Kategori arşivi: Yazılar

Sultan

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Nostaljiye fazla takmamalı, herkesin mazisi kendinden menkûl. Bizim kuşak “Ah o Türkân yok mu ah o Türkân” diye kavruldu, Ediz Hun’larla Göksel Arsoy’larla hayaller kurdu. Önceki kuşağımıza bakıyoruz, Cahide Sonku, Gülistan Güzey, Grace Kelly, James Dean, Bülent Ufuk diyorlar da başka bir şey demiyorlar; Safiye Ayla, Bebek Gazinosu’nda şakımaya başladığında Küçüksu sahillerinde huşu içinde dikkat kesildiklerini anlatıyorlar. Muhtemelen günümüz kuşağı da Türk Sanat Müziği denildiğinde Ayşen Birgöl ve Gökhan Sözen’i anlata anlata bitiremeyecekler, rüyalarında Melisa Sözen, Aras Bulut İynemli ile haşır neşir olacaklar. O nedenle ne yazsak, ne anlatsak hep eksik kalacak; tam ifade etsek de algılama mutlaka yetersiz olacak. (29 Mart 2020)

Cinemaximum’un Oscar kazanmış filmleri 12 TL.den yeniden vizyona sunması iyi bir uygulama. “Judy”yi görememiştim, gördüm. Salonda çoğunluğu orta yaşlı bayanlardan oluşan kalabalık denebilecek seyirci vardı. Arkamdan “Dolma ihtimali var mı?” diye bir ses gelince, “Yok, burası sinema, lokanta değil.” deyiverdim. Döndüm baktım, meğer kenardaki yerini beğenmeyen emsalim bir delikanlıyı yanındaki arkadaşı, “Orası değil, burası.” diye uyarıyor. Gülüştük. Kısmetse yarın da “Joker”i izleyeceğim; “Parazit”i vizyondan önce basına özel yapılan gösterimde izlemiştim. (23 Şubat 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Bir kalbin değeri, ne kadar sevdiğiyle değil, ne kadar sevildiğiyle ölçülür.” (Billur Köşk-The Wizard of Oz, Yön: Victor Fleming.) (26 Şubat 2020)

Ağzımı açayım da biraz ortama saydırayım diyorum; sonra, duyup açılış yapmaya gelir diye ağzımı açmaktan vazgeçiyorum. (02 Mart 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Kimin deli, kimin veli olduğu bilinmez.” (Sabit Kanca: Son Soru, Yön: Nuri Yıldız.) (04 Mart 2020)

Kader: Ülkemizin en ünlü çizgi romanlarından Karaoğlan’ın çizeri Suat Yalaz ve Kara Murat’ın çizeri Abdullah Turhan bugün, 02 Mart 2020 Pazartesi günü hayatlarını kaybettiler. Suat Yalaz, Akşam Gazetesi’nden ayrıldığı yıllarda Abdullah Turhan bir müddet Karaoğlan’ın çizimlerine katkıda bulunmuştu. Kaderin böylesi. Allah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun. (02 Mart 2020)

Hadi hayırlısı, sokağa çıkma kısıtlaması ilerledikçe eve başka vasıflar yüklemeye başladım. TV.nin bulunduğu salonumuz gözüme Kanyon Sineması’nın 9 no.lu salonu gibi gelmeye başladı. Koridordan arka tarafa geçerken sanki Kadıköy’den vapura binmişim de Beşiktaş’a geçiyormuşum gibi bir his. Vapurdan iniyorum, köşeyi dönüyorum aaa Hilton’un Kral Dairesi’ne gelmişim, aslında yatak odası tabi ki. Mutfak tıpkı Antalya Rixos Oteli’nin restaurantı. Banyonun da olduğu def-i hacet makamı bildiğin modern bir SPA merkezi. Haa bu arada hanıma da Buckingham Sarayı Kraliçesi gibi aşırı saygı göstermeye başladım. Korkarım bir müddet sonra “Çıkın dışarı” deseler de çıkmayacağım. Hadi hayırlısı. (30 Mart 2020)

Alın size bir türkümüzden güzel bir cümle: Hop diridiri dat diri dittiri dom. Sallayın gitsin, her yere uyar. (31 Mart 2020)

“İz’an ya da iban, işte bütün mesele bu.” / Efendim, burada iz’an, olmak, iban ise olmamak mânâlarına tekabül ediyor. Günümüzün güzide yazarı, mazimizin ünlü muharririnin sözüne atıfta bulunuyor. (Atıf Kaptan?) (01 Nisan 2020)

Mizah, “durdurulamaz güç”tür. (01 Nisan 2020)

Sokağa çıkma kısıtlamasının ilginç keşifleri de oluyor. Bugün, kütüphanemizdeki kitapların baskı tarihlerinden de ne kadar yaşlandığımızı anlayabileceğimizi keşfettim. Arkadaşın biri Füruzan’ın “Benim Sinemalarım” adlı kitabının 22. baskısının kendisine ulaştığını sosyal medyada sevinçle paylaşmış. Bende kitabın Bilgi Yayınevi’nce yayınlanmış ilk baskısı var, tarihine baktım: 1973. Kitabı 23 yaşında okumuşum, üzerine 47 yıl eklemişim, olmuşum 70. Vah. (02 Nisan 2020)

Hadi yine iyisiniz, yapayım bir petibör şarkı da neşenizi bulun: Ankara’nın bağları da büklüm büklüm yolları; Urfalı’yam ezelden gönlüm geçmez güzelden; Kız sen İstanbul’un neresindensin; Bursa’nın ufak tefek taşları; Çanakkale içinde aynalı çarşı; Sivas ellerinde sazım çalınır; Adana’nın yolları taştan; Mardin’e le Mardin’e düştüm senin derdine; Oy Trabzon Trabzon için kalaylı kazan; Anteb’in hamamları sallanır külhanları… (04 Nisan 2020)

Bütün günlerin tek bir kaderi var: Maziye karışmak. (11 Nisan 2020)

65 yaş üstü mahkûmları da saldılar mı? Saldılarsalar biz mahkûm olmayan 65 kuru üstü mahkûm olmayanlar niye evde mahkûmuz? Yoksa biz kûmuzmah mıyız, muzmahkû muyuz? (16 Nisan 2020)

Bugün sinema filmlerinin sınıflandırılmasında kullanılan +yaş uygulamasının ifadelendirilmesi ile hem abim, hem yaşıtım sayılan bir büyüğümüzün yaş gününü kutladım. “Hem abin, hem yaşıtın nasıl oluyor?” derseniz cevap vereyim: İkimiz de 50+ yaşındayız Doğru mu? Doğru. Gelgelelim bendenizin +’sı 19, zat-ı alilerinin +’sı 26’dır, dolayısıyla büyüğüm sayılır. Doğru mu? Tabi ki bu da doğru. (16 Mayıs 2020)

Az önce kütüphanemi karıştırdım, yüzlerce festival kitabı, broşürü, çantası, kalemler, bardaklar, tişörtler gırla gidiyor. Yarın, öbür gün, şu sıralar ertelenmeyip de online olarak yapılan festivalleri hatırlamaya çalıştığımızda aklımıza sadece http://www… ya gelecek, ya gelmeyecek. Bunu da yazın bir kenara. (16 Mayıs 2020)

Eski zamanların Türk sanat müziği şarkıları, kanaatimce kavuşulamayan sevgililere yazılmış ve bestelenmiştir. / Benimle yaşıt olan film: “Trenin Ciotat Garına Gelişi” (L’arrival d’un Train a La Ciotat). Öyle. (25 Mayıs 2020)

(08 Haziran 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sadi Çilingir Yazıyor: Filim Bitti

Herşeyin değerini kendimiz belirliyoruz. Bana göre veya sana göre bir şey değersizse değersizdir, değerliyse değerlidir. Güftekâr, “Ah o Türkân yok mu ah o Türkân, yine öptürmedi yanaktan” derken kederlere gark oluyor, oysa o yanakları yağmur her yağdığında, rüzgâr her estiğinde, güneş her parladığında öpüyor. Keza Sultanın ellerine şiirler yazılıyor, gözlerine tablolar yapılıyor, oysa o eller kalem de tutuyor, kadeh de kaldırıyor. … Devamı… »

Velvet Goldmine

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Hatırlarım, TV öncesi çağlarda sinema oyuncuları yılda 12 – 13 filmde oynadıklarında “yüzlerini eskitiyorlar” diyerek serzenişte bulunulurdu. Şimdilerin TV ve dijital ortam çağında maşallah bir diziye başlıyorlar, yılın neredeyse 52 haftasında da karşımızda oluyorlar; yüzlerini eskitmek bir tarafa, sıfırlıyorlar, siliyorlar. Ne sevdiğimiz sanatçıları özlemek kalıyor, ne heyecanla yeni filmlerini beklemek kalıyor. Yok edin elbirliğiyle beyazperde sinemasını, bakalım elinizde ne kalacak. (03 Şubat 2020)

Tam teşekküllü sinemaseverlik böyle bir şey. Bu mevsimde Kos’a gittiğinde birayı bile tarihi Orpheus Sineması’nın kafesinde içer ve Eurocukları Yunan sektör insanlarının cebine akıtır. Aferim bana. Sinemada “Jumanji” oynuyor, 09 Ocak’ta Pinema’nın “1917”si gösterilecek. (05 Ocak 2020)

TV dizileri tatile girdiğinde araya sinema filmi sıkıştıran Görüntü Sanatçıları’nı ARTIK SEVMEYECEĞİM. (09 Ocak 2020)

Millet yaşlanınca Erenlere karışıyor, ben 70’liklere karıştım. Ne yapacaksın, kader. (09 Ocak 2020)

THY’nin uçağında bizinıs klas bölümüne bitişik ekonomik klas bölümünün ilk sırasına oturdum. Hostes geldi, aradaki perdeyi kapattı, kucağıma doğru sarkıttı. “Niye bizim mahalleye sarkıtıyorsun, sarkıtma.” dedim. Ciddiye aldı, araya sokuşturmaya çalıştı. “Bırak, bırak şaka yaptım.” dedim. Bıraktı. Şimdi perde bana bakıyor, ben perdeye; kuzu kuzu seyahat ediyoruz. (09 Ocak 2020)

İstanbul’u komple Araplara satalım, adı Arapistanbul olsun. İstanbulluları da Konya ovasında yeni kurulacak şehre taşıyalım adını Konistanbul yapalım. Al sana bir taşla iki kuş. Bu işte acayip para var, bütün sektörler hareketlenir; 10 – 15 sene de böyle idare ederiz. Allah uzun ömür versin. Amin, Cuma Cuma. (24 Ocak 2020)

Pek zamanı değil ama sabah sabah güldüreyim sizi. Bence 92. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film Ödülü’nü “The Irishman”, En İyi Yönetmen Ödülü’nü Sam Mendes kazanacak. (Herkes ödül töreninden önce tahminlerde bulunuyor, bendeniz de törenden sonra tahminlerde bulunayım ve sonucu tutturamayarak Oscar tarihine geçeyim dedim.) (10 Şubat 2020)

Ne zaman suyu tasarruflu kullanmaya niyetlensem Kanal İstanbul projesinin Sazlıdere Barajı’nı yok edeceği aklıma geliyor vazgeçiyorum. Deniz Yıldızı hikâyesine sığınayım diyorum, olmuyor. Aman doktor derdime bir çare. (10 Şubat 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: Öfkeni yarına taşıma, onu affet; yarın tekrar başlarsın. (Küçük Kadınlar-Little Women. Yön: Greta Gerwig) (12 Şubat 2020)

Pinema olmasaydı, bu filmleri sinemalarda zor görürdük: “Ölüm Yolunda” (Dead Man Walking), “Trainspotting”, “Kardeş Gibiydiler” (Sleepers), “Shine”, “Gridlock’d”, “İkiz Kasaba” (Twin Town), “Kayıp Otoban” (Lost Highway), “Büyük Lebowski” (The Big Lebowski), “Velvet Goldmine”, “Aşkın Gücü” (What Dreams May Come), “Makinist” (The Machinist) (15 Şubat 2020) (2020 Oscar Ödülleri’ne 10 dalda aday olan “1917” filminin ödül töreni öncesinde ülkemizde vizyona çıkarılmaması üzerine sosyal medya ortamında ithalatçı firmaya yapılan sitemlerin dozunu kaçırması üzerine yapılan bir paylaşım.)

Geçirdiğim hastalıktan sonra sesimde bir kalınlık oluştu. Kiminle konuşsam, “Abi sesin de pek bi Davudî olmuş” diyor. İfade, sesimin daha güzelleştiği mânâsına gelse de “Ne Davudî’si yahu, Sadî, Sadî.” demeden de kendimi alamıyorum. Haklıyım da, çünkü adaşım, “Gülistan” yazarı, şair Şeyh Sadi-i Şirazi çok makbûl bir kişidir gözümde. (21 Şubat 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Köylüler ona Hüzün Tanrıçası diyor.” (Seberg, Yön: Benedict Andrews.) (28 Şubat 2020)

Herkesin Derdi Kendine 1: Beyoğlu’ndaki bir müstakil sinemayı sahiplenerek yaşamını sürdürmesine vesile olan arkadaşların internet ortamında film ve dizi izlemeyi teşvik edici paylaşımlarda bulunmalarından bir sinemasever olarak rahatsızlık duyuyorum.
Herkesin Derdi Kendine 2: Eski Türkiye’nin yabancı film afişlerinde filmlerin orijinal adları da yazılırdı, yeni Türkiye’nin yabancı film afişlerinde filmlerin orijinal adları yazılmıyor. Grafiker arkadaşlarından bu konuda hassasiyet göstermelerini, filmin Türkiye hak sahibi yazılmasını istemese bile ısrarla hatırlatmalarını isterim.
Herkesin Derdi Kendine 3: Antalya’nın Konyaaltı sahillerini kiralayan ve haksız kazanç sağladığı belirtilen kişinin sürekli ünlü bir oyuncumuzun damadı olarak anılmasına sinir oluyorum. Adamın adını yazın kardeşim, niye sürekli oyuncuyu rencide ediyorsunuz? Haluk Levent ünlü birinin damadı olsaydı, yaptığı hayırları, onun adını anmadan “Falanca oyuncunun damadının yaptığı güzellikler” diye mi anacaktınız? (23 Şubat 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Bir kişinin fikrini değiştirebilirsen, tüm dünyayı değiştirebilirsin.” (Seberg, Yön: Benedict Andrews.) (28 Şubat 2020)

(30 Mayıs 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Filim Bitti

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Herşeyin değerini kendimiz belirliyoruz. Bana göre veya sana göre bir şey değersizse değersizdir, değerliyse değerlidir. Güftekâr, “Ah o Türkân yok mu ah o Türkân, yine öptürmedi yanaktan” derken kederlere gark oluyor, oysa o yanakları yağmur her yağdığında, rüzgâr her estiğinde, güneş her parladığında öpüyor. Keza Sultanın ellerine şiirler yazılıyor, gözlerine tablolar yapılıyor, oysa o eller kalem de tutuyor, kadeh de kaldırıyor. Baktığında tutkunlarını yakan o gözler ufku da seyrediyor, kuşları, ağaçları, çiçekleri de. (20 Mayıs 2020)

Bu arada farkında mısınız, “film çekmek”, “filme almak” gibi ifadeler de boşlukta kaldı. Çünkü pelikül üzerine, yani 35 mm film üzerine görüntü yerleştirilmesinden vazgeçilip dijital ortama görüntü yerleştirilmeye başlandı. Yani ortada elle tutulan, dokunulabilinen “film” diye bir şey kalmadı. Yeni adlandırma “görüntü yakalamak”, “zamanı dondurmak” veya yeni bir adlandırma mı olmalı? (17 Mayıs 2020)

Her ne kadar sevgiliye “odun” deniyor gibi bir mânâ çıkıyorsa da, güftekâr “Gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın.” derken işin romantik ve sevgi dolu yönüne meyletmiştir, benim gibi yanlış algılamayın. (27 Ekim 2019)

Otelin açık büfesinin çorba reyonuna yanaştım, baktım Ezo Gelin çorbası var. Yüzüme olanca tatlı sert bir ifade yerleştirerek, aşçıbaşına “Niye Ezo Damat çorbası yok?” diye sitem edeyim dedim. Aşçıbaşı çok hazır cevapmış, hemen karşıladı: “Yarın onu da yaparız abi.” dedi. Netice olarak 5 yıldızlı otelin 5 yıldızlı aşçıbaşısı. Öyle olmalı. (29 Ekim 2019)

