Ölmeyen Aşk

Sinematek’in yayınladığı Yeni Sinema Dergisi, 30. sayısında yayınına son verir, geçen bir süreden sonra tekrar yayınlanmaya başlayınca (sadece 2 sayı yayınlanacaktır) dergide Onat Kutlar’ın Seyyit Han (Yılmaz Güney) filmi üzerine bir eleştirisi yer alır. Kutlar eleştiriye başlarken, filmin kendisinden uzaklarda olduğunu, eski görmüşlüğü üzerine yazdığını belirtir. O zamanlar; video, DVD, CD olayları henüz başlamamıştır. Şimdi Ölmeyen Aşk üzerine yazarken filmin benden uzak olduğunu belirtmek istiyorum. Benim, Kutlar gibi mazeretlerim olmayabilir -ayrıca filme bu yollarla ulaşabilme olanağım ne kadar onu da hiç araştırmadım-, daha önemlisi yazı sırf Erksan’ın Ölmeyen Aşk’ı ile de ilgili değil ki…

Evde sinemadan konuşulurken adı sık sık geçerdi, Ölmeyen Aşk. Sonradan ben de gördüm, gencecik bir Laurence Olivier, filmdeki ismi ile söylerlerdi hıçkıli derlerdi, -her halde dublajda öyle kullanılmıştı- sonradan kitabında Heathcliff olarak görecektim, o ismi. Olivier ile birlikte Merle Oberon’un oynadığı William Wyler filmi (Wuthering Heights), 1939 yapımı, her halde bizde 50’li yıllarda oynadı. Emily Bronte’nin (Bronter Kardeşler) romanından uyarlanmış, bizde -kaynak belirtilerek- ilk kez 1963’de Hulki Saner Acı Aşk adı ile çekmiş. Ölmeyen Aşk olarak çekilişi 1966’da Metin Erksan eli ile yapılmış. Belirtmek gerekir ki tam bir çılgın aşk olan romanı, Ölmeyen Aşk ismi dışında Uğultulu Tepeler ve Rüzgârlı Bayır adı ile de Türkçeye çevrilmiş. Roman, sinema dünyasının tüm ülkelerin rağbet ettiği bir kaynak. Kaç tane uyarlaması yapıldı bilemiyorum ama Bunuel’in Abismos de Pasion (1953) ismi ile Meksika’da çektiği bir uyarlaması da var ama 1953’de çekilen bu uyarlama ilk niyet olarak 1930’da düşünülmüş. (Wyler’den önce). Sonradan televizyonda -ancak bir bölümüne rastladığım- dizisi de (yabancı) yapılmıştı.

Filme (Ölmeyen Aşk / Erksan) geçmeden önce, roman(cılar)dan söz etmek gerecek: Bronte Kardeşler, İngiliz yazarları. Üç kız kardeş, yalnızlıklarına arkadaş olarak roman yazmayı seçerler. Anne Bronte (1820 – 1849): Şiirlerinden başka Agnes Grey ve The Tenant of Wildfell Hall (Şatodaki Kadın). Charlotte Bronte (1816 – 1855): Şiirler ve Jane Eyre. Emily Bronte (1818 – 1848): Şiirler ve Wuthering Heights. Jane Eyre’de hayli üne kavuşmuş olmasına rağmen (roman ve çeşitli sinema uyarlamaları var) Wuthering Heights de oldukça popüler olmuş bir romandır ve yukarıda da belirtildiği gibi görsel dünyanın hayli ilgisini çekmiştir ama, işin “ama-sını” aşağıda yazacağım.

Wuthering Heitghts tam bir kara sevda veya çılgın aşk anlatır. Wyler için bir şey diyemem ama gerek Bunuel, gerek Erksan için kara sevda / çılgın aşk keşfedilmesi kaçınılmaz bir kaynaktır. Wyler’in filmi öykünün sonunda başlar. Karlı (ayaz) bir kış günü bir çiftliğe sığınan bir yolcu, asabi, buyurgan çiftlik sahibini merak eder. Çalışanları öyküsünü anlatırlar, şimdiki sahip o zaman çiftlikte çalışan, sahibinin büyütmesi bir gençtir (Heathcliff) ve çiftlik sahibinin kızı (Catherine) ile buluştukları uğultulu tepelerde / rüzgârlı bayırda birbirlerini severler. Fakat bu sonuçsuz bir aşktır. Kızı başkası ile evlendirilince artık delikanlı olmuş olan büyütme, çiftlikten ayrılır ve yıllar sonra zengin ve acımasız biri olarak geri döner. Bir süre sonra başkası ile evlenmiş olan Catherine ölür. Aradan yıllar geçer, halâ Catherine’yi seven Heathcliff çılgın aşkını yaşamaktadır. Bunuel’in filminde, soylu çiftlik sahibi sokakta bulduğu kimsesiz ve yoksul Alejandro’yu çiftliğe getirir ve çiftliğin güzel kızı Catalina ile birlikte büyürler ve birbirlerini severler.

Erksan’ın filminde Ali ile Yıldız’ın aşkı da aynı farlılıklar ve birliktelikler içinde başlar ve gelişir. Birbirlerini severler ama evlenmeleri söz konusu edilemez. Yıldız evlenirken Ali çiftliği terk eder, zengin, hırslı (öfkeli), son model elbiseleri ile (asma yerinden parmağını geçirerek omuzuna aldığı ceketi… ağzında ağızlığa taktığı sigara, başında melon şapka, bıyık bırakmış), son model arabasının (Plymouth) önünde özellikle ağır ağır yürüyerek çiftliğe gelir. Yıldız hastadır. Artık çiftlikte kimse kendisine yanaşmalığını çağrıştıracak bir şey diyemez. Hasta Yıldız’a da istediklerini yaptıracaktır. Yatağından kalkamayan Yıldız’ı yaya olarak -çıplak ayak mı?- buluştukları uğultulu tepelere / rüzgârlı bayıra -zorla- yürütür. Tökezledikçe, zorlar. Yıldız, tepede takatsiz olarak yere oturunca kalkmasını söyler ama Yıldız ölecektir.

Yıldız’ın “beni sevdiğini söyle” demesine rağmen ısrarla, “hayır, senden nefret ediyorum” der ama Yıldız ölecektir, ölü Yıldız’a “ayağa kalkmasını” söyler ve ağlar. Koltuk altlarından tuttuğu, dizleri üzerinde duran Yıldız’ı sağa sola sallayarak, sevdiğini söyler. [Ali’ye (Kartal Tibet) ölü Yıldız’a (Nilüfer Koçyiğit) “ayağa kalkmasını” söylettiren Erksan, Yıldız’ı -kalkmayınca- Ali’den tekmelemesini ister. Buna ise görüntü yönetmeni (Kriton İlyadis) itiraz ederek, “Böyle bir sahneyi çekemem” der. / Bu not, bir dergide yapılan bir röportajda değinilen bir konu idi. Üzerinden yıllar geçti. Detayını bilmem ama özü ile unutulacak bir not değildi.] Kaldı ki Bunuel’in filminin finalinde, Alejandro’nun fırtınalı bir gecede yitirdiği sevgilisi Catalina’nın türbesine götürüldüğü ve cesedi ile seviştiği ürpertici bir unutulmaz son sahne yer almaktadır.

