Kategori arşivi: Yazılar

Köpekleşmek Nereye Kadar

Dünya prömiyerini 71. Cannes Film Festivali’nde yapmış olan ‘Dogman’ tipik bir Matteo Garrone filmi. Yine Cannes’da beğeniyle karşılanmış 2008 yapımı ödüllü ‘Gomorra’da mafya ve şiddet sarmalını ele almış olan sinemacı, bizde vizyona gelmeyen bir önceki yapıtı ‘Masalların Masalı / Il Racconto dei Racconti’de mitolojik hükümranların karanlık öykülerini perdeye taşımıştı.

Gerçeküstücü sularda gezinen karanlık öyküler anlatmayı seven Garrone, ‘Dogman’de tahakküm ve şiddetin izlerini küçük bir kıyı kasabasında arıyor. 1980 başlarında İtalya’yı sallamış gerçek bir cinai vakadan yola çıktığı halde, hikâyesini gerçeküstücü sularda gezinen bir peri masalına dönüştürmeyi başarıyor.

Filmin ana karakteri ufak tefek bir köpek bakıcısı. Kasaba sakinlerinin sevgisini hem sempatikliği hem de torbacı olarak verdiği hizmetiyle kazanmış olan Marcello’nun köpekleri ve küçük kızıyla kurduğu huzurlu dünyası, mahallenin belalısı, kokainman eski boksör Simone ile yakınlığı ve O’nun kanunsuz taleplerine hayır diyemeyişi yüzünden alt üst oluyor.

Küçük adam ile muktedir efendisinin bir Ezop masalını andıran hikâyesini kafasında bir western olarak tasarladığını ifade ediyor Garrone bir söyleşisinde. Daha önce başka filmlerinde de yer verdiği İtalya’nın güney ucunda yer alan ıssız sahil kasabası ‘Villaggio Coppola’yı mekân olarak seçişi bu yüzden. Kanunsuzluğun ve şiddetin kolaylıkla zemin bulabileceği bu sınır bölgesinde bir topluluğun üyesi olmak, saygı ve sevgi görmek çok çok önemli. Belalı Simone ile gönülsüz işbirliği yüzünden üyesi olduğu küçük cemaat tarafından dışlanıyor Marcello. Çelimsiz sokak köpeğinin yırtıcı pitbull ile dostluğu kadar marazi bu tehlikeli yakınlaşma, O’nun hayatını alt üst edecek, O’nu şiddetin göbeğine çekerek derin bir yalnızlığa sürükleyecektir.

‘Dogman’ köpeklerin dünyasından yola çıkarak enfes bir alegoriyle insan tabiatını kurcalıyor. Güçlü bir koruyucuya sırtını dayamak suretiyle ayakta kalmaya çabalayan küçük adam portresi çizmeye soyunuyor. Köpekler gibi insanların da yalnız yaşayamayacağının altını çiziyor. Bir insanın hayatta kalabilmek için nereye kadar köpekleşebileceği sorusunu soruyor. Korku ile onurun insan ruhundaki ezeli çatışmasına ışık tutuyor. ‘Dogman’ mütevazi dükkanın adı olmakla kalmıyor, Marcello’nun şefkatle baktığı köpeklerle ne kadar benzeştiğini de ifade ediyor.

Usta görüntü yönetmeni Nicolaj Brüel’in, gittikçe sertleşen ve karanlıklaşan hikâyede ışıklandırma çalışması birinci sınıf. İlk yarıda güneşli bir sahil kasabasında gezinirken, ikinci bölümde gri bulutların, yağmurun rüzgarın, karanlık gecelerin ürpertisini duyumsuyoruz. Filmin en önemli kozu ise, Marcello’yu canlandıran ve ilk oyunculuk deneyiminde Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödülü ile dönen müthiş yetenek Marcello Fonte. Güney İtalya’nın ucundaki yoksul Cabiria’dan gelmiş olan Fonte, eski mahkumların tiyatro çalışmaları yaptığı bir sosyal merkezin bekçisi iken, ani bir kalp kriziyle hayatını kaybeden oyuncunun yerine sahneye çıkmış ve bu arada yapılan seçmelerde keşfedilmiş. Bu güzel filmi keşfetmek için ben de okuyucularımı sinemaya davet ediyorum.

(31 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İpler Kimin Elinde?

İnternetle birlikte sosyalleşme denilen kavramın değişmesi gerektiği çok yıllar önce ileri sürülmüştü -ben de bunun üzerine o kadar çok yazdım ki, yinelemekten başka bir yol bulamıyorum- bir zamanlar çocuklar sokağa çıkardı, erişkinler kahveye gider, kadınlar gün yapardı… Tüm bunlarla hayata farklı bakış yakalar, kendilerince donanırlardı. Artık öyle değil… Bir yere gitmeniz gerekmiyor. Ekranın karşısında alışverişten eğitime, bilimsel çalışmalardan uzay araştırmalarına kadar her şeyi, hatta gezip görme ihtiyacını bile karşılayabiliyorsunuz. Sosyalleşme kavramı için herhalde uzmanlar çalışıyorlardır. Bu uzmanlar illa da bilim insanı olmak zorunda değil tabii. Sanatçılar da kendi alanlarında bu hususu irdeliyor, yeni bir “çıkış yolu” bulmaya çalışıyor.

Sinemanın farkı…

Yedinci sanat oluşu dolayısıyla diğer tüm plastik sanatları içinde barındıran sinema, bu açıdan, bu durumu en kolay ve derinlikli açıklayabilen önemli bir sanat. Sinemanın bu önemli, önemli olduğu kadar da belirleyici avantajı biz izleyicilere perdede birçok yeniliği izleme, daha da önemlisi üzerine düşünme fırsatı veriyor.

Birbirini tanımayan, ama zaman içinde birbirlerinin benzeri bir sorun yaşamış (mesela ölümden dönmek) altı insan bir oyuna başlar. Biri içine kapanık, biri hırslı, diğeri çekingen, öbürü karizmatik ve yakışıklı, biri kamyon şoförü yani yalnız, biri savaş görmüş, yaşamın gelgitleri arasından sıyrılabilmiş altı insan kapatıldıkları odadan kurtulmak için ipuçları bulmak, anahtarları açmak ve arkasındaki odadan da çıkabilmek zorundadırlar. İnanılmaz bir gerilim yaşanır daha ilk adımda. İnsan bu, kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanır hep. Tabii ki “benim dediğim doğru”dur her zaman. Ama öyle olmuyor işte. Biri bulduğu ipucundan yola çıkıyor, diğeri ona destek olup kapıyı aralıyor… Dayanışma; odaların zorlaşması, ipuçlarının daha zor bulunması, kapıların daha güç açılmasıyla göz ardı ediliyor. “Benim dediğim doğrudur”dan “ben kurtulmalıyım”a ulaşıyor.

Odadan odaya…

Her odadan bir ipucu bulup çıkıyorsunuz ama sizi başka bir oda, buna da bağlı olarak başka bir soru(n), başka bir kilitli kapıbekliyor. Her bir oda farklı, biri bir ortaçağ dönemindeki derebeyi şatosunun salonu olarak dekore edilmiş, biri kitaplık, biri bilardo masası da bulunan bir bar, biri cehennem ateşi saçan fırın, biri kutuptan bir bahçe… Her bir oda, bir öncekini aratacak denli gerilim dolu, heyecanlandıran ve korkunç. Bir de hastane odası var… işte orası çok ilginç, çünkü karakterlerin geçmişini, oraya nereden ve neden geldiklerini öğreniyoruz. Bizim öğrenmemiz bir yana, asıl karakterler öğreniyor…

Kimden yanasınız…

İzleyici olarak oyuna katılanlardan birini ister istemez seçiyor ve tutuyorsunuz… Bir sözü, bir davranışı, bir görüşü sizi kendisine çekebiliyor, ama bir sonraki odada, bir sonraki ipucunu değerlendirmede ve/veya bencillik nedeniyle arkadaşını ölüme terk etmesi içinizde büyüyen o sevgiyi yok edebiliyor.

Gerilim asıl burada…

William Golding’in yazdığı sinemaya da uyarlanan “Sineklerin Tanrısı”nı hatırlar mısınız? Bir adaya düşen izci takımının psikolojik çatışmalarının vahşete dönüşmesi anlatılıyordu… Burada da kurtulmak için arkadaşını feda etmek zorunda hissediyor oyuna katılanlar. Nereye kadar feda edebilirsiniz arkadaşınızı, sıra size geldiğinde ne yaparsınız o zaman? Çok bilinmeyenli, çok seçenekli, çoktan seçmeli bir labirent. Tıpkı hayat gibi…

Peki, biz -filmde değil hayatın içinde yaşayanlar- ne demeliyiz? Kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

(31 Ocak 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Ayrılık Şarkısı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

1951 yılında başrolünü oynadığı “Avare” filmi ile ülkemizde ve dünyada yaygın olarak tanınmaya başlayan Hintli oyuncu Raj Kapoor ne kadar bereketli bir sinemacıymış. Seneler geçti, neredeyse hemen her filmde Kapoor soyadına rastlıyoruz. Sinemalarımızda Cuma günü vizyona giren son Hint filmi “Bajrangi Bharjaan: Sevginin Gücü”nde de iki Kapoor var. Birisi başrol oyuncusu Kareena Kapoor, diğeri yürütücü yapımcı Rajan Kapoor. Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz “Dangal”ın başrol oyuncusu Aamir Khan da Kapoor’un yolundan gidiyor gibi. Khan soyadı da hemen her Hint filminde karşımıza çıkar oldu. “Bajrangi Bharjaan”ın yönetmeni ve senaristi Kabir Khan, başrol oyuncusu ve yapımcısı Salman Khan, yardımcı oyuncular Javed Ahamad Khan, Najeem Khan, yönetmen asistanı Inaar Amir Khan, kareograf Ahmed Khan. Bu arada “Bajrangi Bharjaan”ın yapımcısı Salman Khan Film’in logosunun ardında çalan müzik 20th Century Fox’un müziğini andırıyor. Bu benzetmeye iyi tarafından bakıp, taklit değil de Hint sinema endüstrisine Hollywood’a atfen Bollywood denmesine saygı gösterisi gibi algıladım. Paylaşımımın sonunda filmi çok sevdiğimi de belirteyim; hatta “Dangal”dan da daha iyi buldum. (18 Ağustos 2018)

Uzun bayram tatillerinin klasik paylaşımları başladı. Giderken “İstanbul’un karmaşasından kaçıyoruz, kafamızı dinleyeceğiz.” diyenler dönüşte muhtemelen “İstanbul sensiz olmuyor, sana kavuşuyoruz.” övgüleri yağdıracak. Dikkat edin, diğer şehirler için de hep öyle oluyor. Sanki giderken gücendirdikleri şehrin gönlünü aldıklarını sanıyorlar ama şehir kendini sevenleri ve sevmeyenleri biliyor. (19 Ağustos 2018)

Sinemamızın eski filmlerinin fotoğraflarının üzerine kabartma logo basarak internete koyan web sitelerinin sinemaseverlerin sevgisinden çok antipatisini kazandığı kanaatindeyim. (19 Ağustos 2018)

Milli Piyango bayiinden bilet alayım dedim, “Abi çekecek misin, makineden mi vereyim?” dedi. “Senin elinden çekmek daha keyifli oluyor.” dedim, çektim. “Yakında basılı biletleri de kaldırırlar, bizim dükkânlar da kapanır.” dedi hüzünlü hüzünlü. Oldu olacak bendeniz de meseleye nifak sokayım. Makineleri de kaldırın babasını satayım; işi mesajla halledin. “Şu no.ya mesaj atın, numara cebinize gelsin.” deyin, iş bitsin. Ne kâğıt ne baskı, ne makine masrafı var. Net, trink, keş para. Hâttâ daha ileri giderek numara bildirmeyi de sektir edin, doğrudan tek mesajla işi halledin. “Bilet parasını şu no.ya gönderin, kazanmadığınızı bildirelim.” deyin, olsun bitsin. (20 Ağustos 2018)

“Menekşe kokulu yarim, kime arz edeyim halim”i anlıyorum da “İstanbul’dan Üsküdar’a yol -nasıl- gider?” Türkü bestelendiğinde köprüler yok idi. (22 Ağustos 2018)

