Etiket arşivi: Ferhan Baran

Zamanı Durdurmak

Francis Ford Coppola final opusunu ‘geçmişimizi ve itibarımızı koruyabilir miyiz, yoksa eski Roma gibi açgözlü bir ihtişamın kurbanı mı olacağız?’ sorusu ile başlatıyor. Üstadın yaklaşık 40 yıldır hayata geçmesi için çalıştığı veda projesi ‘Megalopolis’te New York kentini New Rome olarak adlandırması, başlıca ana karakterlerin Romalı tarihi şahsiyetlerin ismini taşımaları bu yüzden.

Yeni Roma şehri değişmek zorundadır. Dünyaca ünlü Nobelli mimar, bilim adamı ve Tasarım Kurulu’nun başındaki Cesar Catalina (Adam Driver) yoksulluk ve adaletsizliğin kol gezdiği mega imparatorluk kentini yeniden dizayn etmek üzere idealist, ütopik bir geleceğin hayalini kurmaktadır. Bitmek bilmeyen hırsı ve çıkarları ile Belediye Başkanı Cicero (Giancarlo Esposito) karşısında durmaktadır. Bu açıdan kentin en zengini bankacı amcası Hamilton Crassus III’ün (Jon Voight) desteği önemlidir. Cesar ile Cicero’nun kızı Julia (Nathalie Emmanuel) arasında gelişen aşk, kadın avcısı mimara tutulmuş, gözden düşmekte olan sansasyonel TV programcısı Wow Platinum (Aubrey Plaza) ile siyasetteki boşluğun izini süren Crassus’un çılgın veliahtı Clodio’nun (Shia LaBeouf) sinsi iş birliğine yol açacaktır.

Coppola’nın tutku ile peşini bırakmadığı projesi yukardaki kısa özetten çok çok daha fazlasını içeriyor kuşkusuz. Shakespeare tarzı komplolar zinciri üzerinden yol alan hikâye efsanevi sinemacının elinde görkemli, fazla şatafatlı deneysel bir felsefi yolculuğa yelken açmış. Coppola her okumuş araştırmış düşünen Amerikalı gibi Avrupa kültüründen esinler ve etkileşimler üzerinden ilerliyor. Hamlet’in ‘olmak ya da olmamak’ diye başlayan ünlü tiradından, Roma imparatoru Marcus Aurelius’dan aforizmalara,

Sappho’nun aşk şiirlerinden Jean Jacques Rousseau özdeyişlerine bir diyalog bombardımanına tutuyor izleyicisini. Colosseum’a dönüştürülmüş Madison Square Garden sekansında, bilgisayar marifeti ile yaratılmış geleceğin stilize dünyasını inşaada görselliği ıskalamıyor gerçi. Yaratıcı fikirler, yaman bir hiciv ve eşitliksiz – adaletsiz çağımız yönetimlerine açık eleştiri getirmekten de kaçınmıyor. Lakin bütün bu şamata nihayetinde dizginlenemez, yorucu bir kaosa dönüşmekten kurtulamıyor.

Farklı açılar, grafik tasarımlar, bölünmüş ekranlar kullanıyor Coppola. Yan rollerde Laurence Fishburne, Dustin Hoffman, Jason Schwartzmann, Talia Shire gibi çoğu eskinin kıdemli oyuncuları gövde gösterisi yapıyor. Ancak bu curcuna içinde bir karakter inşa edemeden kaybolup gidiyorlar. Visconti’nin Helmut Berger’i misali rol çalan Shia LaBeouf ile Aubrey Plaza ikilisinin, muhtemelen filmin 18+ almasına neden olmuş masa üstü seks sahnesi bu yoğun sinema serüveninin iyi çekilmiş güzel sahnelerinden biri olarak akılda yer ediyor.

85 yaşındaki Coppola tıpkı Cesar Catalina gibi zamanı durdurmanın peşinde. Çoğu sanatçıda olduğu gibi kendini Tanrı katında görmenin megalomanisini yaşıyor muhtemelen. Ancak zamanı durduracak ve belleklerde yer edecek filmi bu film değil ne yazık ki. Kişisel olarak ustayı ‘Baba / The Godfather’ (1972), ‘Kıyamet / Apocalypse Now’ (1979) ve kadri kıymeti pek bilinmemiş ‘Konuşma / The Conversation’ (1974) başyapıtlarıyla hatırlamayı tercih ediyorum.

(03 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayatımın En Güzel Gecesi

74. Berlinale ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan ‘En Sevdiğim Pastam / Keyke Mahboobe Man’ın festivaldeki ilk gösterimine filmin yazar/yönetmenleri iştirak edemedi. Aynı şenliğe üç yıl önce ‘Beyaz İneğin Türküsü / Ghasideyeh Gave Segid’ ile katılmış ve büyük ilgi görmüş olan Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha çiftinin basın ve festival izleyicisi için kaleme aldığı metin filmin baş oyuncusu, aynı zamanda gazeteci ve yazar olan Lily Farhadpour tarafından okundu. Pasaportlarına el konulan sinemacılar mesajlarında özetle ‘üç yıl emek verdikleri filmin hayat, aşk ve ülkelerinde yıllar önce yitirilmiş özgürlük üzerine olduğunu’ ifade ediyor ve bu ilk gösterimi, ‘fosilleşmiş köhne geleneklerin duvarlarını yıkarak sosyal değişimi gerçekleştirmek için ön saflarda mücadele eden ve bu uğurda yaşamlarını feda eden cesur kadınlara adarken, bu ve benzeri yasaklanmış filmlerin İran’da serbetçe izlenebileceği güzel günlerin çok da uzakta olmadığı ümidini taşıdıklarını’ iletiyorlar.

Film 70 yaşlarındaki Mahin’in (Lily Farhadpour) öyküsü ile açılıyor. Askeri hastanede çalışan kocasını yıllar önce bir trafik kazasında kaybetmiş, iki evladını hemşirelik yaparak yetiştirmiş olan Mahin’in çocukları 20 yıl evvel yurt dışına göçmüş, kendisi doğup büyüdüğü topraklardan uzaklaşmak istememiştir. Şimdilerde kocaman bahçesini ağaçlar ve çiçeklerle donattığı evinde tek başına yaşamaktadır. Yaşlanmıştır artık ama ağrılı dizleri ile günlük işlerini, bahçesinin bakımını yapmak onu hayata bağlar. Eski arkadaşları ile seyrekleşen görüşmeleri yalnızlığını katlanılmaz hale getirdiğinde yaşama tutunmak ve uzun yıllar hayatında olmayan bir erkek ile tanışmak için adım atmaya karar verir. Emekliler lokantasında gözüne kestirdiği kendisi gibi yalnız, aynı yaşlardaki Feramerz’i (Esmaeel Mehrabi) tanıştıkları gece evine davet eder. Eskimiş evinin elektrik tesisatına el atan yaşlı adam sayesinde ışıl ışıl olan bahçede birlikte yemek yenir, zulalanmış şaraptan içilir, gece yaseminin kokusu düşlenerek eski şarkıların coşkun ezgileri eşliğinde el ele danslar edilir. Mahin için ne muhbir komşu ne de çevre baskısı umurunda değildir. Savaş gazisi Faramerz için de hayatının en güzel gecesidir bu. Lakin unutulmaz gece beklenmedik bir olayla gölgelenecektir.

