Etiket arşivi: Ferhan Baran

Başka Bir Hayatta Görüşmek Üzerine

New York’ta bir barda sohbet eden ikisi Asyalı biri Amerikalı üç kişiyi izleyen gözler onlar hakkında tahminde bulunurken hangi ikisinin çift olduğu konusunda karasız kalırlar. ‘Başka Bir Hayatta / Past Lives’ın bu giriş sekansı Kore asıllı Celine Song’un özyaşamsal anılarından süzülüp gelmiş. Birebir değil belki ama kurgu hikâye onun yaşadıklarının izini sürüyor.

Bu gizemli başlangıcın ardından 24 yıl öncesine, Koreli Na Young ile Hae Sung’un ortaokul yıllarına dönüyoruz. Minik kalpleri birbirleri için çarpan iki çocuk, kızın ailesinin Kanada’ya yerleşme kararıyla ayrılmak zorunda kalacak, mühendislik okuyan delikanlı ancak 12 yıl sonra sosyal medya kanalıyla küçük yaşta sevdalandığı Na Young’ın izine ulaşacaktır. Toronto’dan New York City’ye ikinci kez göç etmiş yeni adıyla Nora Moon yeni ülkesinde tıpkı babası gibi yazarlık hayallerinin peşindedir. Genç adamın çocukluk aşkı ile fiziksel olarak karşılaşabilmesi için ise bir 12 yıl daha beklemesi gerekecektir.

Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde dünya prömiyerini yapan ilk uzun metrajında gayet başarılı bir sınav veren Koreli genç sinemacının anlatısı romantik aşk filmlerinin klişelerinden uzakta, duygulu ancak ayakları yere basan bir bakış üzerinden ilerliyor. Yahudi bir Amerikalı ile East Village’daki küçük dairelerinde yazarlık uğraşını sürdüren Nora çocukluk aşkı ile karşılaştığında içi titrer. Aşkın ötesinde Kore’ye duyduğu özlemdir onu kendisine çeken. Genç adam o küçük kızın geride bıraktığı geçmişi, Seul’un ta kendisidir. İşte film tam da bu noktada klasik romantik anlatılardan uzaklaşarak Alain Resnais’nin ‘Hiroşima Sevgilim / Hiroshima Mon Amour’una selamını çakıyor.

Nora’nın annesinin en baştan söylediği gibi ‘bir şeyi terk ettiğimizde başka bir şey kazanır mıyız?’. Bölünmüş kimliğinde bocalamalar yaşar Nora. Hangi seçeneğin daha iyi olduğu meselesini tartışırız bizler de. İki genç insan daha önce karşılaşmış olsalardı ne olurdu; sevgili mi olurlardı, yoksa ayrılırlar mıydı’yı düşünürüz. Ancak hayatın neler getireceğini bilemeyiz ve kaseti geriye sarma şansımız olmadığı için Nora’nın deyimiyle ‘kökler dikili olduğu saksıda yerini bulacaktır’. Daha sonra, filmde sıkça geçen, Kore dilinde yazgı ya da kader anlamına gelen ‘In-Yun’ deyişi hakkında bilgi sahibi oluruz. Düzen ve reenkarnasyon inancından gelen bu tabir doğrultusunda, örneğin sokaktan geçen iki yabancının kıyafetlerinin birbirine sürtmesi dahi In-Yun’dur ve bu onların geçmiş yaşamlarında mutlaka bir ilişkileri olduğu anlamına gelmektedir. Her ne kadar Nora bunu birini ayartmak için Korelilerin uydurduğunu söylese de, Song’un masalsı gerçekçiliği iki ana karakterin başka bir hayatta yeniden bir araya gelme ihtimalini ima eder gibidir.

Tiyatro kökenli Celine Song ‘In-Yun’ anlatısını son derece zarif bir biçimde taşıyor filmine. Nora’yı canlandıran Greta Lee’nin iki kültür arasında bocalayan duygularını, unutulmaz ‘Ayrılık Kararı’ndan hatırladığımız Teo Yoo’nun umutsuzca romantizmini ince jestler ve bakışlarla yönetiyor.

(09 Aralık 2023

Ferhan Baran

[email protected]

Geyiğin Ayak İzleri

‘Kusursuz bir başyapıt karşısında duyguların coşması ve gözyaşlarını tutamamak’. Geleneksel en iyi filmler sıralamamda geçtiğimiz yıl en başa yerleştirmiş olduğum ‘Drive My Car’ üzerine yazıma böyle başlamışım. Filmin unutulmaz yönetmeni Ryûsuke Hamaguchi’nin kısa bir aradan sonra bu kez Venedik’te dünya prömiyerini yapan ve festivalden ödülle dönen son çalışması ‘Kötülük Diye Bir Şey Yok / Aku Wa Sonzai Shinai’nin yılın sonuna yaklaşırken sinemalarda gösterim şansı bulması güzel bir sürpriz. Murakami’nin aynı adlı kısa öyküsünden uyarladığı, tüm dünyada ses getirmiş Çehov lezzetli ‘Drive My Car’ın ardından, usta sinemacının izleyicisine ters köşe yapan çok daha küçük ölçekli meditatif bir çalışması bu. Hamaguchi bir kez daha memleketlisi ünlü besteci Eiko Ishibashi ile yola çıkmış, hatta onun bir müzikal çalışması için çektiği videolar, diyalogdan ziyade görüntüler üzerinden ilerleyen filmin ana fikrini oluşturmuş.

Başlarken Tokyo kırsalındaki ormanlık yerleşim biriminde doğa ile başbaşa bırakıyor bizi. Gökyüzüne ok gibi yükselen ağaçların görüntüsüne Ishibashi’nin hipnotik müziğinin eşlik ettiği uzunca bir açılış sekansının ardından çevreyi merak ve hayranlıkla gözlemleyen 8 yaşındaki Hana ile tanışıyoruz. Okuldan çıkmış ve babası onu almaya yine gecikmiş olduğundan orman yolundan mütevazı köy evine dönüş yolundadır. Takumi San yine geç kalmıştır ama bitirmesi gereken işleri vardır. Önce uzun uzun odun kırar, daha sonra mis gibi kaynak suyunu bidonlara doldurur. Orman yolunda kızı ile buluştuğunda gizemli bitkiler arasında gezintimiz sürer. Hana ile birlikte meşeyi, dağ kirazını tanırız. Çam ile karaçamlar arasındaki farkı öğreniriz. Baba kız, Hana’nın bulduğu sülün tüyünü klavsen çalan oğlunun kullanımı için köyün muhtarına hediye etmek üzere yanlarına alır. Geyiğin meşe üzerinde bıraktığı diş izlerini, karlı zemindeki ayak izlerini takip ederiz. Lanet olası avcıların silah seslerinden irkiliriz. Ormanın boynuzlu sakinlerinin insanlara saldırmadığını, ancak kurşunu yediklerinde ya da yavrularını kaybettiklerinde gözlerinin hiçbir şey görmediğini öğreniriz.

Kuşlarıyla, hayvanların kardaki ayak izleriyle, şırıl şırıl akan sularıyla cenneti andıran büyülü doğayı Ishibashi’nin klasik ile elektroniği harmanlayan müziği eşliğinde yudumlarız. Lakin Hamaguchi’nin müzik kanalıyla duyguları coşturma niyeti yoktur. Godardvari bir üslûpla müziği aniden susturur, ardından yerleşim bölgesini bekleyen tehlikeden haberdar oluruz.

Covid sübvansiyonlarından acilen yararlanmak isteyen menajerlik firması bölgede satın aldığı arsa üzerine şehirli beyaz yakalılar arasında moda haline gelmekte olan, özgün dilinde ‘glamping’ olarak geçen her türlü konforu haiz göz alıcı doğa kampı inşaatına başlamak üzeredir. Firma bölgeye gönderdikleri iki çalışanıyla yerel halkın nabzını tutmak, onları projeye ikna etme peşindedir. Ancak köy ahalisi bu konuda uyanıktır. Yapılan toplantıda, yeraltı sularına bağlanacak olan foseptik çukurunun mis gibi sularını kirleteceği, kentten gelecek gençlerin denetimsiz barbekülü eğlence faaliyetlerinin orman yangınlarını körükleyeceği konusunda itirazlarını dile getirirler. Bir toplumun parçası olmanın doğaya karşı sorumluluk sahibi olmayı gerektirdiğini hatırlatırlar onlara. Lakin bu karşı çıkış gözü dönmüş vahşi kapitalizmi durdurmaya yetecek midir. Halbuki doğada anahtar dengedir, aşırıya kaçıldığında denge bozulacaktır.

Japon sinemacı ödünsüz minyatüründe işte bu meseleleri tartışıyor, naif ama güçlü çığlığına kulak vermemizi istiyor. Doğanın kendi dengesi içinde uyumlu aktığının ve hiçbir canlının özünde kötü olmadığını vurguladığı filmin özgün adı buradan geliyor. Ancak her canlının kendini savunmak için her zaman saldırabileceğini unutmamak gerekiyor. Film bu minvalde belirsiz, yoruma açık finaline doğru ilerlerken izleyici olarak tedirgin bir deneyime dahil oluyoruz, kafamız karışıyor. Hamaguchi bunu kasıtlı olarak yaptığını hiç saklamıyor.

