Kayıp Şehir Z

James Gray’in yönettiği ve Charlie Hunnam, Robert Pattinson, Sienna Miller ile Tom Holland’ın oynadığı Kayıp Şehir Z (The Lost City of Z), 21 Nisan 2017′de Chantier Films dağıtımıyla Chantier Films tarafından vizyona çıkarıldı.
Yaşanmış bir hikâyeye dayanan filmde 1925 senesinde, Percy Fawcett, Amazon ormanlarına giderek köklü bir uygarlık bulup tarihin bu önemli keşfini yapmak ister. Avrupalılar dünyanın bilinen en büyük ormanı olan Amazon’da El Dorado adında bir krallık olduğuna ve gezginlerin bu krallığı bulmak amacıyla yola çıkıp öldüklerine inanırlar. Fawcett oğluyla birlikte bu krallığın varlığını kanıtlamak için yola çıkar.

  • Basın Bülteni: 1 / 2
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb

Yeni Film Fonu Dördüncü Dönem Destekleri Belli Oldu

Anadolu Kültür ile If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali ortaklığıyla kurulan Yeni Film Fonu’nun 2016’nın ikinci döneminde desteklediği filmler belli oldu. 2016 jürisi Berke Baş, Melek Ulagay, Yeşim Ustaoğlu, Yıldırım Türker ve Zeynep Dadak’ın değerlendirmesi sonunda 7 filmin desteklenmesine karar verildi. Desteklenen 1 kısa ve 6 uzun/orta metraj belgesel film şöyle sıralandı: Dermansız Adam (Hakkı Kurtuluş, Melik Saraçoğlu), Bitmeyen Sefer (Emine Gözde Sevim), Besna (Selim Yıldız), Dert Bende Derman Bende (Rüzgar Buşki, Senem Donatan), Kardeş Türküler Belgeseli (Çayan Demirel, Ayşe Çetinbaş), Rüzgâr Tayı (Sidar İnan Erçelik), Derdo Ana ve Ceviz Ağacı (Serdar Önal).

Yeni Film Fonu Dördüncü Dönem Destekleri Belli Oldu yazısına devam et

Ferhan Baran Yazıyor: 2016’dan Benim Seçtiklerim

2016 yılı çok sayıda iyi film izlemenin keyfini yaşadığımız, sinema açısından hayli bereketli bir seneydi. Sinema sezonu yıl bitiminde sona ermiyor kuşkusuz, ancak her yazardan geleneksel bir değerlendirme ve en iyiler listesi vermesi beklenir. 1- Tikkun: İstanbul Film Festivali’nde hayran olduğumuz, İsrailli yönetmen Avishai Sivan’ın muazzam bir tekinsizlik duygusuyla donattığı filmi, güvenli sandığı inanç dünyası yerle yeksan olan … Devamı… »

Bir Oyunbozanın Amerika’yla Dansı

Snowden
Yönetmen: Oliver Stone
Eser: Anatoly Kucherena ve Luke Harding
Senaryo: Kieran Fitzgerald-Oliver Stone
Müzik: Craig Armstrong-Adam Peters
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt (Snowden), Shailene Woodley (Lindsay Mills), Melissa Leo Laura), Tom Wilkinson (Ewen), Zachary Quinto (Glenn), Robert Firth (Dr. Stillwell), Rhys Ifans (Corbin O’Brian), Joely Richardson (Janine Gibson), Anatoly Kucherena (Rus Diplomat), Scott Eastwood (Trevor James), Ben Chaplin (Robert Tibbo), Nicolas Cage (Hank), Edward Snowden (Kendisi)
Yapım: Endgame-Wild Bunch (2016)

Büyüklerden Oliver Stone’un, bir CIA ajanının Amerika’nın günahlarını ortaya döküşünün hikâyesini anlattığı “Snowden” filmini izlerken, sürekli umutla umutsuzluk arasında gidip geleceksiniz.