Dediğimiz gibi, Bunuel kadar Erksan’da da, önemli olan kara sevda / çılgın aşk için, Wuthering Heights bulunmaz bir kaynaktır. Eserin sinema versiyonları hele de böyle bir yapıya eğilimli yönetmenler için sonsuz ufuklar açar, (finalde) Catherine’nin ölümü ve sonrası ile kısıtlı imiş görünen bu ufuklar, çılgın aşk peşindeki yönetmenlere yine de sınırsız olanaklar tanır.

Yukarıda “ama” dedikten sonra “aşağıya yazacağım” demiştim, geldik oraya. Gerek Wyler’de, gerek Bunuel’de, gerek Erksan’da, önemli olan Catherine ile Heathcliff’in aşkı, Heathcliff’in gidişi ve dönüşü, Catherine’ye olan aşkı / nefreti ve aşkın / nefretin sergilenmesi… Çeşitli biçimlerde ve derecelerde -ve mutlaka diğer başka uyarlamalarında da başka biçimlerde abartılı ve altı çizilmiş olarak veya gösterişsiz ve sade olarak- işlenmiştir. Bizdeki ilk Saner uygulaması (1963) için Özgüç “birbirine kavuşamayan iki genç aşığın öyküsü” diyor. Aynı uyarlamanın ikincisi (Erksan / 1966) için ise “milyoner olup döndükten sonra, yıllar önceki ezilmişliğinin kompleksiyle, çevresine korku ve ölüm saçan (! – OÜ), sevdiği kadından acımasızca intikam alan hastalıklı bir kişiliğin öyküsü” açıklamasını yapıyor. Bütün bunlar böyle iken, Catherine’nin (Catalina’nın – Yıldız’ın) ölümünün, Emily Bronte’nin romanının ancak ortası olduğunu, olayın kara sevdanın / çılgın aşkın devam ettiğini ve sinema uyarlamalarının bu bölümleri ele almadıklarını belirtelim.

Bu bir eleştiri değil, olabilir ama ana malzemenin (kara sevda) yepyeni oluşumlarla devam ettiğini de gözardı edemeyiz. Bu bölümde neler olur, Catherine’nin başka biri ile evliliğinden olan ve ismini taşıyan kızı Catherine ile Heathcliff’in evlâtlığı Hareton arasında ki aşk. Sinemanın dramatik mantığı içinde bu tip ilişkiler sıkça görülebilir ama bu ilişkiyi geriden Heathcliff organize eder. Catherine ile Hareton’u birbirine iter ve aynı zamanda aralarını açmaya çalışırsa, bu ikinci kuşak genç aşıkların ruh halleri ve başlarındaki Heathcliff’in yönlendirici / amir durumu, uyarlama yapanlara yepyeni açılımlar getirebilecek iken, -anlamadığımız bir nedenle / belki bir filmin zamanının yetersizliği nedeni ile- bu bölüm kullanılmamıştır.

Televizyon dünyası dışarıda ve bizde edebi romanlara ve eski filmlere ilgi duymaktadır. Bunları da dışarıda ve bizde, yeniden biçimlendirerek, bu arada tanınmaz hale getirecek ölçüde değiştirerek de, uyarlamalar (diziler) yapılmaktadır. Yukarıda anlattığımız hali ile hiç değiştirmeye gerek de duyulmadan Wuthering Heights, tam böyle bir dizi malzemesidir ama ben yapılmamış olmasından memnunum.

Romandan tekrar filme, Erksan’ın filmine dönersek, konunun Erksan için devamlılık gösterdiğini göreceğiz. Üç yıl önce yaptığı Acı Hayat (1963 / Ayhan Işık – Türkan Şoray) eşitlerarası bir aşk olarak başlar ama kadının iğfâl edildikten sonra zengin adamla evlenmesi, tersane işçisi adamın ise piyango milyoneri olarak dönüşü ile çılgın ve sonu olmayacak bir aşka dönüşen ilişkiye dönüşür.

Sevmek Zamanı (1966 / Müşfik Kenter – Sema Özcan ) “surete aşık olma”dan yola çıkıp suretteki kişinin de ortaya çıkması ve aşka cevap vermesi ile gelişip, yine çıkışsız bir noktaya gelecektir. Erksan, senaryosunu yazdığı Ayrılsak da Beraberiz (1969) filmini yapımcı Muzaffer Arslan hesabına çekecektir. Yine bir kara sevda öyküsüdür. Türkan Şoray, Tugay Toksöz, Ediz Hun oynayacaklardır. Erksan, yapımcının bir takım davranışları nedeni ile filme başlamış olmasına rağmen bitirmez, yarım bırakır. Filmi Muzaffer Arslan çekerek bitirir, bu arada sonunu da değiştirir. (Şoray çadır tiyatrosu şarkıcısı, Toksöz de kemancıdır, Hun ise bir plâk yapımcısıdır. Şoray’ı dinler ve beğenir, plâk yaptırmak ister. Şoray kabul etmez, Toksöz’ün gayreti ile ünlü bir şarkıcı olur. Hun ile de ilişkileri iyi yoldadır. Bu arada Toksöz ortadan kaybolur ama Şoray O’nu köprü altında bulur ve evlenirler. Gerdek gecesi Hun, Toksöz’ü vurur, öldürür ve gidip teslim olur. Şoray evinin tüm pencerelerini kapatıp bir yıl dışarı çıkmaz. Bir yıl sonra -saçları ağırmıştır- cadılaşmış halinden çıkarak, makyaj yapar ve avukatlar tutarak Hun’u mahkûm olmaktan kurtarır ve aslında onu sevdiğini söyler. Evlenirler ve gerdek gecesi yeni kocası Hun’u vurarak öldürür ve Toksöz’ün mezarına giderek intihar eder.) Erksan’ın bıraktığı filmi değiştirerek Arslan böyle çeker. Erksan’ın düşündüğü finalde ise, Şoray’ın iki mezar arasında oturup ağlaması vardır. Mezarlardan biri kemancının (Toksöz), diğeri plâk yapımcısının (Hun). Her ikisi içinde ağlar: Tam bir kara sevda / çılgın aşk. [Film ile bir ilgili bir not: Ediz Hun, ilk (ve tek) defa bu filmde olumsuz bir karakteri oynar.]