(08 Aralık 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Alevler Yaklaşırken

Christian Petzold’un yeni filmi ‘Kızıl Gökyüzü / Roter Himmel’ ‘bir sorun var’ repliği ile başlıyor. Mütevazı kır evine varmaya çalışan iki gencin arabası ormanlık alanda tekliyor önce. Ellerinde bavul ve sırt çantalarıyla karanlık basmadan eve ulaşmaya çalışırken alçaktan uçan yangın söndürme uçaklarının sesleri ve hayvan çığlıkları gitgide yaklaşan tehlikeyi haberliyor. Leo ile Felix adrese vardıklarında onları başka bir sürpriz beklemektedir.

Bu girizgâhtan Petzold’un Hollywoodvari bir gerilime meylettiği düşünülmesin. Parlak sinema geçmişinde çalkantılı geçmişiyle hesaplaşan çağdaş Alman toplumunu mercek altına almış olan Berlin Okulu’nun usta yönetmeni bu kez günümüz gençlerinin meseleleri üzerine eğilmek istemiş. Bir yaz evi sakinliğinde kendi sanatsal uğraşılarına yoğunlaşmak isteyen gençlerden Leo (Thomas Schubert) huzursuz Alman gençliğinin tipik bir örneğidir. Kaleme almış olduğu ilk romanının müsveddeleri üzerinde çalışırken görüşmeye gelecek yayıncısını bir ‘Barton Fink’ tedirginliği içinde bekler. Felix (Langston Uibel) bir yandan sanat okuluna başvurmak için hazırlamakta olduğu portfolio fotoğraflarını çekerken öte yandan yaz tatilinin keyfini çıkarmaya çalışır. Sonradan edebiyat dalında doktora öğrencisi olduğunu öğreneceğimiz evin sürpriz misafiri Nadja (Paula Beer) ise her iki oğlandan daha aktif olarak hayatını sürdürebilmek için sürekli çalışır. Evin işlerini bitirdikten sonra bisikletine atlar yakındaki otelin önünde dondurma satıcılığı yapar, alışverişi halleder, yemek hazırlar. Geceleyin de plajda cankurtaranlık yapan yakışıklı ile sevişir. Yapacak çok işi olduğundan şikayet eden ancak yalnız kaldığında tenis topunu evin duvarına atmaktan başka bir şey yapmadan bir türlü gelmeyen esini bekleyen Leo hayatın dışındadır sanki. İki oğlan biraz şaşkınlık biraz hayranlıkla izler Nadja’yı. Evin incecik duvarlarından onun orgazm iniltileri işitilir ama eril gözlere hitap eden bir seks objesi olarak göremeyiz onu.

Petzold’un biraz da Covid yorgunluğunun etkisiyle vazgeçtiği distopik öykü yerine çektiği ve elementler üçlemesinin ikincisi olan filmine ‘Mutlu Olanlar’ anlamına gelen ‘The Happy Ones’ adını vermek istemiş. Telif engeli çıkınca ‘Kızıl Gökyüzü’nde karar kılınmış. Filmin İngilizce adı ‘Afire’ ise ‘tutuşmuş, alevler içinde kalmış’ anlamına geliyor. ‘Ateş’ elementini hem doğrudan hem metaforik olarak kullanıyor sinemacı. Bir zamanlar Doğu Almanya’ya dahil olan Baltık kıyısındaki yerleşim bölgesinde çektiği filminde orman yangını fikri 2022 yazında ülkemiz güney sahillerinde yaşanan trajik olaylar sonucu gelişmiş. Kendisi o yaz Türkiye’deymiş ve dehşeti iliklerine kadar yaşamış.

Ateş öte yandan yaklaşmakta olan tehdidi, gençlere kuşaklar boyu ebeveynlerinden kalan mirası, ekonomik sorunlarla nefes almakta zorlanan günümüz dünyasının kaosunu simgeliyor. 60’lı yaşlarındaki Petzold genç çocukların kaygısız coşkularına sevecenlikle ve büyük ölçüde imrenerek bakarken onların tamamiyle masum olduklarının altını çiziyor. Nadja’dan iki kez dinlediğimiz Heinrich Heine’nin ‘Der Asra’ adlı güzelim şiirinde, geceleri yaşanan fiziksel birlikteliklerde ya da iki oğlan arasında yeşeren duygularda hep aşk var. Bu aşkları ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ sarhoşluğunda, Alman romantizminden kopup gelmişe benzer bir peri masalı tadında anlatmayı deniyor, ancak kapıda bekleyen felaket ve ölüm karşısında aşkın gücü yeterli olacak mıdır. Bunu kestirmekte sanırım o da zorlanıyor.

Berlinale’den ödülle dönmüş olan ‘Kızıl Gökyüzü’, Alman sinemacının Eric Rohmervari ‘oğlan kıza rastlar’ öykülerinin kaygısız yaz esinini taşıyan son opusu. Yönetmenin ‘Transit’ ve ‘Undine’nin ardından muhteşem Paula Beer ile üçüncü birlikteliği. Dostluk, duygusallık ve yaratıcılık dürtüsü üzerine önemli şeyler söyleyen, emeğin işlevselliği ile entelektüel çaba arasındaki ilişkileri tartışmaya açan bu güzel filmi atlamamanızı öneririm.

(27 Kasım 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Resimli Avrupa Tarihi

Tarihi bir kişilik üzerine biyografik film çekmek kolay değil. Halen gösterimde olan ‘Atatürk 1881 – 1919’ için yazdıklarımı yeni gösterime giren ‘Napolyon / Napoleon’ için de yinelemek isterim. 86 yaşındaki deneyimli İngiliz yönetmen Ridley Scott ahir ömründe bu zor işe soyunarak, tüm donkişotluğu ile bir zamanlar Stanley Kubrick’in niyetlenip hayata geçiremediği ‘Napolyon’ projesine sarılmış. Ancak herkesin kafasında farklı bir fotoğraf olarak duran tarihe mal olmuş şahsiyetlere ilişkin her yorum, gelecek eleştirilere de açık olmalı. Lakin Scott yaşının getirdiği huysuzluktan olacak özellikle Fransız eleştirmenlerin sert eleştirilerini bir o kadar sert bir biçimde yanıtlamayı seçti.

Fransızların göklere çıkardığı. sessiz sinemanın en parlak döneminde çekilmiş olan 1927 yapımı Abel Gance imzalı 5,5 saatlik epik ‘Napoléon’da üstad milli kahraman olarak yorumlanır. İlk büyük zaferi olan Toulon kuşatmasını bir saat boyunca izleriz. Dönemin sinemasında teknik bir devrim yaratan deneysel buluşlarıyla bilinen klasik yapım, Napolyon’un düşüş dönemine yer vermez. Rivayet odur ki Gance öykünün devamını getireceği 4 ayrı film için gerekli kaynağı bulamamıştır. Scott’ın Anglosakson bakışıyla çektiği elimizdeki taze yapıma dönecek olursak, film fonda Edith Piaf’ın yorumundan ünlü devrim şarkısı ‘Ah! Ça Ira’nın işitildiği 1789 Fransız Devrimi’nin kaotik günlerinde kraliçe Marie Antoinette’in giyotine gidiş sahnesi ile açılıyor. Korsikalı azimli topçu subayı Napoléon Bonaparte infazı izleyenler arasındadır. Bunun tarihi gerçeklere uygun olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak izlediğimizin belgesel değil, Scott’un yorumladığı bir kurgu olduğunu, halkın sokaklarda Fransızca sloganlarla ihtilali kutlarken pahalı bir Hollywood filminde olduğumuzun bilincinde tüm diyalogların İngilizce dilinde olacağını baştan kabul ediyor ve yazıya devam ediyoruz.

İkinci sınıf vatandaş olarak hor görülen genç Korsikalı subay devrim ortamında yeniden şekillenen Fransa’da askeri manevra tekniklerindeki becerisi ile öne çıkmayı başarıyor. Toulon’da kazandığı ilk zaferin ardından orduda tuğgenerallik rütbesine yükseliyor. İktidardakilerin işe yaramaz Korsikalı serseri olarak gördüğü genç subay değildir artık o. Filmde es geçilen İtalya zaferinin ardından Mısır seferine çıkıyor, 1805 Austerlitz zaferi ona imparatorluğunun yolunu açıyor.

İngiliz yönetmen Napolyon’u etten kemikten bir insan olarak yorumlamayı deniyor. Tarihi şahsiyete benzerliğinin ötesinde, ‘The Master’ ya da Oscar ödülüne ulaştığı ünlü ‘Joker’ yorumunda hayranlıkla izlediğimiz, erkekliklerini ispat çabası içinde iktidarın peşine düşmüş kırılgan eril karakterlerin izini başarıyla sürmüş muhteşem Joaquin Phoenix var elinde. Yönetmen muktedirin annesi ile olan derin bağına fazlaca girmemiş ama Vanessa Kirby’nin tüm baştan çıkarıcılığı ile başarıyla yorumladığı ölümsüz aşkı Joséphine Beauharnais ile süregelen çalkantılı ilişkisine filmin ana ekseninde yer vermiş. Ancak ana karakterin, ‘küçük adam’ isyanından egosu şişmiş, topçu ateşine kulağını tıkayarak savaş meydanlarında üç milyondan fazla kişinin zayiatına neden olmuş diktatöre dönüş sürecinde Scott’ın ustası olduğu kalabalık tören ve muharebe sekansları aslan payını kapmakta gecikmiyor.

