrıntılarıyla gösteriyor. Elyes Baccar’ın 2011 yapımı “Rouge Parole-Kızıl Söz” belgeseli de Tunus’a kamera çevirmiş. Ukrayna’daki “Turuncu Devrim”den gelen Andrey Zagdananski’nin 2007 yapımı belgeseli “Orange Winter-Turuncu Kış” da önemli. Arap isyanının simge filmi, İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun 1966 yapımı siyah-beyaz politik başyapıtı “La Battaglia di Algeri-Cezayir Savaşı” filmi. Bu film, Fransa’da yıllarca yasaklandı. Bununla kalmadı, Fransa hükümeti yönetmeni işsiz bıraktı ve neredeyse açlığa mahkûm etti.

Bir Sinema Geleneği: Wuxia…

2012 Türkiye’de Çin Kültürü Yılı için festivalde Çin sinemasının muhteşem dönemsel filmleri gösteriliyor. “Wuxia”, basit anlatımla Çinli savaşçılarının kurgusal yansıtılması. Bu bir edebi tür, sanatın çeşitli alanlarıyla anlatılabiliyor. Bu kelime “dövüş sanatı” anlamına geliyor. Zhang Yimou’nun iki filmi gösteriliyor. İlki 2002 yapımı “Ying Xiong-Kahraman”, görselliğiyle sinemanın geldiği son noktalardan. Hikâye, MÖ 227’de Qin Kralı döneminde geçiyor. Muhteşem kameraman Christopher Doyle’un seyretmeye doyulmaz estetik fotoğrafları insanı yerden kesiyor. Besteci Tan Dun’un tınılarına kulak vermek gerekecek, kesinlikle. Ustanın 2004 yapımı “Shi Mian Mai Fu-Parlayan Hançerler”, perdede seyretmeye doyulmaz Zhang Ziyi’nin baştan sona gösterisi gibi. O eski Hong Kong filmlerindeki gibi havada uçuşlar, dövüş sahneleri tam anlamıyla estetik bir gösteri. Perdede Çin resim sanatını izler gibi oluyorsunuz. Bu defa hikâye MS 859’da geçiyor. Hanedansa Tang. Hong Kong doğumlu yönetmen Ronny Yu’nun 2006 yapımı “Huo Yuan Jia-Korkusuz” filminin hikâyesi 1900’lerin başında geçiyor. Yu’nun diğer filmi, 1993 yapımı “Bai Fa Mo Nu Zhuan-Beyaz Saçlı Gelin” dövüş filmi. Hong Konglu Su Chao-pin ve John Woo’nun ortak yönettikleri 2010 yapımı “Jian Yu-Katiller Devri”, bir Hint efsanesinden yola çıkmış. Tsui Hark’ın yönettiği 1983 yapımı “Xin Shu Shan Jian Ke-Büyülü Dağın Savaşçıları” filminde dövüş bol. Tayvanlı yönetmen Ang Lee’nin 2000 yapımı “Wo Hu Cang Long-Kaplan ve Ejderha”, dört dalda Oscar kazanmıştı. Filmde Türkçe kelimelerde duyuyorsunuz. Büyük yönetmenlerden Wong Kar Wai, 1994 yapımı “Dung Che Sai Duk-Zamanın Külleri” filmiyle bir distopya yaratıyor. Eski Çin’de geçen film, geçmişten günümüze karamsarlık gönderiyor. Filmin görselliği çok zengin ve gerçeküstü. Christopher Doyle’un görüntülerine dikkat. Roel L. Garcia ve Frankie Chan’ın müzikleri muhteşem.

GÖZDEN KAÇMASIN:

Yeraltı
Kilimanjaro’nun Karları
New York New York
Faust
Sezar Ölmeli
Yurtsuzlar
Hudutların Kanunu
Cezayir Savaşı
Kaplan ve Ejderha

DİKKAT, AYRINTI:

Duvar
Gönül Laf Dinlemez
Öfkeliler
Trishna
George Harrison: Fani Dünyaya Karşı
Sadakâtsizler
Beyninden Vurulmuş
Yalnız Kalpler
Cinnet
Filmin Hikâyesi: Uzun ve Maceralı Bir Yolculuk
Kahraman
Zamanın Külleri

(30 Mart 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com