Kategori arşivi: Yazılar

Altın Portakallı Sanatçılar ve Rabarba

102 yıl önce Fuat Uzkınay’ın çektiği Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı (çekilip çekilmediği tartışmalıdır… bağlı olarak, Uzkınay’ın ilk sinemacı olduğu da…) ile başlayan sinema yolculuğumuzda sayısız yönetmen, yapımcı, kameraman, oyuncu ve set çalışanı gelip geçti. Kimi hâlâ unutulmadı, kimiyse bu “sevgi kulesi”nin sürmekte olan yolculuğunun çimentosu unutulsa da…

Unutmayı unutmak için ödüller kurulmuş başından beri. Çeşitli festivaller, şenlikler aracılığıyla başarılı bulunan kamera önünde ve arkasındaki sinemacılar ödüllendirilmiş. Bu festivaller ve ödüller zamanla kurumsallaşmış ve gerçek birer “değer”e dönüşmüş.

Sinema bir şenliktir

Antalya’da 1964’te düzenlenmeye başlanan Altın Portakal Film Şenliği, son yıllarda Antalya Film Festivali adıyla anılıyor. Siyasetin her zaman için damgasını vurduğu sinemamızın, özellikle de festivallerin kararları tartışmaya açık kuşkusuz. Seçici Kurul, o filmi tercih etmiş… bir başka kurul başka filmi seçebilirdi. Hem siz olsanız oy bile vermezdiniz değil mi? Peki, bu tartışmalar yaratan kararlar sinemanın şenlik olmasını engeller mi? Tabii ki hayır! Binlerce kez hayır…

Ödüllü sanatçılar

Sinema, zorlu bir sürecin sonunda ulaşır seyircinin beğenisine… Diğer sanat dallarından -birikimi bir tarafa bırakırsak- çok zahmet gerektirir. Senaryolaştırılması, mekân bulunması, oyuncu belirlenmesi, ekip kurulması, çekimler, (eskide kalsa da) banyo işlemleri, montaj çalışmaları, seslendirme (sesli çekiliyor filmler artık) ve çoğaltma… bitiyor mu, tabii ki hayır. Salon da bulmalısınız filminizin gösterime gireceği. A’dan Z’ye emeği geçen herkesin alkışı ve ödülü hak ettiği uzun bir süreç. (Alkışı hak ettiği deyince… Neden gösterimin ardından alkışlamıyoruz, tiyatroda olduğu gibi, hep garibime gidiyor. Sanki eskiden alkışlardık. Artık basın gösteriminde bile –sinema yazarlarının daha bir kadirbilir olacağı düşüncesiyle söylüyorum- alkış görülmüyor… Hatta birçoğumuz jeneriği beklemiyor bile.

Bir yıllık çalışmayla…

Antalya Film Festivali’nin 53 yılında (53.sü bu yıl gerçekleştirildi, doğal olarak bu seçkide yer almıyor) 520 yönetmen, yapımcı, senarist, kameraman, müzisyen montajcı, sanat yönetmeni, oyuncunun yer aldığı Altın Portakallı Sanatçılar” kitabını Ali Can Sekmeç, bir yıllık çalışma ile çıkarmış ortaya. Önemli bir çalışma. Özellikle sinema tarihçileri, sosyologlar ve akademisyenler için bulunmaz nimet. Böylesi çalışmaları yapanların emekleri çok fazladır ama kadri bilinmez; çok yıllar sonra hakkı teslim edildiğinde de o burukluk kalır insanın içinde.

Emeğine ve çabana çok teşekkürler Ali Can Sekmeç. Sinemamızın -tabii, diğer sanat dallarının da- böylesi bir çalışmaya ihtiyacı vardı. Yeterli mi? Kesinlikle değil. Ali Can Sekmeç’e ve diğer araştırmacı arkadaşlara olanak sağlamalı ki, geçmişle geleceği buluşturabilelim. Kültür Bakanlığı benzer çalışmaları desteklemeyi sürdürmeli… Hatta son anda sipariş vermek yerine uzun süreli araştırma için hem ödeneklerini hem teknik olanaklarını arttırmalı.

Rabarba

Sinemanın gizli kahramanları seslendirmecilerdir. Onlar da montajcılar gibi filmi kurtardıklarını söyleyebilirler rahatlıkla. Çoğunlukla, havasız küçücük odalarda ter kan içinde hayat verirler filmlere. Küçük ve havasız yerlerdir çünkü seslendirme salonları yalıtılmış olmak zorundadır. Dışarıdan ses girmemesi, içindeki seslerin kaçmaması, yankılanmaması gerekir.

Uluslararası Antalya Film Festivali Direktörü ve yapımcı Elif Dağdeviren, Serdal Güzel ile Deniz Çakır’ın seslendirme sanatçılarını bir sergide toplama fikrini -kendisinin de bir dönem aynı işi yaptığından yola çıkarak- büyük bir hevesle kabul ettiğini, serginin bir kitaba dönüşmesinin de o çabayı kalıcılaştıracağını söylüyor. Deniz Çakır ile Serdal Güzel, sinemanın bu gizli, gizli olduğu kadar başarılı, başarılı olduğu kadar güçlü, güçlü olduğu kadar kurtarıcı kahramanlarını, bulabildikleri, ulaşabildikleri kadarıyla toplamış.

Abecesel sırayla dizilen fotoğrafların sergisi kim bilir ne kadar güzeldi (Antalya Film Festivali’nin yöneticileri, Atilla Dorsay’ın ricasını kırmalarının acısını yaşıyorlardır bu satırların sonunda, muhakkak). Kitap da bir o kadar güzel. Özellikle fotoğraflar, bu gizli, güçlü, başarılı ve kurtarıcı kahramanları birebir yansıtıyor. Sungun Babacan, yazdığı önsözle her şeyi özetlemiş…

Güzel ama eksik…

80’de sinemaya girdiğimde, Acar Film ve özellikle, daha çok da Lale Film stüdyolarının koridorlarında ve bekleme odalarında seslendirmeci ağabey ve ablalarla bir arada olur, onların anılarını dinlemeyi çok severdim. Birçok şeyi o sohbetlerin arasından öğrendiğimi söylemeliyim. Arada, stüdyoya çağrılırlar, repliklerini söyledikten sonra konuşmaya kaldıkları yerden devam ederlerdi susamlı tavuk (Lale Film’in bir üst sokağındaki küçük bir simit fırınından alınan taze çıtır simidin adı) eşliğinde. Ne film öyküleri anlatılırdı, ne filmler çekilirdi sadece düşlerde…

Değerli çalışma…

Böylesi çalışmalar hem çok sık yapılmaz/yapılamaz hem de satış şansı pek yoktur. Ancak, yukarıda da değindiğim gibi tarihçiler, akademisyenler, araştırmacılar ve ilgililer peşine düşer bu ve benzeri kitapların (ben şanslılardan biriyim). Buna da bağlı olarak -kuşkusuz eksikleri olacaktır, zamanla tamamlanan- kapsamının geniş tutulması, ulaşılamayan kişilerin hiç değilse adlarının geçmesi hem ahde vefa hem işin hem de saygı gereği geçmeliydi.

Bir Yeşilçam klasiği olan “n’ayır, n’olamaz” nasıl olur da geçmez? Abdurrahman Palay, Agah Hün (ilk aklıma gelenler, daha da sıralayabilirim Adalet Cimcoz, Ferdi Tayfur… Zafer Önen) unutulabilirler mi?

Deniz Çakır ile Serdal Güzel’i kutluyorum. Aceleye getirilmesi ise üzdü beni. Kültür Bakanlığı desteklese, bu değerli çalışma eksiklerini giderse keşke.

(31 Ekim 2016)

Korkut Akın

Karanlık Mali Meselelere Heyecanlı Aksiyon

Hesaplaşma (The Accountant)
Yönetmen: Gavin O’Connor
Senaryo: Bill Dubuque
Müzik: Mark Isham
Görüntü: Seamus McGarvey
Oyuncular: Ben Affleck (Christian), Anna Kendrick (Dana), John Lithgow (Lamar), J. K. Simmons (Ray), Jon Bernthal (Brax), Jeffrey Tambor (Francis), Cynthia Addai-Robinson (Medina), Andy Umberger (Ed), Alison Wright (Justin), Robert C. Treveiler (Baba), Mary Kraft (Anne), Seth Lee (Çocuk Christian), Jake Pesley (Çocuk Braxton), Izzy Fenech (Çocuk Justine)
Yapım: Warner Bros. (2016)

Gavin O’Connor’ın heyecanı yüksek “Hesaplaşma”, heyecanı yüksek şiddet dolu bir aksiyon gerilim. Bu film, otistik bir anti-kahramanın karanlık mali dünyadaki kanlı hesaplaşmasının peşine düşüyor.

Küçük Christian Wolff bir otistik. Yapboz oyunu oynamayı seviyor. Kız kardeşi de konuşma engelli. Kendinden küçük kardeşi Braxton’ın herhangi bir sorunu yok. 1998 yılı. Anne-babası asker olan Christian için doktor çözüm yollarını sunuyor aileye. Yapboz oynamaktan hoşlanan Christian’ın annesi onun öfke nöbetlerine dayanamıyor. Baba da kendi eğitimini oğullarının gelişimi için kullanıyor. Cakarta’ya bile götürüyor onları dövüş sanatını öğrenmeleri için. Baba, belki de kendilerini korumaları için bu eğitimi veriyor. Bu anlar filmde Christian’ın zihninden düşüyor filmin derinliklerinde. Christian, muhasebeci olarak suç dünyasının içinde yer alırken, Braxton da tetikçi oluyor.

Yönetmen Gavin O’Connor, 1964’te Long Island-New York’ta doğdu. 2004’te “Miracle-Efsane”, 2008’de “Pride and Glory-Zafer ve Gurur”, 2011’de “Warrior-Büyük Dövüş” filmleri ülkemize uğramıştı. Yönetmen O’Connor, sistemin kendine sundukları kadar karanlık mali işleri gölgeli de olsa yansıtma fırsatı bulabilmiş. 2016 yapımı sinemaskop “The Accountant-Hesaplaşma” filminde anlatılanlar gerçeğin yakınlarında dolaşıyor. Vergi kaçırmak ve muhasebe defterlerinde oyun oynamak doğalmış gibi bu dünyada. O’Connor, bu karanlık dehlizlerdeki yolsuzluklara tam bir spot ışığı düşüremese de bulanıklık içinde kalanlar anlaşılıyor. Yönetmen, filmin tıkanacağı anlarda aksiyonu öne çıkartarak bu dünyalardaki kanlı tarafları yansıtma fırsatı buluyor.