Hong Kong, 2013… Edward Snowden, belgeselci Laura Poitras ve Guardian’da çalışan gazeteci Glenn Greenwald’la otel odasında gizlice buluşuyor. Laura kamerayla çekim yaparken, Glenn de sorularını soruyor ona. Sonra onlara Guardian’dan Ewen MacAskill de katılıyor. NSA denilen Ulusal Güvenlik Ajansı’nın insanları internet ve telefon üzerinden izlemelerini ifşa ediyor Snowden. Film, 2004 yılına gidiyor. Snowden, Özel Kuvvetler’e girmek için eğitimlere katılsa da yatakhanede kaza geçirince hayalleri suya düşüyor. Liseyi bile bitirememiş, birkaç dili az çok konuşabilen Snowden ne yapabilirdi? Bilgisayarda dâhi olan Snowden, bir umutla CIA’e başvuruyor.

Büyük Oliver Stone, 2016 yapımı sinemaskop “Snowden” filmini iki kitaptan uyarlamış. 1956 doğumlu Anatoly Grigorievich Kucherena, Snowden’ın Rusya’daki haklarını savunan bir avukattı. Avukat olarak Snowden’ı savunuyor. Bu filmde avukatın “Time of the Octopus” (Ahtapot Zamanı) romanından da yararlanıldı. Film, Guardian’ın 1968 doğumlu muhabiri Luke Daniel Harding’in 2014’te yayınlanan “The Snowden Files: The Inside Story of the World’s Most Wanted Man” (Snowden Dosyaları: Dünyanın En Çok Aranan Adamının İç Hikâyesi) casusluk kitabından da yararlanmış. Harding’in bu eserine New York Times, “Le Carré romanının içinden Kafka geçmiş gibi” diye değerlendirmiş.

Güç veren sevgili…

Tedaviden sonra CIA Müsteşarlığı’na başvuruyor Snowden. Birtakım güvenlik soruşturmaları, soruların ardından işe kabul edilmiyor. Ama müsteşarlıkta müdür yardımcısı olan Corbin O’Brian, ondaki cevheri fark ediyor. Çünkü Snowden bilgisayarda bir dâhi gibi. Ulusal güvenliğin buna ihtiyacı vardı. Snowden “Tepe”de eğitim almaya başlıyor.

Amerika’daki yüz milyonlarca, tüm dünyadaki milyarlarca insanın cep telefonu, e-postaları ve sosyal ağdaki paylaşımları takip edilmesi gerekiyordu. Her şey yüce Amerika’nın güvenliği ve çıkarları içindi. İnsan kendini Orwell’ın fütürist “1984” romanının içindeymiş gibi hissediyor. “Büyük Birader” hepimizi gözlüyordu. Snowden burada Hank Forrester’dan eğitim alıyor. Hank, yasadışı olanla mücadelesinde kaybetmiş ve şimdi işe yeni başlayanları eğitiyor müsteşarlıkta.

Snowden, internette tanıştığı Lindsay Mills’le de buluşuyor. Lindsay fotoğraf çekmesini de çok seviyor. Liberal Lindsay, Amerika’nın iç ve dış politikalarının protesto edilmesinden yanayken, Amerika’ya inanmış sağcı Snowden Amerika’nın yaptığı her şeye safça inanıyor. Dünya görüşleri farklı bu iki insanın ilişkileri aşka dönüşüyor çok geçmeden. Snowden’ın hayattaki en büyük buluşu Lindsay belki de. İyi ve kötü günde daima yanında o var. Snowden içine kapanık bir insan. Lindsay, sevmeyi de öğretiyor ona. Sevişmeleri de, “Elimizde sevişmekten başka ihtimal kalmadı” gibi. Bu söz, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanında geçiyordu. Bu güzellikleri yaşayan Snowden, görevinde yapılanları gördükten sonra ahlaki açıdan bunları kaldıramıyor ve CIA’den istifa ediyor.