Şu sıra Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne giydirme modası var. Genelde festivale davet edilenlerin suya sabuna dokunmayan, festivali metheden yazılar yazdıkları ve söylemde bulunduklarından bahsediliyor. Aslında değişen bir şey yok; davet edilenler festivali methediyor ve övüyor denildiği gibi, davet edilmeyenler de festivali kınıyor ve kötülüyor denilebilir. Aleyhte yazan ve söylemde bulunan kişiler davet edilselerdi bu yazılar yazılmayacaktı. Bu arada belirtelim, geçtiğimiz 2 yıl Antalya’da yapılmadığı için İstanbul’da Kaan Müjdeci öncülüğünde düzenlenen 54. ve 55. Ulusal Yarışmalarda kazananlar için 31 Ekim’de etkinlik yapılacak. Kim düşündüyse fevkalade bir jest. (30 Ekim 2019)

Otelin açık büfesinin çorba reyonuna yanaştım, baktım Tavuk Suyu çorbası var. Yüzüme olanca tatlı sert bir ifade yerleştirerek, aşçıbaşına “Niye Horoz Suyu çorbası yok?” diye sitem edeyim dedim. Aşçıbaşı çok hazır cevapmış, hemen karşıladı: “Yarın onu da yaparız abi.” dedi. Netice olarak 5 yıldızlı otelin 5 yıldızlı aşçıbaşısı. Öyle olmalı. (Aslında yok böyle bir şey, değerli takipçilerime deja vu duygusu yaşatayım diye geçen gün yaptığım Ezo Gelin çorbası esprime uyguladım.) (31 Ekim 2019)

Beşiktaş’taki Üsküdar teknelerinin iskelesine geldim, görevliye “Üsküdar’a Gideriken Aldı da Bir Yağmur İskelesi burası mı?” diye sordum. Biraz duraksadıktan sonra “Evet abi.” dedi. Dolayısıyla bu günden itibaren iskelenin adını yetkililere de onaylatarak değiştirmiş oldum. Duyun ve duyurun bunu. (Yakında Taksim Meydanı’nın adını da “Beyoğlu’nda Gezersin Gözlerini Süzersin Meydanı yapacağım, bilginiz olsun.) (21 Kasım 2019)

Tam “Artık yazılacak bir şey kalmadı” diyorsun, umudun kaybolur gibi oluyor. Birileri çıkıp yazıveriyor: “Sığmadık şehirlere, şiirlere taştık; ah kadehler kırıldılar sana bu gece.” / “Ben sana meftunum.” (Zamane şarkıcıları diye küçümsediğimiz günümüzün genç seslerinden ikisinin şarkısından aldım bu sözleri.) (09 Kasım 2019)

1950 yılında doğmuşum. Yıl olmuş 2020, fotoğrafta görüldüğü üzere, nihayet ve çok şükür 70’likler arasına karışmışımdır. (“Her yaşın kendine göre güzelliği var” lâfı şehir efsanesidir, inanmayın. Her gün bir taraf arıza yapmaya başlıyor. Gençliğinizin tadını çıkarın.) (05 Ocak 2020)

Kim ne derse desin herhangi bir konuda hiç kimse kesin hüküm veremez. Hüküm, zamanın ve mekânın ruhuna göre değişebilir. (07 Aralık 2019)

Genellikle otel lobilerinde bolca anılan Reception kelimesinin Resepsiyon şeklinde okunmasından hareketle Recep İvedik de Resep İvedik olarak okunabilir. Mi? (30 Ekim 2019)

Yeşilçamın zirve yaptığı yıllarda sinemamızın starları afişlerde kendi adlarının en üstte yazılmasında ısrar ederlerdi. Konuya vakıf olanlarda da bu görselin aynı hatırlatmayı yapacağını sanıyorum. İstanbul Film Festivali’nin geçen yılki bir basın bülteninde Netflix’ten şöyle bahsediliyordu: “Festival bu yıl bir ilke de imza atıyor. Netflix’in Türkiye’den ilk orijinal yapımı Hakan: Muhafız, ikinci sezonunun galasını 38. İstanbul Film Festivali’nde yapıyor. Başrolünü Çağatay Ulusoy’un üstlendiği dizinin ikinci sezonunun ilk iki bölümü festival kapsamında gösterilecek.” O zamanlarda facebook’a tarih düşmüş ve ilk defa bir film festivalinde dizi galası yapıldığından bahisle festival adının gelecekte Netflix İstanbul Film Festivali şekline dönüşmemesini dilemiştim. Görsel sanki “Başımızın üstünde yerin var” ifadesini gözümüze gözümüze sokuyor. (22 Mayıs 2020)

Dijital yayının da iyice suyunu çıkardık, önüne gelen instagram’dan youtube’dan, zoom’dan söyleşi, tartışma, atölye, sergi, müze gezisi, film okuması, vs. yayınlayıp duruyor. Oldu olacak, yazarlar roman, şairler de şiir yazmayı bıraksın, doğrudan geçsinler kamera karşısına romanlarını anlatsınlar, şiirlerini söylesinler. Ne kalem, ne baskı, ne dağıtım masrafı hiçbir şey yok. “Bas tuşa gönder parayı, dinle beni” de, iş bitsin. (23 Mayıs 2020)

(25 Mayıs 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Filmcilerin İhsan Abi’si, Film İzleyenler İçin: Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam

Sinemacılar çok okumak zorundadır, çünkü hayatı ancak kitaplarla anlayabilir ve beyazperdeye yansıtabilirler. Onun için de çantalarından, ceplerinden kitap eksik olmaz. Çok ilgili olduklarından da değişik konulara, alanlara yönelik okur ve her şeyden biraz da olsa bilgi sahibidirler.

Aykırı olanlar da vardır muhakkak içlerinde… Az biraz değil, tam bilgi sahibi de olurlar ve konudan konuya atlasalar da “taşı gediğine oturtmakta” mahirdirler.

İhsan Yüce onlardan biriydi. Tiyatro ile başlayan yaşamı sinemada oyuncu, yönetmen ama en çok da senaryo yazarı olarak devam etti, ediyor. Evet, ediyor, çünkü İhsan Abi ölmez, ilelebet yaşayacaktır.

Düşünceleri gibi yaşayan…

Sigaradan sararmış pos bıyıkları, kısa boylu, kırçıl sesi, mahallenin ya bakkalı ya da güzel kızının/oğlunun babası karakteriyle hepimizin belleğinde silinmez izler bırakan İhsan Yüce, en çok tarih, mitoloji, sosyoloji ile ilgilenen, üzerinde düşünen, yazar ve/veya oynarken Anadolu insanını aktarmayı bilen bir ustaydı.

Düşündüğü gibi yaşadığının örneklerini ve anılar yumağını Erhan Tuncer, bu önemli, önemli olduğu kadar gerekli, gerekli olduğu kadar da kalıcı kitabında aktarıyor. Sıkı bir çalışma sonucu ortaya çıkan “Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam”, kendi ayakları üzerinde durmak (sinemacı veya tiyatrocu olma düşüncesi olsun, olmasın) isteyen herkese yol gösterecek iyi bir rehber; tabii, süzüp çıkarmak yükümlülüğüyle…

Gezen, gözleyen, okuyan ve her şeyden bir film öyküsü çıkaran biridir İhsan Yüce. Çevresindekilere de, çok sevdiği kızı Aslı’ya da -her fırsatta- gezmenin, görmenin, gözlemenin gerekliliğini anlatır, bıkmadan, yılmadan. Üretim ilişkilerinin, geleneksel yerleşimlerde toplumsal yaşamın değişimiyle birlikte yaşananları hicvetmesinde bu gezilerin ve insan ilişkilerinin yeri büyüktür.

Gezip gördükçe pratik zekâsını da geliştirir. Birlikte tiyatro yaptıkları İsmail Hakkı Şen ile Samsun’da, kurdukları tiyatroda, bütün zorluklara ve kısıtlılıklara rağmen, “Suç ve Ceza” (yanıltmıyor umarım belleğim beni) oyununun dekorunu nasıl yaptıklarını anlatmıştı. Sahnede kocaman bir defter vardır, tüm dekor resmedilmiştir o deftere, sahne/dekor değişiminde sayfa açılır… Onlar gülerek anlatmışlardı çekim için çıktığımız yolda, bol sigara dumanı eşliğinde…

Bıyıklarını kemirirken…

Bizim ülkemizdeki sansür ve yaptıkları bilinen bir gerçek. Sadece sinemacılar değil sanatın bütün dallarında sansür belâsı bir sırat köprüsüdür.

Yunus Emre Divanı’nın yazarı da olan Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre’nin sinemaya uyarlanmasının büyük bir hata olarak nitelendirip “Yunus filme alınırsa maskaraya döner” deyince, filmin senaryo yazarı da olan İhsan Yüce, şöyle bir açıklama yapar: “…gösterme ve duyurma gibi iki büyük yeteneğe sahip sinemanın, bir eğitim aracı olarak Yunus’un ilkelerini halka verme çabamızı engellemeye kimsenin hakkı yoktur.”

Sosyal içerikli filmleri engelleyen ama erotik içerikli filmlere izin veren resmi adı denetleme kurulu olan sansürün, sadece filmlere değil festivallere de karışması, seçici kurulların kararlarını belirlemeye kalkışması, sinemayı gerçekten bunaltır. Bu, aynı zamanda sinema emekçilerinin haklarının da yok sayılmasıdır. 1977 yılında İhsan Yüce’nin de aralarında bulunduğu sinemacılar Büyük Ankara Yürüyüşü’nü başlatırlar. Kimler yoktur ki aralarında… Böylesi bir itiraz bugün yapılamıyor, üzgünüm. O güzel insanlar yok artık.

Herkesin yanında…

Eşine, “an’ı yaşa” diyen, evinin kirasını ve kızının okul taksitini bulunca başka bir paraya tamah etmeyen İhsan Yüce, Salacak (tabii, eski Salacak bu dediğimiz, daha sahil yolunun geçmediği, buna da bağlı olarak kendi içinde sessiz sakin, dayanışma ve hoşgörü içinde yaşayan bir mahallede) sahilinde balıkçılarla, kahveci ve lokantacıyla, mahalleliyle iyi ilişkiler geliştirmiştir. Hemen her akşam tam bir çilingir sofrası kurulur. Sinemacılar, ünlü oyuncular, müzisyenler de katılır onların arasına, sabaha kadar yenilir içilir. …ama burada durmak gerek. Sadece yenilip içilen bir sofra değildir kurulan… Sanattan, kültürden, mitolojiden, tarihten, felsefeden söz edilir; hemen her konuşma oradaki insanların düşüncesini açar. Müzik eşlik eder konuşmalara, şarkılar, türküler… İhsan Abi, sarı saman kağıda kurşun kalemle yazdığı senaryosunu (veya film projesi geliştirme çalışmasını) bitirince katılır aralarına. Bu, kimi zaman kendi evinde, kimi zaman da bir lokantada gerçekleşen, kimsenin çağrılmadığı ama kimsenin de uzaklaştırılmadığı buluşmalardır. İşte, Salacak’tan Tarihi Yarımada’yı güzel gösteren bu buluşmalardır bana kalırsa.

Çöpçüler Kralı

Arzu Film – Ertem Eğilmez’den, Kemal Sunal’a, Tarık Akan’dan Behçet Nacar’a, Yavuz Turgul’a birçok ünlü sinemacının özellikle senaryo konusunda danıştığı ve İhsan Yüce’nin ve sinemamızın önemli köşe taşı, kitaba da adını veren “Çöpçüler Kralı” filmini kitapta ayrıntısıyla okumanızı salık veririm. Özellikle oyunculuk üzerine Kinema Dergisi’ndeki yazısı (kitapta da yer alıyor) bir başvuru kaynağıdır ilgilenenler için. Film çekmek veya senaryosunu düzelt(tir)mek isteyenlere nasıl yardımcı olduğunu, nasıl cansiperane koşturduğunu, gece gündüz -hem de iki eliyle birden- yazdığını okudukça (biz sinemacılar gibi) sizin de gönlünüzde taht kuracak İhsan Abi.

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam
Bir İhsan Yüce Kitabı
Erhan Tuncer
Nemesis Kitap
Mart 2020, 336 s.

(15 Mayıs 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

(Kitap Eki Dergisi’nin Mayıs 2020 Sayısından…)

Pantalon Bankası

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Birçok kişi sosyal medyadaki paylaşımlarını kendilerini çok güzel, çok kültürlü, çok zarif göstermek için yapıyor sanki. “Aaa Fellini’nin ‘Satyricon’unu da seyretmiş, ooo Özdemir Asaf’ı da biliyor, uuu Van Gogh’un ‘Buğday Tarlası ve Kargalar’ tablosundan da haberi var, üüü Hafız Post’un ‘Gelse o şuh meclise naz-ı tegafül eylese’ bestesini de terennüm edebiliyor, eee Vivaldi’nin ‘La Minür Konçertosu’nu da duymuş” desinler deye paylaşıyorlar sanki bunca şeyi. Tıpkı bendenizin şu anda yaptığı gibi. (Vivaldi’nin konçertosuna Minür demem bilinçli bir tercihtir, Münir adındaki çok sevdiğim bir arkadaşa müzikal göndermedir. Kabûl eder, etmez, onu ben bilemem.) (17 Nisan 2020)

Sinema öncesi ne şanssız bir mesleğim varmış. Her ne kadar bendenizi emekli etse de şarkı, türkü penceresinden baktığımızda ne “Haritacımın setresi uzun, eteği çamur” diye bir şarkımız var, ne de “Aman Haritacı, canım Haritacı, köyümüze getirdin yoktan bir acı” diye bir türkümüz. “Dürriye’min haritaları kalaylı…” diye bir oyun havamız bile yok. (16 Nisan 2020)

Anladık, işinizi yapıyorsunuz da, şu hoparlörlerin sesini biraz kıssanız. Çok yüksek perdeden dinlendiğinde insan sesinin ulviliği zedeleniyor. Şener Şen’in “Züğürt Ağa”da yaptığı gibi sakin ve huzur verici bir sesle duyursanız, “Dometeees, domateees” diye. Bir bakıyorsun sabahın bir yarısında gümbür gümbür “Soğancıııı…”, bir bakıyorsun gün batarken “Patatesçiii…” Sakin… huzur verici… derinden… O zaman herkes 3’er, 5’er kilo alır domatesini, patatesini… Domatmayın insanı, patatmayın adamı. (21 Nisan 2020)

Yaşar Güvenir ne mübarek besteciymiş, taa o günlerden bugünü öngörmüş ve “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısını bestelemiş. Konuya cuk oturması uzun zaman aldı ama doğru aldı. (07 Mayıs 2020)

Pazar günü, 65 yaş üstü sokağa çıkma izni uygulamasında çok sıkıntı çekeceğimi öngörüyorum. Çünkü görevliler sık sık yolumu kesip kimlik soracaklar, “Beyefendi kimliğinizi görebilir miyiz, 50 yaşında gösteriyorsunuz da…” diyecekler (sanıyorum). (07 Mayıs 2020)

Farklı fırça yemenin de tadı bir başka oluyor canım. Bugün sırasıyla, gömleğim, pantolonum  ve ayakkabılarım sitem ettiler, “Bizi unuttun Sadi Bey, çok şükür kavuştuk.” dediler. Bilmem anlatabildim mi? (60 gündür, ayağımda terlik, üzerimde pijama ile evde oturuyorum ya, o bakımdan. Arada farklı fırça yemek lezzetli oluyormuş, onu fark ettim.) (10 Mayıs 2020)

Bizde sosyal mesafe her seferinde 2 kez uygulanıyor. Dün rekâfatçımla yürüyüşe çıktığımda kazara 10 metre geride kaldım, hemen ikaz etti, 1,5 metre yanına çağırdı. Kuralları 2 kat uyguluyoruz netekim. (11 Mayıs 2020)

19 Mayıs, Gençlik, Spor, Ramazan, Şeker, Kurban, 30 Ağustos, Zafer, 29 Ekim, Cumhuriyet bayramlarınızı, Doğum, Yaş, Nişan, Söz, Evlilik, Altın, Gümüş, Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar günlerinizi ve Yeni Yılınızı, hâtta Happy New Year’ınızı kutlar, mutluluk ve esenlikler dilerim. (Tasarruf gereği hepsini toptan kutladım. Ne o öyle yüzlerce kişinin her gün yaptığı şu günü, bu günü, şuşu haftası, bubu haftası kutlamaları? O hengâmede önemli duyuruları kaçırıyoruz. Bunaltmayın 65 yaş üstünü.) (12 Mayıs 2020)

