Kategori arşivi: Yazılar

Çocukluk Korkuları Üzerine Ürkütücü Bir Deneyim

Yeni gösterime giren ‘Evrim / Evolution’ insan evriminin safhalarını tam tersine çevirmeye yönelik hikâyesiyle izleyicisini hayrete düşüren bir yapım. Yönetmen koltuğunda Lucile Hadzihalilovic oturduğunda bu pek de şaşılacak bir durum değil gerçi. Fransız sinemasının deneysel işleriyle bilinen isimlerinden Gaspar Noé ile evli olan yönetmeni 24. İstanbul Film Festivali’nde Uluslarlararası Eleştirmenler Birliği (FIPRESCI) ödülünü kazanmış 2004 yapımı ‘Masumiyet / Innocence’ ile bağrına basmışların uzunca bir süredir beklediği pek yadırgatmayacak bir çalışma üstelik.

Bosna asıllı kadın yönetmen kişisel büyüme sancılarını dışa vurduğu ilk uzun metrajını çocukların gözünden anlatır. Alman yazar Frank Wedekind’in 20. yüzyıl başlarında yayınlanmış ‘Mine – Haha, ya da Genç Kızların Bedensel Eğitimi’ başlıklı kısa romanından uyarlanmıştır ‘Masumiyet’. Sinemacının çocukluğunun geçtiği 60’lı yıllara uyarlanan öykü, ergenlik öncesi yaşlardaki kız çocuklarına özel geniş bir orman arazisi içine konuşlandırılmış gözlerden uzak yatılı okulda geçer. Bir tabut içinde okula kabul edilen küçük kızlar eğitmenlerinin sıkı kontrolü altında jimnastik, bale ve dans eğitimi alırlar. Karşı cinsin yer almadığı bu dünyada kızlar yetenekleri doğrultusunda erkek izleyiciye yönelik gösterilere seçilmek için mücadele verir. Kurallara uymayanın cezalandırıldığı, itaat etmenin mutluluğa giden yol olduğunun vurgulandığı katı eğitim düzenini sorgulayan film, kadının toplum içindeki ikinci sınıf itaatkâr konumunun nasıl şekillendiği üzerine yaman bir eleştiri getirir.

‘Evrim’ yine çocukların bakış açısı üzerinden gelişiyor ancak karayla bağlantısı kesilmiş volkanik adada konuşlanmış beyaz evlerde kalanlar küçük erkek çocuklar bu kez. Film büyüleyici bir deniz dibi manzarasıyla açılır. Güneşin parlak ışığı altında sakin bir şekilde akan yaşamın huzurlu atmosferi küçük Nicolas’ın su altında gördüğü erkek çocuk cesediyle yön değiştirir. Yalnızca kadınlar ve erkek çocukların yaşadığı adada, kendilerine anne dedikleri tek tip soluk giysiler giyinmiş tuhaf bakışlı kadınlar yetiştirmektedir çocukları. Deniz canlılarının sümüksü bileşimiyle beslenen çocuklara mürekkep koyuluğunda bir karışım damla damla verilmektedir. Denizdeki ceset konusunda annesinden tatmin edici bir açıklama alamayan Nicolas adanın hastanesinde tüm çocuklara uygulanan esrarengiz tedaviyi sorgulamaya başlayacaktır.

Hadzihalilovic’in 10 yıllık bir finansman bulma sürecinin ardından çektiği ‘Evrim’ sinemacının çocukluk korkuları ve büyüme sancıları üzerine inşa edilmiş. Henüz 10 yaşındayken apandisiti için ameliyat masasına yatmasının travması öyküyü oluşturmasında etken olmuş. Casablanca kıyısında benzer bir sahil şeridinde geçmiş çocukluğu. Gizemli ses bandına karışan dalga sesleri ve rüzgârın tekinsiz uğultusuna aşinalığı ta çocukluk yıllarına dayanıyor. Lakin kızlar değil erkek çocuklar üzerinden anlatmayı seçmiş huzursuz öyküsünü. Aslında huzursuz kelimesi çok yetersiz, düpedüz bir korku hikâyesi anlatıyor Hadzihalilovic. Ergenlik öncesi erkek çocukların biyolojik deneylere tabi tutulduğunu ve bu çocuklara doğurganlık işlevi kazandırmak üzere çalışmaların yapıldığından bahsedelim ve seyir keyfini bozmamak için ötesini izleyicinin deneyimine bırakalım dilerseniz.

Her halükarda izleyicinin yorumuna açık bir film ‘Evrim’. Yönetmenin temennisi doğrultusunda seyircinin kendi çözümlerini bulması için içinde kaybolmasını istediği türden bir yapım. Fazla söze dökmeden duygusal anlamda ve detaylarda ipuçlarını veren filmde Ridley Scott’ imzalı ‘Yaratık / Alien’ ya da Cronenberg ve Lynch filmlerinin yoğun etkisi hissediliyor. Biyolojik transformasyon motifi H. G. Welles romanı ‘Dr Moreau’nun Adası’nı anımsatıyor. Ancak içerdiği dehşeti ucuz numaralara başvurmadan tartışmaya açmayı başarıyor Hadzihalilovic. Çocukların ‘büyüyünce başımıza neler gelecek’ tedirginliği, kız veya erkek olsun onların kendi kontrolleri dışında bedenlerine müdahale edilmesinin korkusunu etkileyici bir dille veriyor. Kanarya takımadalarından Lanzarote’da yapılan çekimlerde usta Manuel Dacosse’un Max Ernst, Dali ve İtalyan ressam Giorgio de Chirico ilhamlı görüntüleri ile 1920’lerden kalma elektronik çalgı Ondes Martenot’nın (Martenot Dalgaları) kullanıldığı Jesus Diaz ve Zacarias M. de la Riva imzalı ses bandının desteğiyle esrarengiz bir peri masalı inşa ediyor sinemacı. Gece çekimlerinin ağırlıklı olduğu bu benzersiz görsel işitsel şöleni -bizim izlediğimiz Moda Sahnesi benzeri- projeksiyonu mükemmel bir salonda deneyimlemenizi tavsiye ediyoruz.

(05 Haziran 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kasvetli ve Gerilimli Bilimkurgu

Midnight Special
Yönetmen-Senaryo: Jeff Nichols
Müzik: David Wingo
Görüntü: Adam Stone
Oyuncular: Michael Shannon (Roy), Joel Edgerton (Lucas), Kirsten Dunst (Sarah), Jaeden Lieberher (Alton), Adam Driver (Sevier), Bill Camp (Doak), Scott Haze (Levi), Paul Spark (Ajan Miller), David Jensen (Elden), Sam Shepard (Calvin)
Yapım: Warner Bros. (2015)

Yaratıcı bağımsız yönetmenlerden Jeff Nichols’ın “Midnight Special”, bir çocuğun etrafından uzaylılara bakan çarpıcı bir bilimkurgu.

1978’de Arkansas’ın Little Rock şehrinde doğan Amerikalı bağımsız yönetmenlerden Jeff Nichols, 2011 yapımı sinemaskop “Take Shelter – Sığınak” filminde şizofreni etrafında korkuyu anlatmıştı. 2015 yapımı sinemaskop “Midnight Special” da bir çocuğun etrafından uzaylılara bakan bir bilimkurgu filmi. Teksas’ta başlıyor bu tuhaf hikâye. Calvin Meyer’ın tarikat gibi yönettiği çiftlik, adeta kilisede toplanır gibi ayin yapıyorlar. Ayetleri de İncil’den değil. Sekiz yaşındaki Alton’ın verdiği sayılar. Alton’ı büyüten Calvin. Onun asıl anne ve babası Roy ve Sarah. Roy, çocukluk arkadaşı Lucas’la üç gün önce oğlu Alton’ı kaçırmış. Bu gerilim ve merak yüklü film, yol filmine de dönüşüyor.

Alton’ı bulmak…

FBI, bir geceyarısı çiftliğe baskın yapıyor. FBI ajanı Miller’la Ulusal Güvenlik’ten (NSA) Paul Sevier sorgulara başlıyor. Sevier, zeki ve Roy’la Lucas’ın Alton’ı nereye götüreceklerini çözüyor. Aldığı notlar ve sayılar bir koordinat gibi yeri tespit ediyor. Öte tarafta gecenin içinde yol alırken, yolda bir kaza olduğu için duran Lucas, yardım ederken gelen polis arabası trajedi yaşatıyor. Roy, bazı anlarda acımasız ve öfkeli bir insan. Üstelik tabancası da var. Alton, ışıktan etkilendiği için özel gözlük takıyor sürekli. Lucas, Alton’ın hayal gücü gelişmesi için de ona çizgi romanlar veriyor. Roy, oğlunun gerçeklerin içinde olmasını istiyor. Sonra yolları Sarah’ya uğruyor. Sarah, oğlunu seyretmeye de doyamıyor. Peşlerinde çiftlikten Roak ve Levi de var. Bu da her şeyi değiştirse de finaldeki olayı değiştiremiyor.

Yönetmen Nichols, filmindeki gizemleri ve gerilimleri, sakin bir kamera kullanımıyla yansıtmış. Bu sakinlik karakterlerine de sinmiş sanki. Fonda duyulan müzikler de bu sakinliğe yardımcı oluyor. Filmin kasvetli atmosferinde toplanmış bu sakinlikler içinde sürekli bir merak duygusunun içinde sona doğru gidiliyor. Filmde çiftlik gerçek anlamda gizemli kalmış. Nichols’ı sinema yolculuğuna katmak iyi olabilir sinemaseverler için. Filmin neden orijinal adıyla gösterildiğini çözemedik.

(05 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Yaşam ile Ölümün Tam Sınırında

‘İnsanlar ölüm gerçeğini göz ardı ediyorlar’ diyor Michel Franco. Dünya sinemasının yükselen yıldızlarından Meksikalı yazar sinemacının bizde yeni gösterime gören 68. Cannes Film Festivali en iyi senaryo ödüllü dördüncü uzun metrajı ‘Kronik / Chronic’ yaşamın sonuna ilişkin kaçınılmaz gerçek üzerine soğukkanlı bir gözlem, yaman bir deneme.

Ölümcül hastalara son dönemlerinde yardımcı olan bir erkek hasta bakıcıdır David. Onları şefkatle kucaklar, dertlerini dinler, bu dünyaya huzurlu bir biçimde veda etmeleri için elinden geleni yapar. Çocuklarından, akrabalarından daha yakındır onlara. Filmin ilk bölümünde genç adamın özel hayatı hakkında bilgi edinemeyiz. Hasta evinden ayrıldıktan sonra yürüme bandında bazen açık havada koşarken izleriz onu. Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide hayatta kalmak için antrenman yapar gece saatlerinde.

David hastalarıyla bütünleşmiştir. Öldükten sonra cenaze törenlerine katılır. Gece uğradığı barda tanıştığı çifte sözünü ettiği kaybettiği karısında ölen hastasını tarif eder. Başka bir erkek hastası ile paylaştıkları aile fertleri tarafından yanlış değerlendirilir. David kimdir? Hastalarının hayatına giren, onların kimliklerini, mesleklerini kendine mal eden bir psikopat mıdır? Bir süredir arabasıyla ve internetten takip ettiği genç kız kimdir? Filmin ilk bölümü bu tür soruları sorduran bir gizem perdesiyle kaplıdır. Ancak ikinci bölümde David’in geçmişte yaşadığı trajediyi öğrendiğimizde davranışları bir ölçüde anlam kazanacaktır.

Çağdaş Meksika’da cinsellik ve şiddet üzerine çarpıcı filmleriyle tanıdığımız Franco’nun haklı yükselişine Cannes Film Festivalleri tanıklık etmiştir. Sinemacının şenliğin ‘Yönetmenlerin 15 Günü’ bölümüne seçilen 2009 yapımı ikinci uzun metrajı ‘Daniel ile Ana’ Latin Amerika porno mafyasının kurbanı olan varlıklı ailenin bireylerinin açmazı üzerinedir. Film ölüm tehdidiyle cinsel ilişkide bulunmaya zorlanan iki kardeş kurbana ait kaydın internette satışa sunulduğu gerçek bir olaydan yola çıkar. 2012 yapımı ‘Lucia’dan Sonra / Después de Lucia’ annenin kaybından sonra babasıyla birlikte büyük kent Mexico City’ye taşınan genç kızın hikâyesidir. Varlıklı sınıf arkadaşları tarafından aşağılanan ve cinsel tacize uğrayan Alejandra’nın öfkeli babası şiddete karşı şiddet uygulama yoluna gidecek, film beklenmedik finaliyle izleyicisini altüst edecektir.

‘Lucia’dan Sonra’ aynı yıl Cannes şenliğinin ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisine dahil olur ve Tim Roth’un başkanlığını yaptığı jürinin elinden bölümün büyük ödülünü alır. Genç sinemacının İngiliz oyuncuyla tanışması ve çalışması böyle gerçekleşir. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülüyle dönen ‘Kronik’ başrolde yer alan Tim Roth nedeniyle İngilizce çekilmiş ve Franco’nun Meksika için düşündüğü mekânlar Los Angeles banliyösüne kaydırılmış.

Yönetmen ilk İngilizce filminde üslubunu korumayı başarmış, üstelik Michael Cristofer (John) ve Robin Bartlett (Marta) gibi mükemmel karakter oyuncularıyla çalışma fırsatı bulmuş. Ancak eşsiz performansıyla bir Tim Roth filmi ‘Kronik’. Seyri pek kolay değil belki ama yaşlılık ve ölüm sorunsalına sözgelimi Haneke filmi ‘Aşk / Amour’ gibi belli bir mesafeden bakabilen, duygusal klişelere kapılmadan kaçınılmaz süreci belgesel titizliğiyle aktarabilen özel bir film. İzleyiciye kişisel yaşam ile mesleğin birbirini ne ölçüde etkilediği hususunda sorular sorduran bir çalışma aynı zamanda.

Daha 36 yaşında olan yönetmen, ölüm sürecine bu denli yoğunlaşmasını, babaannesinin felç sonrası geçirdiği 6 aylık zorlu sürece şahit olmasıyla açıklıyor. Yaşlı kadının bakıcılarıyla yaptığı konuşmalar ve onların özverili çalışmaları kendisini derinden etkilemiş. Bu süreçte hastanın kendisine bakan hemşireye aile fertlerinden daha fazla bağlandığına şahit olmuş.

Sade ve gösterişsiz bir üslupla anlatıyor David ve hastalarının hikâyesini. Alamet-i farikası uzun planlarını daha önce Bruno Dumont ve Claire Denis gibi auteur sinemacılarla çalışmış görüntü yönetmeni Yves Cape’e emanet etmiş. Çok gerekmedikçe kamera hareketlerinden ve yakın plandan kaçınıyor. Hasta odasında bazen duyulan Bach ya da Grieg süitleri dışında müzik kullanmıyor. İzleyicinin aklını çelmek için numaralara girişmiyor. Bizleri hasta odasına konuk ederken bir gözlemci olarak olan biteni değerlendirmemizi istiyor.

‘Kronik’i izleyin. Ölümün belki ürpertici, korku salan ancak hayatın bir parçası olduğunu olabilecek en saf biçimde anlatan ve gücünü dürüstlüğünden alan farklı ve ilgiye değer bir deneme olduğu için.

(30 Mayıs 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Para Tuzağı -Money Monster-

Televizyonculuk zor meslek. Karşınızda, teorik olarak bütün bir halk (uydu ile bütün dünya) var ve herkese seslenen bir yayın politikası gütmelisiniz. Onun için ince eleyip sık dokuyarak seçtiğiniz konu ve konuklarla yapabileceğiniz programlar bulmalısınız. Zamana karşı yarış da cabası… Bazen kantarın şirazesi kayabiliyor tabii…

Gerçi koşullar değişti, arada dağlar kadar fark var ama onlarca canlı yayın yönettim, “Para Tuzağı”ndaki (Money Monster) heyecanı ve hızı hiç yaşamadım. Canlı yayın yönetmeni, zeki, hızlı karar veren, tutarlı ve sakin olmalı.

Her işin başı para…

“Money Monster”, bir finans haberleri programıdır, sunucusu Lee Gates (George Clooney) izlenirliğini arttırmak için şarkı söyler, dans eder… Hayatı kendine yontmanın bir yolunu hep bulmuştur. Programın yönetmeni Patty Fenn (Julia Roberts) programı yönetirken sunucu Gates’in şımarıklıklarını engeller. Sunucunun kulağına ne yapacağını fısıldar, bir sonraki durumdan haberdar eder, arada olası kaprislerini de sineye çeker.

Gates’in verdiği bir tüyo nedeniyle bütün birikimini kaybeden silahlı bir yatırımcı (Kyle Budwell rolündeki Jack O’Connell), stüdyoyu basar. (Burada güvenlikçilerin ne denli lakayt olduklarına, işlerini savsakladıklarına… Polisin de akla gelen ilk çözümü gerçekmiş gibi uygulamaya koyduğuna, ellerin tetikte durmasının geri dönülmez sonuçlar doğurduğuna değil, televizyonculuğa ağırlık verdiğimiz için onları seyircinin yorumuna bırakıyorum.) Gelişmeler çığırından çıkmıştır, aklıselim davranmak gerekir. Büyük bir koşuşturma başlar, gerilimle birlikte merak doruğa çıkar.

Yönetmen, yapımcı, sunucu ve kameraman

Silahlı biri stüdyoyu basmış, ateş etmiş ve kapıları kilitlemiştir. Kamera arkası çalışanlar işlerini yapmakla canlarını kurtarmak arasında kalmış, ne yapacaklarını bilemez durumdadırlar (Kameramanla olayların bitiminde yapılan röportaj, birçok konuya açıklık getiriyor aslında). Yönetmen girer devreye… Herkesi sakinleştirir. Aynı anda onlarca kişiye direktifler verir ve kaosu da yönetmeyi başarır.

Filmin yönetmeni, -filmdeki değil, filmi yöneten- gerek sinemayı gerekse televizyonu içeriden bilen biri: Julia Foster. Akışı engellemeden izleyiciyi perdeye kilitlemeyi başarmış Foster. Çok önemli… kameraların birbirini görmemesini sağlamış. Bir canlı yayın stüdyosunda, onca kameranın arasına kendi (yani filmi çeken) kameraları da girince düşünün karmaşayı… Başarılı bir reji.

Filmin anlattığından öte…

Film, finans hayatının ne denli önemli olduğunu, borsa ve benzeri yerlerde kimlerin ne kadar parayı ne canlar uğruna kazanma hırsını ve bağlı olarak sönen hayatları anlatıyor. Bunu doğrudan bir para/borsa filmi olarak yapsa belki bu kadar heyecanlı olmayacak. Canlı yayında, bütün dünyanın gözü önünde gerçekleştiriyor. Benim de ilgimi çeken bu tarafı zaten.

Yaşananların dışında gibi gözüken (aslında belki de sunucu ile bir para ilişkisi de olan) yapımcının (yapım amiri), hayatı pahasına işini yapması küçük ama belirleyici bir ayrıntıydı. Bizdeki yapımcılar, aslında bütün kamera arkası çalışanları işin önemini anlamalı…

Montaj aşamasında…

Bizim bir yanlışımız var: Kurgu ile montajı aynı görüyoruz… Kurgu, senaryo üzerinde yapılan; montaj ise planların kesilip biçilmesiyle elde edilen sonuç. Kurguyu yönetmen ve senarist yaparken, montajı montajcıyla yönetmen yapıyor. Birçok Hollywood filminde yönetmeni çalışma sırasında montaj odasına bile almadıklarını duyuyoruz; neyse…

Montaj ustası Matt Chessé, birkaç açıdan bakılması gereken filmde (özellikle Wall Street’te, çok önemliydi) reji odasındaki yönetmenin, olay yerindeki polisin ve meraklı (provokatörler de çıkıyor kuşkusuz) halkın, bir de Gates ile Kyle’ın bakışını birbirlerini destekleyecek şekilde birleştirmiş. Bu, stüdyoda da geçerli, çünkü ekrandan stüdyoya, izleyiciden yönetmene, yönetmenden asıl belirleyici olan finans şirketine geçişlerde de başarılıydı.

Film ilgimi çekti, birçoğunuzun da çekecektir. Hele de Hükümet, Avrupa Birliği ve terör sorunu ile doğrudan bağlantılı olarak paranın yerinde durmadığı günümüzde, daha da çok. Kamera arkasında olanlar içinse bir de yaşananlar karşısında kararlı, duyarlı ve tutarlı olmak gibi özellikler / güzellikler de saklı.

Para Tuzağı (Money Monster), yönetmen Jodie Foster, oyuncular George Clooney, Julia Roberts, Jack O’Connell, Dominic West…

(25 Mayıs 2016)

Korkut Akın

69. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ken Loach’un Oldu

Bu yıl 69. kez düzenlenen Cannes Film Festivali dün akşam gerçekleşen ödül töreniyle son buldu.

21 film yarıştı ve ödülün sahibi, “I, Daniel Blake” filmiyle İngiliz yönetmen Ken Loach oldu. İşçi sınıfının yönetmeni olarak adlandırılan Loach, filmde hem bürokrasiyi eleştiriyor, hem umudu tükenen orta yaşlı bir marangozun dramını anlatıyor.

Jüri Büyük Ödülü, Kanadalı yönetmen Xavier Dolan’ın “It’s Only the End of the World” filmine verildi. Başrollerinde Marion Cotillard, Léa Seydoux ve Vinsent Cassel’in oynadığı yapım, uzun yıllar ayrı kaldığı aile evine dönüş yapan ölüm döşeğindeki yazarın hikâyesini anlatıyor.

Jüri Ödülü ise İngiliz yönetmen Andrea Arnold’un ilk Hollywood deneyimi “American Honey”e gitti. Filmin konusu, sokaklarda dergi satan bir genç kızın başına gelenler.

İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin filmi “The Salesman” En İyi Senaryo Ödülü ve filmdeki rolüyle Shahab Hosseini de En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı.

En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü ise Filipinli yönetmen Brilliante Mendoza’nın “Ma Rosa” filmindeki rolüyle Jaclyn Jose aldı.

En İyi Yönetmen Ödülü ise “Mezuniyet” (Bacalaureat – Graduation) isimli filmi ile Romanyalı yönetmen Cristian Mungiu ve “Personal Shopper” filmiyle Fransız yönetmen Olivier Assayas arasında paylaşıldı.

Altın Palmiye Onur Ödülü ise Fransız aktör Jean-Pierre Leaud’e verildi. Leaud, Fransız Yeni Dalga akımının kurucularından François Truffaut’un filmlerindeki Antoine Doinel karakterini canlandırmış ve pek çok filmde rol almıştı.

Eleştirmenler Haftası (Critics’ Week) bölümünde Yenilikçilik Ödülü’nü yarışmadaki tek Türk filmi olan, başrollerini Murat Kılıç ile Şebnem Bozoklu’nun paylaştığı yönetmen Mehmet Can Mertoğlu’nun filmi “Albüm” kazandı. Ödülle birlikte 4 bin Avro’nun da sahibi olan Mertoğlu, France 4 ‘Yılın En Yenilikçi ve Yaratıcı Yönetmeni’ unvanını da kazanmış oldu.

Bütün Ödüller

Altın Palmiye (Palme d’Or) – I, Daniel Blake (Ken Loach)
Jüri Büyük Ödülü (Grand Prix) – It’s Only the End of the World (Xavier Dolan)
Jüri Ödülü (Prix du Jury) – American Honey (Andrea Arnold)
En İyi Yönetmen – Cristian Mungiu (Mezuniyet – Bacalaureat – Graduation) & Oliver Assayas (Personal Shopper)
En İyi Erkek Oyuncu – Shahab Mosseini (The Salesman)
En İyi Kadın Oyuncu – Jaclyn Jose (Ma’ Rosa)
En İyi Senaryo – Asghar Farhadi (The Salesman)
Altın Kamera – Divines (Houda Benyamina)
Altın Palmiye Kısa Film Ödülü – Timecode (Juanjo Giménez Pena)
Altın Palmiye Onur Ödülü – Jean-Pierre Léaud

Belirli Bir Bakış

Büyük Ödül – The Happiest Day in the Life of Olli Mäki (Juho Kuosmanen)
Jüri Ödülü – Harmonium (Kôji Fukada)
En İyi Yönetmen – Matt Ross (Kaptan Fantastik – Captain Fantastic)
En İyi Senaryo – Delphine & Muriel Coulin (The Stopover)
Özel Ödül – The Red Turtle (Michael Dudok de Wit)

Yönetmenlerin 15 Günü

Art Cinema Ödülü – Wolf and Sheep (Shahrbanoo Sadat)
SACD Ödülü – The Together Project (Sólveig Anspach)
SACD Özel Mansiyon Ödülü – Divines (Houda Benyamina)
Avrupa Sineması Ödülü – Mercenary (Sacha Wolff)
Illy Kısa Film Ödülü – Chasse Royal (Lise Akoka & Romane Gueret)
Illy Kısa Film Özel Mansiyon Ödülü – The Beast (Miroslav Sikavica)

Eleştirmenler Haftası (Critics’ Week)

Nespresso Büyük Ödülü – Mimosas (Oliver Laxe)
France 4 Visionary Ödülü – Albüm (Mehmet Can Mertoğlu)
Leica Cine Keşif Ödülü – Prenjak (Wregas Bhanuteja)
SACD Ödülü – Diamond Island (Davy Chou)
Canal+ Ödülü – Birth of a Leader (Antoine de Bary)
Gan Derneği Dağıtım Desteği Ödülü – One Week and a Day (Asaph Polonsky)

Fipresci

Ana Yarışma – Toni Erdmann (Maren Ade)
Belirli Bir Bakış – Dogs (Bogdan Mirică)
Diğer Bölümler – Raw (Julia Ducournau)

Cinefondation

Birincilik Ödülü – Anna (Sinai)
İkincilik Ödül- In the Hills (Hamid Ahmadi)
Üçüncülük Ödülü- The Noise of Licking (Nadja Andrasev) & The Guilt, Probably (Michael Labarca)

Diğer Ödüller

Evrensel Jüri – It’s Only the End of the World (Xavier Dolan)
Queer Palm – The Lives of Thérèse (Sébastien Lifshitz)
Altın Göz Belgesel Ödülü – Cinema Novo (Eryk Rocha)
Françoiz Chalais Ödülü – The Student (Kirill Serebrennikov)
Cannes Soundtrack Ödülü – Cliff Martinez (Neon Şeytan – The Neon Demon)

(23 Mayıs 2016)

Serpil Boydak

Polisiye Sinemanın Büyüğü: Melville

Fransız polisiye sinemasının dünyaya sunduğu büyük ustalardan Jean-Pierre Melville’in Alain Delon’la yaptığı “Kiralık Katil”, ”Ateş Çemberi” ve “Gecelerin Adamı” filmleriyle anmak istedik. Bugün bu polisiyeler sinemanın büyük değerleri.

