Kategori arşivi: Yazılar

Saat İşliyor: Zamanda Tutsak

Diyelim ki 50 yılınızı, birkaç saatte geçireceksiniz, bir başka deyişle tüm yaşamınız bir güne sığdırılacak. Gözlerinizi kırpıştırarak, neyi en çok yapmak istediğinizi belirlemeye, neye ulaşmak istediğinizi saptamaya çalışırsınız ilkin.

Hayatın birçok sıkıntısından bir nebze uzaklaşmak, hatta boşanmaya ramak kalmış evliliklerini bir ihtimal kurtarabilmek için Prisca (arkeoloji uzmanı, müze yetkilisi) ve Guy (sigorta uzmanı) Capa, biri 11, diğeri 6 yaşındaki çocuklarıyla tropikal bir adada, ailecek küçük bir tatile gider.

Her şey umulandan da iyi, istenilen her şeyin bulunduğu beş yıldızlı, belki de yedi yıldızlı tatil köyünde, müdürün önerisiyle bir günlerini “gizli cennet”e ayırırlar. Genç eşi ve küçük kız çocuğuyla annesi de yanında bir başhekim (başarılı biridir aslında) ile hemşire ve psikolog bir çift de onlarladır.

Merak başlıyor…

İzleyici olarak, bir şey olacak ama ne olacak diye kurmaya başlıyorsunuz hemen. Gerçekten de merak düzeyi her geçen dakika (yıl mı demeliyim) artıyor. Nedeni niçini bilinmeyen olaylar sıralanıyor arka arkaya. Her olay, adadakilerin sinirini biraz daha bozuyor ve çözümsüzlük öne çıkıyor. Bu kez de, izleyici olarak nasıl çözümlenebilir sorusuna odaklanıyorsunuz. Tabii ki, her adım, her yapılan, her girişim başarısızlıkla sonuçlanınca kaderinize rıza göstermeyi kabul ettiğiniz anda (bu da M. Night Shyamlan’ın hem kurgu hem yönetmenlik dehası) bir çözüm yolu bulunuyor.

GDO’lar vardı ya…

Bugün aşı üzerinden yürütülen karşı kampanyalar, ‘kanlarınızı zehirleyecekler’, ‘içinize çip takacaklar’ söylentilerinin bir ileri aşaması arka planda anlatılan. Muhakkak ki çalışmalar, deneyler yapılacaktır, yapılmalıdır. Ama bu, asla insan ve insan hayatı üzerinden yapılamaz, yapılmamalı. Bunun bir örneğini GDO’lu ürünlerde gördük. Açlık ve yiyecek azlığından kaynaklanan beslenme sorunlarının çözümü amacıyla genetiği oynanan ürünlerin hiç de umulan sonucu vermediği görüldü. Çalışmalar sürüyor muhakkak ki… Filmde de benzer bir çalışma söz konusu. Kim bilir, sanatçı duyarlılığı bilim insanlarına yeni kapılar açabilir.

Soğukkanlı geçiş…

Filmin akışı, hızı ve hareketliliği içinde göz ardı edilebilecek hata/eksik veya yanlışlıkların çıkışının çizgi film kaynaklı bir öyküden uyarlanmasıyla oluştuğunu kulaklarınıza fısıldayayım da, dikkatli izleyici bir de onunla boğuşmasın.

Old (Zamanda Tutsak)
Merak yüklü gerilim ve kocaman soru işaretleri…
Yönetmen ve Senaryo: M. Night Shyamalan
Oyuncular: Gael García Bernal, Vicky Krieps, Rufus Sewell, Ken Leung,
Nikki Amuka-Bird, Abbey Lee, Aaron Pierre,
13 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(13 Ağustos 2021

Korkut Akın

[email protected]

Gerçek Kahraman An’ı Yaşayandır

…ya da yaşatandır! Çünkü asıl mesele an’ı yaşayabilmektir. Bir çoğumuz ya geçmişte ya da gelecekte yaşıyoruz. An’ın tadını alamayanların, o güzelliği fark edemeyenlerin mutlu ve huzurlu olması beklenemez.

İşte bu gerçekten yola çıkan Disney, aksiyonla komediyi harmanlayıp da macera ile sununca, Free Guy (Gerçek Kahraman) çıkmış ortaya.

Aslında bir “oyun” filmi… Günümüzde hemen her şeyi “oyun”a çeviren yaklaşım hayatın da bir oyun olduğu üzerinden hayat ile hayali buluşturuyor. Neresi hayal neresi gerçek, hayatın içinde şimdi bile karşılaştıklarımız ne zaman tümüyle belirleyici olacak? Soruları çoğaltmak mümkün…

Sıradan birinin günün sıkıcı tekdüzeliğini bir sevgili bulmak amacıyla aşma çabasındaki banka çalışanını büyük bir ilgi, merak ve heyecanla, adeta nefes bile almadan izlettiriyor yönetmen Shawn Levy, dijital efektlerin de katkısıyla. Neler olmuyor ki! Bir yandan izlerken bir yandan da acaba ne zaman tüm bunları yaşayacağız diye soruyorsunuz kendi kendinize. Çok geçmeyecek, çok kuşak değil; bir, bilemediniz iki kuşak sonra…

Bir inanış olarak bu dünyanın gerçek olmadığını, öbür dünyanın asıl olduğunu söyleyenleri siz de tanıyorsunuzdur. “Öbür dünya” dediğimiz de bu dünyada, bu yaşamda mı yoksa? Oyun içinde oyun mu var acaba? Herkesin büyük bir merak, heyecan ve hevesle oynadığı bir bilgisayar oyununun içindeki karakterler gerçekse (ya da gerçek insanlardan yola çıkılarak üretilmişlerse), olaylar nasıl farklılaşır?

Hem şaşıracak hem gülecek hem merak edecek hem de kafanızda kasap çengeli soru işaretleriyle çelişkiye düşeceksiniz. Tamam, popüler bir film; sabun köpüğü gibi ama her şakanın altında bir gerçek payı vardır.

Yangınlarla çoğalan çevre felâketlerinden sıyrılabilmenin bir yolunu bulabilmek gerekir. Kim bilir… belki de…

Free Guy (Gerçek Kahraman)
Fantastik mizah maceralı bir oyun…
Yönetmen: Shawn Levy
Senarist: Matt Liebermann, Zak Penn
Oyuncular: Ryan Reynolds, Jodie Comer, Lil Rel Howery…
13 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(11 Ağustos 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Çöl Şeytanları

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Mesela, Telly Savalas, Peter Fonda ve Christopher Lee’nin başrollerini paylaştığı “The Diamond Mercenaries” Türkiye’de “Çöl Şeytanları” adıyla gösterilmiştir. Buraya kadar olanı sinemaseverlerin kutsal bilgi kaynağı IMDb’den öğrenebilirsiniz ama bu filmi ülkeye Mahmut Saraçer’in Sunar Film’inin getirdiğini gençler bilemez. Bazı gençler, biz 65+’lara öyle davranıyorlar ki, neredeyse geri dönüşümde bile kullanılamazmışız gibi bir tavır gösteriyorlar. Oysa bizler bazen hatırlayamasak da geçmişin hafızası sayılırız. (04 Haziran 2021)

İtiraf ederim, bilmiyordum. Ünlü şairimiz Özdemir Asaf, 1955 yılı yapımı, Orhan Erçin’in yönettiği “Uçan Daireler İstanbul’da” adlı Birsel Film yapımı filmde oyuncu olarak beyazperdeye de gelmiş. (09 Nisan 2021)

“Uçan Daireler İstanbul’da” adlı Orhan Erçin’in yönettiği, 1955 yılı Birsel Film yapımı filmin bir başka ilginçliği de filmde ünlü Amerikalı yıldız Marilyn Monroe’nin yerli versiyonu Mirella Monro adlı bir oyuncunun oynaması. Yerli filmlerimizde saklı ne cevherler var, öğren öğren bitmiyor. (09 Nisan 2021)

Diyorlar ki, şuradan 37.000, buradan 24.000, öteden 18.500, beriden 28.000 TL, 4 yerden, 5 yerden maaş alıyorlar. Külliyen yalan. Benim 3.500 TL emekli maaşıma bakarsak, ya benimki maaş değil, ya onlarınki maaş değil. Benimkini ölçü alırsak, değil 4 – 5 yerden, adamlar 20 – 30 yerden maaş alıyorlar. Yalansa, yalan de. (10 Nisan 2021)

Yine, bir vesileyle seyrettiğim Eski Türkiye’nin 1955 yılı yapımı “Uçan Daireler İstanbul’da” adlı filminden bahsedeyim. Filmin 37 – 38. dakikasında masada oturan bayanlardan birisi “Geçti Bor’un pazarı sür merkebi Niğde’ye” diye konuşuyor. Senaristin zarafeti, çok bilinen bu anonim sözü, filmde eşek yerine merkep kelimesini kullanarak söyletmiş. Filmin tam burasında, nedense birkaç gün önce Yeni Türkiye’nin meclisinde konuşan bir bayan milletvekilinin “Bağırta bağırta Akdeniz Belediyesi’ni aldık, kanırta kanırta da Büyükşehri de alacağız.” sözünü hatırladım. Bu kısa hatırlatmayı sık sık Eski Türkiye’yi küçümseyenlere ithaf ederim. (11 Nisan 2021)

“Full dolu” değil sayın Profesör, “Full” veya “Dolu” veya “Dolu dolu”. / “Ekşi Sözlük”ten atfen: Benzer anlatım bozukluğu için şu güzel örnek verilebilir: “Bab-ı âlî büyük kapıdan duhûl edip girerken tesadüfen rastladım bir atlı süvariye.” (13 Nisan 2021)

Bak Münir abi, şöyle yapabiliriz: Marketten 1 kilo peynir alıp Tekel Bayiine gideriz, peyniri 4 bira ile takas ederiz. Hemen “Ama kapalı” deyip atlama. Tekelci abi kapısını açmayacak, takası camdan veya aspiratör deliğinden gerçekleştireceğiz. Böylece bir-iki gün içinde Tekel Bayileri de Mini Markete dönüşür. Açıldıktan sonra da takas ettiğimiz peyniri, zeytini, vs.yi para verip geri alırız, onlar da çifte kazanç sağlamış olur. Nasıl ama? (30 Nisan 2021)

Meraklıları bilir, yerli sinema filmlerimizin negatifleri çok eski zamanlarda Haliç kenarındaki belediye depolarında muhafaza edilirmiş. Çıkan büyük bir yangında depolarla birlikte sinema tarihimizin birçok filmi de yanmış, yok olmuş. İşte bu filmlere genelde “Haliç yangınının kayıp filmleri” denir. Sinemalarda gösterilmek için çekilen, önce “Azizler”, peşinden “9 Kere Leyla”nın pandeminin de etkisiyle Netflix’te gösterime girmeleri üzerine, sinema tarihimizde “Netflix yangının kayıp filmleri” başlıklı bir bölüm açtım. Bugün itibariyle bu yangına “Gelincik” filmi de kurban gitti. Filmcilerimiz artık iyiden iyiye bir yol ayrımına geldiler. Artık filmlerinin çekimlerine başlarken “Filmimizi şu platformda, bu platformda göstereceğiz” diye belirtsinler ki, biz sinema müptelaları da boşuna sinemalarda gösterileceği beklentisine girip sükût-u hayale uğramayalım. (07 Mayıs 2021)

Sinema salonunda gösterilmeyen filmlere, film demeye dilim varmıyor. Ne bileyim “TV Filmi” denildiği gibi “Platform Filmi”, “Ekran Filmi”, “Küçükperde Filmi” (“Büyükperde” alternatifi) gibi isimlendirmek lazım gibi geliyor. (10 Mayıs 2021)

Bazıları yerli sinemamızı küçümsese de, o, ufak ve mizahi dokundurmalarla bugünlerin geleceğinin sinyallerini yılların ötesinden hatırlatmış. Birkaç hafta önce örnek olarak, bugünlerde hepimizin cebimizden ayırmadığı klasik ve milli dezenfektanımızı çağrıştıran, Çağlar Çorumlu’nun oynadığı “Kolonya Cumhuriyeti” filmini hatırlatmıştım. Malûm günümüzde dezenfektanla yatıp yine onunla kalkıyoruz. Elleri arkaya bağlayarak dolaşmaya araştırma yapıp, cepte dezenfaktanla dolaşıma ses çıkarılmayan zamanlardan geçiyoruz. Rahmetli Levent Kırca da “Mavi Muammer” filmiyle bugünlerin geleceğini hissetmiş sanki. “Adam kazandı” kısa ve öz cümlesini siyasi hayatımıza kazandıran Muharrem İnce’nin partisini kurduğu haberini aldığımda ve logosundaki mavi renk hakimiyetini gördüğümde, bir sinemasever olarak Levent Kırca’yı ve filmini hatırladım. Parti logosunun çakma olduğuna kısmen inanıyorum. Çünkü birileri, yabancı şirket adıyla benzer bir logo yapıp, “Aha bu logodan apartmışlar” deyebilirler. (18 Mayıs 2021)

Önümüzdeki seçimlerde ilk kez oy verecek kuşak şu sıralar çok gözde ve ona Z Kuşağı deniyor. Bu duruma göre, yine şu sıralar en gözde ve kısıtlamaların önde gelen mahkûmları 65+’lara A Kuşağı dersek, biz 70+’lar, yani “Yaş 70, iş bitmiş”ler Kuşaksızlar mı oluyoruz? (18 Mayıs 2021)

(07 Ağustos 2021)

Sadi Çilingir

[email protected]

Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli?: Jungle Cruise

Bir insan ömrünü, hayatın farkında olmaya, dolu dolu yaşamaya ve kimilerinin sizi sınırlamak amacıyla karşınıza çıkardığı engelleri aşmaya vermeli.

Tabii ki kolay değil. Tabii ki herkesin istediği o. Karıncanın o ünlü (özlü) sözü geliyor aklıma: “Hacca gidiyorum.” demiş, “Ömrün yetmez.” demişler, “Olsun, ben de yolunda ölürüm.” demiş. Hayatın farkında olmak için değer buna.

Jungle Cruise, bana bunları çağrıştırdı. Keyifle izlenen, müthiş esprili, iyi kotarılmış, yaslandığı felsefesi sağlam bir film. Kendinizi o ormanın derinliklerindeki kahramanla özdeşleştiriyorsunuz.

Bir eğlence dünyası serüveni

Disneyland (veya Disneyworld) dünyasının en yaygın, en bilinen, en sevilen eğlencelerinden birini film yaparak hayata geçiren Jungle Cruise için izleyici sınırı yok. Her yaştan, her eğitim düzeyinden, her duygudan insan keyifle izleyebilir. Tipik bir “Indiana Jones” öyküsü… Güçlü bir mitolojik gizemin, macera, heyecan, umut ve merakla örülmesi…

Bu film, beyazperdede canlanan o büyülü atmosfer, aslına bakarsanız, bize yaşamın sadece siyasal ve sosyal sınırları olmadığını, sadece iyi ile kötü arasında süregelen savaşla yetinilmediğini, adım adım, küçük küçük atılan adımlarla elde edilen başarıların büyük kazanımları getireceğini söylüyor. Kişisel hırsların, beklentilerin, parasal gücün, umutları söndürmesine yetmediğini kanıtlıyor.

Bir dünya…

“Bir insan ömrünü neye vermeli” diyen Ozan (Hasret Gültekin, çiçek koksun toprağı), izleyebilseydi, oyuncusundan mekânına -dekorlar belli ki fasat olarak konulmamış, gerçekten üretilmiş-, kostümünden müziğine, aksesuarından butaforuna titizlenilerek hazırlanmış bu filmin kendi dizeleriyle koşutluğunu da görürdü.

adece gösterimde kaldığı süre içerisinde değil, uzun yıllar sonra da akılda kalacak, her zaman merak, heyecan ve kahkaha eşliğinde izlenecek, bir anlamda “kült film” olacak bir çalışma Jungle Cruise. Keyfini çıkarın.

Jungle Cruise
Fantastik mizah yüklü macera…
Yönetmen: Jaume Collet-Serra
Senarist: John Norville & Josh Goldstein ve Glenn Ficarra & John Requa
Oyuncular: Dwayne Johnson, Emily Blunt, Edgar Ramírez, Jack Whitehall, Jesse Plemons, Paul Giamatti…
30 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(30 Temmuz 2021)

Korkut_Akın

[email protected]

Altında Neler Yatıyor Acaba?: The Suicide Squad: İntihar Timi

Neden? Niye? Nasıl? Her zaman neredeyse, burada olduğu gibi arka arkaya sorduğumuz sorulardır? Her zaman yaşananların altında bir gerekçe olması gerektiğini düşünürüz. Çoğu zaman da o altta yatan sebep(ler) belirleyicidir.

Amerika’nın “kötü”leri sakladığı en ünlü, en korunmalı hapishanesinden azılı birkaç mahkûm, çıkarlarına da uygun düşünce Ahmed Arif’in o ünlü şiirindeki tanımlamasına uyan, “okyanusun en ıssız dalgasına düşmüş” küçük bir adadaki özgürlük mücadelesini bastırmak üzere görevlendirilir.

Ölümden zerrece korkmayan, ama gözünü kırpmadan insan öldürebilen bu azılı mahkûmlar, gerçekten zorlu bir savaşın içine girerler.

Felsefesi var…

Haritada yeri bile bulunamayacak denli küçük bir adadaki özgürlük hareketini bastırmak için bir “intikam” takımı kurmak akla yatkın gelmiyor ilk başta. Ama o adada ya kıymetli madenler vardır ya da petrol bulunmuştur muhakkak. Azılı da olsalar kandırılabilirler bu güçlü ve aslında akıllı insanlar. Müthiş bir sekansla başlıyor film. Yukarıda andığımız neden, niye, niçin soruları bir anda dönenip durmaya başlıyor izleyicinin kafasında.

Senaryo çok iyi kurgulanmış. Aklınıza gelebilecek hemen tüm felsefik ipuçları, mitolojik öykü kahramanları (o kız, niye farelerle konuşabilirken, timin lideri korkuyor ölürcesine), sinema trükleri birbiri ardına sıralanıyor. Zaten sürükleyici bir film, bir de üstüne üstlük (IMAX’te izlemenizi öneririm) güçlü görüntüleri, yüksek sesiyle seyirciyi içine baştan çekiyor.

Neden?

Filmin 18+ olduğunu söylemem gerekir, zaten uyarısı yer alıyor. Neden 18+ diye sormayın, çünkü şiddet alabildiğine fazla. Felsefesi olan, iyi kotarılmış, sürükleyici bir filmde şiddet neden bu kadar öne çıkarılır? Filmde Y kuşağı geçse de asıl hedef izleyici kitlesi Z kuşağı. Pandemi belasının tüy diktiği, aile/okul/mahalle baskısının canlarından bezdirdiği, sosyal ve siyasal sistemle uyum sağlaması ancak zorla sağlanan gençlerin ellerindeki tek güç belki de şiddet. “Neonazi” dediğimiz burnundan soluyan, ama aslında halim selim yaşayan bu gençliği en iyi anlatan duygu bu olsa gerek. O zaman da filmi en çok anne babalar, sosyal ve siyasal sistemle sorunları olanlar, dünyayı ama en çok da gençleri tanımak isteyenler izlemeli.

Son söz: Kim daha gaddar? Azılı da olsa mahkûmları kandırıp ölüme süren devlet mi, yoksa şiddetin doruğuna çıkan bu insanlar mı? İzleyin, kararınızı ona göre verin.

The Suicide Squad: İntihar Timi
Macera, fantastik aksiyon…
Yönetmen: James Gunn
Senarist: James Gunn, John Ostrander
Oyuncular: Margot Robbie, Viola Davis, Joel Kinnaman, Idris Elba…

(28 Temmuz 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Yeni Bir Gezegene Doğru

2063 yılındayız. Dünya ısınmayı, yıkıcı kuraklıklar ve açlık insan nüfusunu tehdit etmeyi sürdürürken bilim dünyası gelecekte yaşanabilecek yeni bir gezegen arayışı içindedir. İnsanoğluna yeni bir yuva bulunur, keşif ve kolonileştirme görevine çıkılır. Sinemalarda gösterime giren ‘Gezginler / Voyagers’ 86 yıl sürecek uzun bir yolculuğun hikâyesini anlatıyor. Yapay döllenme yoluyla üretilmiş 30 seçkin mürettebat yolculuk için tasarlanmış uzay gemisinde yine yapay yöntemlerle çoğalacak ve bu neslin torunları bakir gezegene ulaşacaktır.

Dünya nimetlerini özlememeleri için kapalı ortamda yetiştirilmiş çocuklar, onları bu serüvende gözetecek eğitmenleriyle birlikte uzay boşluğuna gönderilir. Aradan 10 yıl geçmiş, türün varlığını devam ettirme misyonunu üstlenmiş genç kız ve erkek kobaylar yolculuklarını sürdürmektedir. Robot misali yaşam süren gençlerden bazıları aldıkları besinlerden şüphelendiklerinde ve yemek sonrası içmeleri gereken mavi şurubun onların saldırgan dürtülerini ve cinsel arzularını köreltici ve böylece itaatkar bireyler olmalarını sağlayacak kimyasalla yüklü olduğunu keşfettiklerinde varoluşlarını sorgulamaya başlar. Sistemdeki arızayı onarmaya çalışan deneyimli eğitimcilerinin kaza süsünde bir saldırı sonucu ölümünün ardından geminin yönetimi genç ekibe kalacak ve kaos başlayacaktır.

‘Gezginler’ çağımızın hayli ilgi gören genç yetişkin aksiyon filmlerinin yeni bir örneği. Daha önce ‘Uyumsuz / Divergent’ serisinin 2014 yapımı başlangıç filmiyle türe giriş yapmış olan yönetmen Neil Burger bir kez daha son dönemin çıkış yapan genç oyuncularıyla çalışmış. ‘X-Men’ serisi ve Steven Spielberg imzalı ‘Başlat / Ready Player One’ ile tanıdığımız Tye Sheridan, Christopher Nolan filmi ‘Dunkirk’ ile çıkış yapan İngiliz oyuncu Fionn Whitehead ve Johnny Depp ile Vanessa Paradis’nin kızları Lily-Rose Depp’in başı çektiği genç kadroya kısa rolüyle deneyimli oyuncu Colin Farrell eşlik etmiş.

Amerikalı yapımcı/yönetmen Romanya’nın geniş Buftea Stüdyoları’nda hayata geçirmiş filmini. Bilim kurgu geleneğinden beslenen klostrofobik hikâyesi ilginç. Türe korku gerilim ögesini kazımış ünlü ‘Yaratık / Alien’ etkisi seziliyor ama üzerine gidilmiyor. Buna karşılık William Golding’in ölümsüz klasiği ‘Sineklerin Tanrısı / Lord of the Flies’ yansımalarını bir konuşmasında Burger’ın kendisi de itiraf ediyor. Ancak ilginç çıkış noktası ve esinlerine karşın ‘Gezginler’, referanslarının ve sağlam oyuncu kadrosunun hakkını verememiş, yamalı bohça görünümüyle vasat bir çalışma olmuş. Bu sıcak yaz günlerinde sinema salonunda film izlemeyi özlemiş genç seyirciyi hedefleyebilir.

(21 Temmuz 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Sessiz Ol, Hayatta Kal

Küçük bütçeli bir B-filmi görünümündeki ‘Sessiz Bir Yer / A Quiet Place’, pandemi öncesinde beklenmedik bir gişe başarısı sağlayınca devam filmlerinin gelmesi kaçınılmaz olmuştu. Dünya çapında sinema salonlarının açılması ile birlikte serinin gösterime giren ilk devam filmi ‘Sessiz Bir Yer 2 / A Quiet Place Part 2’ beklentiler doğrultusunda ABD açılış haftasında en çok izlenen film unvanını kolaylıkla kazanmayı bildi.

Bizde de sıcağı sıcağına vizyona giren bu seri, oyuncu yönetmen John Krasinski’nin aralarında bulunduğu ekibin düş gücüyle ortaya çıkmış. Krasinski’nin gerçek hayattaki oyuncu eşi Emily Blunt ile aile büyüklerini canlandırdığı, bilim-kurgu özellikleri taşıyan bu korku-gerilim sineması örneği, esinini büyük ölçüde 80’li yılların kült serisi ‘Yaratık / Alien’dan alıyor. Spielberg damgalı ‘Jurassic Park’ bir diğer ilham kaynağı olarak dikkat çekiyor. İlk filmde meşum hikâyeye ortasından dalmış, insanlığın ve filmdeki çekirdek ailenin 48. gününden başlayarak dehşet yüklü maceralarını izlemeye başlamıştık. Daha sonra birden 474. güne atlamış, ailenin bugününe tanıklık etmiştik.

Uzaydan geldiği düşünülen yırtıcı yaratıkların sırrı neydi? Bu sırrın ikinci filmde de aralanmadığını baştan söyleyebiliriz. Bu nedenle serinin devamının geleceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İkinci bölüme 1. günden başlangıç yapan devam filminde, sakin Amerikan kasabasının mutlu mesut sakinleri ile tanışıyoruz önce. Çocuklar ligi beyzbol maçını izlerken göklerden gelen dehşetle tanışma paniğine; anne, baba ve üç çocuktan oluşan Abbott ailesinin kaçış serüvenine şahit oluyoruz daha sonra. Ailenin 48. günde en küçük erkek çocuklarını kurban verdiklerini ve ilk filmin sonunda baba Abbott’ın çocuklarının selameti için kendini feda ettiğini biliyoruz.

İlk filmi izlemeyenler için biraz bilgi verelim. Bu devasa yaratıkların gözleri görmüyor ancak ses konusunda hassaslar. Aile bireyleri sessiz kaldıkları sürece güvence altındadır. Ancak bu sessiz ortamı her zaman sağlamak, hiç konuşmadan yaşam sürdürmek hiç de kolay olmayacaktır. İlk film bu süreçte bireylere işaret dilini kullandırmak yoluyla ilginç bir çözüm bulmuştu. Gerçek hayatta sağır olan yetenekli küçük oyuncu Millicent Simmonds’un varlığı bu açıdan önemli bir fırsattı. ABD’de bir bölümü alt yazı ile gösterilmesine karşın büyük ilgi toplayan ilk film görsel tasarımı ve iki adet Oscar adaylığı bulunan besteci Marco Beltrami’nin Spielberg gerilimlerinden esini almış müzik çalışması ile parlıyordu. İkinci bölüm bu kozların her birini yeniden kullanmayı sürdürüyor. Her serinin devam filminde olduğu üzere, ilk bölümün tedirgin sessizliği daha hareketli bir aksiyon kalıbına evrilmiş. Krasinski’nin ilk filmde koşut kurgu kullandığı, farklı dehşet anlarını iç içe aktaran başarılı denemeleri bu bölümde de gerilimin doruğa çıktığı başarılı sekanslar olarak dikkat çekiyor.

Çekirdek aileye bir bebek ekleniyor yeni filmde. Ancak daha korunaklı bir yaşam alanı buldukları için, kısıtlı da olsa fısıltı halinde konuşmalarına izin çıkmış bu defa. Canavar ile karşılaşmanın ilk gününden 474. güne atlıyor ve öykü bıraktığımız yerden devam ediyor. Babasını kaybetmiş çekirdek aile, İrlanda asıllı tanınmış oyuncu Cillian Murphy’nin canlandırdığı komşu Emmett karakteriyle yeni bir birey kazanırken, Abbott’lar çevrelerindeki uğursuz yabancılar ile karşılaşmaya başlıyor, tehlikeden uzak yeni bir yaşam vahası bulma çabaları sürüyor. Erken büyümek zorunda kalmış çocukların daha etkin roller almasına tanıklık ediyoruz bu bölümde. Bizde sinemalara gelmeyen ilginç Todd Haynes filmi ‘Kutup Yıldızı / Wonderstruck’ ile sinemaya başlayan Simmonds ve ‘Suburbicon’da Matt Damon’un oğlu olarak izlediğimiz Noah Jupe büyüklerinden rol çalmayı sürdürüyor.

(15 Temmuz 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Oyun Bitti

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

“Azizler” Taylan Kardeşler ve “9 Kere Leyla” Ezel Akay’dan sonra, “Sevmeye Devam Ettiğim Ancak Beni Gücendiren Yönetmenler” listeme “Seni Buldum ya” Reha Erdem’i de ekledim. İstemsiz bir şekilde kafamda “sinemanın çöküşüne ilk tuğlaları koyanlar” gibi bir zan oluşuyor, durduramıyorum. (14 Mart 2021)

Yürüdüğüm kaldırımın yol tarafında durmuş telefonla konuşan genç, yaklaştığımda tam önümden, sıyırarak öbür yana geçti, “Öğrenci evinde kalıyoruz, yemek yiyecek paramız kalmadı; İstanbul’da başka tanıdığımız yok.” dediğini duydum. Birkaç adım attım, tam “Şuna bir – iki yüz lira vereyim” diye düşünürken aynı ses sol yanımdan yaklaştı, genç bana paralel yürümeye başladı. Uyandım, yeni bir tür dolandırıcılıkla karşılaştığımı anladım, para vermekten vazgeçtim. Yürüdüm, yoluma devam ettim. (18 Mart 2021)

Telefonlarda dikey görüntü niye var? Kim yaptıysa görüntü sanatına ihanet etmiş. Tüm telefon ekranları, klasik altın oran 3/4 ebadında olmalı ve görüntü döndürme özelliği iptal edilmeli. (20 Mart 2021)

Tüm dünyaya “Bizim sözümüze güvenmeyin, her şeyde, her an 200 grad* dönebiliriz” demek gibi bir şey.
* Derece karşılığı 180 oluyor. Biz haritacılar koordinat hesabında birim olarak Grad kullanırız. Derece sisteminde dairenin 360’ta 1’ine Derece, Grad sisteminde dairenin 400’de 1’ine Grad denir. Ayrıca Derece’yle sıcaklık ölçülür, diğer sıcaklık ölçüsü Fahrenayt’tır. Fahrenayt’ı Derece’ye çevirmek için söylenen Fahrenayt rakamından 30 çıkarıp 2’ye böleceksin. Örneğin, meselâ, misalen bulunduğun yerdeki ısı 70 Fahrenayt’sa -30/2 eşittir, orada sıcaklık 20 Derece’ye tebakül** etmektedir. Bu kadar açıklama yapma sebebim, ne kadar derin bilgilere vakıf olduğumu belgelemektir. Ben çok bilirim, hâttâ herşeyi bilirim, bilmediğim şey yoktur demeye getiriyorum.
** Aslında “tekabül”. Benim gibi, okuduğu yazıda hata bulma meraklısı arkadaşlara fırsat yarattım ama ses çıkmadı, açıklayayım da karizmam daha fazla çizilmesin.

İyi tarafından bakarsak ayakkabının delik olması güzel bir şey. Bugünkü gibi parçalı ıslak kaldırımlarda yürürken sürekli kuru yerlere basmaya dikkat ediyorsunuz. Bu işlem giderek dikkat etme melekenizi geliştiriyor. Dinlenme molasında gözünüzün gördüğü herşeye daha dikkatle bakmaya başlıyorsunuz. Gerçekten. (25 Mart 2021)

Görüntü sanatı dijitalleştiğine göre artık ortada “film” de kalmadı. Sinemalarda gösterilen ortalama 90 dakikalık görüntüler bütününe başka bir isim bulmak gerekmiyor mu? (25 Mart 2021)

Bazen öyle olurum. Dün canım peynir helvası istedi, hiç üşenmedim Falan Bozacısı’nın karşısındaki dükkâna gidip alayım dedim. Büfe görünümlü bölümünden alışverişimi yaparken bir iki lâf edeyim derken arkama da üç beş kişi sıralandı. O sırada nasıl yeri geldiyse esnaf “Az müşteriyi daha çok severim, kalabalıktan hoşlanmam.” dedi. Üzeri irmik helvası ile kaplı kâğıt bardakta dondurmamı da aldım, ödeme için kartımı uzattım, esnaf “Nakit çalışıyoruz.” dedikten sonra “Yandaki kuruyemişçiye çektirebilirsiniz kartı.” dedi. Kuruyemişçiye gittim, iki bayanın alışverişini bitirmesini bekledikten sonra ödemeyi yaptım. Kuruyemişçi, fişi helvacıya vermemi söyledi. Götürdüm verdim. Daha önce de aynı helvacıya normal günlük mesai içinde birkaç kez uğramıştım, kapalıydı. Taa Şişli’den gidip, eli boş dönmeyeyim diye bir keresinde de Falan Bozacısı’na telefon ettim; karşısındaki helvacının açık olup olmadığını sorduktan sonra gideyim dedim. Boza kasasındaki eleman herhalde çok yoğundu ki kafasını uzatıp helvacıya bakamadı ve telefonu yüzüme kapadı. Bu kadar şeyi niye anlattım, şundan: Bu günlerde pandemi nedeniyle müşteri ve satış azlığından şikayet eden esnaf milleti bilsin ki böyle esnaflar da var. Şikayet etmesinler ve örnek alsınlar. Bakınız kalabalıktan ve beklemekten bunalan müşterilerini düşünüp az müşteri gelmesini seviyorlar. Keza, illa nakit ödemede ısrar edip moral bozmuyorlar, kart ödemesini komşu dükkana yaptırıyorlar ve mesai saatlerinde ara sıra ve rastgele dükkânlarını kapalı tutuyorlar, ki gelen müşteriler geri gitsin, tekrar gelsin ve spor yapmış olsunlar diye düşünüyorlar. Herhalde. (28 Mart 2021)

Vah, Bekir Ünlüataer de modaya uymuş; Eski Türkiye’nin “Fikrimin İnce Gülü” şarkısının “Ateşli dudakların, gamzeli yanakların…” kısmını “Ateşli bakışların, gamzeli yanakların…” şeklinde söylüyor. Nerede olacak, tabi ki TRT Müzik‘de. (29 Mart 2021)

Kaderin garip cilvesi dedikleri bu olsa gerek, Kronoloji adlı film, isminin çağrıştırdığı Korona virüs salgını nedeniyle sinemalarda vizyona girememiş Blu TV.de gösterime sunulmuştu. Filmin kadın başrol oyuncusu Cemre Ebüzziya, filmdeki rolü ile 53. SİYAD – Sinema Yazarları Ödülleri’nde 2020 yılı En İyi Kadın Oyuncu Performansı Ödülü kazanmakla bu talihsizliği nispeten telafi etmiş oldu. (29 Mart 2021)

Olaya bir de şöyle bakabiliriz: Maharet, kötü, çirkin, karamsar, soğuk, arsız, sahtekârdadır. Onlar olmasaydı, iyi, güzel, iyimser, sıcak, namuslu, doğru ortaya çıkamazdı. Bütün kadınlar Türkan Şoray’a benzeseydi, Türkan Şoray’ın güzelliğini zirveye taşıyamazdık. (06 Nisan 2021)

Bugünü yaşamaya bak; “Eski günlerimi hayal ediyorum, özlüyorum” demekle bugününü gücendirmiyor musun? (06 Nisan 2021)

Sinemada kullandığım takma adımla doğru şeyler yazsam da, “Takipçilerim dediklerimi doğru bulmayabilirler” diye bir tereddüt yaşadığımı söylesem ne dersiniz? (06 Nisan 2021)

“Olmaz olmaz deme olmaz olmaz” bir fikir: Müzikte 7 nota, alfabede 29 harf var. Her nota aralığındaki sesi 4 kademeye bölersek 28 nota eder. Alfabedeki ğ harfini kullanmazsak her harfe 1/4 nota denk geliyor. Bu sesleri f klavyeye bağlayıp herhangi bir metin yazdığımızda ortaya çıkan müziğe “harflerin senfonisi” diyebiliriz. (06 Nisan 2021)

Bizim eski Yeşilçam yıldızları, Türkan Şoray, Zerrin Egeliler, Tarık Akan, Behçet Nacar, yılda 10 – 15 film çevirdiklerinde bazıları onları küçümser ve “Yüzlerini eskitiyorlar, işin suyunu çıkarıyorlar” derlerdi. Eee, şimdilerde dizi adı altında 90 dakikalık, yılda 52 tane film çekmiş oluyorlar, ayrıca araya, reklam filmi, sinema filmi sıkıştırıyorlar. Bırak yüzlerini eskitmeyi, yüzleri yalama oluyor; işin de bırak suyunu, suyunun suyunun suyunu çıkarmış olmuyorlar mı? (08 Nisan 2021)

(11 Temmuz 2021)

Sadi Çilingir

[email protected]

Beni Terk Edersen Seni Öldürmem Gerekir

“Beni terk edersen seni öldürmem gerekir, bunu biliyorsun değil mi?” Bu replik Germen mitolojisinde Undine tarafından zikredilir. Efsanevi tatlı su perisi her ne kadar insana benzese de, insan ruhuna sahip değildir. Ölümlü olmak için bir insanla evlenmesi gerekir. Ancak aşık olduğu erkek ona sadakatsizlikte bulunursa, Undine tarafından öldürülecektir. Alman sinemasının auteur yönetmenlerinden Christian Petzold’un, geçen yıl Berlinale’de prömiyerini yapmış, antik efsaneye çağcıl yorum getiren çizgi dışı son filmi ‘Undine’ yıl içi çevrimiçi gösterimlerde birkaç karşımıza çıkmıştı. Pandemi sürecinin nefes aldığı ve sinemaların uzun bir aradan sonra yeniden açıldığı Temmuz ayında bu güzel filmi beyazperdede izleyebilme fırsatının doğduğunu müjdelemek isterim.

Avrupa’nın yakın geçmişindeki travmatik gelişmeleri çok başarılı bir kurgu çalışmasıyla gündeme taşıdığı ‘Transit’ten 2 yıl sonra çektiği son çalışmasıyla Alman yönetmen bizleri yapıtına hayran bırakmaya devam ediyor. ‘Undine’ çok katmanlı bir hikâye. Kadın karakterin rehber olarak çalıştığı müzede sürdürdüğü ve filmde hayli geniş yer verilen, Berlin’in doğusu ve batısıyla yeniden inşası seminerleri üzerinden kadın erkek ilişkilerinin çıkmazlarını incelemeyi, karşıtlıklarını uzlaştırma çabasını sürdürüyor. Mitos ile gerçeği şiirsel bir potada ustalıkla eritmeyi başarıyor. Su ile bağlantılı çok sayıda metafor ile karşılaşıyoruz filmde. Undine ile Cristoph’un ilk kez karşılaştığı kafedeki dev akvaryum aralarındaki çekimin büyüsüyle patlayacaktır. Suyun dibinde bir barajın türbinlerini onaran dalgıç Cristoph’a dev bir yayın balığı sevdanın yolunu gösterecektir.

Denizaltı çekimlerinin ustaca kotarıldığı yapımda ‘Transit’in muhteşem ikilisine bir kez daha başrolleri vermiş Petzold. Berlinale 2020’den en iyi kadın oyuncu ile dönen Paula Beer, duygusal olduğu denli mesafeli donuk Undine yorumunda harikalar yaratıyor. Alman sinemasının yükselen yıldızlarından Franz Rogowski mükemmel bir eşlik sunuyor. Düş ile gerçeğin bu benzersiz biçimde kaynaştığı bu büyüleyici aşk hikâyesine, fonda kuzeyli virtüoz Vikingur Olaffson’un nefis yorumuyla J. S. Bach’ın re minör klavsen konçertosunun ünlü 2. adagio’su eşlik ediyor.

(11 Temmuz 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

40. İstanbul Film Festivali’nden İzlenimler 4: Uluslararası Yarışma ve Diğer Bölümlerden

40. İstanbul Film Festivali Haziran ayı içinde sinemalarda ve çevrimiçi gösterimlerle izleyicilerine ulaştı. Pandemi nedeniyle toplu film izleme rutinime henüz dönmemiş bir yazar olarak, Haziran ayında çevrimiçi sunulan filmleri izlemeyi sürdürdüm. Bu yazı, çevrimiçi seçki dahilinde yer almış filmler üzerinedir.

Uluslararası Yarışma seçkisi Bulgar yapımı ‘Şubat / Février’ ile başladı. Kamen Kalev imzasını taşıyan film, yönetmenin büyük babasının yaşamından esinlenmiş. Ana karakterin sırasıyla 8, 18 ve 82 yaşlarını ele alan üç ayrı bölümden oluşan yapım, insan-doğa ilişkisinin kutsallığı ve yalnızlığı üzerineydi. 8 yaşındaki Petar, dedesi ile birlikte köyden uzakta çobanlık yaparken rutin hayatından kaçmak ve kendi dünyasını kurmak arzusundadır. 18 yaşına geldiğinde evlendirilir ve ertesi gün askere uğurlanır. Karşısına çıkan martılar onun için özgürlük sembolüdür, ancak çocukluk hayallerini büyük ölçüde yitirmiş ve onun için çizilmiş hayatı kabullenmiştir artık. Filme adını veren Şubat ayı yaşlılığı, kara kış günlerini temsil etmektedir. Vahşi doğanın ortasında yapayalnızdır bu döneminde. Cannes 2020 etiketini taşıyan film 16 mm çekilmiş. Diyaloglar son derece sınırlı. Buna karşılık güçlü görselliğiyle hipnotize edici bir deneme bu. Bulgaristan’ın en yetkin sinemacılarından biri olan Kalev’in yeni çalışmaları merakla beklenmeye değer.

Yarışma filmlerinden ‘Kod Adı: Nagazaki / Kodenavn: Nagasaki’, dünyanın bir ucundaki hayatta olup olmadığını bilmediği biyolojik annesini bulmaya çalışan bir genç adamın hikâyesini olabilecek en oyuncaklı biçimde anlatan sıra dışı bir belgesel çalışmaydı. 27 yıl önce kendisini terk edip Norveç’ten ülkesi Japonya’ya dönen annenin peşine düşen Marius Lunde, çocukluk arkadaşı yönetmen Fredrik S. Hana ile birlikte bu yolculuğu benzersiz bir film fırsatına dönüştürüyor ve bu maceranın her adımını farklı film türlerinden esinlerle belgeliyor. Gerçek ile kurmacayı ustaca bir potada eritmeyi başaran yapım, samuray filminden kara filme, korku sinemasından canlandırma sinemasına alışılmadık bir sörf denemesi, temelinde hüzünlü bir arayış öyküsü anlatıyor.

Yarışma seçkisinde yer almış olan bir diğer film, İngiliz yapımı ‘Sansür / Censor’, 80’li yıllara damgasını vurmuş kanlı kesme biçmelerden oluşan (slasher) video filmlerin görsel atmosferi üzerinden ilerliyordu. Sansür kurulundan Enid, piyasayı sarmış ve büyük ilgi gören bu tür kanlı video filmleri piyasaya sunulmadan önce denetlemekle görevli bir kurgucudur. Genç kadın dağıtım onayı verdiği filmlerden birindeki yöntemle işlenmiş bir dizi cinayetle sarsılır önce. Ama asıl şoku, izlediği filmlerden birinde kendi geçmişiyle ilişkilendirdiği şiddet sahneleri gördüğünde yaşayacaktır. David Lynch, Harmony Korine ve Quentin Tarantino hayranı genç yönetmen Prano Bailey-Bond’un bu ilk uzun metrajı, gerçeküstücü ve hipnotik atmosferiyle hem çarpıcı hem de dış basında söz edildiği gibi ‘tuhaf bir biçimde rahatsız edici’ bir yapım.

Yarışma filmlerinden ‘İnsan Faktörü / Human Factors’ çekirdek aileyi didikliyordu. Film, işleri yüzünden bunalan ve araları bozulan Jan ile Nina’nın hafta sonunu çocuklarıyla birlikte aileden kalma yazlıkta geçirmeleriyle başlıyor. Eve birilerinin girdiğinin anlaşılmasıyla uzak aile fertleri önce birbirlerine kenetleniyor, ama sonrasında anlattıklarının birbirini tutmadığı anlaşılıyor. Yönetmen Ronny Trocker ‘toplumun güncel medya çağından nasıl etkilendiğini ve bunun aile denen mikro-evrene etkisinin ne olduğunu yansıtmak istediğini’ belirtmiş bir söyleşisinde. Yer yer Haneke’nin aileye bakış açısını anımsatan bu huzursuz dram, geriye dönüşleri ustaca kullanan kurgusuyla dikkat çekiyor.

Haziran seçkisinin en iyi filmlerinden, geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nden Büyük Jüri Ödülü ile dönmüş olan ‘Çarkıfelek / Guzen To Sozo’, Türkçe yakıştırılmış adından yola çıkarak sihirli tesadüfler üzerine naif bir romantik dramdı. Daha önce İKSV festivallerinde gösterilmiş ‘Happy Hour’ ve Cannes’da ana seçkide yer almış ‘Asako I & II’ filmlerinden tanıyıp sevdiğimiz yazar yönetmen Ryūsuke Hamaguchi, kendine ait üç kısa öyküyü biraraya getirdiği filminde, rastlantıların ve seçimlerin farklı kadınların hayatlarında bıraktığı derin izlerden yola çıkarak, yine çok sevdiğimiz meslektaşı Hong Sang-soo’dan esinler taşıyan hoş bir filme imza atmış.

Bu yıl Morhipo destekli ‘Galalar’ bölümünde yer alan ‘Doğal Işık / Természetes Fény’ İkinci Dünya Savaşı sırasında Macar birliklerinin işgali altındaki Sovyetler Birliği topraklarında yaşanan insanlık suçları üzerineydi. Elem Klimov’un ‘Gel ve Gör’ filmi ile hafızamıza kazınmış benzer bir toplu katliamı engelleyemeyen asteğmen Istvan’ın ahlaki çıkmazı, suçluluk ve vicdan muhasebesiyle karanlığa gömülmüş öyküsü Pal Zavada’nın aynı adlı romanından esinlenmiş, Berlinale 2021’den en iyi yönetmen ödülüyle dönen Dénes Nagy tarafından yönetilmiş. ‘Dünyayı doğru değerlendirdiğimizi, hayattaki ödevimizi bildiğimizi sanırız. Bu algının nasıl da zayıf kaldığını göstermek istedim’ diyor Macar sinemacı.

Festivalin ‘Çiçek İstemez’ temalı bölümünde yer alan ‘Pilotun Karısı / Die Welt Wird Eine Andere Sein’ gerçek bir öyküden yola çıkan ve 5 yıl süren zorlu bir birliktelik üzerine. Türkiye kökenli tıp öğrencisi Aslı ile Lübnanlı göçmen Said türlü zorluklara karşın aşklarını korumaya özen gösteriyor. Said’in kimseye haber vermeden ortadan kaybolmasına kadar. Filmi izlemeyi düşünenler bundan sonrasını okumasın lütfen. Almanca özgün isminin karşılığı olarak ‘karısına bambaşka bir dünya bırakma ülküsüyle’ dünyayı sarsan ve değiştiren 11 Eylül faciasının aktörlerinden biri olmaya kadar gidecektir Said. Yönetmen Anne Zohra Berrached’in üçüncü uzun metrajı yakıcı içeriğine karşın, konvansiyonel sinema kalıplarının dışına çıkamamış orta halli bir yapım.

Galalar bölümünde gösterilen bir diğer Alman yapımı D‘Fabian veya Bok Yoluna Gitmek / Fabian Oder der Gang vor die Hunde’ Erich Kästner’in dilimize de çevrilmiş aynı adlı kült romanından yola çıkmış. Yayımlandığı 1931 yılında sansürlenen, Nazi döneminde ‘yoz edebiyat örneği’ olarak nitelendirilerek yakılan kitaplar arasında yer almış olan eser, büyük ekonomik buhran sonrasında ahlaki çöküşün dibini yaşayan Almanya’nın çarpıcı bir portresini çiziyor. Arşiv görüntüleriyle anlatısını güçlendiren dram tanınmış Alman sinemacı Dominik Graf’ın usta ellerine teslim edilmiş.

Festivalin açık havada gösterilen Ulusal Yarışma filmlerini izleme fırsatımız olmadı. Ancak Ulusal Kısa Film Yarışması ödülünü bileğinin hakkıyla alan ‘Suçlular’ sinemamız adına gurur verici bir çalışmaydı. 2021 Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde senaryo dalında Jüri Özel Ödülü kazanmış olan yapım, ‘Görülmüştür’ adlı ilk uzun metrajıyla beğenimizi kazanan Serhat Karaaslan’ın imzasını taşıyor. Bir Anadolu kentinde birlikte romantik bir gece geçirmek için otel arayan ancak evlilik cüzdanları olmadığı için şehirdeki otellerden geri çevrilen üniversite öğrencisi genç çiftin başına gelenleri konu ediyor film. Karaaslan daha ilk dakikadan itibaren gerilimi adım adım tırmandırmaya başlıyor. Sonunda bir Anadolu otelinde kâbus halini alan gece, ülkemizde gençlerin karşı karşıya kaldıkları sistematik baskının kanlı canlı temsili haline dönüşüyor. Zekice düşünülmüş küçük ayrıntılarla türler arasında ustaca sörf yapan 24 dakikalık bu denemeyi bir yerlerde bulup izlemenizi öneririm.

Kısa film demişken, bu yıl festivalin bir güzel sürprizi olarak, filmografisi tamamen kısa filmlerden oluşan Yunan sinemacı Konstantina Kotzamani’nin ‘Yunan Tuhaf Dalgası’ndan nasibini almış irili ufaklı 6 filmini peşpeşe izleme fırsatı bulduk. Bunlardan 2012 yapımı ‘Arundel’in mektuplar aracılığıyla üç karakteri birbirine bağlayan düşsel anlatımından, esinini Hristiyan mitolojisinden alan 2016 yapımı ‘Araf / Limbo’nun görsel mükemmelliğinden etkilendik.

(10 Temmuz 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

40. İstanbul Film Festivali’nden İzlenimler 3: Çiçek İstemez ve Antidepresan Bölümlerinden

Festivalin kadın hakları ve kadın dayanışması temalarını öne çıkaran gözde seçkilerinden ‘Çiçek İstemez’ bölümünde 4 film izledik. Polonya sinemasının gündemde olan yetenekli isimlerinden oyuncu, yazar yönetmen Piotr Domalewski’nin ikinci uzun metrajı ‘Asla Ağlamam / I Never Cry’, 40. İstanbul Film Festivali’nin güzel keşiflerinden biriydi. Polonya’nın bir taşra kasabasından, henüz 18’ini bile doldurmamış gencecik Ola’nın, gurbette inşaat işçisi olarak çalışan babasının naaşını almak üzere İrlanda’ya yaptığı yolculuğu sırasında hayata bakışının değişimi üzerine film. Benzer büyüme öykülerinden kolaylıkla sıyrılan, ustaca kaleme alınmış senaryosu ve ilk başrolünde gencecik Zofia Stafiej’in performansıyla dikkati çeken yapım, geçmişin Demir Perde ülkelerinden ekmek parası için gelişmiş AB ülkelerine çalışmaya giden işçilerin yaşamları üzerine ilginç anekdotlar aktarıyor.

Baştan söylemeliyim, aynı seçkide yer alan İran yapımı ‘180 Derece Kuralı / Khate Farzi’, son derece kederli bir film. Daha önce kısa filmleriyle övgüler kazanmış kadın yönetmen Farnoosh Samadi’nin filmin ilk 30 dakikalık bölümünde karakterlerini ve yaşadıkları çevreyi inşası gayet başarılı. Toplumda saygın bir yeri olan ancak şehir dışına bir yolculuk için kocasının rızasına mahkum Sara’nın özelinde, ataerkil bir toplumda kadınların durumu ve yaşamlarını sürdürebilmek için sırlar ve yalanlara başvurmalarına tanıklık ediyoruz. Sara’nın kocasının izni olmadan, küçük kızını da yanına alarak, teyze kızının düğününe kaçması ve ardından yaşanan beklenmedik felaket Sara kadar izleyiciye de büyük bir şok yaşatıyor. Çok başarılı müzik bandının da desteğiyle, psikolojik ve toplumsal gerilimi tıkır tıkır işleyen film, yaşanan trajedi sonrasında, Sara’nın çaresiz derin sessizliği eşliğinde koyu bir melodrama doğru hızla yol almaktan ne yazık ki kurtulamıyor. Samadi bu ilk uzun metrajının ardından, yalanlar, sırlar ve bunların yol açtıkları hakkında tasarladığı üçlemesine devam edeceğini söylüyor. Bundan sonraki çalışmalarında melodram klişelerine saplanmadan yoluna devam etmesini temenni ediyorum.

İlk gösterimini yaptığı Sundance’de ilgiyle karşılanmış ‘Ateşle Yazmak / Writing with Fire’, yoğun olarak Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradeş bölgesinde yaşayan ve kast sisteminin dışında bırakılmış en alt sınıftan Dalit kadınlar üzerineydi. Katı hiyerarşik sistemin vahşetine doğrudan maruz kalan bu kadınlardan bir grup, 2002 yılında bölgenin kadınlar tarafından idare edilen tek haber ajansı olan Khabar Lahariya’yı kuruyor ve erkeklerin ağırlıkta olduğu habercilik dünyasında, şiddet ve hoşgörüsüzlüğe karşı hukuk mücadelesine girişiyor. Belgesel, dijital çağda haberciliğin nasıl şekillenmesi gerektiği üzerine kafa yoran bu yılmaz savaşçıların serüvenini aktarırken, onların Covid salgınından önce yapılmış 2019 genel seçimlerindeki çalışmalarına da tanıklık ediyoruz. Bilindiği üzere başbakan Modi ve partisi ezici bir çoğunlukla bu seçimin galibi olmuştu. Ancak, ajans ekibinin seslerini duyuramayanların sesi olan youtube kanalı bugün 150 milyon takipçiyi aşmış durumda. Başkan Modi, küresel güç olmaya ilişkin boş vaadlerini tekrarlaya dursun, Tanrı Rama ve inek sembolizmini, eğitimsizlik, işsizlik ve yoksulluğun paravanı olarak kullanan hükümet güçlerine karşı Dalit kadınların mücadelesi kararlı bir şekilde sürmekte olduğunu öğreniyoruz.

Geçtiğimiz Şubat ayında kaybettiğimiz Tunuslu öncü sinemacı Moufida Tlatli’nin 1995 yılında 17. İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ödülünü kazanmış ilk uzun metrajı ‘Sarayın Sessizliği / Les Silences du Palais’, sinemacının anısına yine bu seçki içerisinde gösterime sunuldu. Annesinin yaşamından esinlenen Tlatli’nin, senaryosunu Nouri Bouzid’le birlikte yazdığı, müziklerini Anouar Brahem’in bestelediği bu ‘feminist sürprizli evrensel büyüme hikayesi’, ataerkilliğin, sömürgeciliğin, sefaletin getirdiği şiddeti şiirsel görüntülerle güç ilişkileri bağlamında ele alıyordu.

Bu kadar hüznün ardından biraz neşelendiğimiz filmlere yer veren ‘antidepresan’ kuşağında iyi filmler izledik bu yıl. Cannes 2020 seçkisinde yer almış, Fransız oyuncu, yazar yönetmen Emmanuel Mouret imzalı, dilimize ‘Söylediğimiz Şeyler, Yaptığımız Şeyler’ şeklinde çevirebileceğimiz ‘Les Choses Qu’on Dit, Les Choses Qu’on Fait’, İngilizce (Love Affairs) karşılığı olarak ‘Gönül İşleri’ adıyla festivalin programında yer almıştı. Fransız filmlerini değerlendiren ‘Lumières Akademisi’nin yılın en iyi filmi seçtiği yapım, insan denen gizemli varlığın duygusal dünyası, aşk kavramı ve arzunun o değişken nesnesi üzerine hınzır bir deneme. Sekiz karakterin iç içe geçen duygusal yakınlaşmalarını geriye dönüşlerle izlerken, Sandra’nın dediği gibi’ iyi anlaşan iki bedenin birbirinden zevk almasında ne kötülük var’ diye düşünebilirsiniz. Daphne’nin bakış açısıyla ‘benim için aşk ciddi bir şey, zevk ise bambaşka bir mesele’ diyebilirsiniz. Ya da filmin içindeki belgeselde konuşan filozof gibi ‘aşk yüzünden intikam almayız, öldürmeyiz, gerçek aşk diğerinin iyiliğini düşünmektir, sahip olma kaygısı yoktur’ fikrinin yanında durabilirsiniz. Mouret aşkta kural nedir diye soruyor. Arzulamak ve sevmek arasında kararsız kalan karakterlerinin uykusuz gecelerine ortak ediyor bizleri. Birbiri içine örülmüş sevda ilişkilerinde birbirinden yetenekli oyuncular izliyoruz. Bruno Dumont’un ‘Rosetta’sı Emile Dequenne 20 yıl sonra, Cesar ile ödüllendirilmiş, olgun Louise performansıyla karşımıza çıkıyor. Acı tatlı öykülere Chopin’den Schubert’e, Debussy’ye, Puccini’ye klasik repertuvarın çok bilinen anıtsal yapıtları eşlik ediyor.

Yine Fransız sinemasından hoş bir örnek olan ‘Le Bonheur des Uns… / Birilerinin Mutluluğu…’ (festival ‘Arkadaşlar Arasında’ ismini uygun görmüş), yönetmen Daniel Cohen’in çok tutmuş oyunu ‘L’île Flottante / Yüzen Ada’dan uyarlamış. Léa, Marc, Karine ve Francis birbirilerini pek seven iki çift, dört iyi arkadaştır. En kalenderleri Léa’nın kaleme aldığı ilk romanıyla büyük bir üne sahip olması, bu uyumlu yakınlığı zedeleyecektir. Cohen küçük burjuvaların haset ve kıskançlık duygularını, bazı bölümlerde abartmış olsa da, iyi gözlemlemiş. Vincent Cassel, Bérénice Béjo, harika Florence Foresti ile François Damiens bu şirin güldürünün başarılı oyuncuları.

Her festivalin badem şekerlerine ihtiyacı vardır. Cesc Gay imzalı ‘Üst Kattakiler / Sentimental’ işte böylesine eğlenceli filmlerden. Katalan yönetmenin sinemaya uyarladığı kendi oyunu, aslında daha önce ‘Kim Korkar Hain Kurttan? / Who’s Afraid of Virginia Wolf?’ ya da yakın bir örnek olarak, bizde ‘Vahşet Tanrısı’ adıyla sahnelenmiş ‘Carnage’ benzeri, iki aykırı çiftin bir ev ziyaretinde buluşması, sonrasında bastırılmış duyguların, üzeri örtülmüş şeylerin açığa çıkması üzerinden ilerliyor. Ancak bu kez, konuk çiftin sebeb-i ziyareti daha alışılmadık, daha kışkırtıcı. 15 yıllık evlilikleri tatsız ve heyecansız bir birlikteliğe dönüşmüş Julio ve Ana çifti, onlardan biraz daha genç, daha hareketli (!), daha sıcak komşuları Salva ile Laura’nın şaşırtıcı grup seks teklifi üzerine, ilişkilerini sorgulamaya başlayacaktır. Bu diyalogları iyi yazılmış oyunun ilk saatinde çok eğleneceğinizi garanti ederim. Nitekim yönetmen de bir söyleşisinde ‘gülmenin herkes için en iyi iyileşme aracı olduğundan’ dem vuruyor. 80 dakikalık oyun/filmin finalinin ise benim için tatmin edici olmadığını söylemeliyim. Ancak, çok başarılı oyuncularıyla, tek mekanda ve dört kişi arasında geçen, gerçek zamanlı filmi, şen kahkahalar atmak istiyorsanız kaçırmayın.

(26 Haziran 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

40. İstanbul Film Festivali’nden İzlenimler 2: Genç Ustalar ve Belgesel Film Kuşağı

İKSV festivallerinin ilgiyle izlenenler ‘Genç Ustalar’ bölümünde bugüne kadar 4 ilginç film gösterildi. Maltalı sinemacı Alex Camilleri’nin yazıp yönettiği ve kurgusunu yaptığı ‘Luzzu’, adını yöreye özgü geleneksel ahşap balıkçı teknesinden alıyor. Jesmark, büyük büyük dedesinin kullandığı, gözü gibi baktığı aile yadigarı teknesiyle balığa çıkmakta, çekirdek ailesini geçindirmeye çalışmaktadır. Ancak küçük bebeğinin büyüme sorunu nedeniyle artan ihtiyaçları, onu kaçak avcılıkla ve rüşvetle yöreyi ele geçirmiş balık tüccarlarının emrinde çalışmaya zorlayacaktır. Zaman değişmiştir. Öte yandan, balıkçı filolarını azaltarak balıkçıları diğer sektörlere kaydırmayı amaçlayan AB finansmanı dayatılmaktadır.

‘Luzzu’, hüzünlü bir kayboluşun hikâyesi. İlk uzun metrajında yönetmen Camilleri, Visconti’nin ünlü ‘Yer Sarsılıyor / La Terra Trema’sını hatırlatan bir gerçekçilik penceresinden bakıyor. Malta’nın turistik güzellikleri umurunda değil. Amatör oyuncular kullanmış. Filmin bir diğer mucizesi, ana karakteri canlandıran gerçek bir balıkçının, Jesmark Scicluna’nın şaşırtıcı derecede başarılı performansı. 2021 Sundance jürisi ona en iyi oyuncu ödülünü vermekte tereddüt etmemiş. Yılın en ilgiye değer yapımlarından biri ‘Luzzu’.

‘Aşktan Sonra / After Love’, Pakistan asıllı İngiliz sinemacı Aleem Khan’ın 2020 yılı Cannes Film Festivali’nin ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisine dahil olmuş ilk uzun metrajı. Hikâye, İngiltere’nin güney kıyısında Pakistanlı denizci eşiyle huzurlu evliliğini sürdüren, İslam dinini kabul etmiş İngiliz kadının, kocasının ani ölümünün ardından, Fransa’nın karşı kıyısında onun ikinci bir ailesi olduğunu keşfetmesi üzerinden ilerliyor. Ve aynı kaybı yaşayan iki kadın aracılığıyla yas, kimlik ve kültür çatışması kavramlarını büyük bir incelikle ele alıyor. Temiz anlatılmış duygu yüklü bu ilk filmin en büyük kozu ise, geçtiğimiz Selanik şenliğinde en iyi kadın oyuncu seçilmiş, daha önce çeşitli filmlerde yan rollerde izlediğimiz İngiliz oyuncu Joanna Scanlan’ın olağanüstü performansı.

Litvanya yapımı ‘Tufan Olmayacak / Tvano Nebus’un açılış sekansında, karla kaplı sıradağlar üzerinden salınan dron, dağın içinden yükselmiş izlenimi veren ıssız bir kulübenin içine dalıyor. İçerdeki Japon adam doğrudan kameraya bakarak şunu dile getiriyor: ‘Savaşı kaybetmiştik, herkes biliyordu. Ama yine de attılar bombayı!’. 40. İstanbul Film Festivali’nin ‘Genç Sinemacılar’ kuşağında yer alan film böylesine etkileyici bir sekansla açılıyor. Venedik’te Uluslararası Eleştirmenler Haftası Bölümü’nde dünya prömiyerini yapan filmin Ermeni asıllı yönetmeni Marat Sargsyan lineer bir anlatımı tercih etmemiş, Savaşın vahşetini, uluslararası çıkarlara hizmet eden kirli yüzünü küçük tablolar halinde gözler önüne sermeyi denemiş. Farklı ülkelerde yıllarca danışman olarak görev yapan, savaşlar çıkaran bir albayın, kendi ülkesinde bir iç savaş patlak verince, ister istemez taraf seçip eyleme geçmesi üzerinden ilerleyen süreçte, ana karaktere belli bir mesafe ile yaklaşmış. Asıl derdi savaş denen cinnetin absürdünü yakalamak, insan ruhunun kötücüllüğü üzerine metafizik tartışmalara dalmak olmuş. Sargsyan ilk filminde farklı anlatım teknikleri denemiş, bir nevi daha büyük filmlerin hazırlık çalışmasına girişmiş. Kendisini takip etmekte yarar var.

Fransız Yeni Dalgası tadında, kare ekran, siyah beyaz bir film izlemeye ne dersiniz. Dünya prömiyerini geçtiğimiz Ocak ayında Sundance’te yapan ‘Gezegen / El Planeta’, tam da böyle bir çalışmaydı. Film boyunca, İspanya’nın kuzey sahilindeki Gijon kentinin bulutu, yağmuru eksik olmayan yaz günlerinde beş parasız bir ana kızın peşinde, şehir sakinlerinin günlük hayatına tanıklık ettik. Performans, yerleştirme, video art alanlarındaki işleriyle tanınan yönetmen Amalia Ulman, senaryosunu yazıp yapımcılığını üstlendiği ilk uzun metrajında, öz annesiyle birlikte ana karaktere hayat veriyor. Başına buyruk, tasasız gibi görünen, ancak ekonomik krizin pençesinde tedirgin hayatlar süren bir anne kızın ve de bir kentin gündelik yaşamından küçük bir kesit izledik. Genç kadın yönetmenin yeni projeleri merakla beklenmeye değer.

İstanbul Film Festivali Belgesel Kuşağı’nın etkileyici filmlerinden ‘Aalto’, 20. yüzyıla damgasını vurmuş Finlandiyalı dahi mimar Alvar Aalto’nun sanatına ve özel hayatına dair çok iyi bir çalışma. 1920’li 1930’lu yılların radikal sanatçısının, kendisi gibi mimar eşi Aino Alta ile yaşamını, ikisi arasındaki özel mektupları, fotoğraf ve 8mm’lik filmleri izleyiciyle paylaşıyor yapım. İskandinav tarzı ile klasik mimarinin binlerce yıllık hümanist geleneği arasında bağ kuran müthiş ikilinin, modern mimariyi insanileştirme çabalarına adım adım tanıklık ediyoruz. Bugün dünyanın farklı ülkelerinde yükselen mimarlık sanatının ikonik örneklerini tanıma fırsatımız oluyor. Bu değerli belgeseli özellikle mimar dostlarıma önermek isterim.

Devlet, toplum düzenini koruma konusunda tekele ve meşruluğa sahiptir. Ama bu durum şiddeti de meşru kılar mı? David Dufresne imzalı ‘Şiddet Tekeli’ bu sorudan yola çıkarak, Kasım 2018 ila Şubat 2020 arasında yaşanan Sarı Yelekliler hareketi üzerinden Fransız demokrasisini neşter altına yatırıyor, Fransa’da göz yumulan polis şiddetini eleştiriyor. Bunu yaparken de Fransa özelinde dünyanın farklı ülkelerinin demokrasi uygulamalarını tartışmaya açıyor. Fransa örneği tüm dünyada ve ülkemizde yaşananlara bir ayna tutuyor. Filmin özgün adı ‘Un Pays Qui Se Tient Sage’, ‘Uslu Duran Memleket’ anlamına geliyor. Filmin bu alaycı ismi, bizzat polislerin paylaştığı bir video görüntüsünden kaynaklanmış. Varoş bölgesinden kalabalık bir grup genç, elleri başlarının üzerinde ve dizleri üzerinde 3,5 saat şiddete maruz bırakılırken ‘öğrenci dediğin işte böyle uslu durur’ şeklinde gevrek gevrek gülen polis memurunun inanılmaz hazzını yansıtan bir sahne bu. Polis ile göstericilerin karşı karşıya gelişlerinin video kayıtları bu filmin temelini oluşturuyor. Tarihçiler, avukatlar, akademisyenler, BM raportörü, bir gazeteci, emniyet sendikası temsilcileri, şiddet mağdurlarıyla yapılan görüşmeler de filmin sözel tarafında yer alıyor. Nefes nefese izlenen, yaman bir tanıklık dokümanı bu.

Bu yıl şaşırtıcı belgeseller izlemeyi sürdürüyoruz. ‘Köstebek Ajan / El Agente Topo’, Şilili kadın yönetmen Maite Alberdi imzasını taşıyor. Daha önceleri bir özel dedektifin asistanlığını yapmış olan Alberdi, Santiago’daki San Fransisco huzurevinde olan biteni, yaşlıların suistimal edilip edilmediğini gözlemlemek üzere, bir casus filmi yapmak üzere yola çıkmış. 80’lerinde ama çok dinç Sergio Chamy ile anlaşmış. Yaşlı adam, huzurevinin yeni sakini olarak aralarına karışacak ve tesisi gözlemleyerek rapor edecektir. Ancak bu gizli araştırmada yaşlıların asıl sorununun yalnızlık olduğunu, çoğunun evlatlarınca aranmadığı ve kaderlerine terkedildiğine tanık olacaktır. Yaşlılığın o dayanılmaz düşkünlüğü ve yalnızlığının içimize işleyen burukluğunu, şefkat ve dostluğa dair dokunaklı anlar ile dengeliyor ve belgesel ufkumuzu açıyor bu güzel film.

‘Dünyanın En Güzel Oğlanı / The Most Beautiful Boy in the World’ yürekleri burkan bir film. Luchino Visconti ve ‘Venedik’te Ölüm’ü bilenler afişteki fotoğraftan Björg Andrésen’i hemen tanıyacaktır. 2021 Sundance Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan belgesel çalışma, çocuk yaşta aniden gelen şöhretin yıkıcı etkileri üzerinden ilerliyor. 1971’de Visconti’nin seçmelerden bulup çıkardığı 16 yaşındaki Björn, bir anda tüm dünyanın ilgi objesi haline geliyor, annesi, babası ve yanında güvenebileceği, ona rehberlik edecek kimse olmadığı için, kullanılıp bir kenara atılmış mendil misali oradan oraya savruluyor. Babasının kim olduğunu bilmeyen, kendisini ve kız kardeşini 11 yaşında bırakıp giden ve bir ormanlık arazide cesedi bulunan annesinin kaybı ile baş edemeyen delikanlı, tanrısal güzelliğine hayran geniş kitlelerin elinde, onun hislerinin hesaba katılmadığı bir ortamda bocalayacak, ilerleyen yıllarda, Avrupalı paralı erkeklerin elden ele gezdirdiği bir seks objesine dönüşecektir. Bir aile kurma umudu yine trajik bir kayıpla noktalanan ve bugün 66 yaşında olan Björg, ‘benim hayatım baştan yanlıştı’ diyecektir. Thomas Mann’in eseri ölümsüzdür. Filmde kullanılan Mahler’in müziği de. Ancak bu trajik belgeseli izledikten sonra Visconti’nin filmini bir daha aynı duygularla izleyemeyeceğiniz kesin.

İstanbul Film Festivali seçkisinde yer almış, Şubat ayı içinde çevrimiçi olarak gerçekleştirilen 71. Berlin Film Festivali’nden Jüri Ödülü ile dönen ‘Mr. Bachmann ve Sınıfı / Herr Bachmann und seine Klasse’ tam 3,5 saat uzunluğunda bir nehir belgesel. Almanya’nın orta bölgesinde yer alan Stadtallendorf kasabasındaki Georg Büchner Okulu’nda öğretmenlik yapan 65 yaşındaki Dieter Bachmann’ın ders verdiği 6b sınıfında, kökenleri farklı, 12 – 14 yaşlarında öğrenciler var. Türk, Bulgar, İtalyan, Rus, Romanya, Fas vb. kökenli ailelerin, yabancı bir kültürde desteğe ihtiyacı olan çocuklarına yalnızca bilgi aktarmakla kalmayan, tüm zayıflıkları ve güçlü yanlarıyla onları hayata hazırlayan, tabuları olmayan ve öğrencilerini önyargısız harekete geçiren idealist bir eğitimci Herr Bachmann. İnsanın kendine verdiği değeri, Pisagor teoreminden daha önemli olduğunun bilincinde, onlara hikâyelerle, şarkılarla becerilerini, güzelliklerini ve onurlarını geliştirme fırsatı veren bir aydın kişi. Yönetmen Maria Speth, ana karakteri ve öğrencileriyle bir eğitim yılı boyunca birlikte olmuş ve bu eşsiz deneyimi tablolar halinde kayda almış. Sınıfın Türkiye kökenli öğrencileri ve öğretmenleri olması, bizim yakın tarihimizle yüzleşmemiz, 50’li yıllar Türkiyeli işçilerin Almanya’ya gidişi üzerine bir arşiv kaydı, 70’li yılların iç savaş ortamı ve gezi direnişi üzerine sohbetler filmi bizler için daha da ilginç kılan özellikler. Yalnızca günümüz Almanya toplumuna değil, gözlemlediği bu küçük gruptan hareketle geleceğin toplumuna da ayna tutan bir çalışma bu.

(20 Haziran 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sosyal medyada bir sinema yazarı arkadaş sormuş: “Aklınızda kalan en şiirsel film ismi nedir?” Cevap verdim: “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok / Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku.” Her ikisi de yerli yapım olan bu filmlerin adlarını peşpeşe yazdığımda sanki birbirlerini tamamlar gibi oldu. Benzer şiirsel bir isimle çekilecek üçüncü film beklentisine girdim. Yapılırsa, bu filmleri pekala sinemamızın “Şiirsel film üçlemesi” diye adlandırabiliriz. Şimdiden not düşeyim. (07 Mart 2021)

Bugün TV.den aldığım feyzler:* Skiper diyor ki “Alibeyköy Barajı yüreklere su serpti.” (Tohum serpecek değil, tabi ki su serpecek adı üstünde: Baraj). Günün ikinci feyzini de yarışan bir genç kızdan aldım. “‘Romeo ile Jülyet’in konusu hangi şehirde geçer?” sorusuna verdiği cevabın başında “Ben koyu bir DT hayranıyım, bu soruyu bilmem lazım.” dedikten sonra DT’nin Devlet Tiyatrosu olduğunu açıkladı. 70 yaşıma geldim, kendimi bildim bileli Devlet Tiyatrosu’na da gitsem, Şehir Tiyatrosu’na da gitsem, özel tiyatrolara da gitsem hayranlık belirtirken “Sinemaya hayranım, Tiyatroya hayranım” şeklinde belirtirim. “Romeo ile Jülyet”ten bahsederken de “Koyu bir Shakespeare hayranıyım” derim. Demek ki Z kuşağı ile aramızda bir hayli fark oluşmuş. (30 Ocak 2021)

Bir gazetenin market alışverişlerinde incelikler önerisi üzerine: Bu akıl bana çok geldi biraz da size vereyim: Pazarın bu başından girin, zeytin, peynir tezgâhlarından tadımlık alın, arada yanınızda götürdüğünüz ekmeği yiyin, kahvaltı bedavaya gelir. Esnaf yan bakarsa “İyiymiş, dönüşte alacağım.” deyin. Gülmeyin, yıllar önce bir arkadaş aralara elma, armut, erik ekleyerek böyle yapıyordu. (Ekmeği ben ilave ettim) Biz ona yüzsüz derdik. Yine bu arkadaş lokantaya gurup olarak gittiğimizde, yemek yer, “Arkadaşlar verecek” der, para vermeden çıkar giderdi. Keza bazen esnaf lokantası kalabalık olduğunda en pahalı yemekleri yer, kasaya geldiğinde “Az kuru, az pilav” der, öyle çıkardı. Tam bu günlerin adamıymış kulakları çınlasın veya Allah rahmet eylesin. (07 Şubat 2021)

Kellik güzel bir şey Ahmedim takma kafana. İnsanlar arasında hiç bir ayırım yapmıyor, zengine de fakire de, güzele de çirkine de, uzuna da kısaya da, inceye de kalına da, siyaha da, beyaza da uğrayabiliyor. Pandemi gibi netekim. (19 Şubat 2021)

TV.deki sanatçı, halk şairi Ruhsati’den alınan türkünün o dokunaklı “Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor” mısraını söylerken 102 yaşında dünyaya veda eden ünlü oyuncu Kirk Douglas’ı hatırladım, duygulandım, gözlerim yaşardı. Benzer türkülerimiz boşuna bugünlere kadar ulaşmamış. Halk ozanı deyip geçmemeli, evrensel sözleriyle bir Amerikalıyı hatırlatıp bir Türkiyeliye gözyaşı döktürebiliyor. Sevenlerin seni unutmadı, huzurla uyu Spartacus. (23 Şubat 2021)

Herhangi bir olay karşısında, yeri geldiğinde “… halet-i ruhiye içindeyim…” şeklinde bir ifade kullanılır. Hanımlara bir diyeceğim yok da, erkek milletinin “…halet-i ruhi içindeyim…” demesi gerekmez mi? Gerekçesini de isimlere bağlayayım bari: Nuri, Nuriye, Bahri, Bahriye, Fahri, Fahriye, Ruhi, Ruhiye, o bakımdan yani. (25 Şubat 2021)

Mekânı cennet olsun Fikret Hakan, dünyanın en zor mesleğinin madencilik, ikincisinin ise oyunculuk olduğunu söylerdi. Az önceki söylemiyle İsmail Küçükkaya iki mesleğin de üzerine çıktı; dünyanın en zor mesleğinin elinde hazır metin olmadan 3 saat canlı yayın yapmak olduğunu açıkladı. Katılıyorum. Çok haklı. Hakikaten öyledir. Daha zor bir meslek olamaz. Allah kolaylık versin. (26 Şubat 2021)

Eski Türkiye’nin ünlü anonim türküsü, “Erzurum’a ısmarladım kazanı, kazanı; ben sevirem hem okuru, yazanı, yazanı.” diyerek sazın tellerini titretirken; yeni Türkiye’nin Profesörü, “Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır.” diyor. Hadi buyurun bakalım. (02 Mart 2021)

Kasadaki kız, “Caaart” diye diş fırçası paketi üzerinden bir şey kopardı. “O ne?” dedim, “Alarm.” diye cevap verdi. Bir an hırsızlık zanlısıymışım gibi hissettim. Mesela 65+6 yaşında biri olarak eski Türkiye’de böyle bir şey yaşamamıştım. (Çünkü o zamanlar, yani 2002 öncesi 52- yaşındaydım.) (03 Mart 2021)

Selami Naleyküm adlı çakma bir şarkıcı varmış, duydunuz mu? Ben şahsen duymadım, ama edindiğim bilgilere göre Selami Şahin’i taklit ediyormuş. (03 Mart 2021)

Sokağa çıkma yasağını ihlal edene ceza yazılması, parası olana yasak yok manasına da geliyor. Netekim bastır parayı seyreyle cümle alemi. (05 Mart 2021)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları:
*Ama ben kesinliği, mantığı ve dengeyi reddediyorum.
*Bana ilham, cezalandırılmış bedenden ve bu görmüş geçirmiş gözlerden gelir.
*Bağış, yoksulluğu ya erteler ya da eskisinden beter eder.
(Trans Halindeki Ülke-Terra em Transe, Yön: Glauber Rocha.) (07 Mart 2021)

Eski Türkiye’nin şehir hatları vapurları tepelerinde martı çığlıkları duyduklarında hızlarını onlara göre ayarlarmış bugün onu keşfettim. Karaköy’den aldığım 6 simidin 4’ünü boğazın ortasına kadar martılara ikram ettim, sonra hızları vapurun hızına yetişemeyince geride kaldılar. 2 simidi dönüşte ikram edeceğim. (13 Mart 2021)

(17 Haziran 2021)

Sadi Çilingir

[email protected]

Hayatımızı Aydınlatan O Muhteşem Kadın Dostlarım: Kadınlar Vardır, Kadınlar Her Yerde

Tanrı ilkin Lilith’i yaratmış, ama sonra ne olmuşsa Adem’i ve onun kemiğinden de Havva’yı var etmiş. Lilith’i bilen insan soyu anaerkil düzende büyüyüp gelişmişse de, zaman içerisinde (büyük olasılıkla silah zoru da vardır bunda) ataerkil bir yapıya evrilmiş yaşam. Erkek egemenlik o denli güçlenmiş, o denli etkin olmuş ki, kadını hem ikinci sınıf canlı olarak küçümsemiş, ötekileştirmiş. Zamanla “erkek” değil “erkekliğin” baskısı ile “kadının adı” bile olmamış.

Patriyarkaya karşı…

Bakmış ki kadınlar hayatı kendileri taşıyor, her işi kendileri yapıyor, çekip çeviriyor… erkeklikle mücadele başlatmış.

Atilla Dorsay, mimar, gurme, rehber ama en çok da sinema yazarı olarak kadınların bu haklı mücadelesiyle ulaştıkları yerlerde edindiği dostlarını yazmış bu kez. Boyunca kitabı var Dorsay’ın, ama bu kez pozitif ayrımcı. 30 kadını, kadının sanat ve kültürdeki haklı ve alabildiğine sağlam yerini de gözeterek anlatıyor. Tiyatrodan sinemaya, edebiyattan müziğe ve farklı alanlardan yaşamına (aslına bakarsanız hepimizin yaşamına) dokunanlar. Tiyatrodaki kadınlar Yıldız Kenter ile başlıyor. Gülriz Sururi, Gencay Gürün, Dilek Türker, Dikmen Gürün ve Serpil Tezcan’la devam ediyor.

Tiyatro bir yaşam…

Atilla Dorsay, kadınları sadece sahne ve/veya sanattaki başarılarıyla sınırlamamış… Onların yaşamın içindeki kararlı duruşlarını, ileri görüşlülüklerini, kültürel yaşama katkılarını da ele alarak geniş birer portre çizmiş. Parlamenter olarak, hariciyeci olarak siyaseten de emeklerini es geçmemiş. Bir erkek egemen toplumda kadının “adı yok”ken, bunca başarıyı kazanmalarının hakkını vermiş.

Kadın Yaşam Özgürlük!

Erkek egemen dünyada kadının çabası muhakkak ki çok büyük, çok önemli ve çok değerli. Kazanımları da öyle (En son, açıklanan insan hakları reform kararlarına karşın polisin ve devlet güçlerinin yasa dinlemeyen baskılarına yoğun ve güçlü duruş geliştirerek sokakları dolduran -şenlendiren- kadınların kazanımlarını alkışlıyorum). Erkek egemen dünyada, bir biyolojik erkeğin, kadınların haklarını savunması da inanılmaz tepkilere yol açtığı için, bir kez daha önem taşıyor bu “Hayatımızı Aydınlatan O Muhteşem Kadınlar”.

Sinemada da önde…

Atilla Dorsay, kendi alanı olarak gördüğü, haklı olarak daha geniş tuttuğu sinemadaki kadınları, Fatma Girik, Filiz Akın, Müjde Ar, Hülya Avşar, Lale Belkıs, Fatoş Güney ve Serra Yılmaz ile sınırlamış. Kitabı okurken kadın yönetmenler “muhteşem” sıralamasına girmiyor mu diye düşünmeden edemedim. Sonra da “dostlarım” dediği için yönetmen kadınlarla, bir eleştirmen olarak dostluk geliştir(e)memişliğine verdim. Bu arada okurun gözü muhteşem de olan, dostlarım sıralamasına da giren (belki de en üstte, çünkü platonik de olsa bir aşk duyduğunu hepimiz biliyoruz artık) Türkan Şoray’ı arıyor. Bu haklı arayışın yanıtı, Atilla Dorsay’ın daha önce tümüyle Türkan Şoray’ı anlatan kitabı olmasında saklı…

Yazarak taşıyanlar…

Adalet Ağaoğlu, Füruzan, Zeynep Oral, Sevin Okyay ve Alin Taşçıyan “kaleminden kan damlayanlar” başlığı altında (bana kalırsa kalemiyle çiçekler açtıranlar olmalıydı) anlatılıyor. Sadece kendisiyle değil, ailecek de ilişkide, birbirlerine gelip gidenler olarak insani değerlerinin de yansıtıldığı bu kalem erbaplarını, Dorsay’ın akıcı ve güzel anlatımıyla biz de tanıyoruz ve kendi dostlarımız olarak benimsiyoruz.

Kulaklarımızın pasını silenler

Ayten Alpman, Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Selda, Yekta Kara, Hümeyra ve Işıl Yücesoy müzik alanındaki kadın dostları Atilla Dorsay’ın. Adlarını bile söylerken şarkılarını mırıldandığımız bu ünlü kadınlarla anıları alabildiğine ilginç Dorsay’ın, çünkü müziği de en az sinema kadar seviyor ve takip ediyor.

Değişik alanlardaki…

Deniz Adanalı, Nazan Ölçer ve Hülya Uçansu ülkemizin kültür elçileri ve yüz akları. Yaşamlarını vermişler kendi alanlarındaki güzellikleri yaratmak için. Hepimiz onların ellerine, sergi, müze ve festival döküyoruz saygıyla…

Her başarının ardında…

Her başarıda kadın emeğini görmüş olması Atilla Dorsay’ın gücü muhakkak ki… Eşi, kızı, kardeşleri, geleni ve tabii ki, vazgeçilmez aşkı “büyük dostu” Türkan Şoray’a adadığı “Muhteşem Kadın Dostlar”ını anlatırken zaman zaman eski yazılarına, zaman zaman farklı yazarların gazete kesiklerine götürüyor bizi. Öyle olunca da zamanın ruhunu, gündemi yakalama ve anlatılanları daha iyi kavrama imkanı buluyoruz. Buna spoiler denmez, olsa olsa teaser diyebiliriz. Kitapta yer alan bu 30 muhteşem kadını anlatan yazılarda polemikler de yer alıyor. Kubbede kalan hoş seda!

Hayatımı Aydınlatan O Muhteşem Kadın Dostlarım
Atillâ Dorsay
Anılar / Anlatı
Remzi Kitabevi
Mayıs 2021, 298 s.

(04 Haziran 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Kolonya Cumhuriyeti

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Türkçe isimli yerli kısa filmle ilgili gelen basın bülteni ekinde İngilizce afiş ve görseller göndermişler. “Yanlış görsel göndermişsiniz, doğrularını göndermenizi rica ederim” diye istekte bulundum. Yerli filmlerin yurtdışı festival ve yarışmalarda kullanılmak üzere yabancı dilde afiş hazırlamaları doğrudur fakat yurtiçi basına Türkçe afiş yerine İngilizce afiş servis edilmesini doğru bulmuyorum. (29 Aralık 2020)

Memleket çapında 150.000 değil, 100.000 değil, 50.000 değil, 10.000 değil, 5.000 değil, 1.500 adet olan ve haftada 1 vakit* gittiğimiz sinema salonlarının kapalılığı 01 Mart’a kadar uzatılmış. Çok isabetli bir karardır, takdir ediyorum; pandeminin yayılmasına fevkalade engel olacaktır.
(*) Günde 5 vakit sinemaya giden Hasan ve Kerem, “İstisnalar kaideyi bozmaz” sözündeki “istisnalar”dır, onlar da ihtiyaçlarını yeni türeyen dijital medya ile gideriyorlar. Netekim sorun yoktur. (31 Aralık 2020) (Bu paylaşım yapıldığında ibadethaneler açıktı.)

Hemen her gün duya duya o kadar aşina olduk ki ünlü “Asayiş berkemaldir” sözünü artık “Asayiş baykemaldir” şeklinde anlıyorum. (31 Aralık 2020)

Google’dan yeni bir bilgi öğrendim. Meğer kendimi bildim bileli kullandığım “hastahane” sözcüğü yanlışmış. Hz. Google’a sordum, “hastane” diye cevap verdi. Bu cevaptan aldığım ilhamla “meyane” diye sordum “Meyane pişirmenin püf noktaları” diye cevap geldi. “Meyhane” dedim, bir sürü meyhane adresi gösterdi. (01 Ocak 2021)

21 Nisan 2017’de vizyona giren, başrollerini Çağlar Çorumlu ile Büşra Pekin’in oynadığı “Kolonya Cumhuriyeti” adlı film, neredeyse hemen herkesin cebinde kolonya şişesi ile dolaştığı bugünlerin geleceğini öngören bir belirti miydi acaba? (Bu bir espridir, ciddiye almayın) (04 Ocak 2020)

Biz hayranları, bazı sanatçıları sanki çok yükseltiyoruz gibime geliyor. Bir bakıyorsun efsane ses sanatçısı olarak bildiğimiz Abdullah Yüce 3. sınıf Yeşilçam filminde oyuncu olarak karşımıza çıkıyor; Lütfi Ömer Akad’ın “Yaralı Kurt”unda çalışmış bir sanatçıyla “Kartal Pendik Gittik Geldik” adlı belgesel (!) filmde rastlaşıyoruz. Neticede ekmek parasıdır, kınamamak lazım ama yerli filmlerimizin babacan karakterlerine can veren -herkes Hulusi Kentmen’le başlar, ben Avni Dilligil ve Muammer Gözalan’la başlayayım. Bu sevecen ve sempatik yüzlü oyuncularımız “Killing İstanbul’da”, “Şeytana Uyduk Bir Kere”, “Ölüm Çemberi” gibi C sınıfı filmlerde karşımıza çıktıklarında, sizi bilmem ama benim bir tarafım güceniyor ve rencide oluyor. (04 Ocak 2021)

Misal “Dönerci Kel Ahmet Usta” adında bir dükkan açmışsın, vatandaş döneri Kel Ahmet Usta keserken görüyor ve alıyor. Gelgelelim çok meşhur olduğunda ve memleketin muhtelif yerlerinde birçok “Dönerci Kel Ahmet Usta” adıyla döner dükkânları açtığında, usta Ahmet bir tane olduğundan diğerleri çakma sayılabilir. Onun için bütün şubelerde dönercilerin adı Ahmet ve kafaları kel olmalı ki vatandaş “İşte bu” desin ve dönerini gönül rahatlığıyla döndürsün, pardon yesin. (08 Ocak 2021)

Ekonomimizin uçtuğunu söyleyen büyüklerimizden ilham alarak, pandemi nedeniyle zorluk çektiğimiz dükkân kiralarını ödemenin çaresini buldum: Dükkânı satın alırsak ortada sorun falan kalmıyor. “Alacak parayı nereden bulacağız” derseniz, o konuyu başka bir programda tartışırız. (17 Ocak 2021)

Hayat ne tuhaf. Sütlâcın üstünü yakıyorsun, “Hımmm, nefis olmuş” diyorlar, pırasanın dibini yakıyorsun, “Becerememişsin.” diyorlar. (23 Ocak 2021)

Ankara Film Festivali’ne: Festivalin adından “Uluslararası” kelimesini kaldırmanızı tebrik ederim. Tüm festivallerin sadece yapıldığı şehrin veya ilçenin veya konusunun adı ile anılması daha akılda kalıcı olur diye düşünüyorum. Şehrimizin festivali de 2012 (dahil) yılından bu yana “İstanbul Film Festivali” olarak isimlendiriliyor. (23 Ocak 2021)

18 yıl öncenin eski Türkiye’sinde buzdolabı yoktu, araba yoktu. Onları anlıyoruz da, 50 yıl öncesinin eski Türkiye’sinde Beyazıt’ta Gülsün Kamu’yu izlediğim Azak Tiyatrosu, Şehzadebaşı’nda Kenan Büke’yi izlediğim tiyatro, Aksaray’da Nejat Uygur’u izlediğim tiyatro, Kocamustafapaşa’da Altan Erbulak’ı izlediğim Çevre Tiyatrosu vardı. Siz onları anlayabiliyor musunuz? (26 Ocak 2021)

İsmail Küçükkaya Fox TV.deki her programında, sabah 10:00 sularında mutlaka “Şu anda yönetmen koltuğuna Filan Falanca oturdu.” cümlesini sarf ediyor. Ticari mallarda bile bu kadar reklam yapılmıyor. Şahsen ben sırf bu yüzden programı izlemeyi bırakacağım, çünkü gına geldi. Şimdiden not düşeyim yakında Fox TV.nin diğer programlarındaki yönetmenler kazan kaldırabilir. Demedi demeyin. Dedi deyin. (27 Ocak 2021)

Rahmetli Çetin Altan’ın dediği gibi enseyi karartmamak lazım, her şey farklı bir zamanda ve yerde yükselebiliyor. Yemeklerde dolgu malzemesi olarak salatalarda kullandığımız turp bir bakıyorsun iltifatların gözdesi oluyor, “Turp gibisin maşallah” dendiğinde kendinizi çok sıhhatli hissedebiliyorsunuz. Köydeki fakir yiyeceği nohut şehre geldiğinde leblebi oluyor ve bozanın vazgeçilmez aksesuarı oluyor. Trump’tan başkan, Yeşim’den milletvekili oluyor. Ne demiş halk şairi: “Yay gibi eğri olsam elde tutarlar beni; ok gibi doğru olsam yabana atarlar beni.” Atsınlar; baktın hiçbir şey olamıyorsun, doğru ol yeter. (28 Ocak 2021)

(10 Mayıs 2021)

Sadi Çilingir

[email protected]