Anlaşıldığı üzere lig maçları başlayacak ve yeniden 40.000 kişilik stadyumlara girip hoplayıp zıplayıp maç izleyebileceğiz, lâkin 400 kişilik sinema salonlarında 30 – 40 kişi sessiz, sakin film izleyemeyeceğiz. Keza AVM.ler içindeki dükkânlar açık, sinemalar kapalı. Bu duruma göre dükkânlar perhiz, sinemalar lahana turşusu mu oluyor? (14 Mayıs 2020)

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı desteğiyle düzenlenecek 39. İstanbul Film Festivali, programından 15 filmlik bir seçkiyle 15 – 29 Mayıs tarihlerinde dijital ortamda izleyiciyle buluşuyor. Gösterilecek filmler şunlar:
1- Berlin Alexanderplatz
2- 20 Yasinda Oleceksin / You Will Die at Twentry
3- Hizmetkarlar / Servants
4- Daha Buyuk Bir Dunya / Un monde plus grand / A Bigger World
5- 5 Kusursuz Sayidir / 5 e il numero perfetto / 5 is the perfect number
6- Soz Senettir / Es gilt das
7- Davaci / Litigante
8- Deniz Mavilesene Dek Yuzmek / Yi zhi you dao hai shui bian lan / Swimming Out Till the Sea Turns Blue
9- Kiz Kardesim / Schwesterlein / My Little Sister
10- Lillian
11- Sogut / Vrba / Willow
12- 1982
13- Walchensee Forever
14- Martin Eden
15- Kucuk Kiz / Petite Fille / Little Girl
Not: Listeyi festivalin görsel servis eden sitesinden aldım. (Listede “Sogut” olarak geçen filmin adının buzdolabında “Dondur”mayı mı, “Söğüt” ağacını mı ifade ettiğini, yabancı dil fukarası olduğumdan filmi seyretmeyince* anlayacağım.
(*İnanın mısınız Koronavirüs salgını nedeniyle internette yapılan festivallerde hiç film izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum. Netekim adapte olamıyorum, konsantre olamıyorum, kendimi veremiyorum, vs. vs.) (14 Mayıs 2020)

(15 Mayıs 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Çalgı Çengi

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Şimdiden öngörüde bulunayım, yazın bir kenara. Covid-19 salgınının tüm dünyayı esir alması, sinema ve tiyatro ve müze ve konser ve sergi salonlarının kapanmaları üzerine görsel sanat meraklıları dijital ortama yöneldiler. Bu ortamın müdavimleri hemen 40 yıllık sevgilileri sinema ve tiyatro ve müze ve konser ve sergi salonları gibi mekânlarda fiilen ve toplu olarak temaşa edilen etkinliklerden ilgilerini esirgemelerinin gerekçelerini, yöneldikleri dijital ortamın avantajlarını, kolaylıklarını, güzelliklerini, vs. vs.lerini övme yarışına girdiler. Furya sürerken Instagram, Youtube, Zoom, vs. vs. gibi mecralarda kişi bazında yağmur gibi hiç hesapta olmayan canlı etkinlik yayınları başladı. İşte bu yayınlar yaygınlaştıkça dijital ortamın öve öve bitirilemeyen Netflix ve Mubi ve Tivibu gibi, evlerdeki büyük ekran TV.lerde izlenen temaşaların da sonunu getirecek; meraklıların büyük bir çoğunluğu avuçiçi kadar telefon ekranlarına mahkûm olacak. Onun içün şimdiden kendinize gelin, sinema ve tiyatro ve müze ve konser ve sergi gibi etkinlikleri kendi özel mekânlarında izleme alışkanlıklarınıza sıkı sıkı sarılın. Açıldıklarında önceliği onlarda yapılan etkinliklere verin. Gidin onlara. Kaçırdıklarınızı veya tekrarlarını dijitalde… (Yarım bıraktım bu cümleyi.) (22 Nisan 2020)

Şahsi kanaatim odur ki, doğrusunu ertelenen festivaller yapıyor. Festival sadece konusu olan etkinlikleri görsel olarak takipçilerine sunmak değildir; insanların, yüzyüze gelmesi, bir arada olunması, aynı mekân içinde hep birlikte temaşada bulunulmasıdır. İnternet ortamında yapılan festivaller -tabiri caizse- işin kolayına kaçmak ve aslı taklit etmektir, yok hükmündedir. Şahsi kanaatim odur ki hiç yapmamak, internette yapmaktan iyidir. (23 Nisan 2020)

Bir 65 yaş üstü olarak konuşma yetkimi kullanayım ve konu vesilesiyle şöyle samimi bir beyanda bulunayım: Bize fazla güzelleme yapmayın, neticede dünyanın bu hale gelmesine engel olamamış bir nesiliz. Cenab-ı Allah bizden daha gençlere güç kuvvet versin, inşallah onlar dünyayı düzeltirler ve daha ideal bir hale getirirler. (25 Nisan 2020)

Tavsiye edilen film ve dizilerden o kadar gına geldi ki, artık onlardan kaçıyorum. Kıyıda köşede kalmış, hiç bahsedilmeyenleri bulmaya çalışıyorum. Her akşam “Gamzedeyim deva bulmam” olmuyor; bir akşam “Sarahaten acaba söylesem darılmaz mı”, diğer akşam “Sırma saçlı yarimin can bahşederken işvesi” iyi gidiyor. Vallahi. (25 Nisan 2020)

Korona günleri, 65 yaş üstü, sokağa çıkma yasağı, kısıt, bulaş derken aniden bir ilham geldi. Bakınız size çok mânâlı bir soru sorayım: Büyük harf, küçük harf oluyor da neden büyük rakam, küçük rakam olmuyor? Hadi buna da cevap verin bakalım, isterseniz vermeyin bakalım. (26 Nisan 2020)

Korona günleri, 65 yaş üstü, sokağa çıkma yasağı, kısıt, bulaş derken aniden bir ilham geldi. Bakınız size çok mânâlı bir soru sorayım: Ayşekadın Fasulye oluyor da Sadiefendi Kabak niye olmuyor? Hadi buna da cevap verin bakalım, isterseniz vermeyin bakalım. (27 Nisan 2020)

Tanıdıklarım arasında tek bir Reis var: Yönetmen Reis Çelik. (27 Nisan 2020)

Son derece karmaşık duygular içerisindeyim. 45 gündür 65 yaş üstü vatandaşlara uygulanan sokağa çıkma kısıtlamasına harfiyen uymanın verdiği haz ve huzur, iftar öncesi gelen 5 adet maske ve 1 şişe kolonyayla önce gönlümde minnet duygusu ile yükseldi, sonra kısıtlama nedeniyle sokağa çıkamadığım için maskeleri kullanamama gerçeği ile yüzleşince birden vicdan azabına dönüştü. Bir yanda karşılıksız yapılan bir yardım ve iyilik, diğer yanda maskeyle sokağa çıkmayarak bu iyiliğe karşı nankörlük yapıyorum zannına kapılmak. Buna halk dilinde sanıyorum “İki arada, bir derede kalmak” veya “Aşağı çemkirsen* sakal, yukarı çemkirsen bıyık” deniyor. Ben ne diyeyim ona da karar veremiyorum. (*Takipçilerime karşı ayıp olmasın diye malûm kelimeyi kullanmadım.) (28 Nisan 2020)

Diyelim ki sinema salonları bir daha açılmayacak, yok olacak. O zaman sinema filmi yapımı da duracak. Diyelim ki 50, demeyelim ki 100 yıl sonra benzer bir salgın olduğunda sanıyor musunuz ki insanlara izlemeleri için TV filmleri, dizileri tavsiye edilecek. Hayır, yine Fellini, Bilge Ceylan, Godard, Kavur, Kurosawa, Ömer Akad, Antonioni, Zaim, Peckinpah, Erdem, Penn filmleri tavsiye edilecek, çünkü bugünlerde çekilen TV filmleri, dizileri, yönetmenleri, oyuncuları hatırlanmayacak bile; “dediydi” dersiniz. (29 Nisan 2020)

Bizim köydeki Nohut şehre geldiğinde Leblebi olmuş, köydeki cıvık hamurdan yapılıp saç üzerine yayılan Akıtma da şehre gelince küçülmüş ve adı Krep olmuş. Köydeki Sadi Efendinin şehirde Sadi Bey olması gibi. (30 Nisan 2020)

Bu Koronalı günlerde Kiziroğlu Mustafa Bey ile Sarı Çizmeli Mehmet Ağa ne yapıyor acaba? (30 Nisan 2020)

Zamane ortamı malûm, TV.de klâsik sanat müziği dinliyorum. Terennüm eden sanatçı şarkıya başladı, “Bir kızıl goncaya …”, gayri ihtiyari telâşlandım, neyse ki “… dudağın” diye devam etti. Telâşım şarkının “… yanağın” şeklinde devam etme ihtimaliydi. Malûm bazı türkü ve şarkıların sözleri de zamane ortamında sakıncalı bulunuyor ve değiştirilebiliyor. Yarım doların 3,52 TL olduğu bu günlerde benim bu tedirginliğimi şahsen makûl gördüm, siz de öyle görün lütfen. (02 Mayıs 2020)

Küçük TV ekranının itici bir tarafını daha keşfettim. Yaşadığımız günler ve ortamda çoğunlukla yandaş Fox TV.yi izliyorum. Yaptığı tanıtımlarda programına aldığı filmlerin fragmanlarını o kadar çok gösteriyor ki sevdiğim filmlerden nefret edecek hale geldim. Şu sıra “Çalgı Çengi” o pozisyonda. “Cingöz Recai: Bir Efsanenin Dönüşü”yi pek sevemediğim için onda bir sorun yok. Fox TV.ye bir şiir uyarlamasıyla sesleneyim. “A be Fox TV / O kadar çok gösterme şu fragmanları / Çocuk öğürüyeri / Kusuyeri / Hastalanıyeri.” Sinema salonunda aynı fragmanı taş çatlasa bir haftada bir-iki kez izlersin; bıktırmaz seni, aksine filmi merak ettirir. (03 Mayıs 2020)

Her yıl 1 yaş alma uygulamasını her 10 yılda 1 yaş alma olarak değiştirirsek Kasım ayında 7 yaşıma gireceğim. Nasıl fikir ama? Bunlar hep Koronavirüs yüzünden uygulanan 65 yaş üstü sokağa çıkma yasağı uygulamasının verdiği ilham yüzünden oluyor. Allah devlete millete zeval vermesin, ancak bize zeval verdiği muhakkak. (04 Mayıs 2020)

(05 Mayıs 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sinemada İlk Temas: Gişeciler

Günümüzün en popüler tartışma başlıklarından biri; “Sinemanın geleceği ne olacak?.. Dijital dönüşüm sürecinden sonra sinemalar yok mu olacak?” Sinemanın “yok olması” mümkün gözükmüyor. Sinema “izleyiciye” sunulabilecek en üst düzey teknik imkânlara sahip, “filmciler” için de yüksek gelir kaynağı olma özelliğindeki alan olarak, aslında ayrıcalıklı bir olgudur. Bugün yaşanan tartışmalar, bu kez göbeğine virüs krizini koyup sinemanın o iştah açan ticari gücünü zedelemeye çalışarak, rol çalan diğer mecralardaki tüccarların yaptığıdır.

Öte yandan değişime engel olunamıyor. Teknik şartların geliştiği, yeni imkânların ortaya çıktığı, görüntü kalitesi, gösterim versiyonları gibi bir çok unsurun en rafine izleme arzlarıyla ortaya çıktığı her geçen gün, sinema da gerek salonları gerek filmleriyle bu değişime ayak uydurmak zorunda. Bugün, Türkiye’de dört binden fazla sinema çalışanı, direkt saha emekçisi işine mücbir sebepten ötürü gidemiyor. Bu dramatik durum öncesinde de, belki de sadece sinemacılığa özgü birçok iş kolu değişime, dönüşüme ve tasfiyeye uğramaktaydı. 01 Mayıs Emek ve Dayanış Günü sebebiyle büyük bir değişim geçiren sinema gişelerindeki emekçileri hatırlamak ve onların nezdinde bütün işçilerin bayramını kutlamak isterim.

Türkiye’de 1980 – 1990 arası etkin bir sinemacılıktan bahsetmek doğru olmaz. Ne izleyici, ne salonlar ne de film üreticileri bu yıllar arasında süreklilik sağlayamamıştır. Dünya genelinde 1980 öncesinde sinemacılığa ait birçok mefhum 2000’lere dek sürse de yeni bin yılın başlamasıyla beraber adeta ritüelleşmiş birçok alışkanlık birer birer sinemacılık dünyasından çıktı. Bu unsurlardan biri de ‘gişeciler’. Gişeciler, hanutçuların (çığırtkanların) ortadan kalkmasıyla bir sinema işletmesinde ilk diyaloğa girdiğiniz insanlardı. 1980 öncesi, bugün hâlâ sebze – meyve pazarlarında, otobüs garajlarında, işportacıların önünde görebileceğiniz hanutçular sinema girişlerinde de mevcuttu ve gösterilen filmlere izleyici kapabilmek için ‘gel – gel’ yaparak yoldan geçenleri çevirmeye çalışırlardı. 1990 sonrasında film dağıtımcılığı kolunun organize olmasından sonra salonların film temini başka bir düzene geçti ve hanutçular hızla ortadan kalktı. Yeni düzende televizyon tanıtımları, reklâm panoları, gazete değerlendirmeleri gibi araçlarla sinemasever etkin olarak haberdar ediliyordu. Hanutçular, gişeciler, bilet kesiciler, teşrifatçılar, makinistler, gong, perde, gazozcular, frigocular, açık hava sinemaları, arabalı sinemalar (drive-in), film makineleri, Türkel, Prevost, Cinemecanica; şimdilik bizi terk eden başlıklardan bazıları. Açıkçası uzun vadede bu unsurların yerlerine döneceğini, bugün ileriye doğru diye tanımladığımız değişimin güzergâhında geçmişte yer alan bütün bu unsurların olduğunu düşünüyorum.

Kolay değildi film izlemek sinemalarda eskiden. ‘Gitme kararı’nın ardından ilk olarak diyalog kurduğunuz insan gişeciydi. Sabahtan akşama dek kitabını okur, örgüsünü örer, kabinin içinde araladığı küçük penceresinden, ıstampa – mühür şovuyla bilet satışı yapan gişeciler. Önce daha rahat duyabilmek için mikrofon sistemleri, sonra bilgisayar ve nihayetinde de e-bilet ile tahtından edilen gişecilerimiz. Tahttı adeta bazı gişeler ve içindeki kral ya da kraliçeden talepte bulunmanız mümkün değildi. Şimdiki gibi koltuk seçimi yapmak, 3D, Atmos tartışmalarına girmek söz konusu olamazdı. Maliye Bakanlığı mühürlü vergi fişinizi ve salondaki koltuğunuzu belirten yer numaranızı alıp ritüelinizi yaşamaya başlardınız. Sinemaya son gidişlerimde hiç kimseyle diyalog kurmadan filmleri izleyip ayrıldığımı hatırlıyorum. Oysa 1990 – 2005 arası gişecilerden, müdürlerine, salon sahiplerinden, yer göstericilerine kadar sinema salonları sinema kültürünün taşıyıcı direklerinden olmuşlardı benim için. Tahtından inmeyen, ağzını bıçak açmayan o gişeciler sizin müdavim olduğunuzu, bir film tutkunu, bir sinemasever olduğunuzu anladığında sohbeti hoş, samimi birer arkadaşa dönüşüyordu.

Çoğu Beyoğlu’nda olan bu sinema emekçilerinden bazılarını hatırlamak ve Türkiye’deki bütün sinema çalışanlarının hizmetlerini bugünün şerefine anmak istiyorum. Hepsine uzun ve mutlu ömürler olsun…

* Ayten Dereli (Lale Sineması)
Beyoğlu’nun Taksim Meydanı tarafından girildiğinde soldaki ilk sinema işletmesi olan Lale’nin 1995 – 2005 arası güler yüzüyle gişeciliğini yapan Ayten Dereli mesleğini uzun süre aralıksız icra edenlerdendi.

* Canan Ertunç (Beyoğlu Sineması)
Beyoğlu’ndaki Beyoğlu Sineması’nın 10 yıllık gişecisi. 1995 – 2005 yıllarında etkin hizmet veren Canan Ertunç sinemanın girişindeki merdivenlerin ortasında yer alan gişede sürekli kitap okurdu.