Fransız sinemasının büyüklerinden Jean-Pierre Melville, 20 Ekim 1917’de Paris’te doğdu. Gerçek adıysa Jean-Pierre Grumbach’tı. Yahudiydi. Sinemadaki soyadını, çok sevdiği Amerikalı yazar Herman Melville’den ödünç almıştı. Yazar Melville (1819-1891), “Moby Dick” romanıyla ünlüydü. Yönetmen Melville, 1973 yılında daha 56 yaşındayken vefat etti Paris’te.

Melville sinemasında mekânlar, trenler, arabalar, yollar, yağmurlar, kış atmosferleri, kasvet, müzikler, ayrıntılı anlar, gece kulüpleri, alıntılar, uzun sekanslar, kameranın bir karaktere dönüşmesi önemli bir yerde. İnsana ilham veriyor hep. Melville, İngiltere’de yaşadığı dönemlerde sinemayı keşfetti. Bolca film ve belgesel izledi. Onun ayrıntılı anlatımına, İngilizlerin belgesel ruhu çok şey katmış sanki.

Ustanın birkaç filmi gösterime çıkabildi ülkemizde. Ocak 1955’te, ustanın 1953 yapımı siyah-beyaz “Quand Tu Liras Cette Lettre-Öldüren Dudaklar” vizyona giren ilk filmiydi ülkemizde. 1949 yapımı siyah-beyaz “Le Silence de la Mer-Denizin Sessizliği” savaş filmi ve 1966 yılında çektiği siyah-beyaz “Le Deuxieme Souffle-İkinci Soluk” kara filmi de unutulmazlardan. 1956 yapımı siyah-beyaz “Bob le Flambeur-Kumarbaz Bob” filminde kameraman Henri Decaë’nin görüntüleri ilham ve hayal gücü verirken, bu filmdeki kadınlar da büyülüyordu. Usta çok az film yönetebilmişti. Sadece 13 film.

“Kiralık Katil…”

Büyük Jean-Pierre Melville’in yönettiği 1967 yapımı kolay aşılmaz kara filmi “Le Samourai-Kiralık Katil”, koca şehirde, Paris’te yapayalnız donuk yüzlü bir kiralık katilin trajedisini anlatıyor. O, devri bitmiş samuraylar gibi. Bir “ronin…” René Chateau’nun sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Georges Pellegrin yazmış. Film, Kanadalı yazar Joan MacLeod’un “The Ronin” romanından ilham almış. Yalnız samurayın içindekileri dışa yansıtan müzikleri François de Roubaix bestelemiş. Kasvet yüklü iç ve dış mekânlarda oluşturduğu fotoğraflarla sinemaya katkı sunan Henri Decaë, sinemanın büyük kameramanlarından. Bu filmde mekânlar ve kamera birer karakter gibiydi. Decae, sadece karanlık sokaklarda ve iç mekânlarda değil, gündüz dış mekânlarda da kasveti yaratabilmiş. Gri bulutların altındaki Paris, romantizmin ötesinde kasvet yüklü yansıyor filmde. Decae, Raoul Coutard gibi Fransız sinemasında “Yeni Dalga” akımının kameramanlarındandı. Alain Delon, bu filmde o zamanlarda eşi olan Nathalie Delon’la oynamıştı. Çiftin, Anthony adında bir oğulları olmuştu. Melville ustanın “Kiralık Katil” filmi, Ocak 1969’da ülkemizde gösterime çıkabilmişti.

Kış. Cumartesi, akşamüstü… Yalnız samuray Jef Costello (Alain Delon), genel çekimde kamera belli belirsiz geriye kayarken, salon dairesinde yatağında uzanmış sigara içerken ön jenerik yazıları yansıyor. İki pencereden dışarıda yağmur yağdığı fark ediliyor. Araba sesleri de duyuluyor. İki pencere arasında kuş kafesinin içinde kuş da fark ediliyor. Ardından Buşido Kitabı’ndan bir alıntı yapılıyor: “Samurayınkinden daha büyük bir yalnızlık yoktur, belki ormandaki kaplanınki hariç…” Çığlığa dönüşen müzik duyuluyor sonra. Jef, yatağında doğruluyor, sigarasını söndürüyor, sonra da kalkıp kafesteki kuşunun yanına gidiyor. Kamera da kayarak onu izliyor. Açık renk trençkotunu giyiniyor. Aynada ifadesiz soğuk yüzüne bakıyor. Şapkası da var. Müzik daha gerilimli duyulmaya başlıyor. Daireden çıkıyor, merdivenler iniyor. Jef caddede yağmurun altında etrafına bakınıyor. Ardından bir Citroen araba park ediyor kaldırım kenarına. Yavaşça arabaya yaklaşıyor. Arabaya biniyor. Bir dolu anahtarı çıkartıp birkaç tanesini deniyor. Araba çalışınca hareket ediyor Jef. Yağmur hızını arttırıyor. Sigara yakıyor. Trafikte durduğunda yakışıklılığından etkilenen bir başka arabadaki kadın ona bakıyor. Jef, Paris dışındaki araba tamirhanesine gidiyor. Burası yabancı bir yer değil. Arabayı küçük tamirhaneye sokan Jef, arabadan çıkıyor. Tamirci (André Salgues) plakaları değiştiriyor. Tamirci ona bir kâğıt ve “Smith-Wesson 10” bir tabanca veriyor. Hiç konuşmuyorlar. Tamirciye ücretini ödeyen Jef, geldiği yönden şehre dönüyor.

Geceleyin. Jef arabayı park ediyor. Bir apartmana giriyor. Eski nişanlısı Jane’in (Nathalie Delon) dairesinin kapısına geliyor. Jane de yatakta. Jef, Kapının zilini çalıyor. Genç kadın kapıyı açıyor. Jane, Jef’in ne istediğini biliyor sanki. Jef onun ne yapacağını söylüyor. Daireye Wiener (Michel Boisrond) adında biri gelecekmiş. Jef, nerede olduğunu kanıtlamak için nişanlısına gelmiş. Jane, onun kendisine ihtiyacı olduğunda gelmesinden hoşlanıyormuş. Jef dışarı çıkıyor, arabaya gidiyor. Caddede park ediyor. Arabadan çıkıyor, otele giriyor. Merdivenlerden yukarı kata çıkıyor. Jef, koridorda yürürken, kamera da onu arkadan kayarak takip ediyor. Kapıyı çalıyor. İçeride poker oynanıyor. Bir sandalyeye oturuyor ve orada birine “İkiden sonra beni de hesaba yazın” diyor. Oradan ayrılıyor.

Pazar, geceyarısı… Jef, Martey’in gece kulübüne gidiyor. Orada önce tuvalete giriyor. İki müşteri geliyor. Jef’in ellerinde eldivenler var. Gece kulübü kalabalık ve sahnedeki orkestra orada caz çalıyor. Orkestranın yıldızı da siyahî kadın piyanist Valérie (Caty Rosier). Caz tınıları duyulurken, Jef de patron Martey’in olduğu yere gitmek için eğlenen insanların olduğu yerden geçiyor ve kerpiç tadı veren kasvetli koridora giriyor. Kamera, geriye doğru kayarak izliyor Jef’i. Odaya giriyor. Martey, “Kimsin sen” diyor. Çekmecedeki tabancasına davranırken Jef birkaç el ateş ediyor ve Martey’i öldürüyor. Piyanist Valérie koridora geliyor. Martey’in odasına doğru yürüyor. Jef odadan çıkarken göz göze geliyorlar. Bir an öyle kaldıktan sonra Jef hızla uzaklaşıyor oradan. İçeriden geçerken barmen (Robert Favart) Jef’e bakıyor kuşkulu gözlerle. Sarışın vestiyerci genç kadının (Catherine Jourdan) önünden geçiyor. Jef gece kulübünden çıkıyor, kamera onu sağa kayarak izliyor. Arabaya biniyor, uzaklaşıyor. Görüntü kararıyor. Jef, Seine Nehri üzerindeki bir köprüde arabasını durduruyor. Dışarı çıktığında eldivenlerini yere atıyor. Jef, bir şeyleri hep yere atıp duruyor filmde. Köprüde de tabancayı nehre fırlatıyor. Arabayla başka bir yere geliyor ve arabayı park ediyor sokakta. Jef, eski nişanlısının apartmanına giriyor. Dairenin kapısında bekliyor. Wiener beyaz arabasıyla geldiğinde, Jane’in dairesinden ayrılıyormuş izlenimi veriyor Jef. Arabaya binip uzaklaşıyor. Başka bir yerde arabayı park eden Jef, taksiye binip poker oynanan otele gidiyor. O sırada polisler de gece kulübündeler.

Jef otel odasında poker oynarken, polisler baskın yapıyor. Aradıkları yağmurluk giyinmiş şapkalı biri. Kimlik kontrolü yapılıyor. Tarife uyan da Jef. Onu, Merkez’e götürüyorlar. Tarife uyan bir dolu şüpheli de Merkez’de. Şüpheliler platforma çıkıyorlar tek tek. Kamera, sağa doğru kaymaya başlıyor. Tanıklar, şüphelileri inceliyor. Tanıklar içinde gece kulübündeki piyanist Valérie ve vestiyerci sarışın genç kadın da var. Soruşturmayı Komiser (François Périer) yürütüyor. Jef’in üzerinde silah bulamıyor polis. Tanıklar, şüphelileri çıkartamıyorlar. Komiser, hep Jef’ten şüpheleniyor. Komiser hemen onu sorguya alıyor. Jef, nişanlısının evindeymiş. Telefon ediyorlar. Zincirlemeli geçişle Jane ve Wiener Merkez’e geliyorlar. Komiser önce Jane’i sorguluyor. Komiser, Jane ve Jef’i tuzağa düşürmek için her şeyi deniyor. Sonra Wiener’le görüşüyor. Wiener olayı anlatıyor. Apartmana girdiğinde ışığı yaktığını söylüyor. Jef, dairenin kapısından uzak değilmiş. Komiser, tüm şüphelileri paltolu ve şapkalı olarak görgü tanıklarının karşısına çıkartmak istiyor. Jef’i de alıyor Komiser. Şüpheliler, paltoları ve şapkaları değiştiriyorlar. Wiener’e onları gösteriyor. Wiener şüpheliler arasında dolaşıyor. Jef’in önünde duruyor. Ama kafası karışık Wiener’in. Komiser, gece kulübündekilere tekrar Jef’i gösteriyor. Piyanist kadın, “Kesinlikle o adam değildi” diyor. Sonra Komiser odasında Jef’le konuşuyor. Dışarı da yağmur yağıyor. Jef’i bırakmak zorunda kalıyor Komiser. Sonra yardımcısı odaya giriyor ve “Costello hakkında ne düşünüyorsun” diyor. Komiser, “Ben düşünmem” diye cevaplıyor. Komiser, jaluzili pencereden dışarıya bakıyor düşünceli.

Pazar sabahı… Jef bir taksi durduruyor ve biniyor. Altta duyulan müzikler de etkileyici bu anda. Yağmur da yağıyor. Jef, bir apartmana giriyor sonra. Asansöre biniyor. Asansörden çıktıktan sonra kamera onu arkadan izliyor. Polisin de takibinde. Jef izlendiğinden kuşkulanıyor. Polisleri atlatıyor. Dışarı çıkıyor. Yağmur sürüyor. Jef metroya giriyor. Trene biniyor. Daha sonra bir durakta inen Jef, caddeye çıkıyor. Bir tünelin içinde yürüyor. Çelik köprüde sarışın bir adamla (Jacques Leroy) buluşuyor Jef. Adam, onun tutuklandığını biliyor. Tabancasını çıkartıyor. Jef de. Adam ateş ediyor ve Jef’i yaralıyor. Ardından kaçıyor. Jef, dairesine geliyor. Saksofonun önde olduğu caz tınıları duyulmaya başlıyor. Trençkotunu çıkartıyor. Sol kolunu sıyırmış kurşun. Koluna pansuman yapıyor. Pencere yanına geliyor, kuşa yem veriyor. Bu dünyadaki tek dostuydu kuş. Sonra yatağa uzanıyor Jef.

Diğer bir mekânda bir toplantı yansıyor. Çetenin lideri Olivier Rey (Jean-Pierre Posier), Jef’in yakalandığını ve serbest bırakıldığını söylüyor. Bu çete, Martey’i öldürmesi için Jef’i tutmuş. Polisin de Jef’in izini sürdüğünü biliyorlar. Jef’i ortadan mı kaldıracaklardı? Merkez’de Komiser, “Pis kokular alıyorum” diyor yardımcısına. Komiser, Wiener’in doğru söylediğine inansa da Jane’in yalan söylediğine inanıyor. Komiser, Jef’in zayıf noktasını yakalamak istiyor. Jane’i yalancı tanıklıkla suçlayıp Jef’i yakalayabilir miydi? Jane’i de takip almak istiyor Komiser.

Zincirlemeli geçişle Jef’in dairesinde. Pazar gecesi on. Jef hâlâ yatağında. Doğruluyor, ışığı yakıyor. Pansumanını çıkartıyor. Fonda da caz tınıları duyuluyor. Koluna yine pansuman yapıyor. Müzik değişiyor ve tedirginlikle coşkuyu aynı anda hissettiriyor. Silmeyle (wipe) zaman geçiyor. Jef yatağını düzgünce toplamış. Giyinmiş. Bu defa siyah palto giyiyor, aynada kendine bakıyor. Pansuman bezlerini kâğıda sarıyor. Şapkasını başına takıp daireden çıkıyor. Silmeyle apartmandan çıkan Jef, çöpü kaldırım kenarına atıyor. 1965 model Renault Estafette 800 minibüse gizlenmiş polisler attığı çöpü alıyorlar. Jef, gece kulübüne gidiyor. Amerikan bara oturuyor. Barmen, “Eğer polislerin aradığı adamsanız, katillerin cinayet mahalline döndükleri doğru demektir” diyor ona. Jef, içkisini içmiyor. Dışarı çıkıyor. Minibüsteki iki polis de Jef’in kaldığı apartmanının önündeler. İçeri giriyorlar. Merdivenlerden çıkıyorlar. Dairesinin kapısını anahtarla açıyorlar. İçeride kuşun sesi duyuluyor. Jef’in dairesine telaşsızca ses cihazı yerleştiren polisler geldikleri gibi gidiyorlar. Polislerden biri, Jef’in dairesini gören bir otel odasına konuşlanıyor ve makaralı teybini kuruyor.

Pazartesi, sabaha karşı… Jef, piyanist Valérie’nin siyah arabasına giderken karşısına çıkıyor. Arabaya biniyorlar. Jef, neden kendini tanımadığını soruyor ona. Kadın da Martey’i neden öldürmek istediğini soruyor. Elbette para için. Merkez’de de, Jef’in yere attığı çöpü Komiser’e veriyorlar. Jef, kadının dairesinde. Her taraf ve eşyalar bembeyaz. İçeriden merdivenli dairede beyaz piyano da var. Jef’e ücretini kurşunla ödemişler. Jef onları bulmak istiyor. Kadının da onları tanıdığını hissediyor. Kadın piyanonun başına oturuyor, çalıyor. Jef tutuklanınca onu tutanlar için tehdit haline gelmiş. İki saat sonra sekizde kadını telefonla arayacakmış Jef. İsimleri öğrenmek için. Sabah yedide kapı çalınıyor, Jane uyanıyor. Komiser ve diğer polisler Jane’in dairesine geliyorlar. Diğerleri dairede arama yaparken, Komiser de Jane’i kendince yumuşak kelimelerle itirafa zorluyor. Komiser liberalmiş. Sonra Jane’i Wiener’le ilişkisinden dolayı fahişelikle suçlayıp Ahlak Masası’yla korkutuyor, aşağılıyor faşizan ahlâksız Komiser. Ama Jane’den beklediği cevapları alamıyor. Jef’in piyanist kadının evinde bile olduğunu söylüyor kışkırtıcı kelimelerle. Jane, dairesinin kapısını açıyor ve onları gönderiyor.

Jef dairesine geliyor. Onu izleyen polis de otel odasında. Jef paltosunu asıyor. Telefon ederken gözü bir yere takılıyor. Kafese yaklaşıyor. Kuşta bir gariplik seziyor. Kuşkulanıyor. Yatağın altına bakıyor. Çekmeceyi, sonra da elbise dolabını kontrol ediyor. Mutfakta dolaşıyor. Pencereye bakıyor ve dinleyiciyi buluyor. Dinleyiciyi söken Jef paltosunu giyiyor. Silmeyle bir dükkân yansıyor. Jef içeri giriyor ve telefon kabininden piyanist Valérie’yi arıyor. Kadın çalan telefonu açmıyor. Sonra yukarı kata çıkıyor kadın. Jef dairesine geliyor. Camı kıran tabancalı bir el görünüyor. Çelik köprüdeki trençkotlu sarışın adamdı bu. Silahını Jef’e doğrultuyor. Sandalyeyi alıp oturuyor. Yeni iş için para veriyor Jef’e. Yatakta oturan Jef, her zamanki gibi soğuk ve ifadesiz bir yüzle. Jef, adamı gafil avlayıp tabancasını alıyor. Sonra da konuşturuyor onu. Olivier’nin adresini de alıyor. Merkez’de de Komiser, Jef’in dinleme cihazını bulduğunu söylüyor. Neredeyse tüm teşkilatı Jef’in peşine takıyor Komiser. Jef, dairesinde siyah paltosunu giyiyor. Anahtarlarını alıyor. Tabancayı da, yatakta oturan adamın yanına atıyor.

Jef dışarı çıkıyor. Gündüz. Metroya gidiyor. Komiser, Merkez’de metro güzergah haritasıyla Jef’in yolculuğunu takip ederken, hem metroda hem dışarıda polisler de peşinde. Jef gelen trene biniyor. Sonraki durakta iniyor. Yönetmen dış çekimlerde yoğun zumlu çekimler kullanmış. Başka bir tren geliyor, ama Jef binmiyor. Jef, polislerin farkında. Jef başka bir trenden iniyor. Bu defa peşine kadın polis takılıyor. Jef polisi atlatıyor. Bu anlar kedi-fare oyunu gibiydi. Jef’in izini kaybediyorlar. Jef metrodan çıkıyor. Caddede yol kenarına park edilmiş siyah Citroen’e biniyor. Anahtarlarını çıkartıyor ve biriyle arabayı çalıştırıyor. Silmeyle yine aynı araba tamirhanesine geliyor Jef. Tamirci yine plakayı değiştiriyor. Kâğıt verirken “Bu sonuncu” diyor tamirci. Smith-Wesson Revolver tabancayı da alıyor Jef. Akşamüstü Jef, Jane’in dairesine gidiyor. Kapıyı çalmadan Jane kapıyı açıyor. İçine doğmuş. Sarılıyorlar. Sonra Jef çıkıyor.

Silmeyle kamera başka bir mekâna geçiyor. Resim galerisi miydi burası? Jef bir kapıyı açıyor, aşağı katta piyanist kadının beyazlar içindeki dairesine bakıyor yukarıdan. Üst katta Olivier’yle karşılaşıyor Jef. Adam tabancasına davranıyor, ama Jef hızlı davranarak adamı vuruyor. Silmeyle kamera, Martey’in gece kulübünün girişi yansıtıyor. Jef arabayla geliyor. Araba durunca kamera öne doğru kayıyor. Jef arabanın içinde elindeki tabancadaki kurşunlara bakıyor. Jef, içeri giriyor. İçeride caz tınıları duyuluyor. Vestiyerci sarışın genç kadına şapkasını bırakıyor. Piyanist kadın Valérie piyanonun başına oturuyor beyazlar içinde. Jef Amerikan barda otururken, beyaz eldivenlerini takıyor. Jef piyanoya doğru yürüyor. Valérie’ye bakıyor. Kadın gülümsüyor ve “Burada durma” diyor. Jef tabancasını çıkartıp kadına doğrultuyor. Kadın, “Neden Jef” diyor. Jef, “Bunun için ödeme yaptılar” diye cevaplıyor. Şimdi ne olacaktı? Merak ve gerilim iyidir. Son jenerikte çalan müzik gerçekten unutulmazdı. Evet, bu film sinemanın önemli polisiyelerindendi. İnsan bu başyapıtı izlerken tutuluyor sadece.

“Ateş Çemberi…”

Jean-Pierre Melville’in 1970 yapımı kara film tadı veren “Le Cercle Rouge-Ateş Çemberi” soygun filmi, polisiye sinemanın başyapıtlarından. Corona’nın sunduğu filmin senaryosunu yönetmenin kendisi yazmış. Etkileyici müzikleriyse Eric de Marsan bestelemiş. Çarpıcı iç ve dış mekân görüntüleriyse büyük kameraman Henri Decaë yansıtmış. Gece ve gündüz, iç ve dış mekânlar insana kasvet duygusunu yaşatıyor filmde. Bütün bunlar sinema perdesinde bambaşka görünüyordu. Ayrıca bu filmi, 1977 baharında görmüştük sinema perdesinde küçükken. Filmi izlerken de, polislerin mağlubiyete uğramasını diliyor insan sonuna kadar.

Film, Rama Krişna’dan bir alıntıyla başlıyor: “Siddharta Guatama, Buda kırmızı tebeşirle bir çember çizdi ve dedi ki: İnsanlar, bilsinler ya da bilmesinler bir gün tekrar karşılaşacaktır. Kimin başına ne gelirse gelsin, hangi yolları seçmiş olurlarsa olsunlar bahsi geçen günde hepsi bir araya gelecektir Kırmızı Çember’de…” Buda biblosu da yavaşça çerçevenin solunda dönüp duruyor. Yazının ardından bir kırmızı çember oluşuveriyor. Kader gibi.

Marsilya. Kış. Gece. Dışarıdan bir vitrin yansıyor. Trafik ışıklar da fark ediliyor. Gecenin içinde yollar sakin. Kamera birden sola çevrinme (pan) yapıyor yolda hızla gelen arabaya doğru. Arabada Komiser François Mattei (André Bourvil) ve mahkûm Vogel (Gian-Maria Volonté) arabanın arka tarafında. Araba Marsilya tren garına geliyor. Mattei, Vogel’i trenle Marsilya’dan Paris’e götürecek. Tren hareket etmeden ön jenerik yazıları yansıyor. Tren, gardan ayrılırken Mattei, Vogel’i kompartımanda üst ranzaya kelepçeliyor bileğinden. Kamera, kompartımanın penceresinden geriye çekildiğinde trenin hızla yol aldığı fark ediliyor. Alt ranzaya oturan Mattei, bir sigara yakmak istiyor çakmağıyla, ama vazgeçiyor. Sonra ceketini çıkartıyor, ışığı söndürüyor ve yatağa uzanıyor.

Marsilya’daki hapishanede. Hücresinde beş yıldır yatan soyguncu bıyıklı Corey (Alain Delon) uyurken, kamera yavaş zumla onun yüzüne yaklaşıyor. Gardiyan (Pierre Collet), hücre kapısının küçük penceresinden içeriyi kontrol ediyor, sonra da kapıyı açıp içeri giriyor. Hücrede lavabo, klozet ve masa da var. Tabureyi çekip oturan gardiyan, “İyi haber, yarın çıkıyorsun” diyor. Bir iş varmış ve sadece Corey yapabilirmiş. Ama Corey bir daha buraya, bu hücreye dönmek istemiyor. Dışarıdan bir ses duyuluyor. Gardiyan saklanıyor. Bir göz içeriye bakıyor. Dışarıdaki gardiyan gittikten sonra içerideki gardiyan riskli iş teklifini yapıyor. Gardiyanın kayınbiraderi yıllardır bir firmada çalışıyormuş. Yeni güvenlik sistemi yapılmış. Diğer tarafta tren sabaha karşı yol alırken yansıyor. Kompartımanda Vogel uyur gibi yaparken, kelepçeyi de sivri bir cisimle açıyor usulca. Hapishanedeyse Corey’i erkenden salıyorlar. Önce eşyalarını teslim ediyorlar ona. Sarışın kadının olduğu siyah-beyaz fotoğrafları da veriyorlar. Corey’in eski sevgilisi. Ehliyeti de var. Trenin kompartımandaysa Vogel uyanık. Mattei de uykuya direniyor. Gözlerini kapadığında kamera ona yaklaşıyor. Vogel kelepçeyi çıkartıyor. Mattei doğrulup oturuyor. Gerilim de yükseliyor bu anda. Vogel yatakta doğruluyor. Ayağıyla kompartıman penceresini kırıyor ve aşağıya atlıyor. Mattei, treni durdurmak için kolu çekiyor. Tren yavaşlayınca Mattei de pencereden dışarıya atlıyor. Takip anında kamera “kesme”lerle (cuts) ikisini de önden gösteriyor. Mattei, Vogel’i görünce ateş ediyor. Vogel uzaklaşınca Mattei de geri dönüyor. Küçük garda telefonla eşlik ettiği mahkûmun kaçtığını söylüyor. Yollara barikatlar kurulup büyük arama başlayacakmış.

