Kategori arşivi: Yazılar

Evren Sıçraması

Doğru nedir? Sizin doğrunuzla benim, benimkiyle, bir başkasının doğrusu aynı mıdır? Doğrular değişir mi? Değişen doğrular karşısında ne yapmalı? Ya da her doğru “doğru” mudur? Soruları birbiri ardına sıralamak mümkün; yanıtlarıyla da sayfalar doldurmak…

Doğru ile gerçek, algı ile duygu, görgü ile bilgi birikimi bir bütün oluşturunca yaşam çıkıyor karşımıza. Hepimizin yaşamı kendimize özgü, hepimiz -muhakkak ki, bir bütün olarak- sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve sayabileceğiniz tüm etmenler çerçevesinde birbirimizden etkileniyoruz. Bununla birlikte geniş bir yapı, bir çatı altında toplanıyoruz.

Sinema farkında…

Değişen dünyada, algılarımız da farklılaşıyor ve teknolojik gelişmeler doğrultusunda geleceğin düşler dünyasına yönelik filmler yapmaya başladı. Hep söylediğim gibi, sanat bilimi de geliştirir. (tabii ki, ikisi birbirini tamamlar, tartışmaya girmeden… Newton, bir şiirde dizelerin etkisiyle gider elma ağacının altına, yerçekimi için.)

Düşünce okuma, düşünce ile iletişim, düşünce ile çözüm belki yakın gelecekte değil, ama büyük olasılıkla yaşamımızın bir parçası olacak. Bunun öykülerini okuyoruz, izliyoruz…

Her şey aynı anda…

Çinli göçmen ailenin vergi dairesiyle başlayan, ama belki de “evren”i kurtarmaya varacak öyküsü ne doğruların tam doğru (veya gerçek) ne de görünenlerin tam olduğunu anlatıyor. Evet, bir sistem var, bu sistemi sevmeseniz de bağlısınız ve gereklerini yerine getirmelisiniz. Daha iyisi gelene kadar da bu sisteme uyacaksınız.

Çamaşırcı Evelyn, izleyiciye bir yandan (sistemin eksik, aksak yanlarıyla mücadele çerçevesinde) çabalamak gerekliliğini bir yandan da dar kalıplar arasında kalmadan alabildiğine geniş bir evrende bu “değişim”in yaşanacağını gösteriyor.

Her Şey Her Yerde Aynı Anda (Every Thing Every Where All at Once), fantastik bilimkurgu, macera, komedi, Yönetmen: Dan Kwan, Daniel Schinert, Oyuncular: Michelle Yeoh, Jamie Lee Curtis, Jenny Slate, Stephanie Hsu, Ke Huy Quan… 8 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(03 Nisan 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İstanbul Film Festivali 41 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali bu yıl 41. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla 8 – 19 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 7 salonda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler, konserler ve özel etkinlikler yer alıyor.

Programına aldığı 135 uzun metrajlı, 22 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri yine epeyce koşuşturacağa benzeyen festival, bu yıl dünya sinemasının büyük ustalarından Sergio Leone’yi kariyerinin tüm uzun metrajlarını kapsayan bir toplu gösteri ile anıyor. ‘Spagetti Western Ustası: Sergio Leone’ başlıklı bölümde, dünya sinemasını ve çağdaş sinemacıları derinden etkilemiş benzersiz sinemacıyı DVD’den izledikleri filmleriyle tanımış olan genç kuşak izleyici onun unutulmaz başyapıtlarını sinema salonlarında seyretme şansına kavuşacak. Bizde pek bilinmeyen 1961 yapımı ilk uzun metrajı ‘Rodos Heykeli / Il Colosso di Rodi’ den ‘Bir Avuç Dolar / A Fistful of Dollars’ ya da ‘İyi, Kötü ve Çirkin / The Good, the Bad and the Ugly’ gibi kültleşmiş spagetti westernlerine ve nihayetinde görkemli başyapıtı ‘Bir Zamanlar Amerika / Once Upon A Time In America’ ya uzanan seçki, tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde.

