Kategori arşivi: Yazılar

Roma Tatili

Neredeyse dört aydır evden dışarı çıkmadığım için, geçen gün farkettim, ben yerimde oturuyorum ama beynim benim yerime gezip dolaşıyor. Aklına estikçe geçmişe geleceğe gidip geliyor. Gittiğim yerlerde, gidemediğim yerlerde, fırsat olsa da yeniden gitsem dediğim yerlerde fır dolanıyor. Bir gün 19. yüzyılda geziyor, bir gün 15. yüzyılda, bir gün orada, bir gün burada.

Kimi zaman bir mavi yolculuk öğleden sonrasında püfür püfür esen rüzgârı yüzümde hissederken, güvertede uzanmış heyecanlı bir roman okurken buluyorum kendimi. Üç dört gün önce de David Lean’in 4 saate yakın süren Arabistanlı Lawrence filmini bir kez daha izlerken, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Filistin çöllerinde buldum kendimi. 1917 yılında 17 yaşında mezun edilen ve cepheye gider gitmez yaralanıp İngilizlere esir düşen dedemin izini sürdüm.

Sonra rotamız Roma’ya döndü. İtalya’da hayatın yavaş yavaş normale döneceğinin açıklandığı günlerde, halka açılacak ilk yerlerden birinin kitapçı dükkânı olacağını öğrenince, bir heyecan aldı beni. Roma’da buldum kendimi.

İtalya merak ve tutkusu bende dokuz, on yaşlarındayken Audrey Hepburn ve Gregory Peck’li Roma Tatili” filmini gördüğüm zaman başladı. Bunu çok iyi biliyorum.

Sonradan uzun bir yoldan da olsa, mesleğim olacak gazetecilik kıvılcımı da ilk o filmle çaktı sanırım.

“Come prima”, “Luna Rossa” “Dio come ti amo” gibi duygusal şarkılar da, güzel bir ekmek kadayıfı dilimi üzerindeki kaymak gibi, sonunda beni İtalyanca öğrenmeye kadar götürdü.

Audrey Hepburn büyüleyici bir kadın. Buna kimsenin bir itirazı olacağını sanmam. Gregory Peck, benim küçük kız çocuğu kafamla bile, Roma’da görevli Amerikalı dış muhabir rolünde karizmasının zirvesindeydi. Her ne kadar karizma sözcüğünü o sırada bilmiyor olsam da.

22 yaşındaki Audrey Hepburn’u bize armağan eden, ünlü Fransız yazar Colette*. 50’li yılların başı. Colette o sırada 70’li yaşların sonuna geliyor. Monaco sahilinde tekerlekli sandalyesinde gezdirilirken, siyah tek parça mayosunun içinde ceylan gözlü, bu incecik, hatta sıska, kırılgan genç kadını görünce “İşte benim Gigi’m” diye çığlığı basıyor.

Broadway’de sergilenecek oyun için Audrey’i Amerika’ya götürüyorlar. Provalar başlıyor ama Audrey bir felâket. Sahnede sesi duyulmuyor. Dansçılığı var ama hiç sahnede oynamamış.

24 Kasım 1951 gecesi perde açılıyor ve bir mucize gerçekleşiyor. Audrey Hepburn izleyiciyi büyülüyor. Bir hafta içinde Hepburn’un adı büyük harflerle oyunun adından önce yazılıyor giriş kapısının üstündeki neon ışıklı kocaman tabelaya.

Audrey’in annesi Hollanda asıllı bir barones, babası İngiliz ve Avusturya kökenli zengin bir bankacı. Londra’da yaşıyorlar. Annesiyle babası hiç geçinemiyor, boşanıyorlar. Baba onları terk ediyor. Audrey terk edilme travmasını hayatı boyunca atlatamadığını söylüyor.

Çocuklukta yaşanan anne ya da baba travmalarının, daha sonra hangi zirveye çıkılırsa çıkılsın, hangi zenginlikler kazanılırsa kazanılsın, kolay kolay atlatılamaması, Cary Grant, Tony Curtis, Marilyn Monroe örneğinde olduğu gibi dünyaca ünlü birçok ismin de ömür boyu ayağında can yakıcı, ağır prangalar oluşturuyor.

1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başlayınca, annesi Audrey’i alıp, daha rahat olabilecekleri umuduyla Londra’dan Hollanda’ya taşınıyor. Ama Nazi ordusu Hollanda’yı işgal edince çok zor bir beş yıl geçiriyorlar. Aile tüm servetini yitiriyor, açlık çekiyorlar. Hastalanıyorlar.

Audrey 15 yaşındayken mesaj taşıyarak ve bale yapıp para toplayarak Hollanda direniş hareketine destek oluyor. Savaş bittikten sonra tekrar Londra’ya dönüyorlar. Audrey hayatını kazanmak için dansa ve modelliğe başlıyor.

1989 yılında UNICEF İyi Niyet Elçisi atanınca, savaş sonrasında kendisini besleyen ve tedavi eden örgüte bir nevi gönül borcunu ödüyor. Dünya çocuklarının meleği oluyor.

Colette, “İşte benim Gigi’m” diye 1951 yılında onu ışıkların önüne çıkarana kadar, Audrey İngiltere’de birkaç filmde oynasa da bir varlık gösterememiş.

“Gigi” müzikali sürerken, William Wyler’ın çekeceği “Roma Tatili” filminde asi “Prenses Ann” rolü için düşünülen Elizabeth Taylor ve Jean Simmons müsait olmadığı için, Audrey Hepburn’la deneme çekimi yapılıyor. Yönetmen Wyler doğallığından etkilenerek tecrübesizliğine rağmen rolü ona veriyor.

Audrey ilk önemli Hollywood filminden dünya çapında bir yıldız olarak çıkıyor. 1953 yılında en iyi kadın oyuncu dalında Oscar, Altın Küre ve Bafta ödüllerinin üçünü birden alarak görülmemiş bir başarıya imza atıyor. Bir anda dünyanın en tanınmış, en sevilen yıldızlarından biri oluyor. Adını herkese öğretiyor.

“Zamansız” bir film olarak nitelenen “Roma Tatili”nin bir özelliği de tamamen Roma’da dış mekânlarda ve Cinecitta’da çekilmiş olması. Film “1953 yılı Roması’nın aynası” olarak niteleniyor.

Hâttâ turistlere “Roma Tatili” filmi çekim yerlerini ziyaret için İspanyol Merdivenleri’nden başlamak üzere on onbeş duraklı çeşitli turlar sunuluyor. Tabii ki hepsi koronavirüs öncesi dönemde.

Ben böyle bir tura katılmadım, ama Roma’ya ikinci gidişimde filmden aklımda kalan bir lokantanın peşine düştüm. Vespa motosikletle Roma’yı turladıkları gün, Audrey Hepburn yani kaçak “Prenses Ann” ile Gregory Peck yani gazeteci “Joe Bradley”in gittiği, gazetecilerle politikacıların iç içe olduğu, her kafadan bir sesin çıktığı tıklım tıklım dolu lokantayı aramaya koyuldum. Benim aklımda kalan film karesi buydu.

Sora sora kendimi, Piazza del Parlamento’nun köşesinde, Vicolo Rosini 4 no’da, yerel lezzetler, geleneksel Roma yemekleri sunan “Trattoria Dal Cavalier Gino”nun (“Da Gino al Parlamento” da deniyor) kapısında buldum.

Heyecanım, hevesim kursağımda kaldı çünkü kapı duvar, lokanta kapalıydı. Kapıda kalakaldım.

Ertesi gün tam öğle vakti yine lokantanın önündeydim. Açık kapıdan görüyorum, içerisi tıklım tıklım. Beline bağlı bembeyaz önlüğü, otuz yaşların ortasında uzun boylu bir görevli kapının önünde belirdi.

“Doluyuz. Rezervasyonunuz yok. Rezervasyon yaptırıp yarın gelin,” dedi.

“Olmaz,” dedim. “Ben yarın memleketime dönüyorum. Dün de geldim kapalıydınız. Roma Tatili filminden hatırladığım bu lokantayı bulmak için çok uğraştım ben.”

Herhalde benim gibi gelip filmdeki lokantayı arayıp soran başkaları da vardı ki görevli hiç şaşırmış görünmedi.

“Bu o lokanta değil. O zaten sette çekilmiş,*” dedi. Sonra “Bekleyin burada bir dakika,” deyip içeri girdi.

İki üç dakika sonra geri geldi. Kapının hemen girişinde, sol taraftaki camekânın önüne konmuş tek kişilik masayı gösterek, “Bu hanım sizin masasına oturmanıza izin verdi. Geçin içeri. O da turist zaten,” dedi.

70 yaşlarındaki hanımefendiye teşekkür edip, çantam kucağımda, küçücük masanın karşı köşesine yerleştim. Artık ne kadar yerleşebildiysem. Derin bir nefes aldım. Çok konforlu bir durumda olmasam da arzu ettiğim şeyi gerçekleştirebildiğim için mutluydum.

Lokanta uğultulu havası, hararetli hararetli sohbet eden müşterileri, talepleri karşılamak için müşterilerin arasında ellerinde tabaklarla gidip gelen garsonlarıyla tam aklımda kalan film karesindeki gibiydi. Uzaktan kapının dibinden görebildiğim tavan süsleri ve iç dekor da şahaneydi.

Bu koronavirüs yüzünden bir süre daha evde fazla zaman geçireceğiz, seyahatlere de pek gidemeyeceğiz gibi görünüyor. Böyle bir hafta sonunda, hâlâ sinemanın en başarılı romantik komedilerinden biri kabûl edilen “Roma Tatili”ni izlemek keyifli bir seçenek olabilir.

Olay, dilimlenmiş bir elma ya da portakal tabağıyla veya bir iki bardak demli çayla daha da zenginleştirilebilir. Unutmayın, artık tarih olan 1953 Roması’nı izlemek de işin cabası.

* Not: Peşine düştüğüm lokanta sahnesi, “Roma Tatili Yürüme Turu” programına göre, sanırım Pantheon’un yan tarafında, Via della Rotonda’nın köşesinde, varlığını artık şık bir giyim mağazası olarak sürdüren eski G. Rocca Cafe’de çekilmiş.

Kaynakça:

(15 Temmuz 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu

Roma

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bir haberde hem doğru, hem yanlış bilgi verebilir misiniz? sadibey.com olarak son zamanlarda böyle haberler yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz Ancak bu bizim kabiliyetimizden kaynaklanmıyor. Gönderilen bültenleri orijinal haliyle kamuoyuna sunma prensibini uygulayan web sitemiz bu sorunu, şu sıra sürmekte olan bir film festivaliyle ilgili haberlerde mecburen yaşıyor. Her bültenin başına “Bu yıl ilk kez düzenlenen” ifadesini koyan festivale “geçen yıl aynı isimle İstanbul ve Ankara’da bir etkinlik düzenlendiğini, yaptıkları festivalin ilk olmadığını bildirdiğimiz halde gelen bültenlerde belirttiğimiz ifade aynen duruyor. Dolayısıyla yaptığımız haberlerde “ilk kez” ifadesini kullanmayarak doğru, bültenin orijinalini yayınlamakla yanlış bilgi vermiş oluyoruz. Bu dikkatsizliğin, festivalin arkasında duran kurumların büyüklüğü ile tezat teşkil ettiğini kamuoyunun bilgisine arz ederiz. (17 Haziran 2020)

Sinema filmlerinin TV yayınlarında bazı sahnelerin kesilmesi veya flulaştırılması olarak uygulanan ve keyfi sansür diye ifadelendirdiğimiz işlem, genellikle güzide TV kanalımız TRT.de türkü ve şarkılarda sözlerin değiştirilmesi şeklinde tezahür ediyor. Misalen az önce TRT Müzik’te Bekir Ünlüataer adlı sanatçımız bendenizin 40 yıldır severek dinlediği “Fikrimin İnce Gülü” şarkısının “Ateşli dudakların….” diye bildiğim kısmını “Aaateşli baaakışların…” şeklinde söyledi. Bu durum gelecekte ünlü sinema yazarı Sadi Çilingir’in adına da uygulanırsa 2050 – 60 – 70 yıllarında bendeniz muhtemelen Bedi Dillinger (Bedi, ünlü yazar Bedii Faik’ten, Dillinger de birçok filme konu olan ünlü gangster John Dillinger’den alınmış) olarak anılacağım. Hani o zamanlar geldiğinde sinemayla ilgili bir programda böyle bir isimle karşılaşırsanız biliniz ki o benim işte. (15 Haziran 2020)

Orhan abimiz şarkısında “meyler aşk şarabıdır” demekle Osmanlıca ile Türkçe’yi hemhal ediyor, derin ve gizemli bir mânâlandırma yapıyor; “gökyüzündeki bulutlar semayı kaplamış” gibi bir şey yani. (17 Haziran 2020)

Eski zamanlara fazla takmayın, bugünler de eski zamanlar olacak, onlar da bugünler olarak yaşandı ve geçip gittiler. Bugünü yaşamaya bak, hepimiz yolcuyuz. (20 Haziran 2020)

Deniz Yavuz’un sosyal medya ortamına koyduğu “Film Sinemalarda İzlenir” görselinin altına koyduğum yorum: Diğer ortamlarda seyredilenler film değil “filmgibi” aslında, seyredenler film sanıyor. Sinemada ilk gösterime girdiğinde seyredilen hareketli görüntülere “film” denir kanaatimce. Diğerlerinin film vasfında eksilme olur. Misalen DVD.deki % 90 film, paralı TV.deki % 80 film, parasız TV.deki % 70 film… gibi. Belki halt etmişim ben ama kanaatimce öyle. “Irisman”ı Netfilix’te izleyeyim dedim, 10 dakika sonra sütçü geldi, filmden koptum, giremedim tekrar, hâlâ öyle duruyor. “Roma”yı sinemada 2 kez izledim, denk getirirsem yine izlerim. (26 Haziran 2020)

Yol’un varlık sebebi bir yere ulaşmak olduğuna göre doğru yol, yanlış yol veya çıkmaz yol gibi ifadeler mânâsız, çıkmaz yol dahi bir yere götürüyor, varamadığınızda geriye döndürüyor sizi ve yeni yollara yöneliyorsunuz. (26 Haziran 2020)

Dilimizde yaygınlaşmaya başlayan bulaş ve kısıt ifadelerinin verdiği ilhamla bir pazardan dönüş anlatımı: “Ev mey seb kalmam, paza git, domat, patat, soğa, mıs, sem otu, ıspan, fasul, hav, hıy, el, arm, karp, kav, şefta, er, kir, kayı aldım, geldim. Akşa çor, köf, pil yapacağ, yiyeceğ, çok şük.” (26 Haziran 2020)

Az önce haberlerde izledim. Antalya Yat Limanı’nda Yat Çetesi türemiş, polis baskın yapmış. Rastlaştıklarında polis çete elemanlarını ikaz ediyor: “Yat yere, yat…” Esprili bir milletiz vesselam. Eskilerde Aziz Nesin’e bol malzeme veren hayatımız bugünlerde Cem Yılmaz’a da bol miktarda veriyor. (29 Haziran 2020)