86 yaşında bir yönetmenin bu son derece başarılı savaş sekanslarına hakimiyetini takdir ederken, uzun yıllar birlikte çalıştığı görüntü büyücüsünü de unutmamak gerekiyor. Polonya asıllı Dariusz Wolski imzalı sepya Mısır seferi sekansı, mum ışığında çekilmiş sahnelerdeki ışık – gölge uyumu hep onun ustalığının izlerini taşıyor. ‘Napolyon’ belki küçükler için fazlaca kanlı ama gençler için ‘Resimli Avrupa Tarihi’ mahiyetinde tarih okumalarını şevklendirecek iyi bir seyirlik olarak göz dolduruyor.

(26 Kasım 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Yetimden Ne Olur

Yönetmen Mehmet Ada Öztekin Atatürk 1881-1919 projesinin temel ilhamını Zübeyde hanımın manşette yer alan cümlesinden almış. Küçük Mustafa iki çocukla tek başına yaşam mücadelesi veren kederli annesine ‘gör bak yetim çocuktan neler olur’ karşılığını verecek ve inandığı yolda tarih önünde yüce sınavını verecektir.

Yapım başlangıçta bir dizi film projesi olarak çekilmiş, ancak Disney Plus platformunun basında yer alan kimi nedenlerle yayına sokmaktan vazgeçmesinin ardından 2 bölüm halinde sinemalarda gösterime girmesine karar verilmiş, Çok da iyi olmuş. Kendi adıma bu 4 saati aşan ve iki bölüm halinde gösterilecek olan filmi yüzbinlerle birlikte, üstelik böylesine anlamlı bir yıldönümünde sinema salonunun büyülü perdesinde izlemekten büyük mutluluk duydum.

10 Ağustos 1915 sabaha karşı Gelibolu Conk Bayırı taarruzu ile açılıyor film. ‘Vatan Kasidesi’nin dizeleri eşliğinde ön saflara ilerleyen yarbay Mustafa Kemal, vatan şairi Namık Kemal’e ‘bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini’ yanıtını verecektir. İlk taarruzun ardından bir şarapnel parçası ile yere yıkılan komutanın fırtınalı çocukluk yıllarına, gümrük memurluğundan istifa ederek ticarete atılan Ali Rıza Bey’in tomruklarının maskeli eşkıyalar tarafından yakılıp yok edildiği o meşum geceye dönüyoruz daha sonra. Ailesi ve Türkler için güvenli bir yer değildir artık Selanik. Babanın erken ölümü ile küçük Mustafa’nın Osmanlı yönetimine güven endişesi derinleşecek, ilerleyen yıllarda doğup büyüdüğü toprakların tıpkı bir dolu başka iller gibi tek kurşun atılmadan yabancılara bırakılması, babasının tomrukları gibi yanan memleketi emperyalist ellene teslim etmemek için mücadeleyi başlatmasına neden olacaktır.

İlk duyduğumda ‘Atatürk’ projesine kuşkuyla baktığımı hatırlıyorum. Aynı endişeyi yönetmen Öztekin de yaşamış. Hatta kendisine gönderilen ilk senaryoyu okumayı reddetmiş. ‘Bu ülkede herkesin kafasında bir Atatürk fotoğrafı olduğunu ve çok doğal olarak herkesin o fotoğrafa aşık olduğunu ve o fotoğrafı görmeyi beklediğini’ ifade ediyor bir söyleşisinde. Yine de yel değirmenlerine savaş açma misali projeye sarılmaktan alamamış kendisini. Yaptığının bir belgesel değil, bir drama, bir kurgu olduğu gerçeğini hiç unutmadan. Zamanının çok ilerisinde geleceği gören, çalışkan bir askeri dehayı heykelden insana döndürmeye çabalamış ve bunu başarmış. Yetim kalmış bir çocuğun tüm bir ulusun babası olmaya giden bu zorlu ve muhteşem serüvende, o gün için bir kahraman olmayan azimli, öfkeli ve yürekli genç adamı insan olarak perdeye taşımanın altından kalkmayı bilmiş. Kendisini ve ulusunu inşa etmiş bir adamı bir fikir, bir düşünce, bir tabu niteliğinden nefes alıp veren bir bedenin içine sokmanın üstesinden gelinebilmiş. Genç Mustafa Kemal’i canlandıran Aras Bulut İynemli’nin bir çok televizyon ve sinema projesinde haklı ilgi gören ışığı bu çabanın başarıya ulaşmasında büyük etken olmuş.

Mustafa’nın Atatürk’e giden yolculuğunda onun nefes alıp verdiğine, zorlu mücadelesinin kısa zaman dilimlerinde sevdalandığına, anasının elini öptüğüne, ıspanaklı böreğini yediğine, kızkardeşi Makbule’nin burnunu sıkıştırdığına, ‘işimize bakalım’ lafını ağzından eksik etmediğine tanıklık ediyoruz. Büyük emek verilmiş prodüksiyon ve kostüm tasarımı ve başarılı oyuncu kadrosu ile göz dolduruyor yapım. Bu noktada kararlı ve fedakâr Zübeyde hanımdaki içten yorumu ile Songül Öden’e ve küçük Mustafa’yı canlandıran 9 yaşındaki yetenekli çocuk oyuncu Emre Mete Sönmez’e ayrıca dikkat çekmek isterim.

Resmi tarihten yola çıksa da Atatürk’ün insan kişiliğine dair ince ayrıntılarla bezeli senaryosu da başarılı filmin. Yüzbaşı Mustafa Kemal’in gözden ırak tutulmak için gönderildiği Selanik İstasyon Şefliği’nde geçen sahneler ve yarbay Mustafa Kemal’in Conk Bayırı taarruzu öncesinde filmin ithaf edildiği efsanevi 57. Alay’a hitabının yer aldığı ilk bölümün final sekansı Öztekin sinemasının öne çıktığı güzel anlar olarak hatırlanacak. 1915 – 1919 yılları arasındaki vatan mücadelesini perdeye taşıyacak olan ikinci bölümü 05 Ocak 2024’te gösterime girecek olan filmin Atatürk’ü sinemamızda farklı bir perspektiften anlatan ilk yapım olduğunu ve daha nicelerine zemin hazırladığını düşünüyor, emeği geçen herkesi kutluyorum.

(13 Kasım 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Bir İlişkinin Anatomisi

İnsan sadece yaşadığı şeyleri yazabilir mi? Üretken kadın yazar Sandra Voyter Fransız Alplerindeki dağ evinde kendisi ile röportaj yapan edebiyat öğrencisi genç kıza, geniş kitlelere ulaşmış polisiye metinlerinde neyin gerçek neyin kurgu olduğunun yaşam kadar belirsiz olduğunu anlatmaktadır. Neşeli, keyifli samimi bir tonda yol alan söyleşi yüksek volümlü müzik ile kesintiye uğrar. Sandra’nın (Sandra Hüller) çatı katında çalışan kocası Samuel Moleski’nin (Samuel Theis) görüşmeyi sabote etme niyetinde olduğunu anlarız. Çiftin küçük yaşta geçirdiği kaza sonucu gözleri görmeyen 11 yaşındaki oğulları Daniel (Milo Machado Graner) biraz da evin gerilimli ortamından uzaklaşmak için sadık köpeği ile yürüyüşe çıkar. Eve geri döndüğünde 50 Cent şarkısı P.I.M.P.’in looplanmış enstrümantal kalipso remix’inin yüksek volümde çalmaya devam ettiği işitilir. Daniel köpeğin yardımıyla kapıya yakın odunluğun biraz ilerisinde babasının karlı zemini kana bulamış cesedine ulaştığında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını idrak ederiz.

Cannes Film Festivali’nin bu yılki galibi Altın Palmiyeli ‘Bir Düşüşün Anatomisi / Anatomie d’une Chute’ önceki ilgiye değer filmleri bizde gösterilmemiş Justine Triet’nin dördüncü uzun metrajı. Fransız sinemacı 2016 yapımı ‘Victoria’ ve 2019’da çektiği ‘Sybil’de çocuklu güçlü bekâr kadınların duygusal yaşam mücadelesini alter ego’su Virginie Efira üzerinden vermeyi denemişti. Bu kez gerçek yaşamda partneri olan sinemacı yazar Arthur Harari ile birlikte pandemi döneminde geliştirdiği iddialı metniyle edebiyatçı bir çiftin öyküsünü anlatıyor.

Fransız koca öykünün hemen başında aramızdan ayrılıyor ve bizler olay anında evde yalnız bulunan Alman asıllı karısının mahkeme sürecine yoğunlaşıyoruz. Genç adam dağ evinin üçüncü katındaki çatı odasından düşüşü bir kaza ya da intihar mıdır, yoksa bir mücadele sonunda aşağıya mı itilmiştir. Uzun süren mahkeme sürecinde masum kurbanı oynamayı reddeder genç kadın. Gözyaşı dökmez, katılığını güçlü duruşundan alır. Bu dimdik duruş yerel dile hakimiyetindeki yetersizliği ile birleşince kendisi aleyhine bir tehdide dönme riski de taşır. Triet’nin mükemmel dialoglarının bu tehlikeyi hep canlı tuttuğu süreçte, bizler de Daniel ya da mahkeme heyeti gibi gerçeği tam olarak göremez, olan biteni el yordamıyla anlamaya çalışırız.

Herkes konuşurken Sandra sessiz doğallığını korur. Hikâyenin kendine ait olduğunu, kocasının gizli ses kaydında ortaya çıktığı gibi meşum düşüşün bir gün öncesinde şiddetli bir kavgaya giriştiklerini kabûl eder. Daniel’in geçirdiği kaza sonrası seks hayatlarının bitişinin ardından bir hemcinsi ile cinsel doyum arayışını itiraf etmekten çekinmez. Aralarındaki entelektüel çatışmadan, oğullarının başına gelenlerden kendini sorumlu tutan babanın hayata geçiremediklerinden her koşulda üretmeyi sürdüren karısını sorumlu tuttuğundan haberdar oluruz.