‘En Sevdiğim Pastam’ sinemacılar tarafından genellikle görmezden gelinen bir yaş grubu üzerine çekilmiş son derece incelikli bir film. Finaline çok ısınamasam da, sevginin, aşk tomurcuklarının yaşamın her çağında su gibi, ekmek gibi ihtiyaç oluşu üzerine, çok başarılı iki oyuncunun sürüklediği zarif hikâye ilgi ile izleniyor. Film ileri yaşta bir aşk hikâyesi öykülerken, insani özgürlükleri hiçe sayan hoşgörüsüz ve yasakçı İslam Devrimi’ne eleştiri oklarını yöneltiyor. Mahin ve Faramerz özelinde devrim öncesindeki yaşam özlemle anılıyor, kadın ve erkeğin elele parklarda dolaştığı zamanlar, sayfiyedeki doyumsuz tatiller duvarda asılı fotoğraflarla yad ediliyor. Ancak devrimi hazırlayan, binlerin belki de milyonların zindanlarda işkence ile yok edildiği faşist Şah rejiminin kirli geçmişinden hiç söz edilmiyor. Ülkeye neşenin ve özgürlüğün geri gelmesini bizler de istiyor ve bunun yakın bir gelecekte gerçekleşeceğine dair umudumuzu koruyoruz ama İran toplumunun İslam Devrimi öncesi karanlık geçmişi ile hesaplaşması mutlak gerekiyor.

(21 Eylül 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dönüşü Muhteşem Olmuş

Tim Burton’ın gotik nüanslarla süslediği 1988 tarihli ‘Beterböcek / Beetlejuice’ sinema tarihinin kültleşmiş yapımlarındandır. Adını ‘Betelgeuse’ yıldızından alan ve ismi üç kez tekrarlandığında çıkıp geliveren Burton dehasının bu parlak ürününün ana karakteri, yaradılışından tam 36 yıl sonra bu defa bir ikilemeyle ‘Beterböcek Beterböcek / Beetlejuice Beetlejuice’ olarak beyazperdeye muhteşem bir dönüş yapıyor.

İlk filmin talihsiz bir kaza ile ölen ve canlılar ile ölülerin tuhaf bir biçimde bir arada yaşadığı Burton arafında iz bulmaya çalışan genç çifti Adam ile Barbara (Alec Baldwin ile Geena Davis) bir yolunu bulup ruh ekspresi ile öteki dünyaya intikal ettiklerinden devam filminde yoklar. Psikolojik arabulucuk yapan ilk epizodun ergen kızı Lydia (Winona Ryder) ölüler ile yaşayanların bir arada olup olamayacağını tartışan, paranormal ziyaretlerin izini süren ünlü televizyon programı ‘Hayaletler Evi / Ghost House’un sunucusudur. Ergenlik çağında hiç anlaşamadığı post modern sanatçı olarak takılan annesi Delia (yılların yıpratamadığı Catherine O’Hara) ile uyuşmazlıkları bakidir. Buna bir de kendi ergen kızı Astrid (Jenna Ortega) ile sorunlu ilişkisi eklenmiştir. Kendisini 30 küsur yıldır kaale almadığı için sitemde bulunan ve Lydia’nın alanına sızmak için fırsat kollayan Beetlejuice’ın (Michael Keaton) arafta kurduğu özel ajansında işleri yolundadır. Eski dostların buluşması ve eski düşmanların alana nüfuz etmesi ile işler karışacak, cümbüş başlayacaktır.

1988 yılında bizde sinemalara gelmeyen ancak yeni serpilmeye başlayan video kaset piyasasında yıldızlaşan özgün film bugün hâlâ çağının ötesinde hınzır bir Burton klasiği olarak zihinlerdeki yerini korur. Bunca yılın ardından ‘Top Gun’ misali yeniden karşımıza çıkan devam filmine kuşku ile yaklaşmıştım önceleri ama sonuç mükemmel, efsanenin dönüşü muhteşem olmuş. Ağır makyajının ardında geçen yıllarla bir sorunu olmayan Keaton, uçuk, fırlama, fırsatçı, kurulu düzenle dalgasını geçen anarşist tavrıyla seriyi bir kez daha sırtlanıyor. Gençlik yıllarımızın masum bakışlı gözdelerinden Ryder’ı bu kez yetişkin kızı olan annede izlemek keyif veriyor. Yeni kuşağın dikkat çeken isimlerinden Ortega da yeni dahil olduğu bu serüvende gayet iyi başlangıç yapmış. Devam filmine eklenmiş yeni karakterler yapımın cazibesini yükseltecek cinsten. Beetlejuice’ın belalı eski sevdalısı Delores’te, tabii estetik dokunuşların da yardımı ile, Belluci harikalar yaratmış. Ruh emici kadının etrafa saçılmış parçalarını bir araya topladığı ‘Frankenstein’ ya da ‘Addams Family’ esinli sekans antolojilere geçecek cinsten. Keza Willem Dafoe’nun canlandırdığı oyuncudan bozma araf dedektifi tiplemesi görmelere değer.

Özgün filmin ve anlı şanlı Burton klasiklerinin stop – motion tekniğine saygıda kusur etmeyen yapım, hınzır nüktelerin ardarda patladığı son derece kıvrak senaryosu ile keyifle izleniyor. Irkçı araf hademesinde ağır makyajının altında Danny DeVito’yu farkedip heyecanlanıyoruz. Astrid’in ölmüş sinemacı babasının anıları vasıtasıyla eksantrik korku filmleri üstadı Mario Bava’ya selam çakılıyor. Rahibin cennet tasvirleri üzerinden öteki dünya varsayımları, Delia Deetz karakteri üzerinden post modern sanatın tuhaflıkları, göçmenlik ve bürokrasi meseleleri ile dalgasını geçmeyi sürdürüyor Burton.

‘Beetlejuice’ denince filmin müzik bandı gelir hemen akla. Emektar Danny Elfman’ın gotik ezgilerle sarıp sarmaladığı ilk filmde Burton’ın Harry Belafonte’nin seslendirdiği ‘Day-O’ ya da ‘Shake Shake Senora’ gibi calypso klasiklerinin eşlik ettiği ünlü dans bölümlerine geniş yer verdiğine tanıklık etmiştik. Bu defa ‘Day-O’yu bir kereye mahsus dede Deetz’in cenaze töreninde çocuk korosuna söyletmekle yetinmiş. Buna karşılık ağırlıklı olarak, aralarında ünlü Bee Gees şarkısı ’Tragedy’nin de yer aldığı 90’lı yıllar popüler şarkılarını kullanmış. Müzikler arasında en nadide seçim ise müteveffa oyuncu şarkıcı Richard Harris’in seslendirdiği 1968 tarihli Jimmy Webb klasiği ‘MacArthur Park’ olmuş. Finaldeki coşkun kilise sekansında parçanın Donna Summer imzalı 1978 model disko yorumu ile miksinin nefasetine dikkat çekerim.

Serinin özgün ilk filmini video kasetten izleyen bizim kuşağımız için son dönemin en hoş sürprizlerinden biri bu çalışma. Üçlemenin son halkasını sabırsızlıkla bekliyoruz.

(14 Eylül 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şiddetin Şakası Yok

Sessiz sedasız gösterimini sürdüren ‘Sevgilim Kaç / Strange Darling’ son dönemin ezber bozan çalışmalarından biri olarak dikkat çekiyor. 24 saatten az bir süre içinde geçen ve altı bölüme ayrılmış gerilim, bir motelin önüne park etmiş arabadaki kadın ve erkeğin yakın plan diyalogu ile açılıyor. Adı jenerikte ‘Victim’ (Kurban) olarak geçen genç kadın (Willa Fitzgerald), ‘Demon yani Şeytan’ lâkabı verilmiş adama (Kyle Gallner) ‘Seri katil misin?’ sorusunu yöneltiyor. Malum 21. yüzyılın en vahşi infazcısı Denver, Colorado’dan başlayarak eyaletler boyu seri cinayetlerini acımasızca sürdürmektedir. Kadın, yaygın kanının aksine hemcinslerinin tek gecelik ilişkilerden hoşlandığını, ama öldürülmeyeceklerinden emin olmak istediklerini dile getiriyor. Burada olan şey eğlencedir, partnerin hayatı değil, sadece güvenlik önemlidir. Sonuç hayal kırıklığı olabilir ama şiddetin şakası yoktur.