Ünlü tiyatro oyuncumuz ve seslendirme sanatçımız Toron Karacaoğlu hayatını kaybetti. Mekânı cennet olsun. Seslendirme konusunda özel bir konumu olan ve sinemada Cüneyt Arkın’ın sesi olarak bilinen sanatçı 1965 yılı yapımı “Sevgili Öğretmenim”de hem Tanju Gürsu’yu, hem de Gürel Ünlüsoy’u; 1966 yılı yapımı “Ayrılık Şarkısı”nda hem Cüneyt Arkın’ı hem de Zafer Önen’i; 1976 yılı yapımı “Sıralardaki Heyecanlar”da hem Kayhan Yıldızoğlu’nu hem de Zeki Sezer’i seslendirmiş. İlginç olan diğer bir özelliği de sinemamızın önde gelen seslendirme sanatçıları Abdurrahman Palay, Semih Sergen ve Metin Serezli’yi de rol aldıkları filmlerde seslendirmiş olması. Sinemamızda neredeyse sesini vermediği başrol oyuncusu kalmayan Toron Karacaoğlu’nun seslendirdiği tanınırlığı yüksek oyuncularımızı, haber için yaptığım araştırma sonucu listeledim; tek filmde seslendirdiği tanınmamış oyuncuları da eklersek muhtemelen seslendirdiği kişi sayısı bakımından Guinnes Rekorlar Kitabı’na girebilir. Allah rahmet eylesin: Abdurrahman Palay, Ahmet Mekin, Ali Şen, Asım Nipton, Atıf Kaptan, Atilla Ergün, Aydın Tezel, Ayhan Işık, Aykut Bora, Aytaç Arman, Aytekin Akkaya, Baki Tamer, Bilal İnci, Bülent Kayabaş, Bülent Oran, Cahit Irgat, Cem Erman, Cemil Şahbaz, Cenk Er, Cihangir Gaffari, Cüneyt Arkın, Demir Karahan, Doğan Tamer, Ediz Hun, Efgan Efekan, Ekrem Bora, Engin Çağlar, Engin İnal, Ercan Turgut, Erdo Vatan, Ergun Köknar, Erol Taş, Erol Tezeren, Eşref Kolçak, Ferdi Tayfur, Ferhan Şensoy, Fikret Hakan, Gökhan Güney, Göksel Arsoy, Gürel Ünlüsoy, Hakan Balamir, Hakkı Bulut, Hakkı Kıvanç, Haluk Kurdoğlu, Hamit Yıldırım, Hayati Hamzaoğlu, Hulusi Kentmen, Hüseyin Baradan, Hüseyin Kutman, Hüseyin Peyda, İzzet Günay, Kadir İnanır, Kadir Savun, Kartal Tibet, Kayhan Yıldızoğlu, Kenan Pars, Kerem Güney, Kuzey Vargın, Mahmut Hekimoğlu, Mesut Engin, Metin Serezli, Muammer Gözalan, Murat Soydan, Muzaffer Tema, Muzaffer Yenen, Müslüm Gürses, Nihat Ziyalan, Nuri Sesigüzel, Oktar Durukan, Orçun Sonat, Orhan Elmas, Orhan Gencebay, Orhan Günşiray, Önder Somer, Özdemir Han, Özden Çelik, Raik Alnıaçık, Reha Yurdakul, Sadettin Erbil, Salih Güney, Saltuk Kaplangı, Sami Tunç, Samim Meriç, Semih Sergen, Serdar Gökhan, Sertan Acar, Suphi Tekniker, Süha Doğan, Süleyman Turan, Sümer Tilmaç, Talat Artemel, Tamer Yiğit, Tanju Gürsu, Tanju Şarman, Tarık Akan, Tufan Giray, Tugay Toksöz, Tunç Okan, Turan Seyfioğlu, Turgut Boralı, Turgut Özatay, Uğur Güçlü, Ümit Tokcan, Ünsal Emre, Yalçın Gülhan, Yavuz Selekman, Yıldıray Çınar, Yıldırım Gencer, Yılmaz Duru, Yılmaz Güney, Yılmaz Köksal, Yusuf Sezgin, Yüksel Gözen, Zafer Önen, Zeki Tüney. (23 Ağustos 2018)

Çok kişi bilmez, sinemada 35 mm film döneminin sona ermesiyle birlikte, İstanbul’da tek kişinin yaptığı bir meslek de kayboldu gitti. O kendini bilir, arkadaşın biri film dağıtım şirketlerinin yönlendirmesiyle Cuma günü sabahı, küçük kamyonetine o sinemada gösterimi biten filmlerin 35 mm.lik kutularını yükler, programına yeni alan sinemaya götürür teslim ederdi. O hafta değişen film sayısı az ise bu işi motosikleti ile sürdürür, ilk matine başlamadan film kutularını diğer sinemaya ulaştırırdı. Hürriyet’in kulakları çınlasın. (Bu arkadaşın adı Hürriyet idi, çok kişi bilmez.) (23 Ağustos 2018)

Bugün fark ettim ki meğer ben Mücap Ofluoğlu ile Toron Karacaoğlu’nu hep karıştırıyormuşum. İkisinin de mekânı cennet olsun. (23 Ağustos 2018)

Saatler onu gösteriyormuş. Kim bu on? Niye saatler hep onu gösteriyor? (24 Ağustos 2018)

(30 Ocak 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Ferhan Baran Yazıyor: Aile Emektir

71. Cannes Film Festivali’nin seçkin filmleri peşpeşe gösterime giriyor. Son şenliğin Altın Palmiye ödüllü yapımı ‘Arakçılar / Manbiki Kazoku’, 90’lı yıllarda ‘Maborosi’ ile başlayan uzun metraj kariyerini ilgiyle takip ettiğimiz Japon sinemasının yaşayan ustalarından Hirokazu Kore-eda’nın son dönemindeki sevilen tarzını yansıtan dokunaklı bir aile dramı. Filmin kahramanları, Tokyo varoşlarında küçücük evlerinde yaşayan bir ailenin bireyleri. Ufacık ve … Devamı… »

Çemberin İçindesiniz: Kefernahum

Yoksulluk, göçmenlik, uyuşturucu satıcılığı, çocuk işçi, çocuk istismarı, çocuk gelinler, aidiyet, kimliksizlik ve tabii hepsiyle birlikte yabancı düşmanlığı… Nadine Labaki’nin çarpıcı, çarpıcı olduğu kadar gerçekçi, bir o kadar da duygusal, ama daha da önemlisi isyan ettiren filmi…

Bir insan kendi ülkesinde yabancı olmayı ister mi? Kurtuluşu yoksa yoksulluktan, açlıktan, istismardan, kimliksizlikten… denize düşen yılana sarılır sözü misali, ister. Siz olsanız, siz de istersiniz.

Lübnan ile özdeşleşen…

Lübnan’da bir yaşam merkezi Kefernahum, deniz kıyısında, belki de ılıman havasıyla, yaşanması en güzel yerlerden biri… Biz o merkezin sadece bir kesitini görüyoruz. Yetiyor zaten. Bir bakışla İstanbul’un varoşlarından ne farkı var (bir zamanların Tarlabaşı, Fikirtepe, Bağcılar’ı… şimdilerin Esenyurt’u vb.). Daha doğmadan gözden çıkarılmışların, resmi hiçbir kaydı olmayanların dünyanın her yerinde giderek artan yoksulluğu çarpıcı bir biçimde ortaya konuyor. Küresel sermayenin yarattığı küresel yoksulluk ve yoksunluk.

Kalabalık bir ailenin ergenliğe adım atmak üzere olan oğlu, kardeşinin sırf çıkar uğruna babası yaşında, kâr peşinde birine satılmasına karşı çıkan, bir kimliği bile olmadan yaşayan Zain’in kendi anne ve babasını “Niye doğurdunuz beni?” diyerek dava etmesinin öyküsüdür anlatılan. Bir tek güzel söz, bir gülüşe hasret milyonlarca çocuğun simgesi Zain’in, zorlu ve haklı mücadelesini gözyaşları ve isyan duygusundan sıyrılarak izlemek çok zor. Siz; Zain yerine Hüseyin, satılan küçük kız Sahar yerine Seher, sırf çocuğunu korumak amacıyla her türlü işte çalışmaya çalışan Rahil yerine Ayşe-Fatma, küçük Yonas yerine Yunus adını koyabilirsiniz. Yaşamlarında ve yazgılarında değişen hiçbir şey olmaz.

Yaşamak için…

Zain’in anne babası, bilinçsizliklerinin de sonucu olarak işsizliklerinin, açlıklarının çözümünü çok çocuk yapmakta arayan bir çift (bizim ülkemizdeki çiftlerden pek de farklı değil). Çok yoksullar. Alışveriş yaptıkları bakkalın derdi çocuk gelin… Daha 11 yaşında (bile değil) Sahar’ı gelin (biz ona satın da diyebiliriz) alıyor ve ölümüne neden oluyor. Zain ise küçük kardeşinin (O’nu ne denli koruma içgüdüsü taşıdığını biliyoruz, müthiş bir an o) intikamını alıyor… O da Zain’in bilinçsizliği… Bilinçliliğiyse daha sonra, yaşamın içinde gerçeklerle yüz yüze kaldıkça güçleniyor. Zaten filmin asıl odağı o bilinçlenme.

Yoksulluk ve yoksunluk…

Dedikodu ve mahalle baskısı, bizde olduğu gibi Kefernahum’da da alabildiğine fazla. “Desinler”cilik kadar “ne derler” de belirleyici… Kadercilik ve muhafazakârlık yoksulluğun, ama en çok da yoksunluğun temelindeki etken.

Bunlara bir de göçmenler eklenince karmaşa daha da büyüyor, içinden çıkılmaz hale geliyor. Tabii, gözyaşı da peşinden. Peki, çözüm, çözüm var mı? Cahillik ve tutuculuk çözüme de izin vermiyor, zaten vahşi kapitalizm istemiyor çözümü.

Belgesel…

Kefernahum belgesel değil, ama belgesel denli hayatın içinde. Mekânlar da oyuncular da gerçekçi. Filmin başından itibaren kendinizi içinde buluyorsunuz o yaşamın, zaten hep gözünüzün önünde… Filmin geçtiği her yer -ister mahalle, ister okula gidemeyen çocuklar, ister hapishane, uyuşturucu veya yasa dışılık hepsi- sizin bulunduğunuz çevrenin hemen dışında… Belki siz de içindesiniz çemberin.

(23 Ocak 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Haklı Savaş Yoktur!

Ülkelerarası yapılan savaşta kaybeden hep halk oluyor. Ne zaman ki, savaştan uzaksanız o kadar kazançlı çıkıyorsunuz. Bugün, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na neden girmediği tartışılmıyor, ama eğer girseydi yıkımın boyutlarının ne olacağını kimse kestiremiyor. Yine de savaşa girmişten beter koşullarda ve zorluklar içinde yaşanmış o süreç…

Casuslar savaşı…

Gündelik yaşamın içinde pek öne çıkmayan ama her zaman varlığını hissettiğimiz casuslar, en çok da savaşlarda belirleyici rol oynuyor. Savaşa girmemiş olmakla birlikte Türkiye, özellikle de Ankara casusların cirit attığı yer… Yabancı casuslar kadar yerlileri de görev başında… Kimi Türkiye’yi savaşa sokmak için çabalarken kimi de savaş denilen bu yıkımın uzak durması için canla başla çalışıyor.

İlyas Bazna…

Adı bilinen, az çok tanınan, ama ne yaptığı ne gibi yararlıklar gösterdiği bilinmeyen, kitaplarda geçmeyen, bir anlamda da değeri bilinmemiş biri İlyas Bazna, namı diğer Çiçero.

Film, çocukluğundan başlıyor… Kararını o zaman vermiş İlyas, savaşın kazananı olmaz.

Bazna, İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık yıllarında, bir yandan casusluk yapıyor, bir yandan da gerilimden uzak keyfini sürüyor. Ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek bilinmez ama yaşananların Türkiye’yi savaştan uzak tuttuğu kesin.

Filmin özelliği

Daha baştan, Arnavutluk’ta, çocuk, yaşlı demeden, hatta hayvanları bile öldürdükçe sarhoş olan çetelerle savaşın ne denli kötü olduğunu öğreniyoruz. İlyas’ın da ne denli soğukkanlı ve kararlı olduğunu…

İktidarlar kendi çıkarlarının peşindedir her zaman… yöneticileri de ya keyiflerinin ya da ceplerinin… Çoğunlukla da cinsellik, (tecavüz mü demeliyim) hem de yasal olmayan peşindedir.

Hitler, ari ırk peşinde koşarken Yahudiler gibi engelli çocukları da gaz odalarına gönderiyor. Çocuklar ki, sevinç kaynağı yaşamımızın, geleceğimiz… Neden, niye öldürülür ki! Nasıl kıyılır ki!

Çiçero’nun temelinde bu üç husus var. Savaş, tecavüz ve çocuklar. Bu kadarı bile yeter bir öykünün gücünü göstermeye, bir filmi izlettirmeye… Bunun yanında, bir de olağanüstü bir güzellikle yaşanan bir aşk var.

Filmin gücü…

Üzgünüm, birkaç arkadaş filmden umutlu olmadıklarını söylemişler ve beni etkilemişlerdi. Ancak film, daha baştan itibaren çok güçlü, çok etkileyici, sürükleyici ve çok güzel. Demek ki önyargılı olmamak gerekiyor.

Serdar Akar, çok iyi çekmiş filmi; izleyiciyi de içine alıyor, savaşın kötülüğünü vermek için olsa gerek diye düşünüyorum, hızlı çekimlerde abandone ediyor insanı… Oyuncuların hepsi çok başarılı. Senaryo iyi çalışılmış. Gerçekten iyi bir film Çiçero.

(18 Ocak 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Aile Emektir

71. Cannes Film Festivali’nin seçkin filmleri peşpeşe gösterime giriyor. Son şenliğin Altın Palmiye ödüllü yapımı ‘Arakçılar / Manbiki Kazoku’, 90’lı yıllarda ‘Maborosi’ ile başlayan uzun metraj kariyerini ilgiyle takip ettiğimiz Japon sinemasının yaşayan ustalarından Hirokazu Kore-eda’nın son dönemindeki sevilen tarzını yansıtan dokunaklı bir aile dramı.

Filmin kahramanları, Tokyo varoşlarında küçücük evlerinde yaşayan bir ailenin bireyleri. Ufacık ve çerçöp eşya ile tıklım tıklım yuvalarında yaşam mücadelesi veren Shibata ailesinde, yaşlılık maaşı alan büyükkanne dışında, geçici küçük işlerde çalışarak eve katkı sağlıyor her bir birey. Beş kişilik ailenin doyması için bu yetmiyor kuşkusuz. Ekonomik krizle sarsılan günümüz Japonya’sına inat dükkanlardan yiyecek çalmak suretiyle yaşamlarını sürdürüyor aile. Ebeveynlerinden şiddet görmüş, soğuk havada titreyen küçük bir kız çocuğu karşılarına çıktığında onu da ailelerine kabul etmekte tereddüt etmiyorlar. Aile büyüyor ancak yasalar ve yetkililer peşlerini bırakmıyor.

