‘Edward (Gonçalo Waddington) nişanlısı Molly’yi (Crista Alfaiate) 7 yıl görmemişti. Yüzünü hatırlamaya çalıştı ama beceremedi’. Miguel Gomes’in dünya prömiyerini yaptığı 77. Cannes Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülü ile dönmüş olan son çalışması ‘Büyük Yolculuk / Grand Tour’* dış sesin bu cümlesiyle açılıyor. Birinci Dünya Savaşının bitimine yakın Burma’da devlet memuru görevinde bulunan Edward uzatmalı nişanlısının Rangoon’a ayak basmak üzere olduğunu öğrendiği anda Singapur’dan başlayarak Uzakdoğu’daki büyük yolculuğuna başlıyor.
Güneydoğu Asya’da amaçsızca gezeceği, Bangkok’dan Saigon’a, oradan önce Manila sonra Osaka’ya ve Şangay’a doğru turunu sürdüren genç adamın teknesi Yangzte nehrinin yukarısına doğru yol alırken, Edward kendini ormanın ve doğanın sesine bırakmıştır. Beyaz adamın onu aşan Doğu kültürünü anlamasının pek de mümkün olmadığını bilir ama seviyordur bu diyarları. Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun kaçınılmaz çöküşü öncesinde kendini yaşamın akışına bırakır. Japon keşişin dediği gibi ‘dağa tırmanır, maymunları izler ve ağaçların altında yürüdükçe’ dünyanın kendisine ne kadar cömert olduğunu idrak edecektir. Öte yandan Edward’ın gizemli kaçışından tuhaf bir keyif de alan Molly’nin nişanlısının peşini bırakmaya hiç niyeti yoktur. Filmi tam orta yerinden ikiye bölecek olan Gomes ikinci bölümde Edward’ın peşinden gitmedik yer bırakmayacak olan inatçı genç kadını takip edecektir.
52 yaşındaki Portekizli usta sinemacının bu kendine özgü denemesi, ülkemizin önemli festivallerinde gösterilmiş önceki filmlerini izlemiş olanlar için pek de yabancılık çekmeyecekleri biçimsel özellikleri barındırıyor. Sözgelimi Berlin’den FIPRESCI ödülü ile dönmüş olan 2012 yapımı ‘Tabu’daki kolonyal gözlem burda da sürüyor. Keza 2015’te çektiği ‘Binbir Gece’ üçlemesinin dış sesle beslenen anlatım biçimine bir kez daha başvuruyor.
‘Görünmez insanların gölgelerini görüyorum’ diyen Edward’ın büyülü ve gizemli serüvenine dalmışken ‘egzotik bir Uzak Doğu belgeseli’ izlediğimiz duygusuna kapılmadan edemiyoruz. Gomes emperyalizm üzerine özgün bir eleştiri geliştirirken, henüz senaryonun bile yazılmadığı 2020 başları Covid salgını döneminde filmin üç görüntü yönetmeninden biri olan Taylandlı Sayombhu Mukdeeprom ile aynı büyük turu gerçekleştirirken kaydettiklerini araya katıyor. İngiliz yazar W.Somerset Maugham’ın ‘The Gentleman in the Parlour’ adlı romanından esin almış olan bu geçtiğimiz yüzyıl başlarında geçen trajikomik romans, çağdaş insan ve kent manzaraları, Asya halklarının göz kamaştırıcı kültürel performans gösterileri ile büyüleyici bir etkileşim içine giriyor. 1930’lu yıllar Hollywood’unun Asya temsillerini taklit eden ancak güncel çekimlerle o dönemin oryantalist atmosferini kırmayı deneyen yönetmen modern ögeler vasıtasıyla mekan ve zamanı yaman bir biçimde büküyor, kentleri öykünün ana karakterleri arasına katıyor, farklı dillerdeki dış sesler ya da ana dilleri yerine Portekizce konuşan İngiliz karakterler aracılığıyla kafaya kakmadan hınzır politik okumaların peşine düşüyor.
Gomes finalde Nuri Bilge’nin ‘Kuru Otlar Üstünde’de denediği gibi yabancılaştırma efekti kullanarak, ‘aslında her şey bir hikâye’ demeye getiriyor. Drama ile etnobilimi harmanlayan zaman mekân üstü bir hikâyenin izinde kalbin arzularının peşinden giden bu benzerine kolay rastlanmayacak deneme hem zihne hem duygulara hitap etmeyi başarıyor.
*Portekiz’in Oscar adayı olarak seçilen, başta Filmekimi olmak üzere ülkemizin saygın etkinliklerinde festival turunu tamamlayan sezonun bu kalburüstü çalışması halen MUBI’de gösterilmektedir.
(26 Haziran 2025)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com