Hazine’nin aradığı adam…

Hazine Bakanlığı Suçla Mücadele Birimi’nden Ray King, ergenlikten beri suç dosyası kabarık Marybeth Medina’yı, Christian’ı araştırmasını istiyor. Karşı kahraman Christian, karanlık kişilerin muhasebesini de tutuyor. Elbette geride ölüler de bırakıyor. Medina, eski usul çalışan Ray’in yöntemleriyle Christian’ı araştırmaya girişse de teknolojiden de uzak durmuyor. Bilgisayarın tuşları da işe yarıyor. Evet Christian… O bir otistik. Hastalığından dolayı sorgulama yapamıyor ve geniş açıdan bakamıyor. Ayrıntıları eklemlendiremiyor olayların içine. ZZZ Muhasebe adında bürosu var. Hatta büronun olduğu yerde başka işyerleri de var. Şehir dışında müstakil evde yaşıyor. Kameralarla güvenliği sağlıyor. Ressam Renoir tutkunu. Kendine ünlü matematikçilerin adlarını veriyor. Medina için de zorlu bir araştırma yolculuğu bu. Karavanı da var. Yaptığı işlerden aldığı nakit paraları burada biriktiriyor.

Sert dünyanın şiddeti…

Christian’ın kardeşi Braxton da kendi çetesiyle temizlik işlerine devam ediyor. On yıldır görmediği Christian’ı da tanımıyor. Onun söylediği bir tekerleme olan, “Solomon Grundy Pazartesi günü doğdu, Salı günü vaftiz oldu, Çarşamba günü evlendi, Perşembe günü hastalandı, Cuma günü evlendi, Cumartesi günü öldü, Pazar günü gömüldü” şiirsel sözüyle tanıyabiliyor son bölümde Lamar’ın evinde. Christian, Lamar’ın robot üretim şirketinde muhasebe kayıtlarını inceliyor. Orada muhasebede çalışan Dana’yla tanışıyor. Olaylara geniş bakabilseydi belki hayatındaki ilk aşkı da yaşayabilecekti Christian. Araştırmaların sonunda zimmete para geçirmeyi fark ediyor. O sırada şirketten biri öldürülüyor. Araştırması yarım kalan Christian, Dana’yı ölümden kurtardıktan sonra yine tabancasını eline alıp ölüm saçıyor. Yönetmen bazı şeyler tamamlamamış sanki. Belki devamı gelecek. Arkasında bir dolu ölü bırakan Christian, Ford pikabının arkasına taktığı karavanıyla yollara düşüyor sonda.

İzlenimci ve dışavurumcu…

Christian, Jackson Pollock ve Pierre Auguste Renoir orijinal tablolarını saklıyor. Amerikalı Pollock (1912-1956), soyut dışavurumcu bir ressam. Fransız Renoir (1841-1919, izlenimci bir ressam. Yönetmen, birbirinden nefret eden iki estetiği bu filminde bir araya getirmiş görsel anlamda. Filmde geriye dönüşlerle, sıcak ve parlak görsellik izlenimcilikle buluşuyor. Bunun karşısında çoğu iç mekândaki gölgeleri öne çıkartan kasvetli atmosferler de dışavurumculukla buluşuyor elbette. Filmdeki müzikler de etkileyici. Kendinizi Mark Isham’ın tınılarına bıraktığınızı fark ediyorsunuz. Bu değerli film, yönetmenin filmografisinde önemli bir yer alacak sanki. Filmin orijinal adının “Muhasebeci” olduğunu belirtelim.

(28 Ekim 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Almodovar’ın 66 Yaş Dinginliği

Dünya sinemasının en renkli kişiliklerinden Pedro Almodovar üç yılın ardından çektiği ‘Julieta’ ile kadınların dünyasına dönüş yapıyor. Ellili yaşlarını süren Julieta’nın kıpkırmızı bluzunun yakın çekimiyle başlıyor film. Titreşen kumaşın altında çarpmaktadır yorgun kadının yüreği. Şefkatli Lorenzo ile Portekiz’e yerleşme hazırlıkları yaptığı sırada 12 yıldır görmediği kızından aldığı haberle Madrid’deki eski dairesine geri dönmeye karar verir, Antia ile çekilmiş yırtıp attığı fotoğrafın parçalarını biraraya getirir ve yaşadıklarını yazıya dökmeye başlar Julieta.

Ana karakterin otuz yıla yayılmış anılarını geriye dönüşlerle anlatır İspanyol usta. Genç edebiyat öğretmeninin aşk ve ölümle tanıştığı o düşsel tren yolculuğunu, bir balıkçı kasabasında yakışıklı Xoan’la birlikteliğini, kızının dünyaya gelişini, kıskançlık krizinin ardından yaşanan trajediyi adım adım önümüze serer. Kendi deyimiyle ‘has bir melodram’ çekmeyi tercih etmiştir. Çeşitli rahatsızlıklar sonucunda son yıllarda içe dönük yalnız bir yaşam sürmeyi seçmiş sinemacıdan beklenebileceği üzere, ilk dönem filmlerinin, hatta üç yıl öncesinde çektiği pek anlaşılamamış sosyopolitik taşlamasının deli doluluğundan uzak, kimsenin şarkı söylemediği, mizahın özellikle tırpanlandığı dingin bir yapıma imza atmak istemiştir 66 yaşını sürdüğü bir dönemde.

Çağımızın Çehov’u olarak tanımlanan Nobel ödüllü Kanadalı yazar Alice Munro’nun Firar (Runaway) adlı kitabında yer alan üç adet öyküden (Şans, Yakında ve Sessizlik) uyarladığı filminin mekânını Vancouver’den Madrid’e kaydırmış olan yönetmen daha önceki uyarlamalarında olduğu gibi kaynak aldığı metni kendi sinemasına uygun olarak biçimlendirmiş. Değişmez çalışma arkadaşı Alberto Iglesias’ın Bernard Hermannvari tınıları anımsatan caz geçişleri, genç Julieta’nın çekici sarışınlığı ya da ikon oyuncularından Rossy de Palma’nın ‘Rebecca’nın meşum kâhya kadınına benzer kompozisyonunun da katkısıyla Julieta’nın sır yüklü dünyasını Hitchcockyen bir tavırla ele almış. İçinde hiçbir cinayet geçmeyen, herhangi bir zanlının yer almadığı gizemli anılar bütününü sürükleyici bir polisiye hikâye kalıbında aktarma deneyiminde başarılı da olmuş. Filmin erkek karakterlerinden Lorenzo’nun Patricia Highsmith hayranlığının altını çizmesi de bu yüzden olsa gerek.

Üstadın 20. filmi olan ‘Julieta’ sinemacının çok sevdiği kadınlar evrenine adanmış bir yapım. Ana karakterin ellili yaşlarını Julio Medem’in 90’larda çekmiş olduğu ‘Kızıl Sincap / La Ardilla Roja’ ve ‘Toprak / Tierra’ filmlerinden gencecik haliyle anımsadığımız etkileyici oyuncu Emma Suárez, 80’li yıllarda geçen uçarı gençlik yıllarını ise Almodovar’ın yeni keşiflerinden Adriana Ugarte canlandırıyor. Kadınların dünyasını her zamanki çarpıcı renk skalasıyla aktarıyor yönetmen. Mavinin hüznüyle kırmızının erotizmini bir arada kullanan sanatçı, Fransız görüntü yönetmeni Jean-Claude Larrieu’nün fantastik sahne düzenlemeleri ve eşsiz kadrajlarıyla harikalar yaratmayı başarıyor yine. Bu hüzünlü öyküyü iyimser bir tonla bitirmeyi tercih eden sinemacı final jeneriğinde bir armağan daha sunuyor izleyicisine. 2012’de kaybettiğimiz Costa Rica doğumlu Meksikalı efsanevi sokak şarkıcısı Chavela Vargas’ın yürek parçalayıcı yorumundan, klasikleşmiş aşk şarkısı ‘Si No Te Vas’ın içimize işleyen “…sensiz yaşayamam, sen gidersen ölürüm…” dizeleriyle ayrılıyoruz salondan.

(28 Ekim 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Peygamberin Çocukluğu

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi (Muhammad: Messenger of God)
Yönetmen-Senaryo: Majid Majidi
Müzik: A.R. Rahman
Görüntü: Vittorio Storaro
Oyuncular: Mahdi Pakdel (Ebu Talip), Sarah Bayat (Halime), Hamidreza Tajdolat (Hamza), Arash Falahat Pisheh (Ebrehe), Rana Azadivar (Ümmi Cemil), Mohammad Asgari (Ebu Leheb), Mina Sadati (Amina), Ali-Reza Shoja Nuri (Abdül Muttalip), Mohsin Tanabandeh (Samuel), Dariush Farhang (Ebu Süfyan), Siamak Adib (Hanatte)
Yapım: Nour-e-Taban Film (2015)

İranlı yönetmen Majid Majidi’nin Hz. Muhammed’in doğumundan ergenliğe kadar geçen dönemini anlattığı “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filminde insanları gözyaşlarına boğuyor etkileyici anlarıyla.

İran sinemasının değerli yönetmenlerinden Majid Majidi (Mecid Mecidi), son peygamber Hz. Muhammed’in hayatının ilk dönemlerine baktığı 2015 yapımı sinemaskop “Muhammad: Messenger of God-Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi”, İran sinemasının da geldiği önemli noktalarından biri. Filmin teknik yönleri de övgüyü hak ediyor. Filmin başlarında insan biraz hayal kırıklığına uğruyor gibi olurken, film geriye dönüş yaptığında sanat anlamında muhteşem güzelliklerini sunmaya başlıyor seyircilere. Yönetmen, daima beyazlar içindeki Muhammed’in yüzünü hiç göstermiyor. Sesi bile duyulmuyor. Muhammed konuşunca bu altyazı olarak yansıyor. Bebek Muhammed’in minik elleri ve ayakları görünüyor sadece. Çocukluğundaysa uzun saçları yüzüne düşüyor hep.

İranlı yönetmen Majidi, 1959’da Tahran’da doğdu. İran sinemasında Abbas Kiarostami, Mohsen Makhmalbaf, Asgar Ferhadi gibi önde gelen yönetmenlerden. 1997’de “Bacheha-Ye Aseman-Cennetin Çocukları”, 1999’da “Rang-e Khoda-Cennetin Rengi”, 2001’de “Baran” ve “Avaze gonjeshk-ha-Serçelerin Şarkısı” filmleri öne çıkıyor.

