Snowden
Yönetmen: Oliver Stone
Eser: Anatoly Kucherena ve Luke Harding
Senaryo: Kieran Fitzgerald-Oliver Stone
Müzik: Craig Armstrong-Adam Peters
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Joseph Gordon-Levitt (Snowden), Shailene Woodley (Lindsay Mills), Melissa Leo Laura), Tom Wilkinson (Ewen), Zachary Quinto (Glenn), Robert Firth (Dr. Stillwell), Rhys Ifans (Corbin O’Brian), Joely Richardson (Janine Gibson), Anatoly Kucherena (Rus Diplomat), Scott Eastwood (Trevor James), Ben Chaplin (Robert Tibbo), Nicolas Cage (Hank), Edward Snowden (Kendisi)
Yapım: Endgame-Wild Bunch (2016)
Büyüklerden Oliver Stone’un, bir CIA ajanının Amerika’nın günahlarını ortaya döküşünün hikâyesini anlattığı “Snowden” filmini izlerken, sürekli umutla umutsuzluk arasında gidip geleceksiniz.
Hong Kong, 2013… Edward Snowden, belgeselci Laura Poitras ve Guardian’da çalışan gazeteci Glenn Greenwald’la otel odasında gizlice buluşuyor. Laura kamerayla çekim yaparken, Glenn de sorularını soruyor ona. Sonra onlara Guardian’dan Ewen MacAskill de katılıyor. NSA denilen Ulusal Güvenlik Ajansı’nın insanları internet ve telefon üzerinden izlemelerini ifşa ediyor Snowden. Film, 2004 yılına gidiyor. Snowden, Özel Kuvvetler’e girmek için eğitimlere katılsa da yatakhanede kaza geçirince hayalleri suya düşüyor. Liseyi bile bitirememiş, birkaç dili az çok konuşabilen Snowden ne yapabilirdi? Bilgisayarda dâhi olan Snowden, bir umutla CIA’e başvuruyor.
Büyük Oliver Stone, 2016 yapımı sinemaskop “Snowden” filmini iki kitaptan uyarlamış. 1956 doğumlu Anatoly Grigorievich Kucherena, Snowden’ın Rusya’daki haklarını savunan bir avukattı. Avukat olarak Snowden’ı savunuyor. Bu filmde avukatın “Time of the Octopus” (Ahtapot Zamanı) romanından da yararlanıldı. Film, Guardian’ın 1968 doğumlu muhabiri Luke Daniel Harding’in 2014’te yayınlanan “The Snowden Files: The Inside Story of the World’s Most Wanted Man” (Snowden Dosyaları: Dünyanın En Çok Aranan Adamının İç Hikâyesi) casusluk kitabından da yararlanmış. Harding’in bu eserine New York Times, “Le Carré romanının içinden Kafka geçmiş gibi” diye değerlendirmiş.
Güç veren sevgili…
Tedaviden sonra CIA Müsteşarlığı’na başvuruyor Snowden. Birtakım güvenlik soruşturmaları, soruların ardından işe kabul edilmiyor. Ama müsteşarlıkta müdür yardımcısı olan Corbin O’Brian, ondaki cevheri fark ediyor. Çünkü Snowden bilgisayarda bir dâhi gibi. Ulusal güvenliğin buna ihtiyacı vardı. Snowden “Tepe”de eğitim almaya başlıyor.
Amerika’daki yüz milyonlarca, tüm dünyadaki milyarlarca insanın cep telefonu, e-postaları ve sosyal ağdaki paylaşımları takip edilmesi gerekiyordu. Her şey yüce Amerika’nın güvenliği ve çıkarları içindi. İnsan kendini Orwell’ın fütürist “1984” romanının içindeymiş gibi hissediyor. “Büyük Birader” hepimizi gözlüyordu. Snowden burada Hank Forrester’dan eğitim alıyor. Hank, yasadışı olanla mücadelesinde kaybetmiş ve şimdi işe yeni başlayanları eğitiyor müsteşarlıkta.