Sandra’nın samimi duyguları ve dürüst itirafları hukukçuların rasyonel suçlamaları ile çelişmeyi sürdürür. Zaman zaman bizler de kararsız kalırız. Yazar karaktere dönüşür mü ya da boşluklar varsayımlarla doldurulur mu gibi sorular kafaları meşgûl eder. Adalet ile edebiyatın birbirine karıştırılma sürecini eleştirir Triet. Gizem, Daniel’in göremedikleri ama duydukları ve hissettikleri ile aralanacaktır belki de.

Triet’nin Fransa’da kendisinin bile beklemediği kadar ilgi gören filmi 2,5 saatin nasıl geçtiğini hissettirmeden soluk soluğa izleniyor. Klâsik mahkeme filmlerinin bildik klişelerine düşmeden, bir ilişkinin çözülmesinin adım adım sahnelenişini izlerken, filmin lokomotifi Sandra Hüller denen büyük oyuncunun her türlü ödülü hak eden müthiş performansına bir kez daha şapka çıkarıyoruz.

(05 Kasım 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

İnsan Ne İçin Yaşar

Miyazaki’nin veda filmi olduğu söylenen 2013 yapımı ‘Rüzgar Yükseliyor / Kaze Tachini’yi Berkin Elvan’ı kaybetmenin kederi ile izlemiş ve kaleme aldığım yazımı; yüzemediği denizlerin, okuyamadığı kitapların, izleyemediği filmlerin, yaşayamadığı aşkların ondan çalındığı küçük çocuğa ithaf etmiştim. Aradan 10 yıl geçti. Yükselen rüzgârlarda küçük Berkin’lere daha mutlu ve özgür bir yaşam sözümüzü yerine getiremedik. Bunun hüznünü yaşarken Japonya semalarından yükselen bilge Miyazaki vedasını bir kez daha erteledi ve 82 yaşında ‘Çocuk ve Balıkçıl / Kimitachi Wa Dô Ka’ ile belki de senenin en güzel sürprizini yaptı. Göklere uçaklara olan tutkusunu bildiğimiz büyük usta bir önceki filminde uçak tasarımcısı Jiro Horikoshi’nin biyografisinden yola çıkarken Almanya ile paralel olarak militarizmin tırmandığı Japonya’nın tarihten bildiğimiz mahvını hazırlayan gelişmeleri perdeye taşımıştı. Sinemacının filmografisine damgasını vurmuş fantastik unsurlardan büyük ölçüde arınmış olan bu yapımı onun hayli karanlık tonlarda yol alan buruk vedası olarak nitelendirdiğimi hatırlıyorum.

10 yılın ardından bu son dönüşünde İkinci Dünya Savaşı dehşetinin süregeldiği yılları anlatmayı sürdüren Miyazaki, Genzaburō Yoshino’nun 1937 tarihli, filme Japonca özgün adını vermiş mangası ‘İnsan Nasıl Yaşar?’dan yola çıkmış olmasına karşın izleyicisini kendi çocukluğuna ve görkemli kariyerini süsleyen fantastik dünyaya taşıyan ‘Fellini Amarcord’u anımsatır bir hatıra albümüne imza atmış. 1941 doğumlu yönetmenin annesini filmin ana karakteri küçük Mahito gibi bombardımanda alevler içinde kalan hastanede yitirmediğini ama genç sayılabilecek bir yaşta tüberkülozdan kaybettiğini, savaşın en karanlık günlerinde ailesi bir süreliğine kırsalda yaşadığını, pek yakın olmadığı babasının uçak mühendisi olduğunu biliyoruz. Mahito da annesinin yerine geçen teyzesi ile birlikte doğanın içindeki yeni hayatına uyum sağlamaya çalışırken, ona annesinden haber getiren -hatta annesinin sesini taklit eden- insan formuna da girebilen koca burunlu gri balıkçılın rehberliğinde, büyük amcasının inşa ettiği gizemli kulenin tünellerinden başka bir aleme geçiş yapıyor. Bu muhteşem serüvende karşısına çıkan ve onun başını türlü beladan kurtaracak olan denizci Kiriko, ateş kadın Himi, faşist krala hizmet eden dev muhabbet kuşları, insan olmak için dünyanın kapısından geçen warawaralar ve diğerleri Miyazaki’nin fantastik filmografisinden izler taşıyor. Filmin heyecan verici doğum odası sahnesinde hamile teyzesi Natsuko ile karşılaşıyor. Mahito’nun -ve de Miyazaki’nin- anne özlemi onların ruhani alemdeki arayışlarını tetikliyor. Kubrick’in ‘2001’inden fırlamışa benzeyen farklı formda bir ‘kara taş’ ve de kötülük bulaşmamış küçük taşlarla yarattığı evrenin bekçiliğini yapan büyük amca devreye giriyor daha sonra. Ondan bolluk, huzur ve güzelliklerle dolu bir dünya yaratmasını, ‘insanın bunun için yaşaması gerektiği’ öğüdünü alıyor. Dizginlenemez cinayetler ve kötülüklerle dolu, yakında yok olacak bir dünyaya dönüş nafile mi diye düşünmeden edemiyor insan. Miyazaki’nin de kafası karışık sanırım ama durmadan dönen dünya misali hayal etmekten kendini alamıyor, barışı, dostluğu, doğayı yücelten şiirsel düşlerine dalmaktan başka yol bulamıyor nihayetinde. Büyük bilgenin muhtemel vasiyet filmi yoruma açık sayısız ayrıntı barındırıyor. Onun görkemli sinema kariyerinden değerli parçaların izini süreceğiniz, her izleyişte farklı şeyler keşfedeceğiniz bu sinema şölenini kaçırmayın.

(27 Ekim 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Petrol Kadar Kara

Unutulmuş tarihi süreçleri derin bir inceleme sonucunda gün ışığına çıkarmasıyla bilinen araştırmacı gazeteci yazar David Grann’in 2017 yılında yayımlandığında büyük yankı uyandıran kitabı ‘Dolunay Katilleri: Osage Cinayetleri ve FBI’ın Doğuşu’ bir ulusun geçmiş günahlarını belgeleri ile ortaya koyan dehşetengiz bir Amerikan suç ve ırkçılık öyküsüdür. Kitabın merkezinde ABD hükümeti tarafından Oklahoma’daki Kızılderili Bölgesi’ne yerleştirilen yerli kabilesi Osage Halkı yer alır. Ohio ve Mississippi nehri vadilerindeki verimli topraklardan batıya sürülenler için Tanrı’nın başka bir planı olacaktır. Gündüz kıtlığın gece aç kurtların dolaştığı bu olabilecek en berbat topraklarda 19. yüzyıl sonlarında ‘kara altın’ın bulunmasının ardından kabile maden haklarını elinde tutmak ve arazilerini müteahhitlere kiralamak suretiyle fevkalade zenginleşecek, 1920’lere gelindiğinde Osage halkı kişi başına en yüksek gelire sahip toplululuk olarak anılacaktır.

Lakin Beyaz Amerikalı’nın topraktan fışkıran baş döndürücü zenginliği yerli kabilelere bırakma niyeti yoktur. Önce gözü dönmüş vurguncular bölgeye akın eder. Göz dikme ve el koyma, ABD hükümetinin onayıyla devreye giren, -yetersiz’ görüldükleri için- Kızılderili servetlerinin beyazlar tarafından yönetildiği çarpık, düpedüz ırkçı ‘vasilik’ sistemi ile ayyuka çıkar. Daha da kötüsü, yine 1920’lerin başlarında ‘Korku Krallığı / The Reign of Terror’ olarak adlandırılan süreçte düzinelerce Osage insanı, arsenik katılmış viski ile yavaş yavaş zehirlenme dahil korkunç yöntemlerle infaz edilir. Böylece evlenme yoluyla yerli ailelere sızan beyazlar hunharca katledilenlerin mirasçısı olarak petrol hisseleri dahil ‘kelle hakları’nın üstüne oturur. Yeni kurulmuş olan FBI, 1923 yılında Osage ileri gelenlerinin talebi üzerine soruşturma başlatır. New Yorker ekibinden yazar Grann’in büronun başarı ile yürütülmüş ilk cinayet davaları üzerinden ilerleyen yaman araştırmacı gazetecilik öyküsünün ana kahramanı ise soruşturmayı yürüten eski Teksas korucusu FBI dedektifi Thomas Bruce White’dan başkası değildir.

Leonardo DiCaprio kitabı ilk keşfedenlerden biri olarak film haklarını yayım öncesinde satın almış ve ‘hep bir Western yapmak istemiş’ olan hamisi Martin Scorsese ile uzun bir çalışma dönemi geçirmiş. Araya oyuncunun ve yönetmenin başka filmleri girmiş, senaryo yazarı Eric Roth ile birlikte birkaç taslak üzerinde çalıştıktan sonra hikâyeyi romanın ana kahramanı olan FBI görevlisi yerine, Osage zenginliğine gözünü dikmiş beyaz dayı-yeğen üzerine kurma fikri tercih edilmiş.