* Gülseren Öztuna (Fitaş Sineması)
Fitaş Sineması gişecilerinden.
Sıra başı bilet isteyenlerden,
bozuk para sıkıntısından ve
saygısız yaklaşımlardan
şikâyet eden gişecilerimizden
Gülseren Öztuna.
Beyoğlu sinemalarındaki
40 yıla yakın süren hizmetiyle
en eski gişecilerinden.

* Gülşah Arıcı (Sinepop Sineması)
20’li yaşlarında gişeciliğe başlayan Gülşah Arıcı’yı, Sinepop Sineması’nın gişesinde güler yüzü
ve mavi gözleriyle sinemaseverler kolaylıkla hatırlayacaktır.

* Güner Bakkaloğlu (Sinepop Sineması)
Tarihi Sinepop Sineması’nın 2000’den önceki 35 yıllık gişecisi.

* Güner Hergül (Emek Sineması)
Emek Sineması’nın 2000 öncesi gişecilerinden.

* Neslihan Kalaycı (Atlas Sineması)
Atlas Sineması’nın 2000 sonrasındaki gişecilerinden.

* Nigar Eren (Atlas Sineması, Alkazar Sineması)
Nigar Eren şen şakrak karakteriyle Beyoğlu’nda 20 yıldan fazla gişecilik yaptı. “Gişecilerin suratsız olduğunu söyleyenler”den öncelikle kendilerine nazik davranılmalarını talep etmişti bir sohbetinde. “Bizleri danışma memuru olarak görüyorlar, saat soruyorlar, belediyelerin belirlediği tarifler sebebiyle bizi suçluyorlar” diyerek serzenişte bulunuyordu.

* Nimet Geldigitti (Emek Sineması)
Nimet Hanım, Emek Sineması’nın emektar gişecilerindendi. 2000 öncesi 25 yılı aşan hizmetiyle alanında uzmanlaşmıştı.

* Sadiye Bilgili (Alkazar Sineması)
2000 sonrası Alkazar Sineması’nda hizmet veren Sadiye Bilgili tam bir film tutkunuydu. Mesaisi dışında sinemada gösterilen filmleri izlemeye çalışırdı. Bilgili’nin 20 yılı aşan bir gişecilik hizmeti bulunuyor.

* Sema Cibelik (Fitaş Sineması)
Fitaş Sineması’nın otuz yıllık gişecisi.

* Sercan İnal (Moda Sineması)
Sercan İnal da hoş sohbeti, anaç yapısı ile bilet satışının yanı sıra güler yüzü ve ilgisiyle sinemaseverler tarafından çabukça hatırlanacak emektarlardan. 15 yılı aşan hizmetiyle Sercan İnal, Kadıköy Moda Sineması’nın güzel yüzlerinden biriydi.

* Şükran Öztek (Emek Sineması)
Emek Sineması’nın son dönemindeki (2000 ve sonrası) gişecisi.

* Türkan Özana (Sinema 74 Bakırköy)
Bakırköy’ün eski sinemalarından Sinema 74’ün 20 yılı aşkın hizmetlisi Türkan Özana…

* Ümran Tangün (Atlas Sineması)
Ümran Tangün, bilet alması öyle kolay olan gişecilerden değildi. Atlas Sineması gişesinin Ümran Tangün’ü işini en hızlı yapanlardandı. Disiplinli ve net. 30 yıla yakın hizmetiyle unutulmayacak sinema emekçilerindendir.

* Yaşar Erkiletli (Fitaş Sineması)
Hiç konuşmayan, soğuk bir görünüme sahip olan Yaşar abla Dünya ve Fitaş Sinemaları’nda 20 yılı aşan bir gişe hizmet verdi. İşinin ehli ve son derece disiplinliydi. Bilet alanların, sinema salonlarının yönetim sorunları ve filmlerin içeriklerinden ötürü gişecileri suçlamasından yakınırdı.

* Zeynep Süs (Site Sineması, Fitaş Sineması, As Sineması)
Eski gişecilerden bir diğeri, Zeynep Süs. 40 yıllık hizmeti ile İstanbul’un köklü sinemaları, Harbiye As Sineması, Şişli Site Sineması ve Beyoğlu Fitaş Sineması’nda onunla karşılaşmak mümkündü.

Atlas Sineması’nın gişecileri Ümran Tangün (solda), Nigar Eren, teşrifatçısı ve müdürü Suphi Oktay bilet tasnifi sırasında… e-bilet uygulamaları yaygınlaşmadan önce festival dönemlerinde yoğun izleyici beklentisi nedeniyle bilet tasnifi ve ön hazırlık aşamaları uzun süreler boyunca devam ediyordu.

Beyoğlu Sineması’nın Emektarları:
Fatma Kurtuluş, Osman Gümüşten, Nevzat Şahinyılmaz, Kemal Karadeniz, Mehmet Kenan.

Emek Sineması’nın Emektarları:
İlhan İraz, Aykut Karaağaç, İskender Sarıtaş, Hikmet Dikmen, Selma Uçar, Şükran Öztek, Naciye Dikmen. Arkadakiler: Ahmet Yumurtacı, Hayrettin Akkoç, Murat Aldemir.

Emek Sineması’nın gişecisi Güner Hergül, Nimet Geldigitti, sinema yöneticisi ve ortağı Süheyla Kurtuluş (ortada), Murat Aldemir ve Hayri Akkoç (en sağda) festival hazırlığında bilet tasnifi yapıyor.

Emek Sineması’nın gişecisi Güner Hergül, Nimet Geldigitti (en sağda),
Murat Aldemir (en solda) ve Hayri Akkoç festival hazırlığında bilet tasnifi yapıyor.

Lale Sineması’nın Emektarları:
Ayten Dereli,
Fikret Avşar

(üst sıra soldan üçüncü)
ve sinema çalışanları.

Film festivali için bilet ön satışları Beyoğlu’nda SE-SAM Genel Merkezi’nde sinema temsilcilerinin gözetiminde gerçekleştiriliyordu. Fotoğrafta Rexx Sineması temsilcisi, Beyoğlu Sineması müdürü Temel Kerimoğlu, Sinepop Sineması temsilcisi, Atlas Sineması müdürü Cevdet Pişkin ve Emek Sineması temsilcisi Hayri Akkoç, Antrakt Sinema Gazetesi objektifine poz verirken görülüyor.

Türkiye sinemacılığı tarihinde büyük bir yere sahip olan Beyoğlu ve Yeşilçam’ın göbeğinde yirminci yüz yılın sonlarında sinema salonlarında emek vermiş, çalışmış yukarıdaki saygıdeğer insanların nezdinde bütün sinema emekçilerinin ve dünya işçilerinin 01 Mayıs Emek ve Dayanış Günü kutlu olsun.

(02 Mayıs 2020)

Deniz Yavuz

(Bu yazının ilk yayını 09 Nisan 2020 tarihinde http://www.antraktsinema.com sitesinde yapılmıştır.)

Arkadaşımın Aşkısın

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Web sitesinde dolaşıyorum, bağlantılar bölümünün başında AKSAV – Antalya Kültür Sanat Vakfı’nın http://www.aksav.org.tr adresine gireyim de nostaljik bir ziyaret yapayım dedim. Demez olaydım, adrese tıklayınca Alaaddin Keykubat Siber Akademi Vakfı’nın web sitesine bağlandı. Sinemaseverler bilir, ülkemizin en önemli film festivali olan Uluslararası Antalya Film Festivali’nin en parlak yıllarını bu vakıf organize etmiştir fakat ne acıdır ki siyasetin acımasız darbesiyle yok olup gitmiştir. Sanal alemde de suya yazılmış yazı gibi kaybolmuştur. Genelde Eylül aylarında yapılan Uluslararası Antalya Film Festivali’nden yerel yönetim değişikliği nedeniyle bu yıl henüz herhangi bir haber alınamıyor. Yıllarca festivale emek veren bu vakfın çalışanları halen Antalya’nın muhtelif kurumlarında görev yapmaktadırlar. Yeni yerel yönetimin, bu arkadaşların tecrübelerinden faydalanması dileğimizdir. (21 Haziran 2019)

Başrollerini Gerard Depardieu, Sandrine Kiberlain, Adriana Ugarte ve Daniel Auteuil’in oynadığı “Amoureux De Ma Femme” adlı Fransız filmi 26 Temmuz’da “Arkadaşımın Aşkı” Türkçe adıyla gösterime giriyor. 70’ine merdiven dayamış bizim kuşak “Arkadaşımın Aşkı” denildiğinde tereddütsüz, Hindistan’ın efsane oyuncusu Raj Kapor’un ülkemizde bu Türkçe isimle gösterilmiş “Sangam” orijinal isimli filmini hatırlar. Yeni filmde her ne kadar Fransız sinemasının usta ve sevilen isimleri Depardieu ve Auteuil oynasa da bundan sonra da “Arkadaşımın Aşkı” denildiğinde bizim kuşak yine Raj Kapor’u hatırlayacak. 2009 yılında da “My Best Friend’s Girl” adlı yabancı filme de ithalatçılarımız aynı Türkçe adı koymuşlardı. Yerli filmlerimiz arasında da bir adet isim benzeri film vardır ki, “Arkadaşımın Aşkısın” adlı filmin başrollerinde İzzet Günay, Filiz Akın ve Ekrem Bora oynamıştır. Büyük ihtimalle yanlış bir kanaattir ama bahsi geçen yerli filmin “Sangam”la aynı zaman aralığında sinemalarda gösterime sunulmasını hep “Sangam”ın rüzgârından faydalanma olarak algılamışımdır, çünkü o yıllarda Raj Kapor’un unutulmaz “Avare”si hâlâ hatırlanmaktaydı. (24 Haziran 2019)

Sanıyorum son zamanlarda yeni bir hastalık icat ettim ve hemen duçar oldum; adını da “Yanlış Anlama Hastalığı” koydum. Haberleri izlerken şöyle anlıyorum: Amerika Başkanı Donald Trump, Japonya’da yapılacak Gey İrmi (G20) Konferansı’na katılacakmış; İngiltere hâlâ Brad Pitt (Brexit) krizinden kurtulamamış. (26 Haziran 2019)

Görüntü deyip geçme ve görüntülerin efendisi sinemayı küçümseme; dokunma olmadığı zaman her şey görüntüden ibarettir. Hepimiz görüntüyüz. (27 Haziran 2019)

Orhan abimiz de olsan bazen saçmalayabiliyorsun. “Dünyaya doymadan geçip gideceğim.” diye üzüntülere gark olduktan hemen sonra “Bıktım artık yaşamaktan.” diye kederleniyor. Dünyaya doymadıysan yaşamaktan niye bıkıyorsun birader? (04 Temmuz 2019)

Hayatın binbir çeşit cilvesi var. Kimisi sosyetik oluyor, arş-ı âlâya yükseldiğini sanıyor; kimisi sos olarak kalıyor, kederlere gark oluyor. İkisini de olmamalı, ortaları seçmeli. Engin gönüllü, hoşgörülü, sevecen, kalender, cömert, veren olmalı; hem kendini, hem başkalarını mutlu etmeli. (18 Temmuz 2019)

Çok küçük bir zaman aralığındayız, telâşlanmayın. Daha nice güzel insanlar gelip geçecek bu dünyadan. Sebep? Onların yüzü suyu sebebiyle dönüyor ya bu dünya. Sebep o. (19 Temmuz 2019)

Bu hafta vizyona giren Kod Adı: Hummingbird” vesilesiyle hatırlarsak, 21 Aralık 2012’den beri “Kod Adı: Şunlar”ı izlemişiz: Kod Adı: Angel”, “Kod Adı: JCVD”, “Kod Adı: K.O.Z.”, “Kod Adı: Londra”, “Kod Adı: Olympus”, “Kod Adı: Sosisli”, “Kod Adı: U.N.C.L.E.”, “Kod Adı: Venüs”. Bu duruma göre hemen her yıl bir adet “Kod Adı: Falanca” filmimiz var. (Bu değerli bilgiden bir fayda sağlanacağını sanmıyorum ama olsun bilgi bilgidir.) (27 Temmuz 2019)

Üst düzey devlet yetkililerinin verdikleri beyanatlarda “Kusura bakmayın / bakmasınlar” ifadesini kullanmalarına sinir oluyorum. Bu ifadeyi kullanarak kendini kusurlu bir iş yapıyormuş gibi göstermene ne gerek var kardeşim? Muhatap aldığın kişi veya kuruluşları niye kendinden üstünmüş gibi mânâlandırıyorsun. Yapma. (28 Temmuz 2019)

Damadın Bakan olduğu memlekette Belediyelerdeki akraba atamalarına yapılan giydirmeler züğürt tesellisi gibi bir şey. Çok yüksek makam sahiplerini giydirmek pek pahalı olduğundan olsa gerek muktedir yandaşları daha aşağıdaki muhalif makamları dillerine doluyor. (30 Temmuz 2019)

Memleketin hemen her şeyinde binbir çeşit lezzet var. Halk ozanlarımızda da öyle. Her biri farklı telden çalıyor, söylüyor; birisi “Gözlerime bir baktın, yaktın ah beni yaktın.” derken, ötekisi “Şemsiyemin ucu baston, söyle canım kimdir dostun.” diyor. (Her iki türküyü de çok severim.) (01 Ağustos 2019)

Kimsenin bilmediği bir bilgiyi ifşa ediyorum: Japon yemeği olarak bilinen Suşi, dünyaya Sivas’ın Suşehri’nden yayılmıştır. (İnanmayın, salladım. Hayata dönüşümün ilk esprisidir.) (12 Ekim 2019)

Bir çöpçüye nasıl hayran olunur: Bugünkü yürüyüşümün sonuna doğru otobüs durağında banka oturdum dinleniyorum. Yanıbaşımdaki yaşıtdaşım eve kadar dayanamamış herhalde, çiğ kestane yiyor, kabuklarını da oturduğumuz bankın altına ittirmeye çalışıyor. Tam o sırada yan taraftan süpürgesiyle bir çöpçü peyda oldu; “Bırak abi bırak, ben alırım.” diyerek kestane kabuklarını süpürmeye başladı. Yanımdaki yaşıtdaşım, kızarıp, bozararak “Yahu arkadaş hiç yapmam ama yapmış bulundum kusura bakma.” deyince engin gönüllü çöpçü ne dese beğenirsiniz? Aynen: “Sorun yok abi, sorun yok. Siz çöp atmasanız biz işsiz kalırız.” dedi ve diğer ufak tefek çöpleri süpüre süpüre yürüdü gitti. (Olay mahalli Şişli Ergenekon Caddesi ile Bilezikçi Sokağın kesiştiği yerdir.) (13 Ekim 2019)

İkametgâhımızın bulunduğu semtte 2 adet taksi durağı var. İnan olsun ne zaman arasak cevaben hep “Maalesef abi.” diye cevap veriyorlar. O nedenle komşulara durakların adını Maalesef Durağı olarak değiştirdiğimi şuradan duyurmuş olayım. Bundan böyle telefon açtığınızda “Maalesef var mı?” diye sorun. %’de % ihtimalle “Var abi/abla.” diyeceklerdir. (16 Ekim 2019)

Uçaktan indik, valizleri alıp dışarı çıkınca telefonu açtım, “Pil gücü düşük” yazıyor. Dalaman Havalimanı’nda “Pil Gücü” bulan olursa havalimanı danışmaya bıraksın lütfen; dönüşte alırım. (16 Ekim 2019)

(25 Nisan 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Türkiye Sinemasına İdeolojik Bir Bakış: Kifayetsiz Pastoral

Çağımızın en güçlü, yaygın ve kolay anlatıcısı sinema, yaşayan her şey gibi değişiyor muhakkak. Bu değişim teknolojik olduğu kadar ideolojik de oluyor. Buna da bağlı olarak yeni bakış açıları, yeni hedefler, yeni izlekler doğuyor.

Yazar ve yönetmen Rıza Kıraç, epeyce önce yeni bir pencere açtığı Türkiye sinemasına yeniden dönüp güncelleyerek aradaki değişimi de gözeterek (bu arada kitabın adını da değiştirerek) aktarıyor biz okurlara.