Dönülmez yolda…

Bir süre işsiz kaldıktan sonra NSA’de işe başlıyor. Tokyo’da görev yapıyor. Görünürde Amerika orada yeni bir program inşa etmek istiyor. Asıl amaç başka. Tüm müttefikleri telefon ve internet üzerinden izlemekti. Snowden buradan da ayrılıyor. Ardından Maryland’e, Lindsay’in yanına gidiyor ilişkilerini düzeltmek için. İlişki düzelirken, Corbin tarafından yine işe alınıyor. Bu defa göreviyse Havai’deydi. Epilepsi hastası da olan Snowden, arada bir bayılıyor. Havai ona iyi gelebilirdi. Burada “Tünel” denilen II. Dünya Savaşı’ndan kalma gözetim ve operasyon sığınağında başka şeyler de keşfediyor Snowden. “Epic Shelter” adı verilen bir uygulama var. “Drone”lar, uzaktan komutla Afganistan’da hedefleri bombalıyor. Bir defa daha hayal kırıklığına uğrayan Snowden, yanından ayırmadığı puzzle küpüne, bilgisayardan yüklediği verilerin olduğu kartı saklayıp oradan dışarı çıkartmayı başarıyor. Sonrası da filmin girişinde olanlar. Filmin sonunda, gerçek Snowden da kendini gösteriyor televizyon ekranında. Lindsay, Rusya’da da onu terk etmemiş. Yanında, daima.

Filmin görselliği de gerçekten çarpıcıydı. Stone biçim denemeleriyle heyecan yaşatıyor. Godard’ın 1963 yapımı renkli ve sinemaskop “Le Mepris-Nefret” filminde, klasik sinemadaki “açı-karşı açı” tekniğine tepki olarak karşı karşıya oturan Paul’le (Michel Piccoli) Camille’in (Brigitte Bardot) tartışmalarını kaydırma yaparak yansıtmıştı. Stone da bu filminde, Godard’ın yaptığı yapıyor önce, sonrasında da klasik anlatımdaki “açı-karşı açı”ya dönüyor Snowden ve Lindsay’in tartışmalarında. Stone iki sinemaya da saygı sunmuş. İkisi de değerliydi onun için.

Bu filmi izlerken insan umutla umutsuzluğu aynı anda yaşıyor. Amerika’nın günahlarının ifşa edilmesi umut vericiydi. Ama şu ana kadar olanlarla Amerika’ya bir şey olmadı. ABD’nin 45. Başkanı Trump, Rusya Devlet Başkanı Putin’le iyi anlaşıyor. Snowden’ı zor zamanlar bekliyor olabilir. Bu filmi izlerken, her şey sanki casusluk filmlerinin usta senaryo yazarı Le Carré’nin hayal gücünden düşmüş gibi hissediyorsunuz. Ama hepsi gerçekti. Bu önemli film sinema belleğine alınmalı. Filmdeki tüm oyunculara da övgü göndermeli. Snowden’ı oynayan Joseph Gordon-Levitt, sanki Snowden sanıyorsunuz. Çok inandırıcı. Snowden’ı iyi gözlemlemiş.

(03 Ocak 2017)

Ali Erden

[email protected]

Ali Erden Yazıyor: Yurttaşlara Güvenmeyen Sistemin Yendikleri

İngiltere’nin kuzeydoğusundaki New Castle şehrinde. Marangoz ustası Daniel Blake, kalbinde sorun çıkınca doktorun raporuyla işini bırakmak zorunda kalıyor. Bu hastalıktan sonra ülkesinin gerçekliğiyle yüz yüze kalıyor Daniel. Neoliberalizmi vahşice uygulayan bu devlet yurttaşa hiç güvenmiyordu. Yurttaşın önüne bürokratik bariyerler koyarak kendi inanacağı kanıtları istiyordu. Danie gibi doktor raporu olan bir insan bile bu … Devamı… »

Islamophobia Filminde Oynaması İçin Türkiye’den Meryem Sevilen Seçildi

Hollywood yıldızlarının yanı sıra 32 ülkeden oyuncuların rol alacağı, “İslam, sevgi ve barış dinidir” konusunun işleneceği Islamophobia filminde oynaması için Türkiye’den Meryem Sevilen seçildi. Filmin Türkiye ve Hollanda sorumlusu yönetmen Ömer Sarıkaya’nın verdiği bilgiye göre filmde, Hollywood’tan dünyaca tanınmış olan Baldwin kardeşlerden Daniel Baldwin, Oliver Stone’nun oğlu Sean Ali Stone, Chris Mulkey, Christopher Atkins, Kabir Bedi ve Türkiye’den Meryem Sevilen rol alacak. Hollywood’lu yapımcı George Edde, Ömer Sarıkaya ve diğer 12 ülkenin yapımcısı, Islamophobia filminin Hollanda, Belçika ve Almanya’da çekileceğini açıkladı.