Filmlerde martıları hep gökyüzünde süzülerek vapurlara eşlik eden romantik kuşlar olarak görürüz; kargaları ise üstad Hitchcock’un “Kuşlar”ı ile hafızalarımıza kötü ve saldırgan olarak yerleştirmişizdir. Oysa bakınız gerçek hayatta neler oluyor. Kargalar, martıların kavgasını ayırmaya çalışıyor. Ateistler veya gayriateistler hadi bunu da açıklayın bakalım. (Bundan sonra vapur seyahatlerimde kargalara da simit atacağım.) (01 Temmuz 2020)

“İnsandır beşer, kuldur şaşar” sözünü restore edeyim dedim, “İnsandır beşer, kuldur İlhan Şeşen” oldu. Severim 65+’daşımı. (01 Temmuz 2020)

Kurban bayramı yaklaşırken ortama yansıyan bir habere göre, vatandaşın biri kurbanlık koçla kafa tokuşturmuş ve yaralanmış, inşallah iz kalmamıştır. Bu haberin verdiği hatırlatmayla, kafasından birkaç saç teli eksik olan Ahmedim ve şürekasına sorayım: “Darısı başınıza” sözüne muhatap olduğunuzda herhangi bir üstünüze alınma hissediyor musunuz? (01 Temmuz 2020)

“Dök zülfünü meydane gel / Sür atını ferzana gel” şarkısındaki Ferzan, yönetmen Ferzan Özpetek midir? (Cahillik ne kadar kötü bir şey. Şarkının bestelendiği tarihte Özpetek’in dedesi bile daha doğmamıştı. Aşık Hıfzî’nin güftesinden Tanburi Mustafa Çavuş’un 1700’lü yıllarda bestelediği bu şarkıyı en güzel terennüm eden sanatçılardan biri de Münir Nurettin Selçuk’tur.) (02 Temmuz 2020)

Herkes, her gün birilerini anıyor, bir şeylerin …nci, …ncı, …üncü, …uncu yıldönümünü, sene-i devriyesini kutluyor. Ben de 112. doğum yıldönümünde Edirneli peynir ustası Üsmen ağayı anayım dedim. Kendisi, en sevdiği arkadaşı Çorumlu leblebi ustası Asan ustayla birlikte Ayrabolu’da otururdu. Rahmetli tahin elvasını çok sever, yemeden iç gün geçirmezdi. Sinemada Üseyin Peyda’ya ayrandı, şiir dersen “Asretinden prangalar eskittim…”, şarkı dersen Amiyet Yüceses’ten “Er mevsim içimden gelir geçersin…” Öyleydi rahmetli. (05 Temmuz 2020)

(09 Temmuz 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Yokluğu Her Türlü Varlıktan Daha Gerçek: Bir Nefes Gibi

Filmlerin sonunun anlatılmasını istemez insanlar, çünkü o heyecanı, o gizemi, o bulma/bilme mutluluğunu kendilerinin yaşamasını isterler. Ben öyle değilim, bilsem de sonunu aynı keyfi alırım izlediğim filmden de, romandan da… Ama belki ilk kez Ferzan Özpetek’in yeni romanı “Bir Nefes Gibi”de yeniliği (!) keşfetmenin heyecanı sardı beni. Önceden bilseydim, onca heyecan verici, onca merak uyandırıcı olur muydu… soru işareti!

İki ayrı insan, iki ayrı kent…

Birbirlerini yıllardır görmeyen, birbirlerinden haber alamayan iki kardeşin iki ayrı öyküsü anlatılan, yan öykücüklerle desteklenmiş. Biri Roma’da diğeri İstanbul’da… İçten içe kardeş sevgisi varsa da asıl anlatılan hayatı bölüşmüş olmak, birbirlerinin duygularını hissetmek. İşte burada Ferzan Özpetek’in görsel anlatımı giriyor devreye, o duygularda nefret mi var, acıma mı? Yoksa sevgi mi yaşıyor hâlâ? Sayfa sayfa örüyor Özpetek bu umudu, heyecanlı gizemi…

Sinemacılığın en önemli yanlarından biri de izleyicinin (burada okurun) beklentisini fark etmek, tempoyu ona göre yükseltip alçaltmayı bilmektir. Bunu gerçekten başarıyor Ferzan Özpetek, filmlerinde olduğu gibi romanlarında da yaşatıyor okura bu heyecanı.

Ayrıntıların yaşattığı heyecan…

Kent(ler)in sokaklarını, yaşayanlarını değil ama romanın (belki de filmin) kahramanlarının evlerinin içini, odaların ışıklı olmasını, giysilerinin rengini, biçimini ayrıntıyla anlatırken hem bir dönemin hem de içinde bulundukları duygunun yansımasını takip ediyoruz.

İstanbul’u anlatırken… İstanbul her ne kadar medeniyetler beşiği, kültürler mozaiği olsa da ırkçılıkla da iç içe bir kent. Yaşanmış acıları gözden ırak tutmak pek mümkün değil. Geçmişin izlerinin bu denli yakıcı olmasını sadece duyguyla vermesi bir diğer başarısı yazarın.

Haklısınız, merak ediyorsunuz… Ben de merak, heyecan ve ne olacağı kaygısıyla okudum… Ummadığınız yerde ummadığınız biri çıkıyor karşınıza ve sizi yeni bir köşe taşıyla buluşturuyor hem de sürprizlerle dolu.

Yalnızlık ayakta tutar (mı?)…

Ferzan Özpetek, Doğu egzotizmini seven ve dozunda kullanan bir sanatçı. Filmini de çektiği “hamam” bu romanda da karşımıza çıkıyor. Bu kez yıllar önce yaşanan aşkın, aldat(ıl)manın, tutunamamanın arınmasını sağlamak için ve daha birçok şeye gebe olarak…

Dolmabahçe Sarayı’nda yaşanan o anlık arzu… İhanet nedir ve ihanetten korkmamak insanı nerelere savurur sorusunu sorduruyor. İster istemez merak ediyor, sayfaları müthiş bir hızla bir solukta okumak istiyorsunuz.

İnsan betimlemeleri, ister istemez kendi çevrenizde hâttâ kendi yaşadıklarınızla bir bağ kurduruyor ve acaba sorusu bir kasap çengeli misali büyüyor gözlerinizin önünde. Sahi, ne olacak bundan sonra? Öfke aşkı öldürür mü? Şiddet de yaşanmış olsa aşk söner mi bir çırpıda? Kim suçlu bu arada? Sahi, birbirinden asla ayrılmayacaklarına söz veren ve bunu uzun süre sürdürmeyi başaran iki kardeşin ayrılıklarına neden olan “şey” sadece aldatma olabilir mi? Dayatılan kimliksizliğin bunda hiç mi suçu yok? Alınan katı ve sevgiden yoksun eğitim aşkta insanı savunmasız bırakır mı? Peki, eğitim kurtulması güç zırhlar mı yaratır insanda, söz konusu aşksa? Kimdir daha suçlu olan metresiyle karısını aynı çatı altında idare eden erkek mi, yoksa birbirlerini kandıran iki kadın (kardeş) mi? Hayat siyahla beyaz gibi iki kutuplu değil ki, kim hangi kanatta belirli mi? Aşk, gerçekten aşk mı?

Bir gecede, elimden bırakamadım bitirmeden dediğiniz romanlardan biri olacak “Bir Nefes Gibi” adı üstünde.

Bir Nefes Gibi
Ferzan Özpetek
Roman
Can yayınları
Haziran 2020, 160 s.

(07 Temmuz 2020)

Korkut Akın

[email protected]

Bu yazının aslı Cumhuriyet Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.

Maestro Yüz Yaşında

Önsöz

Aslında “Maestro Yüz Yaşında” yazısını 2020 Ocak ayının son haftasına doğru yazmaya başladım ben. Eşsiz yönetmen – şahane insan Federico Fellini’nin 100. doğum yılının kutlanmaya başlandığı günlerde. O günlerde koronavirüs, bu tür salgınların göreceli olarak daha sık ortaya çıktığını duymaya alışık olduğumuz Çin’de görülmeye başlayan bir musibetti.

Elbette Çinli dünyadaşlarımız için kaygılandık, üzüldük. Ama ne de olsa Çin uzakta, dünyanın öbür ucunda bir ülkeydi.

Ancak koronavirüs, nereye çarpıp, nereyi devireceği, nereyi yıkıp, nereyi yok edeceği belli olmayan bir serseri rüzgâr gibi, içinde bulunduğumuz bu küreseleşme çağı ve düzeninde dünyada artık hiçbir yerin uzak değil, tam tersine burnumuzun dibi olduğunu bize çok sert ve net bir biçimde kanıtladı.

“Pandemi” diye, kimimizin ilk kez duyduğu bir tıbbi terim, gelip hayatımızın tam merkezine yerleşti. Ondan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Uzun süre de böyle kalacak gibi duruyor.

Ben de Korona’nın yarattığı şaşkınlık, korku, panik, hayatımızın yeni düzenine ayak uydurma telâşı içinde, böyle bir yazı yazmış olduğumu unuttum. Ancak günler sonra hatırladım.

Yakından tanıyanlar tarafından “Sinema yapmadığı, hayatı sinema gibi yaşadığı” vurgulanan Fellini ustanın, özellikle içinden geçmekte olduğumuz şu zor günlerde bize hayata dair anımsatacağı, söyleyeceği o kadar çok şey var ki.

Tüm dünya fertleri olarak daha gelişmiş bir şuur düzeyiyle koronavirüssüz günlere erişmemiz dileğiyle, merhaba…

“Maestro” yüz yaşında

İtalyan televizyonları Ocak ayının sonuna doğru Fellini’yle ilgili yayınlara başladı. Çünkü ustanın 100. doğum yılı 2020. Maestro yıl boyu çeşitli etkinliklerle anılıyor.

8 Mayıs Cuma gecesi de, Rai 1 televizyonunda Carlo Conti’nin sunduğu, telekonferans yoluyla düzenlenenen, İtalyanların en önemli sinema olaylarından biri olan, 65. David Di Donatello ödül töreninde, Fellini’nin beş parasız gençlik günlerinden beri kadim dostu olan, kendi de 2003 yılında vefat eden İtalyan sinemasının efsane ismi Alberto Sordi’nin dile getirdiği bir anı demetiyle andılar Fellini ustayı, alışık olunduğu gibi filmlerinden parçalar yayınlamak yerine. Çok da iyi yaptılar.

“Cebinde beş kuruşu olmayan iki yoksulduk. Yiyecek alacak paramız yoktu. Birşeyler yemek için gittiğimiz Via Frattina’daki mandıranın ahçısının kalbini çaldık, ısmarladığımız bir tabak spagettinin altına iki biftek, iki yumurta koyar öyle verirdi bize. Geceleri uzun yürüyüşler yapar, hayallerimizden, umutlarımızdan emellerimizden söz ederdik. Ben büyük bir aktör olma projesi kurardım, Fellini de beni destekler, ‘Emin ol, Albé, bir gün büyük bir yönetmen olacağım, belki dünyanın en büyük yönetmeni,’ derdi. Bu arada Fellini gün be gün eriyordu. Ayakta duramayacak haldeydi. Kabarık saçlarıyla, sırf kafa kalmıştı. Ben de fakirdim, onu eğlendirebilirdim, gülüp şakalaşabilirdik ama onu besleyecek durumda değildim. Allahtan bir gün koruyucu meleği çıkageldi. Radyoda çalışan bir genç kızla tanıştı, adı Giulietta (Masina) idi. Fellini ona bir skeç yazdı. Sözlendiler. Ondan sonra işler açıldı. Radyoya skeçler yazmaya başladı. Giulietta iyi ahçıydı. Lazanyalar, ravioliler, tortelliniler pişirir, onu beslerdi. Fellini kilo aldı kendine geldi, yürümeye, çalışmaya başladı.”

73 yaşında da kaybetmişiz Fellini ustayı, 1993’de. Luchino Visconti’nin 70 yaşında aramızdan ayrıldığını farkettiğim zaman hayıflanmış, “Yaşasa kim bilir daha ne filmler yapardı” diye iç geçirmiştim. Fellini de 70’leri geçip 80’e ulaşmayı başaramamış. 73’de kalmış. Ne diyeyim. Ama yaptığı filmler yüz yıllara değer. Sinema aşıklarını daha yıllarca peşinden sürükler o.

“Maestro” 20 Ocak 1920 doğumlu. Yani Oğlak Burcu’nun son gününde doğmuş. Saat kaç bilmiyoruz. 21 Ocak’ta da Kova Burcu başlıyor.

Toprak grubundan, zodyağın en kararlı, en hırslı, en planlı programlı, ayağını yere en sağlam basan Oğlak Burcu’yla; hava grubundan, aklı en havada dolaşan, ayağındaki çorabın ha biri mavi, ha biri kırmızı olmuş umurunda olmayan, dahiler burcu diye bilinen Kova Burcu’nun sınırında dünyaya gelmiş, hayalleri rüyaları filme dönüştürmenin, büyülü sinemanın ustası Fellini. Yani Fellini horoskopunun mirasını hiç inkâr etmiyor.

Aile mirasını da öyle. Çünkü aynı zamanda “ayağını toprağa sağlam basan bir sinemacı” olarak da tanımlanıyor o. Baba küçük mülk sahibi köylü bir aileden geliyor. İşi satıcılık. Bu arada anneyi de unutmayalım, o da Romalı tüccar, katolik burjuva bir aileden.

Fellini’nin doğup büyüdüğü Rimini’de geçen çocukluk anılarına da yer verdiği “Amarcord” (1973) filminden etkilenmemiş bir sinemasever düşünemiyorum. Amarcord’u kaç kez seyrettim hatırlamıyorum ama film kare kare aklımda. Sisin içinden çıkıp, süzülerek denizde önümüzden geçip giden transatlantik. Kaçıp ağaca tırmanıp göğe doğru, “Voglio una donnaaa – Bir kadııın istiyorum” diye bağıran “hafif çılgın” amca. Kimi zaman gülmekten, kimi zaman duygulanıp hislenmekten gözlerimizi yaşlarla dolduran, sonra da bizi günlerce düşündüren ölümsüz Fellini karelerinden sadece bir ikisi.

“Ve Gemi Gidiyor”un (1983) güvertesinin keşmekeşi ve her biri ayrı tuhaflıkta unutulmaz yolcu portreleri. “Ruhların Jülyeti”nin (1965) egzantrik kadınları. Satirikon’da (1969) kolay kolay hiçbir filmde göremeyeceğimiz, aklımızdan çıkmayacak, kimi zaman grotesk Antik Roma panoraması.

Ve tabii “Tatlı Hayat.” Unutulmaz “La Dolce Vita”. Deprem yaratmış bir film. 1960 yılında gösterime girdiği zaman İtalya’da kıyametler koparmış. Vatikan ile İtalyan aristokrasisinin kılıç artıkları -öyle diyelim- ve çeşitli muhafazakâr kuruluşlar filme karşı haçlı seferleri düzenlemiş. Film İspanya’da 1975 yılında diktatör Franco ölene kadar yasaklanmış.

