Etiket arşivi: Ferhan Baran

Memleket Gibidir Okul

Polonya göçmeni Carla Nowak’ın yeni göreve başladığı sıfır tolerans ilkesine bağlı ilköğretim okulunda disiplin ön plandadır. Arka arkaya yaşanan hırsızlık olayları kurumda huzuru kaçırırken bir Türk öğrenci önyargıya dayalı bir biçimde suçlanır. Öğrencilerin bireysel özgürlüğünü savunan idealist Carla, yabancı kökenli öğrencisine uygulanan ayrımcı uygulamadan büyük rahatsızlık duyar ve olayı bireysel olarak araştırmaya karar verir. Sınıfında okuyan Oskar’ın annesi okul çalışanı bayan Kuhn’u gizli kamera kaydı ile teşhis ettiğinde tek arzusu bilerek ceketinin cebinde bıraktığı cüzdanından çalınan paranın iadesi ve belki küçük bir özürdür yalnızca. Ancak işler böyle gitmez. Kuhn önce inkâra kalkışır, daha sonra ayrımcı bir dille kibirlendiği Carla’yı kişilik haklarını ihlâlle suçlar. Böylece çözümü basit bir mesele okul yönetiminin ve öğrenci gruplarının dahil olmasıyla beklenmedik bir noktaya evrilmeye başlar.

Dünya prömiyerini 2 ödülle döndüğü Berlin Film Festivali’nde yapmış olan taze Oscar adayı ‘Öğretmenler Odası / Das Lehrerzimmer’i izlerken ‘Gemide’nin ünlü repliği düştü aklıma. Erkan Can’ın ağzından kültleşmiş monologda ‘gemi’ memleketi çağrıştırır. Belli bir hiyerarşik düzen içinde herşeyin düzenli ve kontrol altında tutulduğu okullar için de böyle düşünmüş olmalı filmin Türk asıllı yönetmeni İlker Çıtak. 2019 yapımı ‘Söz Senettir /Es gilt das gesprochene Wort’ filmi ile tanıyıp sevdiğimiz sinemacının İstanbul Alman Lisesi’nde eğitim gördüğü dönemde 14 – 15 yaşlarındayken başlarına gelen benzer bir hadiseden yola çıkarak sınıf arkadaşı Johannes Duncker ile ortaklaşa kaleme aldığı metin tek mekânda başlayıp bitiyor. Okul, yöneticileri, öğretmenleri, öğrencileri, velileri, öğrenci temsilcileri, okul gazetesi çıkaran ekip başta olmak üzere öğrenci grupları ile Almanya özelinde çağdaş demokratik toplum düzeninin minyatürü olarak yorumlanmış.

Topluluğun dar alandaki paslaşmaları basit bir olay zincirinden gerilimi giderek yükselen kaotik bir sürece doğru hızla yol alırken Çatak’ın yüreği idealist öğretmenle birlikte çarpıyor kuşkusuz, ancak öteki karakterleri ele alırken klişe iyi – kötü ayrımından özenle uzakta kalmış. Herkese kulak veriyor, anlamaya çalışıyor. Haklı haksız yarıştırması yapmadan tüm tartışmaları perdeye taşıyor. ‘Korsaj’dan hatırladığımız Judith Kaufmann imzalı 4:3 dar format usta içi görüntü tercihi tek mekândaki sıkışmışlık hissini aktarırken, gerilimin giderek doruğa tırmandığı anlatıda başta Carla olmak üzere karakterlere yakın plan odaklanmamızı sağlıyor. Kamera yerinde durmuyor zaten. Marvin Miller’in yine yönetmenin isteği doğrultusunda ağırlıklı olarak kalın yaylıları kullandığı müziği daha ilk plandan yaklaşan gerilimli tartışma ortamını haberliyor. Okul mekânında sıradan bir hırsızlık olayı Çatak’ın detayları oya gibi işleyen kıvrak ve usta işi yorumuyla derinleşiyor, çağdaş Batı toplumlarının adalet, kişilik hakları, göçmenler, ayrımcılık gibi temel meseleleri üzerine bir manifestoya dönüşüyor. Carla Nowak’ta mükemmel bir performans sunan Leonie Benesch’in bir sahnede öğrencileri ile birlikte ellerinden geldiği kadar çığlık atması sistemdeki kaosa rağmen çıkış yolu arayışlarının sembolüne dönüşüyor. Çatak’ın final jeneriğine döşediği dingin Mendelsohnn müziği ise (‘Bir Yaz Gecesi Rüyası / Ein Sommernachtstraum’ uvertürü) bu kaotik düzende umudu barındıran bir nevi soluk alma molası olarak düşünülebilir.

(08 Şubat 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uyuduğunda Zihnindeyim

Saçı dökülmüş orta yaşlı adam adam havuz çevresindeki sararmış yaprakları süpürürken, yeni yetme kız bahçe sandalyesine bağdaş kurmuş kaygısızca tırnakları ile oynamaktadır. Tepeden düşen demirden anahtarlık bahçe masasının camını tuzla buz eder aniden. Sonrasında yine gökten düşen ayakkabı tekinin suda yüzdüğünü görürüz. Derken hacimli bir diğer cismin çıkardığı ses havuzun içinde yankılanır. Genç kız ‘Şeytan’ filminin Regan’ı gibi havalandığında dehşet içerisinde babasına seslenir ancak adam hiçbir müdahalede bulunmadan umursamaz bir biçimde işini yapmayı sürdürür. Ürkütücü bir ses bandı ile açılan ‘Rüya Senaryo / Dream Scenario’nun ilk düş sekansıdır bu.

Kızı Sophie bu tür rüyaları üçüncü kez görmüş ve öğretim üyesi Paul Matthews her seferinde hiçbir şey yapmadan öylece hareketsiz kalmıştır. Bu konuda kendisi de şaşkındır. Mesele aile içinde halledilir de benzer rüyalar başta öğrencileri ve çevresindekiler olmak üzere sayıları gittikçe artış gösteren bir insan topluluğu tarafından deneyimlenmeye başlayınca Paul anında bir fenomene dönüşür. Televizyonlara çıkar, röportajlar yapılır. Ortalığı kasıp kavuran bu rüya salgını silik akademik hayatında tek arzusu olan yıllardır başlayamadığı kitabını yazmak ve bunu saygın bir yayınevine kabul ettirmek için büyük bir fırsattır onun için. Reklam ajansının Sprite markasının yüzü olması ya da Obama’nın düşlerine girmesine ilişkin önerileri, hele hele ajansta çalışan ‘96 doğumlu güzel Molly’nin kendisinin ana aktörü olduğu seksi rüyasını yeniden yaşama isteği karşısında şaşkınlığı büyür. Ancak her yükselişin bir düşüşü olacaktır. Rüyaların pasif aktörü zihinlerine daldığı kişileri Freddy Krueger misali vahşi bir biçimde katletmeye başladığında Paul toplumun nefret objesine dönüşür. Artık herkesin lanetlediği düşlerin seri katilidir o.

Son dönemin ilgiye değer absürd komedilerinden olan ‘Rüya Senaryo’yu Kristoffer Borgli yönetmiş. Ülkemiz izleyicisi Norveç asıllı sinemacıyı bir önceki çalışması ‘İlgi Manyağı / Sick of Myself’den hatırlayacaktır. Geçtiğimiz yıl özellikle ‘Başka Sinema’ çevresinde büyük ilgi görmüş olan film ilgi manyaklığının ve göz önünde olma arzusunun varabileceği noktalar üzerine hayli absürd bir kara komedidir. Yönetmenin üçüncü uzun metrajı olan ‘Rüya Senaryo’ aynı minval üzerinde rekabetçi çağdaş tüketim toplumunu, popüler kültürün kurbanlarını, linç kültürünü kıyasıya eleştiriyor, çabuk ulaşılan zirveden tepetaklak düşüşün ironisini yapıyor. Uç noktaları denemekten çekinmeyen genç sinemacı yılların deneyimli aktörü Nicolas Cage’i mükemmel bir biçimde kullanırken, final bölümüyle yakın geleceğin kara komik dünyasına göz kırpıyor. Bu farklı ve eğlenceli kabusu deneyimlemenizi öneririm.

(02 Şubat 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Onca Dehşet ve Ölüm Varken

*Dikkat: sondan ikinci paragraf filmin finaline ilişkin ‘spoiler’ içermektedir*

Mülteciler meselesini Avrupa’nın Yahudi Soykırımı’ndan beri yüz yüze geldiği en büyük trajedi olarak tanımlıyor Gianfranco Rosi. Belgesel Sinema’ya getirmiş olduğu taze kan ile bilinen İtalyan sinemacı, bizde de kısa bir süre gösterimde kalmış Altın Ayı ödüllü filmi ‘Denizdeki Ateş / Fuocoammare’de bizzat kullandığı kamerasını günümüzün bu belki de en önemli toplumsal sorununa çevirmiş, belgesel ile kurgunun arasındaki çizginin muğlaklaştığı benzersiz yapıtında acı çığlığının geniş kitlelere ulaşmasına çabalamıştı. Sicilya’nın güneyinde bulunan Afrika’ya en yakın İtalyan adası Lampedusa’da 18 ay geçiren sinemacı, bu süre zarfında sayısız trajik olayla karşılaşmış, tıka basa insanlarla doldurulmuş iptidai teknelerle adaya ulaşabilen mültecilerin mazota bulanmış perişan hallerine, teknenin alt bölümünde yolculuk eden onlarcasının havasızlık ve susuzluktan telef oluşuna, denizde ölümden kurtulanların adadaki karantina döneminde yaşadıkları sefalete tanıklık etmiş. Yakınlık kurduğu Nijeryalı mülteciden bombaların yakıp kavurduğu ülkesinden Sahra çölüne kaçışlarını, yüzlercesinin Libya hapishanelerindeki mutlak ölümdense denize açılmayı yeğlediğini dinlemiş. Sığınmacının ağıdını Avrupa’ya ithaf ederken şiirsel yakarışıyla dünya kamuoyunun ve Avrupa’nın suskunluğuna son vermesini hedeflemiş.