Eski usul pelikül tutkunu JT Mollner’ın bir kez daha 35 mm filmle çalıştığı filmi, yönetmenin Sundance’de yankı bulmuş, bizde gösterilmemiş, western fonunda aile ilişkilerini ve insana dair kötücüllüğü derin çizgilerle ve seyri çok da kolay olmayan hayli kanlı bir dışavurumla sergileyen 2015 yapımı ilk uzun metrajı ‘Haydutlar ve Melekler / Outlaws and Angels’ı bilenler için büyük sürpriz taşımıyor. İkinci uzun metrajının kanlı hikâyesi bu defa kronolojik bir çizgi takip etmeden doğrudan üçüncü bölüme kurgulanıyor. ‘Bana yardım eder misiniz lütfen’ başlıklı bölüm, yaralı ve üstü başı kan içindeki kurbanın bu tür öykülerin sonlarına doğru görmeye alıştığımız kaçışı ile başlıyor. Genç kadın sığındığı dağ evinde kendilerini kıyametin habercileri olarak da adlandıran münzevi iki geçkin hippiden (yaşlı kadını oynayan Barbara Hershey ile yıllar sonra hasret gideriyoruz) yardım istiyor. Şeytan ise elinde uzun namlulu tüfeği avının izini sürmektedir.

Özgün adı ‘Tuhaf Sevgili’ anlamına gelen film spoiler vermeden anlatılması zor olan yapımlardan. Biz de öyküyü burada kesip seyir zevkini izleyiciye bırakmayı tercih ediyoruz. İlerleyen bölümlerde kurgusal atlamalar ve zıplamalarla sürprizlerini sürdüren film son dönemin en terse yatıran denemelerinden biri olarak ilgi ile izlense de +18 almış olması boşuna değil. Hatta Mollner bol kanlı dehşet iklimini bu defa daha da zorluyor gibi. İlk kez görüntü yönetmenliğini deneyen tanınmış İtalyan aktör Giovanni Ribisi’nin yakın planları, technicolor havalı dışavurumcu renk çalışması etkileyici. Keza müzik kullanımı da öykü anlatımının hayati bir parçasını oluşturuyor. Başta ‘Love Hurts’ (Aşk İncitir) olmak üzere Z Berg tarafından bestelenmiş 11 adet şarkı hikâye ile bütünleşmiş. Mollner bölümden bölüme geçişlerde Chopin noktürnlerinin tezat huzuruyla bize nanik yapıyor. İlk kez izlediğimiz Fitzgerald ve Gallner ikilisinin tutmuş kimyası bu kedi – fare oyununun seyir zevkini arttırıyor.

(05 Eylül 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Operadaki Hayalet

‘Bir zamanlar birisi öldüğünde bir karganın ruhunu ölüler ülkesine taşıdığı rivayet edilirmiş. Ancak bazen korkunç bir kaderi yanında taşıdığı için huzur bulamayan ruh, yanlışı düzeltmesi için yine bir karga rehberliğinde ölümlü dünyaya geri taşınırmış.’ James O’Barr’ın klasikleşmiş ünlü çizgi romanı ‘The Crow’ işte bu fantastik geri dönüşün öyküsünü anlatır. Genç müzisyen Eric Draven ile sevgilisi Shelly Webster bir Cadılar Bayramı gecesinde fütürist Detroit kentini haraca kesen sokak mafyası tarafından hunharca öldürülür. Eric ruhunu huzura kavuşturacak intikamını almak için geri döndüğünde bedeni ölüdür ancak kazanmış olduğu süper gücüyle düşmanlarını birer birer haklayacaktır.

Alex Proyas’ın sinemaya uyarladığı ve bizde ‘Ölümsüz Aşk’ adıyla gösterime girmiş olan 1994 tarihli özgün yapım, çizgi roman estetiğini beyazperdeye ustalıkla taşıyan önemli örneklerden biri olarak kabûl edilir. Lakin filmin kült statüsüne erişmesi başroldeki Brandon Lee’nin filmin son sahneleri çekilirken trajik bir kazaya kurban gitmesi nedeni iledir. Uzak Doğu efsanesi Bruce Lee’nin oğlu olan 32 yaşındaki Brandon çekimin son günlerinde yanlışlıkla ateş alan silahın kurbanı olarak hayatını kaybetmiş, film genç oyuncunun anısına, dublör ve bilgisayar efektleri kullanılarak tamamlanabilmiştir.

Üzerine yapışmış lanetin etkisiyle yeniden çevrimleri sürekli ertelenmiş olan ‘The Crow’ tam 30 yıl sonra yönetmen Rupert Sanders eliyle yeniden beyazperdeye geldi ve dünya sinemaları ile eş zamanlı olarak ülkemizde de vizyona girdi. Bizde bu defa yalnızca ‘Ölümsüz’ adıyla gösterimi devam eden yeni sürüm, Proyas’ın çizgi roman estetiğinden farklı olarak fantastik ögeler ile bezeli romantik bir gençlik öyküsünün izini sürüyor. Filmin yaklaşık ilk 40 dakikasında Eric ve Shelly’nin sorunlu yetişme yıllarına ve gelişen birlikteliklerine tanık oluyoruz. Bir rehabilitasyon merkezinde karşılaşan ikili bu defa sokak çetesi ile değil çok daha nüfuzlu, üstelik insanlara kötü şeyler yaptırmaya yönelik şeytani bir güç taşıyan Viyanalı elit iş adamı Vincent Roeg (Danny Huston) ve adamları ile mücadeleye girişiyor.

Özgün ilk yapımda karanlık gece sekanslarında bir hayalet gibi intikam peşinde koşan Lee’nin gizemini sevmiştik. Yeniden çevrimde İsveçli deneyimli oyuncu Stellan Skarsgård‘ın küçük oğlu Bill Skarsgård’ın canlandırdığı Eric baştan ayağa dövmeli görkemli bedeni ve emo makyajı ile daha bir bu dünyadanmış izlenimi veriyor. Ölümsüz de olsa (ya da bedensiz diyelim) aldığı her darbenin acısını hissetmesinin onu daha kırılgan yapmış olması da cabası. Shelly rolündeki İngiliz şarkıcı/oyuncu FKA twigs ile kimyaları da tutmuş olan genç aktörün aksiyon sahnelerinin çok önemli bir bölümünde dublörsüz oynadığı da notlar arasında. Oğul Skarsgård’ın Eric Draven performansıyla Robert Eggers’in merakla beklenen yeni çevirim ‘Nosferatu’daki Kont Orlok rolüne bir nevi hazırlık yapmış olduğu da söylenebilir.

Steve Annis’in görüntüleri, Volker Bertelmann’ın müzik çalışması ile de göz dolduran yapımın en önemli kozu ise Prag’da çekilmiş finaldeki opera sekansı olmuş. Giacomo Meyerbeer’in sahnede sergilenen fantastik ‘Robert Le Diable’ operasından bölümler ile Eric Draven’in fuayede hasımlarını hakladığı kan gövdeyi götüren sekansın koşut kurgu ile sunuluşu antolojilere geçecek cinsten. Sahnedeki oyuncular, orkestranın kreşendolarla yükselen atağı ile dövüş bölümlerinin kusursuz uyumu parmak ısırtıyor.

(29 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kadınlar Uyandığında

‘Gözlerini Kırp / Blink Twice’ yaz aylarının güzel sürprizlerinden biri. Amerikalı ünlü rock müzisyeni Lenny Kravitz’in oyuncu kızı Zoë Kravitz’in imzasını taşıyan film, kokteyl garsonluğu yapan Frida’nın (Naomie Ackie) sosyal medyada hayran hayran takip ettiği teknoloji milyaderi Slater King (Channing Tatum) ile bir bağış gecesinde karşılaşmasıyla başlıyor. Gücünü kötüye kullandığı ve insanlara iyi davranmadığı geçmişi için kamuoyundan özür dileyen King, partide yakınlaştığı genç kadını sakin ve huzurlu bir hayat sürmek adına satın aldığı özel adasında rüya gibi bir tatile davet ediyor. Garson arkadaşı Jess’i (Alia Shawkat) yanına alan Frida güneşli günler ile çılgın gecelerin birbirine karıştığı bu cennet köşesinde King’in kızlı erkekli avanesi ile birlikte harika vakit geçirmeye başlıyor.