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan filmin ödülünü takdim eden Jüri Başkanı ünlü polisiye yazar ve Fellini’nin yakın dostu Georges Simenon bile festival izleyicisi tarafından ıslıklanmış, yuhalanmış. Düşünün artık. Daha ne olsun.

Ama halk, “afaroz edilsin, film yasaklansın” bağrış çağrışları arasında, “bu ahlâksız filmi” yasaklanmadan görebilmek için sinemalara koşmuş, gişelerin önünde kuyruklar oluşturmuş.

“Merak kediyi öldürür,” ünlü bir atasözüdür, bilirsiniz. Fellini usta da “sansür devletin parasız promosyonudur,” dermiş. Maestro’ya hak vermemek mümkün mü?

Tarihine baktım, “La Dolce Vita” Türkiye’de 1966 yılında gösterime girmiş. Ben “Tatlı Hayat”ı izlediğimde lise öğrencisiydim. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama İzmir Karşıyaka’da yazlık açık hava sineması İpek’te izledim diye hatırlıyorum.

Ama yönetmen Antonioni’nin Marcello Mastroianni, Jeanne Moreau ve Monica Vitti’li “Gece” filmini İpek’te gördüğüme kesin eminim. Onunla mı karıştırıyorum diye düşünmüyor değilim.

Belki şimdi pek inandırıcı gelmeyecek ama 1960’larda biz “Gece”, “Rocco ve Kardeşleri” gibi “Yeni İtalyan Sineması”nın filmleriyle, “Serseri Aşıklar” gibi birçok fransız “yeni dalga” filmi, ki yeni dalga adını bile bilmezdik o zamanlar, işte tıklım tıklım dolan bu kocaman yazlık bahçe sinemasında izlemiştik. Hem de bayıla bayıla ve çok etkilenerek. Bu sinemalar da öyle böyle değil, 600 – 800 – 1000 kişilik büyük bahçelerdi.

Tatlı Hayat’ı da, biz İtalya’da kopan fırtınalardan, lanetlemelerden, hakaretlerden eser bile olmadan -iddiaya göre bir mali destekçisi özel bir gösterim sırasında Fellini’ye tükürmeye çalışmış meselâ- son derece sakin bir ortamda seyrettik.

Hatırladığım kadarıyla gazeteler esas olarak filmde yer alan Türk dansöz Ayşe Nana’yla ilgiliydi. Boy boy onun göbek dansı sahnesinin fotoğrafları basılıyor, haberleri yapılıyordu. O günlerde övünsek mi, yerinsek mi pek bilemediğimiz bir durumdu.

Fellini ustanın, gözlerimizin önüne serdiği, Roma’nın Via Veneto semtinde konumlanan yüksek sosyetenin ve ünlülerin, o günlerde görmeye pek aşina olmadığımız ışıltılı yaşamı ağzımızı açık bırakmış, derin göğüs dekolteli siyah tuvaletiyle, ünlü Trevi Çeşmesi’nin içinde sularla oynaşırken, cilveli cilveli, “Hadi Marcello gelsene buraya,” diye Marcello isimli, ünlülerin haberlerini yapan gazeteciyi canlandıran, başrol oyuncusu Marcello Mastroni’yi yanına çağıran Anita Ekberg aklımızı başımızdan almıştı.

Roma’ya ilk gittiğimde kendimi alamayıp Via Veneto Caddesi’ni aşağıdan yukarı boydan boya yürümüştüm. Filmdeki havayı solumak için. Ama 1990’ların sonuydu. Ve Via Veneto Caddesi ile Hollywood ünlülerinin mekanı Excelsior Oteli tüm haşmetiyle yerinde dursa da 1960’lardan beri köprülerin altından çok sular akmıştı.

Ama Via Veneto Caddesi’nde soluyamadığım o havayı hiç beklemediğim bir yerde ve zamanda soludum ve Fellini’yi yanımda hissettim.

2004 yılının Kasım ayında Ferzan Özpetek’in çektiği “Kutsal Yürek – Cuore Sacro” filminin çekimlerini izlemek ve haberini yapmak üzere Roma’ya gittim. Çekimlere gittiğim ilk gün set Kolezyum’a çok yakın bir sokakta kurulmuştu. Ardından Via Urbina’daki “S. Lorenzo in Fonte Kilisesi”nde çalışıldı.

Üçüncü gün akşamüstü setten ayrılırken, “Yarın buraya değil, Cinecitta’ya gel. Kapıya ismini bıraktım. Seni içeri alacaklar.” dedi Özpetek. Kulaklarıma inanamadım.

“Orada çalışacağız. Teatro 5’de,” dedi. “Yıllar önce bu stüdyo Fellini’ye ait gibiydi. Avrupa’nın en büyük stüdyosu. Hep burada çekim yapardı. Sonra Amerikalılar kullandı. Scorsese, Coppala meselâ hep burada çalıştı. Büyük televizyon programları çekildi. Sekiz yıl sonra ilk kez bir İtalyan filmi çekiliyor burada.”

Ertesi gün, uzaktan kenarda köşede, 50’ler 60’larda Cinecitta’da çekilmiş sayısız tarihi filmden kalma sütün, ön cephe gibi dış dekorların göründüğü ağaçlıklı yoldan, stüdyonun adresini sora sora ilerlerken, aklımda Teatro 5’in önünde başlayan, Fellini’nin “evim” dediği Cinecitta’ya bir saygı duruşu olarak nitelenen, 1987 yapımı “Intervista – Görüşme” filmi vardı.

Karanlık gecenin içinde araba farları görünür. Üç dört otomobil ve kamyonet ağaçlıklı yoldan ilerleyerek, koyu bir silüet halinde beliren büyük yapının önünde fren yaparlar. Arabalardan inenler karanlık içinde oradan oraya koşuşturmaya başlar. Sonra aniden ışıklar yanar ve yüksek bir platform üstünde, başında şapkası, boynunda ünlü atkısı ve elinde megafonuyla Fellini’yi görürüz. Bu arada ışık yerden yürüyerek, o sırada binanın yan tarafından tek sıra halinde sessizce köşeyi dönen, Fellini’yle görüşme ve çekim yapmaya gelmiş, onun çalışmasını izleyebilmek için de bir gün önceden gelmiş, Japon televizyon ekibini aydınlatır.

İşte “Teatro 5” ağaçlık yolun içinden benim de karşıma öyle birden bire çıktı. Ve çok büyüktü gerçekten.

Bu yazıyı yazmadan önce bazı okumalar yaparken, şunu gördüm. Maestro, “anılarının, rüyalarının, hayallerinin, fantezilerinin filmini yapıyor,” denmesini sevmez, sinirlenirmiş. “Onlar da var ama benim yaptığım başka bir şey,” dermiş.

Ben ustaya tamamen katılıyorum. Örneğin, bir ya da yarım kilo kıyma alın, bir kaba koyun. Yoğurmaya başlayın. İçine biraz tuz, biber, baharat, kuru ekmek içi, arzuya bağlı yumurta, maydanoz, soğan vb. ekleyin. Yoğurmaya devam edin. Kıvama geldiği zaman, küçük parçalar halinde koparıp avucunuzun içinde yuvarlayın. İster yassı, ister yuvarlak, ister parmak şekli verin. Pişirin.

Ortaya çıkan şey artık “kıyma” değildir. “Köfte”dir. Hem de fırın, sahan, sulu, kuru, salçalı, kaşarlı, ekşili, cızbız, İnegöl, İzmir, rosto köfte gibi yüzlerce çeşidi, türü olan “köfte”dir. Maestro haklı, onun yaptığı başka birşey. Yaratmak zaten böyle birşey bence.

“Belki sinemaya bir ilan-ı aşk; belki biraz fazla kişisel, belki narsislik, tekrarlıyorum, edepsiz ve sınırlamasız. Ama her durumda, benim yaptığım bu,” diye tanımlıyordu Fellini “yaptığı o şeyi,” kendi sözcükleriyle, 20 Ocak gecesi, yani 100. Doğum Günü’nde İtalyan Rai 1 kanalında yayınlanan “Speciale TG1” programında gösterilen Eugenio Capuccio’nun yönettiği, “Fellini Fine Mai” adlı 2019 yapımı belgeselde sunulan görüntülerinde.

“Güçlü sinema Fellini sineması; onu, hayat üzerine, muhteşem ve kesintisiz bir şiir olarak okuyun,” değerlendirmesini yapıyor yazar – yönetmen Capuccio. Capuccio 1985 yılında Fellini’nin Ginger ve Fred filminin yönetmen yardımcılığını da yapmış ve ustayı adım adım izlemiş.

Fellini’nin filmlerini oluşturma ve çekme öyküleri de filmlerini aratmayacak kadar ilginç. Marcello Mastroianni’yi konu alan, 2015 yapımı, Emmanuelle Nobécourt’un yapımcılığını yapıp yönettiği “Marcello Mastroianni – L’Italian Idéal” adlı izlediğim belgeselden bir anı aktarayım. 1980’de Kadınlar Kenti – La Citta Delle Donne” filmini çekecekler. Bu filmde de Mastroianni yine Fellini’nin vazgeçilmez başrol oyuncusu. Filmin hazırlıkları başlıyor. Ama ortada senaryo yok.

“Senaryo” diye soruyor Marcello. “Hazırlanıyor,” diyor Fellini. Günler geçiyor, gelen giden yok. Marcello tekrar soruyor. “Bakarız, merak etme sen.” minvalinde bir cevap geliyor Fellini’den. Çekimler başlayacak senaryo hâlâ ortada yok. Marcello endişeli.

“Al şunu oku, gerisine sonra bakarız.” diye yarısına kadar kargacık – burgacık yazılmış tek bir sayfa tutuşturuyor Fellini, Marcello’nun eline çekimden bir gün önce. <(Fotoğraf 8 1/2 filmindendir.)

Ertesi gün sahne, ışıklar hazır. Marcello geniş yatağa uzanıyor talimat üzerine ama hâlâ ne olacağından haberi yok. “Motor” diyor Fellini ve yarı çıplak iki kadın aniden yatağa, Marcello Mastroianni’nin üstüne atlıyor. Marcello’nun ödü patlıyor, şaşırıyor. İşte onu en doğal, en şaşkın, en dehşete düşmüş haliyle filme çekiyor büyük usta kahkahalar arasında.

“Dünyanın en iyi on filmi” arasında adı sayılan, Fellini’nin “en iyi filmim” dediği söylenen, 1963 yapımı “8 1/2”, ustanın “Tatlı Hayat” filminden sonra artık senaryo yazamamasının, film çekememesinin ve bunalıma girmesinin bir sonucu ve ürünü. Bunalımından bile muhteşem bir film yaratmayı başarmış, Maestro. Ne denir ki başka.

Maestro’yu yakından tanıyanlar, onun sinema yapmadığını, hayatı sinema olarak yaşadığını vurguluyorlar.

Fellini usta da bunu 1960 yılında yaptığı bir söyleşide, “Benim için, film çekmek, kendimi, hayatımı gerçekleştirmek, ona anlam yüklemek. Ben işe profesyonel olarak, bu iyiydi, öteki şöyleydi diye bakmıyorum. Onun için böyle bir soru soruldu mu, tıkanıyorum. Ne yanıt vereceğimi bilemiyorum. Filmlerim benim için hayatımın mevsimleri, dönemleri,” diyerek açıklıyor.

Yabancı Dilde Film dalında dört Oscar ödülü, bir Altın Palmiye, En İyi Film dalında dört Altın Küre, ve burada sayılamayacak kadar çok sayıda prestijli uluslararası ödüle, bir de 1993 yılında tüm filmleri için verilen Onur Oscar’ını ekleyelim. Ama kalbimizi çalan, aklımızı çelen o güzel filmler bunların hepsini ve daha fazlasını hak ediyor zaten.

1960 yılında Fellini’yi ve “olağanüstü orijinal ve görülmedik bir şey” diye tanımladığı, bugün artık sinemada çığır açan bir başyapıt kabul edilen, “Tatlı Hayat” filmini desteklediği ve Altın Palmiye ödülünü almasını sağladığı için bir sürü eleştiri alan, azar yiyen, hakarete uğrayan, ıslıklanan, yuhalanan Georges Simenon, şöyle tanımlıyor yakın dostunu:

“O komple bir sanatçı, çok duyarlı biri, çok ender rastlanan bir içtenliği var, kendine sadık ve asla taviz vermiyor.”

Ben de, hepimizi “hayallerimizin sınırlarını zorlamaya, genişletmeye” çağıran, kendi tabiriyle “sınırlamasız ve edepsiz” o güzel filmleri için Maestro’ya tüm kalbimle teşekkür ediyorum 100’üncü doğum yılında.

İyi ki yolu dünyamızdan geçmiş.