Snowden, internette tanıştığı Lindsay Mills’le de buluşuyor. Lindsay fotoğraf çekmesini de çok seviyor. Liberal Lindsay, Amerika’nın iç ve dış politikalarının protesto edilmesinden yanayken, Amerika’ya inanmış sağcı Snowden Amerika’nın yaptığı her şeye safça inanıyor. Dünya görüşleri farklı bu iki insanın ilişkileri aşka dönüşüyor çok geçmeden. Snowden’ın hayattaki en büyük buluşu Lindsay belki de. İyi ve kötü günde daima yanında o var. Snowden içine kapanık bir insan. Lindsay, sevmeyi de öğretiyor ona. Sevişmeleri de, “Elimizde sevişmekten başka ihtimal kalmadı” gibi. Bu söz, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanında geçiyordu. Bu güzellikleri yaşayan Snowden, görevinde yapılanları gördükten sonra ahlaki açıdan bunları kaldıramıyor ve CIA’den istifa ediyor.
Dönülmez yolda…
Bir süre işsiz kaldıktan sonra NSA’de işe başlıyor. Tokyo’da görev yapıyor. Görünürde Amerika orada yeni bir program inşa etmek istiyor. Asıl amaç başka. Tüm müttefikleri telefon ve internet üzerinden izlemekti. Snowden buradan da ayrılıyor. Ardından Maryland’e, Lindsay’in yanına gidiyor ilişkilerini düzeltmek için. İlişki düzelirken, Corbin tarafından yine işe alınıyor. Bu defa göreviyse Havai’deydi. Epilepsi hastası da olan Snowden, arada bir bayılıyor. Havai ona iyi gelebilirdi. Burada “Tünel” denilen II. Dünya Savaşı’ndan kalma gözetim ve operasyon sığınağında başka şeyler de keşfediyor Snowden. “Epic Shelter” adı verilen bir uygulama var. “Drone”lar, uzaktan komutla Afganistan’da hedefleri bombalıyor. Bir defa daha hayal kırıklığına uğrayan Snowden, yanından ayırmadığı puzzle küpüne, bilgisayardan yüklediği verilerin olduğu kartı saklayıp oradan dışarı çıkartmayı başarıyor. Sonrası da filmin girişinde olanlar. Filmin sonunda, gerçek Snowden da kendini gösteriyor televizyon ekranında. Lindsay, Rusya’da da onu terk etmemiş. Yanında, daima.
Filmin görselliği de gerçekten çarpıcıydı. Stone biçim denemeleriyle heyecan yaşatıyor. Godard’ın 1963 yapımı renkli ve sinemaskop “Le Mepris-Nefret” filminde, klasik sinemadaki “açı-karşı açı” tekniğine tepki olarak karşı karşıya oturan Paul’le (Michel Piccoli) Camille’in (Brigitte Bardot) tartışmalarını kaydırma yaparak yansıtmıştı. Stone da bu filminde, Godard’ın yaptığı yapıyor önce, sonrasında da klasik anlatımdaki “açı-karşı açı”ya dönüyor Snowden ve Lindsay’in tartışmalarında. Stone iki sinemaya da saygı sunmuş. İkisi de değerliydi onun için.
Bu filmi izlerken insan umutla umutsuzluğu aynı anda yaşıyor. Amerika’nın günahlarının ifşa edilmesi umut vericiydi. Ama şu ana kadar olanlarla Amerika’ya bir şey olmadı. ABD’nin 45. Başkanı Trump, Rusya Devlet Başkanı Putin’le iyi anlaşıyor. Snowden’ı zor zamanlar bekliyor olabilir. Bu filmi izlerken, her şey sanki casusluk filmlerinin usta senaryo yazarı Le Carré’nin hayal gücünden düşmüş gibi hissediyorsunuz. Ama hepsi gerçekti. Bu önemli film sinema belleğine alınmalı. Filmdeki tüm oyunculara da övgü göndermeli. Snowden’ı oynayan Joseph Gordon-Levitt, sanki Snowden sanıyorsunuz. Çok inandırıcı. Snowden’ı iyi gözlemlemiş.
(03 Ocak 2017)
Ali Erden
[email protected]