Sabahın erken saatlerinde Corey de bir kafede kahve içiyor. Bir adam ve bir kadın yatakta uyurlarken yansıyor. Corey, dairenin zilini çalıyor. Adam yataktan çıkıyor, dairenin kapısına geliyor. Kapının deliğinden bakıyor, Corey’i görüyor. Bir an duraksasa da kapıyı açıyor. Sarılıyorlar. Corey tutuklandığında Rico’yu (André Ekyan) ele vermemiş. Ama Rico, Corey’in sarışın sevgilisini ayartmış. Rico, “Senin gelmenle uyanacağımı söyleselerdi inanmazdım” diyor. Para istiyor. Paranın nerede olduğunu biliyor Corey. O sırada yatak odasında sarışın kadın çırılçıplak yataktan çıkıp kapının ardından onları dinliyor. Rico, duvardaki resim tablosunun arkasındaki küçük kasayı açıyor. Corey çabuk davranarak bir deste parayı alıyor. Corey ardından sarışın kadının fotoğrafını da kasaya bırakıyor. Parayı borç aldığını da söylüyor. Oradan ayrılıyor. Rico yatak odasına geliyor ve telefonla adamı Paul’ü (Jean-Pierre Janic) arıyor. Corey daha uyanmamış Marsilya’da aylak aylak dolaşıyor. Corey, daha açılmamış kullanılmış araba satan oto galeriye gidiyor önce. Ardından aşina olduğu bilardocuya uğruyor zaman geçirmek için. Kendi kendine bilardo oynuyor. Bu an çarpıcı açıyla yansıyor. Kamera yukarıdan “plonje” açıyla Corey’in ıskatayla toplara vuruşunu gösteriyor. O sırada Rico’nun adamları geliyor. İkisi de silahlı. Paul, parayı istiyor. Paul’le dövüşüyor. İkisinin de tabancasını alıyor Corey. Sonra yine oto galeriye uğruyor. Bir siyah 1966 model Chrysler Plymouth Fury arabayı satın alıyor ve Paris’e doğru yola çıkıyor.

Kamera, arabanın Corey’in arkasında. Corey, tabancaları torpido gözüne bırakıyor, ama sonra yeniden pardösüsünün cebine koyuyor. Arabayı yol kenarına çekiyor. Arabadan çıkıp tabancaları bagajın içindeki çantaya saklıyor. Bagajı kapatıyor, ama kilitlemiyor. Sonra yola devam ediyor Corey. Polisler de jandarmayla beraber Vogel’in peşindeler. Köpekleri de var. Mattei de onlarla beraber. Vogel, dereden geçmek için soyunuyor. Elbiselerini siyah paltosuna sarıyor ve karşı kıyıya fırlatıyor. Köpekler Vogel’in kokusunu kaybediyorlar. Yolda da polis barikatlar kurmuş. Corey duruyor. Ehliyet ve ruhsatını gösteriyor. Arabanın kâğıtları eksikmiş. Polis bagajı açmasını söylüyor. Corey, bagaj kapısını açarken, polis kamyona doğru yürüyor. Corey de hemen arabaya binip oradan uzaklaşıyor. Corey, yolda giderken duruyor. Kahvaltı yapmak için tesise yöneliyor. O kahvaltı yaparken, kar hızını arttırıyor. Kaçak mahkûm Vogel de yol kenarına geliyor. Yoldan geçen kamyonda kırmızı yazıyla “Vivogel” yazıyordu. Yolun öbür tarafında park halinde arabaları görüyor. Karşıya geçiyor ve arabaların bagajlarını kontrol ederken, Corey’in arabasının bagajı açılıyor. Tesadüf, bu iki adamın kaderini birleştiriyor bu anda. Corey yola çıkıyor. Kamera arabanın içinden yansıtıyor. Yine yollarda polis barikatları kurulmuş. Corey duruyor. Bir Citroen araba kontrolden sonra giderken, kamera da arabayı sola çevrinme yaparak izliyor. Nedendi? Üniformalı polise belgeleri gösteriyor. Polis bagajı açmasını söylüyor. Corey anahtarla açar gibi yapıyor. Açılmıyor. Bozukmuş. Polis kamyona doğru yürürken, Corey de arabaya binip oradan uzaklaşıyor. Altta da caz tınıları duyuluyor. Sonra da arabayı bir tarlada durduruyor. Bu anda piyano tınısı öne çıkıyor. Corey, arabadan dışarı çıkıyor, dolaşıyor, bir sigara yakıyor. Corey, “Dışarı çık, kimse yok etrafta” diyor. Elinde tabancalarla Vogel çıkıyor bagajdan. Corey hapisten çıkmış, Vogel de hapisten kaçmış. Corey, sabah tahliye olduğunu söylüyor. Sonra yola çıkıyorlar. Vogel yine bagaja saklanıyor.

Paris’te kamera bir binayı doğru zum yaparak yansıtıyor. Görüntü kararıyor. Mattei dairesine geliyor. Hepsine isim verdiği kedileri var. Onlarla konuşuyor. Mattei de, Corey ve Vogel gibi yalnız. Karısının siyah-beyaz çerçeveli fotoğrafı çalışma masasında. Kedilerini besliyor. Mattei, elektrikli tıraş makinesiyle tıraş oluyor banyoda.

Yolda Corey, arabanın dikiz aynasından mavi 1965 model Chevrolet Impala arabayı fark ediyor. Yağmur da yağıyor. Araba, Corey’in önünü kesiyor. İçeriden bir adam hızla gelerek Corey’in arabasına biniyor. Araba ormana giriyor. Corey dışarı çıkıyor. Rico’nun adamları parayı istiyorlar. Bagajdan çıkan Vogel iki adamı da öldürüyor.

Mattei, polislerin içişlerine gidiyor Vogel olayını anlatmak için. İçişlerindeki amir (Paul Amiot) kendi odasında “Artık şansın bile talihi yok” diyor. Amir, Vogel hakkında bilgi istiyor. Mattei, Vogel’in zekâsına saygı duyduğunu söylüyor. Ama yakalayacağını da düşünüyor. Amir, “Herkes suçludur. Polisler bile” diyor sonra. Yönetmen bu sahnede yoğun olarak kaydırmalı ve çevrinmeli bir kamera kullanmış açı-karşı açı çekimlerine sıkça başvurmamak için. Mattei, kendi gibi yaşlı polisle odadan çıkıyor. Kamera, onları geriye kayarak izliyor koridorda. Mattei’le konuşan polis de Vogel’i yakalayacağından kuşkulu. Amir odasında Mattei hakkında bilgi istiyor. Amir, “Neden adı Mattei. Sarı saç, mavi göz. Hiç Korsikalıya benzemiyor” diyor. Amirin felsefesi de var: “Suç içimizdedir. Onu temizlemek zorundayız…” Mattei, arabanın içinde polise “Vogel’i klasik yöntemlerle araştıracağım” diyor.

Gece Corey, arabayla Paris’e geliyor. Sokağa giren araba apartmanın önünde duruyor. Vogel bagajdan dışarı çıkıyor hemen. Corey, anahtarla dairenin kapısını açıyor. İçeri giriyorlar. Corey elindeki fenerle salona bakıyor. Her taraf tozlanmış. Şimdi Rico’nun yatağını ısıtan eski sarışın sevgilisinin çerçeveli fotoğrafını görüyor ve çerçeveyi fırlatıyor kıskançlıkla. Santi’nin gece kulübünde dansçı kadınlar yansıyor ardından. Mattei buraya uğruyor. Gözler onun üzerindeyken Amerikan bara oturuyor. Santi (François Périer), bara doğru yürürken, kamera da sağa çevrinme yaparak onu izliyor. Santi bara geldiğinde de kamera sağa kayıyor. Melville usta, açı-karşı açıyı en aza indirmek için büyük çaba göstermiş sanki. Santi onun gelişinden huzursuz oluyor. Çünkü herkesin yasadışı iş çevirdiğini düşünmesinden çekiniyor Santi. Ama Mattei, Santi’nin açığını bulmuş ve Vogel için ondan yardım istiyor. Oradan ayrılan Mattei, Sonra dışarıda arabanın şoför mahalline biniyor. Eve gitmek istiyor yorgun Mattei. Kamera, polislerin içişlerine gidiyor. Kamera, önce geriye, sonra da öne kayarak masada oturmuş Mattei dosyasını inceleyen amiri gösteriyor.

Sabah. Kamera, yukarı doğru “tilt” yaparak apartmanı yansıtıyor. Dairede Corey, Vogel’e hapishanedeki gardiyanın kendisine anlattıklarını söylüyor. Soygun için nişancıya ihtiyaçları varmış. Corey, Vogel’i düşünmüş. Vogel, profesyonel olmadığını söylüyor. Polis teşkilatındaki pislik işlere dayanamamış ve ayrılmış, biraz “çatlak” eski polis Jansen’i (Yves Montand) tanıyormuş Vogel. Jansen, en iyi atıcılardanmış. Telefonunu Corey’e veriyor. Corey, “Benim gardiyan, senin polis. Sence abartmadık mı” diyor Vogel’e. Kamera, Jansen’in mekânına gidiyor. Yatakta uykusundan uyanan Jansen, tuhaf yaratıkların ortasında buluyor kendini. İri örümcekler, sürüngenler, sıçanlar vb. Kâbusla uyanan Jansen, telefon zilini duyuyor. Onu kim arayabilirdi ki? Zorla yataktan çıkan Jansen telefon ulaşabiliyor. Arayan telefon kulübesinden Corey. Ona, “Beni tanımıyorsunuz. Bir arkadaşınızın arkadaşıyım” diyor Corey. Geceyarısı Santi’nin yerinde buluşmak istiyor Corey onunla. Jansen, hayatı bırakmış gibi. Yaşadığı yer de onun gibi enkaza dönüşmüş. Jansen, kibritle sigarasını yakıyor.

Mattei ve polisler, ormanının içinde Vogel’in öldürdüğü iki adamım cesedini bulmuşlar. Olay yerinde incelemeler sürerken, bir başka araba izini de fark ediyorlar. O arabayı da bulmaları gerekiyormuş. Bu vakanın Vogel’le ilgisi var mıydı? Mattei bunu düşünüyor.

Geceyarısı. Corey, gece kulübüne girerken kamera da arkadan kayarak onu takip ediyor. Kamera, orkestradan sağa çevrinme yaparak sahnedeki revü kızlarını yansıtıyor. Bir an duran kamera, sağa çevrinme yapmayı sürdürerek Corey’i buluyor. Corey, sahnedeki kızlara bakıyor. Sonra etrafına. Bir masaya oturuyor. Ardından kamera, merdivenlerden inen ayakları yakın planla gösteriyor. Gelen Jansen. Şapkalı ve paltolu Jansen, tıraş da olmuş. Corey, Jansen’i görüyor. Kamera geriye çekiliyor. Corey ayağa kalkıyor ve tokalaşıyorlar. Jansen masaya otururken, iki adam fark ediliyor. Birisini arar gibi etrafa bakınıyorlar. Bunlar sivil polisler. Kamera, sağa çevrinme yaparak onları takip ediyor. Amerikan bara gidiyorlar. İki polis, Santi’yle konuşuyorlar. Santi, paltosunu ve şapkasını alıp iki polisle çıkıyor. Santi ve polisler Merkez’e gidiyorlar. Mattei odasında. Oraya götürüyorlar. Mattei masadan kalkıyor, kamera da sağa çevrinme yaparak onu izliyor. Odada körük kollu bir telefon da var. Mattei, telefonu Santi’ye doğru çeviriyor. Kamera da, Santi’ye doğru zum yapıyor. Mattei, Vogel’i aramasını umuyor Santi’nin.

Gündüz arabada. Arabayı Corey sürüyor. Corey’in yanında Jansen otururmuş. Araba duruyor ve Vogel de arabanın arkasına biniyor. Bu anlarda arka plan, eski Hollywood filmlerindeki gibi projeksiyondan yansıyormuş gibi hissediliyor. Soyacakları yere geliyorlar. “Plonje” çekimle içerisi yansıyor. Jansen tek başına elinde şemsiyeyle içeri giriyor. Merdivenlerden çıkıyor. Etrafı gözlüyor. Koridorda boy aynasında kendine bakıyor. Mücevherlerin sergilendiği salona geçiyor. Jansen, etraftaki kameraları fark ediyor. Sonra mücevherleri inceliyor bir alıcı gibi. Sonra oradan ayrılıyor. Arabadaki Corey ve Vogel’e bilgi veriyor Jansen. Kamera, Paris dışındaki ormana gidiyor. Jansen, arabasıyla ormana geliyor ve tüfeğiyle ormanda atış talimleri yapıyor. Corey de arabasıyla Paris dışında bir yeri ziyarete gidiyor. Dış kapının zilini çalıyor. Evdeki mücevher uzmanı (Paul Crauchet) adam, pencereden Corey’i görüyor ve tabancasını alıyor, pantolonunun cebine koyuyor. Evin bahçesinde dalmaçyalı bir köpek de var. Ev iyi döşenmiş. Corey iç merdivenlerden yukarı kata çıkıyor. Konuşuyorlar. Yönetmen bu anlarda sıkça açı-karşı çekimler kullanmış. Sonra Corey çıkıyor. Adam, pencereden Corey’i izliyor.

Gece. Mücevherlerin olduğu lüks mekânda müdür, yanındaki güvenlikçiyle (Marcel Bernier) etrafta incelemeler yaparken yansıyor. Sistemleri çalıştırıyorlar. Sonra güvenlikçi ışıkları kapatıyor. Sadece loş ışıkla aydınlanıyor mekân. Jansen, kendi mekânında kibritle sigarasını yakıyor. Mutfakta malzemeleriyle küçük gülleler döküyor. Bu anlar “silme” (wipe) tekniğiyle yansıyor. Corey ve Vogel de dairede giyiniyorlar. “Silme”yle kamera sokakta Corey’in arabasını gösteriyor. Gece. Corey yol kenarına park ediyor. Kamera, arabaya doğru zum yapıyor. Corey ve Vogel bekliyorlar. Sonra arabadan çıkıyorlar. Kamera, sağa çevrinme yaparak onları izliyor. Bir apartmana giriyorlar. Corey haritayı inceliyor. Işığı yakıyorlar. Beyaz bir koridorda yürüyorlar. Vogel, çıplak kadın heykelinin göğsüne dokunuyor. Koridor önemli. Büyük yönetmenlerden Martin Scorsese de bazı filmlerinde “koridor”ları öne çıkartıyordu. Bir kırılma anıydı bu. Scorsese’nin, Melville ustadan ilham aldığı hissediliyor. Koridora girdiklerinde görüntü kararıyor. Corey ve Vogel, yukarıdan “plonje” çekimle merdivenlerden çıkarken yansıyor. Duvar merdiveniyle çatıya çıkıyorlar. Müziğin duyulmadığı bu anlarda gecenin sessizliğinin tınısı duyuluyor sanki. Şehir de sessiz. Derin uykuda. Ama alttan gelen belli belirsiz ve aralıklı vurmalı sesler duyulmaya başlıyor sonra. Jansen de evinde giyiniyor. Müzik çantasında tüfeği var. Corey ve Vogel, çatıda aşağıya merdiven sarkıtıyorlar. Güvenlikçi bir tıkırtı duyuyor. El fenerini alıp teftişe çıkıyor. Pencereyi kontrol ediyor. Sonra da oradan çıkıyor. Corey ve Vogel pencerenin camını kesiyor. Görüntü kararıyor. Pencereden önce Corey giriyor, sonra da Vogel. Siyah maske takıyorlar. Güvenlikçinin odasına girip onu bayıltıyorlar, sonra da ağzını bantlıyorlar. Ardından güvenlikçiyi yatağın üzerine sırtüstü yatırıp ellerini arkadan bağlıyorlar. Ayaklarını da. Jansen de dışarıda binaya doğru yayan geliyor müzisyen çantasıyla. Jansen geliyor. Corey ve Vogel, mücevherlerin olduğu yerin kapısındalar. Jansen içeri giriyor. Merdivenlerden çıkıyor. Jansen’in yaptığı her şey bir tören gibi sanki. Jansen ayakkabılarını çıkartıyor. Sonra yine merdivenlerden aşağıya iniyor. Sabaha karşı saat üç oluyor. Jansen, Corey ve Vogel’in olduğu yere geliyor ve maskesini takıyor. Güvenlikçi de odasında ayılıyor. Jansen müzik çantasını açıyor, susturuculu tüfeğini çıkartıyor. Üçayağı kuruyor. Ama sonra vazgeçip kapının kilidine nişan alıp tam ortasından vuruyor. Tüm sistem çöküyor. Her tarafı mücevherler kuşatmış gibi. Altta da vurmalı tınılar duyulmaya başlıyor. Corey ve Vogel, açlıkla mücevherleri çantaya dolduruyorlar. Cebindeki içkisinden içen Jansen, tüfeğini çantasına koyuyor, sonra da çıkıyor. Jansen sokağa çıkıyor. İşi bitiren Corey ve Vogel de Jansen’in çıktığı yerden dışarı çıkıyorlar. Güvenlikçi de doğrulup alarm ziline basabiliyor. Jansen arabayla geliyor. Alarm zilini duyunca binanın önünde bir tur atıyor, ardından binanın önünde durup Corey ve Vogel’i alıyor. Mattei, açık kalmış güvenlik kameralarından soygunu izliyor TV’nin siyah-beyaz ekranından. Mattei bir şeylerden şüpheleniyor. Soygun tüm gazetelere yansıyor çok geçmeden. Bu uzun sekans sinemanın özel anlarındandı.

Gündüz. Corey, daha önce gittiği Paris dışındaki evde mücevher uzmanına mücevherleri gösteriyor. Corey çıktıktan sonra elinde çantasıyla kahverengi paltolu ve şapkalı Rico ortaya çıkıyor. Rico teşekkür ediyor. Sonra Rico iç merdivenlerden aşağıya iniyor. Gündüz. Corey arabayı sürüyor. Jansen önde, Vogel arkada oturuyor. Sonra kamera başka bir mekân gidiyor. Kahverengi paltolu ve şapkalı, gözlerinde de gözlük olan Mattei, bilardo masasına oturmuş telefonla konuşurken, arkada da şömine yansıyor. Yönetmen bu anda zihinsel bulanıklık yaratsa da merak duygusunu fazla uzatmıyor. Mattei, Santi’yle konuşuyor. Jansen de Santi’yle beraber gece kulübünde. Jansen, kulaklıktan dinliyor konuşmaları. Mattei, alıcı gibi davranıyor. Gündüz Paris trafiğinde polisler üniversiteli gençleri tutukluyor. Mattei, başka bir arabada. Yollar da ıslak. Merkez’e getirilen genç ((Jean-Marc Boris), Santi’nin oğlu. Sonra Santi geliyor merkeze. Mattei, Santi’yle konuşuyor odasında. Vogel’e karşı oğlu. Şantaj işe yarayacak mıydı?

Corey, Jansen’in mekânında. Jansen giyinirken konuşuyorlar. Jansen, Santi’den söz ediyor. Mattei, boş ve soğuk dairesine geliyor. Her zamanki gibi kedilerinin karnını doyuruyor. Santi’nin gece kulübünde siyahî kadın dansçılar sahnede dans ederken, masada oturmuş Corey, sabaha karşı birde alıcıyı bekliyor. Çiçek satıcısı ponpon kız da Corey’e kırmızı gül hediye ediyor. Bu kadar yakışıklı bir erkeğin yalnız olması mı onu hüzünlendirmişti? Çok geçmeden siyah gözlüklü Mattei geliyor Corey’in masasına. Dairede Corey, mücevherleri kahverengi çantaya koyuyor. Corey, kırmızı gülü Vogel’e vermiş. Corey tek başına çıkıyor. Arabayla şehir dışındaki bahçeli bir malikâneye gidiyor Corey ve Jansen gecenin derinliğinde. Arabayı Corey sürüyor. Araba evin önünde duruyor. Corey, çantayla dışarı çıkıyor. Tedirgin biçimde malikâneye doğru yürüyor. Yönetmen bu anlarda öznel kamera da kullanmış. İçeride her şey ayarlanmış. Corey içeri giriyor. Mattei de orada. Bilardo masası ve şömine de fark ediliyor. Corey mücevherleri gösterirken Vogel elinde tabancayla geliyor. Şimdi ne olacaktı? Merak duygusu ve gerilim değerliydi. Filmi görmeli ve klasik bir polisiye bu filmin tadı çıkartılmalı. Bu film bir başyapıttı.

“Gecelerin Adamı…”

Büyük yönetmen Jean-Pierre Melville’in kara filmin içindeki ve de ölümünden önceki son filmi, “vasiyet filmi” 1972 yapımı “Le Flic-Gecelerin Adamı” bir soygun filmi. Şiirsel ve naif anlatımıyla polisiye sinemanın unutulmaz yapıtlarından bu. Studio Canal’ın sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Michel Colombier, insanın ruhunda dolaşan ve insana iyi gelen müzikleri bestelemiş bu film için. İnsan bir an müziklere dalabiliyor filmin içinde dolaşırken. Yoğunlukla gece atmosferlerinde geçen filmde dışavurumcu ruhu yansıtabilen fotoğraflarsa kameraman Walter Wottitz’den. Ülkemizde 1977’de gösterime giren bu filmi, aynı yılın yazında yazlık sinemada üç defa izlemiştik küçükken. Bu filmde, “Rambo” seriyalinde Rambo’nun komutanı olan Amerikalı Richard Crenna da var.

Melville usta, bu filminde yine bir alıntıyla başlıyor. Paris polisini düzene sokan, cinayet masasını oluşturan sokakların adamı François Eugene Vidocq’tan bir alıntıydı bu. Vidocq, “Poliste iki şey yoktur: Çift anlamlılık ve mizah duygusu” demiş 19. yüzyılda. Film, öğleden sonra gri göğün altındaki yağmurlu Vandée’nin Atlantik’teki Saint-Jean-de-Mots kıyısında açılıyor. Okyanus üzerinde uçan martılar, kıyıya vuran öfkeli dalgalar. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi her şey. Büyük öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenşytayn buna “tonal kurgu”, yani “sessel kurgu” diyordu. Bir büyük bina yansıyor. Geniş, yatay ve sonsuz gibiydi bu bina. Kamera, sağa çevrinme (pan) yaparak binayı tarıyor önce, sonra da gelen siyah arabayı gösteriyor. Ön jenerik yazıları da siyah fon üzerine düşmeye başlıyor. Araba yaklaştıkça kamera sola doğru kayarak arabayı takip ediyor. Piyano tınıları da duyulmaya başlıyor. Araba duruyor. Arabadakiler dört kişiydi. Yağmur şiddetini arttırıyor.

Paris’te. Bir ağaç yansıyor. Ekip 8’in başındaki Komiser Coleman (Alain Delon) devriye arabasının arkasında iç sesiyle kendini tanıtıyor: Her öğleden sonraları, aynı saatlerde Champs-Elysées’deki devriyeme başlarım…” Citreon arabanın telefonu çalıyor. Yardımcısı Morand (Paul Crauchet) konuşuyor önce, sonra da telefonu Coleman’a veriyor. Coleman iç sesiyle, “Ben sadece geceleri çalışırım. Bütün şehir ışıklana kadar görev yaparım. Benim adım Edouard Coleman” diyor.

Okyanus kıyısında. Sisli ve yağmurlu havada kamera sola çevrinme yaparak 1965 model Citroen 600 P arabayı gösteriyor. Arabadan önce elinde çantayla trençkotlu Simon (Richard Crenna) çıkıyor. BNP adındaki bankanın binasına giriyor. İçeride çok az müşteri ve çalışanlar var sadece. Kamera sola kayarak Simon’u gösteriyor. Ardından arabadaki diğer adam çıkıyor ve bankaya giriyor. Kıyıya öfkeyle çarpan dalgalar yansıyor birden. Üçüncüsü arabadan çıkacakken bankaya iki kişi girince bekliyor. Ardından arabadan çıkıyor. Bankaya giren Simon, Marc (André Pousse) ve Paul (Riccardo Cucciolla)… Şoförlük yapan Louis (Michael Conrad) arabada kalıyor. Bankadaki soyguncular siyah gözlükleriyle beyaz maskelerini takıyorlar. Dışarıda da bir banka görevlisi kepenkleri indiriyor o sırada. Biri makineli tüfekli, diğer ikisi de tabancalı. Veznedar ayağıyla alarm ziline basmayı deniyor. Simon, “Bu bir soygundur. Kimse kıpırdamasın” diyor. Paraları çuvala dolduruyorlar. Louis, arabayı bankanın önüne çekiyor. Veznedar, paraları çuvala doldururken alarm ziline basıyor. Çığlık gibi siren sesi duyuluyor. Sakinliklerini bozmuyorlar. Çalışanları ve müşterileri bir odaya kilitlerken, veznedar zuladaki tabancayı alıyor, ateş ediyor. Marc yaralanıyor. Dışarı çıkıyorlar. Çuvalı, arabanın arka tarafına koyuyorlar. Sisli havada oradan uzaklaşıyorlar. La Roche kasabasından geçiyorlar. Araba gar önünde park ediyor. Yaralı Marc, Paul ve Louis bilet alıyorlar. Gişe memuru şüpheleniyor. Simon arabada kalıyor. Garın içinden geçip arabayı park ettikleri yere geliyorlar. Sonra 1966 model Mercedes 250 SE arabaya binip uzaklaşıyorlar. Kasaba dışında toprağı kazıp çuvalı saklıyorlar. Sonra oradan ayrılıyorlar. Ama Marc da kan kaybediyor.