‘Arakçılar’ın özgün hikâyesi Kore-eda’ya ait. 2004 yapımı ‘Kimse Farketmiyor’ ile ailelerinin ilgisiz kaldığı durumda birbirlerine destek olan çocukların dünyasına giriş yapan Kore-eda, aile bağı temasını 2013’de çektiği ve satın alındığı halde ne yazık ki sinemalarda gösterilemeyen ‘Benim Babam, Benim Oğlum’ ve 2015 yapımı ‘Küçük Kız Kardeşim’ ile sürdürdü.

Bir söyleşisinde, çağın getirdikleriyle geleneksel aile yapısının büyük ölçüde değişime uğradığını dile getiren sinemacı, sevgi ve özveriyle örülmüş aile bağlarının geçmişte kaldığını ifade ediyor. Kendi kurguladığı hikâyesinde, devletin sosyal politikalarını eleştirme niyetinde olmadığını, hali hazır durumda aile bireylerinin nasıl kenetlenebileceği üzerinde bir tartışma açmak istediğini belirtiyor. Fakir ve sınırlarda yaşayan bir aile örneğini seçerken, yoksulluğun dramını eşelemek değil derdi. Toplumda geride kalmış, görünmeyenin fark edilmesi için uğraşıyor yıllardır.

Bunu yaparken aile kavramını tartışmaya açıyor. Ailenin temeli kan bağı mıdır, yoksa ailemizi kendimiz mi seçeriz? Anne çocuğu dünyaya getiren mi, yoksa yaralarına merhem olan, Şubat soğuğunda onu koynuna alıp sarmalayan mıdır? Brecht’in ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’nde ya da Cengiz uyarlaması ünlü klasiğimiz ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ın finalinde vurgulandığı gibi ‘sevgi emek değil midir’? Buradan yola çıkarak aile ‘emek’ ile inşa edilmez mi?

İşte bu soruları her bir izleyicisine sordurmak için yola çıkmış Kore-eda. Yönetmen önceki filmlerinden aşina olduğumuz klasik estetiğini sürdürürken, efsanevi Ozu’nun mirasçısı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Film plaj sekansında doruğa çıkıyor. Büyükannenin denize giren aile bireylerini seyrederken dudaklarından dökülen ‘teşekkürler hayat’ ifadesi ile sarsılıyoruz.

Kore-eda’nın gözde oyuncularının da yer aldığı filmini, Ryûto Kondô’nun uzun sekansları kadar etkileyici yakın planları süslüyor. Besteci Huruomi Hasono’nun minimalist dokunuşları bu şefkatli bakışa eşlik ediyor. Aile kavramı üzerine yeniden kafa yormak ve klişe kaçacak belki ama sıcacık bir film izlemek istiyorsanız ‘Arakçılar’ı kaçırmayın.

(17 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Doğum Gününde Bir Sinemacının Nazım – Münevver Anısı

Ben bu “Yolcu” filmini yapmadan önce Nazım’ın yaşamı ile ilgili bir film yapmayı kafama koymuştum. Bunun en önemli sebebi 1982 yılından beri Nazım’ın Piraye’sini her sabah balkonunda otururken görmemdi. Nazım’ın ve Memet Fuat’ın yapımına emek verdikleri yeşil boyalı evin bulunduğu sokakta neredeyse karşı karşıya oturuyorduk. İşe giderken yaşlı kadını balkonda tek başına otururken görmek duygularımı ateşliyor, gidip kadınla konuşmak için can atıyordum. Eski adı Okul Sokak olan sonra Aydın Sokak olarak değiştirilen Altunizade’deki bu sokakta, bir zamanlar Nazım’ın dolaştığını düşünmek bile heyecan vericiydi. Oturduğumuz apartmanın çaprazında, Memet Fuat’ın voleybol antrenörlüğü yaptığı Altınyurt Spor Kulübü vardı. İlkokula giden kızım Ayşegül, Memet amcasından voleybol kursu alıyordu.

Memet Fuat’la dost olmuştuk. Bir gün elime kameramı alıp yeşil boyalı evin kapısına dayandım. Dayandım çünkü Piraye ile konuşma isteğimi Memet Fuat sürekli engellemişti. Bu kez beni kararlı biçimde bahçede görünce gülerek aşağıya indi, “Oğlum” dedi, “Bak sana anlatayım. 1970’lerin başında bir gün Asım Bezirci senin gibi gizlice yukarı çıkıp annemle konuşmak istedi. Asım’ın çığlığı ile yukarı koştuğumuzda annemi yerde ağzında köpüklerle yatarken bulduk. Meğer Asım elini öptükten sonra Nazım hakkında konuşmak istediğini söylemiş. Sonrada olan bu işte. Bu işe bir daha kalkışma annemin katili olursun.”

Korktum ama yılmadım. Arabamın içine sinerek zoomla Piraye’nin balkon sefasının birkaç dakikalık görüntüsünü kaydettim. Zaten Nazım’ın yaşamı ile ilgili görüntü toplama merakım bu çekimle başlamıştı.

SHP’de Kültür Komisyonu’na başkanlık ettiğim dönemde yurt dışına sürgüne gitmiş ve sürgüne zorlanmış sanatçıların dönüşünü kolaylaştırmak üzere bir kampanya başlatmıştık. Demir Özlü ve Cem Karaca için yaptığımız girişimlerden olumlu sonuçlar aldık. Nazım’a “vatandaşlığını iade” kampanyasını başlattığımızda bu kez Nazım’ın kız kardeşi Samiye Yaltırım ve Sare Hala ile tanışacaktım. Samiye Ana’nın oğlu Doktor Hikmet Yaltırım ve kız kardeşi Ayşe ile dost olduk. Parti’nin kültürel etkinliklerine bu aileyi mutlaka götürüyordum. Artık Moda’daki evlerinin bir ferdi gibiydim. Onlara konuk olarak gelen Rady Fish’i bende konuk ediyordum. Bir gün Samiye Ana’ya Piraye ile aynı sokakta oturduğumu ve komşu olduğumu söyledim. Soğuk bir hava esti. Bu ailenin fertlerinin Piraye’yi sevmedikleri, Nazım’ın kadınları arasında Münevver’e özel bir yer verdiklerine kanaat getirdim. Vera da bu eve konuk olarak geldi. O’na mutfakta adını unuttuğum bir Rus yemeği de yaptırdılar ama bu aile için Münevver her zaman “özel” bir kişiydi. Daha sonra bu gözlemimi doğrulayan birçok olay yaşadım.

Moda’daki evde Nazım’la ilgili olduğunu düşündüğüm birçok kişiyi tanıdım ve görüntüledim. Ressam Balaban’ı, Rady Fish’i, Vera’yı, Aziz Nesin’i ve yaşlı kuşak komünistleri bu sırada tanıdım. Nazım’ın hayatının filmi artık benim için bir saplantı haline gelmişti. Bu amaçla konu ile ilgili yazılmış bütün kitapları okudum. Nazım’ın yaşamında birden çok film konusu vardı. Gençlik dönemi ve Va-La Nurettin’le Kurtuluş Savaşı’nın ateşi arasında Ankara’ya yaptıkları yolculuk. Rusya’ya giderek “Ekim Devrimi”nin tam ortasına düşmeleri başlı başına bir film konusuydu. Yurda döndükten sonra Piraye’ye âşık olup onunla evlendiği 1930’lar ve TKP ile ilişkiler dönemi yine ayrı film konusu olabilirdi. Öte yandan on dört yıllık hapishane dönemi ve uğradığı zulüm tek başına bir film konusuydu. Ülkeyi terk ettiği ve 12 yıl yaşadığı Rusya dönemi bir sinemacı için cazip bir film konusu olabilirdi. Fikirleri yüzünden anayurdunda yaşamasına izin vermemişlerdi. Öte yandan fikirlerinin “anayurdu” olarak gördüğü Sovyetler Birliği, özgürlüğüne âşık bir insan için cehennem demekti. Nazım kendisini bir cehennemden bir başka cehenneme sürgün etmişti. Bence etkili bir sinema, hayatının bu son evresiydi. Ancak bizim yurt dışında yaşadığı dönemi çekmeye gücümüz yetmezdi.

Nazım’la ilgili film projesini çalışan birçok arkadaşın varlığından haberdardım. Herkes bu konuyu çalışabilirdi, çünkü Nazım’ın hayatı sinema için çok verimli bir alandı. Ama henüz ırkçı liderlerin bile Nazım şiirlerini okudukları bir dönemde değildik.

Nazım’ın kadınları arasında en çok kimin bir filme konu olabileceğini araştırdığımda Piraye mi?, Münevver mi?, Vera mı? üçlemi yaşadım. Nazım’ın kadınlarının üçünü yakından görmüştüm. Piraye hariç diğer ikisi ile yakından görüşmüştüm. Vera’ya nedense bir ağırlık veremiyordum. Piraye ise, Nazım’ın yazdığı aşk şiirlerinin ana temasıydı. Ben Münevver’le yaşadıklarının trajik sonuçlarından etkilendim. Münevver Hanım – Nazım ilişkisinin “drama” konusu olarak en uygun konu olduğuna karar verdim. Münevver Hanım, Nazım’ın tek çocuğu Mehmet Nazım’ın annesiydi. Ama önemi sadece bu değildi. Anlatacağım.

Senaryo için sağlam bilgiler edinmeden etkili bir drama yazılamazdı. Söz konusu kişi Nazım olunca daha fazla özen göstermek gerekliydi. Artık bu konuya yoğunlaşacak görüntülü, sesli ve yazılı bir arşiv oluşturmaya başlayacaktım. İlgili ve bilgili her kişinin önüne kamerayı kuruyor ve konuşturuyordum. Arşivimde bir hayli ses ve görüntü oluştu.

1990’ların başında Paris’e gidecektim. Mehmet Abi (TKP’nin Veli Gündüz’ü sosyalistlerin “Gözlüklü Memed’i gerçek adı Mustafa Oktay olan dostum), benimle Münevver Hanım’a bir hediye göndermek istedi. Varşova’dan tanışıyorlardı. Münevver Hanım’ın TKP’liler arasında en çok sevdiği kişinin Mehmet Abi olduğunu Paris’te buluştuğumuzda anladım. O Mehmet Abi’ye Veli diyordu. TKP içindeki kod adı buydu.

Odeon’da bir kahvede buluştuk. Sigara içenlere mahsus kalın bir ses tonu vardı. İki fincan kahve ile neredeyse bir pakete yakın sigara içti. Yüzündeki yaşlılık kırışıklıklarının her birinde, çektiği derin acıları görmek zor değildi. Mehmet Abi bana Nazım’la ilgili konuşma diye tembihlediği için projemi sohbet konusu edemedim. Ama sinemacı olduğumu söyledim. Ertesi gün İstanbul’a göndereceği bir paket için kısa buluşmamızda yine dilim tutuldu. Konuşamadık.

Dilimin tutulmasının çok önemli bir sebebi vardı. Bu doğrudan Münevver Hanım’la ilgiliydi. Birçok kişinin bildiği, ancak 2001 yılında İngilizce yazılan ve Türkçeye Barış Gümüşbaş’ın çevirdiği, Saime Göksu – Edward Timms ikilisinin yazdığı, “Romantik Komünist” isimli kitapta ilk kez yazılı olarak dile getirilen bu konu Münevver Hanım – Kemal Tahir ilişkisiydi. Bu konuyu biraz etraflıca anlatmalıyım.

Bursa hapishanesinde başlayan bu trajik aşk öyküsünün kahramanları Nazım ve Münevver aynı zaman da akrabaydılar. Münevver, Paris’te büyümüş Fransızcayı ilkokulda öğrenmiştir. Henüz Ressam Nurullah Berk’le evlenmeden önce yani onsekiz yaşlarındayken İstanbul’da Nazım’la karşılaşır.

Mehmet Ali Aybar ve Nazım, İstiklal Caddesi’nden Tünel’e doğru yürürken annesi ile gezmeye çıkmış Münevver’i görürler. Paris’te yetişmiş bu çok güzel kız, iki erkeği de çok etkilemiştir. Özellikle Aybar daha sonra Nazım’a kuzenini çok beğendiğini söylemekten kendisini alıkoyamaz. (Sözlü anlatım; Nazım’ın ağzından aktaran, Mustafa Oktay)

İki yakışıklı genç adam Münevver’in baş döndürücü güzelliği konusunda hemfikirdirler. Piraye ile evli olduğu bu dönemde Nazım, genç kadın yazar Cahit Uçuk’la gizlice flört etmektedir. Kısa süren bu ilişkiyi öğrenen Piraye, Nazım’ı “Bir daha asla affetmem” (Romantik Komünist S. 149) diye tehdit eder. Yani her kadın gibi Piraye de kıskanan biridir.

Münevver Berk, Nurullah Berk’den boşanınca Nazım’ı Bursa Hapishanesinde sık sık ziyaret etmeye başladı. Bu ziyaretlerin sıklaşması Piraye’nin kulağına gelince, Piraye’nin Nazım’a duyduğu güvensizlik sınıra dayandı. Cahit Uçuk macerasını içine sindiren Piraye, Bursa hapishanesine son ziyareti sırasında Münevver’i Nazım’la görünce ipler koptu. Nazım’la ilişkisine son noktasını koydu.