Festival bu yıl Amerikan sinemasının önemli klasiklerinden ‘Baba / The Godfather’ ın 50. yaşını dünya sinemalarıyla birlikte kutluyor. Türkiye sinema ve tiyatrosunun unutulmaz isimlerinden Cahide Sonku’nun Orhan Murat Arıburnu ve Sami Ayanoğlu ile birlikte yönetmenliğe soyunduğu ve başrolünü o dönem yeni parlayan Zeki Müren ile paylaştığı popüler sinemamızın tanınmış filmlerinden 1953 yapımı ‘Beklenen Şarkı’ yenilenmiş kopyasıyla festivalin bir diğer armağanı olarak programda yer alıyor.

Ulusal ve Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışmaları ile birlikte yakın geçmişte Ulusal Belgesel ve Kısa Film kategorileriyle yarışma cephesini genişleten festival, bu yıldan başlayarak etkinliğin geleneksel bölümlerinden, genç yönetmenlerin çektikleri ilk veya ikinci filmlerin yer aldığı ‘Genç Ustalar’ seçkisini yarışmalı bir bölüme dönüştürüyor. Yabancı festivallerde dünya prömiyerlerini yapmış filmlerden zengin bir toplamın yanında, ‘Mayınlı Bölge’ seçkisinde yer alan ve sinemaseverler için sıkı keşif imkanları sunan yapımlar bu yıl da izleyicisini bekliyor. Berlinale 2022’ nin Altın Ayı ödüllü Carla Simón filmi ‘Alcarràs’ bu çekici listenin başında yer alan çalışmalardan biri. ‘Cinemania’, ‘Antidepresan’, ‘Çiçek İstemez’ ya da ‘Nerdesin Aşkım’ başlıklı tematik bölümler bu yıl da eksik olmazken, ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler her zaman olduğu gibi program menüsünü çeşitlendiriyor.

Festivalin açılış filmi ‘Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı’ Alman yönetmen Andreas Dresen imzasını taşıyor. Film, Berlin Film Festivali’ nde Köln’de yaşayan komedyen, yazar, sunucu Meltem Kaptan’a oyunculuk ödülü getirmiş, ayrıca en iyi senaryo ödülünü kazanmıştı. Diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi başka bir yazıya saklayarak, festival biletlerinin bu yıl passo.com.tr/tr’ de satışa sunulmuş olduğunu hatırlatmış olalım.

(01 Nisan 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Osman Sekiz

Bir evde, hayaletleriyle mutlu mesut yaşayan Osman, günümüzün en askıntılarından emlak komisyoncularına yakalanır. Evden çıkmak istemeyen, aslında dışarı bile çıkamayan Osman, emlakçı güzeline gönlünü düşürünce olanlar olur…

Ezel Akay (jenerikteki adıyla Ezop), fantastik filmler yapmayı seven, gençleri desteklediği için de saygınlık kazanmış bir yönetmen. Besbelli kendini yenileyemediğinden olsa gerek istediği seviyeyi tutturamamış bu filminde.

Ben her ne kadar “ışık artı zaman eşittir sinema” tanımını çokça yinelesem de, bu kez “para artı zaman eşittir film” demek zorundayım. İlk dijital efekt yapabilen bilgisayar (E.T.’nin yapıldığı bilgisayar diye anlatılmıştı) geldiğinde Kerem Kurdoğlu, elinin altındaki sistemle her şeyi yapabileceğini, ama zaman tanınması gerektiğini söylemişti. Zaman da paraydı günümüzde… Ama sadece para yeterli değildi, ayrıca gerçekten zaman da gerekliydi.

Buna bir de ritmi eklemek gerekir her halükârda… Ritim de zamanla bağlantılı… Filmi olması gerekenden daha uzun yaparsanız istediğiniz etkiyi sağlamıyor. Bitse de gitsek duygusu öne çıktığında seyirci benimseyemiyor filmi.

Ezop’un bu iki zamansal sıkıntısı Osman Sekiz için belirleyici olmuş. Senaryo ilginç aslında. Aklıma, Cervantes’in Don Kişot için söyledikleri geldi. Öykü bu ya, biri bir roman yazar, Cervantes’e, değerlendirmesi için götürür… O da çok beğendiği ama iyi anlatılamadığı için öyküyü yeniden yazar. İşte, bugün en çok okunan kitaplarından biri Don Kişot böyle doğar.

Madem elimizin ayarı kaçtı ve hep eleştirdik, bir de Ezel Akay’ı eleştirelim… Hitchcock’un her filmi için uyguladığı “bir yerinde gözükme” kuralına uygun olarak ama biraz uzunca rol almış yönetmenin kendisi filmde. Olabilir, alsın tabii, itirazımız yok. Ama rol çalmasını beğenmedim. Her seferinde sonradan gelip de en çok konuşan olunca itici olmuş.