Sinemanın yaygınlığı ve gücü doğaldır ki, egemen erkin dikkatini çekmiş ve her seferinde kullanmaya çalışmış; Hitler’in ajitasyon ve propaganda çalışmalarını anımsayacaksınız. Egemen erke muhalif olanlar da bu önemli, önemli olduğu kadar güçlü olanağı kullanmak istemiş ve ellerinden geldiğince (buradaki olanaklar doğaldır ki, para) yararlanmaya çalışmış. Kimi zaman “kör parmağım kör gözüne” gibi alabildiğine didaktik kimi zaman da tuz eklenmemiş çorba gibi tatsız olmuş, ama tarihe en çok kalanlar da bunlar olmuş.

Sinemanın katmanları…

Bir filmin görünen yüzü vardır, herkesin gördüğü, anladığı anlatılan… Sonrasında katman katman yükselir bu anlamlılıklar. İşte siyaset ya da ideoloji orada giriyor devreye. Görünenin üzerine yüklenen anlamlar yaşama, geleceğe bakışımızı etkiliyor, başarıyla yapılmışsa. Kimi zaman “bir şey anlamadım” diye ahkâm kesilen filmler aslında en tam da o insan için önemli mesajlar içeriyor kimi zaman da hedef gösteriyor.

Rıza Kıraç, “Kifayetsiz Pastoral”de sinemayı, yönetmenlerin sinema anlayışını 10 bölümde ele almış. Filmin öyküsünden oyuncusuna, kadrajından montajına, geniş anlamda hayata bakışından gizlediği ideolojiye kadar geniş perspektifte irdeliyor. Bu arada edebiyatın ne denli belirleyici olduğunu vurguluyor. Anlatacağı öykünün edebi yapısı yazar tarafından kurulmuş zaten, işin ana kısmı tamamlanmış sayılır. Film onun üzerine çok daha kolay yükselir. Kıraç’ın örneklerle açtığı bu noktayı siz de aklınızda kalan filmlerle çakıştırabilir ve kitabı okumak için bir neden daha bulmuş olursunuz.

Günümüz sineması…

Her şey değiştiği gibi sinema ve filmci de değişiyor. Doğrudan edebiyattan alınan konu ve/veya öz yerine günümüz sinemacısı kendi dramatik yapısını kuruyor artık. Son dönem yönetmenlerin kendi yazdıkları senaryolarla film yapmaları, izleyicinin beğenisini kazanmaları, yurtiçi ve dışında ödüller almaları bu temeli iyi kavramış olmalarının da kanıtı (Rıza Kıraç, en tam böyle söylemese de gösterdiği yol, tam olarak bu).

Bugün Türkiye sineması deyince akla ilk gelen yönetmenlerin filmlerini tek tek irdeleyen, ideolojik olarak nerede durduklarını anlatan Kıraç, bir bakıma biz izleyicinin de yönetmenin gizli (ideolojik) düşlerini yakalamamızın yolunu açıyor. “Karanlık”, “pastoral”, “muhafazakâr”, “sükûnetli”, “postmodern”, “politik/dini” (bu tanımlar kitapta yer alan yönetmenlere/akımlara yönelik yazarın vurguladıklarından süzdüklerim… ama kimler ve/veya hangi filmler üzerinden gitmiş, onu da kitabı okuyarak kavramak mümkün) filmlerle günümüz Türkiye sinemasını ve öne çıkan filmlerini anlayabileceğiz.

Sinemanın kazandırdıklarını/kaybettirdiklerini veya kazandıracaklarını/kaybettireceklerini saptamak için sinemanın ideolojisini, politik bakışını iyi bilmek gerekir. Rıza Kıraç bize bu olanağı sağlıyor.

Kifayetsiz Pastoral
Rıza Kıraç
İthaki Yayınları
Kasım 2019, 384 s.

(16 Nisan 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

(Kitap Eki Dergisi’nin Nisan 2020 Sayısından…)

Erguvan Renkli Bir Dünya Düşü…

Boğaz’da, yelkovan kuşları suları kanatlarıyla okşarken, ince belli bardakta demi kıvamında, dumanı üstünde bir bardak çay içmenin mutluluğu her yerde, her şeyde bulunmaz.

Ne büyük keyiftir Tarihi Yarımada’ya karşı incecik esen yelin uçurduğu saçlarla, süzülerek geçen gemilere bakmak…

Ne büyük keyiftir Topkapı kulelerinin, Sultanahmet ve Ayasofya minarelerinin arkasında oynaşan bulutlarla turuncuya dönüşen Güneşi seyretmek…

Ne büyük keyiftir sevgiliye sarılır gibi sözcüklere sarılıp içini dökmek birbiri ardına akan dalgalara.

Belki de bu bahar hiç yapamayacağız…

Sansür…

Size de olur mu, en olmadık zamanlarda; tam da keyfin doruğundayken ilgisiz, ilgisiz olduğu kadar da anlamsız, anlamsız olduğu kadar da can sıkıcı şeyler gelir aklıma.

Bu kez biliyorum neden ve nasıl geldiğini. Yıllar önceydi, deniz otobüsündeydik, dalgalar hafiften sallıyordu gemiyi, bir inip bir çıkıyorduk, tıpkı Nazım Hikmet’in ünlü “Hazer” şiirindeki gibi, her ne kadar onunki kayıktıysa da. Kırılmadığı için köpüklenmeyen su, kendi derin mavisiyle çağırıyordu sanki… sevişmeye. Evet, sevişmeye çağırıyordu.

Dur durak bilmeksizin akan Boğaz’ın serin lacivert suları sevişmeyi çağrıştırdığı için… sevişmekse öteden beri -nedense- hep günah bellendiği için düşmüş olsa gerek sansür aklımın kıyısından geçerek.

Sinemada nice sansür yaşanmış; duymuşsunuzdur. Metin Erksan’ın ünlü ve ödüllü filmi “Susuz Yaz”da cılız başakların rüzgârla salınmasını bile atlamamış sansür kurulu. Ne demek efendim, cılız başaklar! Siz öküzün altında buzağı mı arıyorsunuz? Kim kime sormalı…

Sonradan bir haberden, Amerika’da, Huston’daki bir tarladan altın başaklı tarla görüntüleri eklenir. Maksat sansürü aşmaksa, ilgisiz görüntüler bile kabûl görür. Sizin söyleyecek sözünüz var mı, benim yok!

Koyunların memeleri

Köyün ortasında süt sağan kadınlar vardır bir filmde, sansür kurulu hemen engeller. Kaçar mı, kaçmaz tabii: Koyunların memeleri gözüküyor. Gerçi son yıllarda benzer bir durum bir süt firmasının ineği için de gündeme geldi, ama geyik (!) olarak. Çünkü orada şikayetçi, inekler uçamaz diye istemişti engellenmesini.

Arabanın sol lâstiği de var, solculuk yapılıyor gerekçesiyle sansüre uğrayan. Sol lâstik patladığına göre ‘sol’ iyi değil, bakın sağ sapasağlam gibi bir yorum da pekâlâ mümkün.

Dumandan oluşan insan…

Bir sergi çekmiştim, yıllar önce TRT’de “İyi Akşamlar” programındayken. Ressam değil ama resim aklımda: Dumandan oluşan bir kadın formu, göğe yükselmiş… Alnının ortasına denk gelen yerde hilal parlıyor. Resmin adı ‘onur’du yanlış anımsamıyorsam. Denetçiler (biz aramızda sansür desek de TRT resmi adını kullanmayı, dolayısıyla da bazı şeyleri saklamayı tercih ederdi), müstehcen buldukları için çıkarmamı istemişlerdi. Şaşkınlık var mıydı, anımsamıyorum, ama TRT koridorlarının çıldırmış sesimle zangır zangır titrediğini unutmuyorum, hâlâ.

Şarkılar seni söyler…

TRT televizyonunda var da radyoda yok muydu sansür? Vardı, âlâsı var hem de. Türk kadını hiç tanımadığı bir erkeğe selâm vermez gerekçesiyle Leman Sam’ın, “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe / Sırf sana benziyor diye / Usulca sokulup ‘merhaba’ dedim” şarkısı sansürlenmiş örneğin.

Barış Manço’nun, herkesin diline takılan ve çok da sevimli şarkısı “Arkadaşım Eşek”in ‘kuzu’ ile değiştirilmesi istenmiş. Çünkü ‘eşek’ten arkadaş olmazmış. (Durun, burada bir başka anı söz istiyor: “Ata binmiş eşekler millet sizden ne bekler” sloganı 68’lilerin ilk ve önemli sloganıydı. İkili anlamı vardı. Birincisi ‘at’ iktidar partisi olan Adalet Partisi’nin amblemiydi, üzerindeki ‘eşek’ ise ABD’deki iktidar partisinin amblemi. Anlatılmak istenen ABD bağımlılığıydı. İkincisi de yine aynı şekilde iktidar partisinin başındakiler, yani yöneticileri ‘eşek’tir.) Yönetici olabilirler, ama arkadaş, asla!

“… Söz dinlemez ormancı / Çekmiş kafayı / Aman ormancı”, devletin anlı şanlı memurunu, hem de ‘çekmiş kafayı’ diyerek eleştiriyor. Olacak şey mi? Yasaklanması doğal. Tabii, “Doldur be meyhaneci” şarkısının neden sansürlendiğini anlamışsınızdır: alkole teşvik!

Geleneksel çalgı, Türk Halk Müziğinin vazgeçilmezi zurna, nasıl olur da bir pop müzik parçasında kullanılır, tez yasaklansın!

Ezginin gücü…

Cinuçen Tanrıkorur, dersimize giren, alabildiğine nazik ve bir o kadar da bilgili biriydi. Bir gün, kocaman bir makaralı teyple girdi derse. Uzun uğraşlardan sonra, “Bu dinleyeceğiniz parçayı başka bir yerde duyma şansınız olmayacak, çünkü ritmi geleneksel değil diyerek sansürlendi. Gönlüm razı gelmedi, size getirdim. Sansürlenmesi kadar yanlış bir şey olamaz” diyerek basmıştı ses yükselticisinin düğmesine.

Giderek yayılan ezginin gücü -hemen hiçbir tınısını anımsamasam bile- hâlâ kulaklarımda.

İnternet haftası…

Sosyal ağlar, demokrasi, mobil yaşam, yasaklar ve ifade özgürlüğü, mahremiyet, bilgi güvenliği, bireysel güvenlik, güvenli kullanım gibi birçok yaşamsal konuyu gündemde tutmayı başaran ve sansür denilen o canavarın ağzını kapayan internet artık ülkemizde de yoğun kullanılıyor (hele de böylesi karantinalı günlerde). İnterneti de engellemeye çalışan ülkelerin başında yer alsak da geri dönüşün olmadığını bilmenin huzuruyla 08 – 21 Nisan arasında Covid-19’un etkisiyle o etkinliklerin hiçbiri yapılamayan birçok etkinliği barındıran İnternet Haftasını kutluyorum.

(11 Nisan 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

(Bu yazının aslı 10 Nisan 2020 tarihinde siyasihaber4.org sitesinde yayınlanmıştır.)

Salgın

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Başka Sinema’nın BluTV ile anlaşarak şu sıra sinemalarda gösterilmesi plânlanan filmleri küçük ekrana taşıması bir kısım sinemaseverce -hadi kınanıyor demeyelim de- tasvip edilmiyor diyelim. Bendeniz de tasvip etmeyenlerdenim. Filmleri neden sinema salonunda seyretmekten hoşlanıyorum, onlardan bahsedeyim. Önce filmi seçip karar veriyorsunuz ve evden çıkıyorsunuz. Vasıtaya binip sinemaya geliyorsunuz. Gişe önünde, bekleyen derviş muradına erermiş misali, kuyruk varsa beklemek daha keyifli oluyor. Beklerken yapılan sohbetlere iştirak edebiliyorsunuz. Hangi filme gireceklerini tartışanlara, görmüş olduğunuz bir filmi tavsiye edebiliyorsunuz. Sohbette sınıf farkı yok, Bağcılar sinemaseveri de, Seyranbağları sinemaseveri de sohbete dalabiliyor. Salona girdiğinizde önce biletteki numaralara, sonra merdivenlerdeki sıra numaralarına, sonra da koltuk numaralarına baka baka yerinizi bulup oturuyorsunuz. Salon kalabalıklaştıkça ve hele sıra başında oturuyorsanız sıranın ortasına geçenlere yol açmak için ya ayaklarınızı geriye doğru çekiyorsunuz veya kısmen ayağa kalkıyorsunuz. Şimdi bu dediklerime “Evdeki seyirde bunların hiçbiri yok” diye karşı çıkmayın, biliyorum ama bendeniz bunlardan da hoşlanıyorum. Film başlıyor, bazen perde hemen netleşmiyor, bir müddet öyle seyrediyorsunuz, sonra bir uğultu başlıyor, peşinden bir iki seslenme, dayanamayanlar ıslık çalıyor. 5 dakika arada tuvalete gittiğinizde beklemek zorunda kalmak da zevkli oluyor. Büfeden alışveriş yapıyorsunuz, mesela bendeniz tüm cimriliğime rağmen arada mutlaka hanıma frigo alırım. Sinemaları yok edersek, sinema filmi yapımı da doğal olarak durur, sonra döne döne eski filmleri seyretmek zorunda kalırız. Bazen TV Filmi denilen bir şeyler çekiyorlar, küçük ekranda bir kez gösterildikten sonra yok olup gidiyorlar. Bir tanesini bile hatırlamıyorsunuz, ancak “Say bakayım sevdiğin sinema filmlerini” dediğinizde hemen herkes en azından 10 tanesini hatırlar. Film sinemada izlenir, sinemanın tadı başkadır. Filmlerin seyirciye sunulmasında, Sinema – DVD – Paralı TV – Parasız TV – Sosyal Medya sıralamasına uyulmalı. Sinemalar filmlerin evi, semti, mahallesi, tapu kütüğüdür. (05 Nisan 2020)

Sıkıntıdan “Çarşambayı sel aldı, bir yar sevdim el aldı” türküsünün sözlerini değiştireyim dedim, “Çarşambayı sel aldı, bir yar sevdim karşımda oturuyor” yaptım, baktım kafiyeyi tutturamamışım, vazgeçtim. Uğraştırmayın beni, yine eskisi gibi söyleyin gitsin. (05 Nisan 2020)

Karantina nedeniyle sinemaların kapanması üzerine vizyona girmesi muhtemel sinema filmlerinin dijital ortamda seyirciye ulaşması iyi bir şey ama bu filmler dijital ortamda tüketilirse -yeni film çekimleri de durduğundan- birkaç ay sonra sinemalar yeniden açıldığında gösterecek film bulamayacak; sinema sahipleri gibi çalışanları da uzun süre mağdur olacak. Kanaatimce “Ölmek İçin Zaman Yok” (No Time to Die), “Top Gun: Maverick”, “Hızlı ve Öfkeli 9: Hız Efsanesi” (F9: The Fast Saga), “Sessiz Bir Yer 2” (A Quiet Place Part 2) filmleri gibi, vizyon filmleri komple ileriye ötelenmeliydi. Sinemalar açıldığında filmler hiçbir dijital ortamda gösterilmediği için eskime de olmazdı. Misâlen, zaman zaman ithalcilerimizin birkaç yıl önce yapılmış fakat ülkemiz sinemalarında gösterilmemiş filmleri 1-2 sene sonra vizyona sürdüklerine şahit oluyoruz. Eskiler hatırlar, geçmişte Dustin Hoffman ve Steve McQuenn’li ünlü “Kelebek” (Papillon) filmi ülkemize 7-8 yıl sonra gelmiş ve hiç de eski olarak algılamamış (“O zamanlar bugünkü dijital imkânlar yoktu” fısıltılarını duymuyorum, sıfıldamayın) ve sinemanın (Beyoğlu Atlas) mis gibi büyük perdesinde heyecanla izlemiştik. Demem odur. (07 Nisan 2020)

Karantina sürdükçe erkek milleti haldır haldır yeni kabiliyetler ediniyor. Yakında Ev Erkeği diye yeni bir meslek yaygınlaşırsa şaşırmayalım. Kendimden biliyorum, ekmek, yumurta, makarna, pilâv, türlü yapmasını beceriyordum. Bu gidişle ekmek, kek, krep derken yakında, keşkül, muhallebi, puding yaparak tatlı sektörüne de dalacağım. Ütü, bulaşık, cam silmede kabiliyetimi geliştirerek 70’inden sonra tam bir ev erkeği olma yolunda hızla ilerliyorum. Tam burada aklıma rahmetli Ersin Pertan’ın Orhan Kemal’in eserinden uyarladığı ve Rasim Öztekin’in başrolünde oynadığı “Tersine Dünya” adlı filmi geliyor. Kadın – erkek kimliklerinin tersine döndüğü, kadınların kabadayı olduğu, erkeklerin evlenmek üzere evden kaçırıldığı, kadınların eve ekmek getirdiği, kısacası tüm rollerin tersine döndüğü eğlenceli bir konusu vardı. İnşallah Münir Beyciğim de oradan Marcello Mastroianni ile Catherine Deneuve’un ülkemizde “Kocam Hamile” adlıyla gösterilen “L’événement le Plus Important Depuis Que L’homme a Marché Sur la Lune” adlı Jacques Demy filmini hatırlatmaz, yoksa işin içinden çıkmak mümkün olmaz. (08 Nisan 2020)