Çin Seddi

Zhang Yimou’nun yönettiği ve Matt Damon, Jing Tian, Pedro Pascal, Willem Dafoe’nun oynadığı Çin Seddi (The Great Wall), 30 Aralık 2016’da UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
William Garin, İsimsiz Düzen adıyla bilinen seçkin savaşçılardan oluşan gizli bir ordu tarafından esir alınan usta bir okçu ve savaşta yaralanmış bir paralı askerdir. Kale Şehri denilen çok büyük bir askeri ileri karakolda, insanlığı bugüne kadar inşa edilmiş en büyük savunma yapılarından biri olan Çin Seddi’nin üstündeki doğaüstü güçlerden korumak üzere savaşırlar. Garin, dünyamızın harikalarından bir olan Çin Seddi’nin ardındaki sırrı keşfeder.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman: 1 / 2
  • IMDb

Çin Seddi yazısına devam et

New York’da Çekilen İlk Türk Komedisi Pek Yakında Vizyonda

Türk sinemacıları, tamamı Amerika’nın New York eyaletinde çekilen uzun metrajlı New York Masalı projesiyle bir ilke imza attı. Romantik komedi türünde olan filmin en önemli özelliği, çekim ekibinden, oyuncularına kadar ağırlıklı olarak Amerika’da yaşayan Türk ekip tarafından yapılmış olması. Amerikan dizi ve filmlerinde rol alan yabancı aktörlerin de yer aldığı kalabalık oyuncu kadrosunda Esin Varan, Ahmet Bodur, Peyman Umay, B. Mert İnanç, Yağmur Peköz, Ferhat Daştan ve Derya Çelikkol yer alıyor. Senaryosu Nilüfer Yenidoğan Özmekik tarafından yazılan filmin yönetmen koltuğunda Türkiye ve Los Angeles’da çeşitli projelere imza atan Doğan Özmekik bulunuyor.

Yeşim Ustaoğlu: Tereddüt’te Otosansür Yok

Yeşim Ustaoğlu, son filmi Tereddüt’ün vizyon kopyasında otosansür uyguladığı iddialarını Milliyet Gazetesi’nden Asu Maro ile konuştu. Ustaoğlu, filminde sahnelerin kesilmediğini, içeriği korunarak bir iki plan içinde kısaltmaya gidildiğini söyledi. Kavramların doğru tartışılması gerektiğini söyleyen Ustaoğlu, “Otosansür, daha yazarken, çekerken, kurgularken ‘Bunu yapmamam gerekir’ diye kendi kendinize koyduğunuz kettir. Ben hiçbir filminde otosansür uygulamayan bir yönetmenim, Güneşe Yolculuk’tan beri bilirsiniz. Burada da aynı mekanizma benim için çok önemliydi. Film bildiğim, istediğim şekilde yazıldı, yönetildi, kurgulandı ve sonuçlandı.” dedi.

Düş ve Gerçek

Damien Chazelle işini bilir genç sinemacılardan. Üç yıl öncesinin Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde ‘Whiplash’ ile başlayan önlenemez yükselişinin ardından büyük stüdyolar ligine terfi eden Amerikalı yönetmen, yeni yıl arifesinde bizde de vizyona giren son çalışması ‘Aşıklar Şehri / La La Land’ ile Hollywood’u Hollywood yapan eski usul müzikal filmlere göz kırpıyor.