Işıklar içinde gelen bebek…

Bu değerli yönetmen bu filminde hikâyeye, Hz. Muhammed’in Mekke’den sürülmesiyle başlıyor. Yedinci yüzyıl… Ebu Süfyan, Kâbe’de Müslümanlara karşı savaş başlatıyor. Ortaya çıkan bu yeni din, Kâbe’ye gelen hacıları azaltırsa şehrin de geliri azalabilirdi. Araplar putlara tapıyorlardı. Elbette diğer öncü iki semavi din Museviliğe ve Hıristiyanlığa putlara tapıyorlar denmiyor. Bu saygısızlık ve hakaret olurdu. Hz. Muhammed’in amcalarından Hamza, korkunç işkencelerden yaşlı bir adamı kurtarıyor. Sonra da Mekke’den göç başlıyor. Açlık ve yokluk demek bu. Peygamber ışıklar içinde bir ayet okurken, büyükbabası Abdül Müttalip kapının dışında bunu dinlediğinde geçmişe dönüyor. Peygamber o olayı bilmiyordu ve Kuran’da vardı. Habeşistan’dan, şimdiki Etiyopya’dan fil ordusuyla gelen Kral Ebrehe (Abraha), Kâbe’yi kuşatmak istiyor. Muhammed daha annesi Amina’nın karnında. Büyük talan başlıyor. Ama bir mucize de gerçekleşiyor. Gökyüzünü kuşatan ebabil kuşları gagalarındaki küçük taşları fil ordusunun üstüne yağdırıyorlar.

Zaman geçiyor ve gökyüzünü ışıklar sarıyor. Çünkü Allah’ın sevdiği bir başka peygamber dünyaya geliyor. Hıristiyan papazları ve Yahudi hahamları bu ışığın anlamını biliyor. İsa da ışıklar içinde gelmişti. Yahudi tüccar Samuel (İşmail) bu yeni doğan bebeğin peşine düşüyor. Samuel ismine bizler İsmail mi diyorduk?

Muhammed’in babası Abdullah’la iki ay evli kalan Amina, bebeğini onsuz büyütmek zorunda. Amina’nın sütü de yok. Muhammed’in amcası Ebu Leheb’in cariyesi süt verirken, karısı Ümmi Cemil karşı çıkıyor buna. Çölde susuz kalmış bir aile Mekke’ye doğru yol alıyor. Onların da bebekleri var. Mekke’de aç kalan aile kahverengi develeri Cemil’i kasaba satarlarken, deve kaçıyor. Peşine Halime de düşüyor. Deve bebek Muhammed’in avlusuna geliyor. Memesi kurumuş Halime Muhammed’i emzirmeye başlayınca memeleri sütleniyor.

Muhammed’in mucizeleri…

Dede Abdül Müttalip bebeği, Samuel gibi düşmanlardan korumak ve Muhammed’in süt emmesi için, sütannesi Halime’nin ailesinin yanına veriyor. Muhammed güvende büyüyor orada. Halime hastalandığında şifacılar büyülerle onu iyileştirmek için uğraşırlarken, Muhammed, ona sarılıp şifa veriyor. İlk mucizesiydi bu. Elbette mucize yayılıyor. Aslında filmde çocuk Muhammed’in yaşadığı birkaç ana dokunmak gerçekten insana sıcak bir huzur veriyor. Filmi izlerken, kendiliğinden insanın boğazı düğümleniyor ve gözleri ıslanıyor.

Genç Muhammed, keçileri güderken bir ses duyuyor. Öfkeli adam, soyunun tükendiğini düşünen adam yine kız bebeği doğurmuş karısına öfkesini boşaltıyor. Muhammed mezarın içindeki tatlı bebeği alıyor ve elindeki zile bebeği sakinleştiriyor. Sonra da bebeğin babasını teskin ediyor. Muhammed’in gözleri, hiç görmediği babasına benziyormuş. Muhammed de, bebeğin gözlerinin babasına benzediğini söylüyor. Güzel sözler, ürpertici kasırgaları bile teskin ederdi. Bir an daha unutulmazdı. Deniz

kıyısında balıkçı halk kıtlıktan açlık çekiyorlar. Bu yüzden tanrılarına kurbanlar veriyorlar. Denizin içine doğru uzanan kayalıkta dışlanmış anne ve çocuklarının yanına gidiyor genç Muhammed. Sonra da mucize yaşanıyor. Dev dalga onlarca balığı kıyıya taşıyarak kasabalının açlığını bitiriyor. Filmdeki başka unutulmaz anları perdede görmek gerek. Üç saate yakın süren bu değerli film görülmeyi hak ediyor. Elbette filmi izlerken, Hintli besteci-şarkıcı AR Rahman’ın tınılarına da kulak vermeli. Bernardo Bertolucci ustanın birçok filmini gözleri olmuş büyük usta Vittorio Storaro’nun görüntüleri de muhteşemdi. Bu film, üçlemenin ilkiydi belirtelim.

(27 Ekim 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kaplanoğlu vs Kusturica, Vol: 2

09 – 14 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen 47. Altın Portakal’ı Kusturica olayının damgasını vurduğu bir yıl olarak nitelendirmek sanırız yanlış olmaz. Uluslararası Yarışma’nın Jüri üyesi olarak festivale davetli olan dünyaca ünlü Boşnak asıllı Sırp yönetmenin gelmesinden önce, Bosna’da yaşanan katliama destek verdiği gerekçesiyle başlayan protestolar, Kusturica’nın kente girişiyle doruğa çıkmıştı. Bu konuda işaret fişeğini yakan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, sanatçıya tepki olarak festivale katılmayacağını söylemiş, yönetmenin kente gelişini takip eden günlerde “Bal” (Yönetmen: Semih Kaplanoğlu) filmi ekibinden yapılan açıklama, özetle şu ifadeleri içermişti:

“1992 – 1996 yılları arasında Bosna’da yaşanan olaylar uluslararası mahkemeler tarafından soykırım ve insanlık suçu olarak tanımlanmış ve bu suçlara bulaşanlar yargılanıp mahkûm edilmişlerdir. Sayıları yüz binlerle ifade edilen Bosna’lı sivilleri sadece inançları ve Boşnak oldukları için katledenleri, onbinlerce kadına çoluk çocuk tecavüz edenleri canlı tanıklar ve hala açılan toplu mezarlar ortadayken savunan bir ‘sanatçının’ AKSAV yönetimi tarafından himaye edilmesi bizim vicdanımızı acıtmaktadır. Biz burada hiç kimseyi etnik kökeninden ya da inancından dolayı eleştirmiyoruz. İnsanlığa karşı işlenmiş bir suça sözle de olsa katkı sağlayarak soykırımı ve tecavüzü meşrulaştıran bir zihniyetin savunulmasına karşı çıkıyoruz. Savaşa ve savaş suçlarına karşı bizleri birleştirecek tek kriter tek kimlik insan olmaktır. Sanatçı insanlığından ayrılamaz. Bu gerekçeler doğrultusunda Antalya Altın Portakal Film Festivali programında 11 Ekim 2010 Pazartesi günü saat 12:00’de yapılacak Bal filmi festival galası da dâhil festivaldeki hiç bir etkinliğe üzülerek katılmayacağımızı bildiriyor, kamuoyuna saygılarımızı sunuyoruz…”

Oysa Emir Kusturica, aynı yıl içinde Bursa Festivali’ne de konuk olarak çağrılmış ve hatta o festival kapsamında verdiği konser, basında “Kusturica, Bursa’yı kırdı geçirdi” şeklinde haberlerle ele alınmıştı. Kaplanoğlu’nun ve ekibinin Kusturica’ya gösterdiği tepki, günlerce kamuoyunun gündeminden düşmemiş, o günlerde gazetecilerin, bu protestoyla ilgili sorularını yanıtlayan dönemin festival Onursal Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın, Kaplanoğlu’nun Altın Koza’da ödül almasına gönderme yaparak, “Kusturica’nın geleceği iki ay önceden belliydi. Neden bu tepkiyi Adana bitimine kadar sakladı da, Altın Koza’da ödül alınca sahneledi? Bu davranışını anlayamadım.” yorumunu yapmıştı.

Bu gelişmelerin ardından Kusturica, geniş güvenlik önlemleri altında AKM bahçesine kurulan sahnede renkli orkestrası tekno-rock grubu ‘No Smoking’ ile mini bir konser veren Kusturica, ardından da festivalin uluslararası jüri üyeliğinden çekildiğini açıklamıştı. Antalya’da öğrencilere yapacağı atölye çalışmasını da iptal eden Kusturica, gitmeden önce yaptığı son toplantıda, “Kariyerime başladığımdan beri benim anti-emperyalist bir duruşum var. Çalışmalarımı ve anlayışımı bunun üzerine kurdum. Bana bu noktadan gelen saldırıları anlamsız buluyorum. Benim uğruna savaştığım şey birleşik Yugoslavya’ydı.” demişti.

*****

Chris Harman, ünlü “Halkların Dünya Tarihi” adlı eserinde, İspanyolların iki ayrı savaşla Aztekleri yok etmesini betimlemek için, “Tarih ender olarak tekerrür eder, burada yaşanan da buydu.” ifadelerini kullanır. Sanırız durum, yukarıda hatırlattığımız gelişmeler ışığında ve bir film festivali ekseninde, Antalya için de geçerli; çünkü 53. Portakal, ilki gibi doğrudan olmasa da Kusturica ve Kaplanoğlu’nu bir kez daha gündeme getirdi. Kaplanoğlu, ulusal yarışmanın kalbinde konumlanıyor ve bu yılın jüri başkanı. Kusturica ise “bedeniyle değil, fikirleriyle (üretimiyle!)” festivalde!

Bakın, festivalin web sayfasında ne diyor, yönetmenin 23 Ekim Pazar günü, Migros AVM’de gösterimi planlanan “Aşk ve Barış” filminin tanıtımında: “Underground / Yeraltı filminin yönetmeni Sırbistanlı Emir Kusturica uzun zamandır yolları gözlenen, kendisinden beklendiği gibi kıpır kıpır ve pervasız yeni filminde Balkanlar’daki çatışmaların en karanlık günleri esnasında yaşanan ihtiras dolu romansta İtalyan aktris Monica Belluci ile birlikte ekrana geliyor. Dram, komedi ve büyülü gerçekçiliğin ışıltısının karışımı olan klasik bir Kusturica yapımı.”

Evet, aradan altı yıl öncesinden söz ediyoruz ve bizler, hafızası ile anılan bir toplumuz ama yönetmeni büyük olaylar ve protestolar eşliğinde kovmamızın üzerinden çok da zaman geçmedi ki! Kimi okuyucuların, “Kaplanoğlu’nun festival programıyla ilgisi yok.” dediğini duyar gibiyim; ancak geçmişte konuya bu denli “duyarlılık” gösteren bir yönetmenin, hiç değilse durum açığa çıktıktan sonra iki kelam etmesi gerekmez mi?