Salgın nedeniyle ileri bir tarihe ertelenen 39. İstanbul Film Festivali’nin bazı filmlerinin MUBI tarafından özel olarak gösterileceği duyuruldu. Listeye “Şeylerin Boktanlığı” adıyla dahil olan filmi sinemalarımızda “Çölde Kutup Ayısı” adıyla izlemiştik. Birçok TV.ye danışmanlık yapan sinema yazarı arkadaşlarımızın uyguladığı yazılı olmayan kurala göre TV.lerdeki filmler genellikle sinemalarda gösterildiği adlarıyla ekrana getirilir; MUBİ’nin de bu kurala uymasını arzu ederiz. (09 Nisan 2020)

Covid-19 salgını nedeniyle bu yıl Haziran başında yapacağı 31.sini ileri bir tarihe erteleyen Ankara Uluslararası Film Festivali’nin 10 yıl önceki çantası. Biz sinemasever milleti tuhaf insanlarız vesselam. Hani tutup festivale özel gazoz çıkarılsa şişesini de saklayacağız. Dolapları karıştırırken bulduğum bu çantanın fotoğrafını “Film sinemada izlenir” ve “Sinemanın tadı başkadır” ifadelerini eskimiş bulanlara ithaf ediyorum. (10 Nisan 2020)

(10 Nisan 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sinema Kültürü Üzerine…

17 Mart’tan bu yana Türkiye’de sinema salonları kapalı. Bu tarihten önce ülke çapında hizmet veren 450 aktif lokasyonun varlığından söz etmek mümkün. Bu lokasyonlarda film gösterimi yapılan 2.800’e yakın sinema perdesinde faaliyetler tamamen durmuş durumda, sinema çalışanları da işlerine dönecekleri günü evlerinde bekliyor. Doğal olarak bu sinemalarda vizyona çıkartılması düşünülen birçok Türkiye yapımı ve yabancı film de beklemede… Sinema işletmelerinin başbaşa kaldığı bu felç hali film yapımcılarının da bütün yatırım plânlarını bozmuş durumda. Kısacası yaklaşık bir yıldır hastalıktan ötürü yataktan kalkamayan Türkiye sinema piyasası şimdi top yekûn felç geçiriyor. Yalnızca sinema mı? Lokantalar, stadyumlar, spor merkezleri, parklar, bahçeler bunlara benzeyen alanlarda hizmet durdurulduğundan buralarda gerçekleştirilen bütün sosyal ve toplumsal aktiviteler aynı felci yaşıyor… Kurgu ya da değil, insanlığın, alışkanlıklarının değiştiği –değiştirildiği- bir ayar sürecinde olduğumuzu da düşünebiliriz. Süreç tamamlandığında birçok şey aynı olmayacak. Eğitim sisteminin dinamiği değiştiriliyor, temassız ticaret, ulaşım-iletim, dijital uygulamalar ve onları var eden makinelerin kullanımı gibi alanlarda adeta devrim oluyor ve bu alanların hiçbirinde yalnızca eski kurallar geçerli olmayacak. Ülkeler sağlık alt yapıları açısından akademileri, doktorları ve profesörleriyle birlikte ulusal sınavlar veriyor. Hükümetler ve devletler etkinliklerini, dinamiklerini gözden geçiriyor. Ülke sınırlarının mânâsı, insanlığın birbiriyle iletişimi gibi küflenmiş birçok düşünce dört başı mamur olarak değerlendiriliyor. Her gün dünyadaki insan nüfusundan biner biner yaşam eksilten bu acımasız virüs süreci birçok alanda kaçınılmaz olarak şapkanın öne konmasını sağlamış gözüküyor. Bekleme sürecinin ardından formunda ve anlamında pek fazla değişiklik olmayacak olgular da var. Meselâ yeme-içme kültürü, eğlence kültürü, gezme, tozma, meyhaneler, spor, düğünler… Ayar sürecinin ardından yaşanacak normalleşme ve kanıksamayla eskisi gibi, insanlar koşa koşa bu özlediği mekânlara gitmeye devam edecek. Doğudan batıya doğru gelişmelerin yaşandığı şu dönemde normalleşme sürecine giren Çin Halk Cumhuriyeti’nde kitlelerin ağızlarında maskelerle parklara akın ettiğine şahit olmamız haftalarca tecrit hayatı yaşayan insanların özlediği yerlere akın edeceğinin normal bir göstergesi… Kanımca değişikliğe uğramayacak bir diğer olgu da sinema ve sinema kültürü. Pandeminin gerektirdiği önlemler çerçevesinde eğlence piyasasındaki durgunluk gibi birçok sektörde de bekleyiş sürerken, ülke ekonomilerinin eski günlerine dönmesi için sürecin en sağlıklı şekilde tamamlanması bekleniyor. Evet, bu sektörlerin hiçbiri ortadan kalkmayacak. Kaldı ki bugün kaçınılmaz olarak yükselişte olan dijital uygulamalar, ev teknolojileri gibi piyasalar dünya ekonomisinin devleri; otomotiv, yeme-içme, eğlence sektörlerinin feda edilmesine neden olmayacaktır. Aksine tecritten ve izolasyondan sonra bu tür piyasalarda olağandan daha fazla hareketliliklerin de görülmesi muhtemeldir.

Türkiye’de sinemacılık

Doğrusu, Türkiye sinemaları mevcut virüs krizinden önce ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hiçbir ilâç, uygulanan tedaviler 2018’den 2019’a, 11 milyon biletlik kaybı engelleyemedi. Dünyadaki vizyon dinamiklerini, projeksiyon güncellemelerini yakından takip eden Türkiye, 2015’ten 2018’e sinema gişelerindeki yerli film bilet satışı oranında Avrupa’nın göz bebeğiyken ne oldu da çöküş başladı? Sinema salonlarında perde/hafta blokajı için sinemaseverlere dayatılan acube filmler, dijital mecralarda milyonlarcasının olduğu, hiçbir tarzı yansıtmayan, perdelerde hantallığa ve yorgunluğa sebep olan, birbirini tekrarlayan yerli sinema filmleri ve onların kabak tadı veren içerikleri, sinema piyasasının temel iki dinamiği; sinema salonu işletmecileri ile film yapımcıları arasındaki kavganın suhuletle çözülemeyip sinemaseverlere yansıması, Türkiye’deki sinemacılık faaliyetlerinin icra alanı sınırlarının net ve koruyucu çizilememesi, sinema harici mecralarla filmlerin ilişkisinde sinema piyasasının elini güçsüzleştiren düzenlemeler, teknik açıdan yetersiz sinema yapıları, Blu-Ray formatında filmlerin dağıtılması ve bu formatta sinema işletmelerinde film gösterilmesi gibi büyük büyük dertler yüzünden sinema piyasamız kaçınılmaz sonunu kendisi hazırlamıştı. Başka bir bakış açısıyla; yukarıdaki dert başlıklarının Türkiye sinemacılığını önümüzdeki yıllara yayılarak yavaş yavaş kemirmesi ihtimâl dahilindeyken dünya çapındaki virüs blokajı sebebiyle tamamen duran operasyonlar kalıcı ve yapıcı hamlelere sebep olacak.

Global ölçüde sinemanın mevcut sorunları ve bu sorunlarla mücadele yöntemleri tartışılırken Türkiye’de ‘ticari açıdan ayakta kalmak’ adına yapılan girişimlerin, devrim görünümlü darbelerin, kolektiflikten uzak tekil kararların uzun vadede zararlarını yaşamaya devam edeceğiz. Sinema yaşamının öncelikle standartlarını oluşturması ardından da endüstriye dönüşebilmesi için Türkiye’de sinemanın icrasının bütün departmanlarını kapsayacak şekilde düzenlenmesi ve korunması gerekmektedir. Filmlerin ve sinema sanatının lokomotif mecrası olan sinema perdeleri özünde televizyon, diğer yansıtıcılar ve internet mecralarıyla hiçbir zaman aynı kategoride değerlendirilmemelidir. Benzetmedeki gibi sinema, film yaratıcılarının lokomotifi diğer bütün mecralar da vagonu niteliğindedir.

Türkiye’deki icrasında topallayan sinemacılık yaşamımız 2019’un Şubat ayında kimilerinin ‘devrim’ deme cüretini gösterdiği derin bir darbe almıştı. Sinemaseverleri büyük beklenti içine sokan, dolayısıyla sinemacılığın icracı ortaklarını da heyecanlandıran yapımlardan birinin henüz perde vizyonu yolculuğu sürerken lokomotif mecradan indirilip vagonlara geçirildiği açıklandığında sinemasever gözünde gişelere ve vizyon dinamiğine güvensizlik başlamış, bu darbeyle de sinemanın hareket alanı daralmıştı. Aslında bir nevi yerli film içeriğinin tükendiği, ‘ticari sinema oyuncularının sinema salonlarından aldıkları satışların’ onları tatmin etmediğinin bir kanıtıydı bu.

Sinemacılık alanındaki bütün oyuncuların, gelecekteki huzuru ve standart bir endüstri için hassasiyetleri dengeli bir şekilde benimsemesi gerekiyor. Kalkınma ve refah için en yüksek gelir hedeflenirken, sinema olgusunun da herkes tarafından desteklenmesi ve koşulsuz piyasa dayanışması kaçınılmaz. Bu, elbette filmlerin sinema yolculuğundan önce ya da sırasında diğer mecralara ticari kaygılar gözetilerek satılmasıyla başarılabilecek bir durum değil. Ya da sinema filmlerinin yeterli izleyici gelmiyor diye işletmeciler tarafından salonlardan çıkartılmasıyla gerçekleşmeyecek.

Son dönemin ikinci büyük darbesi de şimdi uygulanıyor. Bu kez, hareketin temeline ekonomik dertler iliştirilerek sinema filmlerinin vizyondan önce dijital bir mecrada gösterimi söz konusu!.. Kesin olarak belirtmek gerekirse bu darbede de kanuna aykırı herhangi bir girişim bulunmuyor. Darbe, tamamıyla, duygusal ve etik unsurların hiçbirine uymuyor. Sinema işletmelerinin tek varoluş sebebi sinema filmleridir. Filmlerin sinemada izlenmesinin öncelenmesi bu alanda sonsuz ve karşılıksız çabalar içine girenlerin ekonomik ya da başka sebeplerden ötürü diğer mecraları tercih etmesi bu ve benzer girişimleri sinema kültürü ile yan yana getirmesi yine uzun vadede zarar vericidir. Sosyal toplum anlayışında, sinema ‘kültürü’nün desteklenmesi, sinema ‘sanatı’nın yaygınlaştırılması hoyratça ve yalın olarak sağlanmalıdır. Avrupa ülkelerinin çoğunda özellikle ‘arthouse’, düşük bütçeli sinema prodüksiyonlarının kitlelere ulaşabilmesi adına çok sert uygulamalar bulunmaktadır. Fransa bu alandaki uygulamalarıyla örnek alınacak bir işletime sahip. Öte yandan sinema izleyicisinin çoğaltılması ve ‘arthouse’, düşük bütçeli sinema prodüksiyonlarının daha fazla sinema gösterimi imkânı bulabilmesi adına Avrupa Birliği Eurimages aracılığıyla destek programı uygulamaktadır. Türkiye’de 1990 ile 2000 yılları arasında, Onat Kutlar, Vecdi Sayar, Sabahattin Çetin, Üstün Karabol, İrfan Demirkol & İnci Demirkol, Faruk Günaltay, Saim Yavuz ve Mehmet Soyarslan’ın çabaları ve çalışmalarıyla Avrupa filmlerinin Türkiye’de gösterilmesinin ve bu alanda bir farkındalık yaratılması sağlanabilmişti. Meşakkâtli dönemlerin ardından bugün ticari kaygılar sebebiyle sinema gösterimlerinin öncelenmeyip diğer mecralarla yapılan iş birlikleri, kötü niyet olmasa da sorumsuzluk olarak kayda geçmektedir. Sinema işletmelerinin kapalı olduğu bir dönemde, varlıklarını nasıl sürdürecekleri henüz belirsizken, alternatif film gösterimleri açısından bir önceki kuşağın takipçisi olan, çalışmalarını bir vakıf bünyesinde gerçekleştiren, bugüne kadar küçük sinema işletmelerini onlara sağladığı filmlerle destekleyen, sinema kültürünü önceleyen bir oluşum tarafından böylesi bir darbenin gerçekleşmesi zamansız bir yol kazasıdır. Belirttiğim gibi bu girişimin hukuki bir uygunsuzluğu bulunmuyor. Yine de herkesin, bütün dinamiklerin kenetlenmesi gereken şu dönemde hiçbir sebep bu darbeyi mücbir sebebe dönüştürmüyor. Çünkü ‘mücbirlik’ hakkını sinema kültürü ve onun güç kaybı kullanıyor. Bu ticari hamleye sinema işletmeleri çok doğal olarak tepkisini koydu. Kendi alanlarındaki bütün aksaklıklarını şimdilik bir yana bırakarak, korunması ve kurtarılması gereken sinema işletmelerinin bu feryadına rağmen, sinema kültürü, bir dizi bulanık ticari sebep eşliğinde ticari bir mecra aracılığıyla evlerin salonlarına hapsedilmiş oldu. ‘Sinemaların tekrar açılacağı güne dek’ vurgusuyla, sinema işletmecilerine de maddi destek sağlamak ‘havucuyla’ hamle normalleştirilmeye çalışılsa da kendi kuruluş felsefesiyle Türkiye sinemacılığını fersah fersah ileri taşımayı başaran bu oluşum, üzücü olarak geriye doğru adım atmış oldu.

Sinemada film izleme kültürünün, sinema kültürünün yaşatılması için bu ülkede birçok kişi ve kurum emeğini ve zamanını harcarken, sinemaseverler askıda biletten, koltuk satın almaya dek çeşitli destek kampanyalarına dahil olurken, katı ve keskin şekilde ‘alternatif izleyici’nin ilgisine ‘alternatif filmler’ büyük uğraşlarla getirilirken halihazırda kütüphanesinde binlerce filmin bulunduğu platformlarla iş birliği yapmak ve bu duruma tepki koyan insanları ve sinemacıları anlayamamak ise çok düşündürücü… Altını çizmek gerekirse; hiçbir oluşumun ekonomik açıdan zarar görmesi istenmez, yapılan ticari anlaşmalar da hukuka aykırı değilse tenkit edilemez. Başka Sinema & BluTV işbirliği de ticari açıdan değil, sinema kültürüne olumsuz etkisi açısında değerlendirilmelidir. Programda gösterilen filmlerin neler olduğu, göstermelik desteğin miktarı, süresi açısından değil, filmlerine sahip çıkmaya çalışan sinemacıların ve Başka Sinema gibi bir oluşumun gerçek ve kıymetli felsefesine dönmesi için tam da şimdi mutlak bir dayanışma içinde olunması gerekmez mi? Henüz global pazarlarda dayanışma programları, sinema işletmelerinin zararlarının karşılanması için düşünülen kampanyalar açıklanmamışken, yerel ve bölgesel bazlı vizyon takvimleri açıklanmamışken böylesi ticari bir tercihin motivasyonu ne olabilir? Tarihi sinemaların birer birer ortadan kalktığı dönemde sinema tutkunlarının bu salonlarla arasında kurduğu bağdan hareketle ortaya konan tepkiler nasıl haklıysa Başka Sinema’nın da bu kendi yapısına uygun düşmeyen ticari hamlesine tepkisiz kalmak kanımca üzücüdür. Bu tepkilere de ‘ama’larla karşılık vermek ve itiraz etmek zamanında verilen ‘Emek Sineması’nı aynı haliyle ikinci kata taşıdık’ yanıtına benzer… Sinema işletmelerini olumsuz etkileyeceği söylenen ve itiraz edilen bu girişime paralel olarak İstanbul Film Festivali ile bir başka dijital platform MUBİ arasında gerçekleşen işbirliği ise örnek alınası. Hâlâ bir çok kişi tarafından izlenme fırsatı bulunamamış Altın Lale alan filmler ve henüz nasıl ve ne zaman yapılacağı belli olmayan İstanbul Film Festivali ile Filmekimi için düşünülen filmlerden yapılan bir seçki sinema tutkunları için platform aracılığıyla seyre sunulacak. Böyle bir dönemde ekonomik bahaneleri ön plânı almayıp programındaki filmlerinden bir seçkiyi sinemaseverlere nefes olmak ve gelecekteki birbirinden değerli sinema filmlerine vurgu yapmak için kendi platformu üzerinde bir sunum yapamaz mıydı Başka Sinema da?.. Hiçbir dijital teknik engel yok!