Osman Sekiz, Yönetmen: Ezop (Ezel Akay), Senaryo: Kemal Uçar, Oyuncular: Tim Seyfi, Begüm Birgören, Kemal Uçar… 1 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(31 Mart 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yeni Bir Yarasa Adam’ımız Daha Oldu

Morbius, çözümsüz bir kas/kemik hastalığı nedeniyle yaşamını o hastalığı yenmeye adar. Onlarca, yüzlerce deney yapar. Yarasaların kanla beslenmesinden yola çıkarak deneylerini yarasalar üzerine odaklar.

Sonrasını anlamışsınızdır. Kendisi bir yarasa adam olur. İyi niyetli ve yararlı bir amacı varken, en sevdiği, kendisi gibi hastalıktan mustarip arkadaşı (Milo) da formülü alıp yarasalığa geçer. Tabii, çatışma da başlar.

Aksiyon filmlerinin en bilinen trüğü budur zaten: İstenmeyen sonuca daha kolay varmak ve çatışmalarla birlikte sona ulaşmak. Zaten, film icabı kötüler hep kaybeder, iyiler kazanır.

Film kahramanı yarasa olunca karanlıkların olması kaçınılmaz… New York’un en karanlık halini izleriz sürekli, ya metrolarda ya da geceleri ıssız ormanlarda… Bu tür filmlerin bir kadın kahramanı da olmalıdır. Morbius’un yardımcısı güzel asisten doktor sadece zevahiri kurtarmak için vardır, ama aksiyonun arasında kaynar, kaynaması gerekir.

“Sineklerin Tanrısı” kitabının ve filminin bilimsel gerçeklerle uyuşmadığı, insanların ağırlıklı olarak iyilikten yana olduğu kanıtlansa da gerek edebiyat gerekse sinema bu kötülük duygusunu işliyor sürekli. Evet, Morbius, insanlık yararına bir buluş peşinde, ama arkadaşı Milo, yaşamı boyunca görmediği hep istediği özgürlüğü hazır eline geçirmişken bırakmamak istiyor. Sizce ikisi de haklı mı? Bir yere kadar Milo’ya da hak veriyorsunuz, içinizden de olsa… Bu hak verme duygusu biraz vurgulanıp da işlenseydi film daha bir gerçekçi olurdu…

Süperman, Batman derken bu yarasa adam ile yeni bir beklenti doğuyor diyebiliriz. Sinema yeni bir kahraman kazanıyor. Umarız özenli filmlerin özenli bir kahramanı olur bu yeni yarasa adam.

Morbius, Yönetmen: Dainel Espinoza, Senaryo: Burk Sharpless, Matt Sazama, Oyuncular: Jared Leto, Matt Smith (XI), Adria Arjona… 1 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(30 Mart 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yaşamdan Bir Kesit

Bir film neyi anlatır? Bir film, izleyiciyi perdeye yansıyanla özdeşleştirirse izleyicinin kendisini anlatır. Bu, ister yeryüzünde bir ülke olsun isterse uzayda bir gezegen… İnsani olan her şey bizim öykümüzdür. İşte, en tam da bu nedenle insana ilişkin her şey bizi de ilgilendiriyor, etkiliyor.

Yangın Gecesi, (Noche de Fuego) Meksika’nın ücra bir dağ köyünde yokluk ve uyuşturucu baronları arasında sıkışmış köylülerin yaşamına odaklanıyor. Kız çocuklarını, ister kendileri için isterse satmak amacıyla olsun kaçıranlara karşı yapılabilecek bir şey vardır: Saçlarını kısa kesmek, güzelliklerini gizlemek… Hatırlayın, Selvi Boylum Al Yazmalım’da, annesi Türkan Şoray’ın canlandırdığı Asya’nın yüzüne is sürerdi, erkeklerden korumak için. Demek ki, dünyanın her tarafında var bu erkek egemen baskı ve kadınların taciz edilmesi, tecavüze uğraması.

Tatiana Huezo’nun Jennifer Clement’in 2014 yılında yayınladığı aynı isimli romanından 2021’de, ortak yapımla uyarladığı filmde, daha küçük yaşlarda uyuşturucu baronlarından kaçmayı öğretiyor anneler, kızlarına. Polisin koru(ya)madığı apaçık… Köyde erkek yok, hepsi çalışmaya uzak kentlere gitmiş, oradan ne dönebiliyor ne de aramalara yanıt verebiliyor.