80 yaşındaki Scorsese’nin yönettiği, Amerikan tarihinin utanç verici sayfalarından birini konu alan ‘Dolunay Katilleri / Killers of the Flower Moon’ doğrudan mahkeme tutanaklarından ve Grann’in Osage cinayetleri davası üzerinden yürüyen Roth’un dramatik kurgusundan yola çıkmış. Birinci Dünya Savaşı’ndan iç organlarından hasarlı bir biçimde dönen Ernest Burkhart (Leonardo DiCaprio), Fairfax şerif yardımcılığını da yürüten sığır çiftliği sahibi dayısının başrolde olduğu suç kampanyasına dahil olmak suretiyle köşeyi dönme planları peşindedir. Kaba saba genç adam üstünü başını düzeltir düzeltmez dayısının önerisi üzerine, biraz da deniz mavisi gözlerinin yardımıyla babasız zengin Osage ailesinin büyük kızı Mollie (Lily Gladstone) ile evlenmeyi başarır. Karısının akrabaları meçhul cinayetler sonucu bir bir ortadan kaldırıldıktan sonra sıra kronik şeker hastası Mollie’ye gelecektir.

Deneyimli Scorsese Amerikan tarihinin petrol kadar kara geçmişini neşter altına yatırdığı ilk Western’inde kariyerinde önemli bir yer teşkil eden suç ve kara film unsurlarını tarihi belgelerle kaynaştırmak üzere yola çıkmış. Öte yandan Osage halkının yaşadığı yerlerde topluluğun yaşayan gerçek üyeleri ile işbirliği yaparak bölgenin otantik kültürünü, düğün, cenaze törenlerini, dua ritüellerini belgesel tadında yansıtmayı arzulamış. Bir de zaman içinde filizlenen bir aşk hikâyesine yer vermek istemiş. Bu da çok amaçlı destansı yapımın hayli uzaması, tekrara ve hantallığa düşmesine neden olmuş. Romanın etrafında şekillendiği FBI hadisesi ve dedektif Tom White’ın (Jesse Plemons) perdede gözükmesi için 2 saati aşkın bir sürenin geçmesini bekliyorsunuz örneğin. Burkhart çiftinin üç çocuğunun dünyaya geldiği 8-10 yıllık süreçte ana karakterlerin değişim süreci ve Scorsese’nin bir söyleşisinde ifade ettiği ‘masum olmayan karakterlere insanlık katmak’ çabası da maalesef pek işlemiyor. De Niro’nun çok bildik yorumuyla canlandırdığı William ‘King’ Hale’in Osage halkı için ‘çok nazik ve cömertler ama hastalar’ diyerek ‘şansın seçtiği insanları’ yok etmeyi olağan sayması, ‘yollar, okullar hastaneler yaptım, onları 20. yüzyıla taşıdım’ kibrinin, geleneksel ‘Beyaz Amerikalı Irkçılığı’nın (filmde bir sahnede eş zamanlı olarak zencilerin katledildiği Tulsa olaylarına da yer verilmiş) mahkûm edilişi değerli kuşkusuz, ancak deneyimli oyuncuları ve teknik ekibi ile görselliği sorunsuz duran yapım dağınıklığı yüzünden 4 bölümlü mini dizi duygusunu fazlaca hissettiriyor. Bu hakiki Vahşi Batı kâbusunun, petrol kadar kara hikâyenin ruhunu yakalayabilmek için ise David Grann’in soruşturma belgelerini, birinci ağızdan tarihi kayıtları, verilen ifadeleri yıllarca titizlikle inceleyerek kaleme aldığı, film ile aynı adı taşıyan dilimize de çevrilmiş (İthaki Yayınları) kurgusal olmayan romanına göz atmanız gerekiyor.

(20 Ekim 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Umut Etmenin Yorgunluğu

‘Kuru Otlar Üstüne’ kardan tipiden gözün gözü görmediği, rüzgârın tehditkâr bir uğultuyla kulaklarda çınladığı beyaz örtünün üzerinde yol almaya çalışan otobüsün görüntüsü ile açılıyor. Arabadan inen Samet öğretmen, yarıyıl tatili sonrası Erzurum’un ücra köyüne vazifesinin başına dönmektedir. Ailesinin yanında geçirdiği kısa dinlenme dönüşü lojmanda birlikte kaldığı ev arkadaşı Kenan öğretmene getirdiği soğuk sıkım zeytinyağından Egeli olduğunu çıkardığımız genç adam ‘kendi tabiriyle’ nasıl da düşmüştür buralara. Geldiği ilk dakikadan itibaren sadece gitmek vardır aklında. Gençliğinin dört kıymetli yılını bu uzak toprakların insanlarına adamış ve artık yetmiştir. Kendi ulaşamadıklarının parıltısını gördüğü kız öğrencisinin beklenmedik hamlesi Kenan ile onu amirleri karşısında zor duruma düşürünce birikmiş kızgınlığı kör bir öfkeye dönüşür. Filmin ikinci bölümüne doğru Ankara’daki Barış Mitingi’nde sağ bacağını kaybetmiş Nuray öğretmenin devreye girişi ile iki erkek dışardan emniyetli görünen kuru ve kırılgan dünyalarını sorgulamaya başlayacaktır.

İlk izleyişten beri üzerimdeki yoğun etkisini sürdüren Nuri Bilge Ceylan eserinin, başyapıt yetkinliği ile yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada gördüğü büyük ilgi ve övgüyü hak ettiğini baştan söylemeliyim. Filmin Ceylan’ın ‘Üç Maymun’dan beri (2008) birlikte olduğu Gökhan Tiryaki yerine ilk kez Cevahir Şahin ve Kürşat Üresin ikilisi ile çalışmasının ürünü olan görselliği parmak ısırtacak düzeyde. Eşi Ebru Ceylan ile yazar Akın Aksu’nun ‘Ahlat Ağacı’nda başlayan ve Aksu’nun zengin köy öğretmenliği anılarından beslenen senaryo metni için de aynı şeyler söylenebilir. Ceylan’ın artık büyük ustası olduğu oyuncu yönetiminin rehberliğinde Deniz Celiloğlu, Merve Dizdar, Musab Ekici başta olmak üzere, irili ufaklı tüm yan karakterlerin zengin yan öykücüklere hayat veren oyuncu performansları filmin çok başarılı bir diğer özelliği. Öğrenci Sevim rolünde ilk kez izlediğim gencecik Ece Bağcı ise gerçek bir keşif olarak umut veriyor.

Klasik Rus edebiyatı başyapıtlarının izinde bir roman filme dönüşmüş olan yapım, 197 dakikalık uzunluğuna karşın zamanın nasıl geçtiği farkedilmeden izleniyor. Oysa zaman çok ağır ilerliyor bu topraklarda. Derslerin de, teneffüslerin de, gecelerin de ona çok uzun geldiği Nuray öğretmen filmin en can alıcı sekansında tembelliğini ve işlevsizliğini bireysel özgürlük olarak sunan Samet’e karşı toplumsal dayanışmanın gerekliliği savunuyor. Lakin sanki uzun yıllar yaşamış gibi ‘umut etmenin yorgunluğu’ vardır üzerinde. Dizdar, Cannes’da ödüllendirilmiş müthiş yorumunda yaşadığı trajedinin ardından ‘elinde kalanın ne olduğunu’ bilmek istiyor, kapağı İstanbul’a atmak ve buralardan kurtulmak isteyen Samet’in erkeklik oyunlarından birine yem olmak pahasına olsa da.

Aksu ve Ceylanların ‘kuşların bile uğramadığı metruk bir değirmene’ benzettiği, amaçsızlığını ve boşluğunu gittiği her yere taşıyacak olan Samet’in mutsuzluğu ve aydınlık gözükmeyen geleceği ile yüzleştiği o müthiş finalde kış gitmiş, baharı görmeden yaz gelmiştir. Ceylan çiftinin filmin dokusuna yerleştirdikleri gerçeği perdeleyen fotoğraflar misali unutulmuşluğu gizleyen bembeyaz kar örtüsünün altında yeşermeden kuruyan otlar misalidir o. Ferit Karahan’ın unutulmaz ‘Okul Tıraşı’ndaki öğretmenler gibi, bu topraklarda harcanıp gidecek olan Sevim’ler gibi. ‘Kuru Otlar Üstünde’ Nuri Bilge’nin karamsarlığının doruğuna çıktığı bir başyapıt. Sinema ile edebiyatın güzide birlikteliği, bir roman olarak da okunabilecek bu sinemasal yetkinliğin seçimlerin ardından ‘umut etme yorgunluğu’nu derinden deneyimleyen bizlerin ruh haline cuk oturmuş olması, Nuri Bilge’nin kendisinin de dahil olduğu açık hesaplaşmayı daha da sarsıcı kılıyor.

(27 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Korku ve Dehşet Yılları

1976 yılı ülkemiz için zor yılların başlangıcıdır. OPEC krizi ile başlayan uluslararası ekonomik krizin ülkemizin siyasal ve sosyal düzenini hızla felâkete sürüklediği yılardır bunlar. Bu dönemde benzer bir kaderi paylaştığımız Güney Amerika ülkelerinden Şili’yi cehennem ateşi daha erken sarmış. Manuela Martelli imzalı ‘1976’ üç yıl önce bir askeri darbe ile sosyalist başkan Salvador Allende’yi deviren Pinochet cuntasının gemi azıya aldığı karanlık süreçten bir kesiti dönemi bilene bilmeyene hatırlatmak istemiş. İyi de yapmış.

Korku ve dehşet yıllarını başarılı filmleri ile gündeme getirmiş saygın belgeseci Patricio Guzmán, Sebastián Lelio ve de son Venedik şenliğinde cani generali bir vampir formunda anlatmayı denediği ‘Kont / El Conde’ filmiyle gündeme gelen ‘Tony Manero’ yönetmeni Pablo Larraín gibi Şilili ustaların izini süren 1983 doğumlu Martelli, dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Cannes’da yapan ilk uzun metrajında döneme kendi halinde varlıklı yaşamını sürdüren burjuva bir ev kadınının gözünden bakmak istemiş.