Keza festivallerde ve de ‘Başka Sinema’nın özel gösterimlerinde sınırlı sayıda izleyiciye ulaşan ‘Tenere’ yine böyle bir çabanın ürünüdür. Gazeteci ve fotoğrafçı Hasan Söylemez’in görüntü yönetmenliğini ve kurgusunu da üstlendiği müthiş belgeseli adını Büyük Sahra’nın göbeğinde çöl yolcularının yararlandığı su kuyusuna sahip bölgesinden alır. 2010 yılında cüzdanındaki tüm banka kartlarını kırıp, son parasını çocuklara dağıtarak Türkiye’nin sınır bölgelerine bisikletiyle yolculuk etmek üzere yola çıkan kendi imkanlarıyla çektiği belgeselinde, Agadez şehrinden yoksul Nijerlilerin ailelerini geçindirmek için Sahra çölünü geçerek Libya ve çevresine yolculuklarını anlatır. Nuh’un gemisini andıran bir kamyon üzerinde 5 gün 5 gece süren bir ölüm yolculuğudur bu. Sahra’nın merhameti yoktur, yakaladığını yutar. Şanslı olan varmak istediği yere varır.

Bu hafta bizde de gösterime giren çağdaş İtalyan sinemasının öne çıkan isimlerinden Matteo Garrone imzasını taşıyan ‘Kaptan Benim / Io Capitano’ bu yürek yakıcı meseleyi gündemde tutmayı hedefleyen son çalışma. Romalı yönetmenin olayların geçtiği mekânlarda amatör oyuncularla çektiği Venedik’ten 4 ödüllü son filmi, Rosi ve Söylemez’in belgesellerinden farklı olarak kurmaca bir çalışma. Senegalli Seydou kuzeni Moussa ile birlikte Avrupa’ya kapağı atma hayalleri kuruyor. Aileleri mütevazı bir dükkan işleten yeni yetmeler geçimden ziyade daha özgür bir geleceğe yelken açmanın, Seydou cep telefonunda imrenerek takip ettiği pop müzik ünlülerinden biri olarak hayran ordusunu peşinden koşturmanın derdindedir. İki genç, Seydou’nun annesinin ve onları başlarına gelebilecekler hususunda sertçe uyaran esnaf abilerinin sözünü dinlemeyip, inşaatlarda çalışarak biriktirdikleri para ile yola koyulur. Anzaklı gençlerin serüven uğruna Çanakkale’ye gelmeleri misali bu yolculuğun hiç de kolay olmadığını idrak etmeleri uzun sürmez gerçi. Hasan Söylemez’in ‘Tenere’de tanıklık ettiği ölümcül Sahra yolculuğunun son etabında sadece güçlüler ve şanslılar hayatta kalmayı başarır. Sonrasında da Libya mafyasının işkence odalarından sağ çıkabilenler.

Güney İtalya’da mafya ve şiddet sarmalını ele alan 2008 yapımı ‘Gomorra’ ile ilk çıkışını yapmış olan Garrone bizde gösterime girmeyen ‘Masalların Masalı / Il Racconto dei Racconti’de mitolojik hükümranların karanlık öykülerini perdeye taşır. Tahakküm ve şiddetin izlerini küçük bir kıyı kasabasına taşıyan Cannes’dan ödüllü bir önceki çalışması ‘Dogman’ 1980 başlarında İtalya’yı sallamış gerçek bir cinai vakadan yola çıkmasına karşın gerçeküstücü sularda gezinen bir peri masalı gibidir.

Dakar evinin sıcak ilişkileri, Afrika davullarının ateşli ritmine eşlik eden rengarenk dansların atmosferi ile açtığı son filmi zorlu yolculuğun acımasız gerçekliği ile sertleşiyor. Çöl sahnelerine serpiştirdiği rüya sekansları onun masalsı damarından izler taşısa da özellikle Libya bölümlerinde hem öykünün gidişatına, hem de yönetmenin sinemasına özgü şiddet sarmalına sürükleniyoruz. Garrone iki ana karakterine ve bir noktadan sonra tamamen Seydou’ya kitleniyor. Genç çocuk akla gelebilecek türlü eziyetleri göğüslerken film boyunca konu mankeni misali çevresinde yer alan sığınmacıların -masal bu ya- kurtarıcısı haline geliyor. Yüzme bile bilmeyen Seydou’nun mavi engin yolculukta kaptanlığı üstlenmesi ve tekneye balık istifi doldurulmuş garibanları zayiatsız karaya ulaştırması izleyicide bir rahatlama duygusu yaratıyor kuşkusuz. Ancak yaşanan onca trajedi anımsandığında böylesine mutlu bir final ister istemez ‘sığınmacı sorunu’ istismarını getiriyor akla. Sicilya kıyılarına ulaşabilenleri eski kıtada nelerin beklediği ürpertiyor bizleri ama Garrone daha sonrasıyla –şimdilik diyelim- ilgilenmiyor.

Hollywood süper kahraman öykülerinin bir nevi izini süren filme Amerikalılar bayıldı. 10 Mart gecesi 5 adaydan biri olduğu ‘en iyi uluslararası film’ dalında Oscar ödülüne ulaşmasını pek muhtemel görüyorum. O gece Garrone’nin hayli dokunaklı teşekkür konuşmasına şık kostümü ile hemen yanı başında yer alacak baş oyuncusu Seydou Sarr eşlik edecektir mutlaka. Ancak hakkını yemeyelim, Seydou’nun umudunu ve çaresizliğini başarı ile aktaran Sarr birinci sınıf bir performans veriyor. Venedik’teki ödül töreninde mikrofonu hikâyenin esin kaynağı aktivist Kouassi Pli Adama Mamadou’ya veren Garrone’nin yönetmenlik başarısı ile Paolo Carnera’nın kusursuz görüntü çalışmasını da es geçmeyelim. Oscar gecesi muhtemel alkışların meselenin gündemde kalması hususuna katkıda bulunmasını, Avrupa’nın duyarsız sessizliğini delmesini umut ediyorum.

(28 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Birlikte Yaşamayı Öğrenebilmek

Cannes Film Festivali ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün açılış filmi olan ‘Hayvan Krallığı / Le Règne Animal’ yakın bir gelecekte geçiyor. Tıbbi olarak açıklanamayan mutasyonlar sonucu bazı insanlar hayvana dönüşmektedir. Bu yaratıklardan bazıları yetkililer tarafından ele geçirilmeden kaçmayı başarır. François Marindaze (Romain Duris) 16 yaşındaki oğlu Emile (Paul Kircher) ile birlikte, dönüşerek ormanlık alana kaçan karısının peşine düşer. Genç çocuğun vücudunda başlayan değişimler işin seyrini değiştirecek, baba oğulun farklı olanları yok etmeye kararlı toplum ile mücadelesi giderek derinleşecektir.

Fransız sinemasında görmeye alışık olmadığımız bilimkurgu örneğinin orta kuşaktan yönetmeni Thomas Cailley’i dünya prömiyerini yaptığı yıl Cannes’dan 4 önemli ödülle dönen ve 34. İstanbul Film Festivali’nde bizde izleyici karşısına çıkmış 2014 yapımı ilk uzun metrajı ‘İlk Görüşte Aşk / Les Combattants’ filminden anımsıyoruz. Uzun bir aradan sonra çektiği yeni filminde ‘bedenler ve arzular, dürtüler ve deformasyonlar, vahşi yanımız, çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakacağımız endişesi ve ortak atalarımız hakkında’ kendisini ifade etmek istediğini belirtiyor bir söyleşisinde. Yaşadığımız Covid belası onu özellikle tetiklemiş.

Cailley’nin Fransız sineması için hayli yüksek bir bütçe ile kotardığı filminde Hollywood aleminin bilgisayar destekli numaralarından ziyade gerçek oyuncuların makyaj ve aksesuar yardımı ile yaratıklara dönüşmesi yoluna gidilmiş. Özellikle ikinci yarıda dozu artacak olan aksiyona çağdaş insani kaygılar eklenirken, duygusal bir büyüme hikâyesine, Emile’in kendi kanatlarıyla uçma ve yaşam yolunu özgürce çizme mücadelesine yer açılmış. Bu sürece kısa süre önce Christopher Honoré filmi ‘Liseli / Le Lycéen’de dikkatimizi çekmiş olan genç yetenek Kircher’in önemli katkısı olduğunun altını çizmek isterim. Kendisi tanınmış Fransız aktör Jérôme Kircher ile Polonyalı ölümsüz yaratıcı Krzysztof Kieslowski imzalı ‘Üç Renk: Kırmızı’, ‘Véronique’in İkili Yaşamı’ filmlerinin unutulmaz aktrisi Irène Jacob’un oğlu oluyor.