Erksan sineması -istediği yapmak olanağı bulduğu durumlarda- mutlaka kara sevdaya, çılgın aşka yer veren bir sinemadır. Ayrılsak da Beraberiz’den Ölmeyen Aşk’a dönersek, kara sevda içinde bir bölümden başka bir bölüme geçeriz. Kara sevda’nın bir başka görünümü izleriz. Kara sevda bir dram olarak anlatılırken, kahramanları da farklı derecelerde olayı yürütürler, Erksan’ın Ölmeyen Aşk‘ında olayın erkek kahramanı, -hele dönüşünden sonra- çılgınlık derecedeki davranışları ile kara sevdanın (çılgın aşkın) gösterilen boyutlarını kişileştirir. Bu şekli ile kara sevda’yı da uç noktalara taşır. Erksan’ın filmlerinde daha alt derecelerde görülen çılgınlık burada “doruklara” ulaşır. Böyle bir anlatımda uyarlamanın, senaryonun tek elden çıkması (Erksan) daha doğru gelmektedir. Birsen Altıner’in Metin Erksan Sineması isimli kitabında da verilen film künyelerinde senaryonun Erksan’a ait olduğu belirtilmektedir. Özgüç ise Sözlüğü’nde Erksan ile birlikte Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil isimlerini de verir. Bütün bunların yanında çekim sırasında yapımcı ile (Ertem Eğilmez / Nahit Ataman) anlaşamayan Erksan filmi bırakınca bazı sahneleri Feyzi Tuna çekmiştir. Bu haliyle bizlere (seyirciye) ulaşan filme, Scognamillo “yönetmenin film dizininde tamamlanmamış bir filmdir, ‘aslında bu film bütünüyle benim değil, Ölmeyen Aşk artık benim filmim olmaktan çıkmıştır, bir Metin Erksan filmi değildir.’ dediğini belirtiyor” diyor ve yönetmenin yeni bir dönem eşiğinde olduğunu tanıkladığını söylüyor. (6 Yönetmen / G. Scognamillo, s.119).

(Bu yazı YABA Edebiyat Kültür Sanat Fikir Dergisi, Kasım 2011 / Ocak 2012, Sayı: 73 / 74. sayısında yayınlanmıştır.)

(15 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Acımasız Tanrı

Sinema, başlangıçta renksiz ve sessizdi. İlk çekilen filmlerde belirli bir olayın saptanmasının yanında, o olayı uzak yerlere götürmek vardı, yani başka mekânlara… Bunun sonucu olarak zamanla, aynı filmler içinde farklı mekânların da yer alabileceği giderek görülebilecektir. Sinemanın sanat olması, görüntünün pelikül üzerine kaydedildikten sonra hareketli olarak tekrar / yeniden gösterilebilmesi ile başlar. Sinema makinesini / alıcıyı bulanlarla sinemayı sanat yapanlar bu nedenle aynı kişiler değillerdir. Bir süre sonra -ne kadar zaman sonra?- ortaya atılan, benim bugün hâlâ sinemanın ne olduğu konusu hakkındaki düşüncem: görsel olarak bir mekân ve zaman üretilebilmesidir. Bu mekân ve zaman filmden filme değişiklik gösterebildiği gibi bir film içinde de değişiklik gösterebilir. Tek mekâna bağlı kalmamak ve filmin süresini aşan zamanlarda geçen öyküleri anlatmak, öngörülen bu tanımlama prensibine uymamak sinema yapmamak anlamına gelmez. Bugüne kadar çoğunlukla örnekleri verilen bu tarz filmlerde anlatım içinde değişebilen mekân ve zamanları, birbirini izleyen veya izlemeyen şekillerde birbirine bağlayabiliyor fakat sonuçta tek veya çok yapılı bir bütünlüğe ulaşabiliyor ise sinema kotarılmış demektir.

Çok genel -belki açıklamaya ihtiyaç gösteren- bu görüşten sonra, olaya somut örnekler vermek gerekirse, Hitchcock’un Rope’u (1948) ilk akla gelecek örnektir. Çok özel konumu nedeni ile sinema tarihinde yerini alan filmde, tek mekânda, film ile aynı sürede geçen olay anlatılmaktadır. Filmin asıl ayırıcı özelliği filmde kesme/cut kullanılmamasıdır. Hiç yönetmeni öyle bir anlatıma girerken böyle bir zorunluluk yüklemek mantıklı değildir. Ama Hitchcock, biraz da deneysel olan filmde, kendi atmosferini de yaratarak anlatımı bu uç noktaya taşıyabilmiştir.

Kısıtlı mekânlarda geçen filmleri sıralamak gibi bir niyetimiz yok ama yıllar önce gördüğümüz Noz w Wodzie (Sudaki Bıçak / 1962) filmi ile Polanski mekân olarak kendisine bir tekneyi seçmişti… Filmin tamamı teknede geçmiyor, öncesi vardı ama çoğunluk bir teknede kısıtlı oyunu (3 kişi) arasında geçiyordu… Şimdi -eski alışkanlığını sürdüren- Polanski, Yasmina Reza’nın oyunundan yazar ile birlikte yazdıkları senaryoya dayanarak (bizde Acımasız Tanrı adı ile gösterilen, oyununun adı Vahşet Tanrısı olan) Carnage isimli filminde yine tek mekâna dönüş yaparak, öyküsünü anlatıyor. Açılışta genel plânda konuşan çocukları gösteriyor, bir süre sonra çocuklar arasında ikisi itişip kakışıyorlar. Uzaklaşan biri elindeki bir dalı “öyle kalın bir şey de değil” savuruyor ve dal tartıştığı çocuğa çarpıyor (vuruyor). Dalı elinden atan çocuk kadrajdan çıkıyor, diğer çocuklar yüzüne dal çarpan çocukla ilgileniyorlar. Bütün bunlar olurken kamera belli bir plânda kalıyor, olayı sadece saptıyor.

Polanski, olayı çekeceği mekâna giriyor, oyuncuları da (dördü de) aynı mekândalar. Önce bilgisayarda olayı anlatan bir dilekçe yazılıyor. Dilekçe dalı (alt yazılarda “sopa” olarak belirtiliyor) kullanış amacı (“silâh”) değiştiriliyor (dilekçeden çıkarılıyor). İki aile (vuran çocuğun anne/babası – vurulan çocuğun anne/babası) anlaşarak -olayı çözümlemiş, bitirmiş olarak ayrılırlarken- evin (dairenin) kapısı açılmış, çıkılacak… Fakat başlanılan konuşmalar nedeni ile geri dönülüyor ve -sonu belirsiz konuşmalarla- birbirlerini, önce karı/kocalar karşı karı/kocayı sonra karı-lar, koca-larını, koca-lar, karı-larını (devamında önce kendi kocalarını – kendi karılarını, sonra karşı kocaları, karşı karıları) suçlamaya, sözlerine o güne kadar vermedikleri şekilde cevap vermeye başlıyorlar. Bu olaylar zinciri devam edip gidiyor. (Bu ara tekrar kapılar açılıyor, vuran çocuğun anne/babası gitmeye kalkıyor ama bir türlü gidemiyor, karşılıklı suçlamaların sonu alınmıyor ki…

Olayın hemen başında gelen/vuran çocuğun “avukat” babasının cep telefonu çalmaya başlıyor ve adam uzayıp giden konuşmalara, bu konuşmaların başlangıcında diğer üç kişi susarak konuşmanın bitmesini bekliyorlar ama konuşmalar ardı ardına o kadar çoğalıyor ki, artık diğerleri kendi aralarında konuşmaya başlayabiliyorlar, taa ki avukatın karısının, konuşan kocasının elinden telefonu alıp vazoya atmasına kadar… Giderek ipler gerilmeye, içki içmeyenlerin wishky içmeye başlamaları, ağız dalaşının giderek temposunu artırması…

Bütün bunlar olurken Polanski iki üç kere giriş kapısı açılsa da -ancak koridorda asansör kapısına kadar gidebiliyor- hep daire içinde kalıyor. Çoğunlukla oturdukları salonda, koridor, mutfak, yatak odasından geçilen banyo, -zaruri- kullanım alanları… Bu mekân(lar)da, dört oyuncusu bir arada veya her türlü şekli ile ikişer ikişer veya tek başlarına çerçevesine (kadrajına) alıyor, konudan konuya geçerek, arada önceki konulara dönüşler yaparak, birbirlerini suçlayarak, birbirlerine -görünüşte- nazik davranarak konuşturuyor…