Film, Santiagolu doktorun karısı Carmen’in tadilatta olan yazlık evlerinin duvarı için renk seçtiği atölyede başlıyor. Orta yaşlardaki kadın boya fıçıları arasında elindeki broşürden bir Venedik gün batımının pembe kızıllığını yakalama derdindedir. Aniden sokaktan gelen bağırış çağırıştan irkildiğinde pembe boya saks mavisi zarif ayakkabısına damlar. Evet dışarda kan vardır! Yaşanan arbededen güpegündüz bir kadının askerler tarafından götürüldüğünü duyarız. Boş sokaktaki arabanın tekeri altına sıkışmış ayakkabı tekinin derdest edilen kişiye ait olduğunu anlarız.

Radyo ve televizyon yayınlarının cunta güzellemeleri ile kesildiği ülkede olan bitenden habersiz yaşayan Carmen, sayfiye evinin bulunduğu küçük kasabanın yardımsever rahibinin ricası ile bacağından kurşun yemiş yaralı bir gencin bakımını yapmayı kabullenişi hayatının dönüm noktasıdır. Gençliğinde doktor olma isteği ataerkil aile düzeninde engellenmiş, bu arzusunu İkinci Dünya Savaşı sırasında Kızıl Haç hemşireliği yaparak gidermeye çalışmış, rahibin gözetiminde görme engellilere desteğini sunmaktan geri durmamıştır o. Lakin yaşamının bu kaçınılmaz dönemecinde direnişçi Elias’a herkesten gizli olarak bakmayı kabul etmesi öncelikle onun kendi gözlerindeki bağın çözülmesine neden olacaktır.

‘1976’ usul usul yol alan, sırça köşkünde yaşayan bir kadının dehşet içinde olan biteni fark etmesi üzerinden gerilimini kuran incelikli bir yapım. Çevresinde yaşatılan zulmün, işkencenin, okyanusa atılmış faili meçhullerin farkındalığı ile uykuları kaçan Carmen’in uzaktan uzağa Hitchcock’un bizde ‘Gizli Teşkilat’ adıyla gösterilmiş ünlü ‘North by Northwest’ine göndermeler yapan, orta yaşlı burjuva kadının tekinsiz metruk yerleşimlerde Elias ve örgüt arkadaşları arasında irtibat kurmaya yönelik çabaları bir sonuç verecek midir. Hiç kimsenin güvende olmadığı bir kanlı düzende bireysel sorumluluk almadan gözyaşı dökmenin bir anlamı olacak mıdır?

Bizde de gösterilen 2004 yapımı ‘Machuca’da oyuncu olarak yer almış olan genç Martelli senaryoyu büyükannesinin 1976 yılındaki intiharından yola çıkarak yazmış. Ataerkil düzenin kendilerine anne ve ev hanımı rolünü biçtiği, tutkuları gözyaşlarında yitip gitmiş kadınları temsil ediyor Carmen. Başrolde Aline Küppenheim’ın çok parlak bir oyun verdiği bu iddiasız ama güçlü filmi görmenizi öneririm.

(22 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Geriye Aşk Kalacak

Kısacık hayatımızın gündelik akışı içinde hüzün ile mutlu olma ihtimallerini harmanlayan enfes sineması ile Mia Hansen-Løve çağımızın en saygın auteur sinemacılarından biridir. Soyadını Danimarka’dan Fransa’ya göçmüş büyük babasından alan Fransız yazar yönetmenin 16 yıla sığdırdığı sekiz uzun metrajı ve kısalarından oluşan tüm yapıtları 21 – 30 Eylül tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema’nın programında yer alıyor. 28 Eylül Perşembe günü 18:00’de yönetmenin katılımı ile sonlanacak olan toplu gösteri İstanbullu izleyiciler için mevsimin heyecan verici ilk önemli sinema etkinliği olarak dikkat çekiyor.

Yönetmenin oto-kurmaca olarak nitelendirdiği senaryoları onun çevresindeki kişilerin yaşamlarından ilham alır. ‘Elveda İlk Aşk / Goodbye First Love’ kendi ilk aşkının hüznünü, ‘Eden’ abisinin DJ’lik serüvenini anlatır. ‘Çocuklarımın Babası / Le Père de Mes Enfants’ gencecik bir kızken ilk filmi ‘Her Şey Bağışlandı / Tout est Pardonné’nin çekilmesine fırsat sağlayan yapımcı Humbert Balsan’ın bilinmeyen yönleri üzerinedir. Derken 2016 yapımı unutulmaz ‘Gelecek Günler / L’Avenir’ çıkagelir. Film, Isabelle Huppert’in muhteşem yorumuyla hayat verdiği felsefe öğretmeni annesinin, 25 yılın ardından yine felsefeci olan babası tarafından terk edildiği dönemi perdeye taşır. ‘Bir ömür boyu kendisini seveceğini düşündüğü’ kocasının açıklamasıyla şaşkınlığa düşen, sonrasında yaşlı annesinin ölümü ve yetişkin çocuklarının yuvadan uçmasıyla kendini hiç beklemediği bir özgürlük alanının tam ortasında bulan 50’li yaşlarındaki kadın için filmin Fransızca özgün ismi olan ‘Gelecek’ ne çok karanlık ne de çok aydınlıktır. Hayat sakin akışına bırakılarak yaşanacaktır.

2021 yapımı ‘Bergman Adası / Bergman Island’ birlikteliklerini sürdüren ikisi de yönetmen çiftin hikâyesi üzerine serbest vezin bir çalışmadır. Parisli kadın sinemacının kendisinden 15 yaş büyük olan Fransız sinemacı Olivier Assayas ile 2016’da noktalanmış uzun bir birliktelikleri ve bu ilişkiden dünyaya gelmiş bir kızları olduğunu biliyoruz. Kendisi hikâyenin tümüyle özyaşamsal olmadığını ifade eder bir kez daha. Ve hikâye otobiyografiyi aşarak, bir kadın sanatçının geçmişini ve geleceğini sorguladığı yaratıcılık egzersizine dönüşür. İlk bir saatlik bölümü Ingmar Bergman üzerine yoğun referanslar barındıran yapıt, sanıldığı gibi İsveçli efsanevi yaratıcı üzerine bir çalışma, Bergman’ı yücelten ya da yapamadıkları için eleştiren bir film değildir. Referans aldığı ustası onun için bir teselli kaynağı, öykünün ana karakteri için bir nevi sığınak olarak kalmaya devam edecek, ancak tanıklıkları onun kendisini keşfetmesine yol açacaktır.

Hansen-Løve bizde Filmekimi gösterimlerinde büyük beğeni toplamış son filmi ‘Güzel Bir Sabah / Un Beau Matin’de daha önceki filmlerinde kendisine ilişkin hayal kırıklıklarının izlerini gözlemlediğimiz babasını karşımıza çıkarır. Hayatını düşünmeye adamış, birçok şeyi kaybetmenin ve adım adım kaybedecek olmanın ürkütücü farkındalığını deneyimleyen felsefe profesörünün dramını perdeye taşıyan ve kimilerinin ‘Gelecek Günler’in bir çeşit devamı olarak nitelediği film, eşini kaybetmiş, hayatın türlü dertleri ile boğuşan tek çocuklu Sandra’nın mutlu olma arayışının öyküsü etrafında şekillenir. Léa Seydoux, Pascal Greggory, Melvil Poupaud, Nicole Garcia’dan oluşmuş benzersiz oyuncu takımı ile bir kez daha oto-kurmaca’ya yönelir sinemacı. Babasını unutturmama çabası ile onun ‘Balade en Maladie Rare’ (Nadir Hastalıklarda Gezinmek) notları girer öyküye. İsveçli caz piyanisti Jan Johansson’ın müziklerini ustası Bergman’ın az bilinen ve evlilik dışı bir tutku üzerinden gelişen 1969 yapımı ‘Temas / The Touch’ filminden ödünç alır. Babanın Schubert tutkusu -Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’na da bezemiş olduğu- bestecinin hüzünlü piyano sonatında yansır. Şu üç günlük ömürlerinin tadını çıkarmak için çabalayan Sandra ve Clément’ın mutlu olma ihtimallerine son jenerikte Bill Fay’in kendi yorumladığı bestesi ‘Love Will Remain’ eşlik eder. Kısacık hayatımız bir su gibi akıp gidecek, geriye aşk kalacaktır çünkü.

(21 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Evrimden Kaçılmaz

‘Yaratıcı / The Creator’ insan ırkı ile yapay zeka güçleri arasında çok da uzak olmayan bir gelecekte yaşanan savaşın ortasında geçiyor. Önce robot biliminin gelişimi hakkında siyah-beyaz bir belgesel izliyoruz. 50’li yıllardan başlayarak insan hayatına katılan robotlar 2060 yılında ABD savunma sisteminde kilit konumdadır. Bir kodlama hatası sonucu Los Angeles üzerinde patlayan nükleer bomba herşeyin seyrini değiştirecek, ABD ve müttefikleri Yapay Zeka’ya (YZ) karşı savaş ilan ederek toplu bir katliama girişecektir. Yeni Asya ülkelerinde durum farklı olsa da ABD askeri güçleri Uzak Doğu’da yerel halkla barış içinde yaşayan YZ toplumunun kökünü kazımaya niyetlidir.