Memelilerden eklembacaklılara öyküde yer alan hayvan türlerinin tasarımını İsviçreli çizgi romancı Frédérik Peeters’in üstlendiği yapım geçtiğimiz günlerde Fransız sinemasının Oscar’ı olarak kabul edilen César ödüllerine 12 dalda aday gösterildi. Kanadalı usta David Cronenberg’e özgü beden teknoloji etkileşiminden hareketle insanoğlunun kırma dokular antolojisinden örnekleri ya da onun çömezi ‘Raw’ ve ‘Titane’ yönetmeni Julie Ducournau’nun şok edici denemeleri beklemeyin. Başta ‘Alien’ olmak üzere Hollywood mitlerinden esinli, içine şanson da karışmış Fransız usulü orta halli bir bilimkurgu ‘Hayvan Krallığı’.

(26 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yatağımdaki Düşman

Normandiya’nın sahil kasabasında büyümüş Fransız edebiyatı öğretmeni Blanche liseden eski arkadaşı Grégoire ile bir partide karşılaştığında yakışıklı adamın cazibesine kapılması uzun sürmüyor. Cinsel sinerjinin de tuttuğu beraberlik, genç kadının hamile kalışının ardından yıldırım hızıyla evliliğe evriliyor. Bankacı kocanın tayini nedeni ile okyanus kıyısından Fransa’nın öbür ucundaki ormanlık Metz’e yerleştiklerinde yeni bir düzen kuruluyor. İlkinin ardından ikincisi de gelen çocukların bakımı için eve kapanan genç kadın 7 yılın ardından sıkıştığı evlilik hapishanesinden kurtuluşun yollarını aramaya başlıyor.

Eric Reinhardt’ın çok satan romanından uyarlanan ‘Narsistle Aşk / L’Amour et Les Forêts’ Fransız yönetmen Valérie Donzelli imzasını taşıyor. Geçtiğimiz yıl Cannes’da dünya prömiyerini yapan film tutkulu başlayıp toksik hale dönüşen bir evliliğin hikâyesi. Başlarda ideal bir partner olarak gönülleri çelen Grégoire’ın (yakışıklı Melvil Poupaud) buyurgan narsist kişiliği ile tanışmamız çok uzun sürmüyor. Blanche (tutkulu Virginie Efira) bu süreçte biraz gecikiyor ya da buna senaryonun zaafı diyelim. Metz tayinini genç kadını annesi ve ikiz kız kardeşinden uzaklaştırmak için kocasının ayarladığını öğrenince Blanche çileden çıkıyor. Artık romana ve filme özgün adını veren ‘aşk ve ormanlar’ bu kâbusa dönüşmekte olan beraberliğin dikişlerini tutmaya yetmeyecektir.

Ne Molière ne Flaubert’den alıntılar filmi kurtarmaya yetmiyor ama. Tahakküm altındaki bir ilişkiyi irdelemek için yola çıkmış olan film Hollywood usulü bir korku – gerilim serüvenine evrilmekte gecikmiyor. Benzer bir toksik beraberliği konu alan Julia Roberts’lı 1991 yapımı Joseph Ruben filminin adını (Sleeping with the Enemy) başlığa almam biraz da bu yüzden. Oysa Donzelli’yi İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz 2011 yapımı ‘Yaşam Savaşı / La Guerre est Déclaréé’ filmiyle bağrımıza bastığımızı anımsıyorum. Uğursuz bir beyin tümörüyle dünyaya gelen henüz 1 yaşındaki Gabriel’in yaşam savaşının anlatıldığı özyaşamsal anlatıda Donzelli ve çocuğunun babası olan o yıllardaki partneri Jérémie Elkaïm bizzat anne ile babayı canlandırmıştı. Bildik klişelerle dolu ‘Narsistle Aşk’ı o denli sevemedikse de oyuncularının hatırına bir göz atılabilir belki.

(20 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Onat Kutlar ve Sinematek Yıllarımız

Türk Sinematek Derneği’ne üye olduğumda 15 yaşındaydım. Saint Joseph’teki ortaokul yıllarımda üst sınıflardan liseli bir ağabey 18 yaş engelini halletmiş ve benim gibi sinema tutkunu sınıf arkadaşım kadim dostum Haluk Pulatsü ile birlikte yepyeni bir aleme dalmıştık. 1972 yılının Aralık ayından başlayarak derneğin 80’li yıllardan itibaren Taksim Sanat Evi adı altında cafe-bar olarak faaliyetini sürdürecek olan mekânında dünya sinemasının ticari gösterimlerde karşımıza çıkmayacak hazineleri ile buluştuk. Derneğin efsanevi başkanı Onat Kutlar ile o günlerde tanıştık. Biz yeni yetme iki sinema sevdalısı onun heybetli duruşu ve engin birikiminden büyülenmiştik. İlk izlediğim film olan Andrzej Wajda’nın ‘Kayın Ormanı’nı hiç unutamam. Akabinde ‘Potemkin Zırhlısı’ndan ‘Yurttaş Kane’e ‘Yaban Çilekleri’nden ‘Los Olvidados’a yedinci sanatın engin sularında keyifle yol almaya başladık.

Sinematek eşi bulunmaz bir okuldu. 1965’teki kuruluş günlerine yaşım itibarıyla yetişemedim gerçi ama ‘Yeni Sinema’nın hâlâ çok değerli yazılar ve incelemeler içeren eski sayıları, hâlâ özenle sakladığım derneğin programlarının açıklamalı olarak yer aldığı ‘Film’ ve daha sonra Sinematek yöneticilerinin çıkardığı ‘Yedinci Sanat’ dergileri kılavuz oldu bizim kuşaklara. Kutlar’ın moderatörlüğünü yaptığı açık oturumlarda yönetmenler ve sanat insanlarından çok şeyler öğrendik.

Geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan, Önder Esmer’in yönetmenliğini yaptığı ‘Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar’ adlı belgesel yaklaşık 60 yıl önce kültür hayatımıza giren, ticari sinema örnekleri dışında farklı ve çok güçlü bir sanatın varlığını keşfetmemizi sağlayan Sinematek mucizesini genç kuşaklara anlatmak; mucizenin baş mimarı Onat Kutlar ve kurucu yol arkadaşlarının Yeşilçam’a alternatif olabilecek yeni sinemacılar ve aralarında bulunduğum yazarlar topluluğunu yetiştiren çileli ama çok keyifli serüvenini belgelemek için yapılmış. Belgesel zor yıllarda sinema sevgisinin gelişmesinde büyük katkısı olmuş bilge kültür adamı Kutlar’ın Sinematek’in kuruluş ve gelişme yıllarındaki büyük çabasının izini adım adım anlatıyor.

1980 yılında tüm derneklerle birlikte Sinematek’in kapısına zincir vurulduğunda ne denli kederlendiğimi hatırlarım. Ama Kutlar hiç pes etmemiştir. Derneğin başkanlığını 1976’da sevgili Vecdi Sayar’a devrettikten sonra ekibi ile birlikte AKM sinema salonunda haftalık düzenlenen toplu gösterilerle Sinematek’in açtığı yoldan ilerlemiş, 1982 yılından başlayarak aynı ekip önce Sinema Günleri daha sonra İstanbul Film Festivali şemsiyesi altında bu çabanın meyvelerini günümüze kadar ulaştırmıştır. Kutlar’ın belgeselde sözü geçmeyen bir de Alkazar Sineması işletmeciliği vardır ki bu sayede 15 günlük festival tüm seneye yayılmış ve Alkazar yıllar boyu çağdaş sinema sanatının seçkin örneklerine ev sahipliği yapmayı sürdürmüştür.

30 Aralık 1994’te Taksim Marmara Cafe’ye bırakılan bomba disiplinlerarası sanat insanı Onat Kutlar’ı en verimli çağında aramızdan aldı. Açtığı yolda yetişen ve yetişmekte olan sinema insanlarına ışık tutmayı sürdüren Kutlar’ın aramızda olamayışının 29. yılında onun aziz hatırasını hasretle anan bu belgeseli tüm sinema tutkunlarına öğütlerim. Önümüzdeki günlerde ‘Başka Sinema’ salonlarında yer alması planlanan özel gösterimlerinin yanı sıra Mubi programı çerçevesinde dijital yayını devam ediyor.

(19 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hepimiz Gözetleniyoruz

Almanya’da yaşayan yönetmen Ayşe Polat’ın 90’lı yıllarda başlamış olan sinema serüvenine tanıklık edemedik ancak geçtiğimiz yıl Berlinale’de dünya prömiyerini yapan ve ülkemizde başta İstanbul olmak üzere Ankara ve izmir festivallerinde ödülleri silip süpüren ‘Kör Noktada / Im Toten Winkel’ isimli son çalışması üstün bir yönetmenlik ve kurgu çalışması olarak heyecan veriyor. 1970 Malatya doğumlu Kürt asıllı sinemacı kamerasını bilinçaltında bastırılan alana çeviriyor, ülkemiz yakın tarihinin kör noktada kalmış trajik gerçeklerinin izini sürüyor.