Coleman, yardımcısı Morand’la devriyede. Arabayı Coleman sürüyor. İhbar telefonu geliyor. Dairede sarışın tek başına güzel bir kadın vahşice öldürülmüş. Olayı kapıcı haber vermiş. Coleman, apartmanın merdivenlerinde Pacinelli’yi görüyor. “Olağan şüpheli” Pacinelli burada mı oturuyordu? Coleman, “Sen ölmedikçe uslanmayacaksın” diyor ona. Yine arabadalar. Yine ihbar telefonu geliyor Ekip 8’e. Bu defa yargıcın (Jean Desailly) dairesine gidiyorlar. Yargıcın dairesine hırsız bir genç mi girmişti? Yargıç, bazıları suç işlediğinde ceza veremiyormuş. Çoğu 18 yaşın altındaymış. Coleman, elindeki siyah bibloyla oynarken, “Kanunlardaki boşluklar” diyor. Biblo zihinsel bulanıklık yaratıyor bu anda. Akla hemen, Melville’in 1970 yapımı “Le Cercle Rouge-Ateş Çemberi” filmindeki Buda biblosu geliveriyor. “Hırsız” genç yakalanmış. Yargıcın, sarışın genci görünce konuşma tonu daha da efemine oluyor. Genç, 17,5 yaşındaymış.

Simon ve çetesi, yaralı Marc’ı kliniğe bırakıyorlar. Çete yine araba değiştirmişler. Coleman, arabayla Noel Baba kılığındaki birine yaklaşıyor. Sonra Coleman arabada tek başına yol kenarına park ediyor. Sarışın kürklü kadın Gaby (Valérie Wilson) lüks arabayla geliyor. Transseksüel Gaby, Coleman’ın muhbiri. Arabasından çıkıp Coleman’ın arabasına biniyor. Paris-Lizbon treninde büyük bir uyuşturucu trafiği olacakmış. Uyuşturucuyu “Bavul” Mathieu (Jean Minisini) adında biri taşıyacakmış. Coleman’ın, polis merkezindeki odasına Morand geliyor “Muhteşem üçlü” diyor. Orly Havaalanı’nda yankesicilik yapan üç adam gözaltına alınmış. Fransızca bilmiyorlarmış. Coleman onların tutulduğu yere gidiyor, sağ bileğindeki saatini çıkartıyor, adamlar ayağa kalkıyor. Coleman gözleriyle onları tararken, kamera da onun bakışından sağa çevrinme yapıyor. Coleman, ortadakine tokat atıyor. Adam, “Yavaş konuşursan anlayabiliriz” diyor korkudan.

Paul, gece evine gidiyor. Karısı (Simone Valère) onu müşfik bir sıcaklıkla karşılıyor. Paul Weber, yıllarca bankada çalışmış ve eline pek bir şey geçmemiş. Paul, banyoya gidiyor. Aynada yüzüne bakıyor. Karısı ağlamaya başlıyor birden. Çetenin şoförü Louis Costa, arabayla gazete bayiinin önünde duruyor. Simon da arabada. Bir gazete alıyor. Gazete, “Saint-Jean-de-Mots’da kanlı soyguncular trenle kaçtı” diye haberi öne çıkartmış. Louis, gazeteyi Simon’a veriyor. Simon direksiyona geçiyor ve oradan tek başına uzaklaşıyor. “Rue d’Armailie” sokağının levhasından sola çevrinme yapan kamera, Coleman ve Morand’ı gösteriyor sonra. Simon’un gece kulübüne giriyorlar. Coleman’ın ağzında sigara da var. Coleman piyanoyu görüyor. Piyanoya doğru yürüyor, tabureye oturuyor ve çalmaya başlıyor. Ağzında sigarayla piyano çalarken sinemanın unutulmaz anı yaşanıyordu bu sahnede. İkonik bir andı bu. Kamera, usulca öne kayarak Coleman’ı önden gösteriyor. Sarışın, beyaz tenli, güzeller güzeli ve soğuk Cathy’yi (Catherine Deneuve) görüyor. Cathy, bu kara filmin “femme fatale”ıydı. Simsiyah elbiseler içindeki Cathy’nin kıpkırmızı dudakları ateşi çağrıştırıyordu sanki. Cathy, kendine bakan Coleman’a gülümsüyor. O anda Simon geliyor elindeki gazeteyle. Coleman’ın yanına gidiyor. Morand, “Biri siz görmek istiyor şef” diyor Coleman’a. Tabureden kalkıyor, avucunu öpüyor ve Cathy’ye doğru gönderiyor öpücüğü Coleman. Sarışın Cathy de aynısını yapıyor. Coleman çıktıktan sonra Simon gazeteyi gösteriyor.

Kamera, karlar içindeki kasabayı yansıtan tablodan geriye çekiliyor. Paul, manzara resimlerine bakarken, Simon da Van Gogh’un otoportresinin önünde duruyor. Louis de orada. Çete müzede buluşmuş. Oturuyorlar. Simon, polisin her hastaneyi ve kliniği aradığını söylüyor. Marc’ı hastaneden çıkarmaları gerekiyormuş. Planı varmış. Ayağa kalkıyor ve Van Gogh’un tablosuna bakarak konuşuyor.

Gündüz. Coleman, talim için atış poligonunda antrenman yapıyor. Hedefler karşısına aniden çıktıkça refleksle ateş ediyor. Paslanmamış. Coleman’a telefon geliyor. Çete, geceleyin cankurtaran (ambulans) arabayla hastaneye geliyor. İçlerinde hemşire kıyafetleri giyinmiş Cathy de var. Simon, danışmadaki hemşireye Marc Schmit’i nakletmeye geldikleri söylerken, Cathy, Marc’ın kaldığı odaya gidiyor. Yeni ameliyattan çıkmış Marc gözlerini açıyor. Cathy, Marc’ın sol kolundaki serum hortumunu çıkartıyor ve onu sonsuz uykusuna göndermek için bir iğne yapıyor.

Gündüz. Coleman ve Morand arabadalar. Seine kıyısında banliyö treni geçiyor. Kamera da sola çevrinme yaparak treni izliyor ve morgun olduğu bina üzerinde duruyor. Marc’ın cesedi morga kaldırılmış. Marc’ın elbiselerini inceliyorlar. Marc’ın üzerinde kimlik çıkmamış. Tanrı’dan yardım gelecek miydi? Marc hakkında bilgilere ulaşabilecekler miydi? Marc, isimsiz bir ceset olarak mı kalacaktı? Coleman koridorda, “İyice yoruldum. İşimi sevmeme rağmen bazen ben de senin gibi düşünüyorum. Şiddet öyle hale geldi ki, insanları tanıyamıyorum” diyor Morand’a. Öne doğru yürüyen Coleman duruyor, yüzü karanlıkta kalıyor ve “Şiddet” diyor umutsuzca.

Gündüz. Şoför Louis, Paris dışında biriyle yürüyerek konuşurken yansıyor. Onlar yürürken, kamera da geriye kayarak onları izliyor. Louis, “Hızlı, güvenli, dikkat çekmeyecek bu işi bitirmemiz lâzım” diyor. İki haftaları varmış. Bu anda zihinsel bulanıklık yaşatıyor yönetmen. Çete, arkada yansıyan evde mi toplanacaklardı?

Kamera caddede bir arabayı sola çevrinme yaparak gösteriyor. Akşamüstü. Duran başka model arabanın arkasından Coleman iniyor. Morand’a iki saat sonra burada buluşacaklarını söyleyen Coleman, bir binaya giriyor, merdivenlerden çıkıyor. Koridorda yavaşça yürüyor. Gözlerinde de siyah gözlük takmış Coleman. Kapıyı açıyor, içeri giriyor. Cathy’nin kaldığı oda burası. Coleman, Cathy’ye “Tutuklusun” diyor. Kamera, hızla yukarı “tilt” yapıyor ve onları tavan aynasından yansıtıyor. Bu ayna yansımaları, “plonje”den çok, kübist bir resmi çağrıştırıyor. Cathy dişiliğini kullanıyor. Coleman’ın tabancasını alıyor ve “Ölü bir adam kimseyi tutuklayamaz” diyor. Sonra tabancayı yatağın üstüne atıyor. Ardından da Coleman’ı dudağından öpüyor kırmızı dudaklarıyla. Köprüden geçen banliyö treni yansıyor birden. Bu, hem sevişmeye hem de soyguna birer metafordu sanki.

Kamera sağa çevrinme yaparak, Paris’in dışındaki müstakil evi yansıtıyor. Üç araba da park etmiş dışarıda. Bu evde, “Bavul” Mathiue’nün Paris-Lizbon hattında trenle taşıyacağı mafyanın eroinini çalmayı konuşuyorlar. Simon’un yine planları var. “Bavul” Mathieu, trene Bordeaux’dan binecekmiş. Çok eski trenmiş bu. Elektrikli olduğundan da hızı yavaşmış. Kamera, haritaya zum yaparak Simon’un tren güzergâhı gösteren parmağını gösteriyor. Kimse onlardan şüphelenmeyecekmiş. Yönetmen, bu sahnede açı-karşı açı tekniğine az yaslanabilmek için kaydırmalı çekimlere başvurmuş. Banliyö treni yansıyor köprüden geçerken. Kamera, sola çevrinme yaparak hızla yol alan treni izliyor.

Gece. Gaby yine lüks arabasıyla geliyor. Coleman arabasında onu bekliyor. Paris-Lizbon treni hakkında bilgi veriyor Gaby. Mallar, “Bavul Mathieu’ye Bordeaux tren garında teslim edilecekmiş. Paul evde karısına, trenle seyahate çıkacağını söylüyor. Paul, salondan çıkıp yatak odasındaki banyoya gidiyor. Aynada yüzüne bakıyor. Ardından kamera gece kulübüne gidiyor. Dansçı kızlar sahnede dans yaparken, kamera Simon’un odasına zum yapıyor. Simon, Cathy’ye sabah döneceklerini söylüyor. Cathy, soğuk ve tedirgin. Riskleri korkutuyor onu. Ya Paul ve Louis? Sonra Simon’u kırmızı dudaklarıyla öpüyor Cathy. Gece kulübüne Coleman da geliyor. Kamera, geriye kayarak onu izliyor. Bir dansçı kızla selâmlaşıyor. Sonra Simon’un odasına yöneliyor. İçeride Simon ve Cathy var. Dışarı çıkıyorlar, Amerikan bara geçip içki içiyorlar. Simon, Coleman’ın Cathy’ye bakışlarından bir şeyler hissediyor gibi.

Akşamüstü otobanda. Siyah Mercedes’le yağmurlu havada çete yollarda. Louis arabayı sürüyor. Simon önde, Paul de arkada arabanın içinde. Ardından Bordeaux yönünü gösteren levha yansıyor. Kamera, Bordeaux Garı’nda saati ve geçilecek istasyonları gösteren yazıları gösteriyor sonra. Gece. Geriye doğru kayan kamera, peronda sarı saçlı “Bavul” Mathieu’yü trene doğru yürürken takip ediyor ardından. “Bavul” Mathieu, trene bindiğinde kamera da sola doğru kayıyor. Yataklı kompartımanına giriyor. İki çantası var. Zaman geçişleri zincirlemeli geçişlerle yansıyor bu anlarda. Coleman ve ekibi de gara geliyor. Mafyadan birkaç adam trene biniyor. “Bavul” Mathieu’ye bavul bırakıyorlar. Onlar gittikten sonra “Bavul” Mathieu, kompartımanın kapısını kilitliyor. Adamlar trenden iniyor. Coleman onları gözlüyor. “Bavul” Mathieu de kompartımanda bavulu açıp içindeki paket eroinleri çantalarına yerleştiriyor. Tren yola çıktığında havada da bir helikopter fark ediliyor. Helikopteri Louis kullanıyor. İşçi tulumu içindeki Simon iple hızla giden trene iniyor. Vagondan aşağı inip diğer vagona geçen Simon, vagonun içine giriyor. Tuvalete girdiğinde önce yüzünü yıkıyor. Kurulanıyor. Saçlarını tarıyor. Ardından spor ayakkabılarını ve tulumunu çıkartıyor. Üzerinde kırmızı Robdöşambr var Simon’un. Anahtarla alt dolabı açıp her şeyi oraya koyan Simon etrafı da temizliyor. Koridorda yaşlı yolcu tuvalete doğru gelirken gerilim de çoğalıyor bu anda. Simon dışarı çıkıyor ve adam çıkana kadar sigara içip oyalanıyor. Yaşlı adam gittikten sonra “Bavul” Mathieu’nün kompartıman kapısına gelen Simon, metreyi çıkartıp ölçü alıyor. Nal mıknatısı kilide yerleştirip takılı zinciri çıkartıyor. İçeri girince uykudan uyanan “Bavul” Mathieu ne olduğunu anlayamadan Simon onu bayıltıp çantaları alıyor. Tuvalete gidip tulumu giyinen Simon, vagondan dışarı çıkıyor. El feneriyle helikoptere işaret veriyor. Ardından ip sarkıyor, çantaları kancaya takıp yolluyor yukarıya. Kendisini almak için ip sarktığında koridora bir kondüktör gelince gerilim yine çoğalıyor. Kondüktör gidince Simon, tren vagonunun üstüne çıkıyor ve iple helikoptere alınıyor. Kompartımanında da “Bavul” Mathieu ayılıyor. Pencereyi açıyor ve bavulu dışarı atıyor sadece. Sabaha karşı helikopter araziye iniyor. Helikopterin sahibi aracını teslim alıp giderken, çete de arabalarına biniyor. Bu uzun sekans yarım saatten fazla sürüyordu.

Polis merkezinde Coleman çok öfkeli. Muhbiri Gaby’yi getiriyorlar. Coleman, Gaby’nin kendilerini yanılttığını düşünüyor. Ona tokat atıp saçalarını kestirip erkek kıyafetleri giydireceğini söylüyor tehditle. Sokaklara salacakmış onu. “Bizimle işin kalmadı” diyor. Coleman’ın ekibi, ölen Marc hakkında bilgilere ulaşmışlar. Marc’ın soyadın Schmit değil, Albouis olduğunu öğrenmişler. Coleman telefonla Simon’un yerini arıyor. Bulamıyor. Sonra masasına oturuyor ve Marc’ın belgesine bakıyor. Sonra telefonla bir gazeteyi arayarak Albouis’nin kimliğini açıklamamaları için rica ediyor. Ama geç kalınmış. France Soir adlı gazetede haber yayımlanıyor. Louis, arabanın içindeyken yansıyor sonra. Elinde gazeteyle dışarı çıkan Louis restorana giriyor. İçeride boş bir masaya oturuyor. Tabancasını peçetenin altına gizliyor. Coleman ve ekibi de restoranda. Coleman, Louis’nin masasına arkadan yaklaşıyor ve üzerine atlıyor. Louis’ye ters kelepçe takıp Merkez’e götürüyorlar. Merkezde kelepçeyi çıkartıp bu defa önden kelepçeliyorlar Louis’yi. Ona, 23 Aralık’taki soyguna katılıp katılmadığını soruyor Coleman. İnkâr ediyor. Hatta Marc Albouis’yi de tanımadığını söylüyor. Coleman’ın tek istediği diğer ikisinin ismi. Louis onları ele verir miydi? Akşamüstü. Kamera, sola çevrinme yaparak çetenin daha önce buluştukları evi gösteriyor dışarıdan. Simon ve Paul, evde Louis üzerine konuşuyorlar. Simon, Louis için asla konuşmaz, diyor. Paul emin değil. Yine evi dışarıdan yansıtan kamera, ardından sola çevrinme yaparak polis merkezini gösteriyor. Kamera kesme yapmadan aşağıya doğru “tilt” yapıyor. Ardından kamera Coleman’ın odası gidiyor. Sivil polisler jaluzi perdeleri kapatıyorlar. Gece. Zincirlemeyle yine polis merkezinin binası yansıyor dışarıdan. Kamera, yine sola çevrinme yaparken, aşağıya doğru “tilt” yapmayı da sürdürüyor. Polisler, “özel konuşturma yöntemleri”ni mi uygulayacaklardı?

Zincirlemeyle kamera Simon’un yerine gidiyor. Gece. Arabada Coleman ve Morand var. Coleman içeri giriyor. Amerikan bara oturuyor. Sahnede dansçı kızlar da görülüyor. Simon, Coleman’ı fark ediyor ve onun yanına gidiyor. Viski içiyorlar. Marc Albouis’yi soruyor ona. Simon tanımıyormuş. Paul Weber’i de. Ya Louis Costa? Onu da çıkartamıyor. Coleman, “O seni tanıyor” diyor. Yönetmen, bu anlarda açı-karşı açı tekniği kullanmış. Coleman çıkıyor. Simon da odasına gidiyor. Paul’e telefon ediyor. Kamera, karanlık salonda sağa çevrinme yaparak çalan telefona yöneliyor, çevrinmeyi sürdüren kamera dairenin açılan kapısını gösteriyor. Paul ve karısı kapıdan girdiklerinde Paul telefona yetişemiyor. Simon yine arıyor. Simon, Louis’nin konuştuğunu söylüyor. Simon hemen ülkeyi terk et diyor Paul’e. Ama artık geçti. Coleman ve ekibi sokağa geliyorlar çünkü. Hayal kırıklığı içinde telefonu kapatan Paul, karısına hüzünle bakıyor. Karısı endişeleniyor. Kapı çalıyor. Paul yatak odasına giriyor. Karısı kapıyı açıyor. Coleman, içeri hızla dalıyor. Yatak odasının kapısını açıyor ve içeride Paul tabancayı başına dayarken görüyor. Kapıyı kapadığında içeriden tabanca sesi duyuluyor.

Dışarıdan lüks otel yansıyor. Kamera, Champs-Elisées’deki lüks otelin üzerinden sağa çevrinme yaparken, sabahın sakinliğindeki caddeyi gösteriyor. Paris hâlâ uyuyor. Kamera, çatıya doğru zum yapıyor sonra. Otel odasında Simon tek başına ve Cathy’ye telefon ediyor kendisini alması için. Polis de Simon’un nerede olduğunu tespit etmek için dinleme yapıyor başka bir mekânda. Champs-Elysées’de “Zafer Takı” yansıyor sonra. Trençkotlu Simon otelden çıkıyor. Arabayla Cathy de geliyor. Simon arabaya doğru giderken, Coleman elinde tabancayla onu durduruyor. Şimdi ne olacaktı? Merak duygusu önemliydi. Melville bu final anında melodramı öne çıkarmış. Coleman ve Morand arabayla şehrin içlerine doğru yol alırken, altta da caz tınıları duyulmaya başlıyor son jenerikte. Cazın ardından Isabelle Aubret’nin söylediği muhteşem “C’est Ainsi que les Choses Arrivent” şarkısı duyuluyor. Bu şarkıda Charles Aznavour’un ruhu vardı.

*** Özen Film’e sevgi ve saygı duyduğum için, kırgın bir anda Alain Delon’un oynadığı 1975 yapımı “Flic Story-Öldürmek Arzusu” polisiye filmi Özen Film’in vizyona soktuğunu yazmıştım yanlışlıkla. Filmin Türkçe afişiyle karşılaştım. Bu filmi Met Film vizyona sokmuş 1977’de. Alain Delon’da bütün yollar Özen Film’e çıkıyordu herhalde bende. Özen Film’e değer veriyorum ve olmasını diliyorum hep. Çocukluğumdan getirdiğim birkaç şeyden biriydi. Polisiye sinema, Fransız sineması, sinemaskop tutkusu, radyo, Jean-Pierre Melville, Alain Delon, Elvis Presley, Edip Akbayram, sarı-kırmızılı Galatasaray, yeşil-siyah-beyazlı Mönchengladbach, yeşil-beyazlı St. Etienne, mavi-lacivertli Adana Demirspor gibi. Met Film’i de, saygı ve özlemle anmalı. 1980’lerde, Alsancak’taki İzmir Sineması’nda Orion Pictures filmlerini keşfettirdi bizlere. “Dolby-Digital” ses sistemiyle büyüledi. Bu sinema salonunun duvarlarında, “Film, sinemada izlenir” yazıyordu o zamanlar. 1980’lerde Özen Film, Amerikalılar gelmeden önce filmlerini İzmir’deki görkemli Konak Çınar Sineması’nda gösterirdi. 1987’de, Jean-Jacques Annaud’nun 1986 yapımı “The Name of the Rose-Gülün Adı” filmini Türkçe altyazılı vizyona sokmuştu Özen Film. Altyazı okumaktan filmi takip edememiştik. Sonra da gerisi geldi ve alıştık. Her zaman öncüydü. İstanbul’daysa, filmleri üzerine hâlâ heyecanla yazı yazdığım bir film şirketi Özen Film…

(23 Mayıs 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Anne, Kız ve Sınıf İlişkileri

‘Annemle Geçen Yaz’ açılış sahnesiyle ele alacağı temaları zekice aktarabilen Brezilya yapımı ilgiye değer bir film. Zengin evinin yatılı hizmetçisi Val’in dadılığını yaptığı küçük Fabinho’yu yüzme sonrası şefkatle kuruladığı sırada cep telefonundan uzun bir süredir yüzünü görmediği kendi öz kızı ile telefon konuşmasına tanık oluyoruz bu sahnede. Hizmetkâr kadın kocasıyla arası bozulduktan sonra başkent Sao Paulo’ya gelmiş ve eli ayağı olduğu ailenin yanında çalışmaya başlamış, onun gönderdiği parayla üvey anne yanında büyümüş küçük Jéssica.

Aradan yıllar geçmiş, iş hayatının yoğunluğu içinde gerçek annesinin ilgisinden uzak 15 yaşına erişen Fabinho sevecen dadısını ikinci bir anne yerine koymuştur (filmin İngilizce adı ‘The Second Mother’ buradan geliyor, özgün adı ‘Que Horas Ela Volta? ise -Jéssica’nın ağzından- ‘Ne Zaman Geri Döneceksin?’ anlamında). Val 13 yıl boyunca sadakatle hizmet etmiştir aileye. Emeklerini takdir eden ev sahipleri Barbara ve Dr. Carlos kendisini ailenin bir ferdi olarak kabul ederler. Bir köle Isaura devri geride kalmıştır belki ama ülkenin sömürgeci geleneğinden gelen sınıf ilişkilerinin sessiz kuralları geçerliliğini sürdürmektedir. Val sistemin dikte ettiklerini sorgulamaz. 13 yıl boyunca evin yüzme havuzuna ayağını sokmamıştır. Kimin hangi dondurmayı yiyebileceği, kimlerin geniş misafir odasını kullanabileceği konusunda yukarıdan emredileni tartışmasız kabullenir.

Evin güç dengesi Val’in yetişkin kızının ziyaretiyle değişmeye başlar. Ayakları üzerinde duran, akıllı bir kızdır Jéssica. Giriş sınavları için ilk kez ayak bastığı başkentin gözde üniversitelerinden birinde mimarlık okumaya niyetlidir. Onun gelişiyle evin dinamikleri sarsıntıya uğrar. Ergenlik döneminin endişe ve kırılganlıklarını yaşayan Fabinho ikinci anne bildiği dadısını kıskanır. Aileden zengin depresif Dr. Carlos, cesur ve alımlı genç kız ile yeni bir başlangıcın hayalini kurar. İşkolik Barbara yüzeydeki hoşgörüsünün ardına gizlenmiş kibriyle genç kızın varlığından duyduğu rahatsızlığı dile getirmekte fazlaca gecikmez. Val ise ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü halde sesini çıkarmadığı için kendisini eleştiren kızına karşı şaşkın ve mahçup ne yapacağını bilemez önceleri. Kızının yetişme döneminde yanında olamadığı için hep suçluluk duymuş olan emektar kadın için sadakati ve fedakârlıklarının sınırlarını gözden geçirme vakti gelmiştir artık.

Anna Muylaert’in yazıp yönettiği bu güzel film sorunlu bir ana kız ilişkisi ile sınıf ilişkilerini ustaca harmanlamış. Brezilyalı sinemacının kişisel gözlemlerine dayanan ve sinemaya yeni başlayanlar gerçek bir ders niteliğinde olduğunu düşündüğüm senaryosu mükemmel. Ülkesinin sömürgeci geçmişinden izler taşıyan hikâyesini evrensel kılmayı bilmiş Muylaert. Patronlarının çıkarını kendi menfaatlerinden önde gören, sonsuz bir sadakatle onlara kayıtsız şartsız itaat eden emekçi kadın portresinin tam karşısına yerleştirdiği Jessica’yı bir süper kahraman olarak gördüğünü ifade ediyor kadın yönetmen. Onu hem kadınların, hem sömürülen emekçilerin haklarını savunan gözüpek genç kuşağın temsicisi olarak çizdiğini ifade ediyor. Kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış iyiler ve kötülerin dünyası değil perdeye yansıyan. Kendi kırılganlıkları, kibirleri ve zaaflarıyla her iki sosyal sınıftan karakterleri ilgiyle izliyoruz.

Çok dramatik meseleleri dile getirirken mizah unsurunu mükemmel kullanışıyla dengeyi tutturuyor sinemacı. Yemek masasında aile fertlerinin cep telefonlarına yumuluşu, Val’in yeni model eksantrik bir termos ve kahve takımı ile mücadelesi gibi bölümler filmin sergilediği ağır çatışmaları hafifletiyor. ‘Viski’den hatırladığımız Uruguaylı Barbara Alvarez’in görüntüleri eşliğinde Brezilya sinemasının divalarından Regina Casé ile gencecik Camilla Mardila’nın Sundance ödüllü incelikli performansları harikalar yaratıyor. Muylaert’in üzerinde çalıştığı yeni projesi ‘Sadece Bir Anne Vardır’ı bekleme listesine alırken haftanın en iyi filmi ‘Annemle Geçen Yaz’ı kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz.