Şimdi, “Tepki filmlerine değil, kendisineydi!” savunusuna kulaklarımızı tıkayıp, geçmişte, “Bursa’ya davet edilen Kusturica, Antalya’ya davet edilen Kusturica’dan evladır!” formülünü hatırlayalım ve bu sloganı günümüze uyarlayalım: “Eski Antalya, Yeni Antalya’ya karşı” diyelim. Tarihe not düşmekten başka bir amacımız yoktu, sürç-i lisan ettiysek affola…

Not: Son dakikada gelen bilgiye göre filmin programda yer alması sehven olarak açıklanmış ve gösterim iptal edilmiştir.

(22 Ekim 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Otoriteye Eğlenceli Başkaldırış

Ortaokul: Hayatımın En Kötü Yılları (Middle School: The Worst Years of My Life)
Yönetmen: Steve Carr
Roman: James Patterson-Chris Tebbetts
Senaryo: Chris Bowman-Hubbel Palmer-Kara Holden
Müzik: Jeff Cardoni
Görüntü: Julio Macat
Oyuncular: Griffin Gluck (Rafe), Lauren Graham (Jules), Rob Riggle (Ayı Carl),
Isabela Moner (Jeanne), Alexa Nisenson (Georgia),
Retta (Ida), Thomas Barbusca (Leo), Andy Daly (Müdür Dwight),
Adam Pally (Teller), Jacob Hopkins (Miller),
Efren Ramirez (Gus), Thomas Barbusca(Leo),
Isabella Amara(Heidi), Gemma Forbes (Dana)
Yapım: CBS-Lionsgate (2016)

Komedi filmleri çeken Steve Carr’ın okul yıllarına, özellikle ortaokul yıllarına eğlenceli bir bakış gönderen “Ortaokul: Hayatımın En Kötü Yılları” filmi, insana nostaljik hisler yaşatıyor.

Georgia eyaletinin Atlanta şehri sınırlarında Hills Village kasabası. 14 yaşlarındaki Rafe Khatchadorian, okullardaki disiplinsiz davranışları yüzünden okuldan sürülüp durmuş. Şimdiki durağı başka bir ortaokul Rafe’in. Kendinden bir yıl iki ay küçük kardeşi Leo ölmüş. Babası da. Annesi Jules ve küçük kız kardeşi neşeli Georgia’yla beraber yaşıyor. Annesi çift mesai yapıyor. Elbette hayatında “Ayı” lakaplı Carl var. Çocuklar Carl’dan pek hoşlanmıyorlar. 2016 yapımı sinemaskop “Middle School: The Worst Years of My Life-Ortaokul: Hayatımın En Kötü Yılları” filmi, James Patterson’ın 2011’de yayınlanmış aynı adlı romandan uyarlanmış. Bu romanı Altın Kitaplar tarafından bizde de yayınlandı.

New York’ta doğan yönetmen Steve Carr, filmlerin yanında video klipler de çekiyor. Yoğunlukla komedi filmleri çeken yönetmenin 2001’deki “Dr. Dolittle”, 2003’teki “Daddy Day Care-Afacanlar Yuvada” ve 2012’deki “Movie 43-Çatlak Film” ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Hayali güçlü Rafe…

Rafe, okuldaki ilk gününde ortaokulun müdürü Dwight’ın kurallar kitapçığıyla tanışıyor. Defterindeki çizgi roman kahramanları ve kardeşi Leo’nun hayaletiyle yaşayan Rafe, çok geçmeden işe koyuluyor yaratıcı zihniyle. Aslında bu filmi yazmak yerine izlemek daha iyi fikir aslında. Rafe, sivil itaatsizliğin simgesi. Otoritenin kuralları, eğitim sistemine sığınarak yaratıcı beyinleri köreltiyordu. Katı disiplin uygulamalarının kuşattığı okullardaki bilgi yığını gerçek hayatta insana hiçbir şey vermiyordu. Rafe’i takip ederken, onun yaptıklarını kaba bulanlar olabilir. Ama Rafe’in yaptıkları otorite, yani okul müdürü dışındaki kimseye zarar vermiyor. Okulu rengârenk yapıyor Rafe. Okuldaki öğrenciler de müdürün maskara olmasından hayli mutlu oluyorlar. Seyirciler de öyle. Filmde bazı anlarda çizgi karakterler de perdeyi kuşatıyor. Müdür Dwight, odasında Rafe’in çizgi karakterlerini yarattığı defteri kovanın içinde erittiği sahne etkileyici bir hüzünle yansıyordu.

Otoriteye karşı daima…

Otorite varlığını sürdürebilmek için düzenbazlıklar yapmak zorundaydı. Okul müdürü de öyleydi. Rafe’i izlerken insan geçmişi, ortaokul yıllarına gidiyor. Mazide böyle şeyler yapamadık. Ne sunulduysa aldık. Ezberledik. Okul bitti ve bilgi yığıntılarından geriye çok az şey kaldı. Üniversite kazanabilmek içinde dershanelere gittik sonraları. Rafe okulda ergenliğinin ilk aşkını da yaşıyor. Jeannie’yi gülerken görmek onu çok mutlu ediyormuş. Kızın soylu direnişi de var. Kuzey Kutbu’nda buzlar inceldiği için kutup ayıları açlıktan soyları azalıyordu. İnsan eliyle oluşan küresel ısınma birçok canlıyı dünyadan siliyordu. Genç oyuncuların performansları gerçekten gözleri yaşartıyor. Hepsi muhteşemdi. İnsanı güldüren ve çoğu anında eğlendiren bu liberal film görülmeyi hak ediyor. Filmin Türkçe dublajlı gösterildiğini de belirtelim.

(20 Ekim 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bunu Hak Edecek Ne Yaptım

Aslı Özge’nin Alman oyuncularla çektiği üçüncü uzun metrajı ‘Ansızın’ın (Auf Einmal) ana karakteri şaşkınlıkla sorar bu soruyu kendisine. Öyle ya nüfuzlu ailenin oğlu, yaşadığı sakin Alman kasabasının prensidir Karsten. Çevresinde sevilen başarılı genç adamın tıkır tıkır işleyen düzeni evinde verdiği parti sonrasında yalnız kaldığı genç kadının ansızın ölümüyle bozulur. Yabancı uyruklu Anna astım hastasıdır. İlaç kullandığı halde alkol almakla belki de bile isteye gitmek istemiştir bu hayattan. Kadının aniden fenalaşması üzerine paniğe kapılan genç adam öncelikle ambulans çağırmak yerine evin yakınlarındaki klinikten yardım almaya koşar. Ancak Alman kanunları gereğince gecikme nedeniyle ölüme sebep olmaktan suçlu bulunma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Olay gazetelere düştüğünde kurumun imajı sarsılır endişesiyle çalıştığı bankada geri hizmete alınır. Ardından çok daha acı verici bir biçimde yakın dostları ve birlikte yaşadığı kız arkadaşı uzaklaşır ondan. Beldede sözü geçen babanın uzattığı yardım eli yalnızca ailenin itibarını koruma amaçlıdır.

Yeni kuşak sinemacılarımızın en iyilerinden biri olan Aslı Özge’nin filmlerinde çıkışsızlık duygusu ve bireylerin bununla mücadelesi temel mesele olarak öne çıkar. İstanbul, Ankara ve Adana Film Festivalleri’nde en iyi film seçilen ilk uzun metrajı ‘Köprüdekiler’ (2009) maddi imkânsızlık ve eğitimsizlik gibi nedenlerle bulundukları yere sıkışmış insanların çıkışsızlığı üzerinedir. İstanbul varoşlarında yaşayan, şehrin merkezinde varolma savaşı veren gençlerin belgesel tadındaki otobiyografik öyküleri bir ilk filmden beklenmeyen ustalıkta yansır beyazperdeye. Üç yıl önce İstanbul Film Festivali’nde ona en iyi yönetmen ödülünü kazandırmış olan ‘Hayatboyu’nda kamerasını çok daha yakından tanıdığı entellektüel çiftin yaşamına çevirerek, onların dışarıdan bakıldığında mükemmel görünen, içerden ise yıpranmış, mesafeli birlikteliklerini anlatmaya koyulur, kontrollü yaşamlarında birbirlerine ve yaşadıkları topluma yabancılaşmış bireylerin iletişimsizliği üzerine kafa yorar.

‘Ansızın’ düzen içine hapsolmuş ancak hapisliğiyle sistemin dışına çıkarıldığında yüzleşebilen bireyin öyküsünü anlatıyor. Mahalle baskısı ile kendini kapana kısılmış hisseden Karsten yaralı bir hayvan misali isyan ederek dağlara sığınıyor. Sistemin simgeleri haç ve bayrağın dalgalandığı tepeden kuş bakışı görülen kasabanın kurulu düzenine küfrediyor. Tıpkı çevresindekilerin ikiyüzlülükleri karşısında kötücülleşen Danimarka prensi Hamlet gibi intikam alma yoluna gidiyor. Lakin sistemi temsil eden bayrak ve haç’ı reddetmeye hiç niyeti yoktur. Oyunu kuralına göre oynayarak sisteme kendini yeniden kabul ettirmek için mücadele verecektir.

Özge’nin değişmez yol arkadaşı olan Emre Erkmen’in görüntü çalışması ‘Ansızın’ın en önemli kozlarından. Yönetmen bir önceki çalışmasında şehrin en seçkin semtlerinden birinde, mimar eşin tasarımı lüks konutu paylaşmakta olan çiftin mutsuzluklarına rağmen değişime, yeniliğe, bilinmeyene yelken açmaya cesaret edemeyişlerini, kurulu düzenin dışına çıkamayışlarını Erkmen’in gri/mavi soğuk tonların öne çıktığı etkileyici görsel tasarımı eşliğinde perdeye taşımıştı. Düzen ve sistemin herşeyin üzerinde geldiği bir sıkışmışlık öyküsü olan ‘Ansızın’da Almanya’da ‘altın sonbahar’ denilen zamanın renk skalası üzerinden melankolik kırmızı, sarı, kahverengi tonları tercih edilmiş. ‘Hayatboyu’nun taş ve metalden ev tasarımı ile klostrofobik yabancılaşma hissini aktarmada başarılı olmuş olan Özge’nin ‘Ansızın’a mekân olarak seçtiği etrafı dağlarla çevrili gökyüzünün gözükmediği küçük Altena kasabası, Karsten’in iç dünyası ve sıkışmışlık duygusunu güçlü bir biçimde aktarabiliyor.