Asya semalarında bir tehdit unsuru olarak boy gösteren ABD patentli NOMAD savaş filosunun hedefi, tasarımcı Nirmata’nın (Nepal dilinde ‘Yaratıcı’ anlamına geliyor) Asya’da konuşlanmış gizli laboratuvarında ürettiği bilinen Alpha-O adlı silahı yok etmektir. Bunun üzerine, nükleer patlamada kaybettiği sağ kolu ve bacağı protezli çavuş Joshua Taylor ile temasa geçilir. Malûl asker beş yıl önce bölgede gizli görevdeyken aşk yaşadığı ve kendisinden çocuk beklediği, ancak ABD güçlerinin baskını sırasında kaybettiği Nirmata’nın kızı olduğu varsayılan Maya’yı bulmak için bir kez daha derin Asya’ya yollanır. Nirmata’nın silahının bir kız çocuğu olarak tasarlandığını keşfettiğinde, Alphie adını verdiği küçüğü korumak için yerel halk ve YZ güçleriyle omuz omuza mücadeleye girişecektir.

Üçü de bizde gösterime giren ‘İstila / Monsters’ (2010), ‘Godzilla’ (2014), ‘Rogue One: bir Star Wars Hikâyesi’ (2016) ile hatırladığımız Gareth Edwards derdini bir kez daha bilim-kurgu ile anlatmayı seçerken, Chris Weitz ile ortaklaşa yazdığı senaryoda kendi özgün fikrinden yola çıkmış. İnsanlık ve Yapay Zeka’nın ortak kaderinin dev adımlarla şekillenen öyküsü yabancı bir mesele değil. Hatta robot varlıkların bu filmdekine benzer evrimi için şahsen 2070 yılına kadar beklemeye de gerek kalacağını düşünmüyorum. İngiliz sinemacı, ‘Oppenheimer’ ile bu yaz ortalığı ayağa kaldıran hemşerisi Christopher Nolan’ın ardından Hollwood alemine yeni bir ayar verecek girişiminde, bilgisayar efektlerini asgariye indirmek suretiyle Doğu’nun gizemli ve ruhani doğasını plato olarak kullanmış ve çekimler 80 ayrı lokasyonda gerçekleştirilmiş. Uzak Asya’nın yemyeşil sakin vadilerinden ‘Blade Runner’ı anımsatan canlı kent görüntülerine doğal mekânları kullanan yapımın heyecanlı savaş sahneleri Vietnam, Tayland, Kamboçya, Endonezya ve Nepal gibi ülkelerde çekilmiş. Bu girişim süper prodüksiyon maliyetini hayli düşürürken, Avustralya’nın uçsuz bucaksız çöllük kırsalında çekilmiş George Miller şaheseri ‘Mad Max: Fury Road’dakine benzer bir doğallık yakalanmış. Yerli YZ halkının ‘bizi köle olarak yarattılar’ direnişi fütürist bir ‘Spartacus’ öyküsünü hatırlatıyor. ABD ordusunun yalnızca huzur içinde yaşamak isteyen yerel halkı ve kutsal tapınakları hedef alan girişimi ‘yeniden Vietnam’ dedirtirken Francis Ford Coppola’nın ünlü ‘Kıyamet / Apocaypse Now’ filminden kareleri akla düşürüyor.

Bir yerli Asyalının dediği gibi ‘evrim kaçınılmazdır’. Sahnenin devamına kurguladığı maymun sürüsü ile bu söylemi destekleyen Edwards pek eğlenmiş besbelli. Amerikalı komutanın ‘Terminator’ edasıyla resmedilişini de bir Hollywood ürünü için hayli yenilikçi bir tavır olarak not ettim. Ancak Edwards ‘Son İmparator’dan fırlamışa benzeyen ‘simulant’ kız çocuğunun gelişmiş bir makinadan duygusal bir varlığa dönüşme sürecinde fazla yol kat edemiyor. Çünkü gişe canavarı olması ümit edilen bir büyük prodüksiyonun olmazsa olmazları vardır. Bundan hareketle, özellikle son bölüm türün izleyicisinin beklentisine yönelik dur durak bilmez aksiyon sekanslarıyla donatılmış.

‘Yaratıcı’ Amerikan sinemasının anıtsal bilim-kurgularını gerilim ve aksiyonla harmanlayan ve esinini hiç saklamayan özgün hikâyesi ile benzerleri arasından sıyrılan bir büyük prodüksiyon. Joshua’da, babası Denzel Washington’ın karizmasını miras almış oğlu John David Washington ile Alphie’de ilk kez beyazperdede gözüken müthiş yetenekli Madeleine Yuna Voyles’in tutmuş baba-evlat kimyası hayli etkileyici. Greig Fraser ve ustasının yanında yetişmiş Oren Soffer’in görüntüleri ve de kurt müzisyen Hans Zimmer’ın doğu ezgileri ile bezediği müzik çalışması da öyle.

(28 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Venedik’te Her Ev Perilidir

Kenneth Branagh’ın Agatha Christie uyarlamaları sürüyor. Cinayetler kraliçesinin eksantrik dedektifi Hercule Poirot’yu bizzat canlandıran sinemacı 2017 yapımı ‘Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder on the Orient Express’ ve geçtiğimiz yıl salonları ziyaret eden ‘Nil’de Ölüm / Death on the Nile’ın ardından yeniden gündeme yerleşen seriyi ‘Venedik’te Cinayet / A Haunting in Venice’ ile devam ettiriyor.

Branagh usulü ‘Doğu Ekspresi’ benim gibi Christie hayranlarını memnun eden, Sidney Lumet’nin yönettiği 1974 çevrimine taze kan aşılayan bir filmdi. Christie uyarlamalarının geleneği olarak yerleşmiş sinema dünyasının farklı kuşaklardan yıldızlarını bir kez daha aynı mekânda buluşturmuş olan yapım, beyninin gri hücreleri ile hareket eden dingin Poirot karakterine Bond misali bir canlılık bağışlıyor, CGI desteğiyle aksiyon kalıplarını zorluyor ve öyküyü kapalı tren mekânının dışına taşıyarak seyrine doyum olmaz bir kar operasına imza atıyordu.

Tarihi Mısır’ı ve onun görkemli yapılarını fon alan ikinci filmde olan bitenler ağırlıklı olarak Nil nehrinde süzülen, romanda olduğu gibi adını bir Mısır tapınağından almış lüks yolcu taşıtı ‘Karnak’ta geçer. 20 küsur yıl öncesinden, Birinci Dünya Savaşı’nın Belçika siperlerinden başlayan hikâye Bond’un belki de en güzel epizodu olan ‘Skyfall’da olduğu gibi ana karakterin geçmişini kurcalayıp onun duygusal aleminin kapılarını aralayarak, soğuk donuk kendini beğenmiş kibirli beyin adamını kanlı canlı bir insan olarak sunması ile ilginçleşir.

‘Venedik’te Cinayet’ ülkemizde Gönül Suveren’in çevirisi ile ‘Elmayı Yılan Isırdı’ adıyla yayımlanmış Christie’nin daha az bilinen 1969 tarihli ‘Hallowe’en Party’ adlı romanından serbest bir biçimde uyarlanmış. Öncelikle mekân sakin İngiliz taşrasından gizemli Venedik iklimine taşınmış. Gondollar ve güvercinler kentinin güz sonu sabahına yüzünde dehşet ifadesi ile uyanan Poirot’nun yeni serüveni İzlandalı besteci Hildur Guðnadóttir‘in tekinsiz yaylıları ile açılıyor, Haris Zambarlukos’un görkemli anamorfik görüntüleri eşliğinde yol alıyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bitap düşmüş ürkütücü kanallar kentinde yorgun Poirot inzivaya çekilmiştir. Ünlü dedektifin durağan hayatını renklendirmeye kararlı yazar dostu Ariadne Oliver ısrarla onu Cadılar Bayramı münasebetiyle düzenlenmiş bir partiye davet eder. 18. yüzyılın veba salgını günlerinde doktorlar ve hemşireler tarafından ölüme terkedilmiş eskinin lanetli yetim çocuklar yurdu şimdinin onarıma muhtaç ‘palazzo’sundaki toplantıya popüler medyum Mrs. Reynolds da davetlidir. Aynı gece, her tarafı dökülen geçmişin görkemli yapısının yeni sahibesi soprano Rowena Drake’in bir yıl önce kanala düşerek hayatını yitirmiş kızı Alicia ile temasa geçmek üzere bir ruh çağırma seansı tertiplenmiştir.

‘Venedik’te her ev perilidir’ deyimi yaygındır ama ‘savunmasızların sırtından geçinen fırsatçılardan hayatı boyunca hoşlanmadığını’ ifade eden eski tüfek Poirot gözünün tutmadığı medyumun foyasını çıkarmaya kararlıdır. Yaşamı boyunca sayısız suç, iki savaş ve felaketlere şahit olmuş, ne Tanrı’ya ne de ne de hayaletlere inanmayan kurt dedektif fırtına dalgalarının eşlik ettiği meşum gece boyunca tanık olduğu cinayetlerin esrarını çözmeye çalışırken, doğaüstü karşısında çetin bir sınav verecektir.