İlk bölümde Kars’ın merkez ilçesine bağlı Alaca köyünde yaşayan Hatice hakkında belgesel çekmek için Almanya’dan gelmiş film ekibinin çalışmalarına odaklanıyoruz. Belgeselin çıkış noktası yaşlı kadının ‘Cumartesi Anneleri’nden esinle kaleme alınmış trajik öyküsüdür. Hatice ana bundan 26 yıl önce kayıplara karışmış gencecik oğlunun dönüşünü umutla beklerken, her Cuma günü evinin bahçesinde toplu anma töreni düzenler. Oğlu Baran’ı son kez görmüş olduğu o soğuk sonbahar gününün aynı saatinde onun sevdiği çorbayı yapmayı sürdürür. Baran’ın geri geleceği ve çorbasını yudumlayacağı hayalini hep canlı tutar.

Filmin bu sessiz ve hüzünlü belgesel tadındaki takdim faslı fazla uzun sürmez. Alman ekibin teçhizatı dışında dış gözlerin farklı türde kameraları devreye girer. Yerel halktan bir tercüman ile çalışan, insan hakları avukatı Eyüp ile irtibatı bulunan ekip malum siyah arabalar içindeki karanlık kişilerce gözetlenmeyi sürdürür. Göremediğimiz, seçemediğimiz bir tedirginliğin kucağında korkunç bir cinayet ile yüz yüze geliriz. Temposu bir anda değişen film bu noktadan sonra bir polisiye öykünün dehşetengiz sarmalına bürünür. Polat bize hikâyenin sonunu göstermiştir. Öykünün ikinci ve üçüncü bölümlerinde biraz geriye giderek o karanlık teşkilâtı ve adamlarının günlük rutinine tanıklık ederiz. Derin devletin adamlarıdır bunlar. Çekirdek aileleri ile mazbut bir aile hayatı görüntüsü altında akıl almaz işkence ve katliamların sorumluluğunu taşırlar. Sesini çıkaranları, geçmişin izlerinin peşine düşenleri yok ederken birbirlerine de güvenmezler.

Polat’ın filmi ülkemizin kör noktalarında saklanmış ve bastırılmış olanları açığa çıkarma çabasına soyunmuş. Film coğrafyamızda iz bırakmış trajik olayları cesurca ele alıyor, gözaltında kayıpların yoğun yaşandığı 90’lar Türkiye algısını yeniden canlandırmanın peşine düşüyor. Bunun içinse öykü anlatımında krolonojiyi bozuyor, görsel tercihlerinde girift bir yapı kullanıyor. Sondan başa doğru ilerleyen bu yapıda öykünün bir bölümde eksik kalan parçanın ilerleyen bölümde tamamlandığını görüyoruz. Görsel açıdan devreye giren farklı türdeki kameraların gözünden toplumsal gözetlenme kabusunu derinden idrak ediyoruz. Tüm bu oyuncaklı yapı filme müthiş bir gerilim kazandırıyor, polisiye hatta korku türüne göz kırpan anlatımıyla hikâyenin gizem ve sürükleyiciliğine kapılırken hepimizin her an gözetlendiği hissiyatından irkiliyoruz.

Son tahlilde travmanın yükünü küçük bir kız çocuğu korkmuş gözlerle kameraya bakan ve geleceği temsil eden küçük Melek üstlenmek durumunda kalıyor. Ancak Polat genç nesilin geçmişle yüzleşmesine ve barışçıl bir çözüm yolu bulmanın ağır yük ve sorumluluğun altından kalkacağına umutla baktığını ifade ediyor. Başarılı oyuncuları, nefes kesen anlatımı, Serhad Mutlu ve Jörg Volkmar ikilisinin olağanüstü kurgusuyla son dönemin en iyi filmlerinden biri ‘Kör Noktada’yı kaçırmayın. Son filminde bizlere veda selamı çakan sevgili Rıza Akın’ın anısına da izleyin.

(14 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kaderden Kaçılmaz

Zeki Demirkubuz’u çok özlemişiz. 15 Aralık’tan beri gösterimde olmasına rağmen rahatsızlığım nedeniyle yeni izleyebildiğim ‘Hayat’ yönetmenin 2016 yılında görücüye çıkan ve çoğu eleştirmenin belli bir mesafe ile yaklaşmasına karşın kişisel olarak pek sevdiğim, evlilik ve küçük burjuva yaşamının sahteliklerle örülmüş evrenini üçlü bir ilişki çerçevesinde ele alan ‘Kor’un ardından gün ışığına çıkan yeni filmi. Auteur sinemacımızın son opusu 30 yıllık kariyerinin sıkı bir özeti olarak gönüllerde yer alırken, ‘Masumiyet’, ‘Kader’ ya da ‘Üçüncü Sayfa’ gibi ilk dönem başyapıtlarının izini sürüyor. Ancak onlar denli karanlık bir yöne doğru yol almıyor, hüznüyle sevinciyle hayatın getirdikleri ya da kaderin belirlediği çizgide paylarına düşeni alan iki genç insanın öyküsünü izliyoruz.

Sinop iline bağlı Boyabat ilçesinde yaşayan, anne ve babasını küçük yaşta yitirmiş, fedakâr dedesinin mütevazı fırınında çalışan Rıza, görücü usulü nişanlandığı aile dostunun kızı Hicran ile evlilik hazırlıkları yaparken, genç kızın bir not bile bırakmadan büyük kente kaçışı delikanlıyı derinden sarsıyor. Etrafa karşı aldırmaz görünüyor ama neden istenmediğinin yanıtını bulmak onun için bir saplantıya dönüşüyor. İstanbul’a giderek rüyasında gördüğü Hicran’ın izine ulaşıyor ardından. Özgürlüğünün peşindeki genç kızın başkaldırısını anlayabiliyoruz ancak gelecek hayalleri kaderin pençesine takılmaktan kurtulamıyor. Hicran’ın pezevengine silah çeken Rıza hapse girerken ortada kalan kız Yeşilçam melodramlarının ‘büyük şehirde batağa düşen kadın’ klişesini yıkarak aile ocağına dönüyor. Baba evinde horlanmaya, küçük yerleşim bölgesinde kötü gözle bakılmaya katlanan Hicran’ın kısıtlı çevresinde kendisine küçük bir özgürlük alanı yaratma çabasına tanıklık ediyoruz, lakin kaderine boyun eğerek yaşça kendinden büyük çocuklu bir adamla evlenmeye razı oluyor.

Pek fazla konuşmuyor, duygularını açığa vurmuyor Hicran. İki gencin aylar sonra bir araya geldiği finalde ise Demirkubuz sinemasını bilenler için şaşırtıcı bir iyimserlikle karşılaşıyoruz. Rıza’nın beklenmedik dönüşü Hicran’ı da şaşırtıyor ve onun Tayvanlı usta Tsai Ming – Liang’ın 1994 yapımı ünlü klasiği ‘Yaşasın Aşk / Vive L’Amour’un unutulmaz finalinden esinler taşıyan plan sekans dışavurumu ‘Hayat’ın en güzel bölümlerinden biri olarak kayda geçiyor. Demirkubuz’dan gelen mutlu sonu yadırgıyoruz önce. Kendisi bir röportajında ‘yaşamın insanı yumuşattığını, geçen zamanın insan ruhunu ve düşüncelerini değiştirdiğini’ ifade ediyor gerçi. Sinema kariyerinde ilk kez kullandığı rüya sekanslarından (oğlan ve kız aynı rüyayı görüyor) yola çıkarak Hayat’ın son bölümünün bir düş olduğu fikri düşüyor akla. Hani Luis Buñuel’in ölümsüz başyapıtı ‘Gündüz Güzeli / Belle De Jour’da Séverine’in mutluluğun düşünü gördüğü o eşsiz final sahnesinde olduğu gibi.

Hayatın kendisi gibi farklı yorumlara açık güzel bir film bu. TV dizilerinden aşina olduğumuz genç yetenekler Burak Dakak ve Miray Daner’in sinemadaki ilk önemli performansları, dedede Kıbrıs asıllı usta oyuncu Osman Alkaş’ın incelikli yorumuyla parlıyor. Nuri Bilge Ceylan imzalı ‘Kuru Otlar Üstüne’nin ardından bizleri bir kez daha hayran bırakan Cevahir Şahin – Kürşat Üresin ikilisinin görüntü çalışması ise olağanüstü yine.

(12 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Geçmiş ile Yüzleşmek

Bağımsız auteur sinemacı Todd Haynes’in geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘May December’ özgün adını aralarında büyük yaş farkı olan çiftlere yakıştırılmış tabirden alıyor. Bizde ‘Bir Skandalın Peşinde’ adıyla gösteriliyor yapım, çünkü 90’lı yılların başlarında yaşanmış sansasyonel gerçek bir hikaye söz konusu. 1992 yılında 34 yaşında olan Mary Kay Letournaeu’nun henüz 12 yaşındaki ortaokul öğrencisi Vili Fualaau ile ilişkisi bir dönem ortalığı ayağa kaldırmış, ikilinin gönül bağı kadın öğretmen tecavüz suçu ile hüküm giydikten sonra da sürmüş. Çiftin ilk çocukları cezaevinde dünyaya gelmiş, Letourneau’nun hapisten salıverildiği 2004 yılında evlenmiş ve 2 çocuk sahibi daha olmuşlar.