Özge’nin oyuncu seçimi yine başarılı. Bir önceki filminde sinemada ilk kez hacimli bir rol üstlenen deneyimli tiyatro oyuncusu Defne Halman ile çalışmış olan yönetmen, bu defa daha çok televizyon işleriyle bilinen Alman oyuncu Sebastian Hülk’den kusursuz bir oyun almasını bilmiş. Mekân kullanımı ve sessiz anlardan (son jeneriğe kadar müzik kullanmıyor) ustaca yararlanmasını bilen genç sinemacı, iletişimsizliğin sinemacısı Antonioni’nin eserinden açık esinler taşıyan ‘Hayatboyu’nun ardından ‘Ansızın’ ile arayışlarını sürdürüyor, satır aralarında yabancı düşmanlığına dikkat çekerken psikolojik gerilim türüne göz kırpıyor. Karsten ile Anna’nın Rus kökenli kocasıyla karşılaştığı (David) Lynch esinli sekans bu güzel filmin bir diğer hoş sürprizi.

(20 Ekim 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Scognamillo’yu Hatırlarken

2007 sonlarında tanışmıştım Giovanni’yle. Modern Zamanlar’ın dördüncüsü sayısına hazırlandığımız günlerde. “Sinema ve Eleştiri” konulu dergi adına görüşleri çok şey ifade ediyordu; çünkü o dönemde sayısı hayli fazla olan sinema dergilerine burun kıvırıyor, sinema yazınının film tanıtımına indirgendiğine inanıyorduk. Söyleşi önerimizi memnuniyetle kabul etmiş, o ana dek çıkan sayılarımız hakkında görüşlerini ortaya koymuştu.

Scognamillo, o yıllarda sinema dergilerinin ve televizyondaki sinema programlarının artışı gözlemine katılmakla birlikte, önemli olanın sayılar değil nitelik olduğuna inanıyordu. “Bir sinema dergisinin görevi salt güncel olanı izlemek ve tanıtmak değildir, bir kültür hizmeti yapmaktır. Dikkat edilirse yayınlanan sinema dergilerinin çoğu birbirine benzemekte ve daha çok güncelliği izledikleri için benzer konulara yer vermekte, benzer yorumlara varmaktalar. Önemli olan, her zaman, gösterimde olan filmler ve bu filmlere katılan sanatçılardır, yakında gösterime girecek olan filmler. Bazen öyle durumlar oluyor ki daha gösterime çıkmamış, dolayısı ile izlenilmemiş filmler hakkında –basın dosyalarına güvenerek– methiyeler yazılıyor ama film izlenildiğinde görüşler değişiyor. Kısacası çoğu dergilerin çizgisi magazinseldir, tecimseldir, yüzeyseldir.”

Eleştiri, geçmişe bakıldığında (60 kuşağı), eski gücünü ve
çarpıcılığını yitirmiş gibiydi ona göre. “Ait olduğum kuşağın amacı vurucu eleştiri idi, temelde siyasal eleştiri idi ve bilgilendirici, açıklayıcı eleştiri, uzlaşmalara ve adam kayırmalara yer vermeksizin. Hedef sanatçılara mesaj göndermek ve
ya pohpohlamak değildi; hedef sinema salonunun gişesine parasını yatıran izleyiciyi yönlendirmek ve pek tabii, sinema bilgisine, kültürüne katkıda bulunmaktı. Genelde sinema yazarlığı ve özelde eleştiri, Atilla Dorsay’ın tanımlaması ile, bir ‘misyon’ idi ve böyle yürütülüyordu, sinema kültürünün pek yaygın olmadığı bir dönemde böyle olması gerekiyordu.”

Kendisini bir eleştirmenden çok bir sinema tarihçisi olarak adlandırıyordu. Sinema yazarlığına 1949’da İtalyan ve Avrupa basınında başladığında eleştiri değil araştırma, inceleme yazdığını hatırlatıyordu bizlere. 1961’de Türk basınına eleştirmen olarak girmişti; çünkü o dönemde sinema yazarı eleştirmen olmakla eşit görülüyordu. “Türkiye’deki sinema yazarlığının ve eleştirinin sürecine baktığımızda bunun, temelde, bir kuşak sorunu olduğunu görürüz. Siyasal etki ve çizgi 12 Eylül ile değil de bir yirmi yıl öncesi 27 Mayıs 1960 ile başlıyor ve genel süreçte, genel sinemasal bilinçlenmede (kuram dahil olmak üzere) ilkin Nijat Özön – Halit Refiğ ikilisinin Sinema Dergisi, sonradan ise Türk Sinematek Derneği’nin Yeni Sinema Dergisi tartışılmaz bir önem ve değer taşıyorlar.”

Peki, günümüz eleştirisinde yeni bir dil yakalamak, söylenmemişi söylemek olanaklı mıydı? Yoksa eleştiri; tanıtım ve reklam bombardımanı altında tarihsel işlevini yitirmiş miydi?

“Eleştiride yeni bir dil yakalamak, söylenmemişi söylemek en azından deneysel olarak her zaman mümkün görülüyorsa da acaba söylenmeyen bir şeyler kaldı mı? Sinemanın ne estetik temellerini ne de onu şekillendiren kuramsal temellerini kanımca değiştirmek mümkün değildir. Benim kuşağım kuram olarak Eisenstein’i, Pudovkin’i ve sonradan Andre Bazin’i okurdu. Bugün ağırlık iletişim kuramlarına ve göstergebilime kaymıştır ve işin gerçeği bunun doğru olup olmadığını düşünüyorum hep; çünkü inanıyorum ki sinema, sinema yolu ile açıklanır, başka disiplinlerle değil. Gerçi ben filmlerin okunmadığı, izlenildiği bir dönemin ürünüyüm!… Görünürde bugün karşımızda ‘yeni’ bir sinema var; ama teknoloji ile estetiği, anlatım özellikleri ile kamera ve kurgu cambazlıklarını karıştırmayalım ki yanlış yollara girmeyelim.”

Temmuz 1967’de Yeni Sinema’nın Eleştirmenler Soruşturması’nda yer alan “Eleştirmenin Türk sinemasına katkısı” sorusuna “50’lerin 2. yarısında bazı iyi niyetli çabalar olsa da sonradan iş çığırından çıktı, ‘kutsal canavarlar’ yaratıldı ve etki ortadan kayboldu, yarın ne olacağını bilemem ama kötümserim.” diye yanıt vermişti. Aradan 40 küsur yıl geçtiğine göre bir kez de biz soruyorduk şimdi: Değişen koşulları da göz önünde bulundurarak eleştirinin Türk Sineması’nın gelişimine katkısı olmuş muydu?

“Evet, eskiden, bir dönemde oldu, ama bugün olduğunu sanmıyorum; çünkü yeni kuşak Türk sinema sanatçılarının en azından bir kısmı eleştiriye pek açık görünmüyorlar veya eleştiriyi önemsemiyorlar, alıngan oluyorlar, kendilerini anlaşılmamış hissediyorlar.”

Gerektiğinde halkla bütünleşmeyi de başarabilen ve bize özgü bir dil yakalayabilen yaratıcı sinemacılarımız yok mu olmuş, köprünün üstünden çok mu sular akmıştı?

“O yaratıcı kuşak dünya sinema tarihinde bir kez geldi, yaklaşık olarak bir yarım yüzyıl sürdü, gerçek sinemayı oluşturdu ve yerini kimilerinin yaratıcı sandıkları sağlam teknikerlere bıraktı bugün olduğu gibi. Türk Sineması’na gelince: Dünya sinema tarihinde hiçbir zaman nerede ise tümden çöken bir ülke sineması görülmedi Yeşilçam döneminde olduğu gibi. Yeni Yılmaz Güney’ler, yeni Akad’lar, yeni Erksan’lar, yeni Ömer Kavur’lar çıkmaz artık, onlar bir dönemin temsilcileri ve göstergeleri idi. Onların yerine geçecek olanlar var mı? Ben itiraf edeyim, henüz göremiyorum; çünkü Yeşilçam sonrası Türk Sineması halen bir arayış ve oluşum içinde, izleyicinin yeniden tecimsel sinemaya dönülmesi, daha çok filmin çevrilmesi, çokça genç yönetmenin ilk filmlerini çekmesi şimdilik ‘olay’ teşkil ediyorlar, ‘sonuç’ değiller.”

Derginin Kış 2008 sayısında yayınlanan ve o dönemde bizleri çok memnun eden bu söyleşinin tozlu sayfalarda hapsolmasına izin veremezdim. Sonradan pek çok kez kesişti yolumuz. 2012’de, bu kez, yerli-yersiz pek çok kesimin hedefi haline getirilen “Sinematek”le ilgili o unutulmaz sayıda. Şöyle demişti özetle, “Sinematek; daha önce gösterilmeyen, kimisi yasaklı olduğu için gösterilmesi de mümkün olmayan filmleri bizlerle tanıştırması ve Yeni Sinema gibi çok önemli bir dergi aracılığıyla sinema yazınına büyük katkıları bulunması nedeniyle çok önemlidir, sinemamıza hizmetleri büyük olmuştur. O dönemde yaşanan tartışmaların ortasında; ne Halit Refiğ’den ne Sinematek çevresinden kopmayan, Sami Şekeroğlu’nun dergisine de Yeni Sinema’ya da yazan bir yazar olarak en önemli kıstasım sinema kültürünün yayılması idi. Konu bu çerçevede ele alındığı zaman, Sinematek’in aynı zamanda bir okul olma işlevini üstlendiği görülecektir.”

Uzun telefon görüşmeleri yaptık, kimi zaman can dostu, duayenimiz Rekin Teksoy’la her sabah aynı saatinde yaptığı uzun görüşmelerine tanık oldum ve son olarak, üstadın vefatının ardından, onun için çok zor olan bir Rekin Teksoy yazısını kaleme alması için onu ikna ettim (“Son zamanlarda her gün telefonda görüşüyorduk. Depresif bir insan olduğum için sürekli krize girerim. Depresyon krizlerine girdiğimde kitap ve gazete okumam, film seyretmem, resim çizmem. Bayağı sıkı bir inzivaya çekilirim. Gazete okumadığım için tüm haberleri Rekin’den alırdım.”).