Kaynakça:

(05 Temmuz 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu

Buğday

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Twitter’da sinemaların Temmuz’da değil de Eylül’de açılması önerisini duyuran bir haberin altına yazdığım yorumdur: Umarım fanatik sinemaseverleri de dijital platformlara kaptırmayız, sinema salonundan soğutmayız. Bendeniz hâlâ dijital platformlarda sinema filmi izlemedim. Açılışlar Eylül’e sarkarsa dijitale müptela olmaktan korkarım. Olmazsa Temmuz’da Eczaneler gibi Nöbetçi Sinemalar açılsın. (27 Mayıs 2020)

İlham geldi, dünya pratik bilgiler külliyatına katkıda bulunayım: Özgür kumrular için balkonunuza bulgur serpiyorsanız temizliği yağmurdan sonra yapın. Yemek sonrası imal ettikleri mamulâtı ıslak bezle sildiğinizde hemen çıkıyor. Şirketlerin kulakları çınlar mı bilmiyorum ama bir ara adresim belli olsun diye fahri olarak 35 mm Filmcilik’in çatısı altında barınmaktaydım. Zaman zaman Pangaltı’daki evimden çantamı sırtıma vurup Cumhuriyet caddesinden Beyoğlu İstiklal Caddesinin paralelinde seyreden Erol Dernek Sokak’taki Erman Han’da bulunan şirkete yürüyerek gidiyordum. Bilirsiniz bazen kaldırımlarda çift gezen kumrulara rastlarsınız. Bu kuşlara özel hayranlık beslememin bir sebebi de bol miktarda yem satıcısı bulunan Taksim’de bekleyip tembellik etmemeleri ve rızıklarını caddelerde ve sokaklarda gezerek aramalarıdır. Bir ara bu kumrulara vermek için çantamda sürekli buğday bulundurur ve işe giderken rastladıkça kaldırım kenarındaki toprak sahalara serperdim. Bir ilkbaharın sonuna doğru, günün birinde ve tam Harbiye Radyoevi’nin önündeki yeşillikler içinde ciddi ciddi 20 – 25 santim kadar uzamış buğday kümesini görünce duyduğum sevinci hâlâ hatırlarım ve unutamam. İkinci seyre gittiğimde çimlerle birlikte ektiğim buğdayları da biçen Zeki Müren’e -pardon “Bahçevan”a* da hâlâ kırgınım.
*Ne âlâka diyebilecekler için bilgi: Nejat Saydam’ın yönettiği “Bahçevan” adlı yerli filmimizin başrollerinde Zeki Müren ve Belgin Doruk oynamıştır. (28 Mayıs 2020)

65+ yıldır “kısıtlama” ve “bulaşma” olarak bildiğimiz kelimeleri, koca koca adamlar “kısıt” ve “bulaş” olarak telâfu ettiklerine göre bundan böyle Adana’ya Adan, Antalya’ya Antal dememizin ne sakını olabilir? AnkaMall adlı AVM.si olan Ankara’ya da Anka? (28 Mayıs 2020)

Rahmetli Abdullah Yüce, rahmetli Sadun Aksüt’le söyleşi yapıyor, Aksüt, “Çoluk, çocuk var mı efendim?” diye soruyor. “Var efendim, var, olmaz mı, 5 tane.” diye ekliyor muhterem; “Çok mutlu ve huzurluyuz.” diye de devam ediyor. “Şimdi hangi şarkıyı lûtfedeceksiniz efendim?” diye Aksüt devam ediyor. Üstad “Selânikli Ahmet Bey’in ‘Bir vefasız yare düştüm ki hiç beni yâd etmiyor’…” diye şarkıya girince gayri ihtiyari -yani elde olmadan mırıldanıyorum: “Yapma üstad, 5 çocuk, mutluluk, huzur, saadet derken, neşeli ve ferahlık veren bir şarkı söyleseydin…” diyorum. Bence çok doğru diyorum. Değerli sanatçılar, mazide geçen o zamanlarda Taksim’in göbeğindeki, Boğaziçi’nin eteklerindeki gazinolarda görkem ve şatafat içinde sahnelere çıkar, şarkılarında, türkülerinde sürekli kederden, tasadan bahsederlerdi, neşeler ve keyifler içinde.
1- Tuhaf bir kederlenme ve söylem şekli şemali yani.
2- Orhan abimizin sahildeki villasının bahçesinde boğazın menevişlenen sularına bakarak “Batsın bu dünya” diye feryat etmesi gibi yani.
3- Keder ve hüzün ticareti diyesim var, demeyesim yok yani. (Sondaki numaralandırılmış 3 cümlede ifade düşüklüğü var sanki yani.) (30 Mayıs 2020)

Gözünü sevdiğim İstanbul’u bir semtine yekpare acem mülkü fedadır, baksanıza şunlara: KULAKsız, GÖZtepe, TepeBAŞı, PARMAKkapı, SarayBURNU, ZeytinBURNU / ZEYTİNburnu, ELMAdağ, ARMUTlu, CEVİZli, FINDIKlı, İNCİRli, KİRAZlı, SOĞANlı, BAĞcılar, BOSTANcı, FINDIKzade / SULTANahmet, ŞEHZADEbaşı, KADIköy, PAŞAbahçe, BEYkoz, AyazAĞA, MerkezEFENDİ / YEŞİLköy, KARAköy, AKsaray, SARIyer, KIZILtoprak, YEŞİLyurt/ KUŞtepe, KUZGUNcuk, BÜLBÜLderesi, KARACAahmet, DOĞANcılar, AKBABA, KARTAL. (31 Mayıs 2020)

Tamam, kabul ediyorum, ekmek parası ama Antalya’da En İyi Oyuncu Ödülü kazanmış oyuncunun sesi “Çamaşırlarınızı şu deterjanla yıkayın”, veya bir zamanlar Paris’in ünlü Olimpia Sahnesi’ne bile çıktığını zırt pırt gündeme getiren şarkıcının sesi “Yergül mobilyaaa…” diye seslendiğinde tuhafıma gidiyor. Keza ünlü 65+ üçlünün yere, göğe sığdıramadığımız şarkılarını, 3 kuruşluk reklâm için yerin 7 kat dibine sokmaları da tuhafıma gidiyor. Sevmiyorum artık onları. (04 Haziran 2020)

Yaşadığımız salgın günlerinin verdiği ilhamla: Şair, “Yaş 35, yolun yarısı eder” demekle hiç de isabetli bir teşhiste bulunmamış; yaş 65+4 olmakla biz bittik mi yani şimdi? O dedi diye önümüzdeki yıl tası tarağı toplayıp gidelim mi buralardan? Hele hele 70’i devirmiş, aslan gibi Ahmedim ve Münirim 18’lik delikanlı gibi çatır çatır ortada dolanırken neresi doğru bu lâfın? (08 Haziran 2020) (Sağolsun bir arkadaş da facebook’daki bu paylaşımımın altına 35 yaş şiirinin müellifi Cahit Sıtkı Tarancı’nın 70’i bulamadan 46 yaşında hayata veda ettiğini yazdı ciddi ciddi, iyi mi? / Yolun yarısının 23 dahi olabileceğini ima ederek, haline şükret dostum demeye getiriyor sanki?)

İtalya’da yaşayan Türk yönetmen Ferzan Özpetek’in İtalyanca yazdığı “Bir Nefes Gibi” adlı romanı Neval Barlas’ın Türkçe çevrisiyle Can Yayınları tarafından yakında Türkiye’de yayınlanacakmış.
Türkiye’de yaşayan İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin Türkçe yazdığı “La Città Delle Donne” adlı romanının Bernardino Zapponi’nin İtalyanca çevirisiyle Vita Pubblicazioni tarafından yakında İtalya’da yayınlanması gibi bir şey. (13 Haziran 2020)

(22 Haziran 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sultan

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Nostaljiye fazla takmamalı, herkesin mazisi kendinden menkûl. Bizim kuşak “Ah o Türkân yok mu ah o Türkân” diye kavruldu, Ediz Hun’larla Göksel Arsoy’larla hayaller kurdu. Önceki kuşağımıza bakıyoruz, Cahide Sonku, Gülistan Güzey, Grace Kelly, James Dean, Bülent Ufuk diyorlar da başka bir şey demiyorlar; Safiye Ayla, Bebek Gazinosu’nda şakımaya başladığında Küçüksu sahillerinde huşu içinde dikkat kesildiklerini anlatıyorlar. Muhtemelen günümüz kuşağı da Türk Sanat Müziği denildiğinde Ayşen Birgöl ve Gökhan Sözen’i anlata anlata bitiremeyecekler, rüyalarında Melisa Sözen, Aras Bulut İynemli ile haşır neşir olacaklar. O nedenle ne yazsak, ne anlatsak hep eksik kalacak; tam ifade etsek de algılama mutlaka yetersiz olacak. (29 Mart 2020)

Cinemaximum’un Oscar kazanmış filmleri 12 TL.den yeniden vizyona sunması iyi bir uygulama. “Judy”yi görememiştim, gördüm. Salonda çoğunluğu orta yaşlı bayanlardan oluşan kalabalık denebilecek seyirci vardı. Arkamdan “Dolma ihtimali var mı?” diye bir ses gelince, “Yok, burası sinema, lokanta değil.” deyiverdim. Döndüm baktım, meğer kenardaki yerini beğenmeyen emsalim bir delikanlıyı yanındaki arkadaşı, “Orası değil, burası.” diye uyarıyor. Gülüştük. Kısmetse yarın da “Joker”i izleyeceğim; “Parazit”i vizyondan önce basına özel yapılan gösterimde izlemiştim. (23 Şubat 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Bir kalbin değeri, ne kadar sevdiğiyle değil, ne kadar sevildiğiyle ölçülür.” (Billur Köşk-The Wizard of Oz, Yön: Victor Fleming.) (26 Şubat 2020)

Ağzımı açayım da biraz ortama saydırayım diyorum; sonra, duyup açılış yapmaya gelir diye ağzımı açmaktan vazgeçiyorum. (02 Mart 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Kimin deli, kimin veli olduğu bilinmez.” (Sabit Kanca: Son Soru, Yön: Nuri Yıldız.) (04 Mart 2020)

Kader: Ülkemizin en ünlü çizgi romanlarından Karaoğlan’ın çizeri Suat Yalaz ve Kara Murat’ın çizeri Abdullah Turhan bugün, 02 Mart 2020 Pazartesi günü hayatlarını kaybettiler. Suat Yalaz, Akşam Gazetesi’nden ayrıldığı yıllarda Abdullah Turhan bir müddet Karaoğlan’ın çizimlerine katkıda bulunmuştu. Kaderin böylesi. Allah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun. (02 Mart 2020)

Hadi hayırlısı, sokağa çıkma kısıtlaması ilerledikçe eve başka vasıflar yüklemeye başladım. TV.nin bulunduğu salonumuz gözüme Kanyon Sineması’nın 9 no.lu salonu gibi gelmeye başladı. Koridordan arka tarafa geçerken sanki Kadıköy’den vapura binmişim de Beşiktaş’a geçiyormuşum gibi bir his. Vapurdan iniyorum, köşeyi dönüyorum aaa Hilton’un Kral Dairesi’ne gelmişim, aslında yatak odası tabi ki. Mutfak tıpkı Antalya Rixos Oteli’nin restaurantı. Banyonun da olduğu def-i hacet makamı bildiğin modern bir SPA merkezi. Haa bu arada hanıma da Buckingham Sarayı Kraliçesi gibi aşırı saygı göstermeye başladım. Korkarım bir müddet sonra “Çıkın dışarı” deseler de çıkmayacağım. Hadi hayırlısı. (30 Mart 2020)

Alın size bir türkümüzden güzel bir cümle: Hop diridiri dat diri dittiri dom. Sallayın gitsin, her yere uyar. (31 Mart 2020)

“İz’an ya da iban, işte bütün mesele bu.” / Efendim, burada iz’an, olmak, iban ise olmamak mânâlarına tekabül ediyor. Günümüzün güzide yazarı, mazimizin ünlü muharririnin sözüne atıfta bulunuyor. (Atıf Kaptan?) (01 Nisan 2020)

Mizah, “durdurulamaz güç”tür. (01 Nisan 2020)

Sokağa çıkma kısıtlamasının ilginç keşifleri de oluyor. Bugün, kütüphanemizdeki kitapların baskı tarihlerinden de ne kadar yaşlandığımızı anlayabileceğimizi keşfettim. Arkadaşın biri Füruzan’ın “Benim Sinemalarım” adlı kitabının 22. baskısının kendisine ulaştığını sosyal medyada sevinçle paylaşmış. Bende kitabın Bilgi Yayınevi’nce yayınlanmış ilk baskısı var, tarihine baktım: 1973. Kitabı 23 yaşında okumuşum, üzerine 47 yıl eklemişim, olmuşum 70. Vah. (02 Nisan 2020)

Hadi yine iyisiniz, yapayım bir petibör şarkı da neşenizi bulun: Ankara’nın bağları da büklüm büklüm yolları; Urfalı’yam ezelden gönlüm geçmez güzelden; Kız sen İstanbul’un neresindensin; Bursa’nın ufak tefek taşları; Çanakkale içinde aynalı çarşı; Sivas ellerinde sazım çalınır; Adana’nın yolları taştan; Mardin’e le Mardin’e düştüm senin derdine; Oy Trabzon Trabzon için kalaylı kazan; Anteb’in hamamları sallanır külhanları… (04 Nisan 2020)

Bütün günlerin tek bir kaderi var: Maziye karışmak. (11 Nisan 2020)

65 yaş üstü mahkûmları da saldılar mı? Saldılarsalar biz mahkûm olmayan 65 kuru üstü mahkûm olmayanlar niye evde mahkûmuz? Yoksa biz kûmuzmah mıyız, muzmahkû muyuz? (16 Nisan 2020)

Bugün sinema filmlerinin sınıflandırılmasında kullanılan +yaş uygulamasının ifadelendirilmesi ile hem abim, hem yaşıtım sayılan bir büyüğümüzün yaş gününü kutladım. “Hem abin, hem yaşıtın nasıl oluyor?” derseniz cevap vereyim: İkimiz de 50+ yaşındayız Doğru mu? Doğru. Gelgelelim bendenizin +’sı 19, zat-ı alilerinin +’sı 26’dır, dolayısıyla büyüğüm sayılır. Doğru mu? Tabi ki bu da doğru. (16 Mayıs 2020)

Az önce kütüphanemi karıştırdım, yüzlerce festival kitabı, broşürü, çantası, kalemler, bardaklar, tişörtler gırla gidiyor. Yarın, öbür gün, şu sıralar ertelenmeyip de online olarak yapılan festivalleri hatırlamaya çalıştığımızda aklımıza sadece http://www… ya gelecek, ya gelmeyecek. Bunu da yazın bir kenara. (16 Mayıs 2020)

Eski zamanların Türk sanat müziği şarkıları, kanaatimce kavuşulamayan sevgililere yazılmış ve bestelenmiştir. / Benimle yaşıt olan film: “Trenin Ciotat Garına Gelişi” (L’arrival d’un Train a La Ciotat). Öyle. (25 Mayıs 2020)

(08 Haziran 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sadi Çilingir Yazıyor: Filim Bitti

Herşeyin değerini kendimiz belirliyoruz. Bana göre veya sana göre bir şey değersizse değersizdir, değerliyse değerlidir. Güftekâr, “Ah o Türkân yok mu ah o Türkân, yine öptürmedi yanaktan” derken kederlere gark oluyor, oysa o yanakları yağmur her yağdığında, rüzgâr her estiğinde, güneş her parladığında öpüyor. Keza Sultanın ellerine şiirler yazılıyor, gözlerine tablolar yapılıyor, oysa o eller kalem de tutuyor, kadeh de kaldırıyor. … Devamı… »

Velvet Goldmine

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Hatırlarım, TV öncesi çağlarda sinema oyuncuları yılda 12 – 13 filmde oynadıklarında “yüzlerini eskitiyorlar” diyerek serzenişte bulunulurdu. Şimdilerin TV ve dijital ortam çağında maşallah bir diziye başlıyorlar, yılın neredeyse 52 haftasında da karşımızda oluyorlar; yüzlerini eskitmek bir tarafa, sıfırlıyorlar, siliyorlar. Ne sevdiğimiz sanatçıları özlemek kalıyor, ne heyecanla yeni filmlerini beklemek kalıyor. Yok edin elbirliğiyle beyazperde sinemasını, bakalım elinizde ne kalacak. (03 Şubat 2020)

Tam teşekküllü sinemaseverlik böyle bir şey. Bu mevsimde Kos’a gittiğinde birayı bile tarihi Orpheus Sineması’nın kafesinde içer ve Eurocukları Yunan sektör insanlarının cebine akıtır. Aferim bana. Sinemada “Jumanji” oynuyor, 09 Ocak’ta Pinema’nın “1917”si gösterilecek. (05 Ocak 2020)

TV dizileri tatile girdiğinde araya sinema filmi sıkıştıran Görüntü Sanatçıları’nı ARTIK SEVMEYECEĞİM. (09 Ocak 2020)

Millet yaşlanınca Erenlere karışıyor, ben 70’liklere karıştım. Ne yapacaksın, kader. (09 Ocak 2020)