(21 Mayıs 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

69. Cannes Film Festivali Altın Palmiye Adaylarına Bir Bakış

11 – 22 Mayıs 2016 tarihleri arasında düzenlenecek olan 69. Cannes Film Şenliği için geriye sayım başladı. 21 filmin yer aldığı Altın Palmiye ödüllü ana yarışmanın büyük jürisine yeni sürüm ‘Mad Max’ ile hem seyircinin hem eleştirmenlerin büyük övgüsünü kazanan Avustralya asıllı yetmişlik usta George Miller başkanlık ediyor bu yıl. Jürinin diğer yönetmen üyeleri, ikinci uzun metrajı ‘La Sentinelle’den başlayarak tam beş kez ana seçkide yer almış Fransız sinemacı Arnaud Desplechin ile geçtiğimiz yıl ilk uzun metrajı ‘Saul’un Oğlu / Saul Fia’ ile Cannes’ı sallayan, ardından en iyi yabancı film dalında Oscar ödülüne uzanan Macar kökenli Laszlo Nemes. ‘Bal / Miele’ ile ilk yönetmenlik sınavını veren İtalyan Valeria Golino ve İranlı kadın yapımcı Katayoon Shahabi ile birlikte Amerikalı Donald Sutherland, ‘Onur Savaşı / Jagten’ ile Cannes ödüllü Danimarkalı (Hannibal) Mads Mikkelsen, ‘Melancholia’ ile yine Cannes ödüllü Kirsten Dunst ve Fransız Vanessa Paradis gibi tanınmış oyuncularla jüri heyeti tamamlanıyor.

Açılış için yarışma dışı olarak gösterilecek yeni Woody Allen filmi seçilmiş. Başrollerinde Jesse Eisenberg, Kirsten Stewart, Steve Carell, Parker Posy gibi ünlü isimlerin yer aldığı ‘Café Society’, sinema endüstrisine adım atan genç bir adamın aşk hikâyesi çerçevesinde 1930’lu yılların Hollywood’unu öykülüyor. Ana yarışma seçkisinde Fransız filmleri geleneksel ağırlığını muhafaza ediyor. Olivier Assayas imzalı ‘Personal Shopper’ Paris’in moda dünyasında geçen İngilizce çekilmiş bir hayalet öyküsü. Sinemacı (bizde ‘Ve Perde’ adıyla gösterilmiş) ‘Sils Maria’nın ardından bir kez daha Kirsten Stewart ile çalıştığı filminde ‘Oslo, 31 Ağustos’un yaman oyuncusu Anders Danielsen Lie ve ülkemizi iki kez ziyaret eden müthiş tiyatro grubu ‘Schaubühne Berlin’ ekibinden Lars Eidinger gibi isimlerin yer aldığı müthiş kastıyla dikkat çekiyor. Fransız sinemasının auteur isimlerinden Bruno Dumont televizyon için çektiği bir önceki ‘Küçük Serseri / P’tit Quinquin’ benzeri bir polisiye güldürü olan ‘Ma Loute’ ile ana yarışmada yer alıyor. Yönetmenin bir kez daha memleketi Kuzey Fransa insanlarının hınzır portresini çizdiği söylenen film Juliette Binoche, Fabrice Luchini ve Valeria Bruni-Tedeschi gibi isimlerden oluşan harika bir oyuncu kadrosuna sahip.

‘Mal de Pierres’ uzun bir aranın ardından festivalde boy gösteren Nicole Garcia’nın son çalışması. İtalyan yazan Milena Agus’un romanından beyazperdeye aktarılan ve başrollerinde Marion Cotillard ile Louis Garrel’in yer aldığı film, İkinci Dünya Savaşı ertesinde hayallerinin ve arzularının peşinden gitmeye kararlı bir kadının hikâyesi etrafında şekilleniyor. Üç yıl önce festivalin ‘Belirli bir Bakış / Un Certain Regard’ bölümünde ödüllendirilen Hitchcockyen eşcinsel gerilim ‘L’Inconnu du Lac / Göldeki Yabancı’ ile övgülere boğulan Alain Guiraudie ana seçkide yer alan bir diğer Fransız sinemacı. Tek başına çocuğunun bakımını üstlenmek zorunda kalan sinemacının hikâyesi üzerine kurulu ‘Rester Vertical’ festivalin gizemini koruyan yapımlarından.

Yarışmanın frankofon seçkisi iki ilginç filmle tamamlanıyor. Festivalin iki kez Altın Palmiye kazanmış ikilisi Belçikalı sinemacılar Luc ve Jean-Pierre Dardenne ‘La Fille Inconnue’de bakmayı reddettiği kimsesiz genç kızın ölü bulunmasının ardından suçluluk duygusu içinde kıvranan bir kadın doktor karakterini merkeze almış. Geçtiğimiz yıl ‘İlk Güreşte Aşk / Les Combattants’ ile en iyi kadın oyuncu César’ını alan Adèle Haenel’in canlandırdığı doktor Madeleine genç kızın polisin tespit edemediği kimliğinin peşine düşüyor. Sinemanın dahi çocuğu Kanadalı Xavier Dolan ise iki yıl önce övgülere boğulan ‘Mommy’nin ardından çektiği son filmi ‘Juste La Fin du Monde’ ile seçkiye dahil olmuş. Marion Cotillard, Nathalie Baye, Léa Seydoux gibi farklı kuşaklardan Fransız aktrislerin yer aldığı yapım, uzun yıllar ayrı kaldığı aile evine dönüş yapan ölüm döşeğindeki yazarın hikâyesi üzerine kurulu.

Amerikan yapımları geçmiş festivallerde olduğu gibi bu yıl da altı filmle ana seçkideki ağırlığını koruyor. Festivalin kıdemlisi Jim Jarmusch Altın Kamera ödülünü kazanmış olduğu ilk filmi ‘Stranger than Paradise / Cennetten de Garip’ten tam 32 yıl sonra ‘Paterson’ ile yarışıyor. New Jersey’de yaşadığı küçük yerleşim bölgesi ile aynı adı taşıyan otobüs şoförü ve eşinin şiir tutkusuyla bezenmiş gündelik hayatları üzerine bir deneme olan filmin başrollerinde Adam Driver ve İran asıllı oyuncu Goldshifteh Farahani yer alıyor. Jeff Nichols imzalı ‘Loving’ 1958 yılında Virginia’da evlendikleri için hapse mahkûm olan biri beyaz diğeri siyah çiftin öyküsünde dönemin ırkçı anlayışını mahkûm ediyor. Oyuncu yönetmen Sean Penn’in Charlize Theron, Javier Bardem, Jean Reno gibi uluslararası yıldızlara yer verdiği ‘The Last Face’ Liberya’nın iç savaş ortamında iki doktorun sosyal adaletsizliğe karşı verdikleri mücadele üzerine politik bir dram. ‘Driver’ ile festivalden en iyi yönetmen ödüllü Danimarka asıllı Nicolas Winding Refn ‘The Neon Demon’ ile ‘tehlikeli güzellik’ kavramından yola çıkarak güzeller güzeli modeller dünyasından ürkütücü bir gerilim çıkartıyor. ‘Red Road’ ile festivalin ilk filmlere verilen Altın Kamera ödülünü kazanmış olan İngiliz Andrea Arnold’un ilk Hollywood deneyimi ‘American Honey’ yeniyetme Star’ın bir seyahat dergisi satış ekibinin izinde Orta Batı’da macera arayışını anlatıyor.

Festivalin bizleri en heyecanlandıran yapımları Romanya sinemasından geliyor. Romen yeni dalgasının önde gelen isimlerinden Cristian Mungiu, ‘4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’ ve ‘Tepelerin Ardında’nın ardından ‘Bacalaureat’ ile Cannes’a bomba gibi düşmeye hazırlanıyor. Önceki filmlerinden farklı olarak bir erkek karakter üzerine odaklanan filminde herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabanın doktorunun çocuklarını yetiştirme konusunda yaşadığı tereddütlerini ele almış. ‘Bay Lazarescu’nun Ölümü’ ile tanıyıp sevdiğimiz Cristi Puiu’nun ‘Sieranevada’sı yine aile üzerine odaklanan bir yapım. Ölüm yıldönümünde aile büyüğünü anmak için bir araya gelmiş bireylerin beklenmedik bir konuğun tetiklediği hesaplaşma sürecini ele alan bu filmi merakla bekliyoruz. Yılda yalnızca 20 filmin üretildiği Romanya sinemasının Cannes çıkartması ‘Un Certain Regard’ bölümüne seçilen Bogdan Mirica’nın ‘Köpekler’i ile sürüyor. Genç sinemacı ilk uzun metrajında dededen kalma arazisini satmak üzere Bükreş’e gelen genç Roman’ın yerel mafya ile giriştiği mücadeleyi konu alıyor.

Uzak Doğu’dan iki tane Altın Palmiye adayı var bu yıl. Jüri Büyük ödüllü ‘Old Boy’dan 13 yıl sonra Cannes’da yarışacak olan Güney Koreli tanınmış sinemacı Park Chan-Wook’un imzasını taşıyan ‘Hizmetçi’ Galli yazar Sarah Waters’ın romanından uyarlanmış. Japon işgali altındaki 1930’ların Kore’sinde geçen film hizmetinde olduğu zengin kadını ortağıyla birlikte dolandırma planları yapan Sookee’nin hikâyesi üzerinden gelişiyor. Yine Cannes gediklilerinden Filipinli Brillante Mendoza’nın son çalışması ‘Ma’ Rosa’ Manila varoşlarında yaşam kavgası verirken uyuşturucu işine bulaşmış dört çocuklu Rosa ve ailesinin polisle olan alışverişi üzeriden ilerliyor. Nuri Bilge Ceylan’ın jüri üyesi olduğu 2009 şenliğinde ‘Kinatay’ ile kazandığı en iyi yönetmen ödülünün ardından Mendoza’nın ana yarışmada yer alan ilk filmi bu.

Güney Amerika ve İran sinemaları ana seçkide bu yıl birer filmle temsil ediliyor. 12. If Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde Keşif Ödülü’nü kazandığı ilk uzun metrajı ‘Komşu Sesler’ ile gönüllerimizde taht kurmuş olan Brezilyalı sinemacı Kleber Mendonça Filho’nun yönettiği ‘Aquarius’ ülkenin kıyı kasabası Recife’de 1940’lardan kalma iki katlı evinde tek başına yaşayan 65 yaşındaki müzik eleştirmeni Carla’nın bölgedeki komşu binaları satın almış inşaat firması ile mücadelesini anlatıyor. Berlinale Altın Ayı ödüllü ‘Bir Ayrılık’ın İranlı yönetmeni Asghar Farhadi iki yıl önce Fransa’da çektiği ‘Geçmiş / Le Passé’nin ardından ülkesine dönüş yaptığı son çalışması ‘Forushande / Satıcı’ Arthur Miller’in ‘Satıcının Ölümü’ oyunundan esinler taşıyor.

Avrupa sinemasından dört örnekle Altın Palmiye seçkisi tamamlanıyor. Alman yönetmen Maren Ade ‘Toni Erdmann’ da yetişkin kızıyla iletişime geçmek isteyen babanın hikâyesini anlatıyor. Cannes gediklisi üç ustanın son işlerinde İngiliz sinemacı Ken Loach ‘I, Danel Blake’ ile sol hareketin ve emekçi dayanışmasının yılmaz sözcülüğünü sürdürüyor. İspanyol üstad Pedro Almodovar’ın ‘Julieta’sı sorunlu ana kız hikâyesi üzerinden ilerliyor. Hollanda asılı Paul Verhoeven’in Hollywood yorgunluğu taşıyan yılların ardından Fransa’da çektiği ve başrolünde muhteşem Isabelle Huppert’in yer aldığı son filmi ‘Elle’de izleyiciyi gerilim dolu dakikalar bekliyor.

(08 Mayıs 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

35. İstanbul Film Festivali’nden Bir Avuç Belgesel

35. İstanbul Film Festivali çerçevesinde bu yıl ilk kez düzenlendi ‘Ulusal Belgesel Film Yarışması’. 13 filmlik seçkiden izleme fırsatı bulduğum dokuz tanesi üzerine bu yazım. Üç belgeselciden oluşan yarışma jürisi (bizden Emel Çelebi ve Güliz Sağlam ile Meksikalı sinemacı Carlos Hagerman) büyük ödülü ‘Hazır Ol!’ filmine verdiler. Onur Bakır ve Panagiotis Charamis ortak imzalı yapım, 32 yaşındaki doktora öğrencisi Bakır’ın bedelli askerlik yapmak ile 6 ay boyunca orduya hizmet etmek arasında ikilemde kalması üzerine. Bu tartışmalı konuyu mizahi bir dille ele alan filmde Bakır aile büyükleriyle ve arkadaşlarıyla samimi bir ortamda röportajlar yapıyor. İstanbullu tedirgin orta sınıf ailenin imkânları zorlayarak hem Onur hem de kendinden küçük erkek kardeşinin bedel karşılığı askerlikten muaf olmaları için görüş birliğinde olduğuna şahit oluyoruz. Son 12 yılda asker ocağında 1070 intihar vakasının kayıtlara geçtiğini öğreniyoruz. ‘Vicdani Ret Derneği’nin militarizm karşıtı görüşlerine kulak veriyoruz. Hızlı bir kurguyla derdini pek güzel ifade eden genç sinemacılarımızın yeni işlerini merakla bekliyoruz.

Jüriden özel mansiyon alan ‘Ötekiler’ ile Van ilimize hareket ettik. 1915 tehcir ve soykırımı öncesinde Ermenilerin tarihi vatanı olan kentten bugün geriye kalan çoğu harap haldeki kiliseler, mahvedilmiş freskler ve Ermeni köklerini itiraf etmekten çekinen Vanlı kürtlerdir. Ayşe Polat imzalı yapım Ermeni trajedisinin ağızdan ağıza aktarılan vahşet hikâyelerini konu alıyor. Van’a bağlı Çatak’taki Çevre ve Tarihi Eserleri Koruma Derneği’nin üyesi Ali (Sulmaz), ölüm döşeğindeki son dileği imamlarca yerine getirilmeyen büyükannesi Piroze’yi (sonradan Hanife adını vermişler) anlatıyor. Günümüz Türkiye’sinde öteki sınıfına dahil edilmiş Kürtlerin Ermenilere ötekiler gözüyle baktığına tanık oluyoruz. Çok zengin malzemesini yeterince toparlayamamış ancak eldeki haliyle bile son derece değerli bir çalışma bu.

Yönetmen Gürcan Keltek’in Kıbrıs üzerine tanıklığının filmi ‘Koloni’ festivalin ilgiye değer yapımlarından bir diğeriydi. Bir coğrafyanın tarihinin ve hafızasının o coğrafyada yaşayan insanlar üzerinde yaşayan insanlar üzerindeki etkisinin peşine düşen Keltek, 1974 yılında adada Müslüman Türkler ile Ortodoks Rumlar arasında yaşanan savaş sırasında öldürülen insanların izini süren Otonom Kayıp Şahıslar Komitesi’nin Beşparmak dağlarında tampon bölge içinde yürüttüğü kazı çalışmaları üzerine yoğunlaşıyor. Seyirciyi söz ve bilgiyle boğmayan yönetmenin kamerası henüz açılmamış toplu mezarlarda, boşaltılmış köylerde dolaşıyor, geçmişin hayaletlerinin peşine düşüyor. 2015 Documentarist İstanbul Belgesel Günleri’nde Yeni Yetenek Ödülü kazanmış olan bu siyah beyaz film deneysel özellikleriyle dikkat çekiyor.

 Faysal Soysal’ın ‘Kayıp Zamanlar’ı bizleri geçtiğimiz yüzyılın yüzkarası soykırımlarının bir diğerine, Bosna vahşetinin göbeğine taşıdı. Srebrenitsa ve Prijedor katliamlarında yakınlarını kaybedenlerin mücadelesini anlatıyor bu belgesel. 1995’te izini kaybettiği kocası ve iki oğlunun kemiklerine on yıl sonra ulaşan Hatice Mehmedovic, Prijedor’daki katliamda kendi ailesinden annesi dışında herkesin ölümüne tanık olmuş Mirsad Duratovic’in tanıklıklarıyla ilerliyor film. Arşiv görüntüleri insanlık dışı toplama kamplarını belgeliyor, yüzlerce cesedin gömülü olduğu toplu mezarların açılışını izliyoruz öfke ve hüzünle.

Halen devam etmekte olan 11. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin açılış filmi de olan ‘Soluk’ta kamerasını maden işçilerinin şehri Zonguldak’ın kaçak madenlerine yöneltmişti yönetmen Metin Kaya. En küçük güvenlik önleminin alınmadığı, ağır koşullar altında yaşanan çeşitli varoluş hikâyelerine, kaçak kömür üretiminin bir parçası haline gelmiş çocukların ve katırların trajik yaşamlarına tanıklık ettik bu ilginç yapımda.

Festivalin ses getiren bir diğer belgeseli ‘Kara Atlas’ kömürle çalışan termik santrallerin çevreye ve insan sağlığına verdiği zararı çarpıcı bir dille ortaya koyan bir çalışmaydı. Manisa Karabiga’ya bağlı Yırca köyü halkının haklı mücadelesine tanıklık eden Umut Vedat imzalı film, köy arazisine üçüncü bir termik santral yapılmasına, çocukları gibi büyüttükleri zeytin ağaçlarının kesilmesine genciyle yaşlısıyla direnen Yırcalıların soylu direnişini, doğayı tehdit eden kömür termik santrallerine karşı zehir solumak istemeyen insanların güçlü çığlığını son derece etkileyici bir dille belgeliyor. Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki mücadelelere katılıp ‘taşımıza, kuşumuza, böceğimize göz diktiler! Kimse sesimizi duymuyor’ diyen köylülerin mücadelesine omuz vermiş, Greenpeace gönüllüleriyle birlikte aylarca nöbet alanlarında yaşamış film ekibi.

Festivalden üç film üçü de birbirinden ilginç portreler sundu bizlere. ‘İki Dil Bir Bavul’ ve ‘Babamın Sesi’ gibi yüz akı filmlerde imzası olan Orhan Eskiköy’ün ‘Başgan’ı 40 yılı aşkın süredir devam eden Kıbrıs Sorunu’nu çözeceğine kendini fazlaca inandırmış ve buna destek ararken kendi gerçekliğini kaybetmiş nevi şahsına münhasır politikacı Arif Salih Kırdağ’ın 13. kez giriştiği seçim kampanyasını öykülüyor. ‘Fotoğraf’ ve ‘Fırtına’ kurmaca filmleriyle ve ilgiyle karşılanmış ‘Son Mevsim: Şavaklar’ belgesiyle tanıdığımız Kazım Öz’ün son çalışması ‘Beyaz Çınar / Çınara Sıpȋ’, Dersim’in Hozat ilçesinin bir dağ köyünde yaşayan 100 yaşına merdiven dayamış on parmağında on marifet Kürt usta Zeynel Dede’nin (Zeynel Kahraman) renkli yaşamına çeviriyor kamerasını. Onlarca popüler türkünün yaratıcısı Dede’nin sadece müzik alanında sınırlı olmayan ustalığını taş, ahşap alanlarında miras bıraktığı eserlerinde keşfederken ezgilere takılıyor, aile içindeki ilişkilere, acılara sevinçlere tanıklık ediyoruz.

Kişisel olarak bizleri en çok etkileyen işlerden biri olan ‘Rafet’in Çocukları’ ise Türkiye’de yıllarca sol örgüt liderliği yaptıktan sonra darbe sırasında çalışmalarını sürdürdüğü Berlin’de 25 yıl sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmış Rafet Temur’un hikâyesi üzerine. Rafet’in Berlin’deki göçmen çocuklara kol kanat gerişinin, aileleri tarafından dışlanmış sevgiye hasret gençleri biraraya toplayarak psikoloji, felsefe, politika hakkında düzenli seminerleriyle onları hayata kazandırmasının müthiş güzel hikâyesini anlatan belgeseli Mümin Barış ile Reşit Ballıkaya ortaklaşa yönetmişler. ‘Uzun bir süre evsiz ve yurtsuz kalınca, her yeri ev ve yurt haline getirmeyi öğreniyor ve bu süreçte kendi değerlerini yaratıyor insan’ diyor Rafet. ‘Çocuklarla birlikte hep bu arayışın insanları olduk ve Berlin’de kendi yurdumuzu yarattık’ diye ekliyor.

35. İstanbul Film Festivali’nin en çarpıcı toplamlarından birini oluşturuyordu bu yılın ‘Ulusal Belgesel Filmler’ seçkisi. Deneyimli isimlerin son işlerinin yanı sıra yepyeni sinemacıların birbirinden değerli çalışmalarıyla kanatlandık, sinemamız adına umutlandık. Bu güzel filmlerin vizyon görme ihtimali fazla değil. Diğer festivallerde, internet ortamında veya başka bir mecrada herhangi birine rast gelirseniz atlamayın diye kaleme aldım bu haftaki yazımı.

(02 Mayıs 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ölüm ile Yaşam Arasında

Ölüm ile yaşam arasındaki engin denizi aşabilenlerin ulaşabileceği yaşamı temsil ediyor Lampedusa. Burası Sicilya’nın güneyinde, 11 km uzunluk ve 3 km genişlikte Afrika’ya en yakın İtalyan adası. Yaklaşık 5.000 kişinin yaşadığı bu küçük kara parçası daha özgür bir hayat için Avrupa’ya göç eden Kuzey Afrikalıların ilk durağı. El yordamıyla umuda yolculuk edenlerin Akdeniz’deki can simidi. Ancak denizi aşmak da yetmiyor. Ölüm yolculuğundan hayatta kalabilenleri adada yeni sorunlar bekliyor. Üstelik ada sakinleri bizzat kendi dertleri ile meşgul, Sicilya ile bağlantılarını temin eden feribot işletmesine karşı haklı bir mücadele içindeler.

35. İstanbul Film Festivali seçkisinde yer alan ilginç belgesellerden ‘Lampedusa’da Kış’ Kuzey Afrika’ya yalnızca 110 km uzaklıktaki bu pek bilinmeyen yerleşim bölgesini tanıtıyor bizlere. Festivalin konuğu olarak ülkemize uğrayan yönetmen Jacob Brossman ilk uzun metraj belgeselinde adanın balıkçılıkla geçinen halkını, esnafını, rüzgar hızını arttırdığında seferini yapamayan eski, işe yaramaz feribotunu ve grev kararı almaya çalışan yerel halkın sorunlarını dile getiriyor. Lakin burası yaşama tutunmaya çabalayan mültecilerin de adası. Yerel halktan kötü muamele görmüyorlar ancak bürokrasi nedeniyle aylarca beklemekten dolayı isyan içindeler.

Adalılar gündelik mücadelelerini sürdürürken yerel halktan Paola La Rosa gibi kişiler göçmenlere umut aşılamayı sürdürüyor. 3 Ekim 2013’te Libya’dan mültecileri taşıyan botun devrilmesiyle 365 kişinin sularda çaresizce yokoluşuna tanıklık etmiş olan Paola, kalacakları yer ve yiyecek içecekleri konusunda onlardan desteğini
esirgemiyor. Adanın papazı cemaatine ‘bağımsızlık ve özgürlük için buraya sığınmış farklı ırklardan insanları kucaklamalıyız’ şeklinde vaaz veriyor. Ölüm yolculuğunda hayatını kaybedenlerden arda kalanlar ada halkı tarafından saklanıyor, yaşananların unutulmaması ve hatıralarının dünya kamuoyu önünde canlı tutulması için uğraş veriyorlar. Laura’nın hayatını kaybeden çoğu kadın, çocuk mültecilerin mezarlarını özenle düzenlemesi aklımıza ‘Saul’un Oğlu’ filmini getiriyor.

Festivalde izlediğim 40 küsur filmden bu belgesel üzerine ayrı bir yazı yazma isteğim daha iki gün önce yeni bir facia haberini, Somali, Etiyopya ve Eritre’den kaçarak İtalya’ya gitmek isteyen dört mülteci teknesinin battığı ve 400’den fazla insanın boğularak can verdiğini öğrenmenin derin hüznünden kaynaklanıyor. Uluslararası Göçmenlik Kuruluşu’nun raporu doğrultusunda 2000 yılından beri 23.000 mülteci Avrupa yolculuğunda hayatını kaybetmiş. Brossman hem sığınmacının hem de adanın yalnızlığına yakılan ağıdını Avrupa’ya ithaf ediyor.

(22 Nisan 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dingin, Mükemmeliyetçi, Usta: Coppola

Sinemanın büyük ustalarından Francis Ford Coppola’nın modern gangster sinemasının klasiklerinden “Baba” ve “Baba 2” filmlerini paylaşmak istedik. Bu iki filmin de Türkçe dublajlarının muhteşem olduğunu belirtmeli.

İtalyan kökenli Amerikalı mükemmeliyetçi büyük yönetmenlerden Francis Ford Coppola, Michigan’ın Detroit şehrinde 7 Nisan 1939’da doğdu. Küçükken çocuk felci geçirdi. New York’ta tiyatro okudu. Sonra 1958’de, 19 yaşında UCLA’ya girerek sinema öğrenimine başladı. Düşük bütçeli filmler çeken yönetmen-yapımcı Roger Corman’la tanıştı. Sinema okulunda okurken bir western ve bir de korku filmi çekti. Daha yirmili yaşlarının başlarındaydı. Coppola başka yönetmenlere senaryolar da yazıyordu. 1970’li yıllar O’nun sinemasında doruklara çıktığı dönemdi. İki “Baba” filmiyle beraber önemli filmler ortaya koydu. 1974 yapımı “The Conversation-Konuşma” filminde farklı estetik anlatımı tecrübe etti. Bu filmde kamera, baştan sona sabit açıda duruyordu. Sadece bir sahnede kamera çevrinme (pan) yapmıştı. Ayrıca bu filmde aralarda da “teleobjektif” kullanmıştı usta. 1979’da “Apocalypse Now-Kıyamet” filminde Vietnam’daki savaşa baktı.