Adaya varışta telefonların teslim edildiği bir düzende, her bir konuğun lüks döşenmiş odalarda misafir edildiği, kızların yatakları üzerine bırakılmış bembeyaz giysileri kuşandığı, adada özel olarak yetişen ‘desiderio’ çiçeğinden damıtılmış parfümü kullandıkları gerçek bir düş alemidir burası. Gündüzleri havuz başında şampanyanın ve uyuşturucunun en hası ikram edilir. Geceleri Slater’ın çocukluk arkadaşı Cody’nin (Simon Rex) adada yetiştirilen ya da denizde avlanan ürünlerle kotardığı gurme sofralarında mum ışığında yenilir içilir, danslar edilir. Çıplak elleri ile yılan avlayan tuhaf hizmetliler tedirgin edicidir biraz, yine de eğlencenin sonlanmasını kimse istemez. Ancak izahı zor şeylere tanık olundukça Frida, Jess ve daha önce Survivor programlarında yer almış TV yıldızı Sarah (Adria Arjona) kendi gerçekliklerini sorgulamaya başlar. Geceleyin olan biteni neden hatırlamıyorlardır? Frida’nın kolundaki morluk nasıl oluşmuş ya da tırnakları arasındaki toprak parçaları nereden gelmiştir? Bu partiden sağ çıkmak istiyorlarsa gerçeği ortaya çıkarmak zorundadırlar.

Kravitz’in 2020 yapımı ünlü TV dizisi ‘High Fidelity’nin ödüllü yazarı E. T. Feigenbaum ile ortaklaşa kaleme aldığı senaryosu, ilk bakışta yakın dönemde izlediğimiz ‘Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness’, ‘Glass Onion’ ya da ‘Menü / The Menu’ benzeri, bir grup insanı bir adada toplayarak sınıf ilişkilerini irdeleyen örnekleri anımsatıyor. Burada da mizahi dozun şiddete evrilişi, sosyal hicvin yerini buz gibi bir dehşet kasırgasına bırakması fazla zaman almıyor. Kadınların muktedir eril imparatorluk ile mücadelesi sürpriz bir finale ulaşırken Kravitz de ilk uzun metrajından alnının akıyla çıkmayı beceriyor.

Genç sinemacı merak duygusunu her bir kareye ustaca yerleştirmiş. Görüntü yönetmeni Adam Newport-Berra, simetrik iç tasarımlarla hayranlık uyandıran görsel evreni yaratmada çok başarılı. Kathryn J. Schubert’in çarpıcı kurgusu ve Chanda Dancy’nin hipnotik müzik çalışması parmak ısırtıyor. Zengin oyuncu kadrosunun katkısı da çok önemli. Kasi Lemmons’un 2022 yapımı biyografik yapıtı ‘I Wanna Dance With Somebody’de ölümsüz Whitney Houston’a hayat vermiş olan Ackie, yakınlarda ‘Hit Man’de izlediğimiz Arjona ya da çok farklı bir kompozisyonda karizmatik klasını konuşturmayı sürdüren Kravitz’in gerçek hayattaki partneri Tatum gayet iyiler. 80’ler sonu ile 90’lı yılların ünlü oyuncuları Geena Davis (Thelma and Louise), Kyle MacLachlan (Blue Velvet, Twin Peaks), Christian Slater (True Romance) ile M. Night Shyamalan’ın ilk büyük çıkışı ‘Altıncı His / The Sixth Sense’in çocuk yıldızı Haley Joel Osment’i -yaşlanmış hallerine biraz da burularak- küçük yan rollerde izliyor olmak bir diğer hoşluk olarak filmin artı hanesine yazılıyor.

Özgün adını ‘Tehlikedeysen Gözlerini İki Defa Kırp’ deyişinden almış olan yapım, vizyonuyla #MeToo harcına sağlam bir katkıda bulunan Kravitz’in yeni çalışmalarını merakla bekletiyor doğrusu.

(22 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Öğrenilmiş Çaresizliğe Başkaldırı

‘Bizimle Başladı Bizimle Bitti / It Ends With Us’ 2016 yılında ABD’de ilk yayımlandığında kültürel fenomene dönüşmüş olan aynı adlı romanın sinema uyarlaması. 44 yaşındaki Colleen Hoover’ın beyazperdeye teşrif etmesi kaçınılmaz olan çok satan kitabını genç bir kadının annesinden miras kalan öğrenilmiş çaresizliğe başkaldırısının öyküsü olarak özetleyebiliriz. Filmin açılış sahnesinde doğup büyüdüğü eve dönüş yapan Lily Blossom Bloom (Blake Lively), babasının cenaze töreninde onun için söyleyebileceği tek iyi bir şey bulamamanın kırgınlığı ve öfkesi içinde Boston’a geri döndüğünde aklında uzun zamandır hayalini kurduğu bir çiçekçi dükkanı açma fikri vardır. Ryle Kinkaid (Justin Baldoni) ile bir gece vakti adamın terasında şehrin gece ışıltılarını izlediği sırada tanışır. Balkon iskemlesini bir hışımla tekmeleyen genç adam Lily’yi gördüğünde tüm cazibesi ile iltifata başlamıştır bile. Kaslı vücuduyla zehir gibi yakışıklıdır. Üstelik çoğu genç kadının hayalini kurduğu paralı bir beyin cerrahıdır. Ryle’nin çeşitli flörtöz numaralarını geri çevirir Lily. Genç adam da Allah için üstüne gitmez. İkilinin daha sonraki karşılaşmaları Lily’nin mezbelelikten bir sanat eserine döndüreceği dükkanında olur. Genç kadının iş yerinde çalışmak için gönüllü olan Alyssa’nın da erkek kardeşidir Ryle. Çiftimizin duygu ve erotizm içeren beraberliği sürerken Lily’nin şehrin ünlü bir restoranında lise yıllarının ilk aşkı Atlas (Brandon Sklenar) ile karşılaşması genç kadının kafasını karıştırır.

Film aynı roman gibi Lily ile Atlas’ın gençlik aşklarını geriye dönüşlerle anlatır. Genç aşıklar içine doğdukları aileyi seçememenin yarattığı hüznü birlikte paylaşmış, Lily’nin saldırgan babasının araya girmesiyle yıllar önce yolları ayrılmıştır. Lily’ye evlenme teklif eden Ryle’nin eski sevgilinin varlığından duyduğu rahatsızlık patlamaya hazır öfkesini harekete geçirir. Lily onun ilk başlarda anlık geçici parlamalar olarak görmezden geldiği nörotik yapısı ve centilmenliğin ardına gizlenmiş saldırganlığı ile yüz yüze geldiğinde şaşkındır ancak genç kadının annesinin babasından çektiklerini yaşamaya hiç niyeti yoktur.

Film çok popüler olmuş, çok satmış romanlardan yapılan uyarlamaların fotoroman estetiği tehlikesinden kaçmaya çabalıyor. Bunu her daim başaramasa da, Hoover’ın kendi yaşadıklarından yola çıkan hikâyesi aile içi şiddeti hedef alan bakış açısıyla cinsel taciz ve tecavüz kültürüne karşı ortaya çıkmış çağdaş #MeToo hareketine desteği açısından önem kazanıyor. Sinema dışında iş hayatındaki girişimleri ile de öne çıkan, ‘Deadpool’ Ryan Reynolds’un gerçek hayattaki eşi Lively, çekici Ryle’ı canlandırmakla kalmayıp filmin yönetmenliğini üstlenen ve erkek eliyle aile içi şiddet ve eril zorbalığa karşı çıkan Baldoni’nin genel performansı da ilgiye değer. Lily ile Atlas’ın liseli yaşlarını canlandıran genç oyuncular Isabella Ferrer ile Alex Neustaedter gelecek için umut vadediyor. Bir de filmin öyküsünde rolü biraz daha kısalmış Alyssa’da Jenny Slate’in adını anmadan geçmeyelim.