Nazım’la Bursa Cezaevi’nde yatan bazı dostları ile yaptığım konuşmalardan, Piraye’nin cezaevi koşullarında Nazım’a ihtiyacı olan duygusal yakınlığı göstermediğini öğrenmiştim.(Ressam Balaban’ın anlatımlarından) Cezaevi Müdürü’nün görüşme sırasında evli çiftlerin rahat etmesi için çok özel koşullar oluşturduğunu buna rağmen Piraye’nin soğuk ve mesafeli tavrı ile Nazım’a duygusal açlık çektirdiğini söylediler. (Bu konuyu komşum Mehmet Fuat’a sormuştum. Mehmet Abi “Evet annem soğuk bir kadındır.” dedi. Zaten bu konuyu daha sonra yazdığı anılarda zikretmiştir.)

Karşı cins için duygusal açlığının en uç noktasında, kuzeni Münevver hapishaneye gelince Nazım için yepyeni bir sayfa açılmıştır. Benim düşündüğüm film öyküsünün dramatik örgüsü bu ilk görüşmeyle başlar.

Nazım elli yaşına doğru yol alırken, Münevver henüz otuzundadır ve kocası Nurullah Berk’ten yeni ayrılmıştır. Sonrası herkesin bildiği öyküdür. Açlık grevinin ardından DP hükümetinin çıkardığı af, Münevver’in Nazım’ın tek çocuğu Mehmet Nazım’ı doğurması… Nazım’ın 51 yaşında bir kalp hastası iken askere çağrılması ve Refik Erduran’ın kullandığı tekne ile Karadeniz’e açılması, bir Rumen gemisi ile ülkeyi terk etmesi…

Peki, bilinmeyen nedir? Küçük bir çocukla ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan Münevver, gece gündüz polisin gözetimindedir. Hatta evin önünde uyuklayan polisleri sabahleyin uyandırmak da Münevver’in görevleri arasındadır. Yıllar süren bu çile sırasında Nazım’ın Rusya da Doktor Galina ile olan beraberliğini de duymuştur. Nazım’ın çeşitli yollardan ulaştırdığı para ise hiçbir derde ilâç değildir. İşte bu sıralarda 1956 – 57 yıllarında Kemal Tahir’le “Mike Hammer” romanlarını Fransızcadan Türkçeye tercüme etmeye başlarlar. Bu işbirliğinin bir duygusal yakınlaşmaya döndüğü anlaşılmaktadır.

İşte Paris’te Odeon’daki kafede Münevver’e soramadığım konu buydu. Kırışıklarla dolu yüzüne gizlenmiş acılar beni frenlemişti. Yaşlı kadının, bu eskimiş belki de rahatsız edici anısını canlandırmak doğru değildi.

Bu olayın doğruluğu konusunda birinci elden bilgi edindiğim için şüphem yoktu. Zaten konuyu Aybar bir mektupla Nazım’a bildirmişti. Mektubun varlığını Güzin Dino, Yıldız Sertel, Mihri ve Sevim Belli, benim arşivimde kayıtlı görüntülerde doğrulamışlardı. Ayrıca kocası Nazım Hikmet de olsa, O’nun çocuğunun anası da olsa, kocasının Rusya da bir kadınla yaşadığını biliyordu. Fransa’da büyümüş özgür ruhlu bir kadının böyle bir yakınlaşmadan kaçınması akla yakın gözükmüyordu.

Benim düşündüğüm Nazım Hikmet dramasının omurgasını bu çatışma oluşturuyordu. Dr. Galina’nın, Saime Göksu – Edward Timms çiftine anlattığına göre Nazım’ın, bu tarihe kadar Münevver’e olan aşkı, gücünden hiçbir şey kaybetmemiştir. Hatta Dr. Galina, Münevver ve Mehmet Rusya’ya geldiklerinde Nazım’ı onlara teslim edecek ve aradan çekilecektir. (Bknz; Romantik Komünist)

Nazım, karısının Kemal Tahir’le ilişkisini Aybar’ın mektubu ile öğrenince yeni bir duygusal açlığın pençesine düştüğü anlaşılıyor. Vera’nın bu döneme denk gelmesi ve ateşli aşk şiirlerini yeniden yazmaya başlaması tesadüf olamaz.

Öte yandan Münevver ülkeden çıkmak ve etrafını saran karabasandan kurtulmak istemektedir. Birinci kaçış denemesi başarısız olur. İkinci girişimde kaçış gerçekleşir. Nazım’ın hayranı olan bir İtalyan kadın yazarın (Joyce Lussu) girişimi sonuç verir. 1961 Temmuz’unda, Münevver ve Mehmet zengin bir İtalyan kontunun teknesi ile Ayvalık’tan gizlice kaçarlar. Tekne, Midilli açıklarında kayalıklara çarpıp parçalanır. Canlarını zor kurtarıp Yunanistan’a oradan da Sofya’ya gelirler.

Yeni bir dram daha uç vermektedir. Çünkü bu kaçış macerasından Nazım’ın haberi yoktur. Nazım – Vera ilişkisi coşkulu biçimde sürmektedir. Münevver’in Mehmet Nazım’la Sofya’dan Varşova’ya uçtuğu haberi Moskova’da bulunan Nazım’a haber verildiği zaman, yüzünün aldığı şekli çok merak ediyorum. Çünkü Joyce Lussu’ın yapacağı girişimi, Nisan ayında Paris’de Nazım’a söylemiş ama bir tarih vermemişti. Şimdi Nazım’ın Moskova’dan Varşova’ya uçup karısı ve oğlunu görmesi gerekecekti. İşte sinema sanatının ihtiyacı olan dramatik an.

Benim sözlü anlatılanlardan edindiğim bilgi ile Göksu – Timms çiftinin edindiği bilgiler yer yer çelişse de özü itibari ile gerçeği yansıtıyor. Varşova’da Nazım’ı havaalanında karşılayan bir iki yoldaşına göre Nazım çok gergin ve sinirlidir. Münevver’in kaldığı odaya yönelen Nazım, on yaşındaki oğlu Mehmet Nazım’ı fuayede bekleyen yoldaşlara teslim edip Münevver’le odada baş başa kalır. Anlatılana göre, dört saat süren karşılıklı haykırış bağırış çağırış arasında, sesi en yüksek perdeden çıkan sanıldığı gibi Nazım değil Münevver’dir. Bu arada otel santralı, Moskova’dan arayan Vera tarafından defalarca taciz edilmektedir. Yoldaşların uyarısı ile santral memuru Vera’yı Nazım’a bağlamamakta ısrarcıdır. Bu da genç sevgilinin Vera’nın kıskançlık krizi değil de nedir?

Yoldaşları, Nazım karısına ve çocuğuna kavuşuyor diye bir kutlama yemeği hazırlamıştır. -Bu erkek ve kadın arasında patlayan gerilimin kaynağı hakkında hiçbir yoldaşın fikri ve bilgisi yoktur. Memet Abi bile, ancak Nazım’ın 1963 Haziranında ölümünden sonra gerçeği öğrenebilmiştir-. Ancak Nazım sinir ve öfke içinde lobiye inince çocuğunu bağrına basmadan otelden ayrılmıştır. Varşova’da kaldığı iki üç gün içinde, oğlu ile bir araya geldiklerinde, şiirlerine yansıyan yakıcı hasreti giderecek içtenlikli davranışlarda yoktur. Vera’nın Moskova’dan sürekli Nazım’ı araması da bu gergin ortama eklenince kısa süren çocuk-baba ilişkisi bir türlü kurulamaz. İşte “On yaşındaki bir erkek çocuk babasından nasıl nefret eder?” sorusunun sinemasal resmi.

Nazım’ın yaşadığı duyguları irdelediğimizde çok yakıcı bir dramayı hissetmek kolaylaşıyor. Kemal Tahir, O’nun hapishane arkadaşı ve yoldaşıdır. Ayrıca sanat ve edebiyat konularında sözlü ve yazılı derin bir paylaşım yaşamışlardır. Memleketten kaçmak zorunda olduğunda geride bıraktığı karısı Münevver ve henüz bir yaşındaki oğlu Mehmet Nazım’a “göz-kulak” olabileceğini düşündüğü üç – beş güvenilir insan arasında Kemal Tahir de vardır.

Moskova’ya varınca aklı fikri İstanbul’daki ailesindedir. Ailesine kavuşmak için yapılan girişimlerden sonuç alamamıştır. Çeşitli yollardan para göndermeye devam etmiştir. İki insan arasına giren en derin uçurumlara, faşist devlet engellerine rağmen Nazım’ın Münevver’e gönül bağı sürmüştür. Buna, Dr. Galina yakından şahit olmuştur. Karısının en yakın arkadaşı ile girdiği ilişki Nazım’ı derinden yaraladığını düşünmek zor değil.

Varşova’daki otel buluşmasının ardından Nazım bir daha Münevver’i görmedi. Yirmi iki ay sonra Moskova’da öldü.

Paris’ten döndükten sonra Münevver Hanım’ın acılı yüzü günlerce aklımdan çıkmadı. O’na merakımı giderecek soruyu sormadığım için birden mutlu olduğumu hissettim. Aslında doğru cevabı bilmek istemediğimi, sormamakla kendimi mutlu ettiğimi düşündüm. Çünkü bu sorunun cevabını biliyordum. Çekeceğimiz filmin kahramanı Nazım değil Münevver’di. Ben filmimi Odeon’daki kahvede bir saat içinde beynimde çekmiş bitirmiştim. Benim için bu öykünün dramatik değeri Münevver Hanım’ın yüzüne kazınmıştı. O orada kalmalıydı. Konudan soğumama ve uzaklaşmama sebep olan başka faktörlerde oldu. Ancak Nazım’la ilgili çok değerli bir görsel ve kişisel arşiv edinmiştim. İleride belki başkaları Nazım’ın hayatı ile ilgili bir film yapmak isterse onlara verebilirdim. Kurucuları arasında olduğum Nazım Hikmet Vakfı’na da verebilirdim. Bunu bir kazanç saydım.

Paris’te Güzin Dino ile yaptığım görüntülü kayıtlarda var olan bir bilgiyi tarihe not düşmek için aktarmak istiyorum. Münevver, Nazım’ın hayatında gelmiş geçmiş en etkili kadındır. Güzin Abla buna “keskin bıçak” etkisi diyor. Nazım’ın çok genç karısı Vera, “keskin bıçak” etkisini, Nazım’la yaşadığı süre içinde iliklerinde hissetmiştir. Nazım’ın ve Münevver’in ölümünden sonra yazdığı anılarında bile “keskin bıçak” kanatmaya devam etmektedir. Ataol Behramoğlu’nun Türkçeye çevirdiği anılarında Vera, Nazım’ın hapishanede giriştiği “açlık grevi” eylemini “Münevver’e kavuşmak” için yaptığını yazmıştır.

Güzin Abla, kitabı okuyan Abidin Dino’nun küplere bindiğini söyledi. Abidin, Vera’nın bir komünistin özgürlüğü için giriştiği “açlık grevi” eylemini küçümsemesine çok kızmıştı. Hatta kitabın çevirmeni Ataol, Vera’nın Paris’e geleceğini telefonla haber verince Abidin, “O karı bu eve giremez!” diye kükremiş.

Vera’nın bu sözlerini okuyup tepki gösteren birçok komünist tanıyorum. Hepsi Vera’ya öfke duydu. Ama Vera, Nazım’ı aşağılamak için değil, içindeki “keskin bıçak” zehrini boşaltmak için, on dört yıl haksız hukuksuz hapishanede yatan bir komünistin özgürlük mücadelesini hiçe sayıyordu.

Kemal Tahir’le Münevver Hanım arasında mektuplaşma, Kemal Tahir ölünceye kadar sürüyor. Hatta Kemal Tahir Nazım’ın ölümünden iki yıl sonra Liepzig’e gidip bir hafta Münevver’in misafiri olmuştur. (sözlü anlatımlardan)

İşte tam bu iç hesaplaşmalarımı yaşarken sevgili Rutkay Aziz gözümü açtı. Çiçek Bar’da sohbet ediyorduk. Rutkay, Nazım’ın “Yolcu” isimli tiyatro oyununun çok iyi bir film konusu olduğunu söyledi. Rutkay’ın bu sözü beni koptuğum yerden Nazım’a yeniden bağladı. 1960’lı yılların ortasında “Yolcu”, Genar Tiyatrosu’nda oynanmış ve ben oyunu izlemiştim. Nazım’ın “İnek” isimli bir oyununun da sahnelendiğini hatırlıyorum. Şimdi biz Nazım Hikmet’in bir eserini devletin izni ile filme çekecektik. O’nun ismi üzerindeki yasaklar, hâlâ sürmekteydi. Bir tabuyu daha kırmak güzel bir duyguydu.

Filme yönetmen olarak aklıma ilk düşen isim Başar Sabuncu’ydu. Başar’la buluştuğumuzda bu sevgili arkadaşımın heyecanı beni daha da cesaretlendirdi.

Önce Nazım’ın eserinin telif hakkını satın almalıydık. Bu telif hakkının Münevver Hanım ve Mehmet Nazım tarafından temsil edildiğini biliyordum. Onları da Türkiye’de yayın ajansı olarak İnci Asena temsil ediyordu. Mehmet Fuat’la da hâlâ komşuyduk. Niyetimi önce O’na anlattım. Ertesi gün beni İnci Asena ile buluşturdu. İnci Asena doğal olarak telif bedelinin ne olacağını öğrenmek istedi. Ben de “Münevver Hanım ne istiyorsa o olacak.” dedim.