Cep telefonu vazoya atılan avukat, adeta şok geçiriyor, bütün geçmişinin, bilgilerinin onda (telefonda) olduğunu söylüyor, -karısının tabiri ile- yıkılıyor. Cep telefonun vazoya atılması ile -birbirlerini her türlü şekilde suçlayan- iki kadın adeta gülme krizine giriyorlar. Avukatın karısı bu arada ökçeli ayakkabılarını çıkarıyor. Avukat yığıldığı duvar dibinde çaresizken, ev sahibi adam saç kurutma makinesi ile telefonu kurtarmaya çalışıyor…

Bütün bunlar, yıllar önce Hitchcock’un Rope da yaptığı gibi “tek çekim”de anlatılır gibi ama öyle değil, orada hiç olmayan kesme/cut burada bol bol kullanılıyor ama olayın sürekliliği, bağlamanın (kurgu) sağlamlığı, kadrajların toplu veya tek kişilik oluşu, anlatımın temposunu düşürmüyor… Hiç bir şey çözümlenmemişken, tamamen ümidin kesildiği -avukatın- cep telefonu çalmaya başlıyor… (Mucize mi !?!) Artık yapacak bir şey yoktur, film (oyun !) bitiyor (mu?), görüntü kararıyor (sinemada uzun zamandır görmeye alışık olmadığım bir şey: kararma) ve ev sahibi kocanın evden attığı kemirgen hayvanın (ev sahibi koca, bu atma eylemi nedeni ile gelen karı/koca tarafından hayvan düşmanı olmakla suçlanıyor ve bunu kabul ediyor -en azından- hayvanları, -“tüylü kemirgen hayvanları”- sevmediğini söylüyor) görüntüsü ile tekrar açılıyor ama gösterilmek istenilen şey aslında bambaşka…

İki karı kocanın baştan beri çekişmelerine neden olan, bir süre önce kavga etmiş iki çocuk (çocukları), hiç bir şey olmamış gibi gayet dostane biçimde konuşuyorlar, -ne konuşuyorlar?- uzaktan, genel çekim, sadece konuşuyorlar. Polanski, başlangıçta “genel çekim açısı” ile çocukları nasıl yorumsuz (mu?) verirken (kavga ederler), sonuçta da bu kez dostça konuşurken veriyor, yine “genel çekim açısı” yine yorumsuz (mu?), yine (konuşmaları anlaşılmayan) çocukların çekimi ile -duyarsızmış ?!! gibi bir çekimle- final jeneriği geçmeye başlıyor. [Tavernier, filmlerinin finaline -kendi dilinde- “son” (fine) yazısı koymuyordu, “son” yazısı konulunca filmler biter mi?]

(15 Ocak 2012)

Orhan Ünser

İstanbul Şehir Üniversitesi’nin Kültürel Söyleşiler Etkinliğinde Derviş Zaim Söyleşisi Yapılıyor

İstanbul Şehir Üniversitesi tarafından düzenlenen “Kültürel Söyleşiler” dizisinin üçüncü konuğu yönetmen Derviş Zaim. 09 Ocak 2012 Pazartesi günü saat 17:00’de İstanbul Şehir Üniversitesi’nin Altunizade Yerleşkesi’nde gerçekleştirilecek olan söyleşide Derviş Zaim filmlerinin bugüne kadarki seyri hakkında keyifli ve öğretici bir sohbet gerçekleştirilecek. Katılımcıların sorularıyla da yön verebileceği söyleşi herkesin katılımına açık olacak. 1964 Kıbrıs doğumlu olan Derviş Zaim, Boğaziçi Üniversitesi’nde İşletme okudu, İngiltere Warwick Üniversitesi’nde kültürel çalışmalar dalında master yaptı.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    İstanbul Şehir Üniversitesi’nin Kültürel Söyleşiler Etkinliğinde Derviş Zaim Söyleşisi Yapılıyor yazısına devam et
  • Demir Leydi, Tinker Tailor Soldier Spy ve Midnight in Paris, Bafta Ödülleri İçin Finalistler Listesinde

    İngiliz Film Akademisi, Bafta Ödülleri için 17 Ocak’ta açıklanacak adaylardan önce her kategoride finalistlerini belirledi. Chantier Films dağıtımıyla Türkiye’de önümüzdeki günlerde gösterime girecek olan Demir Leydi ve Tinker, Tailor, Soldier, Spy ve geçtiğimiz aylarda gösterime giren Paris’te Gece Yarısı filmi birçok dalda adaylık almak için listede yerini aldı. 13 Ocak’ta gösterime girecek olan Demir Leydi’nin adaylıkları arasında Film, İngiliz Filmi, Yönetmen, Kadın Oyuncu, Orijinal Senaryo, Yardımcı Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu, Kurgu, Sanat Yönetmenliği, Ses ve Orijinal Müzik dalları var.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Eş Ruhumun Eş Zamanı, 03 Şubat 2012’de Vizyona Giriyor

    Günlük yaşamda eş ruhunu bulamamaktan yakınanlar, kendi iç dünyasında hesaplaşmalar yaşayanlar, mutluluğu ve huzuru arayanlar, gizli güçlerin kendisine yardım eli uzatmasını bekleyenler… 03 Şubat 2012’de bu soruların cevaplarını kendi içinde bulacağınız Eş Ruhumun Eş Zamanı sinema filmi, 200 kopya ile Türkiye’de vizyona giriyor. Sevginin, pozitif düşünmenin insan yaşamına etkilerini gözler önüne seren gizemli bir öykü. Aşk’ın tanımını değiştirecek olaylar zinciri. Duyguları harekete geçirecek, yaşamı sorgulamaya itecek eş zamanlar.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Azer Bülbül’ü Kaybettik

    Kendine has tarzı ile sevilen ses sanatçısı Azer Bülbül’ü 06 Ocak 2012 Cuma günü kaybettik. Antalya’da kaldığı otel odasında vefat etmiş olarak bulunan Azer Bülbül’ün kalp krizi neticesi hayata veda ettiği anlaşıldı. Önceki yıllarda Mavi Mavi Masmavi ve Rus Gelin adlı sinema filmlerinde rol alan Azer Bülbül, önümüzdeki aylarda vizyona girecek olan Seninki Kaç Para adlı filmle de beyazperdeye gelecek. Cenazesi 08 Ocak Pazar günü Esenyurt Camii’nde kılınacak öğle namazını müteakip defnedilecek olan merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.

  • Son filminden kamera arkası görüntüleri için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Azer Bülbül’ü Kaybettik yazısına devam et
  • Arka Pencere Dergisi’nin 2012’den Beklediği Filmler

    Arka Pencere Dergisi, 115. sayısında, kapağına Batman’in yeni macerası The Dark Knight Rises’ı yerleştiriyor. Tunca Arslan, Trendeki Yabancı köşesinde, 44. SİYAD Ödülleri adaylarını değerlendiriyor. Vizyon filmleri eleştirileri arasında Tutku Günlükleri, Kurtuluş Son Durak, Bu Son Olsun, Karanlık Saat ve Saftirik Greg’in Günlüğü: Rodrick Kuralları yer alıyor. Dikkat çekici hatırlatmalar bulacağınız Sapık köşesiyle devam eden Arka Pencere Dergisi’nin 115. sayısı, bir Alfred Hitchcock alıntısıyla nihayete eriyor: “Aşktan da Üstün (Notorious) 2 milyon dolara çıktı ve yapımcılarına 8 milyon dolar kazandırdı.”