(15 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uzayda Çığlığınızı Kimse Duyamaz

Dan O’Bannon ile Ronald Shusett’in yaratıcısı oldukları ‘Yaratık / Alien’ efsanesinin ilk tanıtım filminin ürkütücü sloganı aynen böyleydi. Ridley Scott’ın yönetmenliğini yaptığı 1979 tarihli özgün ilk film ertesi yıl Özen Film listesinden bize de ulaşmış ve ilk gençlik yıllarımızın en yaratıcı gerilim – korku klasiklerinden biri olarak hepimizi etkilemişti. Serinin devam filmleri yıllar boyu belli aralıklarla sinemanın gündemine geldi ancak James Cameron imzalı aksiyon dozu yüksek 1986 yapımı ‘Aliens’ ile 1992’de David Fincher’ın yönettiği daha felsefi ve karanlık ‘Alien 3’ten oluşan ilk üçlemenin yeri başkadır.

Serinin şimdilik sekizincisi olan yeni sürümü ‘Alien Romulus’ün yönetmenliği korku filmleriyle çıkış yapmış 1978 doğumlu Latin Amerikalı yönetmen Fede Alvarez’e teslim edilmiş. Alvarez jenerik logosunu da aynen kullandığı özgün ilk yapıma olan tutkusunu gizlemiyor ve adım adım onun yolunu izlediğini ifade ediyor. Filmin başlangıç bölümü hiç fena değil. 2140’larda ‘Alien’ ile ‘Aliens’ arasındaki dönemde Wyland – Yutani adlı uluslararası şirketin madenciler kentinde açıyoruz gözlerimizi. ‘Blade Runner’ tasarımını andıran distopik geleceğin karanlık, çamurlu, sağlıksız koşullarında ömür tüketen işçiler, ‘daha iyi dünyalar kuruyoruz’ sloganı ile umut satan dev şirketin kölesidirler. Babasının çöpten bulup onardığı sentetik Andy’ye (David Jonsson) kardeş gibi bağlı Rain (yakınlarda ‘İç Savaş’ta izlediğimiz Cailee Spaeny) ile kafadar üç arkadaşları sonlarının kadersiz aileleri gibi olmasının önüne geçmek, hayalini kurdukları Yvaga gezegenine ulaşabilmek için şirkete ait külüstür bir uzay taşıtını çalmayı deniyor. Daha sonra, 9 yıl sürecek Yvaga yolculuğu için yetecek yakıtı elde edebilmek için de boşlukta asılı duran terkedilmiş uzay istasyonunu ziyaret edeceklerdir. Bu ziyaret onların kâbusu olacak, ürkütücü DNA deneyleri yapmak için kapalı kapılar ardında gizlice faaliyet gösteren Romulus laboratuvarında yaşananlar ölümcül kâbusu geri döndürecektir.

Heyecan verici ilk bölümün ardından klasik ‘Alien’ gelişmelerini bire bir devreye sokuyor Alvarez. 45 yıl önce izleyiciyi şamar gibi çarpan hadiseler bu defa yoğun bir deja vu duygusu ile fazlaca etkilemiyor doğrusu. Bu defa Alvarez aksiyon dozunu iyice arttırarak tuşların hepsine birden basma yoluna gidiyor. Özgün Alien’da sessizlik çok önemli bir gerilim unsuru iken sinir bozucu ve susmak bilmeyen bir dip müziği eşliğinde irili ufaklı yaratık sürülerini perdeye salıyor. O klasik yaratık ile yüz yüze gelme karesini ihmal etmiyor. Bizim Z kuşağı mukabili genç karakterlerin detaylarına girmektense onları daha önce senaryosuna katkıda bulunduğu yeniden çevrim ‘Teksas Katliamı / Texas Chainsaw Massacre’ örneğindeki klişe kurbanlar misali kullanıyor ve ortalık tam bir korku evine dönüşüyor. Yer çekimi sıfırlaması gibi yeni buluşlar deniyor. ‘Sessiz Bir Yer’ serisinden alıntıyla gözleri görmeyen yaratıklara karşı sessiz ve vücut ısısını yükseltecek hareketlerden kaçınılması öğütleniyor vs. vs. İkinci bölümün sonlarına doğru bu kanlı gösteri bitse de gitsek derken, seyir zevkini bozmamak için burada açıklamayacağım sürprizini sunuyor Alvarez. İlginç geliyor dikkat kesiliyoruz ancak bu sürprizin de layıkıyla kullanılamadığını söylemeden geçemeyeceğim.

‘Alien Romulus’ serinin koşulsuz fanlarının ve Z kuşağından karakterleri ile IMAX ortamında genç seyircinin ilgisini çekecektir. Biz eski kuşaklara gelecek olursak, ilk filmde deneylerde kullanılmak üzere yaratığın serbest kalmasını sağlayarak toplu facianın müsebbibi olan robot Ash’i canlandıran 2020’de kaybettiğimiz dev oyuncu Ian Holm’un görüntü ve ses olarak dijital marifet yoluyla sentetik bilim subayı Rook olarak geri dönüşünden nostaljik bir keyif aldığımızı belirtelim.

(14 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Eril Zorbalığa Karşı Tek Başına

Viggo Mortensen’in ikinci yönetmenlik denemesi ‘Dünyanın Sonuna Doğru / The Dead Don’t Hurt’ 1860’larda geçen bir western. Film özgün adına nazireyle bir seri ölüm hadisesi ile açılıyor. Vivienne le Coudy (Vicky Krieps) hasta yatağında son nefesini verirken perdeye görüntüden önce düşen iniltiler bir Bergman filmini akla getiriyor. Aynı saatlerde yakındaki kovboy kasabasının barında mekânın sahibi başta olmak üzere tam 6 kişi bölgenin kabadayısı Weston Jeffries’nin (Solly McLeod) kurşunlarına hedef oluyor. Suç, kasaba civarında sarhoş halde uyurken bulunan Jeffries’nin adamlarından Ed Wilkins’e yükleniyor ve şaşkın adam hızlı bir yargılamanın ardından asılarak idam ediliyor.

Üç kağıtçı belediye başkanını (Danny Huston) parmağında oynatan bölgenin nüfuzlu iş insanı, Weston’ın babası Alfred Jeffries (Garret Dillahunt) Batı’ya hücum döneminin verimli topraklarında yatırımlarını genişletmeye kararlıdır. Küçük oğluyla birlikte karısını toprağa veren şerif Holger Olsen’e (Viggo Mortensen) ise kanunların güçlüden yana işlediği bu diyardan çekip gitmek ve belki de dünyanın sonuna doğru huzurla yaşanacak bir yer bulmak düşecektir. Film bu noktadan başlayarak ana karakterlerin geri dönüşlerle iç içe geçen hikâyesini anlatmaya başlıyor.