Düzen ve metodoloji üstadı Poirot’ya daha önce romantik bir aşkı ve Bond atikliğini bahşetmiş olan Branagh bu kez 1994 yapımı ünlü Frankenstein uyarlamasından beri pek uğramadığı korku aleminin kapısını çalmak istemiş. Filmden bir anekdotta da yer aldığı üzere ‘korkutucu öyküler hayatı daha az korkunç kılar’ düsturundan yola çıkmış belli ki. Bir de ağırlıklı olarak hitap ettiği yetişkin izleyici havuzuna hayalet öykülerine meraklı genç seyirciyi eklemek istemiş. Sesi ve nağmeleri mekânın gizli köşelerinden duyulan, ‘Halka / Ring’ serisinden fırlamışa benzer ıslak uzun saçlarıyla Poirot’nun dibinde beliren hayalet kız olgusu tam da bu amaca hizmet ediyor.

Branagh, başta kendisi, yine parlak bir oyuncu kadrosu ile çalışmış. Tekinsiz medyumda taze Oscarlı Michelle Yeoh parlıyor. Sinemacının en iyi senaryo Oscarlı anılar defteri ‘Belfast’ta babasının gençliğini canlandırmış Jamie Dornan ile çocukluğuna hayat vermiş Jude Hill’in bu kez savaş gazisi ruhen yaralı doktor ile cin oğlunda aşina olduğumuz kimya bir kez daha tutmuş. Ariadne Oliver’da daha ağırbaşlı bir Tina Fey, çaptan düşmüş sopranoda Kelly Reilly filmin izlemesi keyif veren oyuncularından. Küçük bir rolde ve tek monoloğunda yıldız gibi parlayan bir genç oyuncuya ayrıca dikkat çekmek isterim. Mülteci Roman kızı Desdemona’da sinemada ilk kez izleme şansı bulduğumuz genç aktris Emma Laird gelecek vadediyor.

(15 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Sadece Senin İçin Yazdığım Satırlar

‘Güvenli bir Yer / Sígurno Mjesto’ dış sesin acıyı yüreğinde hissettiğimiz tonlaması ile açılıyor. ‘Bunların hiçbiri yaşanmamış olsaydı, sana şunları anlatabilirdim. Bak bu senin oturduğun bina ve şimdi yirmiye kadar sayacak ve koşarak içeri gireceğim.’ Ağabey Bruno’nun sözleridir bunlar. Sakin bir akşamüstü, girişinde çocukların kaygısızca oynadığı, bir köpeğin çimenlik alana doğru seğirttiği kadraja soluk soluğa giren genç adamın gri tonlardaki sevimsiz toplu konut binasına dalışını ve deli bir hızla merdivenleri çıktığını duyarız. Bir dairenin kapısını umutsuzca yumrukladıktan sonra açılmayan kapıyı kırar. Sonrası karanlıktır. İntihar teşebbüsünde bulunan kardeşini kurtarma derdindedir, lakin karşılaştığı manzara umut verici görünmez. Ancak Bruno her şeyi yeni baştan yazmaya kararlıdır. Sadece onun için yazdığı sözcüklerle iletişim kuracağı kardeşini polis karakolu ve psikiyatri koğuşunun soğuk ve ilgisiz duvarlarının dışına çıkarmaya ve annelerini de yanlarına alarak Damir’i son kez mutlu resim verdiği sahil kentine götürmek tek gayesidir artık.

Hırvat asıllı yönetmen Juraj Lerotić ilk uzun metrajında kendi hayatından esinler taşıyan kişisel trajediyi perdeye taşıyor. Bu katarsis sürecinde daha da ötesine giderek kimselere emanet edemediği Bruno rolünü bizzat kendisi üstlenmiş. Kederli öyküsüne yaklaşımı soğukkanlı ve oldukça mesafeli. Deneyimli görüntü yönetmeni Marko Brdar şizofren bir kafanın içinde nelerin döndüğüne dair biçimsel arayışların izinde beklenmedik açılar ve kadrajlar denemiş. Işık-gölge kullanımı, karanlık-aydınlık zıtlıkları ile çıkış umudunun peşine düşülmüş. Bu ısrarlı arayışın meta anlatının ilk bölümünde çok iyi işlediğini söyleyebilirjz. Akıl sağlığı sorunlarının aile bağlarını nasıl etkilediğine dair hassas bir keşif niteliği taşıyan deneme, Split’te geçen son bölümde daha konvansiyonel bir anlatıma yöneldiğinde bir miktar irtifa kaybına uğruyor belki ama bütünüyle bakıldığında sinemanın anlatım olanakları üzerine son derece özgün bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Oyuncu / yönetmen Luratić’in yanısıra içe dönük Damir’de Goran Marković, annede deneyimli aktris Snježana Sinovčić Šiškov’un performansları övgüye değer. Kurguda Marko Ferković’in çabası da öyle. Geçtiğimiz yıl Locarno’dan en iyi erkek oyuncu (Marković), en iyi yönetmen ve en iyi ilk film ödülleri ile dönen, Hırvatistan’ın 2023 Oscar ödülleri aday adayı olan film sevindirici bir biçimde ülkemiz salonlarında gösterime çıkıyor ve sinefiller tarafından keşfedilmeyi bekliyor.

(14 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Onay Bekleyen Kız Çocuğu

Sis pustan etrafın zor seçildiği orman yolundan ilerleyen beyaz taksi yolcu olarak bir anne-kızı taşımaktadır. Güz sonunun erken kaybolan zayıf ışığının altında yol alırlar bir süre. Ormanlık yolun sık ağaçlarının çıplak dalları onları bir bilinmeze sürükler gibidir. Sürücünün gitmekte oldukları mekân hakkında anlattıkları ürperti katsayımızı yükseltir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında annenin teyzesine ait olan ve şimdilerde otel olarak kullanılan 300 yıllık malikaneye vardıklarında akşam olmuştur bile. Anne-kızın dışında başkaca bir konuğun ortada gözükmediği otelin mesafeli resepsiyonisti karşılar onları. Hikâyenin bundan sonrası, kapı gıcırtısının pencere camına değecek izlenimi veren dalların hışırtısına, uzak kuş seslerinin acı çığlıklarına karıştığı sisin gündüz vakti bile kalkmadığı tedirgin bir deneyim sürecidir.

Bu tekinsiz giriş, yönetmen Joanna Hogg’un İngiliz edebiyat ve sinemasının köklü geleneklerinden gotik hayalet öyküsüne meylettiğini düşündürür. Film ilerledikçe asıl niyetine vakıf oluruz. İngiliz sinemacı kendi gençliğinden beslenen yarı-otobiyografik filmi ‘The Souvenir’ ve onun devamı niteliğindeki ‘The Souvenir: Part II’de başından geçmiş toksik bir ilişkiden yola çıkarak kendi üslûbunun izindeki taze bir yönetmenin hem sosyal çevresi hem de annesi ile olan güvensiz ve kırılgan ilişkisine yer verirken, anneye Tilda Swinton, Hogg’un gençliğinden süzülmüş Julie karakterine çağdaş sinemanın büyük oyuncusunun öz kızı Honor Swinton Byrne hayat vermişti. Bu başyapıt düzeyindeki iki güzel film sinemalarımıza uğramadı ne yazık ki. Şükür ki Hogg’un üçlemesinin son parçası ‘Sonsuz Sır / The Eternal Daughter’ ülkemiz sinemalarında gösterim şansı buluyor.

Hogg kişisel anılarına şimdilik son noktayı koyan filminde orta yaşlarını süren Julie ile çok yaşlanmış annesi Rosalind’i makyaj marifetiyle ezeli ebedi dostu Tilda Swinton’a oynatmış. Galler’in kuzeyindeki ürkütücü görünümlü malikanede yaşananlar annenin hatıraları ve kızı üzerindeki yıpratıcı hakimiyeti üzerinden puslar içindeki geçmişle acı tatlı bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Konu aslında evrensel: Hogg ebeveyninden ayrılamamış, ayrı bir birey olmakta zorlanan, her daim onay bekleyen kız çocuğunun (ya da oğlan farketmez) büyüyememişlik sorununu irdeliyor, sislerin ardında sisli hatıralar ile cebelleşiyor. Bu sancılı kopma sürecine dair hesaplaşmada, filmin ana karakterlerinden biri haline gelmiş perili izlenimi veren gotik şato aracı rolünü üstleniyor.

Daha önce 2010 yapımı ‘Takımada / Archipelago’da birlikte çalıştığı Ed Rutherford’un puslu manzaraları, ses tasarımcısı Jovan Ajder’in tedirginliği tırmandıran çalışmasının da büyük katkısıyla sonuç gayet başarılı. Hogg’un onlu yaşlarından itibaren birlikte olduğu can dostu Swinton ile okul bitirme ödevi kısa filmi ‘Caprice’den yıllar sonra buluştuğu ‘Souvenir’ üçlemesini tamamlayan bu küçük mücevher, pandemi döneminde tek mekânda yalnızca 3 oyuncu ve Swinton’un gerçek hayattaki pek kabiliyetli köpeği Louis ile çekilmiş etkileyici bir oda filmi, izleyiciyi annelik, evlatlık ve ayrılma zamanı üzerine yaman bir meditasyona hazırlayan son dönemin en iyi çalışmalarından biri. Filmin sürprizli finalini izleyecek olanlara bırakalım. Korku/gizem başyapıtlarından ‘The Shining’de Béla Bartók’un ‘yaylılar, vurmalılar ve çelesta’ için yazmış olduğu tanınmış eserinin (Sz. 106, BB 114) ‘adagio’ bölümünü kullanmış olan Kubrick’e nazire olarak, filminin tekinsiz atmosferini oluştururken Hogg’un aynı eserin hipnotik ‘andante tranquillo’ bölümüne yer vermiş olduğunu meraklısı için notlarımız arasına alalım.

(06 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]