Ardından yazılacak, konuşulacak çok şey daha var kuşkusuz ama Tarık Akan yazısının mürekkebi kurumadan, bir başka dostun ardından el sallamak o kadar zor geliyor ki. Galiba onsuz gizemin tadı olmayacak; hatta sinemanın da…

(08 Ekim 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Yok Artık! -2-

“Işık artı zaman eşittir sinema” tanımı, sinemanın hayatın içinde olduğunun, hayatın içinden hikâyeler anlattığının kanıtıdır da bir anlamda. Bazen, özellikle Yeşilçam filmlerinde çıkar karşımıza ve “tesadüfün iğne deliği” diyebileceğimiz rastlantılar belirleyici olur. Hayatta asla karşılaşmayacağımızı düşündüğümüz şeylerle karşılaşabilir ve şaşkınlığa düşebiliriz.

Öykü olmalı…

“Yok Artık”ı izlemedim ama bir taksi şoförünün anlattığı öykülerden oluştuğunu biliyorum. Bu kez, bir başka dedikoducu (buradaki dedikodu, kötü ve olumsuz anlamda değil, konuşulan ve konuşmayı seven anlamında) alanda, berberdeyiz. Her gün onlarca birbirini tanımayan insanla bir araya gelen berber, doğal olarak müşterisini rahatlatmayı da amaçlayarak olur olmaz konularda görüş bildirir. Hepimiz denk gelmişizdir… Ya karşı çıkar tartışırız ya da destekleyip olumlu görüş bildiririz. Bir anlamda terapidir yaşanan. Bir anlamda rahatlamaktır yaşamın bütün gerginliği karşısında… Zaten hafifliyorsunuzdur tıraş olurken, saçınız kesilirken. Bir film, illa da bir öykü anlatmak zorunda mıdır? Sadece bir konu/olay/husus üzerinde yorum yapmadan, mesaj vermeden, tavsiyelerde bulunmadan, tahrik etmeden duramaz mı? Bence durur, durması da gerekir. “Yok Artık! -2-“ bunu başarıyor.

Senaryonun gücü…

Serkan Altuniğne, incelikle bir manevra ile sarkan komedi filmlerinde çıkış yolunu bulmuş. Kısa skeçlerle hem izleyiciyi bezdirmiyor hem de çok oyuncuyla ve değişik mekânlarla filmi renklendirmeye fırsat tanıyor. Yönetmen Caner Özyurtlu da bu malzemeyi yoğurmayı başarmış.

Komedi filmlerinin en büyük sıkıntısı, giderek güldürmekten uzaklaşan tekrarlar, biteviye sürdürülen lâf cambazlıklarına dayalı mizah bana göre. Argonun katkısını da unutmamalı… Tabii ki küfür, hayatın içinde yer alıyor, kadın erkek kimsenin dilinden düşmüyor. Tabii ki cinsiyetçi küfürlere karşı çıkmak gerekiyor. Filmlerde çok sık ve yerli yersiz edilen küfürler hoş olmadığı gibi anlamlarını da yitiriyor. “Yok Artık! -2-“ bu sorunu skeçlerle aşmış. Berber Adnan’ın tik haline gelen aynı oyunu bozsa da bu güzelliği keyifle izlenen, güldüren bir film.

(06 Ekim 2016)

Korkut Akın

Deepwater Horizon -Büyük Felaket-

“Kâr, daha çok kâr için daha büyük sömürü”; yirminci yüzyılla birlikte hayatımıza giren belirleyici bir söz. Gözünü para hırsı bürüyen yöneticiler başka hiçbir şey görmüyor, uyarıları da dinlemiyor.

Dünyanın bu güne kadar gördüğü en büyük çevre felaketi 2010 yılında yaşandı. Okyanusun ortasındaki petrol çıkarma platformu “Deepwater Horizon”, petrol şirketi yöneticilerinin 45 günlük gecikmeyi göze alamaması dolayısıyla gerekli kontroller yapılmadığı için hem işçilerin mezarı oldu hem de okyanusa tonlarca ham petrol döküldü.

Yaşanması istenmeyen felaket

Yakın planlarla müthiş sahnelerin izleyiciyi etkilememesi mümkün değil. Konu da belli, günlerce haber oldu gerek televizyonlarda gerekse gazetelerde. Ömer Madra’nın Açık Radyo’daki programları çok etkileyiciydi, hatırlıyorum. Peter Berg, sadece etkileyici bir filme değil, çok önemli bir soruna da parmak basmış. Yaşanmış bir öykünün, sinemanın alışılageldiği gibi sadece felaket/aksiyon yönüne bir de içine girmiş. Çalışanlarla yöneticilerin (burada, petrol şirketi BP’nin) düşünce ve görüşlerinin çatışmasını ele almış.

Çalışanların birbirleriyle çatışsalar da iş hayat kurtarmaya gelince ne kadar yardımlaşmaya açık olduğunu izliyoruz. Vurgulanmasa da alttan alta işlenen bu duygu içine işliyor insanın.

Karşılaştırma…

Dünya kamuoyunu günlerce meşgul eden, ortaya çıkan felaketin boyutları çok büyük olan ve etkileri hâlâ devam eden bu olayla, ister istemez geçtiğimiz yıllarda Söke’de yaşanan maden kazasını karşılaştırıyorsunuz filmi izlerken de, çıktıktan sonra da. Her ikisi de şirketlerin ve/veya yöneticilerin dur durak bilmez hırsları… Her ikisinin de de sonuçları büyük felaket… Birinin sonucu filmle bizlere ulaşıyor, diğerinin ise nasıl cereyan ettiğini bile bilmiyoruz. Muhtemeldir ki, çalışanlar suçlanır.

Çevreye duyarlı iseniz, bu dünyanın bize atalarımızdan değil çocuklarımızdan miras kaldığına inanıyorsanız, muhakkak izleyin.

Deepwater Horizon -Büyük Felaket- Yönetmen Peter Berg, Oyuncular Mark Wahlberg, Kurt Russell, John Malkovich, Gina Rodriguez, Dylan O’Brien, Kate Hudson… 30 Eylül’den itibaren gösterimde…

(01 Ekim 2016)

Korkut Akın

Vahşi Batı Yeniden

Foqua’nın son filmi, yapıma kaynaklık eden John Sturges imzalı ilk “Muhteşem Yedili”yle kıyaslanması bakımından önemli görünüyor. Son film, aynı zamanda “ölü bir tür” olarak nitelendirilebilecek western’in yeniden itibar kazanması yolunda bir adım olarak da nitelendirilebilir.

Orijinal film, bilindiği gibi Akira Kurosawa’nın “Shichinin no samurai” (“Yedi Samuray”, 1954) modeline sarılmakta ve Japon sosyal hiyerarşisinde apayrı bir yeri olan samurayların adalet anlayışını mercek altına alan bu klasiğin Vahşi Batı’ya uyarlanması anlamına gelmekteydi. Filmin bir başka önemli yanı, western’in sonbaharı olarak da adlandırılabilecek bir dönemde gündeme gelmesiydi.

60’lı yılların başlangıcında, popüler sinemada bir zamanların en sevilen türü gerçek anlamda can çekişmekteydi. Dünyada yaşanan toplumsal değişimler, western’in atmosferine sığmayacak/hapsolmayacak gibi görünüyordu. Başta John Ford olmak üzere türün ustaları, yeni dönemin koşullarına uygun bir yaklaşımı benimsediler ve işe, türdeki “kahramanlık” imgelemini değiştirmekle başladılar. Ford, “Kahramanın Sonu”nda, özenerek yaratığı şanlı maziyi elinin tersiyle iterek silahşörün kanunla sınavına, değişen Batı formunda yaklaştı; Peckinpah’ın anti kahramanları, ahlaki değerden yoksun görünüyorlardı. Penn, mitolojiyle hesaplaşmayı ilke edinirken, furyaya katılan Altman’ın “esas oğlanı” Warren Beaty, kasabadaki terk edilmiş kiliseyi geneleve dönüştürmekle meşguldü. Dönemin karşı kültür hareketlerini merkezine alan ilerici sinemacılar için western üretmek, gelenekle çatışmanın diğer adıydı adeta.

Bu koşulların kapısını aralayan filmlerden sayılabilecek ilk “Muhteşem Yedili”nin ana karakterleri, Mexico fonunda otoriteyle kapışan birer maceraperestti. Chris Larabee (Yul Brynner) serinkanlı, kararlı bir stratejistti; köyü koruma teklifini kabul etmesinin nedeni de, köyün “dileyin bizden ne dilersiniz” önerisiyle ona başvurmuş olmasıydı. Vin Tanner (Steve McQueen) öldürmeye fazlasıyla meyilli biriydi. Chico (savaş sonrası Almanya’dan masum, melek yüzlü sarışın temsilci Horst Buchholz) silahşörlere hayran toy bir delikanlı, Harry Luck (Brad Dexter) tek motifi para olan ve köyde gizli bir definenin gömülü olduğunu düşünen genç adam, Bernardo O’Reilly (Charles Bronson) Meksikalıları en iyi anlayan kişi olarak yarım kan Kızılderili, Lee (Robert Vaughn) intikamcı, şık bir silahşör, Britt ise (James Coburn) aşırı meydana okumalara hiç gelemeyen bir maceracı. Birer “devrimci” olarak yedi kahraman, liderleri Calvera (Eli Wallach) olan haydutlara karşı korumaya karar vererek büyük bir hesaplaşmaya gideceklerdi.

Sturges’in filmi, serinkanlı, profesyonel, insani ilişkilerin neredeyse dışında hareket eden bir silahşörün prototipini doğurmaktaydı. Sosyal çevresiyle, ortamla herhangi bir bağı kalmamış görünen, dahası desteklediği, yanlarında ya da karşılarında yer aldığı, uğruna hayatlarını tehlikeye attıkları insanları ne tanıyan, ne de tanımak gibi bir derdi olan kimselerdi bunlar. Hayatlarını riske atmalarının arkasında öyle ideal bir motif aramak anlamsızdı. Bu yaklaşım, girişte sözünü ettiğimiz anti kahraman modelini desteklemek adına da önemliydi.