THY’nin uçağında bizinıs klas bölümüne bitişik ekonomik klas bölümünün ilk sırasına oturdum. Hostes geldi, aradaki perdeyi kapattı, kucağıma doğru sarkıttı. “Niye bizim mahalleye sarkıtıyorsun, sarkıtma.” dedim. Ciddiye aldı, araya sokuşturmaya çalıştı. “Bırak, bırak şaka yaptım.” dedim. Bıraktı. Şimdi perde bana bakıyor, ben perdeye; kuzu kuzu seyahat ediyoruz. (09 Ocak 2020)

İstanbul’u komple Araplara satalım, adı Arapistanbul olsun. İstanbulluları da Konya ovasında yeni kurulacak şehre taşıyalım adını Konistanbul yapalım. Al sana bir taşla iki kuş. Bu işte acayip para var, bütün sektörler hareketlenir; 10 – 15 sene de böyle idare ederiz. Allah uzun ömür versin. Amin, Cuma Cuma. (24 Ocak 2020)

Pek zamanı değil ama sabah sabah güldüreyim sizi. Bence 92. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film Ödülü’nü “The Irishman”, En İyi Yönetmen Ödülü’nü Sam Mendes kazanacak. (Herkes ödül töreninden önce tahminlerde bulunuyor, bendeniz de törenden sonra tahminlerde bulunayım ve sonucu tutturamayarak Oscar tarihine geçeyim dedim.) (10 Şubat 2020)

Ne zaman suyu tasarruflu kullanmaya niyetlensem Kanal İstanbul projesinin Sazlıdere Barajı’nı yok edeceği aklıma geliyor vazgeçiyorum. Deniz Yıldızı hikâyesine sığınayım diyorum, olmuyor. Aman doktor derdime bir çare. (10 Şubat 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: Öfkeni yarına taşıma, onu affet; yarın tekrar başlarsın. (Küçük Kadınlar-Little Women. Yön: Greta Gerwig) (12 Şubat 2020)

Pinema olmasaydı, bu filmleri sinemalarda zor görürdük: “Ölüm Yolunda” (Dead Man Walking), “Trainspotting”, “Kardeş Gibiydiler” (Sleepers), “Shine”, “Gridlock’d”, “İkiz Kasaba” (Twin Town), “Kayıp Otoban” (Lost Highway), “Büyük Lebowski” (The Big Lebowski), “Velvet Goldmine”, “Aşkın Gücü” (What Dreams May Come), “Makinist” (The Machinist) (15 Şubat 2020) (2020 Oscar Ödülleri’ne 10 dalda aday olan “1917” filminin ödül töreni öncesinde ülkemizde vizyona çıkarılmaması üzerine sosyal medya ortamında ithalatçı firmaya yapılan sitemlerin dozunu kaçırması üzerine yapılan bir paylaşım.)

Geçirdiğim hastalıktan sonra sesimde bir kalınlık oluştu. Kiminle konuşsam, “Abi sesin de pek bi Davudî olmuş” diyor. İfade, sesimin daha güzelleştiği mânâsına gelse de “Ne Davudî’si yahu, Sadî, Sadî.” demeden de kendimi alamıyorum. Haklıyım da, çünkü adaşım, “Gülistan” yazarı, şair Şeyh Sadi-i Şirazi çok makbûl bir kişidir gözümde. (21 Şubat 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Köylüler ona Hüzün Tanrıçası diyor.” (Seberg, Yön: Benedict Andrews.) (28 Şubat 2020)

Herkesin Derdi Kendine 1: Beyoğlu’ndaki bir müstakil sinemayı sahiplenerek yaşamını sürdürmesine vesile olan arkadaşların internet ortamında film ve dizi izlemeyi teşvik edici paylaşımlarda bulunmalarından bir sinemasever olarak rahatsızlık duyuyorum.
Herkesin Derdi Kendine 2: Eski Türkiye’nin yabancı film afişlerinde filmlerin orijinal adları da yazılırdı, yeni Türkiye’nin yabancı film afişlerinde filmlerin orijinal adları yazılmıyor. Grafiker arkadaşlarından bu konuda hassasiyet göstermelerini, filmin Türkiye hak sahibi yazılmasını istemese bile ısrarla hatırlatmalarını isterim.
Herkesin Derdi Kendine 3: Antalya’nın Konyaaltı sahillerini kiralayan ve haksız kazanç sağladığı belirtilen kişinin sürekli ünlü bir oyuncumuzun damadı olarak anılmasına sinir oluyorum. Adamın adını yazın kardeşim, niye sürekli oyuncuyu rencide ediyorsunuz? Haluk Levent ünlü birinin damadı olsaydı, yaptığı hayırları, onun adını anmadan “Falanca oyuncunun damadının yaptığı güzellikler” diye mi anacaktınız? (23 Şubat 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Bir kişinin fikrini değiştirebilirsen, tüm dünyayı değiştirebilirsin.” (Seberg, Yön: Benedict Andrews.) (28 Şubat 2020)

(30 Mayıs 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Filim Bitti

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Herşeyin değerini kendimiz belirliyoruz. Bana göre veya sana göre bir şey değersizse değersizdir, değerliyse değerlidir. Güftekâr, “Ah o Türkân yok mu ah o Türkân, yine öptürmedi yanaktan” derken kederlere gark oluyor, oysa o yanakları yağmur her yağdığında, rüzgâr her estiğinde, güneş her parladığında öpüyor. Keza Sultanın ellerine şiirler yazılıyor, gözlerine tablolar yapılıyor, oysa o eller kalem de tutuyor, kadeh de kaldırıyor. Baktığında tutkunlarını yakan o gözler ufku da seyrediyor, kuşları, ağaçları, çiçekleri de. (20 Mayıs 2020)

Bu arada farkında mısınız, “film çekmek”, “filme almak” gibi ifadeler de boşlukta kaldı. Çünkü pelikül üzerine, yani 35 mm film üzerine görüntü yerleştirilmesinden vazgeçilip dijital ortama görüntü yerleştirilmeye başlandı. Yani ortada elle tutulan, dokunulabilinen “film” diye bir şey kalmadı. Yeni adlandırma “görüntü yakalamak”, “zamanı dondurmak” veya yeni bir adlandırma mı olmalı? (17 Mayıs 2020)

Her ne kadar sevgiliye “odun” deniyor gibi bir mânâ çıkıyorsa da, güftekâr “Gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın.” derken işin romantik ve sevgi dolu yönüne meyletmiştir, benim gibi yanlış algılamayın. (27 Ekim 2019)

Otelin açık büfesinin çorba reyonuna yanaştım, baktım Ezo Gelin çorbası var. Yüzüme olanca tatlı sert bir ifade yerleştirerek, aşçıbaşına “Niye Ezo Damat çorbası yok?” diye sitem edeyim dedim. Aşçıbaşı çok hazır cevapmış, hemen karşıladı: “Yarın onu da yaparız abi.” dedi. Netice olarak 5 yıldızlı otelin 5 yıldızlı aşçıbaşısı. Öyle olmalı. (29 Ekim 2019)

Şu sıra Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne giydirme modası var. Genelde festivale davet edilenlerin suya sabuna dokunmayan, festivali metheden yazılar yazdıkları ve söylemde bulunduklarından bahsediliyor. Aslında değişen bir şey yok; davet edilenler festivali methediyor ve övüyor denildiği gibi, davet edilmeyenler de festivali kınıyor ve kötülüyor denilebilir. Aleyhte yazan ve söylemde bulunan kişiler davet edilselerdi bu yazılar yazılmayacaktı. Bu arada belirtelim, geçtiğimiz 2 yıl Antalya’da yapılmadığı için İstanbul’da Kaan Müjdeci öncülüğünde düzenlenen 54. ve 55. Ulusal Yarışmalarda kazananlar için 31 Ekim’de etkinlik yapılacak. Kim düşündüyse fevkalade bir jest. (30 Ekim 2019)

Otelin açık büfesinin çorba reyonuna yanaştım, baktım Tavuk Suyu çorbası var. Yüzüme olanca tatlı sert bir ifade yerleştirerek, aşçıbaşına “Niye Horoz Suyu çorbası yok?” diye sitem edeyim dedim. Aşçıbaşı çok hazır cevapmış, hemen karşıladı: “Yarın onu da yaparız abi.” dedi. Netice olarak 5 yıldızlı otelin 5 yıldızlı aşçıbaşısı. Öyle olmalı. (Aslında yok böyle bir şey, değerli takipçilerime deja vu duygusu yaşatayım diye geçen gün yaptığım Ezo Gelin çorbası esprime uyguladım.) (31 Ekim 2019)

Beşiktaş’taki Üsküdar teknelerinin iskelesine geldim, görevliye “Üsküdar’a Gideriken Aldı da Bir Yağmur İskelesi burası mı?” diye sordum. Biraz duraksadıktan sonra “Evet abi.” dedi. Dolayısıyla bu günden itibaren iskelenin adını yetkililere de onaylatarak değiştirmiş oldum. Duyun ve duyurun bunu. (Yakında Taksim Meydanı’nın adını da “Beyoğlu’nda Gezersin Gözlerini Süzersin Meydanı yapacağım, bilginiz olsun.) (21 Kasım 2019)

Tam “Artık yazılacak bir şey kalmadı” diyorsun, umudun kaybolur gibi oluyor. Birileri çıkıp yazıveriyor: “Sığmadık şehirlere, şiirlere taştık; ah kadehler kırıldılar sana bu gece.” / “Ben sana meftunum.” (Zamane şarkıcıları diye küçümsediğimiz günümüzün genç seslerinden ikisinin şarkısından aldım bu sözleri.) (09 Kasım 2019)

1950 yılında doğmuşum. Yıl olmuş 2020, fotoğrafta görüldüğü üzere, nihayet ve çok şükür 70’likler arasına karışmışımdır. (“Her yaşın kendine göre güzelliği var” lâfı şehir efsanesidir, inanmayın. Her gün bir taraf arıza yapmaya başlıyor. Gençliğinizin tadını çıkarın.) (05 Ocak 2020)

Kim ne derse desin herhangi bir konuda hiç kimse kesin hüküm veremez. Hüküm, zamanın ve mekânın ruhuna göre değişebilir. (07 Aralık 2019)

Genellikle otel lobilerinde bolca anılan Reception kelimesinin Resepsiyon şeklinde okunmasından hareketle Recep İvedik de Resep İvedik olarak okunabilir. Mi? (30 Ekim 2019)

Yeşilçamın zirve yaptığı yıllarda sinemamızın starları afişlerde kendi adlarının en üstte yazılmasında ısrar ederlerdi. Konuya vakıf olanlarda da bu görselin aynı hatırlatmayı yapacağını sanıyorum. İstanbul Film Festivali’nin geçen yılki bir basın bülteninde Netflix’ten şöyle bahsediliyordu: “Festival bu yıl bir ilke de imza atıyor. Netflix’in Türkiye’den ilk orijinal yapımı Hakan: Muhafız, ikinci sezonunun galasını 38. İstanbul Film Festivali’nde yapıyor. Başrolünü Çağatay Ulusoy’un üstlendiği dizinin ikinci sezonunun ilk iki bölümü festival kapsamında gösterilecek.” O zamanlarda facebook’a tarih düşmüş ve ilk defa bir film festivalinde dizi galası yapıldığından bahisle festival adının gelecekte Netflix İstanbul Film Festivali şekline dönüşmemesini dilemiştim. Görsel sanki “Başımızın üstünde yerin var” ifadesini gözümüze gözümüze sokuyor. (22 Mayıs 2020)

Dijital yayının da iyice suyunu çıkardık, önüne gelen instagram’dan youtube’dan, zoom’dan söyleşi, tartışma, atölye, sergi, müze gezisi, film okuması, vs. yayınlayıp duruyor. Oldu olacak, yazarlar roman, şairler de şiir yazmayı bıraksın, doğrudan geçsinler kamera karşısına romanlarını anlatsınlar, şiirlerini söylesinler. Ne kalem, ne baskı, ne dağıtım masrafı hiçbir şey yok. “Bas tuşa gönder parayı, dinle beni” de, iş bitsin. (23 Mayıs 2020)

(25 Mayıs 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Filmcilerin İhsan Abi’si, Film İzleyenler İçin: Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam

Sinemacılar çok okumak zorundadır, çünkü hayatı ancak kitaplarla anlayabilir ve beyazperdeye yansıtabilirler. Onun için de çantalarından, ceplerinden kitap eksik olmaz. Çok ilgili olduklarından da değişik konulara, alanlara yönelik okur ve her şeyden biraz da olsa bilgi sahibidirler.

Aykırı olanlar da vardır muhakkak içlerinde… Az biraz değil, tam bilgi sahibi de olurlar ve konudan konuya atlasalar da “taşı gediğine oturtmakta” mahirdirler.

İhsan Yüce onlardan biriydi. Tiyatro ile başlayan yaşamı sinemada oyuncu, yönetmen ama en çok da senaryo yazarı olarak devam etti, ediyor. Evet, ediyor, çünkü İhsan Abi ölmez, ilelebet yaşayacaktır.

Düşünceleri gibi yaşayan…

Sigaradan sararmış pos bıyıkları, kısa boylu, kırçıl sesi, mahallenin ya bakkalı ya da güzel kızının/oğlunun babası karakteriyle hepimizin belleğinde silinmez izler bırakan İhsan Yüce, en çok tarih, mitoloji, sosyoloji ile ilgilenen, üzerinde düşünen, yazar ve/veya oynarken Anadolu insanını aktarmayı bilen bir ustaydı.

Düşündüğü gibi yaşadığının örneklerini ve anılar yumağını Erhan Tuncer, bu önemli, önemli olduğu kadar gerekli, gerekli olduğu kadar da kalıcı kitabında aktarıyor. Sıkı bir çalışma sonucu ortaya çıkan “Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam”, kendi ayakları üzerinde durmak (sinemacı veya tiyatrocu olma düşüncesi olsun, olmasın) isteyen herkese yol gösterecek iyi bir rehber; tabii, süzüp çıkarmak yükümlülüğüyle…

Gezen, gözleyen, okuyan ve her şeyden bir film öyküsü çıkaran biridir İhsan Yüce. Çevresindekilere de, çok sevdiği kızı Aslı’ya da -her fırsatta- gezmenin, görmenin, gözlemenin gerekliliğini anlatır, bıkmadan, yılmadan. Üretim ilişkilerinin, geleneksel yerleşimlerde toplumsal yaşamın değişimiyle birlikte yaşananları hicvetmesinde bu gezilerin ve insan ilişkilerinin yeri büyüktür.

Gezip gördükçe pratik zekâsını da geliştirir. Birlikte tiyatro yaptıkları İsmail Hakkı Şen ile Samsun’da, kurdukları tiyatroda, bütün zorluklara ve kısıtlılıklara rağmen, “Suç ve Ceza” (yanıltmıyor umarım belleğim beni) oyununun dekorunu nasıl yaptıklarını anlatmıştı. Sahnede kocaman bir defter vardır, tüm dekor resmedilmiştir o deftere, sahne/dekor değişiminde sayfa açılır… Onlar gülerek anlatmışlardı çekim için çıktığımız yolda, bol sigara dumanı eşliğinde…

Bıyıklarını kemirirken…

Bizim ülkemizdeki sansür ve yaptıkları bilinen bir gerçek. Sadece sinemacılar değil sanatın bütün dallarında sansür belâsı bir sırat köprüsüdür.