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Arka Pencere Dergisi’nin 2012’den Beklediği Filmler yazısına devam et
  • Orçun Benli ve Ferit Kaya, Klak Sinema Programı’nda

    Klak Sinema Programı’nda bu hafta, 12 Eylül döneminde yaşayan 5 evsizin hikâyesini anlatan Bu Son Olsun’un yönetmeni Orçun Benli ve filmin oyuncularından Ferit Kaya, film hakkında merak edilenleri açıklıyor. Siz de bir Johnny Depp hayranı mısınız? O halde bu hafta sonu seyirciyle buluşan Tutku Oyunları’nın Klak’taki özel sahneleri ve röportajları sizi de yakından ilgilendiriyor. Yeni yıla girerken eski yılın derlemelerini yapmadan olmaz. 2011’in en güzel filmleri ve 2012’nin beklenen filmi Berlin Kaplanı da Klak’ta sizleri bekliyor. Klak, 07 Ocak Cumartesi 13:20’de ve 08 Ocak Pazar 15:20’de Bugün TV.de.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Orçun Benli ve Ferit Kaya, Klak Sinema Programı’nda yazısına devam et
  • Dövmeli Kızla Yeniden Polisiye Sularında

    Ejderha Dövmeli Kız (The Girl with the Dragon Tattoo)
    Yönetmen: David Fincher
    Roman: Stieg Larsson
    Senaryo: Steven Zaillian
    Müzik: Trent Reznor-Atticus Ross
    Görüntü: Jeff Cronenweth
    Oyuncular: Daniel Craig (Mikael), Rooney Mara (Lisbeth), Christopher Plummer (Henrik), Stellan Skarsgard (Martin), Steven Berkoff (Frode), Robin Wright (Erika), Yorick van Wageningen (Bjurman), Joely Richardson (Cecilia), Goran Visnjic (Armansky)
    Yapım: Columbia-MGM (2011)

    Heyecan veren yönetmenlerden David Fincher’ın “Ejderha Dövmeli Kız” filmi, klâsik polisiye sinemanın tepelerinde dolaşıyor. Merak duygusu ve gerilim seyircilerin nefesini kesiyor.

    İsveçli yazar Stieg Larsson’un ölmeden önce tamamladığı “Milenyum Üçlemesi”nin ilk romanı “Man Som Hatar Kvinnor”, etkileyici yönetmen David Fincher tarafından “The Girl with the Dragon Tattoo-Ejderha Dövmeli Kız” adıyla Hollywood’a uyarlandı. Larsson’un (1954-2004) bu üçlemesi İsveç’te hem televizyona hem de sinemaya uyarlanmıştı. Bu uyarlamaların hepsinde yönetmenler ve oyuncular aynıydı. İlk romanı 2009’da “Man Som Hatar Kvinnor-Ejderha Dövmeli Kız” adıyla Niels Arden Opley sinemaskop olarak perdeye aktardı. Üçlemenin son iki filmini heyecan veren yönetmenlerden Daniel Alfredson çekmişti. Bu muhteşem yönetmen, aynı yıl “Flickan Som Lekte Med Elden-Ateşle Oynayan Kız” ve “Luftslottet Som Spangdes-Arı Kovanına Çomak Sokan Kız” romanlarını perdeye aktardı. Fincher, 1995’te “Se7en-Yedi” ve 2007’de “Zodiac” parlak polisiye geleneğini 2011 yapımı “Ejderha Dövmeli Kız” filminde de sürdürüyor. Neredeyse özgün İsveç filmini bile aşıyor. Fincher, hikâyeyi topraklarından taşımak istememiş ve film İsveç’te geçiyor. Politik Millenium Dergisi’nin sahibi ve yazarı Mikael Blomkvist, sağcı işadamı Hans-Erik Wennerström hakkında yaptığı haber, işadamı tarafından mahkemeye verilince kaybediyor. Doğru bilgilere ulaşsa da elinde kanıtları yok. Kendisini emekli sanayici Henrik Vanger arıyor. Ona bir dedektif gibi 1966 yılında gizemli bir olayı çözmesini istiyor. Karşılığında da Wennerström hakkında aradığı kanıtları Mikael’e vermeyi teklif ediyor. Henrik’in ailesinde Naziler var. Neredeyse ailenin hepsi Nazi. İşte bu tutucu geniş ailenin içinde kopuk ve tamamlanmamış bir şey var. O da genç bir kız Harriet Vanger. Henrik’in yeğeni Harriet, öldürülmüş mü, yoksa ortadan kaybolmuş mu? Mikael, görünüşte Henrik’in biyografisini yazıyor gibi görünürken 1966 yılındaki boşluğu ortaya çıkarmaya çabalıyor. Öte tarafta bilgisayar korsanı Lisbeth Salander, vasisi felç olunca yeni bir vasisi oluyor. Para alabilmek için avukat Nils Bjurman’a başvurması gerekiyor. Lisbeth’in geçmişini bilen Bjurman, genç kıza cinsel işkenceler yapıyor. Elbette Bjurman, Lisbeth’in kim olduğunu tamamiyle bilmiyor. Lisbeth, kendisine işkence yapan Bjurman’a gecikmeden karşılığını veriyor. Lisbeth’i tanıyan Mikael, onu asistanı olarak yanına alıyor. Lisbeth’in derin bilgisayar birikimi olayların çözümünü kolaylaştırıyor. Harriet’e 1960’larda babası tecavüz ediyor. Babasının trajedisine neden olduğu gece abisi Martin olayı görüyor, bu defa da yeni tecavüzcüsü Martin oluyor Harriet’in. Köprüdeki kazadan sonra ortadan kaybolan Harriet’in cesedi nehirde bulunamıyor. Lisbeth’le Mikael arasında da duygusal anlar da yaşanıyor. Sonunda, her şey ortaya çıkıyor. Ama Lisbeth için mutsuzluklar sürüyor. Mikael’e aşık olan Lisbeth, finalde bazı şeylerin mümkün olmadığını anlıyor.