Bugün sinemanın bittiğinin, geleceğinin tartışıldığı günler çoğaldı. Bunun, trenin lokomotifini, vagonlarıyla karıştırarak, karşılaştırarak yapılması hakkaniyetli değil. Sinemanın icadı, Türkiye gelişi, ilk gösterim konularında, mânâsı, önemi gibi başlıklara girmeden sadece Türkiye sinemasının önemli değeri, büyük usta Metin Erksan’ı anarak ondan bir alıntı yapmak istiyorum:

“… Cinemalogy (Sinemabilim) ve filmology (Filmbilim) sözcükleri, yabancı ülkelerdeki üniversite, akademi ve ciddi yazılı-görsel medya kapsamında yazılan yazılarda kullanılan sözcüklerdir. (…) Sinemabilim; sinema sanatı ve sinema bilimi kapsamında; sanatsal düşüncenin ve uygulamanın, sinemasal düşüncenin ve uygulamanın, yaratısal düşüncenin ve uygulamanın görüntüsel düşüncenin ve uygulamanın, çekimsel düşüncenin ve uygulamanın, oluşumunu, gelişimini, dönüşümünü saptar ve oluşturur. Kısacası sinema bir kültürdür. …”

Özetle bir kültür olan sinemanın ve Türkiye’de icra edilen sinemacılığın düşmanı ya da onun geleceğini belirleyecek unsurlar internet yayıncılığı, televizyonda film gösterimleri olmayacaktır. Korsan film çoğaltma, Hard Disc’lerdeki filmler, VCD, DVD, Blu-Ray, Video Kaset, Pay TV, Free TV, Karasal yayınlar, VOD, SVOD, vs… Sinema için bu alanların tamamı birbirinden farksızdır. Sinema kültürünün korunması her şartta gereklidir. Sinemada nitelikli film izlemek anlatıcıya verilen önemi, emeğe saygıyı simgeler. Yüz yüze, göz göze yapılan bir sohbet gibi düşünün, bir yandan başka işlerle meşgûl olup diğer yandan, ara ara yüzüne bakarak dinlediğiniz bir dost sohbeti gibi değil de duyarak, görerek konuşmak… Günümüzde film tutkunları sinema dışı mecralardaki film çeşitliliğinin artmasından hareketle sinemanın bittiği ve onun geleceği ile ilgili endişelerini belirtiyorlar. Bu tespitler sinemanın geleceğine yönelik olmaktan çok, kişilerin hangi mecralarda film izlemekten hoşlandıklarını ve kişisel tercihlerinin çeşitliliğini ortaya koyuyor aslında. Sinemanın ve sinema kültürünün güç kaybetmesi, küçülmesi elbette mümkündür fakat bu diğer mecralardaki film çeşitliliğinden yahut kitlelerin bu mecraları tercih etmesinden kaynaklanmayacak. Sinema da her olgu da her alanda olduğu gibi kendi sorunları ya da yetersizliği yüzünden sorunlar yaşayacaktır.

Türkiye’de alışık olduğumuz üzere Mayıs ayı sonu itibariyle sinema bileti satışları düşüş gösterir ve gösterim sezonu sona erer. Bilet satışında ancak 2019’un ilk çeyreklik dönemini yakalayabilen 2020’nin ilk on bir haftası sinema piyasası açısından hiç de parlak değildi. 17 Mart kapanışları gerçekleşmese de yaza girmenin eşiğinde olan ve vizyon takvimi açısından yüksek bilet satışları vaad etmeyen bir sinema vizyonundan bahsetmek doğru olacaktır. Aynı eğitim dünyasında olduğu gibi bir buçuk aylık bir ötelemenin yansıtılmasıyla mevcut filmlere yeni tarihler verilecek ve sinema emekçileri işlerine, sinema salonları da semtlerine dönecekler. Elbette hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yıllık bilet satışı toplamı muhakkak ki düşecek. 17 Mart kapanışının ardından işletmesini açmayacak sinemalar olacak. Dünyanın önde gelen sinema endüstrilerinde on yıldır tartışılan ve bu doğrultuda alınan önlemlerin beraberinde Türkiye’de sinema işletmeciliği ve sinemacılık, kaçınılmaz olarak teknik kurallara riayet etmek zorunda kalacak. Büyük perde, boyut özellikleri ses efektleri (3D, 4DX, SCREENX, IMAX, ATMOS, DBOX) gibi donanımlara kapısını açan, salonlarında oda sinemacılığı mantığına değil de devleştirme tercihine gidecek işletmeler uzun vadede ayakta kalabilecek. Furya sinemacılığını tercih etmeyip, televizyon yıldızlarının yer aldığı, birbirini tekrarlayan konularla TV.de ve internet mecralarında daha kolay tüketilecek içerikler üretmek yerine kurgusundan, müziğine, görüntüsünden, senaryosuna kadar, profesyonel olarak, prodüksiyonların sinema için dizayn edildiği, sinemaseveri aldatmayan projelere imza atan yapımcılar salonlarda kazanacak.

Doğru işletme stratejileriyle sinema projelerinin kısa vadede en yüksek gelir elde ettiği alan hâlâ sinema gösterimleridir. İşte bu yüzden nitelikli (düşük bütçeli ya da yüksek bütçeli) filmlerin kitlesel karşılıklar alabilmesi, sarf edilen emeğin yerinde değer görmesi ve iç dayanışmanın, üretimin teşvik edilmesi için sinemaların son sistem teknolojik gösterimleri tercih etmesi, Blu-Ray ve benzer yansıtıcılardan gösterim yapmaması, başı ya da sonu olmayan niteliksiz film kırpıklarını salonlarına sokmaması ve programa aldıkları yapımlara uzun süreli gösterim periyotlarını sabırla vermelidirler.

Sinema bir kültürdür ve tıpkı meyhanelerde ve stadyumlarda yaşandığı gibi sinemada da yeni anılar, yeni heyecanlar yaşanmaya devam edecektir. Sinema işletmeciliğinin geleceğini dijital mecralara göre değerlendirmektense bu mecraların kendi aralarındaki rekabet ve teknik sorunlarını tartışmaya açmak daha mantıklıdır. Dev sinema stüdyoları kendi dijital platformlarını birer birer hizmete alırken bu alanda, saygısızca eserlere ve sinemaya saldıran günümüzün mevcut şirketleri kütüphanelerinin geleceğini ve ödedikleri paraları hesaplamaya başladılar bile… Sinema salonları ise dünya çapında teknik olarak devleşmenin, görüntü ve ses efektlerinin geliştirilmesinin hesaplarını ve yeni teknolojileri bitmek bilmeyen bir motivasyonla yapıyor. Tepe noktasına yarım yüzyıl önce ulaşan arabalı sinema ve açık hava sinemaları kavramları önümüzdeki dönemlerde tekrar gündeme gelebilir. Kitlelerin toplu halde film izlemesi her açıdan, (teknolojik ya da duygusal) film yapımcılarını, sinema işletmecilerini ve film tutkunlarını cezbetmeye devam edecektir.

(09 Nisan 2020)

Deniz Yavuz

(Bu yazının ilk yayını 09 Nisan 2020 tarihinde http://www.antraktsinema.com sitesinde yapılmıştır.)

Devlet, Toplum ve Sinema Adlı Kitabının Yayını Vesilesiyle Mesut Kara Röportajı

1961 İstanbul doğumlu yazar yönetmen Mesut Kara ile Klaros Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Devlet, Toplum ve Sinema”yı konuştuk.

Mesut Kara, birçok belgesel film çalışmasında da yönetmen, yardımcı yönetmen, senaryo – metin yazarı, danışman olarak yer aldı. 1985 yılından bu yana birçok dergi, gazete ve internet sitesinde yazıları yayınlanan Kara, gazete yazarlığını Evrensel Gazetesi’nde sürdürüyor.

Yeşilçam tarihi üzerine yaptığı çalışmalar ve yayınladığı kitaplar dışında yaşam öyküsüne yer verdiği “Pendik’li Yıllar, Sine-Masal Anılar” ile denemelerinin yer aldığı “Mülksüz ve Çıplak” adlı kitapları da, dili, anlatımı ve içerikleriyle ilgi gördü.

Mesut Kara’nın “Devlet, Toplum ve Sinema” adını verdiği yeni kitabı da geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Yazarın yayınlanan kitapları sırasıyla şöyle:

Artizler Kahvesi,
Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler,
Yeşilçam Hatırası,
Pendikli Yıllar: Sinemasal Anılar,
Sinema ve 12 Eylül,
Mülksüz ve Çıplak,
Benim Sinemacılarım,
Devlet, Toplum ve Sinema

Klaros Yayınları’ndan çıkan yeni kitabına ad olarak da seçtiğin Devlet, Toplum ve Sinema ilişkisiyle başlayabiliriz…

Sinema hepimizin kalbinde yatan aslandır. Yaşımız kaç olursa olsun, beyazperdede izlediğimiz filmlerin etkisiyle hülyalara dalar, sinemanın bize sunduğu büyülü dünyalarda yolculuğa çıkarız.

Bütün dallarıyla sanat, insan kalabilmenin biricik aracı olarak sürdürür varlığını. Sanat hayattır ve insanları buluşturur, birleştirir, bilinçlendirir, farkındalıkları çoğaltır. Sanatın bütün dalları gibi sinema da hayatı halkların, insanların kardeşlik bahçesine dönüştürür. Genelde sanat, özelde sinema, edebiyat gibi sanat disiplinleri hayatın gerçekliğinden etkilendiği gibi onu etkileyerek sürdürür varlığını ve toplumsal dönüşüme katkısını. Bu nedenle de iktidarların, devletlerin hedefindedir.

İktidarlar hayatın her alanında olduğu gibi kültür-sanat alanında da ideolojik egemenliğini oluşturmak, yeniden üretmek için sanatı ve kitle iletişim araçlarını kullanırlar. Kitle iletişim araçlarını sıkı kontrol ve denetim altında tutarak egemen ideolojinin desteklenmesini sağlarlar. Bu yönlendirme bireyin edilgen, apolitik olması yönünde de kullanılır. Sanat alanlarında da ana akım ürünler desteklenerek eleştirel/muhalif ürünlerin önü kesilir.

Sinema da hem sanat olarak hem de yaygın / etkili bir kitle iletişim aracı olarak, egemen ve muhalif ideolojiler açısından toplumların kültürel yaşamlarında önemli bir yere sahiptir. Muhalif sanat dünyayı, içinde yaşadığı toplumu, her anlamda iktidarı sorgular. Yalnızca sorgulamayla yetinmeyip dönüştürmeyi de önerebilirler.

İnsanlar ve toplum açısından da bir iletişim ve sosyalleşme aracıdır sinema. Etkileşimi, dönüşümleri, kültürel birikimleri sağlar. Film izlemek için sinema salonuna gitmek, evden çıkmayı gerektirir. Bu sosyalleşmenin ilk adımıdır. Salona girene, film başlayana kadar hayatla, insanlarla bağ kurulur. Bir salonda o kadar insanın bir araya gelmesi, hayattan beyazperdeye yansıyan düşsel / kurgusal ya da gerçek hayatı yansıtan bir filmi, yönetmenin dünyasını izlemeleri, ortak etkileşime girmeleri sinema sanatının toplumla girdiği etkileşimin sağlanmasıdır.

En yaygın ve etkili kitle iletişim aracı olarak sinema, yayılmacı devletlerin de, ülke iktidarlarının da kitleleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemek, yönlendirmek için kullandıkları bir araçtır. Bu açıkça olabildiği gibi dolaylı ve izleyicinin bilinçaltını hedefleyerek mesajların iletilmesiyle de olabilmektedir.

80’lerden bu yana yaşanan toplumsal değişimlerin sinemaya etkisi, yansıması ve değişen sinemada, yeni dönem sinemamızda değişenler üzerine neler söylüyorsun?

Yaşananlar kültür sanat alanına da yansır; doğrudan ya da dolaylı etkiler. 80’lerde dünyada yaşanan, “yenidünya düzeni” olarak adlandırılan dönüşüm ve buna uygun yaşanan süreç; bizde de 12 Eylül darbesi dönüşümlerin, yeniden yapılandırmaların miladını oluşturur.

Sinemanın bunalımlı yıllarına denk gelen bu ortamda sinema da payına düşeni alır. 1980 öncesinin kargaşa ortamından bunalmış kültür – sanat ortamları ve sinema, 12 Eylül darbesinin yarattığı korku ve baskı ortamında yeniden şekillenir. Darbenin yarattığı toplumsal – bireysel dönüşümlere, bu dönüşümler sonucu oluşan ortama, insan ilişkilerine yönelik eleştiriler içeren filmler de yapılır, 1980’li yıllarda ve sonrasında. Apolitikleştirilmiş ortamda bencilleşen bireylerin dünyasının yarattığı toplumsal – bireysel yıkımlar da yansır sinemaya.

1980’den bu yana yaşanan toplumsal süreci ve sinemaya yansımasını:
Ekonomik Değişimler,
Siyasal Değişimler,
Toplumsal Değişimler,
Bireysel Değişimler başlıkları altında tanımlayabiliriz.

Toplumsal bilinçaltında yer eden, silinmesi, yok edilmesi mümkün olmayan, yaşanmışlıklar, toplumsal sancılar, devletin / toplumun tabu saydığı konular yeni dönem Türkiye sinemasında ele alınıyor, beyazperdeye yansıyabiliyor.

Toplumsal hafızada acı hatıralarıyla yer edinmiş, uzak geçmişteki yaşanmışlıklar da yakın geçmişte ya da günümüzde olup bitenler de sinema filmlerine konu olabiliyor artık.

Devlet – iktidar ve sinema ilişkisinden söz edersek…

Sinemanın toplumsal etkileri iktidarlar, egemen ideolojiler tarafından kendi iktidarlarını yeniden üretmede ve sürdürmede bir araç olarak kullanılmıştır. Örneğin, II. Dünya Savası sırasında İtalya’nın ve Almanya’nın faşist hükümetleri de faşizm propagandasını yapmak ve halkı faşizmin amaçları doğrultusunda yönlendirebilmek için sinemayı kullanmışlardır. Yine Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde sinema devletleştirilmiş ve devrimi geniş halk yığınlarına yaymada yararlanılmıştır. Yıllardır ve günümüzde de Hollywood’un sinemasında Amerikan siyasal yaşamının, egemen ideolojisinin etkisini, etkilemesini görüyoruz.

Sanat ve kitle iletişim araçları; -en etkili ve yaygın olanı- sinema yalnızca iktidarların değil, muhalif ideolojilerin de mücadele ve kendini var etme, tanıtma aracı olarak işlev görür. Statükocu teoriler iktidarın, eleştirel kuramlar muhalefetin yol göstericiliğini yapar.

“Sinemanın toplumsal yaşantıya girmesinden bir süre sonra, bunun kitleler üzerinde çok etkili bir araç olduğu anlaşılmış ve hızla kitle propaganda vasıtası olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Buna verilen tepki ise gecikmemiş, kısa zamanda sansür duvarına çarpan filmler baş göstermiştir. İlk sansür uygulaması, filmlerin halka gösterilmeye başlandığı yer olan Fransa’da, yapılmıştır.

Türkiye’de sinemanın başlıca sorunlarından söz edersek, Cumhuriyet döneminde sinemanın sorunları, sağlıklı gelişmesinin önündeki engeller ve dönem dönem kriz yaşamasının nedenleri nelerdi?

