Kısa film, düşlerinizde geliştirdiğiniz öyküyü sansürlemeden, tüm engelleri bir şekilde aşarak (en azından aşmaya çalışarak) söylemek istediğinize odaklanan, önemli bir dildir. Yeni bir anlayışı, yeni bir soluğudur sinemanın; kaygısız, korkusuz, önyargısız ve art niyetsiz.
Bir coşkudur kısa film…
Kısa filmi, dağların doruklarından, baharla birlikte eriyen kar sularının çağıltılı, okyanusa ulaşma coşkusudur böyle tanımlamak aynı coşkunun yansıması olmalıdır ki heyecan bir yaşam boyu sürsün. Gerçekte de öyledir, hayat sizi alır taşır kendi coşkusunun içine…
“Burjuvalar yüksek duvarlarla
Çevirmişler avlularını
Ama bir kiraz ağacı gördüm ki geçen gün
Dışarı uzatmıştı en çiçekli dalını”
Ataol Behramoğlu’nun bu dizeleri en iyi tanımıdır kısa filmin de kısa filmcinin de… Böylesine bir tanımın ardından tutup kısa filmi, kurmaca filmin (fiction) özeti olarak görmek yanlışına düşmemek gerekir. Bizde ağırlıklı olarak, özet film olarak tanımlanabilecek filmler izliyoruz kısa film diye.
Arasındaki fark-lar…
Uzun filmle kısa filmin arasındaki farkları saymak gerekir o zaman. Önce adından başlayalım: Sözlükler de içinde; kısa film, iki sözcük olarak yazılır tüm kitaplarda; oysa kısa film başlı başına bir türdür ve ‘kısa’lıkla hiçbir ilgisi yoktur. Zaten kısa filmi kısa yapan süresinden çok içinde barındırdığı coşku ve aşktır. Bağımsız oluşu, yapımcısının yalnızca kendi kararları doğrultusunda, kendince anlatması ve kuşkusuz kimseye kendini beğendirme gibi bir kaygısının olmamasıdır temelinde yatan. Çoğunlukla senaryosunu yazan kendi gücü ile doğru orantılı, olanakları ölçüsünde yapar, yönetir. Kimi zaman kendi çeker. Pek seyrek olarak profesyonel oyuncular rol alsalar da oyuncu kaprisi olmaz kısa filmde.
Bu çerçeveden bakınca “Kırmızı Kaplumbağa” tüm profesyonelliği, ekibi, yapımı, sunumuyla ne kadar ticari olursa olsun, uzunluğuyla çelişse de kısa filmdir.
Profesyonel ama kısa film…
Yalnızlığı bilir misiniz, anladığınız ve/veya anlattığınız anda kaybolan, dilinizin ucuna gelip de seslendiremediğiniz… Tam da o baş başalığı anlatıyor “Kırmızı Kaplumbağa”.
Hepsi bir öyküde buluşmuş. Bir adaya düşen ve tek derdi oradan kurtulmak isteyen adamın öyküsünde… Issız adaya düşen Robinson Crusoe geliyor akla hemen. Ama onun Cuma’sı var, hiç değilse. Bu filmde biri var, adı da yok, ulusu da… Yalnızlığın sessizliği var yanında. Tek derdi bir an önce kurtulmak. Onun için bir barınak bile yapmıyor kendisine, varsa yoksa sal…
Kırmızı Kaplumbağa, doğayla iç içe, onun büyüsünü, içtenliğini, sakin ve yalınlığını anlamamız için. Her ne yaparsanız, kendiniz için yapıyorsunuz çünkü. Doğa kendi yolunda, kendi çizgisinde yürüyor. Ya ayak uydurursunuz ya da silinirsiniz. Karar sizin.
Görselliği tanıyalım…
Ses değil ama söz olmayınca anlatımın bütün yükünü perdeye yansıyan doğa, yaşananlar ve müzik üstleniyor. Doğa betimlemelerine diyecek yok. Müzik ve kuşkusuz uyumu müthiş. Ayzenştayn’ın filmini kurarken müziği de yazdığını hatırladım birden. Yerinde ve dozunda alabildiğine etkileyici kuşkusuz. Bırakın kendinizi görüntünün ve müziğin akışına, ıssız adadaki yalnız adamı takip edin. Hayallerini, umutlarını, kadınıyla buluşup çocuk yapmasını, doğa olaylarını ve kuşkusuz kırmızı kaplumbağanın getirdiği o güzelliği yaşayın, küçük yengeçlerle gülümseyin.
Yönetmen Michael Dudok de Wit’in filmi, göndermeleriyle öne çıkıyor: Tedirginlik, heyecan, umut… en çok da umut. Bir çizgi filmden çok ileride…
Muhakkak izleyin, ailecek izleyin, isterseniz sonra konuşalım.
Kırmızı Kaplumbağa, yönetmen Michael Dudok de Wit…
(19 Mart 2017)
Korkut Akın