Coppola, 1960’lardan 1970’lerin ortalarına kadar Amerika’da ağırlığını hissettiren “yeni sol” akıma karşı, Paul Schrader ve Martin Scorsese gibi iki önemli sinemacıyla “yeni sağ” akımını başlatmıştı Hollywood’da. Bu akımın simge filmlerinden 1981 yapımı “One from the Heart-Yürekten Biri” filmini çekti. 1983’te çektiği iki gençlik filmi de vardı. Sinemaskop “The Outsiders-Sokaktakiler” ve siyah-beyaz “Rumble Fish-Siyam Balığı” muhteşem filmlerini sinema perdesinde gördük. 1997’deki sinemaskop “The Rainmaker-Yağmurcu” filmindeki estetiği de çarpıcıydı. Perdede gördüğümüz bu filmde neredeyse gölgeler silinmişti.

2000’li yıllarda da iyi filmleri vardı. 2007 yapımı “Youth Without Youth-Geç Gelen Gençlik”, Mussolini tutkunu faşist Rumen yazar Mircea Eliade’nin romanından uyarladı. Roman, 1976’da “Tinerete fara Tinerete” adıyla çıkmıştı ilk. Yazar, 1907’de Bükreş’te doğdu, 1986’da Şikago’da öldü. Yazarın birçok eseri dilimizde yayımlandı. Coppola, Arjantinli tiyatro yönetmeni ve oyun yazarı Mauricio Kartun’un “Fausta” eserinden 2009 yapımı sinemaskop çekilmiş, siyah-beyaz ve renkli “Tetro”yu da uyarladı. Bu filmdeki ışıklar, anlamın içinde ruha dokundurtuyordu. Angelo “Tetro” Tetrocini’nin ruhuna.

“Baba…”

Büyük Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather-Baba” filmi, modern zamanlarda polisiye-gangster sinemasına soluk getirmişti. Paramount’un sunduğu filmin senaryosunu Coppola’yla beraber Mario Puzo ortak yazdı. Film, yazar Puzo’nun eserinden uyarlanmıştı. Filmin müziklerini İtalyan üstat Nino Rota yapmıştı. Rota, bu filmden Oscar’a aday olsa da adaylıktan çıkartılmıştı. Çünkü Rota, bu filmdeki tema müziklerini 1950’lerin sonunda İtalyan filminde kullandığı fark edilmişti. Klasik anlatımlardaki gibi kahverengimsi tonları öne çıkartan önemli kameramanlardan Gordon Willis’in bu görüntüleri sinema perdesinde bambaşka görünüyordu. Dönemsel filmlerde daha çok belirgin olan kahverengimsi renk tonları öne çıkmış filmde. Coppola, nadiren kararma-açılma kullanırken, yoğunlukla zincirlemeli geçişlere başvurmuş bu filminde. Kamera, sıkça çevrinme (pan) yapıyor bir de. Kararma-açılma, dışavurumcu estetikle buluşuyor sinemada. Zincirlemeli geçişlerse gerçeküstücülükle. Coppola, genel plan ve kaydırmalı çekimlerle de izlenimci estetiğe dokunmuş. Bu eser Akademi’den film, senaryo ve erkek oyuncu (Marlon Brando) dallarında üç Oscar kazandı. Brando, ödül törenine Kızılderili bir kadını yolladı ve ödülü de o aldı. Brando, Amerika’yı, Kızılderililere yaptığı soykırımlar için protesto etmek istemişti. Filmin orijinal adı da “Vaftiz Babası” anlamına geliyor.

Mafya organizasyonlarına içeriden bakıyor Coppola’nın bu filmleri. Tarihin ilk diktatörü Roma İmparatoru Jül Sezar’ın yönetimi, tıpkı mafya işleyişi gibiydi. Filmlerin içinde dolaşırken fark ediliyor bu. İki organizasyonun da ortak düsturu şuydu: “Asla güvenme ve yok et…” Bu film ülkemizde, Ekim 1973’te vizyona girmişti. Bu filmi, 1983’te İzmir’deki Güzelyalı As Sineması’nda perdede görmüştük. Bu sinema, geçmiş dönemlerde vizyona girmiş filmleri de gösteriyordu o zamanlar.

Film, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlıyor. New York… Corleone ailesinin malikânesinde düğün yansıyor. Mafya babası Don Vito Corleone’nin (Marlon Brando) kızı Connie (Talia Shire), Carlo’yla (Gianni Russo) evleniyor. Dışarıda eğlence sürerken, Don Vito da kasvetli odasında sorunları dinliyor. Kamera, sanki siyah fonun önünde oturmuş Bonasera’nın (Salvatore Corsitto) monologu andıran konuşmasıyla başlıyor. Kamera, belli belirsiz geriye zum yapmaya başlıyor bu anda. Sonra çerçeveye masanın öbür tarafındaki Don Vito giriyor. Bonasera, yasalara hep uymuş. Amerikalı olduğunu söylüyor. Kızını özgür bırakmış. Kızı, İtalyan olmayan bir erkekle takılmış. Hoşgörülü davranmış. Sevgilisi ve bir arkadaşı kızına viski içirmişler. Sonra da onu kullanmışlar. Kızı karşı koymuş. Onu dövmüşler. Bonasera polise gitmiş her Amerikalı gibi. İki oğlan adalet önüne çıkartılmış, sonra da cezaları ertelenmiş. Bonasera, bu olduktan sonra Don Vito’ya gelmeye karar vermiş. Don Vito’dan iki oğlanı öldürmesini istiyor. Don Vito kabul etmiyor önce. Çünkü Bonasera, Don Vito’yu “Baba” olarak görmemiş ve elini öpmemiş. Odada Don Vito’nun çapkın ve öfkeli oğlu Santino “Sonny” (James Caan) ve evlatlığı avukat-danışman Tom Hagen da (Robert Duvall) var. Bonasera, Don Vito’ya “Baba” diyor. Don Vito, Bonasera’dan bir şey isteyecekmiş ve karşılığında da kızının intikamını hediye olarak verecekmiş. Temizleme işi şişman Clemenza’ya (Richard Castellano) veriliyor.

Aile düğün fotoğrafı çektirirken, Don Vito, Michael (Al Pacino) daha gelmediği için fotoğrafı çektirmiyor. Sicilya tarzı düğün eğlencesi de devam ediyor malikânenin bahçesinde. Düğüne, rakip mafya lideri Don Barzini de (Richard Conte) geliyor. Öte tarafta Don Vito karısıyla (Morgana King) dans yapıyor coşkuyla. Bahçenin dışında basın ve FBI da düğünü takip ediyor. Savaş kahramanı ve şeref madalyalı Michael düğüne asker üniformasıyla geliyor. Kahraman gibi karşılanıyor. “Beyaz” Kay Adams (Diane Keaton) var Michael’ın yanında. Sevgilisi. Çok geçmeden düğüne şarkıcı oyuncu Johnny de (Al Martino) düşüyor. Onun da derdi var. Çekilecek savaş filminin yapımcısı Jack.

Woltz (John Marley), filmde Johnny’nin oynamasını istemiyor. Don Vito, bu “finocchio”yla, züppeyle sorunu çözmek için Tom’u görevlendiriyor. Düğün pastası kesiliyor, ardından aile fotoğrafı çekiliyor. Tom da, Los Angeles’a uçuyor. Oradan Hollywood’daki stüdyoya gidiyor. Yapımcı Woltz’u ikna edemiyor. Ama Don Vito’dan söz edince Tom’u malikânesine davet ediyor, ahırdaki 600 bin dolarlık atını bile gösteriyor, ama Johnny’nin filminde oynamasını kabul etmiyor yapımcı. Bunun bedelini tutkulu olduğu atının yataktaki kellesiyle ödüyor Woltz. 1953’te büyük yönetmen Fred Zinnemann, siyah-beyaz “From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça” savaş filmini çekmişti. Dolaylı olarak bu filme gönderme yapılıyor “Baba” filminde. Şarkıcı-oyuncu Frank Sinatra da bu filmde oynamak için büyük mücadele vermişti. Oynadı ve “Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar da kazandı.

Tom, Los Angeles dönüşü New York’ta Sollozzo’nun (Al Lettieri) kasvetli mekânında görüşme yaptığını Don Vito’ya ve Sonny’ye anlatıyor. Bu an koşut kurguyla yansıyor. Tom anlatırken, Sollozzo’yla görüşmesi de yansıyor. Sollozzo, “Türk” lakabıyla tanınan uyuşturucu kaçakçısı. Sollozzo’nun, Türkiye’de haşhaş tarlaları olduğu için “Türk” diyorlarmış. Sollozzo, tarladan topladığı haşhaşları Sicilya’da eroine dönüştürüp Amerika’da pazarlıyormuş. Don Vito’yu da uyuşturucu işine çekmek istiyor Sollozzo. Nakit paraya ve de polisten korunmaya ihtiyacı varmış. Tom ve Sonny, uyuşturucu işine girmek istiyorlar. Bunda çok para varmış. Kumar işinin geleceği yokmuş. Çok geçmeden Sollozzo, Don Vito’nun mekânına geliyor. Corleone ailesine uyuşturucu payından yüzde otuz teklif ediyor Sollozzo. Ama öncesinde bir milyon dolar nakit gerekiyormuş. Bu iş için politikacılara da ihtiyacı varmış. Tattaglia ailesi de işin içindeymiş. Don Vito teklifi geri çeviriyor. Sonny karşı çıkar gibi yapsa da Don Vito, Sollozzo’yu geri çeviriyor. Çünkü Sollozzo’dan şüpheleniyor. Kamera, Tattagliaların mekânına gidiyor. Geceleyin. Kasvetli mekâna biri geliyor ve onlara katılmak istediğini söylüyor, ama adamı bıçaklayıp öldürüyorlar. Yeni bir savaş mı başlıyordu?

Noel zamanı. Dışarıda kar atıştırıyor. Tom, Sollozzo’nun arabasına biniyor. Don Vito da alışveriş yapmak için dışarı çıkarken, şoförü Paulie de (John Martino) ortadan kayboluyor. Dışarı çıkan Don Vito, manavdan meyve seçerken üzerine yaylım ateşi açılıyor. Bu ikon yüklü sahne çarpıcı açılarla yansıyordu. Don Vito vurulurken, kamera da yukarıdan “plonje” açıda duruyordu bu anda. Görüntüdeki derinlik ve ışık düzenlemeleri sanatsal anlamda çarpıcıydı. Don Vito ateş edilirken, oğlu Fredo da (John Cazale) orada ve babasına sarılarak ağlıyor. Fredo, pişmanlık ve suçluluk hissiyle ağlıyordu sanki. Caddede, Michael ve Kay beraber yürürken, Kay, gazete kulübesindeki gazetelerde Don Vito’nun vurulduğuna dair manşetleri görüyor. Diğer tarafta Sonny de karısıyla evde. Sonny telefonu kapattıktan sonra kapı çalınıyor. Tedirgin oluyorlar. Clemenza geliyor. Don Vito’nun öldüğü söylentisi varmış. Sonny öfkeleniyor. Tom, Sollozzo’nun mekânında. Sollozzo, Sonny’yi telefonla arıyor. Ardından da Tom’a, “Sonny’yle aramda barışı sağlamak sana bağlı” diyor. Sollozo, “Ben şiddetten hoşlanmam. Ben bir işadamıyım” diye ekliyor. Tom, oradan ayrılıyor. Michael da malikâneye geliyor. Sonny de orada. Paulie içeri bir paket getiriyor. Paketten çiğ balık çıkıyor. Bu, Sicilya usulü mesajmış. Sonny, Paulie’den şüpheleniyor. Temizleme işi yine Clemenza’ya düşüyor.

Mahkeme salonunda. Michael mahkemeden çıkıyor. Geceleyin de restoranda Kay’le buluşan Michael, Kay’in ortalarda görünmesini de istemiyor. Güvenliği için. Sonra da araba Michael’ı hastaneye bırakıyor. Kamera, sola çevrinme yaparak hastanenin boş koridorlarını yansıtıyor. Polis koruması da ortalarda görünmüyor. Michael şüpheleniyor. Sonny’yi telefonla arıyor. Hemşire itiraz etse de onunla beraber, Don Vito’nun odasını değiştiriyor Michael. Sonra fırıncı bir genç geliyor Don Vito’ya saygılarını sunmak için. Michael onu dışarı yolluyor. Michael, yatakta gözünü açan babasına “Artık seninleyim” diyor. Don Vito da gülümsüyor. Sonra Michael hastanenin kapısına çıkıyor. Bir araba duruyor, sonra gidiyor. Genç fırıncı korkusundan titremeye başlıyor hemen. New York polisinden Yüzbaşı McCluskey (Sterling Hayden) uğruyor hastaneye. Michael’a sert çıkıyor. Çok geçmeden korumalarla Tom geliyor oraya ve ortamı yumuşatıyor.

Zincirlemeli geçişle kamera malikâneyi yansıtıyor hüzünlü müzikle. 1947 yılı. Gündüz. Sollozzo, Michael’la görüşmek istiyormuş. Öfkeli Sonny, Sollozzo’yu yok etmek istiyor. Ama Michael’ın da bir fikri vardı. Sollozzo’yla satılmış kirli polis McCluskey’yi ortadan kaldırmak istiyor Michael. Ama Sonny, olayı kişiselleştirdiği için karşı çıkıyor buna. Ama Michael istiyor. Restoranda buluşma gerçekleşecek, ama öncesinde zihinlerin yarışması gerekiyor. Satranç oyunu gibiydi sanki her şey. Michael, işi bitirdikten sonra bir yıllığına Sicilya’ya gidecekmiş. Gece, Sollozo ve ve McCluskey’nin olduğu arabaya biniyor Michael. Polis üzerini arıyor. Michael, Bronx’a gideceklerini sanırken, araba New Jersey’ye dönüyor. Restoranda her şey doğal görünüyor. Fazla müşteri de yok. Michael ve Sollozzo İtalyanca konuşuyorlar. Michael, Sollozzo’dan babasının hayatına kastetmemesini istiyor. Sollozzo önemsiz biriymiş. Önemli olansa Bataglia ailesiymiş. Tek isteği aileler arasında ateşkes olması Sollozzo’nun. Konuşmalardan sonra Michael tuvalete gidiyor. Rezervuardaki saklanmış tabancayı alan Michael, masaya dönüyor, Sollozzo’nun alnına ateş ettikten sonra McCluskey’nin boğazına ve alnına ateş ediyor, sakince çıkıp gidiyor. Zincirlemeli geçişlerle gazetelerin birinci sayfaları peş peşe manşetler atıyorlar. Polis soruşturmaları, gangster savaşları da yansıyor. Eski zamanların filmlerindeki gibi.

Gündüz. Don Vito malikâneye dönüyor. Sonny, Fredo’yu Las Vegas’a, kumarhane işlerinin başına yollayacakmış. Tom, Don Vito’ya Sollozzo’yu Michael’ın öldürdüğünü söylüyor. Sonny de, Tataglia’yı yok etmek istiyor.

Michael, Sicilya’da. Michael burada korumalarla dolaşıyor. Michael, avdan dönerken, korumaları Calo (Franco Citti) ve Fabrizio (Angelo Infanti) ona, erkeklerin kan davası yüzünden öldüğünü ve kadınların dul kaldığını anlatıyorlar. Michael, Sicilyalı güzel Apollonia’yla (Simonetta Stefanelli) göz göze geliyor ve kıza tutuluyor birden. Korumalar bunun farkına varıyor ve “Hatunlar, Sicilya’da ateşli silahlardan daha tehlikeli” diyorlar. Meyhaneye gidiyorlar. Michael, kızın babası Vitelli’den (Saro Urzi), Apollonia’yla evlenmek istediğini söylüyor. Vitelli’yi ve kızını yemeğe davet ediyor. Yemekte, kıza kolye hediye ediyor Michael. Sonra beraber dolaşmaya başlıyorlar, ama ailenin bakışları altında. Sonra kamera New York’a gidiyor. Gündüz. Kamera içeride ve yukarı doğru “tilt” yapıyor. Sonny, düğünde seviştiği genç kadınla yine ayaküstü sevişirken yansıyor. Sonra da kız kardeşi evine gidiyor. Connie, mutsuz ve kocası Carlo onu sürekli dövse de bunu inkâr ediyor. Sonny, Carlo’nun olduğu mekâna gidiyor. Hava sıcak. Sonny, öfkeyle pantolon kemeriyle dövüyor Carlo’yu. Gündüz. Michael’la Apollonia’yla Sicilya usulü düğünü yapılıyor. Yatak odasında Apollonia, beyaz gelinliği içinde güzelliğinin büyüsünü saçıyor. Üstünü çıkartan Apollonia, tüm güzelliğini Michael’a sunuyor orada. New York’taysa Kay, Michael’a mektup göndermek için malikâneye geliyor. Onu karşılayan Tom, mektubu almıyor, çünkü delil olarak kullanılabilirmiş bu. Görüntü kararıyor. Connie’yse evde Carlo’yla kavga ederken yansıyor. Connie, Carlo’nun başka bir kadınla olduğundan şüpheleniyor. Connie, öfke ve kıskançlıkla mutfağı dağıtıyor. Carlo, kemerini çıkartıyor ve onu yine dövüyor. Connie, malikâneyi telefonla arıyor. Sonny de evde. Sonny, öfkeyle çıkıyor ve arabaya atlayıp Carlo’yu bulmaya gidiyor. Korumalar da peşine takılıyor. Paralı geçitte pusuya düşürülen Sonny kurşun yağmuruna tutuluyor ve ölüyor. Eve hüzün çöküyor. Don Vito yataktan çıkmış. Tom, Sonny’nin nasıl öldürüldüğünü anlatıyor Don Vito’ya. Acı ve yas içindeki Don Vito, “Bu savaş artık bitecek” diyor. Don Vito, Sonny’nin cenazesinin temiz ve güzel görünmesini istiyor. Sicilya’daysa Michael, güzel eşine araba sürmesini öğretmeye çabalıyor. Korumasını sağlayan Don Tomassini (Corrado Gaipa), buraların artık tehlikeli olduğunu söylüyor Michael’a. Sonny’nin öldürüldüğü haberini de veriyor. Michael, Amerika’ya dönmek için hemen hazırlık yapıyor. Apollonia arabanın içinde ona arabayı sürebildiğini gösterirken, bir şeylerin ters gittiğini anlıyor Michael. Koruması Fabrizio’nun tuhaf davranışlarını fark ettiğinde geç kalıyor ve arabadaki bomba patlıyor, Apollonia ölüyor. Görüntü kararıyor. Yönetmen, Sicilya ve New York anlarını koşut kurguyla yansıtırken, Sicilya anlarındaysa sıkça da “zincirlemeli geçiş” yapmış. Bir de Nino Rota’nın, bu filmin ruhu olan tema müziği de Sicilya anlarında duyuluyor. Ayrıca “Love Theme” de bu bölümde kulaklara geliyor. Bu müzikler olmasaydı, bu film ölümsüz olur muydu? Bilinmez.

New York’ta. Kamera, binayı yukarı “tilt” yaparak yansıtıyor. Don Vito, rakipleri Barzini, Tattaglia ve başka ailelerle uzlaşma toplantısı yapıyor masa etrafında. Don Vito, gelecekte uyuşturucu işinin kendilerini mahvedeceğini söylüyor. İçki ve kumar işine benzemiyormuş uyuşturucu işi. Hâkimler ve polisler, uyuşturucu işinde onları terk edebilirmiş. Masadaki bazıları, uyuşturucuyu siyahlara sattırmayı öneriyor. Siyahlar hayvanmış. Don Vito, Michael’ın başına bir şey geldiğinde bu odadaki bazı kişileri suçlayacağını söylüyor bu konuşmalardan sonra.

Gündüz. Michael New York’a dönüyor ve hemen Kay’in yanına gidiyor. Zincirlemeli geçişle sonbahar ikliminde dolaşıyorlar beraberce. Michael, Kay’e “Artık babamla beraberim” diyor. Michael artık tamamen mafyanın içindeydi. Michael, beş yıl sonra Corleone ailesinin yaptığı her işin yasal olacağını söylüyor Kay’e. Michael, Kay’le evlenmek istiyor. Görüntü kararıyor.

İşin başına Michael geçiyor. Tom’un yardımını istemiyor Michael. Çünkü her şey sertleşecek ve Tom’un zarar görmesini istemiyor. Tom ayrılmak istemiyor. Carlo’yu yardımcısı yapıyor. Zincirlemeli geçişle uçak Las Vegas’a gidiyor. Michael, kardeşi Fredo’nun yanına gidiyor otele. Fredo, o geleceği için odada parti hazırlamış. Michael partiyi bitiriyor. Michael, otel-kumarhaneyi devralmak için Moe Greene’le (Alex Rocco) görüşmeye gelmiş Tom’la. Orada, şarkıcı-oyuncu Johnny de var. Moe, otel-kumarhaneyi vermek istemiyor Michael’a. Direnmesi nereye kadar sürebilirdi ki?

Zaman geçiyor. Gündüz. Michael ve Kay evlenmişler, Anthony Vito adında üç yaşında olan oğulları bile var. Malikâneye geliyorlar. Don Vito ve Michael, Barzini üzerine konuşuyorlar. Don Vito kırmızı şarap içiyor. Don Vito, senatör olamamış. Başka şeyler de. Michael, oraya ulaşacaklarını söylüyor. Zincirlemeli geçişle malikânenin bahçesinde. Gündüz. Don Vito, torunu Anthony Vito’yla bahçede oyun oynarken yere yığılıyor. Zincirlemeli geçişle mezarlıktaki cenaze töreni yansıyor. Don Vito gömülüyor. Barzini de cenazede. Barzini, Michael’la toplantı yapmak istediğini söylüyor cenazede Tessio’nun (Abe Vigoda) haber taşımasıyla. Kamera birden kiliseye gidiyor kesmeyle. İlk an genel çekimle yansıyor. Ne olduğu anlamlaşamıyor. Kamera yakına geldiğinde, Connie ve Carlo’nun bebeklerinin vaftiz töreni olduğu fark ediliyor. Yeğeninin vaftiz babası da Michael oluyordu. 1950 yılı… Kilisede vaftiz töreni devam ederken, çapraz kurguyla Barzini, Battaglia ve diğerleri vahşice öldürülüyor tek tek. Coppola, bu filminde şiddet anları yansımadan, fırtına öncesi sessizliği andırır gibi genel çekimlerle şiddeti sinsice hissettiriyor, topluyor atmosferinde. Bu filmin devamında da tıpkı böyleydi. Bu estetik anlatımı ilk defa Elia Kazan ustanın 1952 yapımı siyah-beyaz “Viva Zapata” filminde keşfetmiştik.

Malikânede. Michael, Carlo’dan Sonny için bir açıklama istiyor. Sonny’yi, Barzini’ye ispiyonlayan Carlo’ymuş. İtiraf ediyor. Sorunu çözmek de Clemanza’ya kalıyor yine. Zincirlemeli geçişle kamera malikânede Connie’nin acısını yansıtıyor. Connie, Michael’a öfkeli kendini dul bıraktığı için. Daha sonra Kay de Michael’a doğru olup olmadığını soruyor. Öldürmediği söylüyor. Sonda elini öptüren artık Michael oluyor, çünkü yeni vaftiz babası oydu. Don Michael Corleone oluyor bundan böyle.

“Baba 2…”

Büyük usta Francis Ford Coppola’nın 1974 yapımı “The Godfather Part II-Baba 2”, anlatımıyla insanı sinema açısından etkileyen büyük bir filmdi. Paramount’un sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Mario Puzo yazmış. Bu film de Puzo’nun romanından uyarlanmıştı. Filmin müziklerini bu defa Nino Rota’yla beraber, yönetmenin babası Carmine Coppola yapmış. Elbette tema müziği Rota’ya aitti. Çarpıcı unutulmaz fotoğraflarsa Gordon Willis’ten elbette. Bu film de Akademi’den hak ettiği saygıyı gördü. “Baba 2”, film, yönetmen, müzik (Nino Rota ve Carmine Coppola), yardımcı erkek oyuncu (Robert de Niro), sanat yönetmeni-dekor (Dean Tavoularis, Angelo Graham ve George R. Nelson) dallarında Oscar kazandı.

Yeni “Don” olan Michael, el öptürürken yansıyor önce. Sonra da boş koltuk görünürken filmin adı yazıyor. Fonda da Nino Rota’nın bu filmin ruhu olan tema müziği duyuluyor. Sonra da görüntü kararıyor. Filmin kurgusu da çarpıcıydı. Şimdiyle geçmiş arasında gidip gelen filmde “geçmiş”, geriye dönüş olarak yorumlanabilir. Ama geçmiş, başlı başına anlar veya hikâye.