    Nefes kesen polisiye…

    Fincher, filmini klâsik polisiye tarzında kurgulayarak eski zamanların sinema tadını veriyor. Filmi seyrederken, Belçikalı polisiye yazarı Georges Simenon’un (1903-1989) romanlarının içindeymiş hissine kapıldık. Fincher, finale kadar merak duygusunu ayakta tutabiliyor. Bu merak elbette gerilimi de çoğaltıyor. Üstelik bu filmde yönetmen İskandinavya’nın bembeyaz karlarıyla kasvet duygusu da yaratabiliyor. Filmi seyrederken sürekli bir tedirginlik yaşıyor seyirciler. Günümüz sinemasında gerilim filmlerinde kaybolmuş ne varsa Fincher’ın bu filminde geri gelmiş. Filmin müzikleri de insana iyi geliyor. Trent Reznor’un fonda duyulan “She Reminds Me of You” ve Reznor’un Atticus Ross’la ortak yaptıkları “Perihelion” tınıları insanın kafasının içine dolaşıyor gibi sanki. İnsana rahatlamayla tedirginliği iç içe yaşatıyor bu müzikler. 1965 doğumlu Pensilvanyalı Amerikalı şarkıcı-besteci Reznor’u keşfetme zamanı şimdi. Fincher, İsveç’te kamerasını büyük usta Ingmar Bergman’ın (1918-2007) doğduğu Uppsala şehrine de taşımış. Uppsala’da Drottninggam bölgesinde geçiyor bir bölüm. “Kraliçe Sokağı” anlamına gelen bu cadde Uppsala’nın yamaçlarında kurulmuş. 1966 yılındaki resmi geçit törenleri bu caddede çekilmiş. Film ağırlıklı olarak Stockholm ve kırsaldaki Hedestad’da geçiyor. Lisbeth’i oynayan 1985 doğumlu Amerikalı oyuncu Rooney Mara performansıyla etkiliyor. Bjurman’ın Lisbeth’e sadomazoşist tecavüzüyle Martin’in Mikael’e yaptığı işkence gerçekten insanı zorluyor. Sinemaskop görüntüleriyle de çarpan “Ejderha Dövmeli Kız” unutulmayacak filmler arasına katılıyor. Belki de modern klâsik olacak bu film.

    (Bu yazı 13 Ocak 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (13 Ocak 2012)

    Ali Erden

    [email protected]

    Otel Odaları Belgeseli Levent Kültür Merkezi’nde

    Beşiktaş Belediyesi’nin düzenlediği Bir Belgesel, Bir Gazeteci, Çay ve Simit etkinliği yalnız oldukları ve düzenli gelirleri bulunmadığı için ev tutamayan erkeklerin otel odalarındaki yaşamını ele alıyor. Ödemiş’teki Yıldız Oteli’nde yaşayan 65 yaşındaki müzisyen Önder Akı’yı tanıtan belgesel, bunun özellikle Türkiye’nin taşra bölgelerinde sıkça görülen bir sosyal problem olduğuna dikkat çekiyor. 11 Ocak 2012 Çarşamba akşamı Beşiktaş Belediyesi Levent Kültür Merkezi’nde yapılacak olan Otel Odaları’nın gösterimi sonrasında filmin yönetmeni Sevinç Yeşiltaş ve yazar Eray Canberk ile söyleşi gerçekleştirilecek.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Otel Odaları Belgeseli Levent Kültür Merkezi’nde yazısına devam et
  • İnönü Üniversitesi 5. Kısa Film Festivali

    Türk Sinemasına destek sağlamak, yaratıcı isimlerin ülkemiz sinema sektörüne tanıtılmasına ve İnönü Üniversitesi öğrencilerinin sanatsal duyarlılıklarının geliştirilmesine katkıda bulunabilmek amacıyla gerçekleştirilen İnönü Üniversitesi 5. Kısa Film Festivali, bu sene 07 – 10 Mayıs 2012 tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. İnönü Üniversitesi 5. Kısa Film Festivali’nin kısa film yarışması bölümüne yapımı son bir yıl içinde gerçekleştirilmiş 15 dakikadan uzun olmayan kısa filmler, deneysel filmler ve 30 dakikadan uzun olmayan belgesel filmlerin başvurması isteniyor. Yapılacak film yarışması için son başvuru ve film teslim tarihi ise 25 Mart 2012.

    İnönü Üniversitesi 5. Kısa Film Festivali yazısına devam et

    Melankoli

    Lars Von Trier’in yönettiği ve Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg, Alexander Skarsgard ile Kiefer Sutherland’ın oynadığı Melankoli (Melancholia), 13 Ocak 2012’de M3 Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Melankoliye dalan Justine, hayatı bir drammış gibi yaşayan bir kadınken ablası Claire, güya “normal” olandır. Justine’in düğün günü geldiğinde bütün aile tören için malikânede bir araya gelir. Aynı zamanda Melankolia adlı gezegen güneşin arkasından çıkmış, dünyaya doğru gelmektedir. Yaklaşan kıyameti herkes kendine göre karşılayacaktır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Diğer bağlantılara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Melankoli yazısına devam et
  • En Demir Başbakanın Hayatından

    Demir Leydi (The Iron Lady)
    Yönetmen: Phyllida Lloyd
    Senaryo: Abi Morgan
    Müzik: Thomas Newman
    Görüntü: Elliott Davis
    Oyuncular: Meryl Streep (Thatcher), Jim Broadbent (Denis), Alexandra Roach (Genç Margaret), Harry Lloyd (Genç Denis), Richard E. Grant (Michael), Phoebe Waller-Bridge (Susie), Iain Glen (Alfred)
    Yapım: Film4-Pathé-UK Film Council (2011)

    İngiliz kadın yönetmen Phyllida Lloyd’un, muhafazakâr başbakan Margaret Thatcher’ın hayatını anlatan “Demir Leydi” filminde büyük oyuncu Meryl Streep Oscarlık bir performans sunuyor.

    Margaret Thatcher… Sovyetler ona “Demir Leydi” adını takmış. İktidarda olduğu 1979’dan partisince görevden alındığı 1990’a kadar İngiliz halkına ekonomik anlamda zorlu yıllar yaşatan Thatcher’ın genç kızlığından günümüze kadar anlatan 2011 yapımı “The Iron Lady-Demir Leydi” filmi, Meryl Streep’in büyük oyunculuğuyla bu çok güçlü kadının inişlerini ve çıkışlarını ayrıntılı bir görsellikle perdeye yansıtıyor. Küçük bir kasabanın bakkal belelediye başkanının kızı Oxford Üniversitesi’ni kazanıp kadınların pek olmadığı Muhafazakâr Parti’ye giriyor üniversite sonrası. Muhafazakârlar Derneği’nde sonradan evleneceği Denis Thatcher’la tanışan doğulu Margaret Hilda Roberts, hırsıyla yukarıya çıkıyor ve ardından 1970’lerin sonunda İngiltere’nin başbakanı oluyor. Downing Sokağı’ndaki “10 Numara”lı Başbakanlık Konutu’nun ilk kadın başbakanı oluyor. Film, günümüzde açılıyor. Artık başbakan olmayan yaşlı Margaret Thatcher, bir marketten süt alıyor. Vatandaş Thatcher sütün pahalı olduğunu düşünüyor. Başbakanlığı boyunca İngiliz halkını neredeyse açlık sınırında yaşatmış Thatcher, dışarıdaki hayatın ne kadar zorlu olduğunu fark ediyor. Kocası Denis ölmüş. Sürekli halüsinasyonlar gören Thatcher, yanlızlığını kocasının hayaliyle bastırıyor. Film, Thatcher’ın yaşlı zihninden düşenleri perdeye yansıtıyor. Thatcher, gazetede IRA’nın bombalı saldırısı okurken kocasıyla kaldığı otele IRA’nın bombalı saldırısını hatırlıyor. IRA, uzlaşmaz olarak gördüğü Thatcher’ı ortadan kaldırmak istemiş. Bu suikastten kıl payı kurtulan Thatcher, 1980’lere ABD’nin başkanı Ronald Reagan gibi damga vurdu. Sert neo liberal ekonomik kararlarıyla “Thatcherizm” kavramını da yerleştirdi zihinlere. Thatcher dönemindeki enkâzları anlamak için Ken Loach ustanın 1980’ler ve sonrasındaki filmlerini görmek gerekiyor.