Benim Münevver Hanım’la tanışıklığımdan haberdar değildi. Bir hafta sonra İnci beni aradı ve sözleşmenin hazır olduğunu söyledi. Avukat Gülçin Çaylıgil’in ofisinde buluşacaktık.

Sözleşmeyi önüme uzattıklarında bir tek satırını bile okumadan imzamı bastım. Gülçin Hanım “Niçin okumadan imzalıyorsun, okusaydın.” diyerek sözleşmeyi önüme tekrar uzattı. O sırada benim imzamın yanında Münevver Andaç ve Mehmet Nazım vekili Gülçin Çaylıgil yazısı gözüme çarpınca Nazım Hikmet’in ailesi ile yasal bir zeminde buluştuğumu hissettim. Mutluluk duygumu gizleyemedim; “Okumam gerekmez. Bu isimlerin yanında benim ismimin bulunması bana yeter.” dedim. Gülçin Hanım da gülerek ödeyeceğim telif ücretini açıkladı. “Altı bin Fransız frangı.” Bu sembolik bir ücret bile sayılmazdı. Hatta Münevver Hanım’ın beni teşvik etmek ve filmi yapmam için cesaretlendirmesi anlamı da taşıyordu.

Bu projede TRT’nin yanımızda yer almasının öyküsünü daha önce anlatmıştım. Bu gerçekten çok hoş bir durumdu. Devletin parasını Nazım’ın yazdığı bir eserin filme çekiminde kullanmak mutluluktan öte bir şeydi. Filmin çekim mekânlarını belirlemek için, Başar’la iki kere Erzurum’a gittik. Alvar Tren İstasyonu sanki Nazım bu oyunu yazarken kafasından geçirdiği ıssızlığın ta kendisiydi: “Çölde ıssız bir gemi.”

(13 Ocak 2019)

Sabahattin Çetin (Sinemacı)

Yansın Bu Dünya

Bizde ‘Şüphe’ adıyla gösterime giren ‘Burning / Beoning’in çok katmanlı yapısıyla tartışmasız bir başyapıt olduğunun altını çizerek söze başlamak istiyorum. Güney Kore’nin önde gelen yazar yönetmenlerinden ve ülkenin eski kültür bakanı Lee Chang-dong’un izleyenlerin yüreğinde yer etmiş ‘Şiir / Shi’ adlı filminden tam sekiz yıl sonra çektiği ‘Şüphe’, tanınmış Japon yazar Haruki Murakami’nin ‘Barn Burning’ isimli kısa hikâyesinden yola çıkmış.

Usta sinemacı, geniş kapsamlı bir metin haline dönüştürdüğü 10 küsur sayfalık öyküde ana karakterlerin yaşları, yakınlıkları, medeni durumları ve en önemlisi sosyal konumlarıyla oynamış. Sözgelimi, hikâyede bir arkadaş düğününde tanışan, aralarında 12 yıl yaş farkı bulunan orta sınıf kökenli Jong-su ile Hae-mi, filmde Kuzey Kore ile sınır teşkil eden kırsal yörede birlikte büyümüş ergen sayılabilecek yaşlarda iki çocukluk arkadaşı. İkili yıllar sonra büyük şehrin kalabalığında karşılaşıyor. Yarı zamanlı işlerde çalışarak metropolde tutunmaya çabalayan yazarlık heveslisi genç adam ile varoluşunun ve hayatın anlamının peşindeki genç kızın kısa süreli birlikteliğinin büyüsü, Hae-mi’nin bir Afrika seyahati sırasında tanıştığı üst sınıftan yakışıklı ve mağrur Ben’in ortaya çıkışıyla bozuluyor. Jong-su’nun görünürdeki sakinliğinin altında alev alev kabaran öfkesi hikâyeyi çok bilinmeyenli bir denkleme doğru sürükleyecektir.

Yönetmen bir söyleşisinde milenyum kuşağı gençlerinin patlamaya hazır bir biçimde ‘öfkeli’ olduklarından söz ediyor. Geleceklerinin önemli ölçüde değişmeyeceğinin paniğinde kendilerini yetersiz hisseden genç insanları anlatmak için Murakami’nin kısa öyküsünden yola çıktığını belirtiyor. Ben haricinde iki ana karakteri alt sınıftan gençler olarak konumlandırması bu yüzden. Kore’nin varlıklı bölgesi Gangnam’da lüks rezidansında yaşayan, afili Porche marka araba kullanan şık giyimli genç adam kırsal kökenli iki arkadaş/sevgili’nin dünyasına, -Jong-su’nun tabiriyle- bir modern çağ ‘Muhteşem Gatsby’si olarak giriyor. Ne iş yaptığı belli olmayan, kendi deyişiyle mali piyasalarda ‘oyun oynayarak’ para kazandığını söyleyen Ben, kendi biçimlendirdiği ahlâk anlayışını savunarak, iki aylık periyodlar dahilinde kırsalda unutulmuş seraları yaktığını ve bundan büyük bir haz duyduğunu anlatıyor Jong-su’ya kafalarının dumanlı olduğu bir gece vakti. Bu itirafın hemen ardından sırra kadem basıyor Hae-mi. Genç adamın büyüyen ‘şüphe’si, yangın yerine dönmüş ruhundaki alevlerin ortalığı kasıp kavurmasına neden olacaktır.

Adını Murakami’nin en sevdiği yazarlardan biri olan William Faulkner’ın aynı adlı eserinden alan, dilimize ‘Ahır Yakmak’ olarak çevirebileceğimiz özgün hikâyede ağılların yerini Kore’de daha yaygın olarak bulunan seralar almış. Faulkner yazar olmak isteyen Jong-su’nun da favori edebiyatçılarından. Ben’in onun tavsiyesi üzerine bir kafede Faulkner külliyatını karıştırdığı bir sahneyle yazara saygıda kusur etmeyen Chang-dong, kısacık hikâyenin sınırlarını ustaca geliştirmiş. Jong-su’nun ebeveynleri, komşuları, Ben’in arkadaşlarını devreye sokmuş.

Herşeyden önce Murakami külliyatını çok iyi incelemiş. Bu hikâyede olmayan ama Japon yazarın diğer temel yapıtlarında yer alan motifleri, meseleleri ustaca bezemiş yapıtına. Murakami’nin, daha önce de sözünü ettiğim, milenyum gençliğinin çıkışsızlıkla büyüyen öfkesi, kent ile taşra arasında giderek büyüyen uçurum, çarpık kentleşme gibi ana meseleleri; onun eserlerinin ruhunu yansıtan kedi, kuyu benzeri motifler bu çok başarılı sinema eserine ustaca yedirilmiş.

İçe dönük bir aşk ve cinsellik hikâyesi olarak başlayan, sınıf çatışmasının körüklediği bir yangın yerine dönüşen hikâye, son bölümde yaman bir gerilim ve iz sürümle noktalanıyor. Ancak perde kapandıktan sonra, filmin Türkçe adındaki ‘şüphe’ Jong-su gibi içimizi kemirmeye devam ediyor. İzlediklerimiz gerçekten yaşanmakta mıdır? Yoksa yazar olmak isteyen genç adamın hayalleri midir her şey?

Çok katmanlı, katmanların sabır ve sükunet ile açıldığı, 148 dakikalık süresine karşın su gibi bir solukta izlenen film, günbatımında Miles Davis eşliğinde Hae-mi’nin ‘büyük açlık’ın izinden yakarış dansının yer aldığı bölümle zirveye ulaşıyor. İzlenmesi, tekrar tekrar izlenmesi gereken sinema şaheserlerinden biri ‘Şüphe’.

(11 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Üç Kadın Üç Hayat

2010 yılından başlayarak 20 yıl süreyle film çekmesi ve yurt dışına çıkması yasaklanmış olan İranlı sinemacı Cafer Panahi, 2011’de ‘Bu Bir Film Değildir’ ve 2013’te ‘Perde’yi kapalı kapılar ardında çektikten sonra dört yıl önce Berlinale’den Altın Ayı ile dönen ‘Taksi Tahran’da bizzat kendisinin kullandığı ticari taksiyle kentin ana caddelerine çıkmıştı. Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü aldığı ‘3 Hayat / Se Rokh’da bu kez kendi arabasını sürdüğü yeni bir yol hikâyesiyle karşımızda.

Panahi’nin sinema yapma inadı bir kez daha engel tanımıyor, çağımız video devriminin olanakları sanatçının cesaretiyle birleştiğinde yasakların üstesinden gelmenin zorluğu aşılıyor. İran-Türkiye sınırında, yönetmenin ailesinin yaşadığı Azeri topraklarına yolculuk bu defa. İşte bu ücra köylerden birinde yaşayan Marziye’nin, Telegram üzerinden İranlı sinemacı kanalıyla ülkenin tanınmış kadın oyuncularından Behnaz Caferi’ye gönderdiği görüntülü mesaj zoraki yolculuğu tetikleyen. Oyuncu adayı genç kız Tahran’daki konservatuvara kabul edildiğini, ancak ailesinin buna rızası göstermediğini dile getirirken, ‘can yoldaşımsın’ diye hitap ettiği yıldız oyuncunun aramalarına geri dönmediğinden yakınarak intihar girişiminde bulunuyor yolladığı görüntülerde. Bunun üzerine çalışmakta olduğu dizinin son sahnesini çekemeden apar topar seti terkeden Caferi, Panahi ile birlikte kızın izini sürmeye başlıyor.

Usta yönetmen kendini, ailesini bir sosyal medya olayının tam merkezine yerleştiriyor ve hem sanat dünyasının hem de İran kırsalının huzursuzluğunu keskin gözlemciliğiyle mercek altına yatırıyor. Ücra köylerde trajikomik hallerle karşılaşıyoruz. Tek vasıtanın geçebildiği dağ yollarında korna düzeniyle geçiş hakkı talep eden köylüler, mezarına yatmış ve yılanlar gelmesin diye gece vakti lamba ve mum ışığıyla kabrini ışıklı tutan yaşlı nine, daracık yolu çökerek kapatmış damızlık boğasının başında veteriner bekleyen adam, oğlunun sünnet derisini Tahran’a götürülmesi için köye gelen konuklardan yardım isteyen yaşlı adam benzeri insan manzaralarına tanık oluyoruz. Ancak Panahi bu defa kadın hikâyelerini ön plana çıkarıyor. Kendi varlığını daha geri plana çekerek üç kuşak oyuncu kadının hikâyesi ve İran’da yaşadıklarıyla ilgileniyor. Devrim sonrasında dışlanmış ve hor görülmüş bir dönemin ünlü kadın oyuncusu Şehrazad’ın yüzünü bizlere hiç göstermiyor ama diğer kadınların dayanışmasını uzaktan da olsa aktarıyor.

Bu arada içinde bulunduğu koşulların komiğini çekmekten de geri durmuyor. Hemen başta yer alan yaklaşık 10 dakikalık kesintisiz sekansta, kendisini telefonla arayan ve film çektiği duyulursa ceza alacağından endişelenen annesini teskin ediyor. Köy yerinde gece vakti kendisine yol göstermeye çalışan köylülere ‘Burada başka her yerden daha güvendeyim’ cevabını veriyor.

Ve baştaki ustalıklı plan sekans, Nuri Bilge izleri taşıyan ve ‘Taksi Tahran’da olduğu gibi araba camından sabit planda ilerleyen şiirsel bir finalle noktalanıyor. Tüm engellemelere rağmen zekice kotarılmış mizah yüklü bir yapım, çağımız İran toplumu üzerine bir belge ‘3 Hayat’.

(09 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ruh ile Bedenin Mücadelesi

Belçikalı yönetmen Lukas Dhont’, Cannes’da ‘Altın Kamera’ ile ödüllendirilen ilk uzun metrajı ‘Kız /Girl’de bir gazete haberinden yola çıkmış. Henüz 18 yaşında olduğu ve eşcinselliğini gizlediği bir dönemde, 15 yaşındaki trans birey Nora’nın bir yandan ergenliğe ilişkin huzursuzlukla başa çıkmaya çalışırken, diğer yandan profesyonel bale sevdasının zorluklarıyla cebelleşmesinin öyküsü büyülemiş genç adamı.

Kendi hikâyesinde Lara adını vermiş olduğu genç kızı canlandıracak kişiyi bulmakta hayli zorlanmış 26 yaşındaki yönetmen. Filmde ağırlıklı olarak yer alan bale eğitimi sahneleri için dansçı özelliği olan bir çok adayı denemiş, sonunda bir erkek adayda, Victor Polster’de karar kılmış. Bu seçim transgender ya da dilimizde yaygın olarak kullanılan transseksüel topluluk tarafından eleştiriye uğradı gerçi ancak Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde en iyi erkek oyuncu seçilen genç adam rolünün hakkını veren güçlü bir performans sunuyor.

Dhont’un ‘bir süper kahraman hikâyesi’ olarak tanımladığı filminde, sarışın mavi gözlü Lara bedeniyle mücadele içindedir. 6 yaşındaki erkek kardeş ve annenin yokluğunu doldurmuş şefkatli babadan oluşan küçük ailesiyle birlikte Belçika’dan İsveç’e göç etmiştir. Ülkenin prestijli bale okullarından birinde eğitim görerek iyi bir balerin olmaktır hedefi. Eğitiminin yanı sıra doktor ve psikolog kontrolünde cinsiyet değiştirme ameliyatına hazırlanmaktadır. Cinsel kimliği babası ve çevresi tarafından sevecenlikle kabul edilmiş, uygar bir düzenin talihli bireyidir Lara. Asıl sorun, bedeninin değişme süreciyle genç kızın ergenlik dönemi öfkesi ve sabırsızlığının çatışmasından kaynaklıdır. Doktorların takip ettiği bu ağır ilerleyen değişim süreci onun ‘Siyah Kuğu / Black Swan’ filminden aşina olduğumuz- meşakkatli bale programı ile birleşince genç bireyin bedeniyle mücadelesi ikiye katlanıyor.