Filmin Sammy Burch tarafından kaleme alınan senaryosu şok edici magazinel vakaya sadık kalmakla birlikte ana karakterlerin adları değişmiş. 2015 yılında 50’li yaşlarının sonlarındaki Gracie (Julianne Moore) 30’lu yaşlarını süren Joe (Charles Melton) ile Savannah, Georgia ‘daki evlerinde liseyi bitirmek üzere olan çocukları ile birlikte görünürde sakin ve huzurlu bir yaşam sürdürmektedir. Magazin basınını yıllarca meşgul etmiş (ve bu sayede onlara para da kazandırmış) öykülerinden yola çıkacak bağımsız bir yapımın kadın oyuncusu ile görüşmeyi kabul etmişlerdir. Bir TV dizisi ile parlamış Elizabeth Perry (Natalie Portman) ön araştırma yapmak üzere villalarına geldiğinde onu mesafeli bir sevecenlikle karşılar Gracie. Aradan geçen onca yılın sonunda toplum tarafından görünüşte belli ölçüde kabullenilmiştir evlilikleri. Lakin villanın kapısına düzenli olarak bırakılan hayvan pisliği muhteviyatlı paketlerle tepkilerini sürdürenler de vardır ve hep olacaktır. Bu koşullar altında aşk hikâyelerinin daha anlamlı bir biçimde dile gelmesi arzusuyla Gracie’nin Elizabeth ile yakınlaşmasına tanık oluruz. Elizabeth’in çiftin geçmişine yönelik araştırması ailenin derinliklerine doğru bir yolculuğa dönüşmekte gecikmez. Geçmiş Elisabeth’in varlığıyla birlikte gün yüzüne çıkarken sorgulanan aile dinamiği çözülmeye başlar. Elisabeth’in etkisi altında Gracie ve ailesi unutulmaya yüz tutmuş duyguları, hayalleri ve yaşanamamışlıkları ile yüzleşme fırsatı bulacaklardır.

‘May December’ şaşırtıcı, tuhaf, zaman zaman komik ve kimi yabancı eleştirmenlerin yerinde saptaması ile ‘camp’ özellikleri yanında dokunaklı bir trajedi ve keder barındırıyor. Film bir yandan Gracie’nin hayatı dilediği gibi yaşamayı seçmiş, Edith Piafvari ‘başına gelen hiçbir şeyden pişmanlık duymayan’ tavrının altındaki hüznünü ve çocuk yaşta kabullendiği tutku ve bağlılık girdabında büyüyememiş hep çocuk kalmış genç adamın geçmiş ile hesaplaşmasını soluk soluğa sergiliyor. Öte yandan Elizabeth karakteri ile ihtiraslı bir aktrisin mesleğinde yükselme arzusuyla çevresindeki insanların duyguları ve özlemleri ile nasıl ustaca oynadığını gözler önüne seriyor.

Genel geçer ahlâk kurallarına çarparak yara alan aşkların usta sinemacısı Haynes duyguların ve zaptedilemez tutkuların filmini çekerken, hikâyenin sansasyonel özüne yakışır sinsice patlamaya hazır, tecavüzkâr bir ses bandı tercih etmiş. Joseph Losey’in Harold Pinter’ın senaryosundan çektiği 1971 yapımı L. P. Hartley uyarlaması ünlü klasiği ‘Arabulucu / The Go-Between’in Michel Legrand tarafından bestelenmiş benzersiz temasını aynen kullanmış. Gracie ile Elizabeth’in yakınlaşması ve aynalar önünde masklarının benzeşmeye başladığı sahnelerde ‘Persona’ tadını duyumsamaktan kendimizi alamıyoruz. Amerikalı yönetmen daha önce 2 kez çalıştığı Moore (‘Safe’ ve ‘Cennetten Uzakta / Far From Heaven’) ile Portman’dan nefis oyunlar alırken ‘Riverdale’ dizisiyle parlayan Melton ilk önemli sinema deneyiminde yıldız oyunculuğa adım atıyor.

(08 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2023’den Benim Seçtiklerim

Bir senenin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. 2023 yılı içinde izleyebildiklerim arasından seçtiğim geleneksel en iyiler listemi bir kez daha paylaşıyorum. Cannes ve Venedik’te büyük övgü toplayan ‘The Zone of Interest’ ve ‘Poor Things’ başta olmak üzere festivallerde yakalayamadığım ve henüz bizde vizyona girmemiş kimi filmler önümüzdeki yıl değerlendirilmek üzere listenin dışında tutulmuştur. (Not: Listede yer alan filmler üzerine sadibey.com’da yayınlanmış yazılarımın tamamına, parantez içinde belirtilen başlık ve tarihlerden ulaşabilirsiniz.)

1- KURU OTLAR ÜSTÜNE

Klasik Rus edebiyatı başyapıtlarının izinde bir roman filme dönüşmüş olan yapım, 197 dakikalık uzunluğuna karşın zamanın nasıl geçtiği fark edilmeden izleniyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’dan ödülle dönen son opusu kusursuz bir başyapıt. ‘Umut etme yorgunluğu’ üzerinden bu karamsar deneyim, Nuri Bilge’nin de dahil olduğu açık hesaplaşmayı daha da sarsıcı kılmış. (‘Umut Etmenin Yorgunluğu’ / 27.09.2023)

2- BİR DÜŞÜŞÜN ANATOMİSİ / Anatomie d’Une Chute

Cannes Film Festivali’nin bu yılki galibi Altın Palmiyeli yapım önceki ilgiye değer filmleri bizde gösterilmemiş Justine Triet’nin dördüncü uzun metrajı. Film polisiye ve mahkeme dramalarının bildik klişelerine düşmeden, yaman bir senaryonun izinde bir ilişkinin çözülmesinin adım adım sahnelerken, filmin lokomotifi Sandra Hüller’in müthiş performansına şapka çıkarıyoruz. (‘Bir İlişkinin Anatomisi’ / 05.11.2023)

3- KIZIL GÖKYÜZÜ / Roter Himmel

Christian Petzold, Berlinale’den ödülle dönen elementler üçlemesinin ikinci ayağında ‘Ateş’ yaklaşmakta olan tehdidi, ekolojik sorunlarla nefes almakta zorlanan günümüz dünyasının kaosunu simgeliyor. Alman sinemacı dostluk, duygusallık ve yaratıcılık dürtüsü üzerine önemli şeyler söylerken, emeğin işlevselliği ile entelektüel çaba arasındaki ilişkiyi tartışmaya açıyor. (‘Alevler Yaklaşırken’ / 27.11.2023)

4- KORKUYORUM / Beau Is Afraid

Amerikan bağımsız sinemasının genç yaratıcılarından Ari Aster’in yeni filmi ‘Korkuyorum’ ya da özgün adıyla ‘Beau Korkuyor’ doğumundan başlayarak travmalar yaşamış ana karakterin yaşadığı kara komik Amerikan kâbusu üzerine. Dehşeti komikle buluşturan yaratıcı senaryosu ile sinemacı bu belki de en tekinsiz yapıtını ülkesi ve kentinin hınzır eleştirisi ile besliyor. (‘Kara Komik bir Yolculuk’ / 09.06.2023)

5- ÇOCUK VE BALIKÇIL / Kimitachi Wa Dô Ka’

Hayao Miyazaki’nin 82. yaşının dönüş ve belki de vasiyet filmi, onun görkemli sinema kariyerinden değerli parçaların izini süreceğiniz, her izleyişte farklı şeyler keşfedeceğiniz tam bir sinema şöleni. Bilge usta durmadan dönen dünya misali hayal etmekten kendini alamıyor, barışı, dostluğu, doğayı yücelten şiirsel düşlerine dalmaktan başka yol bulamıyor bir kez daha. (‘İnsan Ne İçin Yaşar’ / 27.10.2023)

6- SUZUME

Studio Ghibli ve Hayao Miyazaki’nin büyülü mirasının varisi olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Makato Shinka, Berlinale’de prömiyer yapan son animesinde klasik büyüme öyküsü ve romantik bir aşk hikâyesini bilimkurgunun sonsuz olanakları içinde harmanlarken, Japon ulusunun geçmiş travmalarını özgün bir serüven aracılığı ile neşter altına yatırıyor. (‘Bir Ulusun Yaralarını Sarmak’ / 26.05.2023)

7- DISCO BOY

Giacomo Abbruzzese imzalı çarpıcı bir ilk film. İtalyan yönetmenin sağlam bir politik mesaj taşıyan sömürgecilik ve militarizm karşıtı yapıtı, bir Apichatpong Weerasethakul filmini anımsatan düşsel girişinden başlayarak sinyallerini verdiği farklı bir duyusal evrenin kapılarını açıyor. Bu çizgi dışı yapımın Berlin’den ‘olağanüstü sanatsal katkı’ ödülü ile dönmüş olması hiç şaşırtıcı değil. (‘Efsunlu Bir İçsel Yolculuk’ / 11.07.2023)

8- SONSUZ SIR / The Eternal Daughter

Joanna Hogg’un İngiliz edebiyat ve sinemasının gotik hayalet öykülerinden beslenen çalışması, usta sinemacının ‘Hatırat / Souvenir’ üçlemesini tamamlayan son küçük mücevher. Muhteşem Tilda Swinton’ın çifte karakteri yorumladığı etkileyici bir oda filmi, annelik, evlatlık ve ayrılma zamanı üzerine yaman bir meditasyon. (‘Onay Bekleyen Kız Çocuğu’ / 06.09.2023)