Bir ona bakın bu buna…

Tatiana Huezo’nun yalın bir dili var, gizlemiyor hiçbir şeyi. Gözünüze sokma çabası da yok, sadece gösteriyor. Siz, ister istemez etkisi altına giriyorsunuz ve kendi ülkenizle, kendi yaşadığınız yerlerle bağlantısını kuruyorsunuz.

Yemyeşil dağların arasında, afyon yetiştirilen bir köyde, özellikle kaçırılmalara karşı kızların korunmayı öğrenmesi gerekiyor. Okula bile gitmeleri pek istenmiyor, yolda kaçırılabilecekleri düşünülerek. Ancak okulda, öğretmenlerin işlediklerini görünce, bizden çok ileride olduklarını görüp de üzülmemek mümkün değil. Çocuklar arasında kaç göç yok, cinsellik zaten yok. Çocuk çünkü onlar. Birliktelikleri arkadaşça… Bizde, bırakın okulları, sınıfları bile ayırmak için kırk takla atıyor egemen erk ve yandaşları. Çocuk gelinler bizde var, onlarda kaçırılmadıkları sürece kızlar özgür ve rahat. Bizde, regl olan kızlarını önce anneleri döver, gizle(n)meyi öğrenir çocuk, kimseyle paylaşamaz. Oysa doğal bir durumdur bu ve her genç kız iç içedir bu durumla. Peki, bizde niye sorun olurken, orada anneler yardımcı olur kızlarına? Film bu soruyu sorduruyor. Önemli bir soru ve cevabı da bizim gelişmemizin göstergesi…

Şiddetin izi…

Yaşamın içerisinde şiddet sadece vurmak, kırmak, dökmek, öldürmek değildir. Korkutmak da, korkup saklanmak da, okula gidememek de şiddettir. Hem de inanılmaz büyüklükte bir şiddet! İnsanı beter eder, ki ediyor da…

Yangın Gecesi, (Noche de fuego), Yönetmen ve Senaryo: Tatiana Huezo, Oyuncular: Mayra Batalla, Marya Membreño, Ana Cristina Ordóñez González, Norma Pablo, Eileen Yáñez, Memo Vıllegas, Olivia Lagunas… 01 Nisan 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(29 Mart 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Soğuk Metal, Sıcak Aşk

Fransa’nın sembolü haline gelmiş Eyfel Kulesi ismini demir kuleyi inşa ettiren Fransız mühendis Gustave Eiffel’den alır. Yapımı 3 yıl süren ve Fransız Devrimi’nin 100. Yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Expo 1889 Paris Fuarı için hazırlanan dev yapıt 300 metreyi bulan yüksekliği ile dünyanın en görkemli anıtları arasında yer alır.

Fransız sinemasının yeni isimlerinden yönetmen Martin Bourboulon imzalı ‘Eiffel’ bu görkemli yapının ortaya çıkış öyküsü üzerine çekilmiş klasik yapıda bir çalışma. Filmin ilk bölümü tarihi bilgileri tazeliyor. ABD’nin kuruluşunun 100. yılı nedeniyle Fransa’nın hediyesi olan ve halen New York Liberty Island’da bulunan Özgürlük Heykeli’nin belli değişikliklerle Eiffel firmasınca yenilendiğini biliyoruz. Heykelin ilk örneğinin aslında Osmanlı Sultanı Abdülaziz tarafından sipariş edildiğini ve peşinatı ödendiği halde yerel huzursuzluğa neden olacağı gerekçesiyle Paris’te depoya kaldırılmış olduğu bilgisini de aktarmış olalım. Bu hediye jesti karşısında Gustave Eiffel, Eylül 1886’da ABD’nin onursal vatandaşı payesiyle ödüllendiriliyor. Ününün doruğundaki teknik adam artık ülkesi için dev bir hamleye girişmeye hazırdır. Sanayileşmiş modern çağda geniş yığınların hayatını kolaylaştıracak bir metro ağı teklifi ile gelir önce. İyi bir projenin faydalı, demokratik ve kalıcı olması gerektiğini düşünür. Ancak devlet yetkilileri 1889 Dünya Fuarı için gösterişli bir iş istemektedir. Öyle ya anıt itibardır, prestijdir. Metronun hayal kurduramaz, oysa Sudan sömürge savaşının yenilgisini unutturmaya yönelik Fransa’nın haşmetini simgeleyecek bir anıt ile Fransa tarihten intikam alacaktır.