Film başlangıçtaki hızlı girişin ardından Mortensen’in bizzat bestelediği, piyano, gitar ve vurmalılarda yoruma eşlik ettiği özgün müziği ile süslenen şiirsel pastoral bir anlatıya kayıyor. İlk kez California güneşi altında karşılaşıyor iki sevgili. Şehir pazarında çiçekçilik yapan Fransız asıllı Kanadalı Vivienne, İngilizlerle yapılan savaşta küçük yaşta babasını kaybetmiş, annesinin Jeanne D’Arc öyküleri ile büyümüştür. Başına buyruk, alabildiğine özgürdür. Danimarka göçmeni iyi marangoz Holger’in sessiz karizmasına vurulur ve onunla birlikte Nevada’daki evine gitmeyi kabullenir. Kurak bir plato içine sıkışmış küçük köhne kulübeye vardığında gözleri korku filmi görmüşçesine faltaşı gibi açılır. Lakin kısa sürede kadın eliyle ortalığı çekip çevirecek, çorak araziyi ağaçlandıracak, yakındaki kasabanın tek salonunda barmen olarak çalışmayı becerecektir. Ancak burası erkeklerin acımasız dünyasıdır. Kendisinde gözü olan Weston’ı ustalıkla savuşturmayı bilir başlarda. Holger hem biraz para kazanmak, hem de eril yükümlülüğünü yerine getirme arzusu ile orduya katılmak istediğinde genç kadın ‘bu senin meselen değil’ diyerek karşı çıkar. Ancak o ‘sen benim denizimsin’ dediği sevdiği kadını geride bırakarak iç savaşa yollandığında Vivienne erkek zorbalığına karşı kadın başına direnebilecek midir?

Kanadalı ünlü oyuncunun çatışmalı bir baba – oğul öyküsü anlatan 2020 yapımı ilk yönetmenlik denemesi ‘Düşüş / Falling’in ardından gelen ikinci uzun metrajı şiirsel görselliği, zarif kadrajlarına karşın sonlara doğru tempo sorunu yaşıyor ve irtifa kaybediyor. Yine de çağımızın en iyi oyuncularından Krieps’in özgür ve güçlü kadın yorumunun hatırına izlenebilir.

(13 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayat Boşa Gitmesin

Çoğu vasat düzeydeki yaz filmlerinin arasından bir mücevher gibi parıldayan ‘Biraz Yağmur Yağmalı / Some Rain Must Fall’ çağdaş Çin sinemasından gelen güzel bir sürpriz. 1989 doğumlu yönetmen Qiu Yang, Cannes’dan ödüllü kısa filmleri (A Gentle Night, 2017, Altın Palmiye; She Runs, 2019, Leitz Cine keşif ödülü) ile biliniyor. Dünya prömiyerini 75. Berlin Film Festivali’nin prestijli ‘Karşılaşmalar / Encounters’ bölümünde yaparak şenlikten Jüri Özel Ödülü ile dönen bu ilk uzun metrajı, kısa filmlerinde olduğu gibi aile ilişkileri üzerinden ilerliyor.

Kırklı yaşlardaki Cai Zhuo bunalımlı bir dönemden geçmektedir. Boşanma arifesindeki iş adamı kocasıyla aynı evi paylaşmayı, Alzheimer hastası kayınvaldesinin bakımına özen göstermeyi sürdürürken, okul takımının yıldız oyuncusu 13 yaşındaki kızını almaya gittiği basket antrenmanında yanlışlıkla yaşlı bir kadının hastanelik olmasına neden oluyor. Kendi sıkıntıları yetmezmiş gibi aniden meydana gelen bu olay onun hayatının kontrolden çıkmasını hızlandırırken, bilinmez bir geleceğe doğru yalpalayan genç kadın geçmişi ile hesaplaşarak kendine yeni bir yol çizebilecek midir.

Genç sinemacının doğal sesleri kullanıldığı melankolik filmi, usta işi diyalog ve ayrıntılarının yanı sıra görsel yetkinliği ile göz dolduruyor. Kısa filmlerini de birlikte yaptığı Alman asıllı görüntü yönetmeni Constanze Schmitt ile bir kez daha 3:4 oranında karar kılmışlar. Yang, resim eğitimi ve fotoğrafçılık geçmişinin izinde öykülerini dikey olarak görselleştirdiği kare ekranı kullanmayı sevdiğini söylüyor. Aile kıskacından kurtulmaya çabalayan Cai’nin hikâyesindeki sıkışmışlık hissini izleyiciye geçirmek için de iyi bir seçim olmuş bu.

Cai’nin öyküsü bir kendini keşif öyküsüdür. Geçmişinden başlayarak bugününü, kim olduğunu, yaşamak istediği cinselliği, bir zamanlar herşey olduğunu düşündüğü aile tuzağından kaçma çabasını izlerken, bizler de genç kadınla birlikte keşfe çıkıyoruz. Bu amaç doğrultusunda yönetmen olan biteni gözümüze sokmuyor zaten. Açılışta Cai’nin kızgınlıkla geri fırlattığı topun neden olduğu olayı görmüyoruz örneğin. Bunun gibi birçok olay kamera dışında cereyan ediyor ya da olan biteni uzak bir mesafeden izliyoruz. Yang kişilerin yüz hatlarını tırpanlanıyor, tül ya da cam benzeri engellerle perdedeki görüntüyü kısmen flulaştırıyor. Tüm bunlar bir gizem yaratıyor. Cai’nin sırlarla dolu geçmişi adım adım çözülürken aile ortamında yaşananların evrenselliğine tanıklık ediyor, Cai’nin anılarında kendi geçmişimizden izlere rast geliyoruz.

Mütevazı bir başyapıt olarak değerlendirdiğim bu güzel film, sahne sahne incelenmeyi ve keşfedilmeyi beklerken yağmur yağmalı. Hem de biraz değil, bardaktan boşanırcasına temizlemeli tedirgin ruhları.

(08 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bu Yol Hiçbir Yere Varmıyor

‘New York’ta Bir Gece / Daddio’, JFK havaalanından Manhattan’a bir gece yolculuğunun hikâyesi. Yazılımcı genç kadın şehrin merkezindeki evine gitmek üzere sarı taksilerden birine bindiğinde sessiz ve düşüncelidir. Hollywood efsanesine atıfla kendisine Clark ismini yakıştıran feleğin çemberinden geçmiş flörtöz şoför lafı başlattığında bir daha susmayacaktır.

Adını hiç öğrenemeyeceğiz genç kadın ile geveze sürücünün havadan sudan başlayan konuşmaları yol bir kaza nedeni ile kapandığında kişisel mevzulara evrilir. Clark’ın beylik gözlemlerinin ardından cinsellik ağırlıklı daha cüretkâr meselelere dalarız. Her bir köşesinde uyuşturucu bağımlıları ya da fahişelerin cirit attığı Hell’s Kitchen mezbeleliğinde büyümüş orta yaşlı adam ‘bir yaz günü gibi sorunsuzdu’ diye andığı ilk karısından hasretle söz eder. Oklahoma kökenli genç kadının ağır ‘babalık’ travması gündeme gelir. Dertleşmeler daha sonra kim daha özel ve gizli sırlarını açığa dökecek şeklinde muzır bir oyuna dönüşürken iki yalnız insan dert ortağı olmaya koyulurlar.

Christy Hall’un yazıp yönettiği yapım başlangıçta iki kişilik bir sahne oyunu olarak tasarlanmış. Birbirlerini aynadan, ön ve arka bölmeyi ayıran küçük cam bölmeden gören iki kişinin paylaşımları kağıt üstünde ilginç duruyor durmasına, ancak yazar yönetmenin meseleleri ele alışı öylesine beklendik, diyaloglar öylesine yavan ki insan 90 dakikalık yolculuğun sonunu getirmekte zorlanıyor.

Oyuncuların çabaları da yetmiyor. Ne yapımcılığı da üstlenmiş olan Dakota Johnson’ın anlamlı bir bakışı, ne perdede izlemeyi özlediğimiz Sean Penn’in karizmatik gülüşü, ne de ikiliye eşlik eden hiç uyumayan şehrin gece ışıltıları hiçbir şekilde bu ucuz terapi seansını kurtaramamış.

(07 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şiddet Katlanarak Büyür

Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nin ‘Geceyarısı Çılgınlığı’ seçkisinde yapmış olan ‘Geber! / Kill!’ bizde fazla bilinmeyen Hint sinemasından kopup gelmiş bir yapım. Özgün ismiyle ‘Öldür!’, romantik bir sevdanın yaşandığı tren yolculuğunda aniden beliriveren şiddetin katlanarak büyümesi üzerinden ilerliyor. İlk bakışta ‘John Wick’ serisi benzeri şiddet yüklü aksiyonlardan biri izlenimi verse de, deneyimli sinemacı Nikhil Nagesh Bath’ın imzasını taşıyan film, Hindistan’da gündelik yaşamının parçası haline gelmiş suç ve şiddetin ulaştığı trajik boyuttan besleniyor.