9- GÜZEL BİR SABAH / Un Beau Matin

Kısacık hayatımızın gündelik akışı içinde hüzün ile mutlu olma ihtimallerini harmanlayan enfes sineması ile bağrımıza bastığımız Mia Hansen-Løve, Danimarka’dan Fransa’ya göçmüş dedenin oğlu babasının yaşlılık hikâyesinde hayatını düşünmeye adamış felsefe profesörünün adım adım belleğinin yitirecek olmanın ürkütücü farkındalığını deneyimleyişini perdeye taşımış. Hüzünlü ve tutkulu. (‘Geriye Aşk Kalacak’ / 21.09.2023)

10- GÜVENLİ BİR YER / Sigurno Mjesto

Şaşırtıcı bir ilk fim daha. Hırvat asıllı yönetmen Juraj Lerotić ilk uzun meta anlatısında kendi hayatından esinler taşıyan kişisel trajediyi perdeye taşıyor. Akıl sağlığı sorunlarının aile bağlarını nasıl etkilediğine dair hassas bir keşif niteliği taşıyan deneme farklı biçimsel arayışları ile sinemanın anlatım olanakları üzerine son derece özgün bir çalışma. (‘Sadece Senin İçin Yazdığım Satırlar’ / 14.09.2023)

11- SESSİZ KIZ / The Quiet Girl

Çocukluk ve ‘ebeveyn olmak’ üzerine çok önemli dersler içeren film çağdaş İrlanda edebiyatının parlak kalemlerinden Claire Keegan’ın bizde ‘Emanet Çocuk’ adıyla yayımlanmış novellasından yola çıkmış. Belgeselleri ile tanınmış İrlandalı yönetmen Colm Bairéad’ın hayranlık uyandırıcı bir bütünlüğe ve olgunluğa sahip bu ilk kurgu çalışması unutulmaz finaliyle belleklerden kolay çıkmayacağa benziyor. (‘Emanet Çocuk’ / 10.03.2023)

12- SAINT OMER

Fransız sinemasının yeni parlayan sinemacılarından Alice Diop imzasını taşıyan film 2013 yılında yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak, bir duruşma sürecinde kuşaktan kuşağa aktarımın, anneden kız çocuğuna devrolunan travma deneyiminin ortaya döküldüğü gerilimli bir ‘aile terapisi’ seansına dönüşüveriyor. Sakin görünümü altında nefes nefese izlenen yılın en iyilerinden. (‘Kuşaktan Kuşağa Travma Aktarımı / 08.06.2023)

BONUS:

ÖRÜMCEK-ADAM: ÖRÜMCEK EVRENİNE GEÇİŞ / Spider-Man: Across The Spider-Verse

‘Bu sefer gerçekten farklı bir şey yapmışlar.’ Örümcek-Adam animasyon serisinin ilki büyük beğeni ile karşılanmış devam filmi alabildiğine yaratıcı bir biçimde kaleme alınmış senaryosu, zeka ürünü espriler, ince bir mizah, ayrımcılığa dair dayanılmaz bir sosyal hiciv içeriyor. Dudak uçuklatan canlandırma çalışması, renkler ve gölgeler, çizgi roman karesindeki üst yazılar, çılgın detaylar, kendi kinetik gerçekliği dahilinde tüm aksiyon sekansları, duygusallıktan hiç de geri durmayan gerçek olmayan evrenin ‘çok gerçek’ anlatısına hizmet ediyor. (‘Örümcek Kulübüne Hoşgeldiniz’ / 01.06.2023)

(28 Aralık 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Başka Bir Hayatta Görüşmek Üzerine

New York’ta bir barda sohbet eden ikisi Asyalı biri Amerikalı üç kişiyi izleyen gözler onlar hakkında tahminde bulunurken hangi ikisinin çift olduğu konusunda karasız kalırlar. ‘Başka Bir Hayatta / Past Lives’ın bu giriş sekansı Kore asıllı Celine Song’un özyaşamsal anılarından süzülüp gelmiş. Birebir değil belki ama kurgu hikâye onun yaşadıklarının izini sürüyor.

Bu gizemli başlangıcın ardından 24 yıl öncesine, Koreli Na Young ile Hae Sung’un ortaokul yıllarına dönüyoruz. Minik kalpleri birbirleri için çarpan iki çocuk, kızın ailesinin Kanada’ya yerleşme kararıyla ayrılmak zorunda kalacak, mühendislik okuyan delikanlı ancak 12 yıl sonra sosyal medya kanalıyla küçük yaşta sevdalandığı Na Young’ın izine ulaşacaktır. Toronto’dan New York City’ye ikinci kez göç etmiş yeni adıyla Nora Moon yeni ülkesinde tıpkı babası gibi yazarlık hayallerinin peşindedir. Genç adamın çocukluk aşkı ile fiziksel olarak karşılaşabilmesi için ise bir 12 yıl daha beklemesi gerekecektir.

Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde dünya prömiyerini yapan ilk uzun metrajında gayet başarılı bir sınav veren Koreli genç sinemacının anlatısı romantik aşk filmlerinin klişelerinden uzakta, duygulu ancak ayakları yere basan bir bakış üzerinden ilerliyor. Yahudi bir Amerikalı ile East Village’daki küçük dairelerinde yazarlık uğraşını sürdüren Nora çocukluk aşkı ile karşılaştığında içi titrer. Aşkın ötesinde Kore’ye duyduğu özlemdir onu kendisine çeken. Genç adam o küçük kızın geride bıraktığı geçmişi, Seul’un ta kendisidir. İşte film tam da bu noktada klasik romantik anlatılardan uzaklaşarak Alain Resnais’nin ‘Hiroşima Sevgilim / Hiroshima Mon Amour’una selamını çakıyor.

Nora’nın annesinin en baştan söylediği gibi ‘bir şeyi terk ettiğimizde başka bir şey kazanır mıyız?’. Bölünmüş kimliğinde bocalamalar yaşar Nora. Hangi seçeneğin daha iyi olduğu meselesini tartışırız bizler de. İki genç insan daha önce karşılaşmış olsalardı ne olurdu; sevgili mi olurlardı, yoksa ayrılırlar mıydı’yı düşünürüz. Ancak hayatın neler getireceğini bilemeyiz ve kaseti geriye sarma şansımız olmadığı için Nora’nın deyimiyle ‘kökler dikili olduğu saksıda yerini bulacaktır’. Daha sonra, filmde sıkça geçen, Kore dilinde yazgı ya da kader anlamına gelen ‘In-Yun’ deyişi hakkında bilgi sahibi oluruz. Düzen ve reenkarnasyon inancından gelen bu tabir doğrultusunda, örneğin sokaktan geçen iki yabancının kıyafetlerinin birbirine sürtmesi dahi In-Yun’dur ve bu onların geçmiş yaşamlarında mutlaka bir ilişkileri olduğu anlamına gelmektedir. Her ne kadar Nora bunu birini ayartmak için Korelilerin uydurduğunu söylese de, Song’un masalsı gerçekçiliği iki ana karakterin başka bir hayatta yeniden bir araya gelme ihtimalini ima eder gibidir.

Tiyatro kökenli Celine Song ‘In-Yun’ anlatısını son derece zarif bir biçimde taşıyor filmine. Nora’yı canlandıran Greta Lee’nin iki kültür arasında bocalayan duygularını, unutulmaz ‘Ayrılık Kararı’ndan hatırladığımız Teo Yoo’nun umutsuzca romantizmini ince jestler ve bakışlarla yönetiyor.

(09 Aralık 2023

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Geyiğin Ayak İzleri

‘Kusursuz bir başyapıt karşısında duyguların coşması ve gözyaşlarını tutamamak’. Geleneksel en iyi filmler sıralamamda geçtiğimiz yıl en başa yerleştirmiş olduğum ‘Drive My Car’ üzerine yazıma böyle başlamışım. Filmin unutulmaz yönetmeni Ryûsuke Hamaguchi’nin kısa bir aradan sonra bu kez Venedik’te dünya prömiyerini yapan ve festivalden ödülle dönen son çalışması ‘Kötülük Diye Bir Şey Yok / Aku Wa Sonzai Shinai’nin yılın sonuna yaklaşırken sinemalarda gösterim şansı bulması güzel bir sürpriz. Murakami’nin aynı adlı kısa öyküsünden uyarladığı, tüm dünyada ses getirmiş Çehov lezzetli ‘Drive My Car’ın ardından, usta sinemacının izleyicisine ters köşe yapan çok daha küçük ölçekli meditatif bir çalışması bu. Hamaguchi bir kez daha memleketlisi ünlü besteci Eiko Ishibashi ile yola çıkmış, hatta onun bir müzikal çalışması için çektiği videolar, diyalogdan ziyade görüntüler üzerinden ilerleyen filmin ana fikrini oluşturmuş.

Başlarken Tokyo kırsalındaki ormanlık yerleşim biriminde doğa ile başbaşa bırakıyor bizi. Gökyüzüne ok gibi yükselen ağaçların görüntüsüne Ishibashi’nin hipnotik müziğinin eşlik ettiği uzunca bir açılış sekansının ardından çevreyi merak ve hayranlıkla gözlemleyen 8 yaşındaki Hana ile tanışıyoruz. Okuldan çıkmış ve babası onu almaya yine gecikmiş olduğundan orman yolundan mütevazı köy evine dönüş yolundadır. Takumi San yine geç kalmıştır ama bitirmesi gereken işleri vardır. Önce uzun uzun odun kırar, daha sonra mis gibi kaynak suyunu bidonlara doldurur. Orman yolunda kızı ile buluştuğunda gizemli bitkiler arasında gezintimiz sürer. Hana ile birlikte meşeyi, dağ kirazını tanırız. Çam ile karaçamlar arasındaki farkı öğreniriz. Baba kız, Hana’nın bulduğu sülün tüyünü klavsen çalan oğlunun kullanımı için köyün muhtarına hediye etmek üzere yanlarına alır. Geyiğin meşe üzerinde bıraktığı diş izlerini, karlı zemindeki ayak izlerini takip ederiz. Lanet olası avcıların silah seslerinden irkiliriz. Ormanın boynuzlu sakinlerinin insanlara saldırmadığını, ancak kurşunu yediklerinde ya da yavrularını kaybettiklerinde gözlerinin hiçbir şey görmediğini öğreniriz.