    Sert ve insan…

    “Mamma Mia!” filmiyle hatırlanan 1957 doğumlu İngiliz yönetmen Phyllida Lloyd, “Demir Leydi” biyografik filmindeki etkileyici kurgusuyla bu özel politik figürün ruhunun içinde dolaşabiliyor. Hem mecliste hem de kabinede sertliğini ortaya koyan Thatcher’ın duyguları var mıydı? Yönetmen, küçük ayrıntılarla Thatcher’ın anlaşılmasına katkıda bulunmuş. Nevrotik ölçüde imlâ takıntılı Thatcher’ın bu takıntısı başbakanlığını bitiriyor. Başbakan yardımcısını imlâ hatası yaptı diye kabine içinde azarlayan Thatcher’ı kongre, parti ve hükümet başkanlığından alıyor. Başbakanlığı boyunca uyguladığı serbest pazar politikalarının yansımaları belgesel görüntülerle yansıyor perdeden. Halk sokaklara dökülüyor, grevler yapılıyor ve bu kaotik bunalımdan çıkmak için bir şeye ihtiyaç duyuyor. O da Arjantin’den geliyor Falkland kriziyle. 1982’de birkaç ay sürecek Falkland Savaşı ve ardından gelen zafer Thatcher’a güven tazeliyor ve o da ekonomik programlarını uyguluyor. Thatcher, krizde mekik diplomasisi yürüten ABD’li dışişleri bakanı Alexander Haig’e “kader”e kadar gelen alışkanlıklar üzerine özlü sözleri gerçekten çarpıcı ve öğreticiydi. Thatcher, günümüzde insanların sadece hissettiğini ve keşfettiğini, ama fikir üretemediğini söylüyor. Doğru olabilir mi? Filmdeki Avam Kamarası bölümleri de çarpıcı. Thatcher’ın muhafeleti sindiren söylevleri, İşçi Partili milletvekilleriyle tartışmaları çok ateşli yansıyor. Bir kadın onca erkeği susturuyor koca mecliste. Yönetmen Lloyd’un kurgusu gerçekten Thatcher’ı anlamayı sağlarken dönem ruhlarını da yaşatabiliyor. Yönetmen, filmini düz bir çizgiyle kurgulamamış. Thatcher’ın karışık zihninden yansıyanları karışık bir kurguyla yansıtmış. Sinemaskop görüntüler de çok estetik. Filmde, 1980’lerde ABD’nin başkanı olan “Hollywood eskisi” Ronald Reagan’nın fotoğrafıyla Sovyetler’in son başkanı Mihail Gorbaçov’un belgesel görüntüsü de yansıyor perdeye. Thatcher, Walter Lang’ın 1956 yapımı “The King and I-Kral ve Ben” filmini seviyor. Daha çok Siyam kralını. O gücü.

    1949’da New Jersey’de doğmuş sinemanın en özel oyuncularından Meryl Streep’i sinema perdesinde seyretmek de çok özel. Akademi’nin de gözdesi olan Streep’e, bu yılki Oscar’a en yakın oyuncu deniliyor. “Demir Leydi” ona, Alan J. Pakula’nın 1982 yapımı “Sophie’s Choice-Sophie’nin Seçimi” filminden sonra “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar getirebilir. Bu film, Akademi’nin zihninin bir köşesinde olabilir.

    Streep, Robert Benton’ın 1979 yapımı “Kramer vs. Kramer-Kramer Kramer’e Karşı” filminde “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında ilk Oscar’ını almıştı. Bu muhteşem oyuncunun yukarıda söz ettiğimiz filmlerinin yanında Karel Reisz’ın 1981 yapımı “The French Lieutenant’s Woman-Fransız Teğmenin Kadını”, Robert Benton’ın Hitchcockyen gerilimi 1982 yapımı “Still of the Night-Gece”, anlatımıyla insanı sürekli bir şüphenin içinde bırakan Fred Schepisi’nin 1988 yapımı “A Cry in the Dark-Karanlıkta Bir Çığlık”, İngiliz yazar Virginia Woolf’u anlatan Stephen Daldry’nin 2002 yapımı “The Hours-Saatler”, cinsel istirmacılık şüphesi üstünden gelişen John Patrick Shanley’nin 2008 yapımı “Doubt-Şüphe” filmleri de arşivlerde bulunmalı. “Demir Leydi” filminde insanın kulağını dolduran müzikler yazmış Thomas Newman, armut gibi ağacın dibine düştü ve babası Alfred Newman gibi filmlere beste yapıyor. Büyük besteci baba Newman, Fritz Lang’ın haksız yere hapse atılmış masum bir adamın suça yönelmesini anlatan, az da olsa gerçek Bonnie ve Clyde karakterlerinden ilham almış 1937 yapımı kara filmi “You Only Live Once-Günahsız Katiller”, Joseph L. Mankiewicz’in 1950 yapımı “All About Eve-Perde Açılıyor”, Henry King’in Ernest Hemingway’den uyarladığı 1953 yapımı “The Snows of Kilimanjaro-Kilimanjaro’nun Karları” gibi unutulmaz filmlere besteleriyle katkıda bulunmuştu. Oğul Newman da şöhretli filmlere müzikler yazdı. Frank Darabont’un 1994 yapımı “The Shawshank Redemption-Esaretin Bedeli” ve 1999 yapımı “The Green Mile-Yeşil Yol”, Sam Mendes’in 1999 yapımı “American Beauty-Amerikan Güzeli” hemen akla geliyor.

    (13 Ocak 2012)

    Ali Erden

    [email protected]

    Wagner Müziğiyle Depresyonun Kıyameti

    Melankoli (Melancholia)
    Yönetmen-Senaryo: Lars von Trier
    Görüntü: Manuel Alberto Claro
    Oyuncular: Kirsten Dunst (Justine), Charlotte Gainsbourg (Claire), Kiefer Sutherland (John), Alexander Skarsgard (Michael), Brady Corbet (Tim), Cameron Spurr (Leo), John Hurt (Dexter), Stellan Skarsgard (Jack), Charlotte Rampling (Gaby)
    Yapım: Zentropa-Memfis (2011)

    Sinemanın büyük yönetmenlerinden Lars von Trier’in bilimkurguya da bulaşan “Melankoli” filmi, depresyonun iç dünyasında dolaşan bir kâbus. Kirsten Dunst, bu filmdeki performansıyla 64. Cannes’da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almıştı.