Nüfuzlu babasının başka biri ile nişanladığı sevdiceği Tulika (Tanya Maliktala) ile buluşmak için Delhi trenine kapağını atan ulusal güvenlik komandosu Amrit (Lakshya) tren yolcularını soymaya gelmiş haydut ailesi ile ölümcül bir mücadeleye girişiyor. Bıçaklar ve palalar ile saldıran çete başının serkeş oğlu Fani’nin (Raghav Juyal) şiddetin topuzunu kaçırdığında intikam kaçınılmaz oluyor ve ortalık kan gölüne dönüşüveriyor.

Yönetmen benzer soygun çetesi üyeleri ile küçük yaşta tanışmış. 1995 yılında bir tren soygunu dehşetini şans eseri başka bir vagonda yolculuk ettiği için bizzat yaşamamış ancak olayın mağdurlarının derin korkusunu gözlemleme fırsatı bulmuş. Pandeminin kasıp kavurduğu 2021 – 2022 yıllarında 20’ye yakını büyük olmak üzere 700 civarı tren soygunu kayıtlara geçmiş. Tüm bu veriler Bath’in öyküyü kaleme almasında etkili olmuş. Hong Konglu Johnnie To ya da Quentin Tarantino filmleri, uzayıp giden anlı şanlı Western geleneği onun ilham kaynağı olmuş. Bir de James Cameron imzalı 1986 yapımı ‘Yaratıklar / Aliens’da Ripley’in uzay boşluğunda koloni ailelerini kurtarma mücadelesi senaryo yazımına esin vermiş.

Gece treninde aniden patlak veren ve dozu giderek artan şiddet, trende bulunan farklı din ve mezheplerden (zarar görenler arasında Müslüman bir aile de var) yolcular ile karşı tarafta 40 küsur yakın akraba haydut ailesinin adım adım telef olmasına neden oluyor. Her ölüm, kültürel bağlığın da beslediği acı ve ağıtlarla karşılanırken öfke giderek büyüyor. Yapımın kana bulanmış adı perdede tam 45 dakika sonra belirirken, işsizliğin alarm verdiği ülkede boş gezen takımıyla, olan bitene uzunca bir süre müdahale etmeden seyirci kalanlar arasındaki ölüm kalım savaşının sürdüğü dar kompartımanlar, şiddetle yoğrulmuş ülke sokaklarının -biraz abartılı- metaforuna dönüşüyor. Yönetmen bu şiddet sarmalının sadece kendi ülkesini değil, başta Orta Doğu olmak üzere, Güney Amerika ülkeleri kadar gelişmiş ABD’yi de tehdit ettiğinin altını çiziyor. Dönüp kendimize bir bakıyor ve Bath’e hak vermeden edemiyoruz.

Aksiyon koreografisinin ‘Snowpiercer’ın Koreli üstadı Se-yeong Oh’a teslim edildiği yapım ABD’de büyük ilgiyle karşılanmış ve ‘John Wick’ yönetmeni Chad Stahelski ile İngilizce dilinde bir yeniden çevirim için anlaşılmış. İlgiye değer alt metnine rağmen büyük bölümü aşırı şiddet sahneleri içeren filmin seyrinin herkes için pek de kolay olmayacağının altını çizerek noktalayalım.

(01 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Marvel İsa Aşkına

Marvel’ın geyik karakterlerinden Kanadalı eski paralı asker Wade Wilson namı diğer Deadpool, serinin taze sürümü ‘Deadpool & Wolverine’de kendini mesih olarak tanımlıyor. Zevzekliği nedeniyle ne ‘Yenilmezler / Avengers’ ekibine ne de X-Men cemaatine kabul edilmemiş olan kahramanımız önemli biri olma isteğinden uzaklaşmış, sivil hayatta bir avuç dostu ile mutlu mesut yaşarken dünyasının tehdit altında olduğunu öğreniyor. İsteksizce harekete geçerken mezarında yatan efsanevi Logan Wolverine’i yeniden hayata geçiren zıpır karakterimiz, imdada yetişen bazı nostaljik süper kahramanlar eşliğinde dünyayı, hatta paralel evrenleri yok olmaktan kurtaracak bir seri maceranın içine dalıveriyor.

‘Müzede Bir Gece’ serisi ve televizyon için çektiği ‘Stranger Things’ gibi işleriyle tanınan Kanadalı aktör ve yönetmen Shawn Levy’nin imzasını taşıyan yapım giderek irtifa kaybeden Marvel filmlerinin kurtarıcısı olarak Ryan Reynolds’un harikalar yarattığı Deadpool’u seçmiş ve yanına yaşlanmış ama fiziğini koruyan Hugh Jackman’ın karizmasını konuşturduğu efsanevi X-Man Wolverine’i almış. İlerleyen bölümlerde başta Captain America olmak üzere Marvel külliyatının diğer efsanelerini Cameo olarak kullanan yapım hayranlarınca belli bir nostalji duygusu ile izleniyor. Türün meraklısı ya da yakın takipçisi sayılmam ancak basın gösterimini pas geçip sinema izleyicisi ile deneyimlediğim filmde Z kuşağından genç seyircinin coşkusuna tanıklık etme fırsatı buldum.

Hikâye ve aksiyon bölümleri hayli bildik sularda gezerken, Kanadalı sinemacı Deadpool’un edepsiz mizahına sırtını yaslıyor ve filmin özellikle ilk bölümünde bol kahkaha attırmayı başarıyor. Öncelikle, açılış sekansı çok başarılı. Wade’in gözleri görmeyen ev arkadaşı ile yaptığı kokain muhabbeti kırıp geçiriyor. Bir de, Deadpool’un eski patronu 20th Century Fox’un ‘Mad Max evreni’ esinli hiçlik bölgesinde bir kenara atılmış yıkık dökük logosunun ‘Maymunlar Cehennemi / Planet of the Apes’in kült finalini anımsattığı sahneye epeyce güldüğümü söyleyebilirim.

Madonna’nın izniyle ‘Like A Prayer’ın, seksenli yılların Chris De Burgh hiti ‘Lady İn Red’ ya da ‘Grease’den ‘You’re the One That I Want’ın aksiyon sahnelerine döşendiği yapımda yönetmen Levy mizahı baştan sona ayakta tutmuş. Kapanış jeneriğinin ardından hınzır edepsiz bir diyalogla final yapmış. Hafta içi Çarşamba günü ABD sinemalarıyla birlikte bizde de gösterime giren film ülkemiz seyircisi nezdinde ilgi toplamayı sürdürüyor. Dünya çapında inişe geçmiş olan Marvel filmleri için bir mesih dokunuşu olup olamayacağını ise önümüzdeki haftalarda öğreniriz.

(26 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şans ve Rastlantılar

90’ına merdiven dayamış Woody Allen kariyerinin ellinci ve belki de son filmi olan ‘Şans Eseri / Coup De Chance’ı Paris’te Fransızca dilinde ve Fransız oyuncularla çekmiş. Bu biraz da zorunlu bir seçim olmuş. Evlatlığı Dylan Farrow’a cinsel taciz suçlaması nedeniyle kamuoyundan aforoz yiyen ve 2019 yılında doğup büyüdüğü şehirde tamamladığı ‘New York’ta Yağmurlu bir Gün / A Rainy Day in New York’ ABD gösterim ağından çıkarılan sinemacı, filmlerinin ezelden beri kendi ülkesinden daha fazla rağbet gördüğü Avrupa toprağında gözde temalarının izini sürüyor.