Kuşlarıyla, hayvanların kardaki ayak izleriyle, şırıl şırıl akan sularıyla cenneti andıran büyülü doğayı Ishibashi’nin klasik ile elektroniği harmanlayan müziği eşliğinde yudumlarız. Lakin Hamaguchi’nin müzik kanalıyla duyguları coşturma niyeti yoktur. Godardvari bir üslûpla müziği aniden susturur, ardından yerleşim bölgesini bekleyen tehlikeden haberdar oluruz.

Covid sübvansiyonlarından acilen yararlanmak isteyen menajerlik firması bölgede satın aldığı arsa üzerine şehirli beyaz yakalılar arasında moda haline gelmekte olan, özgün dilinde ‘glamping’ olarak geçen her türlü konforu haiz göz alıcı doğa kampı inşaatına başlamak üzeredir. Firma bölgeye gönderdikleri iki çalışanıyla yerel halkın nabzını tutmak, onları projeye ikna etme peşindedir. Ancak köy ahalisi bu konuda uyanıktır. Yapılan toplantıda, yeraltı sularına bağlanacak olan foseptik çukurunun mis gibi sularını kirleteceği, kentten gelecek gençlerin denetimsiz barbekülü eğlence faaliyetlerinin orman yangınlarını körükleyeceği konusunda itirazlarını dile getirirler. Bir toplumun parçası olmanın doğaya karşı sorumluluk sahibi olmayı gerektirdiğini hatırlatırlar onlara. Lakin bu karşı çıkış gözü dönmüş vahşi kapitalizmi durdurmaya yetecek midir. Halbuki doğada anahtar dengedir, aşırıya kaçıldığında denge bozulacaktır.

Japon sinemacı ödünsüz minyatüründe işte bu meseleleri tartışıyor, naif ama güçlü çığlığına kulak vermemizi istiyor. Doğanın kendi dengesi içinde uyumlu aktığının ve hiçbir canlının özünde kötü olmadığını vurguladığı filmin özgün adı buradan geliyor. Ancak her canlının kendini savunmak için her zaman saldırabileceğini unutmamak gerekiyor. Film bu minvalde belirsiz, yoruma açık finaline doğru ilerlerken izleyici olarak tedirgin bir deneyime dahil oluyoruz, kafamız karışıyor. Hamaguchi bunu kasıtlı olarak yaptığını hiç saklamıyor.

(08 Aralık 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alevler Yaklaşırken

Christian Petzold’un yeni filmi ‘Kızıl Gökyüzü / Roter Himmel’ ‘bir sorun var’ repliği ile başlıyor. Mütevazı kır evine varmaya çalışan iki gencin arabası ormanlık alanda tekliyor önce. Ellerinde bavul ve sırt çantalarıyla karanlık basmadan eve ulaşmaya çalışırken alçaktan uçan yangın söndürme uçaklarının sesleri ve hayvan çığlıkları gitgide yaklaşan tehlikeyi haberliyor. Leo ile Felix adrese vardıklarında onları başka bir sürpriz beklemektedir.

Bu girizgâhtan Petzold’un Hollywoodvari bir gerilime meylettiği düşünülmesin. Parlak sinema geçmişinde çalkantılı geçmişiyle hesaplaşan çağdaş Alman toplumunu mercek altına almış olan Berlin Okulu’nun usta yönetmeni bu kez günümüz gençlerinin meseleleri üzerine eğilmek istemiş. Bir yaz evi sakinliğinde kendi sanatsal uğraşılarına yoğunlaşmak isteyen gençlerden Leo (Thomas Schubert) huzursuz Alman gençliğinin tipik bir örneğidir. Kaleme almış olduğu ilk romanının müsveddeleri üzerinde çalışırken görüşmeye gelecek yayıncısını bir ‘Barton Fink’ tedirginliği içinde bekler. Felix (Langston Uibel) bir yandan sanat okuluna başvurmak için hazırlamakta olduğu portfolio fotoğraflarını çekerken öte yandan yaz tatilinin keyfini çıkarmaya çalışır. Sonradan edebiyat dalında doktora öğrencisi olduğunu öğreneceğimiz evin sürpriz misafiri Nadja (Paula Beer) ise her iki oğlandan daha aktif olarak hayatını sürdürebilmek için sürekli çalışır. Evin işlerini bitirdikten sonra bisikletine atlar yakındaki otelin önünde dondurma satıcılığı yapar, alışverişi halleder, yemek hazırlar. Geceleyin de plajda cankurtaranlık yapan yakışıklı ile sevişir. Yapacak çok işi olduğundan şikayet eden ancak yalnız kaldığında tenis topunu evin duvarına atmaktan başka bir şey yapmadan bir türlü gelmeyen esini bekleyen Leo hayatın dışındadır sanki. İki oğlan biraz şaşkınlık biraz hayranlıkla izler Nadja’yı. Evin incecik duvarlarından onun orgazm iniltileri işitilir ama eril gözlere hitap eden bir seks objesi olarak göremeyiz onu.

Petzold’un biraz da Covid yorgunluğunun etkisiyle vazgeçtiği distopik öykü yerine çektiği ve elementler üçlemesinin ikincisi olan filmine ‘Mutlu Olanlar’ anlamına gelen ‘The Happy Ones’ adını vermek istemiş. Telif engeli çıkınca ‘Kızıl Gökyüzü’nde karar kılınmış. Filmin İngilizce adı ‘Afire’ ise ‘tutuşmuş, alevler içinde kalmış’ anlamına geliyor. ‘Ateş’ elementini hem doğrudan hem metaforik olarak kullanıyor sinemacı. Bir zamanlar Doğu Almanya’ya dahil olan Baltık kıyısındaki yerleşim bölgesinde çektiği filminde orman yangını fikri 2022 yazında ülkemiz güney sahillerinde yaşanan trajik olaylar sonucu gelişmiş. Kendisi o yaz Türkiye’deymiş ve dehşeti iliklerine kadar yaşamış.

Ateş öte yandan yaklaşmakta olan tehdidi, gençlere kuşaklar boyu ebeveynlerinden kalan mirası, ekonomik sorunlarla nefes almakta zorlanan günümüz dünyasının kaosunu simgeliyor. 60’lı yaşlarındaki Petzold genç çocukların kaygısız coşkularına sevecenlikle ve büyük ölçüde imrenerek bakarken onların tamamiyle masum olduklarının altını çiziyor. Nadja’dan iki kez dinlediğimiz Heinrich Heine’nin ‘Der Asra’ adlı güzelim şiirinde, geceleri yaşanan fiziksel birlikteliklerde ya da iki oğlan arasında yeşeren duygularda hep aşk var. Bu aşkları ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ sarhoşluğunda, Alman romantizminden kopup gelmişe benzer bir peri masalı tadında anlatmayı deniyor, ancak kapıda bekleyen felaket ve ölüm karşısında aşkın gücü yeterli olacak mıdır. Bunu kestirmekte sanırım o da zorlanıyor.

Berlinale’den ödülle dönmüş olan ‘Kızıl Gökyüzü’, Alman sinemacının Eric Rohmervari ‘oğlan kıza rastlar’ öykülerinin kaygısız yaz esinini taşıyan son opusu. Yönetmenin ‘Transit’ ve ‘Undine’nin ardından muhteşem Paula Beer ile üçüncü birlikteliği. Dostluk, duygusallık ve yaratıcılık dürtüsü üzerine önemli şeyler söyleyen, emeğin işlevselliği ile entelektüel çaba arasındaki ilişkileri tartışmaya açan bu güzel filmi atlamamanızı öneririm.

(27 Kasım 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Resimli Avrupa Tarihi

Tarihi bir kişilik üzerine biyografik film çekmek kolay değil. Halen gösterimde olan ‘Atatürk 1881 – 1919’ için yazdıklarımı yeni gösterime giren ‘Napolyon / Napoleon’ için de yinelemek isterim. 86 yaşındaki deneyimli İngiliz yönetmen Ridley Scott ahir ömründe bu zor işe soyunarak, tüm donkişotluğu ile bir zamanlar Stanley Kubrick’in niyetlenip hayata geçiremediği ‘Napolyon’ projesine sarılmış. Ancak herkesin kafasında farklı bir fotoğraf olarak duran tarihe mal olmuş şahsiyetlere ilişkin her yorum, gelecek eleştirilere de açık olmalı. Lakin Scott yaşının getirdiği huysuzluktan olacak özellikle Fransız eleştirmenlerin sert eleştirilerini bir o kadar sert bir biçimde yanıtlamayı seçti.