Dhont bu süreci bir belgesel titizliğiyle perdeye aktarmış. Ülkesinin usta sinemacıları Dardenne kardeşler filmlerinin esinini taşıyan bir doğallık ve mesafe ile anlatıyor hikâyesini. Lara’nın günlük rutinini, ev halini, zorlu bale antrenmanlarını kesmelerle veriyor. Değişim zamanı gelene kadar vücudunu saklayan, vücudu değişene kadar duygularını bastıran Lara içinde kopan fırtınaya daha ne kadar dayanabilecektir.

Şok edici bir finalle bağlıyor filmini genç sinemacı ancak tekrarlara dayalı oldukça uzun tuttuğu bu süreçte duygularımızla oynamaya yeltenmiyor. Lara’nın yaşadıklarını bir trajediye çevirmekten özenle kaçınıyor. Bu ilgiye değer ilk filmin en büyük erdemi de bu.

Çoğunlukla ifadesiz bir maskeyle Lara’yı canlandıran genç Polster’in gerek oyuncu gerekse yetenekli bir dansçı olarak hiç aksamadığı ‘Kız’ keskin bir meseleyi bu denli incelikle dile getirdiği için mutlaka izlenmeli. Senaryoda da imzası bulunan genç yönetmene sinemaya hoş geldin diyor, bir sonraki işini merakla bekliyoruz.

(08 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yeniden Başla

Festivaller Festivallerimiz

Uluslararası Adana Film Festivali bu yıl 25. yılını kutlaması nedeniyle oldukça iyi bir program hazırlamıştı. Programın en önemli kısmı olan Ulusal Uzun Metraj Yarışması’na 15 adet filmin katılması da bunu gösteriyordu. Antalya Film Festivali’nin 2 yıldır Ulusal Yarışma’yı kaldırması nedeniyle sinemamızın son dönemde yapılan ve yurtdışında ödüllen kazanmaya başlayan onlarca filmi yarışmaya katıldı. Nitekim en dikkat çeken Çağla Zencirci ve Guillauma Giovanetti’nin birlikte yönettiği “Sibel” jüri tarafından En İyi Film seçildi, Sinema Yazarları Derneği Jürisi’nin En İyi Film Ödülü de Banu Sıvacı’nın yönettiği “Güvercin” filmine gitti.

Festivalin açılış gecesinde sinemamızın Yeşilçam döneminde yardımcı rollere çıkan 25 karakter oyuncusuna ödül verilmesi sırasında duygusal anlar yaşandı. Yıllardır unutulduklarını, kenarda köşede kaldıklarını ve günümüz filmleri ve TV dizilerinde rol alamadıklarından bahseden yardımcı oyuncularımız festival yönetimine şükranlarını bildirdiler. Bu tanıdık yüzler arasında sinemamızın Rambo’su Sönmez Yıkılmaz, kötü adam rollerinin sarışını Oktay Yavuz, hemen her filmde kadınları rahatsız eden karakterleri perdeye getiren Coşkun Göğen gibi isimler vardı. Coşkun Göğen, cefakâr yan rol oyuncularımızın durumlarını çok güzel özetledi. “Sinemadan aldığım paralar, yediğim dayakları hiçbir zaman karşılamadı, bize gösterilen bu değer ve ilgi için çok teşekkür ederim. Yıllardır festivalleri özlemiştim, geldiğimize değdi.” dedi. Keza Oktay Yavuz’un festivalden birkaç hafta önce sosyal medyada vefat ettiği haberinin yayılmasından sonra, hayranlarının hayatta olduğunu öğrenmeleri üzerine kendisine gösterilen sevgi yansımalarının yeniden eski günlerdeki gibi yoğunlaştığını anlattı.

Festivalin açılış ve kapanış törenlerine bu yıl Adana Hilton Oteli ev sahipliği yaptı. Açılış gecesi sevilen oyuncu Yakup Yavru’nun vefat etmesi herkesi üzdü. Yurtdışındaki festivallerde çeşitli ödüller alan yabancı filmlere gösterilen ilgi çok iyiydi. Avşar, Cinemaximum ve Arı Sinemaları’nda yapılan gösterimlerinde seyirciler bilet bulmak için adeta yarıştılar. Sadece konuklar için hazırlanan ve cep telefonlarına yüklenebilen rezervasyon uygulaması çok yararlı oldu. Festivallerde ilk defa rastlanılan bu uygulama ile sinemaya gitmeden önce cep telefonunda istenilen film için koltuk rezervasyonu yapılabildi. Önümüzdeki yıl bu uygulamanın tüm seyircileri kapsayacağı belirtildi. Umarız diğer film festivalleri de benzer uygulamaları kullanırlar.

Uluslararası Adana Film Festivali’nin ekibinin son 2 yıldır komple değişmesi festivali müspet ve menfi birtakım zaaflara uğrattığı da dikkatlerden kaçmadı. Yabancı film danışmanlığını sinema yazarı Kerem Akça’ya verilmesi çok isabetli bir karardı. Yurtdışı festivallerde çeşitli ödüller kazanmış filmlerin seçiminde gösterilen itina seyirciyi çok memnun etti. Festivalin kamuoyuna yansıtılmasında oldukça öne çıkarılan “Türkiye’nin en büyük festivali” ifadesi pek tasvip edilmedi ve bilinen diğer festivallere haksızlık edildiği kanaati yayıldı. Adana Film Festivali’nin bu yıl yayınladığı kitaplarda dikkat çeken bir husus sinema tarihi yazınımıza yeni isimlerin de katıldığıydı. Sinemamızın Yeşilçam dönemi sanatçıları Süleyman Turan, Cüneyt Arkın, Muhterem Nur, Ahmet Mekin ve Şerif Gören adına yazılan kitaplarda yeni yazarlar Erhan Tuncer, Ali Karadoğan ve Rıza Kıraç’ın isimleri göze çarpıyordu. Bilindiği gibi festivallerde yayınlanan kitaplarla sinema kütüphanemiz gittikçe büyüyor. Yıllardır bu konuda gayret gösteren diğer yazar arkadaşlarımız Ali Can Sekmeç, Burçak Evren ve Agah Özgüç’ü de bu vesileyle minnetle anmak isteriz.

Basın mensupları yine festivalin kadim oteli Seyhan’da, oyuncular, yönetmenler, yapımcılar ve yabancı konuklar Hilton Oteli’nde konakladılar. Altın Koza’nın 25. yılı olması nedeniyle konuk sayısının da oldukça fazla olduğu anlaşılıyordu. Adana, festivali zamanında yaklaşık 1.000 kişiyi ağırladı.

25. Uluslararası Adana Film Festivali, 29 Ülkemizin iki büyük festivalinin birkaç günü bu yıl aynı zaman aralığına denk geldi. Eylül’de kapanış törenini gerçekleştirirken aynı gece 55.  Uluslararası Antalya Film Festivali açılış gecesini düzenlemekteydi. Antalya açılışının en büyük sürprizi ünlü Fransız oyuncu Vincent Cassel’in yaşam boyu onur ödülü almak için Antalya’ya ve festivalin açılış gecesine gelmesiydi. Festivale yabancı konuk oyuncu olarak ayrıca dişi Terminator olarak da bilinen Kristanna Loken ve sinema dünyasının ünlü kötü adamlarından Eric Roberts de iştirak etti. Eric Roberts’in diğer bir özelliği de, Özel Bir Kadın adlı filmle bir zamanlar ülkemizde büyük bir hayran kitlesi edinen Julia Roberts’in kardeşi olması.

Geçen sene ve bu sene Ulusal Yarışma’nın yapılmaması, Uluslararası Antalya Film Festivali’nin sinema sektörünün çoğunluğu tarafından protesto edilmesine yol açtı. İstanbul’da alternatif 55. Ulusal Yarışma Ödülleri etkinliği düzenlendi. Festivalin Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması’nda, yerli film olarak Mustafa Karadeniz’in yönettiği “Çınar” ve Sefa Öztürk Çoban’ın yönettiği “Güven” adlı filmler yarıştı. Festival günlerinde fısıltı gazetesinde Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’in Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın yapılması konusunda ikna olduğu ancak festivale az zaman kaldığı gerekçesiyle yarışmanın o nedenle bu yıl da yapılmadığı haberleri dolaşıyordu.

Öyle veya böyle, yerli sinemamızın sektör insanlarının izleyicileriyle en büyük buluşma organizasyonu olan Antalya Film Festivali’nin Ulusal Film Yarışması’nı tekrar hayata geçirmesi tüm yerli film seven sinemaseverlerin ortak arzusu. 55. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin bu sene çok sönük geçtiği söylenebilir. Daha önce şehir sinemalarına dağılan film gösterimleri bu yıl sadece Kültür Park içindeki Antalya Kültür Merkezi’nin büyük salonu ve Perge Salonu’nda yapıldı. Uzak semtlerdeki sinemalar arasında koşuşturmanın olumsuzluğu yanında aynı bina içinde film gösterilmesi avantaj gibi görünse de festivalde gösterilen yaklaşık 40 kadar film, yıllardır festivalde yüzlerce film seyreden Altın Portakal seyircisini pek tatmin etmedi. Basına yapılan duyurularda da dikkatten kaçmayan küçük hatalar, Antalya’da yapılan diğer festivallerde görev yapan arkadaşlarımızın film festivale ekibine dahil edildiğini hatırlatıyordu. Festivalin ana etkinlik mekânı AKM’nin açılımının Antalya Kültür Merkezi olarak bilinegelmesine rağmen duyurularda Atatürk Kültür Merkezi olarak geçmesi hafızalara sevimli ve arzulanan bir dil sürçmesi olarak geçti. Keza birçok kere festivali ziyaret etmiş olan ve Türev adlı filmiyle festivalde En İyi Yönetmen ödülü kazanan Atıl İnaç’ın, Atıl İnanç olarak, keza sevimli oyuncu Fadik Sevin Atasoy’un Fadik Sevim Atasoy olarak duyurulması festivale sevimli ve renk katıcı hatalardı.

Festival süresince tüm konukların, gösterim, panel, atölye ve etkinliklerin yapıldığı yerlere yakın olan Rixos Oteli’nde konumlandırılması çok yararlı oldu. Basın mensupları bir yandan Ferzan Özpetek’le son filmi Napoli’nin Sırrı’nı konuşurken diğer taraftan Eric Roberts veya Kristanna Loken’le röportaj yapma yapmaya yarışmaları festivale farklı renkler kattı. Geçmiş yıllarda da David Carradine, Antonio Delon, Matt Dillon gibi şöhretleri ağırlanması da birçok sinemaseverin anılarında unutulmayacak şekilde yer etti.

Geçmiş yıllarda, hemen her yıl festival kapsamında sinema sanatçılarımızla ilgili 2-3 adet kitap yayınlanırdı, bu sene sadece festival kataloğu yayınlamakla yetinildi. Neyse ki festival çalışanlarının fedakârca çalışmaları ve açılış, kapanış törenlerinin eski yıllardaki gibi yine Cam Piramit’te yapılması memnuniyet yarattı. Umarız Uluslararası Antalya Film Festivali önümüzdeki yıllarda yine eski günlerdeki görkemine kavuşur ve yerli sinemamızın tümüne yeniden kucak açar.

Bir öneride bulunarak bitireyim. Yazımıza konu olan, sevdiğimiz bu iki festivalimiz bu yıl Uluslararası Adana Film Festivali ve Uluslararası Antalya Film Festivali olarak adlandırıldı. Geçmiş yıllarda adlarına festival kapsamında verdikleri ödüller, Altın Koza ve Altın Portakal olarak dahil ediliyordu. Geçmişe özlem duyan bazı arkadaşlarımız festival isimlerinden ödül adlarının çıkarılmasını tasvip etmiyor ve kınıyorlar. Ancak başka bir açıdan bakıldığında uzun festival adlarının karmaşaya sebep olduğu dikkatten kaçıyor. Misalen geçmişte basına gönderilen bir bülten içinde festivalin adı Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali, Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Altın Portakal Uluslararası Antalya Film Festivali, Antalya Altın Portakal Uluslararası Film Festivali, vs. vs. şeklinde birden fazla isimle anılabiliyordu. O nedenle film festivali adlarında sadece şehir adı kullanılmalıdır. İstanbul Film Festivali 6-7 senedir, Boğaziçi Film Festivali bu yıl o şekilde adlandırılmaya başlandı. Bahse konu olan festivallerimiz de önümüzdeki yıllarda Antalya Film Festivali, Adana Film Festivali ve diğerleri Malatya Film Festivali, Gaziantep Film Festivali, Antakya Film Festivali, Köyceğiz Film Festivali, Mardin Film Festivali, vs. vs. şeklinde anılmalıdır.

(Bu yazı CineTele Dergisi’nin Ocak 2019 sayısında yayınlanmıştır.)