Yunus Emre Divanı’nın yazarı da olan Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre’nin sinemaya uyarlanmasının büyük bir hata olarak nitelendirip “Yunus filme alınırsa maskaraya döner” deyince, filmin senaryo yazarı da olan İhsan Yüce, şöyle bir açıklama yapar: “…gösterme ve duyurma gibi iki büyük yeteneğe sahip sinemanın, bir eğitim aracı olarak Yunus’un ilkelerini halka verme çabamızı engellemeye kimsenin hakkı yoktur.”

Sosyal içerikli filmleri engelleyen ama erotik içerikli filmlere izin veren resmi adı denetleme kurulu olan sansürün, sadece filmlere değil festivallere de karışması, seçici kurulların kararlarını belirlemeye kalkışması, sinemayı gerçekten bunaltır. Bu, aynı zamanda sinema emekçilerinin haklarının da yok sayılmasıdır. 1977 yılında İhsan Yüce’nin de aralarında bulunduğu sinemacılar Büyük Ankara Yürüyüşü’nü başlatırlar. Kimler yoktur ki aralarında… Böylesi bir itiraz bugün yapılamıyor, üzgünüm. O güzel insanlar yok artık.

Herkesin yanında…

Eşine, “an’ı yaşa” diyen, evinin kirasını ve kızının okul taksitini bulunca başka bir paraya tamah etmeyen İhsan Yüce, Salacak (tabii, eski Salacak bu dediğimiz, daha sahil yolunun geçmediği, buna da bağlı olarak kendi içinde sessiz sakin, dayanışma ve hoşgörü içinde yaşayan bir mahallede) sahilinde balıkçılarla, kahveci ve lokantacıyla, mahalleliyle iyi ilişkiler geliştirmiştir. Hemen her akşam tam bir çilingir sofrası kurulur. Sinemacılar, ünlü oyuncular, müzisyenler de katılır onların arasına, sabaha kadar yenilir içilir. …ama burada durmak gerek. Sadece yenilip içilen bir sofra değildir kurulan… Sanattan, kültürden, mitolojiden, tarihten, felsefeden söz edilir; hemen her konuşma oradaki insanların düşüncesini açar. Müzik eşlik eder konuşmalara, şarkılar, türküler… İhsan Abi, sarı saman kağıda kurşun kalemle yazdığı senaryosunu (veya film projesi geliştirme çalışmasını) bitirince katılır aralarına. Bu, kimi zaman kendi evinde, kimi zaman da bir lokantada gerçekleşen, kimsenin çağrılmadığı ama kimsenin de uzaklaştırılmadığı buluşmalardır. İşte, Salacak’tan Tarihi Yarımada’yı güzel gösteren bu buluşmalardır bana kalırsa.

Çöpçüler Kralı

Arzu Film – Ertem Eğilmez’den, Kemal Sunal’a, Tarık Akan’dan Behçet Nacar’a, Yavuz Turgul’a birçok ünlü sinemacının özellikle senaryo konusunda danıştığı ve İhsan Yüce’nin ve sinemamızın önemli köşe taşı, kitaba da adını veren “Çöpçüler Kralı” filmini kitapta ayrıntısıyla okumanızı salık veririm. Özellikle oyunculuk üzerine Kinema Dergisi’ndeki yazısı (kitapta da yer alıyor) bir başvuru kaynağıdır ilgilenenler için. Film çekmek veya senaryosunu düzelt(tir)mek isteyenlere nasıl yardımcı olduğunu, nasıl cansiperane koşturduğunu, gece gündüz -hem de iki eliyle birden- yazdığını okudukça (biz sinemacılar gibi) sizin de gönlünüzde taht kuracak İhsan Abi.

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam
Bir İhsan Yüce Kitabı
Erhan Tuncer
Nemesis Kitap
Mart 2020, 336 s.

(15 Mayıs 2020)

Korkut Akın

[email protected]

(Kitap Eki Dergisi’nin Mayıs 2020 Sayısından…)

Pantalon Bankası

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Birçok kişi sosyal medyadaki paylaşımlarını kendilerini çok güzel, çok kültürlü, çok zarif göstermek için yapıyor sanki. “Aaa Fellini’nin ‘Satyricon’unu da seyretmiş, ooo Özdemir Asaf’ı da biliyor, uuu Van Gogh’un ‘Buğday Tarlası ve Kargalar’ tablosundan da haberi var, üüü Hafız Post’un ‘Gelse o şuh meclise naz-ı tegafül eylese’ bestesini de terennüm edebiliyor, eee Vivaldi’nin ‘La Minür Konçertosu’nu da duymuş” desinler deye paylaşıyorlar sanki bunca şeyi. Tıpkı bendenizin şu anda yaptığı gibi. (Vivaldi’nin konçertosuna Minür demem bilinçli bir tercihtir, Münir adındaki çok sevdiğim bir arkadaşa müzikal göndermedir. Kabûl eder, etmez, onu ben bilemem.) (17 Nisan 2020)

Sinema öncesi ne şanssız bir mesleğim varmış. Her ne kadar bendenizi emekli etse de şarkı, türkü penceresinden baktığımızda ne “Haritacımın setresi uzun, eteği çamur” diye bir şarkımız var, ne de “Aman Haritacı, canım Haritacı, köyümüze getirdin yoktan bir acı” diye bir türkümüz. “Dürriye’min haritaları kalaylı…” diye bir oyun havamız bile yok. (16 Nisan 2020)

Anladık, işinizi yapıyorsunuz da, şu hoparlörlerin sesini biraz kıssanız. Çok yüksek perdeden dinlendiğinde insan sesinin ulviliği zedeleniyor. Şener Şen’in “Züğürt Ağa”da yaptığı gibi sakin ve huzur verici bir sesle duyursanız, “Dometeees, domateees” diye. Bir bakıyorsun sabahın bir yarısında gümbür gümbür “Soğancıııı…”, bir bakıyorsun gün batarken “Patatesçiii…” Sakin… huzur verici… derinden… O zaman herkes 3’er, 5’er kilo alır domatesini, patatesini… Domatmayın insanı, patatmayın adamı. (21 Nisan 2020)

Yaşar Güvenir ne mübarek besteciymiş, taa o günlerden bugünü öngörmüş ve “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısını bestelemiş. Konuya cuk oturması uzun zaman aldı ama doğru aldı. (07 Mayıs 2020)

Pazar günü, 65 yaş üstü sokağa çıkma izni uygulamasında çok sıkıntı çekeceğimi öngörüyorum. Çünkü görevliler sık sık yolumu kesip kimlik soracaklar, “Beyefendi kimliğinizi görebilir miyiz, 50 yaşında gösteriyorsunuz da…” diyecekler (sanıyorum). (07 Mayıs 2020)

Farklı fırça yemenin de tadı bir başka oluyor canım. Bugün sırasıyla, gömleğim, pantolonum  ve ayakkabılarım sitem ettiler, “Bizi unuttun Sadi Bey, çok şükür kavuştuk.” dediler. Bilmem anlatabildim mi? (60 gündür, ayağımda terlik, üzerimde pijama ile evde oturuyorum ya, o bakımdan. Arada farklı fırça yemek lezzetli oluyormuş, onu fark ettim.) (10 Mayıs 2020)

Bizde sosyal mesafe her seferinde 2 kez uygulanıyor. Dün rekâfatçımla yürüyüşe çıktığımda kazara 10 metre geride kaldım, hemen ikaz etti, 1,5 metre yanına çağırdı. Kuralları 2 kat uyguluyoruz netekim. (11 Mayıs 2020)

19 Mayıs, Gençlik, Spor, Ramazan, Şeker, Kurban, 30 Ağustos, Zafer, 29 Ekim, Cumhuriyet bayramlarınızı, Doğum, Yaş, Nişan, Söz, Evlilik, Altın, Gümüş, Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar günlerinizi ve Yeni Yılınızı, hâtta Happy New Year’ınızı kutlar, mutluluk ve esenlikler dilerim. (Tasarruf gereği hepsini toptan kutladım. Ne o öyle yüzlerce kişinin her gün yaptığı şu günü, bu günü, şuşu haftası, bubu haftası kutlamaları? O hengâmede önemli duyuruları kaçırıyoruz. Bunaltmayın 65 yaş üstünü.) (12 Mayıs 2020)

Anlaşıldığı üzere lig maçları başlayacak ve yeniden 40.000 kişilik stadyumlara girip hoplayıp zıplayıp maç izleyebileceğiz, lâkin 400 kişilik sinema salonlarında 30 – 40 kişi sessiz, sakin film izleyemeyeceğiz. Keza AVM.ler içindeki dükkânlar açık, sinemalar kapalı. Bu duruma göre dükkânlar perhiz, sinemalar lahana turşusu mu oluyor? (14 Mayıs 2020)

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı desteğiyle düzenlenecek 39. İstanbul Film Festivali, programından 15 filmlik bir seçkiyle 15 – 29 Mayıs tarihlerinde dijital ortamda izleyiciyle buluşuyor. Gösterilecek filmler şunlar:
1- Berlin Alexanderplatz
2- 20 Yasinda Oleceksin / You Will Die at Twentry
3- Hizmetkarlar / Servants
4- Daha Buyuk Bir Dunya / Un monde plus grand / A Bigger World
5- 5 Kusursuz Sayidir / 5 e il numero perfetto / 5 is the perfect number
6- Soz Senettir / Es gilt das
7- Davaci / Litigante
8- Deniz Mavilesene Dek Yuzmek / Yi zhi you dao hai shui bian lan / Swimming Out Till the Sea Turns Blue
9- Kiz Kardesim / Schwesterlein / My Little Sister
10- Lillian
11- Sogut / Vrba / Willow
12- 1982
13- Walchensee Forever
14- Martin Eden
15- Kucuk Kiz / Petite Fille / Little Girl
Not: Listeyi festivalin görsel servis eden sitesinden aldım. (Listede “Sogut” olarak geçen filmin adının buzdolabında “Dondur”mayı mı, “Söğüt” ağacını mı ifade ettiğini, yabancı dil fukarası olduğumdan filmi seyretmeyince* anlayacağım.
(*İnanın mısınız Koronavirüs salgını nedeniyle internette yapılan festivallerde hiç film izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum. Netekim adapte olamıyorum, konsantre olamıyorum, kendimi veremiyorum, vs. vs.) (14 Mayıs 2020)

(15 Mayıs 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Çalgı Çengi

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Şimdiden öngörüde bulunayım, yazın bir kenara. Covid-19 salgınının tüm dünyayı esir alması, sinema ve tiyatro ve müze ve konser ve sergi salonlarının kapanmaları üzerine görsel sanat meraklıları dijital ortama yöneldiler. Bu ortamın müdavimleri hemen 40 yıllık sevgilileri sinema ve tiyatro ve müze ve konser ve sergi salonları gibi mekânlarda fiilen ve toplu olarak temaşa edilen etkinliklerden ilgilerini esirgemelerinin gerekçelerini, yöneldikleri dijital ortamın avantajlarını, kolaylıklarını, güzelliklerini, vs. vs.lerini övme yarışına girdiler. Furya sürerken Instagram, Youtube, Zoom, vs. vs. gibi mecralarda kişi bazında yağmur gibi hiç hesapta olmayan canlı etkinlik yayınları başladı. İşte bu yayınlar yaygınlaştıkça dijital ortamın öve öve bitirilemeyen Netflix ve Mubi ve Tivibu gibi, evlerdeki büyük ekran TV.lerde izlenen temaşaların da sonunu getirecek; meraklıların büyük bir çoğunluğu avuçiçi kadar telefon ekranlarına mahkûm olacak. Onun içün şimdiden kendinize gelin, sinema ve tiyatro ve müze ve konser ve sergi gibi etkinlikleri kendi özel mekânlarında izleme alışkanlıklarınıza sıkı sıkı sarılın. Açıldıklarında önceliği onlarda yapılan etkinliklere verin. Gidin onlara. Kaçırdıklarınızı veya tekrarlarını dijitalde… (Yarım bıraktım bu cümleyi.) (22 Nisan 2020)

Şahsi kanaatim odur ki, doğrusunu ertelenen festivaller yapıyor. Festival sadece konusu olan etkinlikleri görsel olarak takipçilerine sunmak değildir; insanların, yüzyüze gelmesi, bir arada olunması, aynı mekân içinde hep birlikte temaşada bulunulmasıdır. İnternet ortamında yapılan festivaller -tabiri caizse- işin kolayına kaçmak ve aslı taklit etmektir, yok hükmündedir. Şahsi kanaatim odur ki hiç yapmamak, internette yapmaktan iyidir. (23 Nisan 2020)

Bir 65 yaş üstü olarak konuşma yetkimi kullanayım ve konu vesilesiyle şöyle samimi bir beyanda bulunayım: Bize fazla güzelleme yapmayın, neticede dünyanın bu hale gelmesine engel olamamış bir nesiliz. Cenab-ı Allah bizden daha gençlere güç kuvvet versin, inşallah onlar dünyayı düzeltirler ve daha ideal bir hale getirirler. (25 Nisan 2020)

Tavsiye edilen film ve dizilerden o kadar gına geldi ki, artık onlardan kaçıyorum. Kıyıda köşede kalmış, hiç bahsedilmeyenleri bulmaya çalışıyorum. Her akşam “Gamzedeyim deva bulmam” olmuyor; bir akşam “Sarahaten acaba söylesem darılmaz mı”, diğer akşam “Sırma saçlı yarimin can bahşederken işvesi” iyi gidiyor. Vallahi. (25 Nisan 2020)

Korona günleri, 65 yaş üstü, sokağa çıkma yasağı, kısıt, bulaş derken aniden bir ilham geldi. Bakınız size çok mânâlı bir soru sorayım: Büyük harf, küçük harf oluyor da neden büyük rakam, küçük rakam olmuyor? Hadi buna da cevap verin bakalım, isterseniz vermeyin bakalım. (26 Nisan 2020)

Korona günleri, 65 yaş üstü, sokağa çıkma yasağı, kısıt, bulaş derken aniden bir ilham geldi. Bakınız size çok mânâlı bir soru sorayım: Ayşekadın Fasulye oluyor da Sadiefendi Kabak niye olmuyor? Hadi buna da cevap verin bakalım, isterseniz vermeyin bakalım. (27 Nisan 2020)

Tanıdıklarım arasında tek bir Reis var: Yönetmen Reis Çelik. (27 Nisan 2020)