Fransızların göklere çıkardığı. sessiz sinemanın en parlak döneminde çekilmiş olan 1927 yapımı Abel Gance imzalı 5,5 saatlik epik ‘Napoléon’da üstad milli kahraman olarak yorumlanır. İlk büyük zaferi olan Toulon kuşatmasını bir saat boyunca izleriz. Dönemin sinemasında teknik bir devrim yaratan deneysel buluşlarıyla bilinen klasik yapım, Napolyon’un düşüş dönemine yer vermez. Rivayet odur ki Gance öykünün devamını getireceği 4 ayrı film için gerekli kaynağı bulamamıştır. Scott’ın Anglosakson bakışıyla çektiği elimizdeki taze yapıma dönecek olursak, film fonda Edith Piaf’ın yorumundan ünlü devrim şarkısı ‘Ah! Ça Ira’nın işitildiği 1789 Fransız Devrimi’nin kaotik günlerinde kraliçe Marie Antoinette’in giyotine gidiş sahnesi ile açılıyor. Korsikalı azimli topçu subayı Napoléon Bonaparte infazı izleyenler arasındadır. Bunun tarihi gerçeklere uygun olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak izlediğimizin belgesel değil, Scott’un yorumladığı bir kurgu olduğunu, halkın sokaklarda Fransızca sloganlarla ihtilali kutlarken pahalı bir Hollywood filminde olduğumuzun bilincinde tüm diyalogların İngilizce dilinde olacağını baştan kabul ediyor ve yazıya devam ediyoruz.

İkinci sınıf vatandaş olarak hor görülen genç Korsikalı subay devrim ortamında yeniden şekillenen Fransa’da askeri manevra tekniklerindeki becerisi ile öne çıkmayı başarıyor. Toulon’da kazandığı ilk zaferin ardından orduda tuğgenerallik rütbesine yükseliyor. İktidardakilerin işe yaramaz Korsikalı serseri olarak gördüğü genç subay değildir artık o. Filmde es geçilen İtalya zaferinin ardından Mısır seferine çıkıyor, 1805 Austerlitz zaferi ona imparatorluğunun yolunu açıyor.

İngiliz yönetmen Napolyon’u etten kemikten bir insan olarak yorumlamayı deniyor. Tarihi şahsiyete benzerliğinin ötesinde, ‘The Master’ ya da Oscar ödülüne ulaştığı ünlü ‘Joker’ yorumunda hayranlıkla izlediğimiz, erkekliklerini ispat çabası içinde iktidarın peşine düşmüş kırılgan eril karakterlerin izini başarıyla sürmüş muhteşem Joaquin Phoenix var elinde. Yönetmen muktedirin annesi ile olan derin bağına fazlaca girmemiş ama Vanessa Kirby’nin tüm baştan çıkarıcılığı ile başarıyla yorumladığı ölümsüz aşkı Joséphine Beauharnais ile süregelen çalkantılı ilişkisine filmin ana ekseninde yer vermiş. Ancak ana karakterin, ‘küçük adam’ isyanından egosu şişmiş, topçu ateşine kulağını tıkayarak savaş meydanlarında üç milyondan fazla kişinin zayiatına neden olmuş diktatöre dönüş sürecinde Scott’ın ustası olduğu kalabalık tören ve muharebe sekansları aslan payını kapmakta gecikmiyor.

86 yaşında bir yönetmenin bu son derece başarılı savaş sekanslarına hakimiyetini takdir ederken, uzun yıllar birlikte çalıştığı görüntü büyücüsünü de unutmamak gerekiyor. Polonya asıllı Dariusz Wolski imzalı sepya Mısır seferi sekansı, mum ışığında çekilmiş sahnelerdeki ışık – gölge uyumu hep onun ustalığının izlerini taşıyor. ‘Napolyon’ belki küçükler için fazlaca kanlı ama gençler için ‘Resimli Avrupa Tarihi’ mahiyetinde tarih okumalarını şevklendirecek iyi bir seyirlik olarak göz dolduruyor.

(26 Kasım 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yetimden Ne Olur

Yönetmen Mehmet Ada Öztekin Atatürk 1881-1919 projesinin temel ilhamını Zübeyde hanımın manşette yer alan cümlesinden almış. Küçük Mustafa iki çocukla tek başına yaşam mücadelesi veren kederli annesine ‘gör bak yetim çocuktan neler olur’ karşılığını verecek ve inandığı yolda tarih önünde yüce sınavını verecektir.

Yapım başlangıçta bir dizi film projesi olarak çekilmiş, ancak Disney Plus platformunun basında yer alan kimi nedenlerle yayına sokmaktan vazgeçmesinin ardından 2 bölüm halinde sinemalarda gösterime girmesine karar verilmiş, Çok da iyi olmuş. Kendi adıma bu 4 saati aşan ve iki bölüm halinde gösterilecek olan filmi yüzbinlerle birlikte, üstelik böylesine anlamlı bir yıldönümünde sinema salonunun büyülü perdesinde izlemekten büyük mutluluk duydum.

10 Ağustos 1915 sabaha karşı Gelibolu Conk Bayırı taarruzu ile açılıyor film. ‘Vatan Kasidesi’nin dizeleri eşliğinde ön saflara ilerleyen yarbay Mustafa Kemal, vatan şairi Namık Kemal’e ‘bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini’ yanıtını verecektir. İlk taarruzun ardından bir şarapnel parçası ile yere yıkılan komutanın fırtınalı çocukluk yıllarına, gümrük memurluğundan istifa ederek ticarete atılan Ali Rıza Bey’in tomruklarının maskeli eşkıyalar tarafından yakılıp yok edildiği o meşum geceye dönüyoruz daha sonra. Ailesi ve Türkler için güvenli bir yer değildir artık Selanik. Babanın erken ölümü ile küçük Mustafa’nın Osmanlı yönetimine güven endişesi derinleşecek, ilerleyen yıllarda doğup büyüdüğü toprakların tıpkı bir dolu başka iller gibi tek kurşun atılmadan yabancılara bırakılması, babasının tomrukları gibi yanan memleketi emperyalist ellene teslim etmemek için mücadeleyi başlatmasına neden olacaktır.

İlk duyduğumda ‘Atatürk’ projesine kuşkuyla baktığımı hatırlıyorum. Aynı endişeyi yönetmen Öztekin de yaşamış. Hatta kendisine gönderilen ilk senaryoyu okumayı reddetmiş. ‘Bu ülkede herkesin kafasında bir Atatürk fotoğrafı olduğunu ve çok doğal olarak herkesin o fotoğrafa aşık olduğunu ve o fotoğrafı görmeyi beklediğini’ ifade ediyor bir söyleşisinde. Yine de yel değirmenlerine savaş açma misali projeye sarılmaktan alamamış kendisini. Yaptığının bir belgesel değil, bir drama, bir kurgu olduğu gerçeğini hiç unutmadan. Zamanının çok ilerisinde geleceği gören, çalışkan bir askeri dehayı heykelden insana döndürmeye çabalamış ve bunu başarmış. Yetim kalmış bir çocuğun tüm bir ulusun babası olmaya giden bu zorlu ve muhteşem serüvende, o gün için bir kahraman olmayan azimli, öfkeli ve yürekli genç adamı insan olarak perdeye taşımanın altından kalkmayı bilmiş. Kendisini ve ulusunu inşa etmiş bir adamı bir fikir, bir düşünce, bir tabu niteliğinden nefes alıp veren bir bedenin içine sokmanın üstesinden gelinebilmiş. Genç Mustafa Kemal’i canlandıran Aras Bulut İynemli’nin bir çok televizyon ve sinema projesinde haklı ilgi gören ışığı bu çabanın başarıya ulaşmasında büyük etken olmuş.

Mustafa’nın Atatürk’e giden yolculuğunda onun nefes alıp verdiğine, zorlu mücadelesinin kısa zaman dilimlerinde sevdalandığına, anasının elini öptüğüne, ıspanaklı böreğini yediğine, kızkardeşi Makbule’nin burnunu sıkıştırdığına, ‘işimize bakalım’ lafını ağzından eksik etmediğine tanıklık ediyoruz. Büyük emek verilmiş prodüksiyon ve kostüm tasarımı ve başarılı oyuncu kadrosu ile göz dolduruyor yapım. Bu noktada kararlı ve fedakâr Zübeyde hanımdaki içten yorumu ile Songül Öden’e ve küçük Mustafa’yı canlandıran 9 yaşındaki yetenekli çocuk oyuncu Emre Mete Sönmez’e ayrıca dikkat çekmek isterim.

Resmi tarihten yola çıksa da Atatürk’ün insan kişiliğine dair ince ayrıntılarla bezeli senaryosu da başarılı filmin. Yüzbaşı Mustafa Kemal’in gözden ırak tutulmak için gönderildiği Selanik İstasyon Şefliği’nde geçen sahneler ve yarbay Mustafa Kemal’in Conk Bayırı taarruzu öncesinde filmin ithaf edildiği efsanevi 57. Alay’a hitabının yer aldığı ilk bölümün final sekansı Öztekin sinemasının öne çıktığı güzel anlar olarak hatırlanacak. 1915 – 1919 yılları arasındaki vatan mücadelesini perdeye taşıyacak olan ikinci bölümü 05 Ocak 2024’te gösterime girecek olan filmin Atatürk’ü sinemamızda farklı bir perspektiften anlatan ilk yapım olduğunu ve daha nicelerine zemin hazırladığını düşünüyor, emeği geçen herkesi kutluyorum.

(13 Kasım 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com