*****

Klasik sinemanın şimdikine oranla daha durağan ilerleyen olay örgüsü, son film ile kıyasladığımızda Sturges’in “Muhteşem Yedili”sinin lehine işlemiş gibi görünmekte; çünkü yeni film, hemen hiçbir silahşoru yeterince tanıma fırsatı sunmadan aksiyona başlamak niyetinde. Tiplemelerin içinde “maceracı” sayılabilecekler olsa da, ekibin niçin bir araya geldiğini anlamamız adına yeterli motivasyon da yok. Elbette burada bir parantez açmak gerekebilir: Bir örneğini “Diriliş”te de gördüğümüz “kötü adam”ın resmedilişi incelendiğinde, yeni-eski farkını görmemiz kolaylaşıyor. Kiliseyi basarak kasabalıya kan kusturan adam, “Tanrı’nın evinde” dinsel saygısızlığın doruğuna çıkıyor; hatta mekânı yakmakta sakınca görmüyor. Bu kolaycılık seyirciyi ne denli ikna eder, bilinmez; ama “sığ” bir dile sahip olduğu öngörülebilir. Benzer bir durum, Denzel Washington’un eylemcileri toplarken, intikam güdüsüyle hareket ettiğini anladığımız anlar için de geçerli. Bir başka deyişle, 60’ların umursamazlık maskesi altında, anlamlı bir uğraş için bir araya gelen, bir nevi örgütlülük bildirgesi taşıyan anti kahramanları gitmiş ve yerine, neden orada olduğuna dair derin anlamlar bulamadığımız tiplemeler gelmiş. Manzaranın “farklı olanların kaynaşması” gibi bir görüntü içermesinin ise, tarihsel arka plandan bütünüyle yoksun, inandırıcı olmayan ve şablon üzerinden ilerleyen yapısına girmiyorum bile!

Son dönemde, beyazperdede nostalji rüzgarları estiren ve çoğunlukla büyük bütçeli kimi westernlerle karşılaşıyoruz. Bunların arasında “3:10 to Yuma” gibi yeniden çevrimler ya da Brad Pitt’li “Jesse James”vari psikolojik yönü ağır basan filmler de var; ancak Kevin Costner’ın “Uzak Ülke”sini ayrı tutarsak, türün yeniden dikkat çekmesini sağlamaktan uzak görünüyorlar (Galiba Eastwood, “Unforgiven”la türün tabutuna son çiviyi esaslı çakmış!). Bu durum Foqua için de geçerli. Washington’la önceki filmlerde iyi bir ikili oluştumuş gibi görünseler de, türün yalnızca görkemli patlamalar, esaslı çatışma sahneleri ve sonu kanlı çatışmalardan ibaret olmadığını anlamamız dışında, çok da önemli bir işlev üstlen(e)miyor yeni “Muhteşem Yedili” ve bilmediği sularda boğulmaktan kurtulamıyor.

Tarihin bu diliminde westernlere ihtiyaç olup olmadığı sorusu ise daha bir süre havada asılı kalacağa benziyor.

(28 Eylül 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

23. Uluslararası Adana Film Festivali: Başarılı Bir Organizasyonun Ardından

Bereketli topraklar üzerinde 19 – 25 Eylül 2016 tarihleri arasında düzenlenen film festivalini yakından izleyen bir yazar olarak genel değerlendirme notlarımı paylaşmak istedim.

1 – Festival Programı
Festival Programı içerdiği çeşitlilik ve filmlerin genel düzeyi itibarıyla birinci sınıftı. Bu konuda, Sinema Programları Direktörü Kadir Beycioğlu’nun şahsında emeği geçen herkesi içten kutlarım.

Yarışma filmlerinin yarıya yakını En İyi Film ödülünü alabilecek düzeyde güçlüydü. Bu da bir festival için önemli başarı göstergesidir. Ön seçim ekibini kutluyorum. ‘Albüm’ / Mehmet Can Mertoğlu, ‘Koca Dünya’ / Reha Erdem, ‘Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’ / Erhan Tuncer, ‘Babamın Kanatları’ / Kıvanç Sezer, ‘Rüya’ / Derviş Zaim, ‘Tarla’ / Cemil Ağacıkoğlu sinemamızın günümüzde ulaştığı başarı düzeyini gözler önüne seren kalburüstü bir toplam oluşturmaktaydı. Yarışma dışı gösterimler çok önemli filmlerden oluşmaktaydı. Türkiye prömiyerini yapan ve son Cannes şenliğinin ödül ve övgüler kazanmış tam 12 yapımı dışında ilk kez Venedik, Sundance, Rotterdam gibi festivallerde gösterilmiş seçkin filmler izledik. Büyük ustamız Ömer Lütfi Akad’ın ünlü ‘Gelin / Düğün / Diyet’ üçlemesinin yanı sıra yakınlarda kaybettiğimiz Abbas Kiarostami adına düzenlenen toplu gösteri bu önemli sinemacıların filmlerini yeniden beyazperdede izleme şansı yaratması açısından değerliydi.

2 – Festival Gösterim Mekânları
Yarışma filmlerinin tek bir salona toplanması yerinde bir seçimdi. Cinemaximum Sinemaları’nın 6. salonu geniş ve ferahtı. Aynı sinemaların 7. ve 8. salonları da gösterim için uygun koşulları içeriyordu. Gösterimlere halkın ilgisi çok büyüktü. Yarışma filmleri Arıplex ve Avşar Optimum salonlarında ikinci kez gösterime sunuldu. Ulusal Yarışma filmleri kadar Dünya Sineması’ndan gösterimler de büyük ilgi gördü. Festivalin ‘Açılış Töreni’ bu yıl Hilton Oteli Balo Salonu’na alınmıştı. 24 Eylül akşamı düzenlenen ‘Kapanış ve Ödül Töreni’ ise Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi.

3 – Gösterim Sonrası Söyleşiler
Yarışma filmlerinin yoğunluğu nedeniyle gösterimler sonrasında basın toplantıları düzenlenmedi ancak gösterimlerden hemen sonra film ekiplerinin iştirak ettiği soru-cevap uygulaması son derece verimli ve düzeyliydi.

4 – Dokümantasyon
Festival kataloğu titizlikle hazırlanmıştı ve yarınlara kalacak önemli bir belge olarak festivalin yüz aklarından biriydi.

5 – Diğer Yarışmalar
Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması ve Öğrenci Filmleri’nin yarıştığı bölümler geleceğin sinemacılarını teşvik etmek açısından festivalin olumlu çabaları olarak devam etti. Adana Konulu Uzun Metraj Senaryo Yarışması bu yıl ilk kez gerçekleştirildi.

7 – Bitirirken
23. Uluslararası Adana Film Festivali başarılı organizasyonu, birinci sınıf programı ve saygın yarışma jürisiyle sinemamız tarihindeki yerini almıştır. Festivalin gerçekleşmesinde büyük katkıları olan Festival Yürütme Kurulu Başkanı ve Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü ve Festival Direktörü Candan Yaygın’ın şahıslarında emeği geçen herkesi kutluyor ve festivalin başarılarının devamını diliyorum.

(28 Eylül 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

23. Adana Film Festivali’nin Ardından…

Bu Kalp Seni Unutur mu?

Bu yıl Adana, Tarık Akan demekti. Kimsenin beklemediği bu ani ölüm, başta sinemaseverler olmak üzere sanatçı dostlarını da derinden etkilemişti. Kolay mı hem anneannemin hem annemin hem de benim yani üç neslin sevgilisi olmak… İlerleyen yıllarda kariyerinde bir yol ayrımına giderek, toplumsal filmlerde bambaşka bir figür olarak karşımıza çıkan bu büyük aktör birçok yönüyle bu ülke insanını kendisine aşık etti. Onu kalbimizin, Yeşilçam’ın ve Türk Sineması’nın baş köşesine koyduk.

Festival boyunca her filmden önce Tarık Akan’a saygı duruşu niteliğindeki küçük filmi izledik. Hızla hazırlanmasının getirdiği hatalar ve eksikler olsa da, önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü aktörün ölümü ile birlikte pek çok kötü niyetli insanın arkasından çok çirkin ithamlarına şahit olduk. Onlar hiç Hababam Sınıfı izlememiş, hiç kahkaha atmamış, hiç gözyaşı dökmemiş gibi taş kalplilerdi. Dolayısıyla bu küçük film, aldığı alkışlardan da gördüğümüz üzere onun halkın gözündeki yerini bir kez daha sağlamlaştırmış oldu.

Belediye Başkanı’ndan Sanata Özgürlük Çağrısı

Ödül töreninde, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü’nün hiçbir siyasi konuşmaya girmeden tamamen sanatın ve sanatçının yanında duran samimi konuşmasını çok yerindeydi. Her ne pahasına olursa olsun festivallerin devam etmesi, sanata ve sanatçıya baskı ve sansür uygulanmaması gerektiğinin altını çizen Sözlü’nün konuşması hangi siyasi görüşten olursa olsun herkesin takdirini ve alkışını aldı.

Festivalin Yıldızı 3 Film…

Ödüllere gelecek olursak, festivalin “Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması” bölümüne damgasını vuran ve herkesin hem fikir olduğu üç film vardı; “Koca Dünya”, “Babamın Kanatları” ve “Albüm”… Kendime adıma sonuçların çok hakkaniyetli olduğunu düşünüyor ve başta jüri başkanı Tayfun Pirselimoğlu olmak üzere tüm jüri üyelerini objektifliklerinden dolayı tebrik ediyorum.

En İyi Kadın Oyuncu Ödülünde Sürpriz

Beni şaşırtan tek ödül, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nün –film başka hiçbir ödül almamasına rağmen- “Rüya” filmiyle Gizem Erdem’e verilmesi oldu. Ödülün “Albüm” filmindeki nefis performansıyla Şebnem Bozoklu’ya verilmesi gerekirdi ve rakibi de yoktu diye düşünüyorum. Ayrıca Albüm’ün –çoğu kişiyi şaşırtsa da bence çok yerinde ve cesur bir karar- En İyi Senaryo (sinemamızda uzun zamandır görmediğimiz kadar incelikli ve zekice yazılmış bir senaryo) ve En İyi Yönetmen (filmi izleyince ilk filmini çeken bir yönetmen olduğuna inanmakta güçlük çekiyorsunuz) olduğuna inanıyorum. En İyi Sanat Yönetimi de dahil olmak üzere “Albüm”, 3 önemli ödül ile törenden ayrıldı.

Israrla Konuşmaya Zorlanan Yönetmen

Ayrıca törende zorla konuşmaya zorlanan Mehmet Can Mertoğlu’na biraz haksızlık edildiğini düşünüyorum. Sonuçta henüz çok genç bir yönetmen ve yalnızca teşekkür etmekle yetinmek istemiş olabilir. Bunu yapan pek çok tecrübeli yönetmen var. Bu ısrar karşısında verdiği tepki ile seyirci tarafından yanlış anlaşıldığı yönünde fikrim. Bu yıl bizi Cannes’da büyük bir başarıyla temsil eden tek uzun metrajlı filmimiz Albüm, 07 – 16 Ekim tarihlerinde gerçekleşecek Filmekimi programında da yer alıyor. 04 Kasım’da da vizyona girecek. Bu çok incelikli, gözlemi, mizahı ve performansları çok yüksek filme gördüğünüz yerde sarılmanızı tavsiye ediyorum.