Böylesine kızgın emperyal dürtülerle sipariş edilen metal kulenin inşası için Gustave’ın tek bir şartı vardır. Kule Paris’in göbeğinde olacak ve zengininden yoksuluna toplumun bireylerinin kaynaşacağı, sınıfsal sınırları aşmaya yönelik bir proje olarak devreye sokulacaktır. Seine nehrine bitişik yumuşak toprak dokusunun elverişsizliklerine karşın doğaya, yerçekimine meydan okuyan mühendislik şaheseri 3 yıl süren yapım sürecinde maddi manevi türlü zorluklar ve engellemelere göğüs germiş. Notre Dame’ın haşmetini gölgeleyeceği endişesi ile Vatikan’ın hışmına uğramış. Güvenlik sorunları ve grevlerle sarsılmış. Yapıyı estetik bulmayan sanatçıların eleştirisi ile karşılaşmış.

Film bu zorlu dönemin tüm ayrıntıları üzerine yoğunlaşmıyor gerçi. Soğuk metal mücadelesine mola vererek sıcak bir aşk ilişkisinin dehlizlerine dalıyor bir süre sonra. Gustave’ın 20 yıl sonra Paris’te karşılaştığı unutulmaz ilk aşkı Adrienne, Ticaret Bakanlığı üst düzey yetkililerinden eski dostu Antoine’ın eşidir artık. Aradan geçen yıllarda kendisi de evlenmiş ve genç yaşta kaybettiği eşinden biri yetişkin genç kız olan 4 çocuğu olmuştur. Film onun aile hayatına şöyle bir değinip geçiyor ve ilk bölümlerden itibaren yoğun geri dönüşlerle 20 yıl öncesinde Bordeaux’da yaşanmış kırık bir aşk hikâyesi devreye giriyor. Bu noktada filmin ekseni de kayıyor. Ve Yeşilçam’dan fazlasıyla aşina olduğumuz en basitinden bir zengin aile kızı ile fakir idealist mühendis genç öyküsü izlemeye başlıyoruz. Bu da filmin başlangıçta vadettiklerine set çekiyor ve hikâye metal Eyfel’in varoluş mücadelesi ile hüzünlü aşk macerası arasında klasik finaline doğru yol alıyor. Dahi mühendisi Fransız sinemasının deneyimli oyuncularından Romain Duris canlandırıyor. Son olarak Kenneth Branagh’ın Agatha Christie uyarlaması ‘Nil’de Ölüm’ünde ihtiraslı Jacqueline de Bellefort rolünde izlediğimiz Emma Mackey’yi Adriennne rolünde izliyoruz. Müziklerini Alexandre Desplat’nın bestelediği ‘Eiffel’ büyük bir beklentiye kapılmadan izlenebilir, bilgilerimizi tazeleyen bir dönem filmi.

(29 Mart 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Pembe Payetli Kahraman

“Kadınlar olmasaydı erkekler olmazdı” sözü, “insanoğlu” tanımlamasına kanıt olarak aktarılıyor. Öyle ya, erkekleri de kadınlar doğurduğuna göre “insan” kadınlar için kullanılması gereken bir tanım. (Sadi Bey, kulaklarını çınlatıyorum, sizin mizahi, dokundurmalı yazılarınızdan etkilendiğimi anlamışsınızdır.)

Loretta Sage, popüler bir yazardır ve artık bıkmıştır “ucuz kahramanlık” romanı yazmaktan. Ancak kitaplarının kapak modeli Alan, biraz daha ünlenip biraz daha ilgi odağı olmak istemektedir. Bu, anlaşılabilir bir şey. Hemen aklıma gelen, Mayk Hammer yazan Afif Yesari, “Adam yedi Mike Hammer yazmış ve bir eli yağda bir eli balda inzivaya çekilmiş… Ben 50’yi aştı, hâlâ da yazıyorum, ama yine de zor geçiniyorum” demişti, yaşamının son dönemlerinde çektiğim bir televizyon röportajında. Demek ki, öykümüz gerçekçi.