Hikâye, rol kapmak için yanıp tutuşan aktris adayı ile kendi kulübünde klasik caz geleneğini yaşatma hayalleri kuran piyanistin renkli aşkları üzerine kurulmuş. Los Angeles eğlence dünyasının karmaşası içinde ideallerinin izini süren iki genç insanın serüveni, bizde ‘Tatlı Günler’ adıyla gösterilmiş Jacques Démy imzalı ‘Rochefort’lu Genç Kızlar / Les Demoiselles de Rochefort’dan esintilerle açılıyor. Genç kızın kafesinde çalıştığı stüdyoda bir dükkânın vitrininde göze çarpan ‘Parapluies’ yazısıyla Fransız sinemacının bir diğer ünlü müzikali ‘Cherbourg Şemsiyeleri’ne selam gönderiliyor. Nostalji durmuyor. Los Angeles tepelerinde Amerikan müzikallerinin altın çağından Fred Astaire / Ginger Rogers ikilisinin ünlü step dansında izliyoruz genç aşıkları. Çiftin cinsellikten arınmış muhafazakâr romanslarının estirdiği nostaljik rüzgarlar mobil aramalarla kesiliyor bazen. Eski filmleri oynatan sinema salonunun kapısına kilit vurulduğu ilerleyen bölümlerde günümüzün kentsel dönüşüm gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

Chazelle’in müzik ve caz tutkusunu iyi tanıyoruz. Yönetmenin yirmili yaşlarında çektiği ilk uzun metrajı ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) bir caz trompetçisinin aşk hikâyesi etrafında ilerler. Senaryo ortaklığını yaptığı ‘Grand Piano’ (2013) tedirgin konser piyanistinin sahne korkusu üzerinedir. New York’taki ünlü Juilliard School’dan esinlenmiş gözde müzik okulunda caz bateristliği eğitimi gören 19 yaşındaki gencin sıra dışı eğitmeni ile arasındaki fırtınalı ilişkini soluk soluğa hikâye eden, adını klasik caz üstadı Hank Levy’nin parçasından almış popüler ‘Whiplash’, benzer bir okulda benzer bir eğitmenle çalışırken yeteneğinin sınırlarını fark ederek müziği bıraktığını açıklayan Chazelle’in kişisel deneyimlerinden izler taşır.

Müzikalin nostaljik dokusu içinde, değişen bir dünyada kaybolmakta olanların peşinden gitmeyi seçmiş iki genç insanın mücadelesini sergileyen ‘Aşıklar Şehri’nde klasik caz sevdası ön planda yine. Filmin, benzer bir tutkuyu paylaşan Woody Allen yapıtlarını anımsatması tam da bu yüzden. Retro Fransız ve Amerikan müzikallerini iyi etüd etmiş olan Chazelle türü yenilemiyor belki, ancak Woody’nin yakışıklı ‘alterego’su hissini veren , dans ve vokal becerisiyle şaşırtan Ryan Gosling ile üstadın iki filminde (Sihirli Ayışığı ve Mantıksız Adam) yer almış Emma Stone’un başarılı performansları ve nefis soundtrack’inin de desteğiyle içinde yaşadığımız boğucu gündemden iki saatliğine uzaklaşmamızı sağlıyor, birinci sınıf bir ‘kendini iyi hisset’ filmi olarak gönülleri çalıyor ‘Aşıklar Şehri’yle.

Yok bu renkli düşler bizi kesmez, ayakları yere basan sıkı bir sistem eleştirisi istiyoruz diyorsanız, yine bu hafta gösterime giren, 2016’nın en iyileri listemde yer verdiğim Ken Loach imzalı sosyal dram ‘Ben, Daniel Blake / I, Daniel Blake’i izlemenizi öneriyorum. Hayli ilerlemiş yaşına karşın enerjisi yerinde, keskin dilinden taviz vermeyen İngiliz usta sosyalizmin yılmaz sözcülüğünü sürdürüyor. 1996 yapımı ‘Carla’nın Şarkısı’ndan beri birlikte çalıştığı Paul Laverty’nin özgün senaryosundan yola çıkan sinemacı, Thatcher patentli neoliberal uygulamalarla işçi haklarını tırpanlayan, yoksullara yaşam hakkı tanımayan kapitalist düzenin boğucu bürokrasisine karşı dayanışma bayrağını yükseltiyor bir kez daha. Kalp krizi geçirdiği için çalışamaz raporu almış 60 yaşındaki marangozun malulen emekli olabilmek ya da işsizlik maaşı alabilmek için verdiği uğraş sürecinde dayatılan şartlar ve engellerle bunun bir sistem sorunu olduğunun altı özenle çiziliyor. Mevcut düzenin Daniel Blake gibilere hayat hakkı tanımadığı tavizsiz vurgulanıyor. Başrolde deneyimli stand up ustası Dave Johns’un mükemmel performansına tanık olduğumuz, mizahın eksik olmadığı yüreğe dokunan, öfke yüklü bir dram bu.