Sicilya, 1901… Kahverengimsi görüntülerin sepya tadı verdiği girişle başlıyor film. Derinlikte, tabutta cenaze taşıyanlar genel çekimde yansırken, dış erkek sesi de, “Baba Vito Andolini, Sicilya’nın Corleone kasabasında doğdu. Babası Antonio, mahalli mafya şefine hakaret ettiği için 1901’de öldürüldü. Abisi Paolo intikam yemini edip dağa çıktı ve tek varis olan Vito’yu (Oreste Baldini) cenaze töreninde annesiyle (Maria Carta) yalnız bıraktı. Daha dokuz yaşındaydı” diyor. Önde bando, onların ardında rahip, tabutu taşıyanlar da onların gerisinde yürürken yansıyor uzaktan. Küçük Vito da, siyahlar içindeki annesiyle beraber. Bir silah sesi duyuluyor birden. Paolo’yu vuruyorlar. Anne, mafya şefi Don Francesco Ciccio’ya (Giuseppe Siiato) evine gidiyor küçük oğlu Vito’yu bağışlaması için. Kadın, “Önce kocamı öldürdünüz. Sonra da büyük oğlum Paolo’yu intikam yemini ettiği için” diyor. Vito’nun kimseye zarar vermeyeceğini söylüyor. Ama Don Ciccio, “Büyüyünce zarar verir” diyor. Vito’nun annesi, elindeki bıçağı Don Ciccio’nun boğazına dayıyor, Vito da kaçıyor. Kadını vuruyorlar. Gangsterler, Corleone kasabasının dar sokaklarında dolaşarak Vito’yu saklayanlara tehdit savuruyorlar. Ama Vito, yakınlarının yardımıyla kasabadan uzaklaşıyor ve Amerika’ya giden gemiyle özgürlüğe yol alıyor tek başına. Uzaktan, New York’taki Özgürlük Heykeli yansırken, kamera da sürekli sola çevrinme (pan) yaparak gemideki yoksul insanları gösteriyor. Sonra göçmenlerin ilk ayak bastıkları Ellis Adası’na geliyor gemi. Göçmenler muayeneden geçiyorlar önce. Kamera, sağa doğru kayarak küçük Vito’yu izliyor kalabalıklar içinde. Sonra sola kaymaya başlıyor kamera. Vito’nun şaşkınlığını yansıtıyor. İngilizce bilmiyor Vito. Sonra onu muayeneye alıyorlar. Çiçek hastalığından dolayı üç ay karantinaya alınıyor Vito. Karantinadaki odasının penceresinden Özgürlük Heykeli yansıyor. Vito, Andolini soyadını bırakıp, doğduğu kasaba Corleone’yi soyadı yapıyor sonraları.

Zincirlemeli geçişle beyazlar içindeki torunu Anthony Vito (James Gounaris) yansıyor. 1958 yılı. Nevada’daki Tahoe Gölü… Gündüz. Birkaç yaş büyümüş çocuk Anthony Vito, kendi gibi beyazlar giyinmiş kızlı oğlanlı yaşıtlarıyla içeride toplanmışlar. Rahip de var. Dua ediyorlar. Rahip, çocuklara kutsanmış ekmek yediriyor. Bu, Anthony Vito’nun yardım partisi. Aile artık Nevada’ya taşınmış. Las Vegas’ta otel-kumarhane işletiyorlar. Göl kıyısındaki malikânenin bahçesinde parti yansıyor. Connie (Talia Shire) annesinin (Morgana King) masasına gidiyor. Kocası öldürüldükten sonra bunalıma giren Connie, sürekli sevgili değiştirerek avunmayı sürdürmüş. Kasvetli çalışma odasında bir Senatör Pat Geary (G. D. Spradlin), Michael’a (Al Pacino) otel ve ruhsatı üzerine konuşuyor. Odada Tom da (Robert Duvall) var. Ruhsat fiyatı da 250 bin dolarmış. Senatör rüşvet istiyor. Dört otelden de yüzde beş. Mafyadan hoşlanmıyormuş senatör. Bu yüzden rüşveti yüksek tutmuş. Michael, sakince teklifi kabul etmiyor. Kamera dışarıda sola çevrinme yaparak eğlenen mutlu insanları yansıtıyor. Michael’la görüşmek için New York’tan gelmiş Frank Pentageli (Michael V. Gazzo), Fredo’ya (John Cazale) onunla bir türlü görüşemediğini söylüyor. Sırasını beklemesi gerekiyormuş. Sonra çalışma odasına şarkıcı-oyuncu Johnny (Al Martino) geliyor. Michael baş başa görüşmek istiyor onunla. Johnny, “Roth’un yanından geliyorum” diyor. Hyman Roth (Lee Strasberg) iyi değilmiş. Michael, Connie’yle de görüşüyor bu karmaşanın içinde. Connie, yeni sevgilisi Merle’le (Troy Donahue) Avrupa’ya gidecekmiş. Paraya ihtiyacı var elbette. Michael ve Connie görüşürken, kamera ayakta duran Michael’a çevrinme yaparak yukarıdan Connie’yi yansıtıyor. Michael, “Bizimle kal. Aileyle. Malikânede çocuklarınla birlikte” diyor. Connie, Merle’in elini tutarken Michael, “Bu adamla evlenirsen düş kırıklığına uğrayacaksın” diyor.

Artık gece. Aile ve dostları beraberce yemek yerken sorunlar da ortalığa savruluyor. Fredo’nun karısı sarhoş ve biriyle dans ederken yere yığılıyor. Kadın, Fredo’yu aşağılıyor. Michael bir şeyler düşünüyor. Sonra çalışma odasında Pentangeli’yle görüşüyor. Yaşlı Clemenza’nın öldüğünü söylüyor. Pentangeli, Michael’a gerçekten saygı duyuyor muydu? Michael, ona “Senin ailen hâlâ Corleone” diyor. Pentangeli, Don Vito’ya hep sadık kalmış. Pentangeli, Rosato kardeşler, yani Carmine (Carmine Caridi) ve Tony (Danny Aiello) sorunu için gelmiş buraya. Rosato kardeşlerin ölmesini istiyor Pentangeli. Bir de Yahudi Hyman Roth’la iş yapmayı sürdürmek istiyor. Michael, onun dönmesine izin veriyor. Michael’ın planları varmış. Gece parti sürüyor. Michael, karısı Kay’le (Diane Keaton) dans yapıyor onca görüşmelerin ardından. Nino Rota’nın bu filmin ruhu olan tema müziği duyuluyor.

Yatak odasında. Kay yatakta. Michael soyunurken, Kay pencerelerin açık olduğunu fark ediyor birden. Ardından da içeri yaylım ateşi yapılıyor. Bu saldırıyı kim yapmıştı? Ziyarete gelen Pentangeli mi, yoksa başka biri mi? Korumalar, ateş edenlerin peşine düşüyorlar ve iki saldırganı öldürüyorlar. Michael ne yapacaktı? Michael, Tom’a kendisini sevdiğini, bazı şeyleri sakladığını söylüyor. Ama bir tek Tom’a güveniyormuş. Michael işleri Tom’a devrediyor. Michael, hainin içeriden olduğunu da seziyor. Oğluyla vedalaşan Michael, bir süreliğine uzaklaşmaya karar veriyor.

Zincirlemeli geçişle kamera 1917 yılına gidiyor. New York. Genç Vito (Robert de Niro), evli ve bir de bebeği var. Santino “Sonny” doğmuş. Zincirlemeli geçişle tiyatro yansıyor. Vito, tiyatroya bakkal patronu Abbandando’nun (Peter LaConte) oğluyla geliyor. Patronun oğlu, sahnedeki kıza tutkulu. Sahnedeki oyun da etkileyici anlatımla yansıtıyor yönetmen. İtalyanların değişmez kaderiydi bu. Özgürlük Heykeli’nin olduğu perde açılıyor ve sahnedeki dram yansıyor. Masada oturmuş kederli adam, “Napoli’yi terk ettim. Annemi terk ettim. Hem de bir sürtük yüzünden” diyor çöküntü içinde. New York’a gelmiş. Şimdi yapayalnızmış ve sadece annesini düşünüyormuş. Kapı açılıyor, kız içeri giriyor. Adam kederle ağlarken, sahnenin önünde keman çalıyor ruh acıtarak. Adam, tabancasını masanın üstüne bırakıyor ve ardından şarkı söylüyor. Oyundan sonra kızla konuşmak için kulise gidiyorlar, ama “Kara El” Fanucci’yi (Gaston Moschin) görüyorlar. Fanucci, haracını istiyor oyuncu kızın babasından.

Gündüz. Dışarıdan bakkal Abbandando’nun dükkânı yansıyor. “Steadicam” kamera, omzunda kasayla dışarı çıkan genç Vito’yu takip etmeye başlıyor. Vito, caddede kalabalıklar içinde. Coşku ve hüznü duyuran müzik de duyuluyor bu anda. Zincirlemeli geçişle Vito, genç karısıyla (Francesca da Sapio) masada yemek yerken, dışarıdan bir ses duyuyorlar. Genç adam, “İtalyanca biliyor musun” diyor. Sonra da pencereden bir çuval veriyor saklaması için. Vito, çuvalın içine baktığında tabancaları görüyor. Ertesi gün bakkala Fanucci geliyor. Vito da bir köşede yemek yerken yansıyor. Fanucci haracını istiyor Abbandando’dan. Bakkalda çalışması için de bir çocuğu bırakıyor. Abbandando, Fanucci gittikten sonra sıkılarak Vito’nun işine son veriyor. Vito anlayışla karşılıyor ve evine giderken, Abbandando ona bir kasa yiyecek veriyor. Her onurlu insan gibi bu “iyiliği” geri çeviriyor Vito. Çünkü acımayla yapılan tüm iyilikler aşağılayıcıydı. Vito eve geliyor ve masaya bir meyve bırakıyor. Genç karısı mutlu oluyor. Çuval içinde tabancaları saklaması için Vito’ya emanet bırakan genç Clemenza (Bruno Kirby) geliyor. Dışarı çıkıyorlar. Caddede kalabalıklar içinde yürüyorlar. Clemenza, iyiliği için bir hediye vermek istiyor. Bir eve gidiyorlar. Clemenza kapıyı açıyor. Dayalı döşeli zengin evinde kimse yok. Clemenza salondaki kilimi topluyor. O sırada üniformalı biri geliyor kapıya. Kapının camından içeri bakıyor. Sonra kilimi Vito’nun salonuna seriyorlar. Santino “Sonny” bebek artık salonda güvenle emekleyebilecek. Vito’yla Clemenza arasında yıllarca sürecek dostluğun da temeli atılıyor böylece.

Gece. Tren hızla yol alırken yansıyor. Michael kompartımanında yemek yemeye hazırlanıyor. Gündüz arabada. Miami şehrindeler. Michael arabayı sürerken, koruması (Americo Tot) arkada oturuyor. Villaya geliyorlar. Hyman Roth’un malikânesi burası. Yaşlı Hyman Roth hasta. Roth, “Sağlık, paradan ve güçten daha önemli diyor. Michael, buraya gelmesinin nedeni çok kan dökülecek olmasından. Savaş başlamasın istiyor. Pentageli’den söz ediyor. Pentageli, Rosato kardeşleri yok etmesini istiyordu Michael’dan. Roth, “Tarih yazacağız” diyor. Michael, Pentangeli’nin ortadan kaldırmasına itirazı olup olmadığını soruyor Roth’a. Pentangeli bir hiçmiş. New York’ta. Karlı gün. Araba malikânenin önüne geliyor. Pentangeli dışarı çıkıyor. Malikânesinin önünde birtakım adamlar görüyor. İçeri giriyor. Michael onu bekliyor. Michael, kendisine yapılan saldırıyı soruyor. Öfkeli. Michael, intikamını almak için Pentangeli’den yardım istiyor. Roth, Rosato kardeşleri koruyormuş. Michael, Roth’un kendisini öldürtmek istediğini biliyor. Bu malikâneyi, Don Vito öldükten sonra Clemenza’ya satmış Michael. Sonra da Pentangeli satın almış. Her şey değişmiş. Don Vito’nun çalışma odası bile. Michael, en çok ailesinin içindeki haini bulmak istiyor.

Gece. Las Vegas. Fredo ve karısı yatakta uyurken kamera öne doğru kayarken telefon çalıyor. Fredeo, Johnny’yle konuşuyor. Gündüz. New York’ta. Pentangeli, sokakta Rosato kardeşlerle buluşuyor barış için. Bara gidiyorlar. Kardeşler, Pentangeli’yi boğarak öldürmeye çalışırlarken, içeri üniformalı bir polis giriyor ve işler karışıyor. Çatışma çıkıyor. Pentangeli, çatışma sürerken, gözlerini açıyor bir köşede. Las Vegas’taki olaya Tom el koyuyor. İlk anda otel odasında siluet görüntüyle yansıyor her şey. Muamma var çünkü. Bir senatör uyandığında beraber olduğu kadını kanlar içinde bulmuş. Anlam veremiyor. Tom, senatörle yalnız konuşuyor odayı boşalttıktan sonra. Senatöre, Michael’ın Tahoe’daki malikânesine gitmesini istiyor. Gündüz. Güvenli evde. Kay arabayla dışarı çıkmak istiyor. Ama izin verilmiyor.

Michael Küba’da. Havana sokakları arabanın içinden yansıyor. Halk sokaklarda ve bir şeyler değişiyor gibi. Küba’nın başkanı (Tito Alba), Amerika’dan gelen “sanayicileri”, “yatırımcıları” lüks otelde ağırlıyor. Michael ve Roth da masada. Eğlence sektörüne yatırım yapacaklarmış. Yılbaşı günü. Amerikan telefon şirketi altından telefon yapmış ve telefon masadakilerin elinden geçiyor. Başkan, devrimcilerin bastıracaklarını söylüyor. Teminat veriyor. Devrimcileri asla lüks otellere sokmayacakmış. Masadakiler kahkahayla gülüyor. Michael arabada. Trafik duruyor. Askeri polisler, devrimcileri püskürtmeye çalışırken yansıyor. Devrimciler, “Yaşasın Fidel” diye slogan atıyorlar. O sırada kalabalığın içinde bomba patlıyor. Hyman Roth’un doğum günü partisi yapılıyor terasta. Roth, öldüğünde veya emekliye ayrıldığında her şeyini Michael’a bırakacakmış. Michael, bir isyancının askeri polisçe tutuklanmasını anlatıyor Roth’a. Teslim olmak yerine el bombasını patlatmış. Michael, “Askerler para alıyor, isyancılar almıyor. Kazanabilirler” diyor. Roth, zamanında Don Vito’yla Küba’da şeker pancarı işine de girmiş. Fredo da geliyor Michael’ın kaldığı otele. Çantayla da iki milyon getirmiş. Küba’nın başkanına rüşvet olarak verilecekmiş. Michael ve Fredo dışarı çıkıyorlar. Masada içki içerken dertleşiyorlar. Fredo, hep Kay gibi bir kadınla evli olmak istemiş. Çocuk özlemi de duyuyor. Buraya Senatör Geary ve hükümetten bazı kişiler de gelecekmiş. Fredo’nun, onlarla ilgilenmesini istiyor. Michael, akşamki yılbaşı partisinde olacakları anlatıyor. Kendisini öldüreceklermiş. Bir sırrını daha söylüyor Fredo’ya. Malikâneye saldırtan Roth’un yeni yılı göremeyeceğini söylüyor Michael.

Gece. Michael, Roth’un oteldeki odasına gidiyor. Hasta Roth, Fredo’nun getirdiği paraları istiyor Michael’dan. Roth’un bundan nasıl haberi olmuştu? Michael, Pentangeli’yi kimin öldürdüğünü soruyor Roth’a. Emri vereni öğrenmek istiyor. Roth, Moe Greene’den söz ediyor. Çölde Las Vegas’ı yaratmış Moe. Bir şeyleri bildiğini hissettiriyor Moe’nun öldürülmesiyle Roth. Küba’nın başkanının verdiği “Belle Epoque” partiye Senatör Geary de geliyor. Michael’ın koruması, Roth’un adamı Johnny Ola’yı (Dominic Chianese) öldürüyor. Roth, odasında ve başında doktor da var. Parti sürerken askeri polis yansıyor kalabalıklar içinde. Partide senatör, ABD’nin Küba’ya bir milyar dolar yatırım yaptığını ve “Ike” Eisenhower’ın buradan çıkmayacağını söylüyor. Kamera arkadan kayarak elinde çiçek olan korumayı takip ediyor gerilim yükselirken. Odaya giren koruma yastıkla Rot’u boğacakken, asker polisler üzerine kurşun yağdırıyorlar. 1959 yılına geçiliyor coşkuyla partide. Michael, hainin Fredo olduğunu biliyor. Fredo’ya, “Sen kalbimi kırdın” diyor. Küba’nın başkanı partidekilere, yenilgiyi kabul ettiğini söylüyor ve istifa ediyor. Fazla kan dökülmemesi içinmiş istifası. Kamera, kalabalıklar içinde sağa kayarak Michael’ı takip ediyor. Michael dışarı çıktığında halkın devrimi kutladıklarını görüyor. Zenginler, korku ve telaşla oradan oraya panikle kaçışıp duruyorlar. Michael, Fredo’nun kendisiyle gelmesini istiyor. Ama Fredo korkuyor. Zenginler, ABD Büyükelçiliği’ni sanki kuşatıyorlar korkudan.

Gündüz. Michael Taheo’daki malikânede. Tom’la konuşuyor. Kay, üç buçuk aylık hamileyken bebeğini düşürmüş. Michael, bebeğin oğlan olup olmadığını öğrenmek istiyor. Öfkeli.

Zincirlemeli geçişle genç Vito’nun evi. Bebek Fredo hastalanmış. Gündüz, Vito arabayla giderken, arabaya Fanucci biniyor. Fanucci, Vito’nun çetesiyle yüklüce para kazandığını biliyor. Haracını istiyor. Çünkü kendisine saygı göstermeleri gerekiyormuş. Vito ve çetesi evde makarna yerlerken İtalyanca konuşarak durumu değerlendiriyorlar. Clemenza haracı vermekten yana. Genç Tessio da (John Aprea) öyle. Ama Vito’nun da düşündükleri var. Vito, adam başı ellişer dolar vermeyi teklif ediyor. Vito, Fanucci’nin reddedemeyeceği teklif yapacakmış. Noel zamanı. İsa heykelini taşıyan kalabalık kiliseye doğru yürürken, kamera sağa kayarak atıştıracak bir şeyler alan Clemenza’yı takip ediyor. Clemenza, Vito’nun yanına gidiyor, parayı ona veriyor. Sonra Tessio da gelip o da parayı Vito’ya veriyor. Fanucci kahvede oturuyormuş. Hem de tek başına. Vito kahveye gidiyor, Fanucci’nin masasına oturuyor. Sonra da parayı masanın üzerine bırakıyor. Fanucci şapkasını paranın üzerine koyuyor ve “Görünüşe göre şapkamın altında yüz kâğıt var” diyor. Vito işsiz olduğunu ve zaman istiyor. Fanucci, parayı alıyor, dışarı çıkarken Vito’ya, çok para kazanacağı iş bulacağını söylüyor. Fanucci kalabalığa karışırken, Vito da çatıya çıkıyor. Bu anlarda estetik anlamda çarpıcı fotoğraflar oluşturuyor Coppola. Gerilim usul usul yukarıya doğru tırmanıyor. Vito, zuladaki tabancayı alıyor ve Fanucci’nin “San Rocco” yazan binaya girmesini izliyor. Binanın koridorunda Fanucci’yi tuzağa düşüren Vito, ona ateş ediyor. Vito ardından tabancanın namlusunu Fanucci’nin ağzına sokuyor ve… Vahşi anlar. Ardından Vito çatıda tabancayı parçalıyor. Parçaları da bacalardan aşağıya atıyor. Vito eve geliyor. Karısı töreni izliyor. Bebek Michael’ı kucağına alan Vito, “Baban seni çok seviyor. Bunu sakın unutma” diyor. Görüntü kararıyor.

Kar yağmış. Siyah araba malikânenin dış kapısından giriyor. Michael arabada. Michael, ağzında sigarayla etrafa bakınıyor hüzünle. İçeri giriyor. Her şey değişmiş. Michael evin içinde dolaşıyor. Kay içeride dikiş dikiyor. Onu izliyor sessizce. Ardından kamera, Senato’nun mahkemesine gidiyor. Komite, Michael Corleone ailesini tanıkların itiraflarıyla çökertmek istiyor. Şimdi sorgulansa Willi Cicci (Joe Spinell) adında biri. Senatör, “Bay Cicci, 1942’den bu yana Genco Zeytinyağı Şirketi’nin işçisi miydiniz” diye soruyor. İtalyanca konuşan Cicci’nin görevi herkes gibi askerlikmiş. Bu askerlik tetikçilik miydi? Cicci, doğrudan Michael’dan emir almamış. Michael malikânede. Kar yağmış. Malikânesinin bahçesindeki küçük eve doğru yürüyor. Evde annesi evde tek başına kalıyor. Michael annesiyle dertleşmek istiyor. Belki de ondan bazı cevapları arıyor. Michael, “Anne, babamın kalbinden neler geçiyordu” diye soruyor. Don Vito güçlü bir insanmış. Michael, “İnsan ailesi için güçlü olurken, ailesini kaybedebilir mi” diye sorduğunda annesi, Michael’daki kederi kaybettiği bebeğinden olduğunu düşünüyor.

Artık bıyık bırakmış genç Vito, caddede kalabalıklar içinde yürürken yansıyor. Zeytinyağı işi yapan Vito’ya dertlerini çözmesi için gelenler de var şimdi. Dul, yoksul ve yaşlı bir kadın Bayan Colombo (Saverina Mazzola), köpeği yüzünden ev sahibi Roberto (Leopoldo Trieste) onu dışarı atmış. Vito, berberde tıraş olan Roberto’nun dışarı çıkmasını bekliyor. Dışarı çıkan Roberto’yla yaşlı kadının durumunu konuşuyor. Roberto’ya para veriyor kira için. Vito, uzlaşmacı bir insan. Çok geçmeden Roberto telaşla Vito’nun Genco Zeytinyağı Şirketi’ne geliyor. Kendince soruşturma yapmış ve Vito’nun yeni “Don” olduğunu öğrenmiş. Aldığı tüm parayı da iade ediyor korkusundan.

Michael, Komite önünde ifade veriyor. “Baba” lakabı, dostlarca sevgi ve saygı ifadesi olarak kullanılıyormuş. Soruşturma, tıpkı McCarthy soruşturmaları gibi. Bir senatör, bir bölümünün İtalyan kökenli Amerikalılar olduğunu söylüyor. Senatör, kâşif Kristof Kolomb’tan fizikçi Enrico Fermi zamanlarına atıfta buluyor. O zamanlardan bu yana İtalyan asıllıların bu ulusa çok katkısı olduğunu söylüyor. Bir başka senatör de, Michael’ın ülkenin en güçlü mafyası olduğunu söylüyor. Michael’a, 1947’deki Sollozzo ve polis yüzbaşısı McCluskey cinayetleri de soruluyor. Sonra da 1950’deki Barzani ve Battaglia cinayetleri de. Tom, Michael’ın savunmasını yapıyor Komite önünde. New York’taki kumar ve uyuşturucu işleriyle de suçlanıyor Michael. Ama hepsini reddediyor. Michael, İkinci Dünya Savaşı’nda bu ülke için savaşmış, şeref madalyası almış. Michael, şu ana kadar hiç suçlanmamış. Duruşma erteleniyor. FBI, Pentangeli’yi güvenli yerde askeri koruma altına almış. Mahkemede Tom, Pentangeli’nin ölmediğini söylüyor Michael’a. Her şeyi Roth planlamış. Michael, Fredo’yu soruyor. Onunla konuşmak istiyormuş.
Tahoe Gölü kıyısındaki malikânede. Karlı bugünde Michael, Fredo’ya itiraf ettiriyor. Fredo, kendinden küçük kardeşi Michael’dan emir almak gururunu incitmiş. Bu yüzden ihanet yapmış. Kendisini, Senato’nun avukatı Questadt (Peter Donat) ve Roth satın almış. Michael, “ Fredo, benim için bir hiçsin” diyor. Michael, annesi ölene kadar Fredo’ya bir şey olmasını istemiyor.

Gündüz. FBI’ın askeri korumasında Palermolu Pentangeli, askeri üniformayla arabaya bindiriliyor ve Komite’nin mahkemesine götürülüyor. Duruşmaya Michael da geliyor. Tom da orada. Komite, Corleone ailesinin tüm ülkede kumarhanelerle bir suç örgütü yönettiğini kanıtlamaya çalışıyor. Pentangeli ve Michael arasında bir aracı yokmuş. Pentangeli puro yakıyor mahkemede. Kendinden emin ve güvende hissediyor. Pentangeli, ifadesini değiştiriyor ve “Ben hiçbir zaman bir babayla tanışmadım” diyor. Basın da mahkemeyi takip ediyor. Pentangeli, Michael’ın babasıyla zeytinyağı işi yaptıklarını söylüyor. FBI’a verdiği ifadenin yalan olduğunu, çünkü kendisinden öyle ifade istendiğini söylüyor Komite’ye. Pentangeli serbest bırakılıyor.

Gündüz. Hotel Washington’a Kay geliyor. Michael odada. Kay, mutsuz ve Michael’la her şeyi koparmak istiyor gibi. Kay, bebeği düşürmemiş, kürtaj yaptırmış. Bir oğlan daha doğurmak istememiş mafyaya. Michael şok geçiriyor ve Kay’i tokatlıyor. Çocukları da Kay’e bırakmıyor.

Sicilya’da. Tren gara giriyor. Genç Vito, ailesiyle baba toprağını ziyarete gelmiş. Malikâneye gidiliyor arabayla. Dışarıda kurulmuş masada yemek yiyorlar ailecek. Connie de doğmuş. Sicilya anlarında, Nino Rota’nın filmin ruhu olan tema müziği de duyuluyor. Zincirlemeli geçişler de fark ediliyor bu anlarda. Daha sonra Vito, genç Tommasino’yla (Mario Cotone) beraber Don Ciccio’nun malikânesine gidiyor arabayla. Zeytinyağı alacak tüccar gibi yaklaşıyor yaşlı Don Ciccio’ya. Sonra kim olduğunu hatırlatıyor kulağı ağır işiten Don Ciccio’ya Vito. Babasının intikamını aldıktan sonra yine trenle yola çıkıyorlar ailecek.