Son derece karmaşık duygular içerisindeyim. 45 gündür 65 yaş üstü vatandaşlara uygulanan sokağa çıkma kısıtlamasına harfiyen uymanın verdiği haz ve huzur, iftar öncesi gelen 5 adet maske ve 1 şişe kolonyayla önce gönlümde minnet duygusu ile yükseldi, sonra kısıtlama nedeniyle sokağa çıkamadığım için maskeleri kullanamama gerçeği ile yüzleşince birden vicdan azabına dönüştü. Bir yanda karşılıksız yapılan bir yardım ve iyilik, diğer yanda maskeyle sokağa çıkmayarak bu iyiliğe karşı nankörlük yapıyorum zannına kapılmak. Buna halk dilinde sanıyorum “İki arada, bir derede kalmak” veya “Aşağı çemkirsen* sakal, yukarı çemkirsen bıyık” deniyor. Ben ne diyeyim ona da karar veremiyorum. (*Takipçilerime karşı ayıp olmasın diye malûm kelimeyi kullanmadım.) (28 Nisan 2020)

Diyelim ki sinema salonları bir daha açılmayacak, yok olacak. O zaman sinema filmi yapımı da duracak. Diyelim ki 50, demeyelim ki 100 yıl sonra benzer bir salgın olduğunda sanıyor musunuz ki insanlara izlemeleri için TV filmleri, dizileri tavsiye edilecek. Hayır, yine Fellini, Bilge Ceylan, Godard, Kavur, Kurosawa, Ömer Akad, Antonioni, Zaim, Peckinpah, Erdem, Penn filmleri tavsiye edilecek, çünkü bugünlerde çekilen TV filmleri, dizileri, yönetmenleri, oyuncuları hatırlanmayacak bile; “dediydi” dersiniz. (29 Nisan 2020)

Bizim köydeki Nohut şehre geldiğinde Leblebi olmuş, köydeki cıvık hamurdan yapılıp saç üzerine yayılan Akıtma da şehre gelince küçülmüş ve adı Krep olmuş. Köydeki Sadi Efendinin şehirde Sadi Bey olması gibi. (30 Nisan 2020)

Bu Koronalı günlerde Kiziroğlu Mustafa Bey ile Sarı Çizmeli Mehmet Ağa ne yapıyor acaba? (30 Nisan 2020)

Zamane ortamı malûm, TV.de klâsik sanat müziği dinliyorum. Terennüm eden sanatçı şarkıya başladı, “Bir kızıl goncaya …”, gayri ihtiyari telâşlandım, neyse ki “… dudağın” diye devam etti. Telâşım şarkının “… yanağın” şeklinde devam etme ihtimaliydi. Malûm bazı türkü ve şarkıların sözleri de zamane ortamında sakıncalı bulunuyor ve değiştirilebiliyor. Yarım doların 3,52 TL olduğu bu günlerde benim bu tedirginliğimi şahsen makûl gördüm, siz de öyle görün lütfen. (02 Mayıs 2020)

Küçük TV ekranının itici bir tarafını daha keşfettim. Yaşadığımız günler ve ortamda çoğunlukla yandaş Fox TV.yi izliyorum. Yaptığı tanıtımlarda programına aldığı filmlerin fragmanlarını o kadar çok gösteriyor ki sevdiğim filmlerden nefret edecek hale geldim. Şu sıra “Çalgı Çengi” o pozisyonda. “Cingöz Recai: Bir Efsanenin Dönüşü”yi pek sevemediğim için onda bir sorun yok. Fox TV.ye bir şiir uyarlamasıyla sesleneyim. “A be Fox TV / O kadar çok gösterme şu fragmanları / Çocuk öğürüyeri / Kusuyeri / Hastalanıyeri.” Sinema salonunda aynı fragmanı taş çatlasa bir haftada bir-iki kez izlersin; bıktırmaz seni, aksine filmi merak ettirir. (03 Mayıs 2020)

Her yıl 1 yaş alma uygulamasını her 10 yılda 1 yaş alma olarak değiştirirsek Kasım ayında 7 yaşıma gireceğim. Nasıl fikir ama? Bunlar hep Koronavirüs yüzünden uygulanan 65 yaş üstü sokağa çıkma yasağı uygulamasının verdiği ilham yüzünden oluyor. Allah devlete millete zeval vermesin, ancak bize zeval verdiği muhakkak. (04 Mayıs 2020)

(05 Mayıs 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sinemada İlk Temas: Gişeciler

Günümüzün en popüler tartışma başlıklarından biri; “Sinemanın geleceği ne olacak?.. Dijital dönüşüm sürecinden sonra sinemalar yok mu olacak?” Sinemanın “yok olması” mümkün gözükmüyor. Sinema “izleyiciye” sunulabilecek en üst düzey teknik imkânlara sahip, “filmciler” için de yüksek gelir kaynağı olma özelliğindeki alan olarak, aslında ayrıcalıklı bir olgudur. Bugün yaşanan tartışmalar, bu kez göbeğine virüs krizini koyup sinemanın o iştah açan ticari gücünü zedelemeye çalışarak, rol çalan diğer mecralardaki tüccarların yaptığıdır.

Öte yandan değişime engel olunamıyor. Teknik şartların geliştiği, yeni imkânların ortaya çıktığı, görüntü kalitesi, gösterim versiyonları gibi bir çok unsurun en rafine izleme arzlarıyla ortaya çıktığı her geçen gün, sinema da gerek salonları gerek filmleriyle bu değişime ayak uydurmak zorunda. Bugün, Türkiye’de dört binden fazla sinema çalışanı, direkt saha emekçisi işine mücbir sebepten ötürü gidemiyor. Bu dramatik durum öncesinde de, belki de sadece sinemacılığa özgü birçok iş kolu değişime, dönüşüme ve tasfiyeye uğramaktaydı. 01 Mayıs Emek ve Dayanış Günü sebebiyle büyük bir değişim geçiren sinema gişelerindeki emekçileri hatırlamak ve onların nezdinde bütün işçilerin bayramını kutlamak isterim.

Türkiye’de 1980 – 1990 arası etkin bir sinemacılıktan bahsetmek doğru olmaz. Ne izleyici, ne salonlar ne de film üreticileri bu yıllar arasında süreklilik sağlayamamıştır. Dünya genelinde 1980 öncesinde sinemacılığa ait birçok mefhum 2000’lere dek sürse de yeni bin yılın başlamasıyla beraber adeta ritüelleşmiş birçok alışkanlık birer birer sinemacılık dünyasından çıktı. Bu unsurlardan biri de ‘gişeciler’. Gişeciler, hanutçuların (çığırtkanların) ortadan kalkmasıyla bir sinema işletmesinde ilk diyaloğa girdiğiniz insanlardı. 1980 öncesi, bugün hâlâ sebze – meyve pazarlarında, otobüs garajlarında, işportacıların önünde görebileceğiniz hanutçular sinema girişlerinde de mevcuttu ve gösterilen filmlere izleyici kapabilmek için ‘gel – gel’ yaparak yoldan geçenleri çevirmeye çalışırlardı. 1990 sonrasında film dağıtımcılığı kolunun organize olmasından sonra salonların film temini başka bir düzene geçti ve hanutçular hızla ortadan kalktı. Yeni düzende televizyon tanıtımları, reklâm panoları, gazete değerlendirmeleri gibi araçlarla sinemasever etkin olarak haberdar ediliyordu. Hanutçular, gişeciler, bilet kesiciler, teşrifatçılar, makinistler, gong, perde, gazozcular, frigocular, açık hava sinemaları, arabalı sinemalar (drive-in), film makineleri, Türkel, Prevost, Cinemecanica; şimdilik bizi terk eden başlıklardan bazıları. Açıkçası uzun vadede bu unsurların yerlerine döneceğini, bugün ileriye doğru diye tanımladığımız değişimin güzergâhında geçmişte yer alan bütün bu unsurların olduğunu düşünüyorum.

Kolay değildi film izlemek sinemalarda eskiden. ‘Gitme kararı’nın ardından ilk olarak diyalog kurduğunuz insan gişeciydi. Sabahtan akşama dek kitabını okur, örgüsünü örer, kabinin içinde araladığı küçük penceresinden, ıstampa – mühür şovuyla bilet satışı yapan gişeciler. Önce daha rahat duyabilmek için mikrofon sistemleri, sonra bilgisayar ve nihayetinde de e-bilet ile tahtından edilen gişecilerimiz. Tahttı adeta bazı gişeler ve içindeki kral ya da kraliçeden talepte bulunmanız mümkün değildi. Şimdiki gibi koltuk seçimi yapmak, 3D, Atmos tartışmalarına girmek söz konusu olamazdı. Maliye Bakanlığı mühürlü vergi fişinizi ve salondaki koltuğunuzu belirten yer numaranızı alıp ritüelinizi yaşamaya başlardınız. Sinemaya son gidişlerimde hiç kimseyle diyalog kurmadan filmleri izleyip ayrıldığımı hatırlıyorum. Oysa 1990 – 2005 arası gişecilerden, müdürlerine, salon sahiplerinden, yer göstericilerine kadar sinema salonları sinema kültürünün taşıyıcı direklerinden olmuşlardı benim için. Tahtından inmeyen, ağzını bıçak açmayan o gişeciler sizin müdavim olduğunuzu, bir film tutkunu, bir sinemasever olduğunuzu anladığında sohbeti hoş, samimi birer arkadaşa dönüşüyordu.

Çoğu Beyoğlu’nda olan bu sinema emekçilerinden bazılarını hatırlamak ve Türkiye’deki bütün sinema çalışanlarının hizmetlerini bugünün şerefine anmak istiyorum. Hepsine uzun ve mutlu ömürler olsun…

* Ayten Dereli (Lale Sineması)
Beyoğlu’nun Taksim Meydanı tarafından girildiğinde soldaki ilk sinema işletmesi olan Lale’nin 1995 – 2005 arası güler yüzüyle gişeciliğini yapan Ayten Dereli mesleğini uzun süre aralıksız icra edenlerdendi.

* Canan Ertunç (Beyoğlu Sineması)
Beyoğlu’ndaki Beyoğlu Sineması’nın 10 yıllık gişecisi. 1995 – 2005 yıllarında etkin hizmet veren Canan Ertunç sinemanın girişindeki merdivenlerin ortasında yer alan gişede sürekli kitap okurdu.

* Gülseren Öztuna (Fitaş Sineması)
Fitaş Sineması gişecilerinden.
Sıra başı bilet isteyenlerden,
bozuk para sıkıntısından ve
saygısız yaklaşımlardan
şikâyet eden gişecilerimizden
Gülseren Öztuna.
Beyoğlu sinemalarındaki
40 yıla yakın süren hizmetiyle
en eski gişecilerinden.

* Gülşah Arıcı (Sinepop Sineması)
20’li yaşlarında gişeciliğe başlayan Gülşah Arıcı’yı, Sinepop Sineması’nın gişesinde güler yüzü
ve mavi gözleriyle sinemaseverler kolaylıkla hatırlayacaktır.

* Güner Bakkaloğlu (Sinepop Sineması)
Tarihi Sinepop Sineması’nın 2000’den önceki 35 yıllık gişecisi.

* Güner Hergül (Emek Sineması)
Emek Sineması’nın 2000 öncesi gişecilerinden.

* Neslihan Kalaycı (Atlas Sineması)
Atlas Sineması’nın 2000 sonrasındaki gişecilerinden.

* Nigar Eren (Atlas Sineması, Alkazar Sineması)
Nigar Eren şen şakrak karakteriyle Beyoğlu’nda 20 yıldan fazla gişecilik yaptı. “Gişecilerin suratsız olduğunu söyleyenler”den öncelikle kendilerine nazik davranılmalarını talep etmişti bir sohbetinde. “Bizleri danışma memuru olarak görüyorlar, saat soruyorlar, belediyelerin belirlediği tarifler sebebiyle bizi suçluyorlar” diyerek serzenişte bulunuyordu.

* Nimet Geldigitti (Emek Sineması)
Nimet Hanım, Emek Sineması’nın emektar gişecilerindendi. 2000 öncesi 25 yılı aşan hizmetiyle alanında uzmanlaşmıştı.

* Sadiye Bilgili (Alkazar Sineması)
2000 sonrası Alkazar Sineması’nda hizmet veren Sadiye Bilgili tam bir film tutkunuydu. Mesaisi dışında sinemada gösterilen filmleri izlemeye çalışırdı. Bilgili’nin 20 yılı aşan bir gişecilik hizmeti bulunuyor.

* Sema Cibelik (Fitaş Sineması)
Fitaş Sineması’nın otuz yıllık gişecisi.

* Sercan İnal (Moda Sineması)
Sercan İnal da hoş sohbeti, anaç yapısı ile bilet satışının yanı sıra güler yüzü ve ilgisiyle sinemaseverler tarafından çabukça hatırlanacak emektarlardan. 15 yılı aşan hizmetiyle Sercan İnal, Kadıköy Moda Sineması’nın güzel yüzlerinden biriydi.

* Şükran Öztek (Emek Sineması)
Emek Sineması’nın son dönemindeki (2000 ve sonrası) gişecisi.

* Türkan Özana (Sinema 74 Bakırköy)
Bakırköy’ün eski sinemalarından Sinema 74’ün 20 yılı aşkın hizmetlisi Türkan Özana…

* Ümran Tangün (Atlas Sineması)
Ümran Tangün, bilet alması öyle kolay olan gişecilerden değildi. Atlas Sineması gişesinin Ümran Tangün’ü işini en hızlı yapanlardandı. Disiplinli ve net. 30 yıla yakın hizmetiyle unutulmayacak sinema emekçilerindendir.

* Yaşar Erkiletli (Fitaş Sineması)
Hiç konuşmayan, soğuk bir görünüme sahip olan Yaşar abla Dünya ve Fitaş Sinemaları’nda 20 yılı aşan bir gişe hizmet verdi. İşinin ehli ve son derece disiplinliydi. Bilet alanların, sinema salonlarının yönetim sorunları ve filmlerin içeriklerinden ötürü gişecileri suçlamasından yakınırdı.

* Zeynep Süs (Site Sineması, Fitaş Sineması, As Sineması)
Eski gişecilerden bir diğeri, Zeynep Süs. 40 yıllık hizmeti ile İstanbul’un köklü sinemaları, Harbiye As Sineması, Şişli Site Sineması ve Beyoğlu Fitaş Sineması’nda onunla karşılaşmak mümkündü.

Atlas Sineması’nın gişecileri Ümran Tangün (solda), Nigar Eren, teşrifatçısı ve müdürü Suphi Oktay bilet tasnifi sırasında… e-bilet uygulamaları yaygınlaşmadan önce festival dönemlerinde yoğun izleyici beklentisi nedeniyle bilet tasnifi ve ön hazırlık aşamaları uzun süreler boyunca devam ediyordu.

Beyoğlu Sineması’nın Emektarları:
Fatma Kurtuluş, Osman Gümüşten, Nevzat Şahinyılmaz, Kemal Karadeniz, Mehmet Kenan.

Emek Sineması’nın Emektarları:
İlhan İraz, Aykut Karaağaç, İskender Sarıtaş, Hikmet Dikmen, Selma Uçar, Şükran Öztek, Naciye Dikmen. Arkadakiler: Ahmet Yumurtacı, Hayrettin Akkoç, Murat Aldemir.