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türkiye’de sinemanın başlıca sorunlarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Devletin – özel sermayenin ilgisizliği
2. Parasal kaynakların yetersizliği
3. Teknik donatımın, gittikçe çoğalan film sayısının yapımını sağlayacak teknik olanakların, alt yapının yetersizliği; teknik standartların geçersizliği.
4. Bilgi, liyakat ve liyakatli insan eksikliği
5. Yabancı (Amerikan) sinemanın rekabeti
6. Televizyonun etkisi

Türkiye’de sinema ve devlet ilişkisi…

Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanan web sitesinde de yer alan “Devlet Sinema İlişkisi” başlıklı yazıda şu bilgilere yer verilir:

“Sinema alanının bir yasa ile düzenlenmesi ve özellikle devletin film yapımına fon ayırması konularında 1960’lı yıllardan başlayarak, daha ziyade sinemacıların önayak olduğu birtakım girişimler bulunmaktadır. Ancak, sinemacıların gerçekleştirdiği lobiler sonucu gündeme gelen tasarıların hiçbiri siyasal karar mekânizmaları tarafından daha ileriye götürülmemiştir. Yerli sinema sektörünün içinde bulunduğu krizin 1980’lerde giderek derinleşmesi, alanın bir kez daha ele alınması gereğini gündeme getirmiş ve Kültür Bakanlığı’nca hazırlanan 3257 sayılı Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu 1986’da yürürlüğe girmiştir. Söz konusu yasanın asıl hedefi, videokaset alanındaki korsanlığa son vermek ve bu pazarı kontrol altına almak olmuştur. Bu gelişmede, aynı yıllarda Türkiye’deki korsan videokaset pazarının yarattığı mali kayıplar nedeniyle rahatsızlık duyan büyük Amerikan film yapım ve dağıtım şirketlerinin hükümetler düzeyindeki girişimlerinin önemli bir rolü olduğunu da belirtmek gerekir.

Yukarıda belirtilen kanuna bağlı yönetmelikler çerçevesinde başlatılan uygulamalardan biri de kurmaca film, belgesel ve canlandırma filmlerinin yapılması için maddi destek sağlanmasıdır. Buna göre, 1990’da ‘Film Yaptırma ve Destekleme Esasları Yönergesi’ yürürlüğe konuldu ve başvuracak projeler arasından seçim yapmak üzere Kültür Bakanlığı’ndan iki, sinema profesyonellerinden dört, üniversiteden bir olmak üzere yedi üyeden oluşan bir ‘Değerlendirme Komisyonu’ kuruldu. Komisyonun her yıl belirlediği 10 – 12 film projesine, her birinin bütçesinin yüzde 40’ı oranında destek sağlanmaya başlandı.” (http://ekitap.ktb.gov.tr/TR-80308/devlet—sinema-iliskisi.html)

Türkiye’de sinemanın gelişmesinin önündeki en önemli etkenlerden biri yapımcıların, yönetmenlerin korkulu rüyası çoğu zaman anlamsız, mantıksız ve acımasızca uygulanan sansürdü sanırım.

“Türkiye’de film sansürü devlet ile sinema arasındaki ilişkiyi belirleyen en önemli konulardan biri olmuştur. 1939’da yürürlüğe giren Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname, ‘politik ve dinsel propaganda’, ‘kamu düzeni’, ‘genel asayiş’ ve ‘genel ahlâk’ gibi belli bazı konularda sıkı kurallar getirmişti. Film sansürü, 1961 Anayasası ile birlikte geçici bir süre için gevşemiş, ancak 1971 ve 1980 yıllarındaki askeri müdahaleler döneminde yeniden sıkılaşmıştır. Sansür Kurulu filmlere, senaryo aşamasında ve çekimin tamamlanmasından sonra olmak üzere iki kez denetim uygulamaktaydı.

1986 tarihli Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu, senaryo aşamasındaki sansüre son verdi ve 16 yaş sınırı uygulamasını getirdi. Belirtilen kanuna bağlı olarak, ‘Sinema, Video ve Müzik Eserlerinin Denetlenmesine İlişkin Yönetmelik’e göre, sinema filmleri gösterime çıkarılmadan önce Kültür Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Müdürlüğü’nce SESAM (Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Kültür Bakanlığı temsilcilerinden oluşan bir alt komisyon tarafından değerlendiriliyor. Komisyonun denetlenmesini gerekli gördüğü yapımlar, Millî Güvenlik Genel Sekreteri, Millî Eğitim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, SESAM ve MESAM (Müzik  Eseri Sahipleri Meslek Birliği) temsilcileri ile Kültür Bakanı tarafından seçilen bir sanatçının oluşturduğu Denetleme Üst Kurulu’na gönderiliyor. Üst kurul uygun bulmadığı takdirde denetlenen filmin gösterimini yasaklıyor. Film sansürü konusunda, 1990’lardan başlayarak daha özgürlükçü bir ortamın varlığından söz etmek mümkündür. Genel olarak, liberal söylemlerdeki artış ve özel televizyon kanallarının başta cinsellik olmak üzere toplumda tabu sayılan hemen birçok konuyu çoğu kez abartılı biçimde ele alması, sinemada sansürün konumunu anlamsız bir noktaya taşımıştır. Ancak şunu da önemle belirtmek gerekir ki, merkezî ya da yerel resmî kurum ya da kişilerin müdahaleleri sonucunda özellikle politik konulardaki bazı filmlerin yasaklanması durumu hâlâ söz konusudur.” (http://ekitap.ktb.gov.tr/TR-80308/devlet—sinema-iliskisi.html)

Sinemacıların korkulu rüyası sansür yıllardır dillere destan ve çoğu neredeyse komik uygulamalarıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak günümüze kadar süregelmiştir. Çoğu zaman keyfi kararlarla yasaklanan filmler hatta yakılan filmler izleyicilere ulaşamamış ya da film birçok sahnenin çıkarılmasıyla izleyiciye ulaşabilmiştir. 1939 yılında “Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname” yürürlüğe girer. Nizamnamenin 7. maddesi denetimini şu hükümlere göre yapar:

1) Herhangi bir devletin propagandasını yapan,
2) Herhangi bir ırk ve milleti tezyif eden,
3) Dost devlet ve milletlerin hislerini rencide eden,
4) Din propagandası yapan,
5) Milli rejime aykırı olan siyasi, iktisadi ve içtimai ideoloji propagandası yapan,
6) Umumi terbiyeye ve ahlaka ve milli duygularımıza mugayir bulunan,
7) Askerlik şeref ve haysiyetini kıran ve askerlik aleyhine propaganda yapan,
8) Memleketin inzibat ve emniyeti bakımından zararlı olan,
9) Cürüm işlemeye tahrik eden,
10) İçinde Türkiye aleyhinde propaganda vasıtası olacak sahneleri bulunan filmlerin çekimine müsaade edilmez.

Türkiye’de sinemada ilk sansür uygulaması 1919 yılında Mürebbiye filmiyle başlar. İşgâl ordularının Fransız Komutanı General Franchet d’Esperey tarafından yasaklanan filmin Anadolu’ya gönderilmesine ve gösterilmesine izin verilmez. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından uyarlanan filmde bir Türk ailesinin yanında mürebbiye olarak çalışan Fransız kadının hikâyesi anlatılıyordur.

Darbe dönemlerinde, ‘olağanüstü’ koşullarda filmler yasaklandı, yakıldı, sinemacılar yargılandı, hapse atıldı, dernekler, sendikalar kapatıldı.

Söyleşi için size ve doğduğum andan bugüne dek üzerimde emeği olan herkese teşekkür ediyorum.

Uzunca bir süredir yineliyorum, ‘zamanım az, yapacak işim çok’. Yoluma ‘Devlet, Toplum ve Sinema’ ile devam ediyorum. Yolculuğum sürüyor…

(04 Nisan 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

(Kitap Eki Dergisi’nin Mart 2020 Sayısından…)

1900

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

“Beyoğlu Sineması’ndan Haftalık Sinema Gazetesi: 1989″ başlıklı bülten e-postama düştüğünde aklıma ilk gelen 1989 yılında yayınlanmaya başlanan Haftalık Sinema Gazetesi oldu. Bültenin ilk sayısında yazısı yayınlanacak olan Uygar Şirin’in de bir aralar Haftalık Sinema Gazetesi’nde çalıştığını hatırlıyorum. Bu yayın organımız sinema sektörü ve basınına bendeniz dahil birçok isim kazandırmıştır. Saim Yavuz, Turgut Yasalar, Uğur Vardan, Durul Taylan, Tamer Baran, Hakan Sonok, Okan Arpaç, Burak Göral ve daha nice arkadaşın yolları bir şekilde Haftalık Sinema Gazetesi’nden geçmiştir. Gazete halen isim ve mecra değiştirerek Deniz Yavuz yönetiminde antraktsinema.com olarak internet ortamında yayınını devam ettiriyor. Ayrıca oradan yetişenlerin yayınladıkları sadibey.com ve boxofficeturkiye.com adlı web siteleri sektörün başvuru kaynakları olarak özgünlüklerini sürdürüyor. Her ne kadar yeni yayınlanacak bülten Melek / Yeni Melek Sineması çağrışımı yapıyor olsa da her türlü sinema yayını takdiri şayandır, bizleri sevindirir. Yalnız bültende bendenizin Haftalık Sinema Gazetesi’ndeki Sinegöz adlı köşe adımı görürsem gücenirim. Bu da böyle biline. (28 Mart 2020)

Zaman mı değişti, biz mi eskidik anlayamıyorum. Şu sıra haberlerde salgınla ilgili karşımıza sıkça çıkan “bulaş” kelimesine şimdi de “kısıt” kelimesi eklendi. Bizim kuşak bu mânâları “bulaşma” ve “kısıtlama” olarak ifade ederdi. Yanlı mı hatırlıyorum, kafamda çatla mı oluştu? (28 Mart 2020)

Beyoğlu Atlas Sineması’nın Kültür Bakanlığı’nca Sinema Müzesi’ne dönüştürülmesi, gala, festival ve diğer özel gösterimlere tahsis edilmesi sevindirici bir gelişme. Mekân bugünlerde sosyal medyada “Atlas Pasajı’nın içindeki sinema” olarak anılıyor. Bu yanlış bir ifade, çünkü pasaj olarak ifade edilen yer sinemanın parter denilen ana salonuydu. Sinemalar krize girdiğinde bu ana salon pasaja dönüştürüldü, balkon kısmı ve localar sinema salonu olarak faaliyetini sürdürdü. (28 Mart 2020)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: “Kim olduğun değil, kim olacağın önemlidir.” (Sabit Kanca: Son Soru, Yön: Nuri Yıldız.) (04 Mart 2020)

Bildiğim kadarıyla bir cümle içinde aynı kelime 2 kez kullanılmamalı. Afişte görüldüğü gibi filme “100 Yılın Muhafızları: İstanbul Muhafızları” diye isim koymuşlar. “100 Yılın Koruyucuları: İstanbul Muhafızları” veya “100 Yılın Müdafileri: İstanbul Muhafızları” denseydi daha iyi olurdu. (05 Mart 2020)

Takmayın kafanıza yine de şanslı sayılırız. Düşünsenize eski çağların Mecnun’u olsaydık kendimizi çöllere vurmuştuk. Şimdi öyle mi ya, bakınız dünya genelinde arıza çıktığında evde dizinin dibinde oturuyoruz. (16 Mart 2020)

Hiçbir geliri olmayan, reklâm alamadığını sektir et, google reklâmı bile yayınlamayan, 15 yıldır yayın yapan sadibey.com’da an itibarıyla 801 adet fragman ve 184.344 adet yüksek çözünürlüklü afiş ve fotoğraf her an kullanıma hazır tutuluyor, istediğiniz zaman indirebiliyorsunuz. Hal böyleyken koca, koca film şirketlerinin basına servis ettikleri yüksek çözünürlüklü fotoğraf ve afişleri 1 haftalık ücretsiz wetransfer ile servis etmelerini bir türlü anlayamıyorum. Anlatsanıza. (19 Mart 2020)

Hadi yine şanslısınız yaşdaşlarım; “Yaş 70 evde kaldık”, “Yaş 70 iş bitmiş”ten iyidir. (Corona virüs yüzünden 65 yaş üstü vatandaşlara uygulanan sokağa çıkma kısıtlaması nedeniyle yapılan sözde espri. / 21 Mart 2020)

Karikatüristler ne kadar doğru teşhis etmişler ve “Huysuz İhtiyar” adını verdikleri bir karakter yaratmışlar. Oysa biz ihtiyarlarımızı “Bilge Adam”lar olarak görürdük. 40 yıl düşünsem emniyet mensuplarına tükürüleceği aklıma köşesinden bile geçmezdi. “Bilge Adam” ifademden hemen cinsiyet ayrımı yaptığımı çıkarmayın; çünkü hanımlar hiçbir zaman ihtiyarlamadıklarından bilhassa öyle ifade ettim. Bu eleştirimin de kınanmaması gerektiğini belirteyim, çünkü her ne kadar hanımın zorlaması ile olsa da yaşlılara sokağa çıkma yasağı ilân edilmesinden 10 gün önce eve kapandım. Dolayısıyla “Huylu ihtiyar” olarak emsallerime giydirebilirim. (Corona virüs yüzünden 65 yaş üstü vatandaşlara uygulanan sokağa çıkma kısıtlaması nedeniyle yapılan sözde eleştiri. / 23 Mart 2020)

İnsanlığın yaşadığı en büyük salgınla âlâkası hem var gibi de, hem yok gibi bir bilgi vereyim. İlk renkli Türk filminin “Salgın” mı, “Halıcı Kız” mı olduğu tereddütlüdür. Sebebi de “Salgın”ın ilk çekilen renkli Türk filmi olması, ancak ikinci çekilen renkli Türk filmi “Halıcı Kız”ın “Salgın”dan önce gösterime girmesidir. Dolayısıyla ilk çekilen renkli Türk filmi olarak “Salgın”, ilk gösterime giren renkli Türk filmi olarak da “Halıcı Kız”ı belirtebiliriz. O zamanlar yerli yapım filmler “Türkiye yapımı film” olarak değil de “Türk filmi” olarak belirtildiği için döneme uygun ifade kullandım. (25 Mart 2020)

Şu sıra herkes 4 adet izlenecek film öneriyor. Değişiklik olsun bendeniz de 4 adet izlenmeyecek film önereyim; şu 4 filmi izlemeyin: “İster Darıl İster Sarıl”, “Tak Fişi Bitir İşi”, “Parçala Behçet”, “Kartal Pendik Gittik Geldik.” Hiç birini görmedim ama pek bir şeye benzemedikleri ayan beyan belli. (26 Mart 2020)

Bu hengâmede bazı marketler üçkâğıtlarını online siparişlerde de sürdürüyorlar. Tere Otu yerine Dere Otu, 1 paket Kesme Şeker yerine 3 kilo Toz Şeker, Mehmet Efendi yerine Ahmet Efendi (Kurukahveci) gönderiyorlar. Yapmayın bunu. (26 Mart 2020)

Yok havuzlu evde kalmak kolaymış da, yok salondan mutfağa arabayla gidiliyormuş da… Kenan’a lâf edip durmayın. Sizin elinizi tutan mı vardı; siz de şöhret olaydınız da aynı şeyleri yapaydınız. Elinizi tutan mı vardı? Corona etmeyin adamı. (27 Mart 2020)

Herkesin izlenmesini önerdiği 4 film paylaşımlarına nazire olarak dün yaptığım izlenmemesi gereken 4 film önermeme paylaşımıma ekleme yapayım. Doğru mu, eğri mi bilemiyorum ama bir şehir efsanesine göre, zamanın Belediye Başkanı sinemasal bir kültür etkinliği düzenlemek istemiş. Adını duyduğu “Kartal Pendik Gittik Geldik” adlı yerli filmimizin hep Kartal – Pendik arasında çalışan minibüslerle ilgili bir belgesel film olduğunu zannettiğinden, faaliyete o filmin de dahil edilmesini istemiş. Neyse ki konuya hakim birileri, “Aman efendim; o film şöyle, böyle bir filmdir.” demiş de, C sınıfı filmlerimizin baş eserlerinden olan film yanlış kitlenin karşısına çıkmamış. Aziz Nesin’in kulakları çınlasın, hayatın içinde bazen kendiliğinden böyle hoşluklar olabiliyor. (27 Mart 2020)

Sinemaların kapanması, anılarımızın da maziye karışması nedeniyle insana dokunuyor tabi ki ama elden de bir şey gelmiyor. Şahsen, bizzat, kendim de kalp krizi nedeniyle 3 kez kapandım, neyse ki tekrar açıldım ve yaşama döndüm. O nedenle fazla üzmeyin kendinizi, şu virüsü bir yenelim, sonrasında eldeki mevcutların değerini bilerek hayatta devam edelim. (27 Mart 2020)

(28 Mart 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com