(08 Ocak 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Bir Aile Fotoğrafı

Son yıllarda Türkçe isminin bu denli yakıştığı bir film görmemiştim. Yeni yılın ilk filmi olarak heyecanla izlediğim ‘Yangın Yeri’ ya da özgün adıyla ‘Wildlife’dan söz ediyorum. İlk gençlik yıllarından başlayarak sinemada ve geçtiğimiz haftalarda televizyonda yayınlanan ‘Escape at Dannemora’ adlı mini dizide naif mahkum Richard Matt performansıyla hayranlığımızı kazanmış olan yetenekli aktör Paul Dano’nun ilk yönetmenlik denemesi bu güzel yapım.

Richard Ford’un 1990’da yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanan film, bir çekirdek ailenin öyküsü üzerine. Hayat şartları nedeniyle sürekli yer değiştiren Jerry ile Jeannette, artık 14 yaşına gelmiş oğulları Joe ile Montana’nın Kanada sınırına yakın küçük yerleşim bölgesinde yeni bir düzen kurma peşindedir. Yaşam gailesi yirmili yaşların hemen başlarında evlenmiş olan çiftin gelecek hayallerini çoktan törpülemiştir. İlk gençliğinde başarılı bir sporcu olma düşleri kuran Jerry, hizmet verdiği pestijli golf kulübünde yöre zenginlerinin gönlünü hoş tutma çabası içindedir artık. Kendi yapamadığını oğlu başarsın, tanınmış bir futbolcu olsun diye didinir durur.

Garson adı gibi dediği ismini hiç sevmeyen Jeannette’e gelince; bir zamanların ‘fırlama güzeli’ genç kadın o kasabadan bu kasabaya kocasının peşinden giderken yüzündeki bahar coşkusunu yitirmiştir. Jerry’nin kulüp üyeleriyle fazla samimi olduğu gerekçesiyle işinden olması için için kaynayan aile yuvasında ilk yangın ateşini tetikler. Yapılan yanlıştan geri dönülür ve genç adam tekrar işe çağrılır ama olgunlaşmamış yüreği ve gururu yüzünden bunu kabul etmez. Karısı ve oğlunun itirazlarına kulak asmadan, ani bir kararla bölgede süregelen orman yangınlarını söndürme ekibine gönüllü olarak katılmak üzere evi terk eder. Jerry’nin gidişi genç kadının hayatını yeniden gözden geçirmesine ve yeni kararlar almasına neden olacaktır.

Yavaş ve sakin bir insan olduğunu ifade ediyor yönetmen bir söyleşisinde. Titiz, içe dönük, her şeyi sorgulayan, kolay tatmin olmayan bir yapısı olduğunu ilave ediyor. Ford’un incelikli romanını perdeye uyarlarken bu titizliğin ve sadeliğin baştan sona filmin her bir planına sindiğini gözlemliyoruz. Romanın, filmin Türkçe adına uyumlu yangın metaforu bu minvalde usul usul ateşleniyor. Aile içi yangın ile ormanı kasıp kavuran afet eş zamanlı olarak büyüyor.

Bir aile ve kimlik krizini anlatırken büyük olaylara yer vermiyor Dano. Olan biteni çoğunlukla 14 yaşındaki Joe’nun şaşkın ve hüzünlü bakışlarından izleniyor. Baba’nın işten kovuluşu, orman yangının ilk dehşeti ya da annenin başka bir adamla yaptığı çaça dansını hep onun bakışlarıyla vermeyi tercih ediyor. Romanın kişiliklerinde kendi büyük ailesinin fertlerinden izler bulduğunu söylüyor genç yönetmen. Anne ve babalarımızın bizlerin ebeveyni olmanın dışında bir insan olarak hayalleri, arzuları, kırgınlıkları ve küskünlüklerini keşfetmek üzere yola çıktığını ifade ediyor. Bu amaçla, dağılan bir aileyi toparlama işini küçük Joe’nun gayretleri üzerinden vermeyi deniyor.

Yangından sonra ayakta kalan ‘ölü ağaçlar’ gibi olmak istemediğini haykıran annede Carey Mulligan, büyüyememiş genç adamda Jake Gyllenhaal ve şaşkın maviş gözlerle hayatı anlamaya çalışan küçük adamda Avustralyalı genç yetenek Ed Oxenbould’dan oluşan harika üçlü onun en büyük destekçileri. Görüntüler, görenlerin Apichatpong Weerasethakul’un ‘Saltanatın Mezarlığı’ filmindeki çalışmasından hatırlayacağı Diego Garcia’ya emanet edilmiş. 60’lı yılların küçük Amerikan kasabasını yeniden yaratırken ressam Steven Shore ve fotoğrafçı Rinko Kawauchi’nin eserlerinden yararlanılmış. Hopper ve Rockwell gibi ölümsüz sanatçıların esini her bir kareye sinmiş. Küçük Joe’nun bir fotoğraf atölyesinde yarı zamanlı çalışma hikayesinden yararlanılarak dönem insanlarının naif aile fotoğrafı çekimlerine yer açılmış.

Son olarak Coen biraderlerin ‘The Ballad of Buster Scruggs’ın filminin ‘Endişeli Kız / The Gal Who Got Rattled’ epizodunda izleme şansı bulduğumuz oyuncu / yazar eşi ve beş aylık kızının annesi Zoe Kazan ile birlikte kaleme aldıkları senaryodan yola çıkan Paul Dano, yakınlarda kaybettiğimiz ve oyuncu olarak yer aldığı ‘Tutsaklar / Prisoners’ filminde birlikte çalıştığı İzlandalı besteci dostu Jóhann Jóhannsson’a adamış filmini. Yeni seneye bu çok başarılı ilk filmle başlamanızı öneririm.

(05 Ocak 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yalan Dünya

Hayatın gerçeği bu; geleni hep neşeyle karşılıyoruz, giden ise bizden birşeyler alıp götürdüğünden hüzünle hatırlanıyor. 2019’u neşeyle karşıladık, şimdi bizlere giden 2018’in hüzünleri kaldı. Sinema sektörümüz 2018’e herkesin sevgilisi, Hababam Sınıfı’nın Mahmut Hocası Münir Özkul’un kaybı ile başladı. 05 Ocak 2018’de kaybettiğimiz değerli sanatçı Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. Ocak ayında Özkul’un ardından Baki Avcı ve Turan Özdemir adlı oyuncularımız da hakkın rahmetine kavuştu. Şubat ayında yine oyuncularımızdan kayıplar verdik. Zeki Keskin, Sivas’ın Ayli Köyü’nde; kendine has sesiyle söylediği Türkülerini çok sevdiğimiz ve oyuncu olarak da izlediğimiz Nuray Hafiftaş ise Zincirlikuyu’da toprağa verildi. Ülkemizin ilk showman’lerinden Celal Şahin 23 Şubat’ta aramızdan ayrıldı.

Dans koçluğu yapan, oyuncu Ümit İris, 02 Mart’ta; Yeşim Soydan, 06 Mart’ta; menajerlik ve oyunculuk yapan Yaşar Gaga, 07 Mart’ta; Perihan Abla dizisiyle tanınmışlığının zirvesine varan Ercan Yazgan, 08 Mart’ta hakkın rahmetine kavuştu. Seslendirme sanatçılığı ve oyunculuk yapan Nur Subaşı, Üsküdar Şakirin Camii’nden 10 Mart’ta ebediyete uğurlandı. Mart ayında ayrıca, setlerde şoförlük yapan Sabit Özdemir; oyuncu ve seslendirme sanatçısı Ercüment Balakoğlu ve tiyatro oyunlarında da seyrettiğimiz Süreyya Küçük vefat ettiler.

Nisan ayı ilk gününde şair, gazeteci, çevirmen ve oyuncu Ülkü Tamer’i; ikinci gününde ise Dursun Ali Sarıoğlu’nu bizlerden ayırdı. Opera sanatçısı olarak bilinen fakat son yıllarında oyuncu olarak da çok sevilen Sevda Aydan; festival yöneticisi İlhan Kantoğlu; sesiyle onlarca filmimizin şarkılarını seslendiren Tülin Korman ve yapımcı – senarist Şahin Koçak da Nisan ayında vefat eden sevdiklerimizdendi.

Sinemamızın en bilinen makyözlerinden, oyuncu olarak da birçok filmde beyazperdeye gelen Cemal Gonca, 01 Mayıs’ta Büyükçekmece’de vefat etti. Yapımcı, yönetmen yardımcısı ve oyuncu Aliye Turagay, 19 Mayıs’ta Bebek Camii’nden kaldırılarak toprağa verildi. Hababam Sınıfı öğrencilerinden Dinçay Çetindamar, 21 Mayıs’ta Darıca’da hayatını kaybetti. Onlarca yerli filmimizde 2. adam rollerinde oynayan İran’lı oyuncu Nasır Melek, 25 Mayıs’ta vefat etti ve Tahran’da toprağa verildi. 27 Mayıs’ta kaybettiğimiz Arda Öziri, İzmir Bornova’da; Tayyar Yıldız, Karaman’da hayatlarını kaybettiler, her ikisi de oyunculuk yapmaktaydı.

Birçok TV dizisi ve sinema filminde seyrettiğimiz Selahattin Fırat, Haziran ayının aramızdan aldığı ilk sevilen sanatçımız oldu. Yapım sorumlusu ve genel koordinatör Mesut Ünlü, 13 Haziran’da; kamera asistanı, set fotoğrafçısı ve afiş tasarımcısı Güngör Özsoy, 15 Haziran’da aramızdan ayrıldı, Özsoy Eyüp’te toprağa verildi. Yapımcı ve ithalatçı Asaf Özpetek, 02 Temmuz’da vefat etti ve Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi, Özpetek dünyaca ünlü yönetmenimiz Ferzan Özpetek’in ağabeyi idi. Temmuz’daki 2 kaybımızdan Nazif Kündem, set amirliği; İzzet Yaşar ise şairlik, yazarlık ve senaristlik yapmaktaydı.

Ağustos ayı yine yaptı yapacağını ve aralarında yönetmen, oyuncu, seslendirme sanatçısı, yapımcı ve görüntü yönetmeni olan sanatçımızı bizlerden ayırdı. Hatırlarsak: Cankat Ergin, Funda Ersin, Sıtkı Sezgin, ilk uluslararası ödüllü filmimiz Susuz Yaz’ın yapımcı ve başrol oyuncusu Ulvi Doğan, unutulmaz ses Toron Karacaoğlu, sinemada görüntü denildiğinde ilk akla gelen ustalardan Güneş Karabuda, Ayla Oranlı, Esen Günay.

Eylül ayı 9 sinema sanatçımızı aramızdan alarak klasik hüznünü hissettirdi, yine yüreklerimizi sızlattı. Yönetmen, senarist ve yapımcı olarak tanıdığımız Aram Gülyüz, 01 Eylül’de; sinema yazarı Ali Gevgilili, 11 Eylül’de; sinema araştırmacısı, senarist, yönetmen, danışman, kurgucu ve sanat yönetmeni Deniz Yayın, 17 Eylül’de; seslendirme sanatçısı, sinema ve tiyatro oyuncusu Ferdi Merter Fosforoğlu, 19 Eylül’de; seslendirme sanatçısı Oytun Şanal, 20 Eylül’de; sevilen oyuncumuz Yakup Yavru, 24 Eylül’de misafir olduğu Adana Film Festivali’nde; yapım asistanı ve sorumlusu, oyuncu Asım Par, 28 Eylül’de; oyuncu Mehmet Uslu ve Kemal İnci, 29 Eylül’de hakkın rahmetine kavuştular.

03 Ekim’de vefat eden Yıldırım Öcek, Kadıköy Söğütlüçeşme Camii’nden kaldırılarak Yedikule Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yönetmen, oyuncu Kamil Renklidere, 06 Ekim’de; oyuncu, senarist, yazar Yaman Tüzcet, 11 Ekim’de hayatlarını kaybettiler. Dünyaca ünlü fotoğraf sanatçımız, bir belgesel filmde oyunculuk da yapan Ara Güler, 17 Ekim’de vefat ederek Şişli Ermeni Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yine bir belgesel filmci, yapımcı ve yönetmen Kemal Öner, 29 Ekim tarihinde aramızdan ayrıldı, Eskişehir’de toprağa verildi.

Kasım ayındaki kayıplarımız müzisyen, oyuncu Aziz Azmet’in 02 Kasım’da vefatı ile başladı; aynı gün, kaderin cilvesi, yine bir müzisyen oyuncumuz Yılmaz Tatlıses, talihsiz bir kazada hayatını kaybetti.

Aileden sinemacı ve oyuncu Alev Gürzap, 08 Kasım’da Bodrum – Torba’da toprağa verildi. Oyuncu Remo Değerli, 15 Kasım’da; yapımcı, senarist, yönetmen Mahur Özmen, 19 Kasım’da; oyuncu Cengiz Baykal, 20 Kasım’da; stüdyo çalışanı Hasan Gürbüz, 22 Kasım’da hakkın rahmetine kavuştular. Değerli ve sevimli sanatçımız Uğur Kıvılcım’ı 27 Kasım’da İstanbul – Çekmeköy’de toprağa verdik. Kasım ayının aramızdan aldığı son sanatçımız ünlü şair ve birkaç filmde oyunculuk yapan Refik Durbaş oldu. Durbaş, 30 Kasım’da Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı’na defnedildi.