Şansa inanır mısınız? Son filminin ana karakterlerinden Alain Aubert (Niels Schneider) Allen’ın alter ego’luğunu üstlenmiş bir biçimde ısrarla hayatın şans ve tesadüflerden ibaret olduğunu söylüyor. Genç adamın üniversite yıllarında New York’ta tanıyıp vurulduğu Fanny Moreau (Lou de Laâge) ile yıllar sonra Paris sokaklarında (tam adını verirsek Montaigne Bulvarı’nda) karşılaşması şans eseri değil de nedir. Fanny başarısız ilk evliliğinden sonra şimdilerde zengin iş adamı Jean Fournier (Melvil Poupaud) ile evlidir. Geçmişi kirli rivayetlerle dolu Jean ise Alain’in tam aksine şansı kendi ellerimizle yarattığımızı savunur. İşinin ‘zenginleri daha da zengin etmek’ olduğunu söyleyen kurt finansçı bir süs bebeği gibi sevdiği karısını kendi ihtişamlı yaşamının değerli bir parçası olarak görür. Oysa Fanny çatı katı bohem odasında Jacques Prévert’in dizeleriyle yakışıklı yazara fazlasıyla çekilmiş ve adeta ilk gençlik yıllarına dönmüştür. Yakın arkadaşı herşeyi mahvetmeden önce iyice düşünmesi konusunda uyarır onu. Genç kadın tatlı bir kararsızlık içindedir ama lüks hayatını elinin tersi ile itmeye pek de niyeti yoktur. Uyanık iş adamının karısının rutinindeki değişiklikleri hissederek özel bir dedektife baş vurması işlerin seyrini değiştirecek, eril sahip olma tutkusu gözleri karartacaktır.

Suç ve ceza öyküleri kariyerinde önemli bir yer tutmuş olan Allen, 1989 yapımı ‘Suçlar ve Kabahatler / Crimes and Misdemeanors’da ‘kişi ahlaki değerlerin kendisini rahatsız etmediği sürece özgürdür’ diye buyurur. Nietzche kaynaklı nihilist düşüncenin doruğa çıktığı 2005 yapımı ‘Maç Sayısı / Match Point’de tenis topunun fileye çarpıp çarpmayacağından hareketle varoluşu son filminde sık sık kullandığı ‘şans ve raslantı’ya bağlar. Hepimiz kısmetin elindeyiz diye buyuran görmüş geçirmiş sinemacı, daha yakın tarihli ‘Mantıksız Adam / Irrational Man’de (2015) adalet ve cezanın boş kavramlar olduğunu ifade ederek ‘varoluşun tamamen anlamsız bir sıradanlık olduğunu’ ifade edecektir.

Muhteşem bir kariyerin ardından gözden düşen sinemacı ileri yaşına karşın film çekmeyi sürdürse de son yapıtı yukarda sözünü ettiğim yapıtların kalibresinde değil. Hatta finaldeki ‘üzerinde durmamak en iyisi’ anekdotuyla kendisi ile dalgasını geçiyor gibi. Özgün adını ‘şansın yaver gidişi’ne dair deyişten alan, keyifle izlenen ama kolay unutulacak bir film ‘Şans Eseri’. Ancak nükte trafiği, özellikle ‘Blue Jasmine: Mavi Yasemin / Blue Jasmine’de (2013) doruğa çıkmış yüksek burjuvazi eleştirisi ile Allen her zaman Allen’dır. Bir zamanlar kapısında rol bekleyen ünlü Hollywood oyuncuları çoktan çekip gitmişler ama son dört filminde birlikte çalıştığı görüntü ustası Vittorio Storario onu bırakmamış. İtalyan görüntü ustasının Paris sonbaharının ılık sarısını yakaladığı görüntüleri ve çevre düzenlemeleri kusursuz.

(25 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uzay Yarışını Pazarlamak

‘Beni Ay’a Uçur / Fly Me to the Moon’ yaşı yetenlerin çok iyi hatırlayacağı Ay’a inişin canlı olarak televizyondan izlenildiği 1969 yılına götürüyor bizleri. Rusların 1957’de Sputnik 1 ile astronot Yuri Gagarin’i uzaya gönderişinden sonra hız kazanan uzay yarışında Amerikalıların kendi hamlelerini gerçekleştirme çabasına giriştiği zamanlardır bunlar. Üç astronotun ölümüyle sonuçlanan başarısız Apollo 1 projesinin ardından NASA zor durumdadır. Vietnam bozgunu ile baş etmeye çalışan ülke her Allahın günü TV ekranına yansıyan kayıplar ile manevi bir çöküntüyü yaşarken, uzay merkezinin bütçesi de kadrosu da yetersizdir. Uyanık Nixon’ın işbilir adamı Moe Berkus (Woody Harrelson) yeni Apollo projesini parlatarak ABD halkına pazarlayacak bir yol peşindedir. Cazibesi ve kılık kıyafetiyle ‘Mad Men’ dizisinden fırlamışa benzeyen reklam sektörünün pazarlama harikası Kelly Jones’da (Scarlett Johansson) karar kılınır. Cocoa Beach’e uzay kurumunun halkla ilişkiler müdiresi olarak arzı endam eden Kelly, zaten zor görevinin sorunlarıyla boğuşmakta olan fırlatma direktörü Cole Davis (Channing Tatum) üzerinde soğuk duş etkisi yaratsa da, ikili arasında kaçınılmaz bir çekimin oluşması gecikmez. Fırlatma gününe yalnızca 7 ay kalmıştır ve bu süre zarfında kamuoyu desteğinin ve yeterli fonların sağlanabilmesi için her türden reklam desteğine ihtiyaç vardır.

Rose Gilroy imzalı özgün senaryodan Greg Berlanti’nin yönettiği yapım, Amerikan sinemasının altın çağından kopup gelmişe benzeyen iyi bir ‘screwball’ güldürü örneği. İzleyici yaş ortalamasının hayli genç kaldığı ve de orta yaş grubunun sinemada film izleme alışkanlığını büyük ölçüde yitirdiği günümüzde Hollywood büyük şirketlerinin pek yanaşmadıkları türden klasik usuldeki bu romantik komedi örneği, Johansson – Tatum ikilisinin tutmuş kimyaları üzerinden rahatlıkla izleniyor. Başta Ruslar olmak üzere bundan tam 55 yıl önce 16 Temmuz’da Ay’a ayak basışın Hollywood hilesi olduğuna dair komplo teorisi ile flört edişi ayrıca eğlenceli. Apollo 11’in olası başarısızlığına önlem olarak bizzat Nixon’ın adamının emri ile stüdyoda çekilen sahte iniş görüntüleri, Kelly’nin ‘2001: A Space Odyssey’ yönetmeni ‘Kubrick ile çalışsaydık keşke’ esprisi bu rivayetle dalgasını geçiyor.

Filmin şamatasını iki ana karakterin zorlu geçmişlerinin hüznü dengeliyor. Babası evi terk edip gittikten sonra annesi ve kardeşleri ile evsiz kaldıklarında henüz 4 yaşındadır Kelly. Bir şekilde ayağa kalkıp mücadele etmiş, annesinin ona öğrettiği dolandırıcılık marifetiyle hayatta kalmıştır. ‘Reklamcılık da dolandırıcılığın yasal yolla yapılanı değil midir’ sözleri de ona aittir. Davis ise 52 uçuş gerçekleştirdiği Kore dönüşünde NASA’nın en iyi pilotlarından biri olmasına rağmen kalbindeki sorun nedeni ile uzay roketine alınmamış, Apollo 1 sürecinde yitirdiği arkadaşlarının yasını tutmayı sürdüren bir yalnız kovboydur. Bu iki kafadarın acı tatlı öyküsü dönemin şarkılarıyla bezenmiş. Filme adını veren ünlü parça dışında Aretha Franklin’den ‘Moon River’, Dinah Washington yorumuyla ‘Destination Moon’ kulakları okşarken, kıvamı tutmuş yapım keyifle izleniyor.

(22 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com