    Sinemanın büyük yönetmenlerinden Danimarkalı Lars von Trier’in 2011 yapımı “Melancholia-Melankoli”, bir önsöz, iki bölüm ve bir sonsözden oluşuyor. Bilimkurgu özellikleri de taşıyan “Melankoli” filminde önsöz yedi dakikayı aşkın sürüyor. Justine’in rüyasına Claire’in kâbusları da karışıyor bu anlarda. Her şey çok yavaş hareket ediyor bu girişte. Saniyede yirmi bin kare. Gelinlikler içinde koşan Justine, ardından Dünya’ya yaklaşan devasa Melankoli gezegeni. Claire, oğlu Leo’yla golf sahasında kıyametten kaçıyor. Justine, yün ipliklerle ağır bir şey taşıyor. Melankoli, Dünya’ya çarpıp yutuyor. Ardından birinci bölümdeki Justine’in hikâyesi başlıyor. Devasa Limuzin arabayla orman içinde Tjolöholm Kalesi’ndeki düğünlerine yetişmeye çabalayan gelinlikler içindeki Justine, müstakbel kocası Michael’la kendi düğünlerine geç katılıyor. Kız kardeşi Claire’in kocası John’un malikânesinde düzenlediği bu düğünde her şey var. Annesi Gaby ve babası Dexter yıllar önce boşanmışlar. Gaby, hazır cevap ve daima mutsuz. Baba, yıllar sonra gelmiş özgürlüğün tadını çıkartıyor. Kız kardeşi Claire, kendisine birazcık gıcık olsa da iyi bir insan. Zengin John’la evlenmiş Claire için en büyük sorun dünyanın sonu. Melankoli gezegeni yavaş yavaş Dünya’ya yaklaşıyor. Ama önce Justine’in hikâyesindeki Justine’i anmalı. O, tam anlamıyla en uçta depresyonlu bir insan. Bazı şeyleri denetleyemiyor ve o anlarda ablası gibi iyi bir insana ihtiyaç duyuyor. Michael’la bu evlilik gidecek mi diye düşünürken her şey bambaşka yönlere gidiyor bu bölümün sonunda. Justine, reklâm şirketinde slogan yazarı. Patronu Jack de düğününde. Jack, yeni slogan yazarı Tim’i Justine’in peşine takıyor takıntılı biri gibi. Ukalâ ve ve tam bir reklâmcı bu Jack.

    İkinci bölüm Claire’in. Kız kardeşi için her şey oaln Claire, kıyametin yaklaştığı bu anlarda oğlu Leo için bir şey yapamamanın kederi içinde. Güneş’in ardında milyarlarca yıl saklanmış ve Merkür’le Venüs’e zarar vermeden gelen Melankoli gezegeni, hayat olan Dünya’yı evrenden silerken kaçacak ve saklanacak hiçbir yer yok. John da iyi bir insan. Baldızı Justine’in mutlu olmasını istiyor. Bu bölümde, karanlıkla ışık gibi umut ve umutsuzluk kuşatıyor perdeyi. Melakoli, giderek Dünya’ya yaklaşıyor. John, korkunç anları yaşamamak için zayıflığına yeniliyor. Atları özgür bıraktıktan sonra Claire, umutsuzca rüyadaki gibi oğluyla kıyametten kaçmaya çabalıyor, ama ne yazık ki kaçacak yer yok. Kızılderili çadırına benzer bir sığınak yaptıktan sonra kaçınılmaz trajedilerini bekliyor Justine, Claire ve Leo… Batıda bu filmin sonuna epik final demişler. Gerçekten de öyle. Melankoli gezegeninin Dünya’yı ateşler içinde yutuşu ve kaçacak hiçbir yerin olmayışı. Depresyonun en karanlık mağaraları gibi.

    Unutulmaz müzikler…

    Bu filminin fikri, Trier büyük bir depresyon altındayken doğmuş. Trier, Jean Genet’nin 1947’de yazdığı “Les Bonnes-Hizmetçiler” oyunundan ilham almış, ama sonra bambaşka bir yöne gitmiş. Trier kendi filmi için Alman romantizmi diyor. Justine karakterinin ilhamı da Marquis de Sade’ın 1791’de yayımlanan ve bizde Chiviyazıları Yayınevi’nden 2000 yılında çıkan “Justine ou Les Infortunes de la Vertu-Justine, Erdemin Felâketleri” romanındaki Justine karakterinden almış. Cannes’da Hitler’i över gibi görünmesi de bu depresyonun izlerinden biriydi. Hatta bazıları, Richard Wagner müziği kullandığı için de Trier’i eleştirecekler. Naziler, Wagner’in müziğini kendilerine yakın buluyorlardı. Böyle büyük bir besteci Nazilere teslim edilmemeli. Fonda duyulan Wagner müziği bu filme çok şey katıyor. Filmin “önsözü”nde Alman besteci Wagner’in (1813-1883) gelmiş geçmiş en büyük eserlerden “Tristan und Isolde, Prelude” müziği duyuluyor çoğu anda. 1857’yle 1858 arasında iki yılını alan bu operasını “atonal”, yani makama ve tona bağlı kalmadan besteledi Wagner. Ağırlıklı olarak yaylıların duyulduğu bu klâsik müzik, yirminci yüzyıldaki bestecileri de etkiledi. Filmin önsözü olan hemen girişteki rüya bölümünde duyuluyor bu müzik. Sonra filmin derinliğinde de kulaklara geliyor bu tınılar. Filme gerçekten derinlik katıyor Wagner’in bu müziği. İnsanın ruhunda oluşan medcezir gibi sanki. Justine’in depresyonlu ruhuna metafor da yapıyor Wagner’in bu müziği. Filmde, Amerikalı besteci Samuel Barber’ın (1910-1981) “Adagio for Strings Op. 11” müziği de duyuluyor. Barber, yaylılar için yaptığı bu bestesini 1936 yılında tamamlamış. Barber’ın bu klâsik müziği Wagner ruhuyla da buluşuyor filmde. Trier’in bu filminde Pink Floyd’un “Brain Damage” şarkısı da duyuluyor. Roger Waters’ın sözleri ve müziği filmin ruhuyla da örtüşmüş. Filmde ayrıca Frank Sinatra’nın “Strangers in the Night” ve Charles Aznavour’un “She” şarkıları da enstrümantal olarak kulaklara geliyor.

    Bu film, Tjolöholm Kalesi denilen malikânede geçiyor. Bu kalenin dış mekânları İsveç’in güneybatısındaki Halland şehrinde, iç mekânlarıysa batı kıyılarındaki Vastra Götaland’da çekilmiş. Şilili kameraman Manuel Alberto Claro’yu İskandinav filmlerindeki çalışmalarıyla biliyoruz. 1970 Santiago doğumlu kameraman, Danimarkalı Christoffer Boe’nun 2003 yapımı “Reconstruction-Yeniden Sev Beni”, 2005 yapımı “Allegro” ve 2010 yapımı “Alting Bliver Godt Igen-Her Şey Güzel Olacak” filmlerinde çarpıcı fotoğraflar oluşturmuştu. Bu etkileyici kameraman, Trier’in “Dogma” estetiğine de uyum sağlamış. Hafif el kamerasıyla sarsıntılı ve özneyi arayan sinemaskop çerçeveler estetik olarak büyülüyor. Filmdeki tüm oyuncular performanslarıyla etkiliyor. Kirsten Dunst, 64. Cannes Film Festivali’nde kariyerinin en önemli rolü Justine karakteriyle “En İyi Kadın Oyuncu” dalında ödül aldı. Charlotte Rampling ve John Hurt’ü aynı filmde seyretmek de muhteşem.

    (13 Ocak 2012)

    Ali Erden

    [email protected]