Emek Sineması’nın gişecisi Güner Hergül, Nimet Geldigitti, sinema yöneticisi ve ortağı Süheyla Kurtuluş (ortada), Murat Aldemir ve Hayri Akkoç (en sağda) festival hazırlığında bilet tasnifi yapıyor.

Emek Sineması’nın gişecisi Güner Hergül, Nimet Geldigitti (en sağda),
Murat Aldemir (en solda) ve Hayri Akkoç festival hazırlığında bilet tasnifi yapıyor.

Lale Sineması’nın Emektarları:
Ayten Dereli,
Fikret Avşar

(üst sıra soldan üçüncü)
ve sinema çalışanları.

Film festivali için bilet ön satışları Beyoğlu’nda SE-SAM Genel Merkezi’nde sinema temsilcilerinin gözetiminde gerçekleştiriliyordu. Fotoğrafta Rexx Sineması temsilcisi, Beyoğlu Sineması müdürü Temel Kerimoğlu, Sinepop Sineması temsilcisi, Atlas Sineması müdürü Cevdet Pişkin ve Emek Sineması temsilcisi Hayri Akkoç, Antrakt Sinema Gazetesi objektifine poz verirken görülüyor.

Türkiye sinemacılığı tarihinde büyük bir yere sahip olan Beyoğlu ve Yeşilçam’ın göbeğinde yirminci yüz yılın sonlarında sinema salonlarında emek vermiş, çalışmış yukarıdaki saygıdeğer insanların nezdinde bütün sinema emekçilerinin ve dünya işçilerinin 01 Mayıs Emek ve Dayanış Günü kutlu olsun.

(02 Mayıs 2020)

Deniz Yavuz

(Bu yazının ilk yayını 09 Nisan 2020 tarihinde http://www.antraktsinema.com sitesinde yapılmıştır.)

Arkadaşımın Aşkısın

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Web sitesinde dolaşıyorum, bağlantılar bölümünün başında AKSAV – Antalya Kültür Sanat Vakfı’nın http://www.aksav.org.tr adresine gireyim de nostaljik bir ziyaret yapayım dedim. Demez olaydım, adrese tıklayınca Alaaddin Keykubat Siber Akademi Vakfı’nın web sitesine bağlandı. Sinemaseverler bilir, ülkemizin en önemli film festivali olan Uluslararası Antalya Film Festivali’nin en parlak yıllarını bu vakıf organize etmiştir fakat ne acıdır ki siyasetin acımasız darbesiyle yok olup gitmiştir. Sanal alemde de suya yazılmış yazı gibi kaybolmuştur. Genelde Eylül aylarında yapılan Uluslararası Antalya Film Festivali’nden yerel yönetim değişikliği nedeniyle bu yıl henüz herhangi bir haber alınamıyor. Yıllarca festivale emek veren bu vakfın çalışanları halen Antalya’nın muhtelif kurumlarında görev yapmaktadırlar. Yeni yerel yönetimin, bu arkadaşların tecrübelerinden faydalanması dileğimizdir. (21 Haziran 2019)

Başrollerini Gerard Depardieu, Sandrine Kiberlain, Adriana Ugarte ve Daniel Auteuil’in oynadığı “Amoureux De Ma Femme” adlı Fransız filmi 26 Temmuz’da “Arkadaşımın Aşkı” Türkçe adıyla gösterime giriyor. 70’ine merdiven dayamış bizim kuşak “Arkadaşımın Aşkı” denildiğinde tereddütsüz, Hindistan’ın efsane oyuncusu Raj Kapor’un ülkemizde bu Türkçe isimle gösterilmiş “Sangam” orijinal isimli filmini hatırlar. Yeni filmde her ne kadar Fransız sinemasının usta ve sevilen isimleri Depardieu ve Auteuil oynasa da bundan sonra da “Arkadaşımın Aşkı” denildiğinde bizim kuşak yine Raj Kapor’u hatırlayacak. 2009 yılında da “My Best Friend’s Girl” adlı yabancı filme de ithalatçılarımız aynı Türkçe adı koymuşlardı. Yerli filmlerimiz arasında da bir adet isim benzeri film vardır ki, “Arkadaşımın Aşkısın” adlı filmin başrollerinde İzzet Günay, Filiz Akın ve Ekrem Bora oynamıştır. Büyük ihtimalle yanlış bir kanaattir ama bahsi geçen yerli filmin “Sangam”la aynı zaman aralığında sinemalarda gösterime sunulmasını hep “Sangam”ın rüzgârından faydalanma olarak algılamışımdır, çünkü o yıllarda Raj Kapor’un unutulmaz “Avare”si hâlâ hatırlanmaktaydı. (24 Haziran 2019)

Sanıyorum son zamanlarda yeni bir hastalık icat ettim ve hemen duçar oldum; adını da “Yanlış Anlama Hastalığı” koydum. Haberleri izlerken şöyle anlıyorum: Amerika Başkanı Donald Trump, Japonya’da yapılacak Gey İrmi (G20) Konferansı’na katılacakmış; İngiltere hâlâ Brad Pitt (Brexit) krizinden kurtulamamış. (26 Haziran 2019)

Görüntü deyip geçme ve görüntülerin efendisi sinemayı küçümseme; dokunma olmadığı zaman her şey görüntüden ibarettir. Hepimiz görüntüyüz. (27 Haziran 2019)

Orhan abimiz de olsan bazen saçmalayabiliyorsun. “Dünyaya doymadan geçip gideceğim.” diye üzüntülere gark olduktan hemen sonra “Bıktım artık yaşamaktan.” diye kederleniyor. Dünyaya doymadıysan yaşamaktan niye bıkıyorsun birader? (04 Temmuz 2019)

Hayatın binbir çeşit cilvesi var. Kimisi sosyetik oluyor, arş-ı âlâya yükseldiğini sanıyor; kimisi sos olarak kalıyor, kederlere gark oluyor. İkisini de olmamalı, ortaları seçmeli. Engin gönüllü, hoşgörülü, sevecen, kalender, cömert, veren olmalı; hem kendini, hem başkalarını mutlu etmeli. (18 Temmuz 2019)

Çok küçük bir zaman aralığındayız, telâşlanmayın. Daha nice güzel insanlar gelip geçecek bu dünyadan. Sebep? Onların yüzü suyu sebebiyle dönüyor ya bu dünya. Sebep o. (19 Temmuz 2019)

Bu hafta vizyona giren Kod Adı: Hummingbird” vesilesiyle hatırlarsak, 21 Aralık 2012’den beri “Kod Adı: Şunlar”ı izlemişiz: Kod Adı: Angel”, “Kod Adı: JCVD”, “Kod Adı: K.O.Z.”, “Kod Adı: Londra”, “Kod Adı: Olympus”, “Kod Adı: Sosisli”, “Kod Adı: U.N.C.L.E.”, “Kod Adı: Venüs”. Bu duruma göre hemen her yıl bir adet “Kod Adı: Falanca” filmimiz var. (Bu değerli bilgiden bir fayda sağlanacağını sanmıyorum ama olsun bilgi bilgidir.) (27 Temmuz 2019)

Üst düzey devlet yetkililerinin verdikleri beyanatlarda “Kusura bakmayın / bakmasınlar” ifadesini kullanmalarına sinir oluyorum. Bu ifadeyi kullanarak kendini kusurlu bir iş yapıyormuş gibi göstermene ne gerek var kardeşim? Muhatap aldığın kişi veya kuruluşları niye kendinden üstünmüş gibi mânâlandırıyorsun. Yapma. (28 Temmuz 2019)

Damadın Bakan olduğu memlekette Belediyelerdeki akraba atamalarına yapılan giydirmeler züğürt tesellisi gibi bir şey. Çok yüksek makam sahiplerini giydirmek pek pahalı olduğundan olsa gerek muktedir yandaşları daha aşağıdaki muhalif makamları dillerine doluyor. (30 Temmuz 2019)

Memleketin hemen her şeyinde binbir çeşit lezzet var. Halk ozanlarımızda da öyle. Her biri farklı telden çalıyor, söylüyor; birisi “Gözlerime bir baktın, yaktın ah beni yaktın.” derken, ötekisi “Şemsiyemin ucu baston, söyle canım kimdir dostun.” diyor. (Her iki türküyü de çok severim.) (01 Ağustos 2019)

Kimsenin bilmediği bir bilgiyi ifşa ediyorum: Japon yemeği olarak bilinen Suşi, dünyaya Sivas’ın Suşehri’nden yayılmıştır. (İnanmayın, salladım. Hayata dönüşümün ilk esprisidir.) (12 Ekim 2019)

Bir çöpçüye nasıl hayran olunur: Bugünkü yürüyüşümün sonuna doğru otobüs durağında banka oturdum dinleniyorum. Yanıbaşımdaki yaşıtdaşım eve kadar dayanamamış herhalde, çiğ kestane yiyor, kabuklarını da oturduğumuz bankın altına ittirmeye çalışıyor. Tam o sırada yan taraftan süpürgesiyle bir çöpçü peyda oldu; “Bırak abi bırak, ben alırım.” diyerek kestane kabuklarını süpürmeye başladı. Yanımdaki yaşıtdaşım, kızarıp, bozararak “Yahu arkadaş hiç yapmam ama yapmış bulundum kusura bakma.” deyince engin gönüllü çöpçü ne dese beğenirsiniz? Aynen: “Sorun yok abi, sorun yok. Siz çöp atmasanız biz işsiz kalırız.” dedi ve diğer ufak tefek çöpleri süpüre süpüre yürüdü gitti. (Olay mahalli Şişli Ergenekon Caddesi ile Bilezikçi Sokağın kesiştiği yerdir.) (13 Ekim 2019)

İkametgâhımızın bulunduğu semtte 2 adet taksi durağı var. İnan olsun ne zaman arasak cevaben hep “Maalesef abi.” diye cevap veriyorlar. O nedenle komşulara durakların adını Maalesef Durağı olarak değiştirdiğimi şuradan duyurmuş olayım. Bundan böyle telefon açtığınızda “Maalesef var mı?” diye sorun. %’de % ihtimalle “Var abi/abla.” diyeceklerdir. (16 Ekim 2019)

Uçaktan indik, valizleri alıp dışarı çıkınca telefonu açtım, “Pil gücü düşük” yazıyor. Dalaman Havalimanı’nda “Pil Gücü” bulan olursa havalimanı danışmaya bıraksın lütfen; dönüşte alırım. (16 Ekim 2019)

(25 Nisan 2020)

Sadi Çilingir

[email protected]

Türkiye Sinemasına İdeolojik Bir Bakış: Kifayetsiz Pastoral

Çağımızın en güçlü, yaygın ve kolay anlatıcısı sinema, yaşayan her şey gibi değişiyor muhakkak. Bu değişim teknolojik olduğu kadar ideolojik de oluyor. Buna da bağlı olarak yeni bakış açıları, yeni hedefler, yeni izlekler doğuyor.

Yazar ve yönetmen Rıza Kıraç, epeyce önce yeni bir pencere açtığı Türkiye sinemasına yeniden dönüp güncelleyerek aradaki değişimi de gözeterek (bu arada kitabın adını da değiştirerek) aktarıyor biz okurlara.

Sinemanın yaygınlığı ve gücü doğaldır ki, egemen erkin dikkatini çekmiş ve her seferinde kullanmaya çalışmış; Hitler’in ajitasyon ve propaganda çalışmalarını anımsayacaksınız. Egemen erke muhalif olanlar da bu önemli, önemli olduğu kadar güçlü olanağı kullanmak istemiş ve ellerinden geldiğince (buradaki olanaklar doğaldır ki, para) yararlanmaya çalışmış. Kimi zaman “kör parmağım kör gözüne” gibi alabildiğine didaktik kimi zaman da tuz eklenmemiş çorba gibi tatsız olmuş, ama tarihe en çok kalanlar da bunlar olmuş.

Sinemanın katmanları…

Bir filmin görünen yüzü vardır, herkesin gördüğü, anladığı anlatılan… Sonrasında katman katman yükselir bu anlamlılıklar. İşte siyaset ya da ideoloji orada giriyor devreye. Görünenin üzerine yüklenen anlamlar yaşama, geleceğe bakışımızı etkiliyor, başarıyla yapılmışsa. Kimi zaman “bir şey anlamadım” diye ahkâm kesilen filmler aslında en tam da o insan için önemli mesajlar içeriyor kimi zaman da hedef gösteriyor.

Rıza Kıraç, “Kifayetsiz Pastoral”de sinemayı, yönetmenlerin sinema anlayışını 10 bölümde ele almış. Filmin öyküsünden oyuncusuna, kadrajından montajına, geniş anlamda hayata bakışından gizlediği ideolojiye kadar geniş perspektifte irdeliyor. Bu arada edebiyatın ne denli belirleyici olduğunu vurguluyor. Anlatacağı öykünün edebi yapısı yazar tarafından kurulmuş zaten, işin ana kısmı tamamlanmış sayılır. Film onun üzerine çok daha kolay yükselir. Kıraç’ın örneklerle açtığı bu noktayı siz de aklınızda kalan filmlerle çakıştırabilir ve kitabı okumak için bir neden daha bulmuş olursunuz.

Günümüz sineması…

Her şey değiştiği gibi sinema ve filmci de değişiyor. Doğrudan edebiyattan alınan konu ve/veya öz yerine günümüz sinemacısı kendi dramatik yapısını kuruyor artık. Son dönem yönetmenlerin kendi yazdıkları senaryolarla film yapmaları, izleyicinin beğenisini kazanmaları, yurtiçi ve dışında ödüller almaları bu temeli iyi kavramış olmalarının da kanıtı (Rıza Kıraç, en tam böyle söylemese de gösterdiği yol, tam olarak bu).

Bugün Türkiye sineması deyince akla ilk gelen yönetmenlerin filmlerini tek tek irdeleyen, ideolojik olarak nerede durduklarını anlatan Kıraç, bir bakıma biz izleyicinin de yönetmenin gizli (ideolojik) düşlerini yakalamamızın yolunu açıyor. “Karanlık”, “pastoral”, “muhafazakâr”, “sükûnetli”, “postmodern”, “politik/dini” (bu tanımlar kitapta yer alan yönetmenlere/akımlara yönelik yazarın vurguladıklarından süzdüklerim… ama kimler ve/veya hangi filmler üzerinden gitmiş, onu da kitabı okuyarak kavramak mümkün) filmlerle günümüz Türkiye sinemasını ve öne çıkan filmlerini anlayabileceğiz.

Sinemanın kazandırdıklarını/kaybettirdiklerini veya kazandıracaklarını/kaybettireceklerini saptamak için sinemanın ideolojisini, politik bakışını iyi bilmek gerekir. Rıza Kıraç bize bu olanağı sağlıyor.

Kifayetsiz Pastoral
Rıza Kıraç
İthaki Yayınları
Kasım 2019, 384 s.

(16 Nisan 2020)

Korkut Akın

[email protected]

(Kitap Eki Dergisi’nin Nisan 2020 Sayısından…)