Mevcut dünya düzeninin trajikomik ahvalinin seyrine kaldığımız yerden devam etmek istiyorsanız eğer, bizde gösterilmesi biraz geciken 69. Cannes Film Festivali’nin Alman yönetmen Maren Ade imzalı yaman sürprizi ‘Toni Erdmann’ı beklemeniz gerekiyor. Kızını çağdaş iş dünyasının pençesinden kurtarabilmek uğruna elinden geleni ardına koymayan aykırı babanın serüveni yoğun bir kara mizah, dayanılmaz bir kapitalizm eleştirisi içeriyor çünkü.

Bizi bizden alacak mükemmel filmlerle dolu yepyeni bir yıl diliyorum okurlarıma.

(02 Ocak 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Hakan Bilge’nin Yeni Kitabı, Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti, Raflardaki Yerini Aldı

Aşktan da Üstün: Hitchcock Sinemasında Kişisel Bir Gezinti adlı sinema kitabı Doruk Yayınları arasından çıktı. Kitapta Notorious’tan hareketle Hitchcock sineması detaylı bir biçimde kuşatılarak yönetmenin ele almaktan haz duyduğu temalar ve kişisel saplantıları yine kişisel bir bakışla ele alınıyor. Hakan Bilge, Notorious’u sahne sahne analiz ederken kullandığı bol miktarda görselle ana malzemesini somutlaştırarak okurlar için bir hayli kolaylık sağlıyor. Notorious’u ve öteki Alfred Hitchcock filmlerini başka filmlerle karşılaştırmalı olarak okuyor. Ingrid Bergman ve Cary Grant’i, belli başlı casusluk anlatılarını, kara filmleri ve ele aldığı temaları detaylı bir biçimde masaya yatırıyor.

Ata Demirer’e Olanlar Oldu

Ata Demirer yeni filmi Olanlar Oldu’yla yaz mevsimini kışın ortasına taşıyor. Oyuncu kadrosunda Tuvana Türkay, Ülkü Duru, Salih Kalyon ve Seda Güven’in de bulunduğu filmde Demirer, iki ayrı kişiyi canlandırıyor. Hazırlanan kostümler, peruk ve makyajla 60’larındaki Döndü’yü canlandıran Demirer’in bu performansı akıllardan silinmeyecek. Ünlü oyuncu hem kaptan Zafer, hem de onun annesi Döndü karakterlerine hayat verdi.

Kurbağa Krallığı: Buz Macerası

Peng Fei’nin yönettiği ve Ayşegül Bingöl, Tuba Pelister, Erhan Özgen ile Bora Sivri’nin seslendirdiği animasyon film Kurbağa Krallığı: Buz Macerası (The Frog Kingdom 2: Sub-Zero Mission), 30 Aralık 2016’da TME Films dağıtımıyla Tanweer Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Yağmur, başkentteki bir patlamanın ardından Kurbağa Krallığa geri döner. Halk şehirden kaçmaya çalışırken, Kurbağa Kral topraklarının koruyucusunun tehlikede olduğunu açıklar. Prenses ise saraydan kaçmanın bir yolunu bularak, sınırda beklemekte olan Yağmur ve adamlarına katılır. Prenses, oluşan gizemli olayların ardında Tek Gözün olduğundan şüphelenir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb