Kategori arşivi: Yazılar

Güleriz Ağlanacak Halimize ya da: Özel Bir Hediye

Sami, (Jamel Debbouze) karnı burnunda eşinin de zorlamasıyla tembelliği bir tarafa bırakıp bir AVM’de gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Patronun (Philippe Etienne, Daniel Auteuil başarıyla canlandırıyor) şımarık oğlu Alexandre, (Simon Faliu) (annesi öldükten sonra, babasının yoğun işleri ama daha önce katı ve sekter tutumu nedeniyle ilişkisi kopuktur), doğum günü armağanı olarak “ne istersen al” dendiği için Sami’yi ister. Tabii ki, “özel hediye”, emeğinin karşılığını alacaktır. Ne istersin sorusuna verilebilecek tek yanıt: Banka borcu kadar bir tutardır…

Öykü bu. Bu çerçevede gelişen öyküde, Sami’nin eşi de dahil tüm arkadaşlarının kapanması istenen (aynı patronun bir diğer iştiraki) fabrikada çalışıyor olmaları önemli; patronun çevresi ise ya başbakanlar ya da çok zengin iş insanları ile dolu ve lüks içinde…

Emek sermaye çatışması…

Alıştıkları fabrikanın kapanmasıyla hepsi işsiz kalacak mahalleli, haklı olarak patronu protesto edip haklarını istemektedirler. Sami ise patronun oğlunun “özel oyuncağı” olarak ömründe göremeyeceği bir para kazanma şansı yakalamıştır.

Eşine ve arkadaşlarına durumunu açıklasa bir dert, açıklamasa bir başka… Çocuğun şımarıklığından yılıp da kaçsa bir, kaçmasa başka… Tam bir çelişki. Bu arada, patronun durumu da Sami’den aşağı kalır değil. O da şımarık da olsa oğluna taviz verse, yani yakınlık gösterse -ki, büyük olasılıkla kendisi de sevgisiz, empati yoksunu büyütüldüğü için- bir dert, göstermese oğlu gözlerinin önünde eriyecek. Sami hepsini çözecektir.

“Özel Bir Hediye” aslına bakarsanız, basit ama derinlikli, dram yüklü ama komedi ağırlıklı, patrondan yana gibi ama emekçiyi destekliyor… İzleyiciyi sarıp sarmalayan keyifli ve dokunan bir film. Hemen bütün popüler filmler gibi yüzeysel yaklaşım içerisinde, sorunun kaynağına inmeyen, dokundurmalarla değinip geçen, çözümü izleyicinin düşüncesine bırakıyor. Siz, eğer bilinçli biriyseniz çözümün ne olduğunu buluyorsunuz, değilseniz güldükleriniz yanınıza kâr kalıyor, belki küçük bir soru işareti ile çıkıyorsunuz salondan.

Poker surat…

Daniel Auteuil, çıkarlarının peşindeki patron Philippe Etienne’de başarılı. Sami, onun, oğluyla iletişim kurması için her ne olursa olsun, düşüncesinin ve tavrının yüzüne yansıması gerektiğine ikna etmeye uğraşıyor. Adam, o denli içselleştirmiş ki patronluğu bir milim bile gerilemiyor… Sami’ye hak verdiği bir konuşma sonrasında, maç izlerken gol olduğunda bile insanlar gerginliklerinden (korkularından da; ne de olsa patron, iki dudağı arasında yaşamları) kurtulamıyorlar.

İnsanların çıkarlarını gözeterek birbirlerinin üzerine çıkma hesapları sadece filmin geçtiği Fransa’da değil, tüm dünyada yaşanan bir gerçek. En küçük bir fırsat geçmeyegörsün ellerine, hemen satıyorlar birbirlerini… Gerçi hepsi farklı ırklardan ve tabii, renklerden ama filmde altı çizilen bir diğer konu göçmenler ve ucuz işgücü… Bizde de öyle değil mi? Kadın erkek ayrımı da işlenen bir diğer konu muhakkak ki.

Bizim ülkemiz açısından bakarsak, tam da kritik (bu son günlerin en moda sözcüğü, o nedenle ben de kullanıyorum) seçim sürecinde herkes yerini ve konumunu belirlemeli.

Keyifle izlenen, izleyiciyi rahatlatan film, (ben de dahil) kim ne derse desin. Filmin son sözü ise, çok eski bir slogan: “Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin olacak!” Bakalım, Alexandre nasıl davranacak!

24 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(22 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

En Güzel Sığınak Belleğin Sığınağıdır

Filmekimi yolculuğumda izlediğim ‘Sekiz Dağ / Le Otto Montagne’ nihayet gösterimde. Cannes Film Festivali’nden Jüri Ödülü dönen film Belçikalı yönetmen Felix van Groeningen ile oyuncu eşi Charlotte Vandermeersch’in ortak imzasını taşıyor. İtalyan yazar Paolo Cognetti’nin dilimizde de yayımlanmış aynı adlı otobiyografik romanından perdeye aktarılan yapım, bir ömürlük dostluğun, şehirli Pietro (Luca Marinelli) ile dağ çocuğu Bruno’nun (Alessandro Borghi) yıllar içinde her karşılaşmalarında paylaştıkları aşkları, kayıpları, babaları ile ilişkileri ve kesişen yazgıları üzerinden tıpkı romanda olduğu gibi sakin bir ırmak misali yol alıyor. Özellikle doğa tutkunlarının derinden etkileneceği bu zarif roman/film ‘Brokeback Mountain’ yazarı Annie Proulx’un ifadesiyle ‘dağlara bir kez olsun ilgi duymuş bizim gibi insanlar için çok yoğun ve insanın içini sızlatan bir hikâye anlatıyor’.

Öykümüz 1984 yazında başlıyor. 12 yaşındaki Pietro ailesiyle yazı geçirmek için geldiği dağ evinde yaşıtı Bruno ile sıkı bir arkadaşlık kuruyor. İçe dönük mühendis babanın kentli oğlu ile gurbet ellerde çalışmaya gitmiş duvarcı ustasının köylü çocuğunun ortak tutkusu dağların eteğine kurulmuş Grana köyünün mis gibi havası ve göz kamaştırıcı doğasıdır. Çayırları, buzulları keşfe çıktıkları zirve yürüyüşleri, terkedilmiş kulübeleri, viraneleri, eski değirmenleri inceledikleri yazlar boyunca iki çocuk gitgide büyürken, tüm farklılıklarına rağmen dostluğun anlamını öğreniyorlar. Yıllar geçtikçe birbirlerinden uzaklaşsalar da dağlara olan tutkuları yaşadıkları trajedilerde bile onları birarada tutacaktır.

Çocukluk, yetişkinlik, dostluk, insanın dünyadaki yerini arayış serüveni, baba-oğul ilişkileri, hayatın acımasız gerçeklerine dair evrensel temaları lirik bir dille işleyen metin 2012 yapımı ‘Kırık Çember / The Broken Circle Breakdown’ ile gönüllerimizi fethetmiş sinemacı çiftin elinde leziz bir filme dönüşmüş. ‘İnsan dünyadaki yerini aklının ucundan geçmeyecek bir bölgede ve biçimlerde buluyor’ diyor yazar Cognetti ve Belçikalı yönetmenler hayatın olanca hızına rağmen durup soluklanılması gerektiği yerde eşlik edilesi türden sakin, meditatif bu öyküyü perdeye taşıyor.

‘En güzel sığınak belleğin sığınağıdır’ diye ilave ediyor yazar ve yönetmenler. Yaz mevsimi karları erittiği gibi anıları da silip süpürüyor, ama buzullar dağların geçmiş kışların belleğini muhafaza ediyor. İşte bu yüzden dağlara, hikâyelerinin saklı olduğu yerlere dönüş yapıyor yetişkin dostlar. Her geri dönüşte öykülerini yeniden okuyabilmek için. ‘Sekiz Dağ’da sessizlikler besteci ve yorumcu Daniel Norgren’in country tadındaki ezgileriyle kaynaşıyor. Sinemacıların değişmez çalışma arkadaşı Ruben Impens soluk kesici görüntü çalışmasıyla yüreğe dokunan metnin görsel dilini yaratıyor. Mutlaka izlenmeli.

(21 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Doğa Soyut Bir Kavramdır: Sekiz Dağ

Babasının terk ettiği köyde kalmış Bruno ile (Alessandro Borghi) babasıyla düş(ünce)leri uyuşmayan Pietro (Luca Marinelli) çocukluktan başlayan samimi ve bir o kadar da kopmayan bir arkadaşlık kurarlar. Çocukluk yıllarında çocukça, büyüdükçe belki biraz uzak, yetişkin olunca daha sıkı sarılırlar birbirlerine. Kentte bürokrat olarak yaşayan babasının dağ aşkı baştan beri kentin (ve okulun) karalığından sıkılan Pietro için yeni bir kapıdır, belki bir uyum yakalayabilmeleri için. Bruno ise kenti deneyimleme olanağı pek de yolunda gitmez. Her iki arkadaş için dağ bir özgürlüktür, kim ne derse desin.

Pietro’nun babasıyla uyumsuzluğu, aslında kuşak çatışmasıdır. Baba, kendisinin hayata geçiremediklerini oğlu üzerinden gerçekleştirmek amacındadır. Aslında baba iyi niyetli olsa da oğlunun itirazlarına hak vermemiz gerekir. Onlar bu “açmaz”ı öğrendikten sonra Pietro’nun babasıyla Bruno’nun arası düzelir ve görmesek de keşif yolculuklarına çıkarlar.

Çevrecilik…

Ekoloji, günümüzün en çok dillendirilen konusu. Özellikle son yıllarda siyasal iktidarın beton saplantısı nedeniyle yeşil alan bırakmaması, ormanları kesip beton yığınıyla doldurması (Validebağ Korusu’na belediye tarafından moloz dökülmesi de aynı anlayışın sonucu) insanların tepkisini çekiyor. Doğal olarak itirazlar yükseliyor. Gezi Direnişi de benzer bir kalkışmaydı ve iktidar, direniş önderlerini haksız ve hadsiz yere cezalandırarak kendisini halkın gözünde mahkûm ettirdi.

Filmin başarısı yürekte…

Charlotte Vandermeersch, Felix Van Greoningen’in üstlendikleri senaryo yazımı ve yönetmenlik filmin katıldığı hemen her festivalde kabul gördü. Festival jürileri gibi izleyici de, bu denli geniş bir yelpazede güçlü bir film olduğunu gördü ve hakkını verdi. Özellikle Ruben Impens’in görüntüleri enfesti. “Ah, ben de o dağlara tırmansam, insan boyunu aşan karlara, insanı devirecek denli sert rüzgârlara, insanı sağır edecek denli sessizliğe ve yalnızlığa, her işin kendi omuzlarına yüklenecek olmasına karşın yılmam.” demedenen çıkan izleyici yoktur herhalde hangi ülkede, hangi salonda gösterilirse gösterilsin.

Manzara filmi demek filmi inkâr etmektir

“Sekiz Dağ” pastoral bir manzara filmi olarak tanımlansa da sadece manzara ile sınırlandırılamaz. Muhakkak ki, başarılı görüntüsüyle alabildiğine ferah dağ havasıyla izleyiciyi içine çekiyor. Aynı şekilde kentteki tekdüzelikten sıkılan gençler de dağda bir kulübe yaptırıp küçük bir işletme (süt, peynir taze otlar vb. satışı yapmak) ile “bağımsız” yaşamak istiyorlar. Bruno, onlara, “doğa dediğiniz soyut bir kavram; burada çayır, inekler, taş, dağ, güneş var” diyor. Bir araya gelip haydi köyde yaşayalı dediğiniz zaman, oraları da beton yığınına döndürürsünüz ister istemez. Bodrum ön bilinen örnek; gerçi hemen her kıyı köyü aynı… Bile isteye, zorluklarını göğüslemeyi de kabûl ederek, yılmadan, bıkmadan mücadele etmek gerekir dağda, köyde yaşamak… Filmin en can alıcı iki mesajı (biri kuşak çatışması, diğeri çevre gönüllülüğü) bunlardı. Peki, iki saati aşkın süren film bu kadar mı? Tabii ki değil, iki arkadaşın kopmaz bağlarla birbirlerine sarılmaları da öne çıkıyor (sanki herkes bu yönü almış ele, nedense bizimle de doğrudan bağlantılı asıl meseleyi göz ardı etmeye söz birliği etmişler).

Sığınılabilecek tek liman

Pietro, kaçıp kurtulmak isteğiyle Nepal’e gitse de orada da duramayıp dönüp geliyor ikide bir. Bruno ise zorluklara göğüs germeye çabalarken kız arkadaşı ve çocuğu kente dönünce yapayalnız kalıyor. Sığınabileceği tek liman yine çocukluk arkadaşı Pietro’dur ve ondan medet umuyor.

17 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(21 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Balinayı Öldürmek

270 kiloluk dev bir balinayı andıran Charlie sorunlu kalbinin onu sıkıştırdığı ve ölüm zamanının geldiğini zannettiği anda o anda evinde bulunan misyoner gençten kendisine bir makale okumasını ister. Aşırı kiloları yüzünden hareket etmekte zorlanan edebiyat öğretmeninin bir öğrencisi tarafından yazıldığını akla getiren deneme, yazar Herman Melville’in tanınmış romanı ‘Moby Dick’ üzerinedir. Yazıyı kaleme alan kişi yazarın denizde olma öyküsünden söz eder. ‘Kitabın ilk bölümünde kendisine Ishmael adını veren Melville küçük bir sahil kasabasında Queequeg isminde bir adamla aynı yatağı paylaşır. Aynı pipodan tüttürürler, birlikte kiliseye giderler ve daha sonra tek bacaklı kaptan Ahab’ın kaptanlığında denize açılırlar. Kitap boyunca pek çok zorlukla karşılaşan Ahab’ın hayatı beyaz dev balinayı öldürmek üzerine kuruludur. Balinaların tasviri olan uzun sıkıcı bölümleri okuduğumda üzüldüm çünkü tüm bunların bizleri kısa bir süreliğine de olsa yazarın kendi kederli hikâyesinden kurtarmaya çalışmak üzere kaleme alınmış olduğunu biliyordum. Bu kitap benim kendim hakkında düşünmemi sağladı.’

Bilgisayar ekranından deforme bedenini saklayarak çevrimiçi ders verdiği öğrencilerine ‘yazdıklarınızda dürüst olsun’ tavsiyesi veren Charlie için de bir aydınlanmadır bu kısa deneme belki. Ders verdiği erkek öğrencisine kapılarak karısını ve henüz küçük yaşlardaki kızını terk edişi üzerinden 8 yıl geçmiştir. Delice tutulduğu Alan, papaz babası tarafından reddedilerek kiliseden atıldığında bir köprüden atlayarak hayatına son verdiğinde, pişmanlıklar içinde bocalayan Charlie, kayıpları ile başa çıkmak için aşırı ölçüde kilo almak suretiyle ölümünü hazırlama yolunu seçmiştir. ‘Elveda Las Vegas / Leaving Las Vegas’ta içkinin yardımıyla ölüme yatan Nicolas Cage misali şişmanlatıcı sağlıksız besinler tüketerek öz yıkım yolunda ilerleyen Charlie son demlerini yaşadığının farkındadır. Ağır kalp yetmezliği ve çok yüksek tansiyonuna karşın kendisine bakıcılık yapan Liz’in hastaneye gitme önerilerini sürekli reddeder. Son arzusu şimdilerde 16 yaşında olan uyumsuz ergen kızı ile yüzleşmek ve ona karşı pişmanlığını dile getirmektir. Ancak bu hesaplaşma süreci kolay geçmeyecektir.

‘Pi’ ve ‘Bir Rüya İçin Ağıt / Requiem for a Dream’ gibi çizgi dışı ilk dönem çalışmalarıyla tanıyıp sevdiğimiz New Yorklu yönetmen Darren Aronofsky, uluslararası başarılar kazandığı karakter odaklı ‘Şampiyon / The Wrestler’ ya da ‘Siyah Kuğu / Black Swan’ gibi filmlerin ardından bu kez senaryoyu da kaleme almış olan yazar Samuel D. Hunter’ın bol ödüllü sahne oyunu ‘Balina / The Whale’den yola çıkmış. Metnin teatralliğine hiç dokunmadan tek bir mekânda geçen filmde ağır ve hüzünlü bir atmosfer hakim. Dışarda sürekli yağmurun yağdığı yarı aydınlatılmış, her bir köşesine fast food artıklarının saçılmış olduğu, ağır beden kokusunu hissedebildiğimiz kasvetli bir odanın içinde geçiyor herşey. Bu karanlık ev ortamında Brendan Fraser bir mucize gerçekleştiriyor. Hollywood’da kadri kıymeti bilinmemiş 90’lı yılların genç ve yakışıklı oyuncusunun aldığı kilolara ilave olarak son derece başarılı bir makyaj ve protez giysiler içinde sinema dünyasına dönüşü kelimenin tam anlamıyla görkemli. Bu 5 kişilik sahne oyunu/filmde onun nüanslı performansına eşlik eden, Liz’de Hong Chau, ergen Ellie’de Sadie Sink ve kısacık bir rolde görmeyi çok özlemiş olduğumuz Samantha Morton gayet iyiler. Öykünün katı gerçekçiliği ve duygusal patlamalarını benzersiz dokunuşları ile dengeleyen ve geçtiğimiz günlerde en iyi erkek oyuncu Oscar ödülünü kazanan Fraser’ın dönüşünü kutlamak için mutlaka izlenmeli.

(17 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Propaganda Yaşamın İçinde: Rebel

Eskiden misyonerler, din bezirgânları olurdu, sizi kendi görüşüne çekmek için çaba harcardı. Değişmedi, artık tebliğci olduklarını söylüyorlar. Türlü yalan dolanlarla kandırarak, belli bir strateji çerçevesinde militan devşirenler vardı bir dönem.

İsrail – Filistin savaşları sürerken İran – Irak savaşı çıkarıldı, oradan yeterince nemalanamayan siyasal güç, bu kez Suriye’de iç savaş çıkardı. Çok toplumlu bir ülke olması, etnik karşıtlıkların gündemden düşmemesi orada da bir savaşı körükledi. Kendilerini Siyasal İslam olarak gören ve (hemen bütün radikal gruplar öyledir, kendilerinin dışındakiler asla gerçek İslamcı değildir) hemen silahlanarak ortalığı kan gölüne çeviren IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) örgütü dünyanın birçok yerinden militan edindi.

Özellikle Avrupa’da, Müslüman ülkelerden çeşitli nedenlerle göç etmiş, gerek dinleri gerekse gelenekleri nedeniyle yabancı olarak dışlanmış gençleri kandırarak savaşa göndermeye başladı. IŞİD sadece dini bir silahlı örgüt değildi, hak ve hukuk tanımayan, kuralı olmayan, eli kanlı bir örgüttü.

Belçika’da annesi ve küçük kardeşi Nazım ile yaşayan Kemal, yoksul ve zorlu bir hayatı hak etmediğini düşünen, hızlı yaşayan ve rap müzik yaparak bunu dile getiren bir gençtir. Annesiyle tartışınca, kendisini IŞİD’cilerin arasında bulur. Onların kurallarını hiçe saysa da bir gün o simli perde kalkar ve gerçekler ortaya çıkar.

Bu arada Belçika’da da savaşçı devşirmeye çalışan IŞİD militanları Kemal’in küçük kardeşini kandırmak, onu da savaşa yollamak için girişimde bulunurlar. Küçük Nazım, hem annesinin kendisi üzerinde baskı kurmasından hem de okuldaki arkadaşlarının özellikle ağabeyi üzerinden kendisini aşağılamalarından sıyrılmak için bu teklifi kabul eder.

Küçük Nazım da bir savaşçıdır artık. Ağabeyinin durumunu öğrenir ve gecikmiş olsa da kaçar. Bütün zorluklar annelerin omuzlarına yığılmıştır; anne büyük oğlunun ardından küçüğünü kaybetmeyi hazmedemez ve peşinden Suriye’ye gider.

Suriye’de, savaşın en ön saflarında, IŞİD ile YPG (Yurtsever Partizan Güçleri) çarpışmaktadır. Anne YPG’li savaşçıların da yardımıyla küçük oğlunu bulur ve evlerine dönerler.

Film, özellikle rap yapan (veya seven) Kemal’in müzikleriyle etkiyi arttırıyor. Rebel’in “acı” anlamına geldiğini düşününce, itiraz eden bir müziğin, yani rap’in anlamı artıyor. Yaşanan acı, içine işliyor insanın…

Burada anne ile oğlunun öyküsünden çok dini kendi görüşlerine alet eden ve insanları kandırmak için her türlü hileyi yapmaktan çekinmeyen misyonerler öne çıkıyor. Ailenin tanıdığı, küçük Nazım’ı ikna etmeye çalışan din görevlisi her ne kadar karşı çıksa da gidişatı engelleyemez. Gerçekten iyi organize olan, her türlü iletişim olanağını kullanan IŞİD’ciler Nazım’ı götürürler savaşa.

İnsan filmden çıktıktan sonra, uzun bir süre izlediklerinin etkisinden kurtulamıyor. Yakın planlarla, etkileyici görüntülerle devam eden filmde, bir yandan da niye, nasıl, neden, kim bunlar sorusu dönenip duruyor izleyicinin kafasında. Öyle olsaydı, böyle olmasaydı diye doluya koyuyor aldıramıyor, boşa koyuyor dolduramıyor…

Aradan geçen on yıl kadar süre sonrasında, belki IŞİD gücünü ve etkisini yitirdi, ama milyonlarca insan canından, evinden, ülkesinden oldu. Hem değil mi ki bu savaş nedeniyle milyonlarca insan Türkiye’ye sığındı… Bu filmin bir sonraki ayağı, Türkiye’de kalması istenmeyen zorunlu göçmenlerin yaşadığı sefalet olmalı… 17 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(14 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Emanet Çocuk

80’ler başlarının İrlanda kırsalındayız. Beşincinin yolda olduğu çok çocuklu çiftçi ailenin sessiz kızıdır Cáit. Kalabalık evlerinde hamile annesi, depresif kumarbaz babası ile her biri kendi havasında kız kardeşleri ona karşı öylesine ilgisizler ve yuvaları öylesine kasvetlidir ki, 9 yaşındaki Cáit ne evde ne okulda göz önünde bulunmaktan kaçınır sürekli. Küçük kız okul tatili başladığında yaz boyunca kalması için annesinin uzaktan akrabasına yollandığında, başta kendini tedirgin hissetse de kısa sürede endişeye yer olmadığını ve güzel günlerin onu beklediğini hisseder. Çocuk yeni evine gelir gelmez Kinsella çifti ile kendi ebeveynleri arasında dağlar kadar fark olduğunu keşfeder. Çocukları olmayan çiftin ona hiç tatmadığı sevgi, özen ve şefkati sunmasıyla aile ve ev denilen şeylerin daha önce deneyimlemediği olanaklarını keşfetmeye başlar. Utancın ve sırların barınmadığı bu evde kendi iç dünyasını ve duygularını tanıma şansı bulan ve gerçek mutluluğu yudumlayan küçük kız, münasebetsiz bir komşu kadının ağzından geçici ailesinin trajik geçmişini öğrenecektir.

Çağdaş İrlanda edebiyatının parlak kalemlerinden Claire Keegan’ın bizde ‘Emanet Çocuk’ adıyla yayımlanmış -özgün adı ‘Foster’ bakıcı anlamına geliyor- 80 sayfalık novellasından yola çıkan ‘Sessiz Kız / An Cailín Ciúin’ mevsimin en ilgiye değer filmlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Belgeselleri ile tanınmış İrlandalı yönetmen Colm Bairéad’ın bu ilk kurgusal çalışması hayranlık uyandırıcı bir bütünlüğe ve olgunluğa sahip. Keegan’ın metninde olduğu gibi çocuk gözü ve hissiyatı ile aktarılan hikâye gücünü sessiz sadeliğinden alıyor. Yine özgün öyküde incelikle tasvir edilmiş olan İrlanda kırsalının el değmemiş yeşili ve pastoral güzelliği Kate Mullough’un görüntü çalışmasıyla perdeye yansıyor. İrlandalı besteci Stephen Rennicks’in filmi bir tül gibi saran meditatif müzik çalışması ayrıca övgüye değer. Keza filmin oyuncu kadrosu birinci sınıf. Sevgi ve ihtimamla bir çiçek gibi açan Cáit’te ilk filminde çok parlak bir yetenek olduğunu kanıtlayan küçük aktris Catherine Clinch ve ona eşlik eden Kinsella çiftinde Carrie Crowley ile Andrew Bennett gayet iyiler. Özgün İngilizce metni nesli tükenmekte olan İrlanda diline uyarlayarak hemşerilerine vefa borcunu ödemek istemiş yönetmen Bairéad. Çocukluk ve ebeveyn olmak üzerine çok önemli dersler içeren ve unutulmaz finaliyle belleklerden kolay çıkmayacağa benzer bu güzel filmi mutlaka izlemenizi öneriyorum.

(10 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

65: Milyon Yıl Önce…

Bir nöroloji profesörü olan ve popüler bilim kitapları yazarı olarak tanınan Hoimar von Ditfurth’un yazdığı, sinemayı da iyi bilen (ışığı üzerimize değsin) Veysel Atayman’ın çevirdiği altı ciltlik “Dinozorların Sessiz Gecesi” sanki bu filmin çıkış noktası…

O kitabın girişinde dünyamızın oluşumu anlatılır, sonra canlılığın gelişimi… Yıllar önce okumuştum, ama aklımdan hiç çıkmayan bir tanımlaması var yazarın: Eğer kozmosta bir başka gezegen varsa ve erken gelişmiş bir teknolojiyle uzaya çıkmışlarsa (şu anda uzay çalışmaları tam da aynı amaçlı sürdürülüyor), dünyamıza rastladıklarında bu gezegende hiçbir canlı yaşayamaz deyip beklemeksizin başka gezegene doğru yola çıkarlardı…

Buzul dönemi, kuraklık dönemi, sıcak ama alabildiğine sıcak geçen belki de bin yıllar… Derken atmosfer oluşunca canlılık yavaştan başlıyor. Bilindiği gibi suda başlayan yaşam, karaya da çıkıyor. Kitabı anlatmak için değil, 65 filmi için klavye başındayım… Dinozorlar ve ardından göktaşlarının sona erdirdiği bir süreç. İnsanlık çok daha sonra…

Scott Beck ve Bryan Woods yazdıkları senaryoyu yönetmişler de… 65 milyon yıl öncesini anlatan bir film bu. Tam da “Dinozorların Sessiz Gecesi”ndeki gibi bir başka gezegenden gelen bir insanın dinozorlarla karşılaşması… Herhalde Adam Driver’ın canlandırdığı Pilot Mills de bir daha bu gezegene gelmemeye karar vermiştir.

Film, bir gezegenden başka bir gezegene yolculuk sırasında göktaşı yağmuru nedeniyle Pilot Mills’in yönetimindeki uzay aracı bilinmeyen bir gezegene düşer. Bu bilinmeyen gezegenin dünyamız olduğunu bilmem söylememe gerek var mı?

Koa (Ariana Greenblatt) adındaki genç kız dışında tüm yolcular ölmüştür. Mills ile Koa kurtarma aracına ulaşmaya çalışırlar. Pilot Mills, kızını hastalık nedeniyle kaybetmiştir ve dilini bile bilmediği Koa’yı kızının yerine koyar. Gelişmiş teknolojik araçları olmasına rağmen insan, yine insandır ve duygusal davranır, bir başka gezegende yaşıyor olsa da…

Aksiyon bilimkurgu olarak tanıtılan 65 filminde belki dinozorların vahşi saldırılarını görmüyoruz, öyle bir beklentiniz varsa, unutun. Ancak gerek çok başarılı görüntü, iyi kotarılmış oyunculuk ve tam kıvamındaki temposuyla filmi heyecan, merak ve beklentilerle izleyeceksiniz, koltuğunuzda hop oturup hop kalkarak.

10 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(09 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Ertelenmiş Bir Hayat

6 ay bilemediniz 8 – 9 ay ömrünüz kaldığını öğrendiğinizde ne yapardınız? Çocuk yaşlarda kafasına koymuş olduğu beyefendi olma hevesi doğrultusunda Belediye’nin Bayındırlık Bürosu’nda yıllarını tüketmiş olan Bay Williams ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrendiğinde hayatını sorgulamaya başlar. Kamu görevlisi olarak senelerini verdiği yöneticilik koltuğuna bir gün bile geç oturmadığı bilinir yaşlı adamın. Yıllar ilerledikçe bürokrasi makinasının tüm anlamsız meşguliyetini giyinmiştir üzerine. Büro çalışanları gibi hep meşguldür ama aslında koltuğunu korumaktan başka hiçbir şey yapmamaktadır. Hayat gerçekten sadece bundan mı ibarettir? Dostumuzun bu soruyu ciddiye alması için kalan günlerinin iyice azaldığını fark etmesi gerekecektir.

İKSV festivallerinde izlediğimiz ‘Güzellik / Skoonheid – Beauty’ (2011) ve ‘Moffie’ (2019) gibi eşcinsellik teması üzerinden ilerleyen filmleriyle tanıdığımız Güney Afrikalı yönetmen Oliver Hermanus’un 2 dalda Oscar adayı olan son çalışması ‘Yaşamak / Living’ sinema tarihini iyi bilen okurların bu kısa girişten tahmin edebilecekleri gibi Japon sinemasının büyük ustası Akira Kurosawa’nın 1952 yapımı unutulmaz klasiği Ikiru’nun 70 sonra kotarılmış yeniden çevrimi. Japon ustanın II. Dünya Savaşı yıkımından çıkalı çok olmamış hızla kalkınan memleketinde güncel olarak çektiği film aynı yıllar Londra’sına taşınmış ve 70 yıl sonrasında haliyle bir dönem filmine dönüşmüş. İlk versiyonda Uzak Doğu’nun muhteşem oyuncularından Takashi Shimura’nın hayat verdiği Watanabe’nin yerini almış olan İngiliz sinemasının deneyimli aktörlerinden Bill Nighy’nin Bay Williams performansı gerçekten çok incelikli.

Sabahları demiryolu istasyonunda mesai arkadaşları gibi takım elbisesi ve şapkasıyla Londra treni için peronda bekleyen yaşlı adam neye dönüştüğünün farkına bile varmamıştır. Karısını erken kaybetmiş, aynı evde yaşadığı oğlu ve karısı ile sevgisiz bir ilişkisi olmuştur hep. Çok kısa bir ömrü kaldığını öğrendiğinde işleri düzene sokmak ve rutin görevler dışında biraz olsun yaşamak ister. Ancak hayatı işlem bekleyen dosya kuleleri arasında geçtiği için yaşamanın ne olduğunu bilmediğini hüzünle idrak eder. Biraz olsun nefeslenebilmek için kendini attığı sahil kasabasında karşılaştığı bohem yazara açılır önce. Onunla birlikte kentin eğlenceli gece hayatına dalar. Kalan azıcık yaşamı ele geçirme çabasındadır. Sıkıcı Belediye ofisinden ayrılarak bir cafede çalışmak isteyen Harris ile oyalanır bir süre. Onun yaşama iştahına, her şeyi neşeli ve eğlenceli hale getirme biçimini hayranlıkla izler. Genç kızın ofis çalışanlarına taktığı isimler ile eğlenirken, kendisinden hareket edebilen ancak bir Mısır mumyası misali ölü olduğunu düşündüğü ‘zombi’ lâkabını taktığını acı bir gülüşle karşılar. Bunca yıl biriktirdiği parası ile gezip tozmanın ötesinde, sona ermekte olan yaşamına anlam katabilecek bir şeyler yapmalıdır. Büronun kapısını aşındıran üç kadının evrak kulesinde unutulmaya terkedilmiş dilekçesi gelir aklına: biteli çok olmamış savaştan kalma bomba çukurunun dibindeki yoksul mahallenin yanı başındaki içinden lâğım suyu akan, koca koca farelerin cirit attığı mezbelenin çocuk parkına dönüştürülmesi projesini ne pahasına olursa olsun hayata geçirmek yaşlı adam için ölüm kalım meselesi haline gelmiştir artık.

Tanınmış Japon yazar Kazuo Ishiguro’nun özgün metni 50 dakika kadar kısaltarak 1950’ler İngiltere’sine uyarladığı Oscar adayı usta işi senaryosu ve yine Oscar adayı Bill Nighy’nin yorumuyla öne çıkan ilgiye değer bir çalışma ‘Yaşamak’. Kişisel tarihimin en iyi 10 filmi arasına rahatlıkla aldığım özgün Kurosawa versiyonu ile kıyaslamamak koşuluyla hiçbir zaman eskimeyecek evrensel mesajı üzerinden insan ve hayat üzerine çok önemli şeyler söyleyen.

(09 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sessiz Kız: Kadınlar Gününe Özgü…

08 Mart, biliyorsunuz Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul edilince tüm dünyada kutlanmaya başladı. Gün boyu hemen her yerde tarihini, yaşananları ve olup biteni duymuş, izlemişsinizdir. 08 Mart önemli bir yıldönümüdür ve hepimiz, hepimizi var eden kadınları kutlamalıyız.

Colm Bairéad, İrlanda’da, sıradan bir ailenin sıradan yaşamına konuk ediyor bizleri. Gösteriminin 08 Mart haftasına denk gelmesi bizler için önemli bir tesadüf. Filmin tanıtımında “hastalıklı bir aile” diye tanımlansa da, hemen her ailenin, hemen her ülkede yaşadığı pek farklı değil. İlk filmini çeken Yönetmen, izleyiciye bir pencereden gerçekliği izletiyor. Başı sonu olmayan, nerede ve nasıl başladığı bilinmeyen, nasıl biteceğinin de kestirilmesi imkânsız bir zaman kesitinde merak ve heyecanla birlikte duygular da dorukta.

Kemalettin Tuğcu öyküleri gibi gözü yaşlı, abartılmış dramatik yapısı olmayan ama öykü kurgusu anlamında pek de fark etmeyen filmi İrlandalılar da çok sevmiş ki hem en çok izlenen film olmuş hem de farklı festivallerden ödüller almış hem de İrlanda’nın Oscar adayı olmuş…

Bizde de vardır, özellikle çok çocuklu aileler bakmakta zorlandıkları çocuklarını akrabalarına yollar, hem bakımı sağlanmış olur, tırnak içinde de olsa mutlu olması sağlanır hem de bakan aile ücretsiz bir yardımcı bulmuştur. Herkes mutludur. Tabii, yürekler, gönüller, duygular… Onları kimse görmediği için pek de önemsenmez.

Cait (Cathrine Clinch) de ilk filminde alabildiğine başarıyla canlandırıyor yuvadan atılmış küçük kızı. Anne babasının vurdumduymazlığı, gittiği ailenin insani davranışı, ama yaşananları, çenebaz bir komşu kadından öğrenince düştüğü darboğazı ama her ne olursa olsun kararının sevgiden yana olması gerçekten insanın içine işliyor.

10 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(08 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kocaman Kalpli Otto

“Zamana gelince, o da acayip bir şeydir. Birçoğumuz yalnızca önümüzde serili olan zaman kadar yaşarız; günler, haftalar, yıllar. Bir insanın yaşamındaki en acı veren anlardan birisi, arkasında bıraktığı günlerin, geriye kalan zamandan daha fazla olduğunu fark ettiği yaşa ulaştığını hissettiği andır. Artık yaşanacak diğer şeyler için zaman kalmaz. Sadece anılar için belki…” İsveçli yazar Fredrick Backman’in tanınmış romanı ‘Ove Adında Bir Adam / En Man Som Heter Ove’de ana karakterin deyişleridir bunlar. 2015 yılında memleketlisi Hannes Holm tarafından beyazperdeye aktarılan eser bizde sinemalara gelmemiş, –futbolsever bir çevirmenin azizliği olsa gerek- roman olarak yayımlandığı ‘Hayata Röveşata Çeken Adam’ adıyla TV ve dijital platformlarda gösterilmişti. Hayat üzerine unutulmaz dersler içeren ve Ove rolünde İsveçli aktör Rolf Lassgard’ın parladığı bu sımsıcak öykünün Amerikalı tanınmış oyuncu Tom Hanks’in ilgi alanına girmesi pek de uzun sürmedi. Tam 7 yıl sonra yapılan yeni çevrim ‘A Man Called Otto’ ülkemizde eserin dilimize yerleşmiş Türkçe adı korunarak gösteriliyor.

Yeni versiyonun ‘Otto’su olan Hanks ilk bakışta herkesin yaka silktiği o yaşlı huysuz adamlardan. Hani o çocukken kapısının önünde oynadığınız zaman ‘gidin başka yerde oynayın, gürültünüzü çekemem’ diyen ya da bahçesine kaçan topumuza el koyan aksi amcaları akla getiren. Ohio’nun sakin bir beldesinde mazbut bir mahallede yaşayan 70’ine merdiven dayamış Otto site yöneticisi olarak kurduğu düzeni çok seven bir adamdır. Mahalle nöbetini ve sabah teftişlerini hiç aksatmaz. Ama o ne kadar karşı çıksa da dijital çağ her şeyi dönüştürmüş, onun zamanı dolmuştur artık. Yıllardır çalıştığı fabrikada yönetimden alınması, iş saatlerinin azaltılması yetmediği gibi, kendi deyişiyle ‘akıllı telefonuna bakmadan hangi yılda olduğunu anlamakta zorlanan’ genç asistanını amir diye başına getirdiklerinde emekliliğini ister. Her hafta pembe çiçeklerle mezarını ziyaret ettiği hayat arkadaşını da yitirdikten sonra daha fazla yaşamanın bir anlamı kalmadığını düşünür. Bu dünyadan çekip gitmek için türlü yollar dener ancak karşı eve taşınan Meksika göçmeni Marisol ve sevimli ailesinin devreye girmesi onu yeniden hayata bağlayacak, genetik rahatsızlığı nedeni ile genç yaşından itibaren büyük olan kalbini yeni edineceği dostlara ve yardım bekleyen komşularına sonuna kadar açmaktan geri durmayacaktır.

Deneyimli yönetmen Marc Foster’ın yönettiği yapım, girift kurgu sinemasından vazgeçmem diyen izleyicilerin bile güzel bir molaya ihtiyacı olduğunu düşündüğüm hayata dair şirin bir Tom Hanks filmi. Usta oyuncu yapımcılığını da yaptığı yapımın tek hakimi. İlk versiyonun İranlı Pervane’sinin yerini almış 3 çocuk annesi Marisol’de Meksikalı aktris Mariana Treviño ve hayli geniş tutulmuş geriye dönüşlerde Otto’nun gençliğini canlandıran usta oyuncunun öz oğlu Truman Hanks gayet iyiler.

(03 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çamurun İçine Sürüklenmek

Erich Maria Remarque edebiyat dünyasına damgasını vurmuş ünlü romanı ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok / I’m Western nichts Neues’i kısaca şöyle tanımlar: ‘Bu kitap ne bir şikâyettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile, tahribinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece. Yaşar Kemal içinse eser 20. yüzyıl dünyasının el kitabı sayılabilir. Saygın edebiyatçımıza göre ‘savaşlar insanların ölüm fermanıdır ve gerçek sanat savaşın, zulmün, şiddetin, tüketim oburluğunun ve insanca olmayan her davranışın karşısındadır.’ İlk kez Almanya’da 1929 yılı başında yayımlanan, günümüze kadar 50 dile çevrilerek dünyaca tanınan yapıt, sıcağı sıcağına Hollywood’u Hollywood yapan usta sinemacılarından Lewis Milestone tarafından sinemaya uyarlanmış ve 1930 yılında en iyi film ve yönetmen dahil olmak üzere 4 dalda Akademi ödülüne layık görülmüştü.

Nazi döneminde 1933 yılında gerçekleşen kitap yakma eyleminin kurbanlarından biri olan roman, yazılışından neredeyse bir asır sonra Alman yönetmen Edward Berger tarafından öz dilinde sinemaya uyarlandı. Remarque’ın eseri, şahin öğretmenlerinin vatanseverlik duygularını okşayan nutku ile Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan 16 – 17 yaşındaki tüyü bitmemiş gençlerin savaşın gerçekliği altında nasıl ezildiklerinin hüzünlü öyküsüdür. Genç hayatlarında biraz da macera yaşamak hevesi ile, tıpkı kilometrelerce öteden Gelibolu’ya gelmiş Anzak askerleri gibi harbin cehennemi ile yüzleşen genç çocukların büyük bölümü bedenen ölürken, geriye kalanlar ruhen tükeneceklerdir.

Savaş cehenneminden kimi ölü kimi değil ancak katılan hiçbir askerin sağ çıkamadığını ifade eder Remarque. Buradan yola çıkarak yönetmen Berger daha ilk sahneden izleyicisini siperlerin içine sokuyor. Puslu şafak vaktinin tedirgin dinginliği top tüfek sesleriyle kırılıyor. Genç Heinrich yanı başında birer birer toprağa düşen arkadaşlarının arasından taarruza ve adam adama savaşa girişiyor. Ancak mücadelesi uzun sürmeyecek ve onun savaşı da oracıkta sonlanacaktır. Taarruzun sonunda ölü bedenler toplanıyor, asker üniformaları ve botları alınıyor. Cesetler hazır bekleyen tabutlara yerleştirilirken torbalara konmuş giysiler temizlenmek üzere çamaşırhaneye oradan da onarılmak ve yeni katılacak taze erlere dağıtılmak üzere terzihanelere sevkediliyor. Genç Heinrich’in parkası, öğretmenlerinin ‘Almanya’nın demirden evlatları’ gazına gelmiş ve arkadaşları ile birlikte savaşa yazılmış Paul Bäumer’indir artık.

Berger’in filmi Milestone uyarlamasına kıyasla, tıpkı özgün metin gibi, çok sert ve karanlık. ‘İzleyiciyi çamurun içine sürüklemek istedim’ diyor sinemacı ve bunu gerçekten başarıyor. İlk versiyonun siper gerisinin sakin ortamına ve kurulan dostluk ilişkilerine çok az yer veriyor, çamura batmış siperlerde ölümü bekleyen askerlerin dehşetini bir an olsun unutturmuyor. Bu sahnelere paralel olarak şahin generallerin konforlu alanlarında savaşı dört yıl boyunca sürdürme inatlarını, daha fazla askerin ölmesini önlemek üzere sosyal demokrat Matthias Erzberger’in ateşkes çabalarını izliyoruz.

‘Varsın aylar, yıllar geçsin. Nasılsa bana getirecekleri bir şeyleri kalmadı’ diyecektir Paul sonunda. Romanda ve ilk filmde detaylı olarak yer almış olan, genç adamın bir Fransız askerini süngüsü ile ağır yaraladığı bölüm Berger’in versiyonunda bitmek bilmeyen bir azaba ve derin bir vicdan muhasebesine evrilirken, genç asker orduya katılışının üçüncü yılında bedenen yaşlanmış, yaralı bir hayvana dönüşmüştür artık. Almanya’nın kibri, savaşı 1918 yılının Kasım ayına kadar sürmesine yol açmış ve neticede neredeyse hiç kıpırdamamış olan Batı cephe hattında 3 milyon asker hayatını kaybetmiş, binlercesi bedenen ve her biri ruhen çok şey yitirmiştir.

‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ aradan geçen yüzyıla karşın savaş karşıtı güçlü mesajını koruyan saygın bir eser. Berger’in eserin şanına yakışır uyarlaması gerek James Friend’in koyu pastel renk paletinin, gerekse Volker Bertelmann’ın modern ve hayli tedirgin edici müzik çalışması ile dikkat çekiyor. Birinci Dünya Savaşı’nı canlandıran anlaşma için mücadele eden Erzberger’de tanıdık bir isim Daniel Brühl’ü izlerken, genç Paul’de sinemadaki ilk deneyiminde tiyatro çıkışlı yeni bir yetenek olan Felix Kammerer’i selamlıyoruz. Savaşın bir cehennem olduğunu insanlığa bir kez daha hatırlatan bu güçlü film, İngiliz Oscarları sayılan Bafta ödüllerini kolay rastlanmadık bir biçimde tam 7 dalda kazandı. Önümüzdeki hafta dağıtılacak olan Amerikan Akademi ödüllerine en iyi film ve yabancı film dahil 4 dalda aday olan filme şans diliyoruz.

(02 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Creed III: Kendine Değerini Kanıtla

Boks çok izlenen bir spor dalı, pek beğenilmese de… Muhammed Ali Clay’in savaş karşıtlığı nedeniyle elinden alınan şampiyonluğunu kazanma mücadelesini sabaha karşı televizyonlardan izledik. Kuşkusuz Muhammed Ali belirleyiciydi orada, sonrasında yine unuttuk boksu. Değişen ve gelişen dünya boksu artık spor olmaktan çıkarttı, olimpiyatlarda bile yer almayacak bir süre sonra.

Sinema bokstan yana tavır alıyor. Abartılı olarak kanı daha çok gösterse de temel öyküyü ondan uzak tutmaya çalışıyor. Creed III de öyle.

Her ne kadar daha öncekileri izlemediysem de bu kez konu geçmişle hesaplaşma, yüzleşme ve kendine değer kanıtlama olunca bir farklılık seziliyor.

Michael B. Jordan, bu üçüncü Creed’de yönetmenlik koltuğuna da oturmuş. IMAX teknolojisiyle çekilen ilk spor filmi diye duyurulan film, önceki filmlerde eksik bırakılan başlangıç ve sonu da bir arada sunuyor.

Kendini kanıtla…

Gençken biri diğerinin yardımcısı konumundayken çıkan olaydan korkup kaçınca ister istemez geçen zaman aradaki mesafeyi uzattığı gibi arkadaşlığın sıcaklığını da yok ediyor. Belki de içtikleri su bile ayrı gitmeyecek iki arkadaş, içten içe -biri terk edilmişliğin hıncıyla, diğeri terk etmişliğin karşı konulamaz iç çelişkisiyle- birbirlerini belleklerinde yaşatıyor. Terk eden iyi bir kariyer, iyi bir aile oluşturmuş, iyi bir işe sahipken terk edilen cezaevinde her gün yeniden yüzleşmek için hazırlıklarını sürdürüyor.

“Pırlanta” Dame’in hayatının amacı şampiyon olmak. Ancak hüküm giyince arkadaşına bir ders de vermek buna eklenen yeni bir halka oluyor. Daha önce hiç dile getirmediği bu yeni amacını şampiyon olduğu gün açıklıyor. Artık iki gücün, iki eski arkadaşın çatışma zamanıdır. Filmin, bana göre asıl düğümü orada. Geçmişte kalmış bir hesaplaşmanın yıllar sonra gündeme getirilmesi kime yarar? Eşi işinde başarılı, küçük sevimli kızıyla mutlu birinin bu hesaplaşmadan kazancı ne olabilir?

Burada iki eski arkadaş kendi kararlarını verirken seyirci de kendi yaşamındaki benzer durumları tartıyor kafasında. Ringde atılan her yumruk seyircinin attığı ve yedikleridir aslında. Kazanabilir miyim, sorusu yaşam boyu kimsenin aklından hiç çık(a)maz ki!

Değerini kendinize kanıtladığınızda, kim ne derse desin rahat ve huzur içinde olacaksınız. Değilse bütün nasihatler bir kulağınızdan girip diğerinden çıkacaktır.

03 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(01 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Tom Medina: Dışlanmışlık Hayata Bakışı Belirler

Hepimiz bu dünyayla bir yerinden bir anda tanıştık. Bulunduğumuz yerden tanıdık her şeyi. Hayat zaten akıyordu, biz de katıldık ona… Bir yerinde de bırakacağız diğer herkes gibi, tüm canlılar gibi. Doğum ile ölüm arasındaki o süreç bizimki.

Tom Medina’da da yönetmen Tony Gatlif bir dışlanmış üzerinden bizi hayata sokuyor. Tom Medina’nın hayatına giriyoruz. Yalın bir anlatımı var Gatlif’in, sanki bir pencere açıyor o yaşama ve izliyoruz. Bir zaman sonra da kapatıyor o pencereyi, biz izleyiciler duygularımızla baş başa başlıyoruz anlamlandırmaya…

Dışlanmış diye tanımladığım Tom Medina hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, bildiklerimiz de yalan büyük olasılıkla. Zaten filmin merak ve heyecanı da orada başlıyor. Hem onu tanımak hem de neler yaptığını, yapacağını görmek için pür dikkat odaklanıyoruz beyazperdeye.

Çocuk mahkemesi tarafından ücra bir köye “rehabilitasyon” amaçlı sürgün olarak Ulysse’in yanına gönderilir Medina. Aslına bakarsanız düşler aleminde, kendi halinde, kaygısız ve en önemlisi çekincesiz yaşayan biridir. Gençtir, çekincesiz, ama kaygısız olduğu söylenemez. Yardımsever ve iyi niyetli Ulysse’in çiftliğinde doğayla iç içe kendini iyileştirmenin yolunu bulacak mıdır?

Zorunda olmak, yazıldığı denli kolay bir tanım değil. Birçok nedeni vardır insanın, kendisini savunmak için, birçok gerekçe uydurabilir, haklı çıkmak amacıyla. Kendisi de bilir bunların birer mazeret olduğunu, hiçbir anlamının olmadığını… ama savunma içgüdüsü bu yalanların üzerinde bir rahatlama sağlayabilir.

Hayatın her anında, her alanında karşımıza çıkar bu mazeretler. Siyasetçilerde görülür en çok da… bir de tutunamayanlarda. Siyasetçiler için dün, hatta bugün yoktur, onlar yarına odaklanmışlardır, tek ayak üstüne kırk yalan söyleyebilir ve herkesi inandırabilirler. Toplumun unutkanlığı onların sığınağıdır; hem zaten değil mi ki, hep vaatler üzerindendir söyledikleri, yarısına bile erişilememiştir oysa. Tutunamayanlar ise başkalarını değil kendilerini kandırır bu mazeretlerle. Kendi hallerinde mutludurlar, o da yeter zaten, artar bile.

Tom Medina, Ulysse’in yanında olsa da kendi düş dünyasında kendini iyileştirir zaman içerisinde. Gençtir, deli doludur, umursamaz görünmektedir ve en önemlisi duyguları güçlüdür. Suzanne ile kesiştiğinde yolu, sokakta biberiye satmanın bile umutları üzmemek için yeterli olacağını kavrar.

Suzanne, “Saraybosna çocuğu”nu (1991’de Yugoslavya’nın dağılmasıyla yaşanan savaş sırasında Sırp askerlerin Srebrenitsa Katliamı ile birlikte Bosnalı kadınlara tecavüzü sonrasında, doğan çocuklara verilen ad, tecavüz çocuğu) bulmak için çabalamaktadır. Tom Medina ile yeni ve ışıklı bir yol açılır önlerine… 03 Mart’tan itibaren sinemalarda…

(28 Şubat 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yaşamak Bir İnsan Gibi Özgür

‘Uçsuz Bucaksız / L’Immensità’ 70’li yılların Roma’sında ergenlik telaşındaki Adriana’nın engin gökyüzüne bakışıyla açılıyor. Genç kız koyu Katolik bir eğitimden geçmesine karşın Tanrı’dan değil uzaylılardan gelmesini umduğu bir işaretin peşindedir. İçine doğduğu kadın bedenindeki farklı duygularından ötürü başka bir galaksiden geldiğini düşünür çünkü. Çektiği az sayıda filmle İtalyan sinemasında saygın bir yer edinen Emanuele Crialese’nin Venedik Film Festivali’nde övgüyle karşılanan filminin bir diğer ana karakteri anne Clara ile karısını her fırsatta aşağılayan ve onu sekreteriyle aldatan baba Felice’nin evliliği çoktan tükenmiştir. Lakin geleneksel İtalyan toplumunda Clara’nın arzusu doğrultusunda hiçbir dram yaşanmadan kocasından ayrılması söz konusu değildir. Hem ayrılsa da nereye gidecektir ki. İş adamı babası, ev kadını annesi ve kendinden küçük iki kardeşi ile birlikte Roma’nın yeni imara açılmış semtinde yaşar Adriana. Yeni taşındıkları çevrede erkeksi bir görünümüyle kendini bir erkek ismi ile (Andrea) tanıtır. Toplumsal ve kentsel dönüşümün hız kazandığı tarihi kentin yeni bölgesinde dışardan görüldüğü gibi huzurlu olmayan yuvalarında tüm modernliğine karşın ataerkil aile geleneğinin soğuk rüzgârları eser. Andrea evlerine bir sazlık öbeği kadar uzaklıktaki yoksul yerleşim bölgesinde tanıdığı ve onu bu haliyle kabûl edecek olan roman kızı ile yaşadığı ilk heyecan ile bir süreliğine oyalanır. Öte yandan derin mutsuzluğunu çocukları ve çocuksu karşı çıkışlarıyla bastırmaya çalışan Clara, sinir krizinin eşiğinden dönmeyi başarabilecek midir.

Sicilyalı köklerinden yola çıktığı 2002 yapımı ‘Nefes Alıyorum / Respiro’da Clara gibi çıkış yolu arayan bunalmış Grazia’nın öyküsünü anlatmış olan Crialese daha sonraki iki filminde ezeli ve ebedi göçmenlik meselesini ele alır. 2006’da çektiği ‘Yeni Dünya / Nuovomondo’da vaatler ülkesinde Amerikan Rüyası’nın izini süren Sicilyalı Salvatore’nin (‘Uçsuz Bucaksız’ın Felice’si Vincenzo Amato), 2011’de Venedik’ten 3 ödülle dönen, İstanbul Film Festivali’nde ‘Sinemada İnsan Hakları’ yarışmalı bölümünün en iyi filmi seçilen ‘Memleket / Terraferma’ yine Sicilya’nın bir sahil köyünde balıkçı ahali ile kaçak göçmenlerin dayanışması üzerinedir.

11 yıl aradan sonra çektiği ’Uçsuz Bucaksız’ ile yaşadığı kente ve kendi çocukluk anılarına dönüş yaparak modern vitrinin gerisindeki tutucu İtalyan ahlâkı ile sıkı bir hesaplaşmaya girişiyor sinemacı. Katolik geleneğe uyum sağlayamayanlar için bir hapishane olarak nitelediği kentinde Borghetti ailesinin yaşadıkları, açıkça ifade ettiği üzere büyük ölçüde yönetmenin kendi hikâyesidir. 57 yaşındaki Crialese yine Venedik’te ilk kez trans birey olduğunu, geçiş süreci hakkında bilgi vermeden o dönemde destek bulmak için annesine sığındığını açıklar. Şöyle ilâve eder ardından: “Biyolojik açıdan kadın olarak doğdum. Cinsiyet değiştirmem içimde dişi bir karakterden büyük bir parça olmadığı anlamına gelmiyor. Hatta bu muhtemelen benim en iyi parçam. Bir noktada seçim yapmam gerekti. Ölmek ya da yaşamak. Böyle bir yolculuğa çıkmayı siz seçmiyorsunuz. Bu şekilde doğuyorsunuz.”

Andrea ve annesinin muhafazakâr bir evrende açıkça dile getiremediklerini ve içten haykırışlarını 70’li yılların dünyasını yeniden yaratmak suretiyle yaşatır yönetmen. Gözyaşlarını makyajıyla gizlemeye çalışan kadınların mutsuzluğunu o kuşağın bizde de çok sevilmiş popüler şarkıcılarının TV şovlarıyla gidermeye çalıştıklarına tanıklık ederiz. Yalnız kalplere umut aşılamayı sürdürür bu şarkılar. Carla’nın çocuklarla birlikte müzikâl kahvaltı hazırlama sahnesine Raffaella Cara’nın ‘Rumore’si eşlik eder. Adriano Celentano’nun İngilizce parçalara nazire olarak hazırladığı ve sözlerinin hiçbir anlam taşımadığı ünlü ‘Prisencolinensinainciusol’ ana kızın yorumuyla bir düş sekansı olarak neşe saçar. Yetmiş başları deyince ‘Love Story’den geçmeden olmaz. Francis Lai’in bu mitik baladının Patty Pravo yorumu Carla’nın benzer saç ve makyajla performansı ile yer değiştirir. İspanyol asıllı annede Penélope Cruz, Andrea’da yeni yetenek Luana Giuliani’nin çok başarılı yorumları ile desteklenen filmin adını aldığı 1967 Sanremo Şarkı Yarışması’nın efsanevi şarkısı ‘L’Immensità’nın ezgileri isyan yüklüdür. Nedense ülkemizde popüler olmamış, Sanremo’da dönemin genç şarkıcılarından Don Backy’nin yorumladığı bu güzel şarkının anlamlı sözleri Crialese’nin umut dolu çığlığını iletir bizlere:

‘Düşen her damladan yeni bir çiçeğin yeşereceğine eminim
Ve her bir çiçekten bir kelebek havalanacak
Bu uçsuz bucaklıkta eminim beni düşünen bir kişi bile olsa unutulmayacağım
Tüm hayatım boyunca yalnız kalmayacağımı biliyorum
Bir gün ben de bir yudum aşkı bulacağıma,
Bu enginlikte bir hiç olmadığıma,
Onun sonsuz gökyüzünde bir küçük düşünce olacağıma inanıyorum’

(18 Şubat 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ayrılma Kararı

Son dönemde beni en çok etkileyen yapımlardan birinin adını (Decision To Leave) hayranlıkla izlediğim ve biraz gecikmeli de olsa sinemalarda yeni gösterime giren bir başka film, Martin McDonaugh imzalı ‘The Banshees of Inisherin’ hakkında kaleme aldığım yazımın başlığı olarak kullanmak istedim. İrlandalı ebeveynlerden Londra doğumlu yönetmenin baba ocağı güzel ülkenin eşsiz peyzajını fon aldığı son filmi kederli bir ayrılık kararı üzerinden gelişiyor çünkü. İrlanda’nın az nüfuslu adacıklarından birinde yaşayan altmışlı yaşlardaki Colm Doherty (Brendan Gleeson) bu ücra coğrafyada en iyi dostu olmuş kendinden daha genç Pádraic Súilleabháin‘e (Colin Farrell) bundan böyle kendisi ile görüşmek istemediğini bildirdiğinde, daha net sözlerle ‘seni artık sevmiyorum’ dediğinde Pádraic şaşkınlıkla durumu sorgulamaya başlar. Öyle ya her gün öğleden sonra tam saatinde evinden aldığı ve köyün tek kıraathanesinde siyah biraları arka arkaya devirdiği, şakalaşıp hoşça vakit geçirdiği can arkadaşı hangi nedenle kendisinden uzaklaşmıştır. Yıllanmış dostuna karşı bir garezi olmayan Colm’un gerekçesi çok açıktır: kendisine 12 yıl daha ömür biçmiş yaşlanmakta olan adam, kalan vaktini varoluşunu anlamlı kılacak uğraşlara adama derdindedir. Yakın arkadaşının merkebi ile ilgili şakalarını dinlemek yerine, gelişigüzel çaldığı kemanı ile bestelemeye çabaladığı folk şarkılarını bırakmak ister ardında.

Colm’u belki de en iyi anlayabilecek kişi Pádraic‘in kız kardeşi Siobhán (Kerry Condon) olacaktır. Naif erkek kardeşine sevgi ve şefkatini vermiş olan genç kadın, zekâsı, empatisi ve içinde yaşadığı dar çevreye olan birikmiş öfkesi ile adayı terk ederek anakaraya yerleşme kararı alma arifesindedir. Kısır bir döngü içinde kendi basit hayatından mutlu olan Pádraic ise olan bitene isyan içindedir. Yeni bir arkadaş bulma dürtüsüyle bölgenin en garibanı, köy polisi babasının taciz ettiği genç Dominic (Barry Keoghan) ile yakınlaşmaya çalışır. Alnının ortasına çöken hüzün üçgeni derin bir öfkeye, giderek eski dostundan nefrete dönüşmekte gecikmeyecektir.

Oyunları ülkemiz sahnelerinde de büyük ilgi görmüş 1970 doğumlu McDonaugh, Farrell ve Gleeson ile ilk kez çalıştığı 2008 yapımı ‘In Bruges’ kısa süre içinde unutulmazlar arasına girmişti. Bizde de gösterime giren ‘Yedi Psikopat’ın ardından çektiği Oscarlara boğulmuş 2017 yapımı ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’ ile kendisine bağlanan umutları boşa çıkarmayan mükemmel bir filme daha imza atmıştı. Venedik Film Festivali’nden iki oyuncusu (Farrell ve Condon) ödülle dönen, 9 ana dalda Oscar adayı olan dördüncü uzun metrajında bir kez daha usta işi bir karakter analizine girişiyor. Kendisinden Londralı İrlandalı olarak söz ederken milliyetçiliğe uzaklığının altını çizmekten geri durmuyor bu arada. Nitekim tam 100 yıl öncesinin anakarasında bombalar altında iç savaş hengamesi yaşanırken suyun öte yanındaki uzak adacıkta yaşananlar üzerinden varoluş umutsuzluğuna çare arayan karakterleri aracılığıyla insanoğlunun temel evrensel meselesine parmak basmak asıl amacı.

52 yaşındaki yönetmen pandemi döneminin kıstırılmışlığı içinde bu meseleye fazlaca kafa yormuş. Sözcüsü konumundaki Colm vasıtasıyla günleri sayılı ömrümüzde ‘başkalarına ne ölçüde borçlu olduğumuz’ ve de ‘onları kırıp dökmeden kendi varoluşumuza nasıl hizmet ederiz’ benzeri soruların yanıtlarının peşine düşmüş, filmin hikâyesi de bu şekilde ortaya çıkmış. Her ne kadar yazarın tanınmış oyun stilini anımsatıyor olsa da, her karakterin kendi öyküsünün lokomotifi olduğu özgün bir senaryodan yola çıkmış. Oyunlarının yalnızca sahnede yorumlanması ve filme alınmaması konusunda hassas olduğunu bildiğimiz sinemacı, filmlerinin sahne oyunlarından çok daha kalıcı olduğunda ısrarlı. Herhangi bir romantik aşk ayrılığının ötesinde gelişen bir platonik kopuşu İrlanda takımadalarının enfes manzarasını fon alarak anlatırken, kumaşı farklı Colm’un evini engebeli ve çamurlu Achill adasına konumlandırmış, donanımsız naif arkadaşının mekânı için ise Inishmore adasının düzlüklerini seçmiş. Değişmez bestecisi Carter Burwell’in arp ve çanlar eşlikli nefis müziğinin eşliğinde 4 mükemmel oyuncusunu büyük bir ustalıkla yönetmiş. Filmin özgün adına gelince, ‘Banshee’ adı İrlanda folklorunda geçen ve tiz çığlıklarıyla bir aile ferdinin öleceğini haberleyen dişi ruhlardan alınmış. Sheila Flitton’ın hayat verdiği köy sakini eksantrik Mrs. Mccormick bu özgür dişi ruhun ete kemiğe bürünmüş halinden başkası değil. ‘Inisherin’ ise McDonaugh’nın bir önceki filminde Missouri eyaletine bağlı Ebbing kasabası gibi kurgu bir mekân. Filmin özgün adını yaratırken her iki kelimenin ses yinelemesinden (aliterasyon) yararlanmak istemiş belli ki. Ülkemizde özgün adının korunarak, filme Türkçe bir isim yakıştırılmamasının nedeni bu olsa gerek.

(04 Şubat 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com