Yılmaz Güney Ödülüne Yakışan Film

Ulusal yarışmanın üçüncü ve son gözde filmi, festivalin en çok ödül alan filmi olma başarısını da gösteren -toplamda 7 ödül sahibi oldu- Babamın Kanatları’ydı. Filmin kazandığı tüm ödülleri hak ettiğini düşünüyorum. Henüz vizyon tarihi belli olmayan bu güçlü film de umarım hak ettiği seyirciye ulaşır.

Yüksel Aksu “İzleyici Ödülü”nü Kaptırmadı

Festivalde İzleyici Ödülü’nü kazanan İftarlık Gazoz filminin yönetmeni Yüksel Aksu ve En İyi Film Ödülü’nü kazanan Reha Erdem birbirlerine yaptığı tatlı gönderme çok hoştu bana kalırsa. İki yönetmen de kendi kulvarlarında çok iyi işlere imza atıyorlar ve her ikisi de günün birinde birbirlerinin ödüllerini kazanmayı arzu ediyorlar. Bence nefis bir motivasyon… Yüksel Aksu seyircinin nabzını çok iyi yakalayabilen bir yönetmen. Filmlerinde ne ağır aksak sözde “sanat” filmi etkisi ne de ucuz gişe filmi kalitesizliği var. Kendi sinema dili ve estetiğini oturtmuş önemli bir yönetmen. Adana seyircisinden gelen bu ödülün çok anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak

Kendi adıma büyük bir şanssızlık yaşadığım için festivalden En İyi Film başta olmak üzere toplamda 3 ödül kazanan (Film-Yön En İyi Yönetmen & Umut Veren En İyi Oyuncu) Koca Dünya filmini izleyemedim. Çünkü o sırada geçtiğimiz hafta Londra’da galasını yapan ve şu sıralarda biyografisini okuduğum Beatles belgeselini izlemeyi tercih etmiştim. Film teknik bir aksaklıktan dolayı gösterilemedi, öncesinde herhangi bir bilgi de verilmediği için iki filmi birden izleyememiş oldum. Hafta boyunca yaşadığım tek ve bana en pahalıya mal olan sorun bu oldu. Sağlık olsun, artık The Beatles: Eight Days A Week – The Touring Years adlı belgeseli Filmekimi’nde, Koca Dünya’yı da başka bir festivalde ya da vizyonda görürüm. Her iki filmi de bir an önce izlemek için yanıp tutuşuyorum.

Çok Dar Elbise

Ulusal yarışmadaki filmler bu yıl beklentinin altında kaldı. Festivale damgasını vuran üç filmden başka bir filmden konuşamıyoruz bile. Ancak bunlardan bir tanesi yalnızca kötü değil kötü niyetli olunca bir anda dikkatleri üzerine çekti. Ulusal yarışmanın en büyük hayal kırıklığı, Hiner Saleem imzalı Dar Elbise adlı filmden söz ediyorum. Gösterim sonrası seyircinin de tepkisini alan film her şeyden önce bir sinema filmi olmanın birçok unsurundan uzak. Bir filmin toplumsal bir meseleyi ele alıyor olması o filmi koşulsuz şartsız alkışlamamız gerektiğini göstermez. Kaş yaparken göz çıkarmak deyiminin adeta vücut bulmuş hali olan film, sözüm ona kadınların toplumda yaşadığı baskıyı anlatıyor. Yönetmen Tahran’da yaşanan gerçek bir olaydan esinlenmiş, filmi Ortadoğu’da çekemediği için gelip İstanbul’un göbeğinde çekmiş. Kadın cinayetleri meselesi ülkemizin en büyük sorularından bir tanesi kaldı ki bu dünyadaki en medeni ülkelerinin de sorunu. Bunu kimse inkar etmiyor, edemez. Ancak siz açık açık bir ülkeyi, şehri, insanları adeta hedef göstererek böyle sevimsiz bir dille itham ederseniz tepki geldiğinde de ben sosyolog değilim deyip işin içinden çıkamazsınız. Bu filmin ülkemize ve insanlarımıza büyük bir hakaret olduğunu düşünüyorum. Ancak izlenmesine ya da yarışmasına kesinlikle karşı değilim. Zaten aklı başında her izleyici filmi izleyince ne yapılmaya çalışıldığını çok net bir şekilde görecek. Filmde rol alan oyuncular için de büyük talihsizlik. Filmin yapımcısı da olan Tuba Büyüküstün’ün nasıl böyle bir filmin parçası olduğunu aklım almıyor.

Rüzgar Gibi Geçti

Adana’nın gerçek bir sinema buluşmasına ev sahipliğini yaptığını söyleyebilirim. Film yapımcıları, yönetmenler, oyuncular, gazeteciler, sinema yazarları ve diğer tüm meslek profesyonellerinin buluşup konuştuğu harika bir ortam vardı. Filmden filme, sohbetten sohbete koşarken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. Bu buluşma, ülke genelinde yaşanan ağır gündeme bir nefes, güçlü bir moral oldu. Festivalde gösterilen
filmlerin ücretsiz olması sebebiyle de gala gösterimlerine inanılmaz yoğun bir katılım olduğunun altını çizmek gerekir. Tabii bunda film ekiplerinin de katılmasının büyük etkisi var. Yabancı filmlerin gösterimlerinde ne yazık ki bu yoğunluk yoktu. Ancak çok iyi bir seçki vardı. Bu filmlerin büyük bir çoğunluğunun Filmekimi programında yer aldığını da tekrar etmekte fayda var. Tarık Akan ve Mahmut Hekimoğlu kayıplarıyla sarsıldığımız haftanın akabinde gerçekleşen 23. Uluslararası Adana Film Festivali hafta boyunca ustalarına saygıda kusur etmezken bu hüzünlü havaya rağmen enerjisi ve renkleri bol bir haftaya imza attı. Emeği geçen herkese teşekkürler.

(28 Eylül 2016)

Gizem Ertürk

Ali Erden Yazıyor: Şehirlilerin Bitmek Bilmez Meseleleri

Bridget Jones 43 yaşına basıyor. Geçmişte sevgilileri olsa da şimdi yatağında yapayalnızdı. Yumurtaları da kuruyup gidecek bir erkeğin spermleriyle buluşmazsa. Londra’da haber kanalında çalışan Bridget, eski sevgililerinden birinin kilisede anmasına katılıyor. Ölüp ölmediği de bilinmiyor. Kiliseye geride bıraktığı kadınlar da gelmiş. Hepsinin hatıraları da ortaktı kayıp çapkın sevgiliyle. Hem de kelimesi kelimesine. Bridget’ın avukat eski … Devamı… »

Timsah Gözyaşlarından Sonra

Mahallenin “çıtır” ağabeyi ve sonradan yönetmeni, şöhretin doruğunda gezer ve çalım atma kralı olarak “başka” mahalleye transferinin tadını çıkarırken şöyle buyuruyordu:

“12 Eylül’den sonra aydın bunalımını konu alan filmler çeken yönetmenlerin halka büyük bir özür borcu var!”

İlginçtir; sonradan, benzer bir yönelimin 21. yüzyıldaki “önemli” temsilcisi, bol ödüllü bir yönetmenimizin oyuncusu olmaktan övünç duyacaktı.

Bu günlerde, söz ne zaman Tarık Akan’dan açılsa, aklıma, -diğer pek çok konuyla birlikte- bu sözler geliyor; çünkü usta oyuncu, sözü edilen bu yapımların bir kısmında rol almıştı. Ve adeta genel kabul gören bu sözlerle ele alınan dönem filmleri hiç de “lanetli” değildi. Orta sınıf aydının içine düştüğü bireysel ve büyük ölçüde toplumsal çıkmazın filmlerde konu edilebileceği bir dönem varsa eğer, bu hiç kuşkusuz 12 Eylül sonrasına tekabül edecekti. Çözülmenin tam da orta yerinde, “Ses”ten “Su da Yanar”a ve kanımca en çok da “İkili Oyunlar”a kimi filmleri üretmek, yaratıcıları adına adeta kaçınılmazdı. Üstelik sinemamızın o büyük dağılışından, geniş kesimlerle ilişkisinin son bulmasından o filmler ve yönetmenler sorumlu tutulamazdı; ama bu, elbette bambaşka bir yazının konusu.

Ülke tarihinin en çok ödül kazanan oyuncusunun filmografisine kabaca bakıldığında görülecektir: Sinemanın çağına tanıklık etme özelliğine uygun yapımlarda oynamak baz alınacaksa, Tarık Akan, alanında rakipsizdir. Örneğine Bette Davis ve Marlon Brando’da rastlayabileceğimiz, -kuşkusuz bize özgü- stüdyo sisteminin çarklarında dönmeyi ilk o reddetmiştir. Milyonların sevgilisi, gamsız aşık rollerinde vakit öldürebilecekken, Yılmaz Güney’lerin öncülük ettiği politik akıma gönüllü olarak katılmıştır; üstelik bunu el yordamıyla gerçekleştirmiş ve eskiyle bağını, Yeşilçam’da ikinci bir örneğine asla rastlayamayacağımız ölçüde, “şiddetle” koparmıştır. Benzer şeyler, genel eğilimlerin dışında kalmayı seçtiği 80’lerde de görülebilir.

Yaşamı incelendiğinde bir büyük kusuru daha olduğu görülecektir Akan’ın. Verilenle yetinmeyen (!), daha çok “demokrasi” talep eden (!), gidişata “muhalefet şerhi” düşerek onay veren (!) “yurdum aydınlarından” olmayı reddetmiştir. Bugün Silivri fotoğrafına övgüler düzenlerin, en iyimser tahminle “görüşleri sanatının önüne geçiyor”, “vaktini film yapmaya harcasa çok daha iyi olmaz mı?”, “bu kadar fanatik olmaya ne gerek var” fısıltıları arasında itibarsızlaştırmaya çalıştıkları oyuncunun Atatürk vurgusu da dönemin rüzgârına ters bir meydan okuma içermektedir.

Tarih, cenazesinde gözyaşlarına boğulan, maziyi coşkuyla anımsarken, o günleri belleğinden kazıyan ve çok üzerine gidilse “kandırıldığını” beyan edecek olan o “dostları” da, Tarık Akan’ı da yazacaktır.

68’in renkli rüyasından karanlık bir geleceğe uyanan “İkili Oyunlar”ın kahramanlarının seslendirdiği “Sarı Kız”la ilk gençliğinden sıyrılan bu satırların yazarı, anısı ve mücadelesi önünde saygıyla eğilmeyi, ona ve tarihe bir borç bilir: “Selam olsun karanlığı şimşek şimşek yakanlara!”

(21 Eylül 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com