Zincirlemeli geçişle Tahoe’daki malikânede cenaze töreni yansıyor. Michael’ın annesi ölmüş. Fredo cenazede olduğu için ortalarda görünmüyor Michael. Connie, Michael’ı kasvetli odasında buluyor. Connie, kocası Carlo’yu öldürttüğü için Michael’dan nefret etmiş. Fredo’yu affetmesi için yalvarıyor. Connie, Michael’a kendisi bakmak istiyormuş. Michael’ın elini öpüyor Connie. Cenazenin olduğu salona giden Michael, Fredo’ya sarılıyor. Michael, “temizlikçi”yle göz göze geliyor. Cenazeden sonra toplantıda Tom, Michael’a Roth’un gazetelere düşen haberlerini söylüyor. Roth’un İsrail vatandaşlığı reddedilmiş. Beunos Aires’e gitmiş, oraya yerleşmek için rüşvet teklif etmiş, ama orası da reddetmiş. Roth, Amerika’ya dönecekmiş. Elbette FBI havaalanında tutuklayacakmış. Michael, Roth’u yok etmek istiyor. Göl kıyısında Fredo, yeğeni Anthony Vito’yla oltayla balık avlarken, çocukluk hatıralarını da anlatıyor ona.

Tom da Pentageli’yi ziyarete gidiyor. Pentangeli, “Tıpkı Roma İmparatorluğu gibiydik” diyor Tom’a. Şimdiyse zaman değişmiş. Romalılar üzerine konuşmalar da çarpıcıydı bu anda. İmparatora ihanet eden zenginse, adam öldürülüyormuş ve serveti ailesine kalıyormuş. Ama ihanet eden yoksulsa, her şeyi imparatora kalıyormuş.

Malikânede. Kay, çocuklarını görmeye gelmiş. Kay çıkacakken, hüzünlü Michael geliyor, kapıyı örtüyor, Kay dışarıda kalıyor. Fredo, kayıkta öldürülüyor. Ardından Roth da havaalanında. Pentangeli de küvette ölü bulunuyor. Michael’a ihanet eden herkes siliniyor hayattan. Şimdi hayat daha mı güvenliydi? Michael, odasında kederler yaşarken, zincirlemeli-bindirmeli çekime benzer bir anda Sonny görünüyor. Bu an, sanki camdan yansıyan görüntü gibiydi. 1940’ların başı. Sonny, babasının doğum günü yemeğine Carlo’yu da (Gianni Russo) davet etmiş kız kardeşi Connie’yle tanışması için. Fredo da geliyor. Michael, orduya yazıldığını söylüyor birden. Sonny yine öfkeleniyor. Don Vito geldiğinde kamera onu göstermiyor. Michael masada tek başına kalıyor diğerleri odadan çıktığında. Zincirlemeli geçişle çocukluğu yansıyor Michael’ın. Ardından da şimdiki an. Michael, dışarıda bankta kederler ve yalnızlıklar içinde otururken görüntü de kararıyor üzerine.

(16 Nisan 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Otto Preminger: Tabulara Karşı Çıkan Sinemacı

35. İstanbul Film Festivali, ölümünün 30. yıldönümünde klasik Amerikan sinemasının büyük ustalarından Otto (Ludwig) Preminger’in eşsiz kariyerinden 10 filmlik bir seçki sunuyor. Sinema tarihinin bu iz bırakmış ismi 1905 yılında Avusturya – Macaristan İmparatorluğu topraklarında Yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Baba mesleğinin izinde giderek hukuk okurken tiyatro tutkusu ağır basmış ve dönemin ünlü tiyatro adamı Max Reinhardt’ın eğitiminden geçmiştir bir süre. Daha sonra sinemaya yönelir ve ilk filmi ‘Die Grosse Liebe / Büyük Aşk’ı 1931 yılında Avusturya’da çeker. Nazizm’in yükselişe geçtiği dönemde Broadway’de bir oyun sahnelemek üzere 1935 yılında ABD’ye göç eder. Burada 20th Century Fox ile anlaşan sinemacı, Daryl Zanuck ile ters düşer önceleri, ancak büyük bir ticari başarı kazanan 1944 yapımı (bizde ‘Kanlı Gölge’ adıyla gösterilmiş) ünlü ‘Laura’ ile Hollywood’daki engellenemez yükselişi başlar.

Festival seçkisini de başlatan ‘Laura’ sinema tarihinin önemli kara film (Film Noir) örneklerinden biridir. Preminger gizemli güzel Gene Tierney ve gözde oyuncularından Dana Andrews ile ilk kez bu filmde çalışır. Tierney’nin klasik bir ‘femme fatale’ olarak çizilmemiş olduğu suç ve gerilim öyküsünde yazar Waldo karakterinde Clifton Webb ile uçarı playboyda erken rollerinden birinde korku ve gerilim filmleriyle sonradan ünlenecek Vincent Price’ı izlemek keyif vericidir.

Laura’nın hem ticari hem de eleştirmenler cephesindeki başarısı Preminger’in kara film türünde yeni eserler üretmesine yol açar. 1945 yapımı ‘Düşmüş Melek / Fallen Angel’ ve festival seçkisinde yer alan 1950 tarihli ‘Kaldırımlar Bitince / Where the Sidewalk Ends’ tipik gece filmleridir. Okyanus kıyısındaki küçük kasabanın gizemli sessizliği liman kentinin vapur düdükleriyle bozulur bu sır dolu hikâyelerde. Yine Gene Tierney ile çalıştığı 1950’ler başından ‘Girdap / Whirlpool’ dönemin Freudyen okumalara açık yapımlar modasına uygun, hipnoz üzerine bir kleptoman öyküsüne soyunur. Son iki filmde (Hitchcock ustanın ünlü hipnoz hikâyesi ‘Öldüren Hatıralar / Spellbound’ ve ‘Aşktan da Üstün / Notorius’un senaryolarını da kaleme almış olan) dönem Hollywood’unun en tanınmış yazarlarından Ben Hecht ile parlak bir işbirliği söz konusudur.

1952 yapımı ‘Angel Face’ başroldeki Jean Simmons’un melek yüzünün ardındaki karanlığı eşeler. ‘Postacı Kapıyı İki Kere Çalar / The Postman Always Rings Twice’ı hatırlatan finaliyle seyircisini şaşırtan bu yapımda dönemin gözde aktörlerinden Robert Mitchum ile çalışır. Mitchum ile işbirliği, oyuncuyu Hollywood’un gelmiş geçmiş en büyük ikonlarından Marilyn Monroe ile eşleştirdiği (festival programı içinde yer alan) ‘Dönüşü Olmayan Nehir / River of No Return’ isimli ilk ve tek western çalışmasında sürer.

Kara film janrında elde ettiği haklı başarının üzerine birbirinden farklı türlerde denemelerden kaçınmamıştır Preminger. Üstelik bunu stüdyo sisteminin altın çağını yaşadığı Hollywood ortamında yapabilme cesaretini göstermiş, yaratıcılığının sınırlarını zorlamıştır. Birçok filminde kolaycı mizansenlerden kaçınmış, dönemin ana akım Hollywood filmlerinde pek rastlanmayan uzun planlarıyla farklılık yaratmıştır. Bu özellikleriyle Fransızların ünlü ‘Cahiers Du Cinema’ yazarlarının gözde yönetmenlerinden biri olarak eserleri mercek altına alınmış, Jacques Rivette 1954 yılında kaleme aldığı incelemesinde kendisini bir mizansen ustası olarak selamlamıştır.

Stüdyo düzeni ve sansür baskısından yılmış olan Preminger 50’li yılların ortalarından itibaren bağımsız yapımcı yönetmen olarak kariyerinde yeni bir dönem başlatır. Bu süreçte korkusuzca Hollywood tabularının üzerine gitmesi ve filmlerinin gösterilmesi için hukuk mücadelesine girmekten kaçınmaması Amerikan sinemasının özgürleşmesi adına önemli bir adımdır. 1954 yılında George Bizet’nin müziği üzerine sahnelenmiş ‘Carmen Jones’ müzikalinin sinema versiyonu Dorothy Dandridge ve Harry Belafonte’nin başı çektiği tümüyle siyahi oyunculardan oluşmuş kastıyla o dönem Hollywood ortamında tam bir devrim niteliğindedir. Bağımsız Preminger ertesi yıl çektiği ve Frank Sinatra ile Kim Novak’ı biraraya getirdiği ‘Altın Kollu Adam / The Man with the Golden Arm’ filminde başka bir tabu konuya, uyuşturucu bağımlılığına el atacaktır.

Fransız Yeni Dalgası’nın sembol figürlerinden Jean Seberg’i keşfederek ‘Aziz Joan / Saint Joan’ ve Françoise Sagan uyarlaması ‘Günaydın Hüzün / Bonjour Tristesse’ ile dünya sinemasına armağan eden yine O’dur. Bu farklı denemelerin ardından gelmiş geçmiş en önemli mahkeme dramlarından ‘Bir Cinayetin Anatomisi / Anatomy of a Murder’ ile baba mesleğine selamını çakar yönetmen. ‘Washington’da Fırtına / Advise and Content’ ile siyasetin koridorlarında korkusuzca gezinir. 1963 yapımı ‘Kardinal / The Cardinal’ ile Vatikan’ı mercek altına alır, dinle ilgili sorular sorar. Ustanın festival seçkisine dahil olmuş son çalışması 60 yaşında Londra’da çektiği son dönem filmlerinden ‘Küçük Kız Kayboldu / Bunny Lake is Missing’ başrollerden birinde Sir Laurence Olivier’nin yer aldığı keşfedilmeyi bekleyen ilginç bir psikolojik gerilimdir.

Setteki sıkı disiplini nedeniyle ‘Korkunç Otto’ olarak anılmıştır sinemacı. Güçlü kişiliği ve heybetli görünüşüyle, Yahudi kökenli olmasına rağmen Billy Wilder’ın 1953 yapımı ‘Esirler Kampı / Stalag 17’ gibi başka sinemacıların yapıtlarında Nazi subayı olarak boy göstermesi ise sinema dünyasının muhteşem ironilerinden biri olarak tarihe geçmiştir.

Yazımı tamamlarken festivalin uzunca bir aradan sonra klasik retrospektiflere dönüş yapmasını ve sinema tarihinin yenilikçi ustalarından Otto Preminger’i genç kuşaklara tanıtma çabasını coşkuyla karşıladığımı ifade etmek isterim.

(11 Nisan 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kum Saati Sanatoryumu ile Alternatif Zaman Üzerine Bir Meditasyon

Gri gökyüzünde siyah bir kuşun kanat çırptığını görürüz önce. Bir ağacın dalları girer daha sonra görüntüye. Nihayetinde bir tren penceresinden dışarı baktığımızı keşfederiz. Hareketsiz bedenlerle doludur tren. Devinim halindeki tek kişi olan kör kondüktör Joseph’i uyandırır ve ona varmak istediği yere yaklaştığını bildirir. Trenden inen genç adam karla kaplı mezarlıktan geçerek babasının yattığı sanatoryuma ulaşır. Giriş kapısı devasa bir ağaçla engellendiği için yan pencerelerin birinden girer içeri. Sanatoryumun gizemli doktoru yaşlı adamın ölümünün gerçekleştiğini ancak yeniden hayata döndürülmesi ihtimaline karşılık saatlerin geri alınması suretiyle onun diğer ölümcül hastalar gibi uzun süreli uyutulduğunu bildirir genç adama. Binanın penceresinden dışarı baktığında az önceki kendi gelişini görür Joseph. Örümcek ağlarının sarmış olduğu kafeteryaya indiğinde kapkaranlık bir örtünün altından çocukluğuna geçiş yapar.

35. İstanbul Film Festivali’nin en güzel sürprizlerinden biri olarak programda yer alan ‘Kum Saati Sanatoryumu / Sanatorium Pod Klepsydra’ giriş bölümünden aktardığımız kısa notlardan anlaşılacağı üzere gerçeküstücü bir düş dünyasının dehlizlerinde izleyicisini şoke eden benzersiz bir sinema klasiğidir. Uzun yıllar önce İstanbul Sinematek’inde gösterilmiş ‘Zaragoza’da Bulunmuş Elyazması / Rekopis Znaleziony w Saragossie’ ile tanıdığımız Polonya sinemasının büyük ustalarından Wojciech Has’ın ülkemizde ilk kez gün ışığına çıkacak olan 1973 yapımı kült filmi kendi ülkesinde sansürün hışmına uğramış ve gizlice gönderilen kopyasıyla Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştır.

2000 yılında 75 yaşında kaybettiğimiz Has ülkesinin ünlü Lodz sinema okulundan mezun olmuş. Ressamlığıyla da bilinen sinemacının eseri yazar Bruno Schulz’un kısa hikâyelerine dayanır. Baba tarafından Yahudi kökenli sinemacı, bir Polonya Yahudisi olan yazarın ilki ‘Timsahlar Sokağı’ diğeri Has’ın yapıtıyla aynı adı taşıyan iki öykü kitabından yola çıkmış. Tümü birinci kişinin ağzından yazılmış ve çoğu aynı karakterler etrafında dönen bu kısa hikâyeler fanteziler ve düşlerle örülüdür. Genellikle özyaşamsal oldukları kabul edilen ve Schulz’un yaşadığı Yahudi kenti Drogobych’te geçen anlatılarda geleneklere bağlı gerçek öyküler ile hayal ürünü düşler içiçe geçmiştir. İki kitabı dışında Schulz’un yapıtları günümüze ulaşamamış, İkinci Dünya Savaşı ve Yahudi soykırımının külleri arasında yitip gitmiş ne yazık ki. Yazar 1942 yılında bir Nazi kurşunuyla sokakta öldürülmüştür.

Edebi metinlere olan ilgisini daha önceki Zaragoza deneyiminden bildiğimiz Has, Schulz’un fantezi yoğun şiirsel metnini sinemaya uyarlarken gerçekten zorlu bir çabaya girişmiş. Özellikle 70’li yılların teknolojisi düşünüldüğünde böylesine sürrealist bir düş dünyasının altından bu denli başarıyla kalkabilmiş olması büyük başarı. Ancak Schulz’un metninin fantastik boyutunu bilenler için Has’ın sinefilleri mest eden uyarlamasının alçakgönüllü kaldığı bile
düşünülebilir. Schulz’un hikâyelerini serbest bir biçimde kullanmış Has. Kendi eklediği bazı bölümler metnin özünü zedelememiş. Filmin yapısını uzun bir düş olarak tasarlamış. Bu açıdan zaman ve mekânlar arası geçişlerde aynen rüyalarda olduğu gibi bir belirsizlik hali mevcut. Kitaplar, kutsal metinler, tarihsel olaylara atıflar, Avrupa’nın uygarlığının üzerine inşa edildiği sömürgeleştirme süreci ve Yahudi soykırımının dehşetine ilişkin metaforik bölümler özellikle dikkat çekiyor. Yer yer metni aşan mükemmel bir görsellik filmin bunca yılın ardından sapasağlam kalışının en önemli etkenlerinden.

David Lynch ve Quay kardeşler gibi fantastik sinemaya kafa yormuş çağdaş sinemacıların ilham kaynağı olan film her izlendiğinde farklı açılardan okunan çok önemli bir çalışma. 2000’lerde Martin Scorcese sayesinde restore edilen film, festival programına bu sene eklenen ‘Gömülü Hazineler’ seçkisinde iki kez gösterime sunuluyor. DVD formatından ardından ülkemizdeki bu ilk beyazperde serüveninde ‘Kum Saati Sanatoryumu’nu kaçırmamanızı tavsiye ediyorum.

(12 Nisan Salı 19:00 Kadıköy Rexx 1; 16 Nisan Cumartesi 13:30 Beyoğlu Fitaş 4)

(09 Nisan 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

 

Yeniden Başla (Demolition)

Herkes kendince bir dünya kurar ve o dünyayı yakalamak -daha doğru bir deyişle- o dünyada yaşamak için çaba harcar. Kimi zaman istediğini elde eder, kimi zaman ömrü yetmez buna. Yine de mutludur alabildiğine, yine de bezmez koşmaktan, bıkmaz, usanmaz…

Eşini tatsız bir trafik kazasında kaybeden David (Jake Gyllenhaal), tutunacak bir dalı kalmadığından, o konumdaki (iyi kazanan bir yatırımcı, daha da kötüsü eşi yeni ölmüş) birinin hemen hiç uğraşmayacağı üç kuruşluk bir çikolata peşine düşer. Bu arada her şeye boş verir, evliliğini sorgular. Sahi, seviyor mudur eşini?

Sevgi, neye göre… nereye kadar?

İnsan nedensiz de sever kuşkusuz ama sürekliliği olan bir ilişkinin belli bir temele oturması gerekir, değilse boşluğa düşer. Zaten o boşluktur ki üç kuruşluk çikolata için yazdığı şikayet mektubunda yaşamını anlatır: Kim olduğunu, neler düşlediğini, nelerle karşılaştığını…

15. If İstanbul Uluslararası Bağımsız Film Festivali’nin kapanış filmi olan ve 2017 yılı Oscarları arasında öne çıkan Jake Gyllenhaal’in bu önemli çalışması, izleyicinin kendisini sorgulamasını sağlıyor. Çalışma yoğunluğu içerisinde istediği gibi yaşayamadığına inanan David, mektuplarına yanıt veren Naomi Watts ve çocuğuyla yepyeni bir hayata başlar. Artık ne kimse umurundadır ne de bir beklentisi vardır. Yaşam yeniden başlamıştır kendisi için…

En iyi rock’n roll

Sıradan ve düzenli bir hayat mı sizin de istediğiniz? Para kazanıyor olmak yeterli midir mutluluk için? Ergenlik bunalımındaki bir gençle, onun hayatı tanıyıp kendi kararını kendi vermesi önemli bir kazanım sayılmaz mı? Hemen hepimiz, sadece verili bilgilerle sınırları çizilmiş işler yapıyoruz. Aykırılık toplumca da pek hoş karşılanmıyor. Filmde de öyle oluyor ve ister istemez alabildiğine masum olan birliktelik birden sevgililiğe dönüşüyor. Demek ki küçük bir kıvılcım bekliyoruz…

Hemen belirtmekte yarar var, birlikte olduklarımızın değerini onları kaybettikten sonra anlıyoruz. Belki de “yeniden başla”mak o değerle çıkıyor ortaya, sarıp sarmalıyor bizleri.

Yönetmen Jean-Marc Vallée temiz bir film çıkarmış… Sıkı çalışmış, neyi ne kadar ve niye göreceğini iyi belirlemiş. Filmde benim de en çok hoşuma giden, onca kalabalık içerisinde David’in kendi ezgisiyle yürüyüşü ve dans etmesi oldu. Müthiş bir mesaj o yürüyüş… Kimseye müdanam yok tavrı, aslında öz güvenini sağlamış olmanın dışavurumu, bence. Sanırım yönetmen için de belirleyici ki -o sekanstan yola çıktığını düşünerek- “Bugüne dek yaptığım en rock’n’roll film” demiş.

O film sizin de hikâyeniz

Filmdeki her karakteri kendi yaşamınız içerisinde görebilirsiniz. Anne babanızdan başlayarak, komşularınıza, öğretmeninize, patronunuza, arkadaşınıza, sevgilinize kadar her bir karakter çok başarılı ve yaşıyor. Buna da bağlı olarak belli bir süre sonra, üzerinde biraz daha konuşulunca klasikler arasına girebilecek, kült bir film olarak nitelenecek.

Yeniden Başla (Demolition), yönetmen Jean-Marc Vallée, oyuncular Jake Gyllenhaal, Naomi Watts, Chris Cooper, Brendan Dooling, Polly Draper, gösterim tarihi: 08 Nisan.

(01 Nisan 2016)

Korkut Akın

Hou Hsiao – Hsien Usulü Hipnotik Güzellik

Dünya sinemasının tartışmasız büyük ustalarından Hou Hsiao-Hsien’in (Hu Şa-Şen okunuyor) tarihsel dövüş kahramanlarını konu eden ‘wuxia’ janrında bir film çektiğini ilk işittiğimizde hayli şaşırmıştık. Öyle ya 35 seneyi aşmış eşsiz kariyerinde uzun planlar eşliğinde ilerleyen dingin sinemasıyla biliriz ustayı. Taiwanlı sinemacının Uzak Doğu dövüş sanatlarına olan ciddi hayranlığının çocukluk yıllarına dayandığını, Çin tarihinin en görkemli dönemi olarak kabul edilen 7. ilâ 9. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş Tang hanedanına ilişkin kısa hikâyeler ve efsanelerle büyümüş olduğunu verdiği röportajlardan öğreniyoruz. Bu hafta bizde de gösterime giren Cannes Film Festivali en iyi mizansen ödüllü ‘Suikastçi / The Assassin’ işte böylesine yoğun bir birikimin dışavurumu. Filmine konu olan ‘Nie Yinniang’ın hikâyesiyle üniversite yıllarında tanışmış sinemacı. Tang hanedanı ozanlarından Pei Xing’in kısa öyküsünün ana figürü olan gözüpek savaşçı karakter hakkında film çekmek o yıllardan beri kafasındaymış.

Tarihsel öyküde, o yüzyıllarda merkezi imparatorluğa karşı en büyük muhalefeti yürütmüş Weibo lordluğuna hizmet eden generalin küçük yaşlardaki kızı Yinniang bir rahibe tarafından kaçırılıyor. Hikâyeye adını veren karakter yıllar içinde dövüş sanatlarında ustalaşıyor, sarayın onaylamadığı bürokratları ortadan kaldırmak üzere eğitilerek amansız bir suikastçiye dönüşüyor. Film siyah-beyaz bir prolog ile açılıyor. Siyahlar içindeki Yinniang beyazlar giymiş ustası rahibenin talimatları doğrultusunda kartal seriliğiyle saldırıyor ilk avına. Babasını ve kardeşini zehirlemiş yöneticiyi ‘uçan kuşu öldürür gibi’ tek hamlede yok ediveriyor, ancak daha sonraki infazı gerçekleştiremiyor. Ortadan kaldıracağı valinin beraberindeki küçük oğlu onu öldürme fikrinden caydırmıştır. ‘Yeteneklerin eşsiz ama aklın insan duygularına rehin, kalbin karar vermeni engelliyor’ diyerek genç savaşçıyı eleştiren beyaz rahibe, duygusal zaaflarından kurtulup çelik gibi keskinleşebilmesi için bu defa zor bir görev veriyor öğrencisine. Hem kuzeni hem beşik kertmesi Weibo lordu Ti’an Jian’ı öldürmek üzere O’nu doğduğu topraklara geri gönderiyor. 13 yıl sonra ailesiyle, anılarıyla ve uzun yıllar bastırdığı duygularıyla yüzleşmek zorunda kalan genç kadın ya sevdiği adamı feda edecek ya da erdemli suikastçilerin kutsal kurallarını çiğneyecektir.

Tarihsel gidişatın daha kolay izlenmesi için küçük bir girizgâh niteliği taşıyan bu küçük özetten hızlı hareketli bir macera filmi beklentisine kapılmasın okurlar. Bu tipik ‘wuxia’ öyküsü Hou Hsiao-Hsien için bir çıkış noktası yalnızca. Konvansiyonel dövüş sanatları izleyicilerini hayal kırıklığına uğratacak belki ancak sıkı hayranlarının çok yakından tanıdığı sinemasının izini sürmeye devam ediyor yönetmen. Ne ana akım izleyici ne de pazarın talebini karşılamaya yönelik sinema yapmadığının altını çizen Taiwanlı sinemacı görünürdeki hikâyeyi dönem tasvirinin hizmetine sunuyor. Karakterleri, dönemin yaşam tarzını, iç ve dış mekânları, sözgelimi bir Kubrick detaycılığı ile resmediyor. Filmin diğer güzel sanatlar arasından resim ile kardeşliği ön planda. Yönetmenin alamet-i farikası uzun planlar, soldan sağa ve tekrar sağdan sola zarif kaydırmalar bir kez daha nefes tutularak izleniyor. Giysiler, sosyal hayat, müzik enstrümanları, her türlü aksesuarla dönem ince bir işçilikle sergileniyor.

Yinniang’ın lord ve ailesini uçuşan tüllerin ardından izlediği o 10 dakikalık sekansa hayran kalıyoruz. Uzak Doğu westernlerini hatırlatan dış çekimlere vuruluyoruz. Bir ‘wuxia’ hikâyesinin olmazsa olmazı dövüş sahnelerini kısa tutmayı yeğleyen sinemacı aksiyonun fizik kuralları içerisinde kalmasına özen gösteriyor. Sözgelimi Ang Lee’nin çok sevilmiş ‘Kaplan ve Ejderha / Crouching Tiger Hidden Dragon’ örneğinde olduğu gibi hiç bir dövüşçü karakter yerçekimi kurallarına kafa tutmuyor, havalarda uçmuyor, fizik kurallarının ötesinde insan yetilerinin dışına çıkmıyor. Görüntü yönetmeni Mark Lee Ping Bing’in 35 mm enfes görüntüleri, üstadın ‘The Puppetmaster’, ‘Good Men, Good Women’, ‘Goodbye South Goodbye’ gibi 90’lı yıllarda çektiği filmlerde oyuncu olarak yer almış Lim Giong’un gizemli müzik çalışmasına karışan kuş ve hayvan sesleri, gürleyen davullar, geleneksel Çin çalgısı zither’den süzülen ezgiler bu büyüleyici atmosferi destekliyor.

Hareketli bir aksiyon bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir ancak sıkı sinemaseverleri Hou Hsiao-Hsien usülü son derece estetik, zarif bir şölen bekliyor bu hafta sinemalarda. Bu şiirsel hipnotik güzelliği, ustalıklı mizansen ziyafetini kaçırmayın.

(01 Nisan 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com