2018 yılının son ayı Aralık’taki kayıplarımız, geçen yıllarda kaybettiğimiz değerli yönetmenimiz Başar Sabuncu’nun sevgili eşi Sevil Candan (Sabuncu) ile başladı. Yapımcı Ferit Turgut’u Karacaahmet’te; oyuncu Tayfun Akalın’ı Zincirlikuyu’da toprağa verdik. 2018 yılının son kayıpları ise belgesel yönetmeni Cengiz Bektaş (21 Aralık); set amiri, figüran Erdal Sümer (25 Aralık); yönetmen yardımcısı, yönetmen, senarist, oyuncu Mesut Taner (27 Aralık); Sinema Emekçileri Sendikası Sine-Sen’in kurucu genel başkanı, set çalışanı Mevlüt Ekinci ve tiyatromuzun duayen sanatçısı, anlı – şanlı Keşanlı Ali Destanı oyununun Zilha’sı Gülriz Sururi (31 Aralık) oldu.

Kaybettiğimiz tüm sevdiklerimize tanrıdan rahmet, kederli ailelerine sabırlar diliyoruz. Mekânları cennet olsun.

(01 Ocak 2019)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

2018’de Kaybettiklerimiz

Münir Özkul (05 Ocak 2018), Oyuncu (Zincirlikuyu)
Baki Avcı (14 Ocak 2018), Oyuncu (Küçükbakkalköy)
Turan Özdemir (15 Ocak 2018), Oyuncu (Yatağan, Muğla)
Zeki Keskin (03 Şubat 2018), Oyuncu (Sivas, Ayli Köyü)
Nuray Hafiftaş (14 Şubat 2018), Ses Sanatçısı, Oyuncu (Zincirlikuyu)
Celal Şahin (23 Şubat 2018), Oyuncu, Şovmen
Ümit İris (02 Mart 2018), Dans Koçu, Oyuncu (Zincirlikuyu)
Yeşim Soydan (06 Mart 2018), Oyuncu (Kazlıçeşme)
Yaşar Gaga (07 Mart 2018), Oyuncu, Menajer
Ercan Yazgan (08 Mart 2018), Oyuncu (Karacaahmet)
Nur Subaşı (10 Mart 2018) Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Üsküdar Şakirin Camii)
Sabit Özdemir (12 Mart 2018), Şoför
Ercüment Balakoğlu (23 Mart 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Süreyya Küçük (29 Mart 2018), Oyuncu (Kurtköy Osmangazi Mezarlığı)
Ülkü Tamer (01 Nisan 2018), Şair, Gazeteci, Oyuncu, Çevirmen, Film İthalatçısı (Bodrum Turgutreis Gümüşlük)
Dursun Ali Sarıoğlu (02 Nisan 2018), Oyuncu (Üsküdar Şakirin Camii)
Sevda Aydan (06 Nisan 2018), Opera Sanatçısı, Oyuncu (Alaçatı)
İlhan Kantoğlu (13 Nisan 2018), Festival Yöneticisi
Tülin Korman (14 Nisan 2018), Ses Sanatçısı
Şahin Koçak (23 Nisan 2018), Yapımcı, Senarist (Ümraniye Ihlamurkuyu Mezarlığı)
Cemal Gonca (01 Mayıs 2018), Makyöz, Oyuncu (Büyükçekmece Kuba Camii)
Aliye Turagay (19 Mayıs 2018), Yapımcı, Yönetmen Yardımcısı, Oyuncu (Bebek Camii)
Dinçay Çetindamar (21 Mayıs 2018), Oyuncu (Darıca)
Nasır Melek (25 Mayıs 2018), Oyuncu (Tahran)
Arda Öziri (27 Mayıs 2018), Oyuncu (İzmir Bornova Işıkkent)
Tayyar Yıldız (27 Mayıs 2018), Oyuncu (Karaman Boyalı Köyü)
Selahattin Fırat (03 Haziran 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Kavaklı, Gürpınar Köyü)
Mesut Ünlü (13 Haziran 2018), Genel Koordinatör, Yapım Sorumlusu (Sarıyer)
Güngör Özsoy (15 Haziran 2018), Kamera Asistanı, Set Fotoğrafçısı, Afiş Tasarımcısı (Eyüp)
Asaf Özpetek (02 Temmuz 2018), Yapımcı, Film İthalatçısı (Karacaahmet Mezarlığı)
Nazif Kündem (08 Temmuz 2018), Set Amiri (Sarıyer)
İzzet Yasar (13 Temmuz 2018), Şair, Yazar, Senarist (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Cankat Ergin (13 Ağustos 2018), Yönetmen (Kumyaka, Mudanya)
Funda Ersin (15 Ağustos 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Sıtkı Sezgin (18 Ağustos 2018), Oyuncu (Samsun Derecik Mezarlığı)
Ulvi Doğan (21 Ağustos 2018), Yapımcı, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Toron Karacaoğlu (22 Ağustos 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Altınoluk)
Güneş Karabuda (24 Ağustos 2018), Yönetmen, Senarist, Görüntü Yönetmeni (Stockholm)
Ayla Oranlı (27 Ağustos 2018), Oyuncu (Küçükçekmece)
Esen Günay (29 Ağustos 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Aram Gülyüz (01 Eylül 2018), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (İstanbul)
Ali Gevgilili (11 Eylül 2018), Sinema Yazarı
Deniz Yayın (17 Eylül 2018), Senarist, Sinema Araştırmacısı, Yönetmen, Danışman, Kurgucu, Sanat Yönetmeni (Bursa Karacabey)
Ferdi Merter Fosforoğlu (19 Eylül 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Ankara Karşıyaka)
Oytun Şanal (20 Eylül 2018), Seslendirme Sanatçısı (İzmir Çandarlı)
Yakup Yavru (24 Eylül 2018), Oyuncu (Amasya)
Asım Par (28 Eylül 2018), Yapım Asistanı, Yapım Sorumlusu, Oyuncu (Tekirdağ Saray)
Mehmet Uslu (29 Eylül 2018), Oyuncu (Akşehir)
Kemal İnci (29 Eylül 2018), Oyuncu, Senarist (İzmir Karşıyaka Şemikler Mezarlığı)
Yıldırım Öcek (03 Ekim 2018), Oyuncu (Kadıköy Söğütlüçeşme Camii / Yedikule Mezarlığı)
Kamil Renklidere (06 Ekim 2018), Yönetmen, Oyuncu
Yaman Tüzcet (11 Ekim 2018), Oyuncu, Senarist, Yazar (Bakırköy Kozlu Mezarlığı)
Ara Güler (17 Ekim 2018), Fotoğraf Sanatçısı, Oyuncu (Şişli Ermeni Mezarlığı)
Kemal Öner (29 Ekim 2018), Yapımcı, Belgesel Yönetmeni (Eskişehir)
Aziz Azmet (02 Kasım 2018), Müzisyen, Oyuncu (Üsküdar Şakirin Camii)
Yılmaz Tatlıses (02 Kasım 2018), Müzisyen, Oyuncu
Alev Gürzap (08 Kasım 2018), Oyuncu (Bodrum Torba)
Remo Değerli (15 Kasım 2018), Oyuncu
Mahur Özmen (19 Kasım 2018), Yapımcı, Senarist, Yönetmen (Ankara)
Cengiz Baykal (20 Kasım 2018), Oyuncu (İstanbul Bahçelievler Çobançeşme)
Hasan Gürbüz (22 Kasım 2018), Stüdyo Çalışanı
Uğur Kıvılcım (27 Kasım 2018), Oyuncu (İstanbul Çekmeköy)
Refik Durbaş (30 Kasım 2018), Şair, Oyuncu (Ümraniye Hekimbaşı Mezarlığı)
Sevil Candan (05 Aralık 2018), Oyuncu (Antalya)
Ferit Turgut (07 Aralık 2018), Yapımcı (Karacaahmet Mezarlığı)
Tayfun Akalın (10 Aralık 2018), Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Cengiz Bektaş (21 Aralık 2018), Belgesel Yönetmeni
Erdal Sümer (25 Aralık 2018), Set Amiri, Figüran
Mesut Taner (27 Aralık 2018), Yönetmen Yardımcısı, Yönetmen, Senarist, Oyuncu
Gülriz Sururi (31 Aralık 2018), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Mevlüt Ekinci (31 Aralık 2018), Sinema Emekçileri Sendikası (SİNE-SEN) Kurucu Genel Başkanı, Set Çalışanı (Aksaray Ortaköy Çatin Köyü)

2018’den Benim Seçtiklerim

Son dönemin en bereketli yıllarından birini geride bırakıyoruz. 2018 yılı içinde gönlüme düşen filmlerin sayısı geçen yıllara oranla hayli fazlaydı. Geç izlediğim birkaç tanesi dışında bunların tümü detaylı olarak yer aldı haftalık yazılarımda. 2019 yılında enfes filmlerle yolculuğumuza devam etmek üzere, tüm sinemaseverlere huzurlu bir yeni yıl diliyorum. 2018 yılı için 10 film ile sınırladığım en iyiler listem ise şöyle:

1- SOĞUK SAVAŞ / Zimna Wojna

Polonyalı sinemacı Pawel Pawlikowski’nin son filmi, tutkulu bir aşkın izinde yürek paralayan bir memleket hikâyesi üzerine. 15 çileli yıl yaman bir kurgu maharetiyle akıyor perdeden. Mükemmel oyuncuları, etkileyici ses bandı, doyumsuz siyah beyaz görüntüleri hep birlikte yönetmenin dünyasını oluşturmasına hizmet ediyor.

2- ROMA

Tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile artık geride kalmış bir çağın tasviri. İzleyiciyi çocukluğunun geçtiği yetmişli yılların başlarına taşıyan Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron dönemi usta bir dinginlikle yeniden yaratırken, kendisini yetiştiren kadınlara bir sevgi ve şükran mektubu gönderiyor.

3- ŞÜPHE / Beoning – Burning

Haruki Murakami’nin ‘Barn Burning’ isimli hikâyesinden sinemaya uyarlanmış yılın en iyi filmlerinden biri. Koreli sinemacı Lee Chang-Dong’un mahareti, kısacık metne yeni karakterler ve öykücükleri kaynaştırarak çağdaş Kore toplumunun yaman bir portresini çizmesinde. 11 Ocak’ta vizyona girdiğinde üzerine uzun uzun konuşacağız.

4- YAZ / Leto

Halen ülkesinde ev hapsinde tutulan Rus yönetmen Kirill Serebrennikov’un, 80’li yılların başlarında Leningrad’ın yer altı rock alemine, çökmekte olan Sovyet yönetiminin baskılarına karşın kendilerini müzikle ifade etmek isteyen gençlerin dünyasına taşıyan eseri, siyah beyaz bir özgürlük çığlığı, hüzünlü bir isyanın filmi.

5- KÜL EN SAF BEYAZDIR / Jiang hu er nv

Usta sinemacı Jia Zhang-Ke’nin Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filmi, 21. yüzyıl başından günümüze Çin toplumunun kapitalist dönüşüm sürecini buruk bir sevda öyküsü kanalıyla aktarıyor. Toplumun kıyısında yaşayan bir çiftin kayıp gençlik hayalleri üzerinden ilerleyen bu güzelim film muhtemelen sinemalara gelmeyecek.

6- HİÇBİR ZAMAN BURADA DEĞİLDİN / You Were Never Really Here

İngiliz sinemacı Lynne Ramsay, baştan itibaren saf bir sinemanın peşinde. Ana metnin kara film özellikleri ile hem tür izleyicisinin beklentilerini karşılıyor, hem de benzersiz bir karakter çalışmasına imza atıyor. Sürprizlerle, yanılsamalarla anlatıyor öyküsünü. Yaratıcı kurgusu ve kusursuz yönetmenliğiyle sinema tarihine geçmeye hak kazanıyor.

7- ARAKÇILAR / Manbiki Kazoku

Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda’nın Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü son çalışması, ustanın sevilen tarzını yansıtan dokunaklı bir aile öyküsü. Farklı aile yapısıyla benzerlerinden ayrışan, ‘aile nedir?’ sorusunu toplumsal bir açıdan irdelemesiyle öne çıkan yapım, efsanevi Ozu’yu anımsatan bölümleri ve özellikle plaj sekansıyla büyülüyor.

8- WESTERN

Kadın yönetmen Valeska Grisebach’ın erkekler dünyasına şaşırtıcı bakışıyla sivrilen son dönemin en ilgiye değer yapımlarından biri. Alman sinemacı gösterişsiz, hayranlık uyandıran sade üslubuyla sömürgeciliğin kökleri, Avrupalı olmak, kırılgan erkeklik değerleri üzerine yaman bir sorgulamaya giriştiği filminde amatör oyuncular kullanmış.

9- MİRASÇILAR / Las Herederas

Latin Amerika’da geleneksel geniş bir ailede kadınlar arasında büyüdüğünü söyleyen Marcelo Martinessi’nin bu çok başarılı ilk uzun metrajı tümüyle kadınlar arasında geçiyor. Metaforik bir dille dört başı mamur bir otoriter toplum portresi çizmeye soyunan Paraguaylı sinemacı, baskı ve sınıflar meselesini benzersiz bir aşk ve arzu hikayesi eşliğinde irdeliyor.

10- TARİHE BARBARLAR OLARAK GEÇMEK UMURUMDA DEĞİL / İmi este indifferent daca in istorie vom intra ca barbari

Radu Jude, ülkesinin Nazilerle işbirliği yaptığı yıllarda gerçekleşen 1941 Odessa Yahudi katliamını yeniden canlandırmayla halka açık bir gösteri olarak tasarlayan tiyatro yönetmeninin hikayesini anlatırken, Romanya’nın yakın tarih soykırım utancıyla yüzleşmesini amaçlıyor. Karlovy Vary büyük ödüllü film, yılın benzersiz yapımlarından biri.

(29 Aralık 2018)

Ferhan Baran

ferha@ferhanbaran.com