Son bir kampanya ile geniş bir tanıtım programı uygulanırken, “Kayıp Şehir”in şifresine ulaşıp da hazineyi ele geçirmek isteyen ilginç, ilginç olduğu kadar şımarık, şımarık olduğu kadar uçuk milyarder, yazar Sage’i kaçırır. Pembe payetli sahne kostümü içerisinde hazinenin bulunduğu adaya kaçırılan yazar, şifreyi de çözer. Ancak kapak güzeli (!) Alan, onu kurtarmak amacıyla peşinden adaya ulaşır. Zaten hikâye de öyle başlıyor.

“Kamçılı Adam” benzeri birçok film sayabiliriz, bazısı gişe başarısı da yakalamış… Bu kez, “kamçılı adam”ın yerini pembe payetli kadın alıyor. Diğerleri kadar ürkünç, korkunç, tüyler ürperten olaylar geçmiyor başlarından, ama sürükleyici bir macera izliyoruz, keyifle.

Tamam, sıradan bir film, ama kadın kahramanı ve biraz da “ti”ye alması nedeniyle hoşluklar da barındırıyor. Bir de Brad Pitt var gönüllerin unutamadığı; kısacık ama heyecan kattığı rolüyle.

Kayıp Şehir (Lost City), Yönetmenler: Adam Nee, Aaron Nee, Senaristler: Oren Uziel, Dana Fox, Adam Nee, Aaron Nee, Oyuncular: Sandra Bullock, Channing Tatum, Daniel Radcliffe, Da’vine Joy Randolph, Oscar Nuñez, Patti Harrison, Bowen Yang… 25 Mart 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(25 Mart 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Pembe Gözlüklerin Ardından

Kenneth Branagh imzalı ‘Belfast’, Kuzey İrlanda’nın başkenti olan liman şehrinden günümüze ait panoramik görüntülerle açılıyor. Kamera, bölgeleri birbirinden ayıran yüksek duvarların üzerine çizilmiş devasa emekçi portrelerini aştığında renkler siyah-beyaz’a, zaman dilimi 50 küsur öncesine dönüşüyor.

1969 yılının sıcak Ağustos gününde gamsız kasavetsiz kılıç kalkan oynayan çocuklar, sakin mahallelerini basan maskeli adamların attıkları Molotof kokteylleri ile şaşkına döneceklerdir. Branagh’ın doğup büyüdüğü fakir işçi semtidir burası. 9 yaşındaki sevimli Buddy üç kuşak ailesi ile birlikte kapısı sokağa açılan, tuvaleti arka bahçesinde mütevazi evlerinde sürdürür yaşamını. Bizim küçük semtlerimizde olduğu gibi herkesin birbirini tanıdığı, yardımlaştığı ortak bir mahalle hayatının temeli o meşum yaz günü dinamitlemiştir. Buddy’nin ailesinin de aralarında bulunduğu Protestanların yıllardır huzur içinde birlikte yaşadıkları Katolik komşuları ile aralarına nifak sokulmak istenmektedir.

O meşum yaz günü başlayan ve tam 30 sene sürecek olan kanlı çatışmalar ‘The Troubles (Büyük Sıkıntı )’ olarak tarihe geçmiştir. Dönemin trajik öyküleri Jim Sheridan, Neil Jordan, Paul Greengrass, Steve McQueen gibi saygın sinemacıların sert filmleriyle beyazperdeye taşınmıştır. Olaylar yüzünden doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmış ve çocukluğunun çok değişmiş sokaklarına 40’lı yaşlarında geri dönmüş olan Branagh ise çatışma günlerini kişisel pembe çocukluk anıları üzerinden paylaşmayı seçmiş. Dolayısıyla izleyiciye de o tekinsiz Ağustos günlerini çocuk gözlerle izlemek düşüyor.

Vergi borçlarını ödeyebilmek için İngiltere’de inşaatlarda çalışan ve iki haftada bir ailesinin yanına gelebilen yakışıklı baba ile güzeller güzeli annenin romantik dansları, büyükanne ve büyükbaba ile şefkat yüklü sohbetler, TV’de takip edilen Uzay Yolu (Star Trek) ve western kahramanları, sinemanın geniş perdesinde ailecek hayranlık ve şaşkınlıkla izlenen ‘Chitty Chitty Bang Bang’ ya da Raquel Welch filmleri, mahalle bakkalından aşırılan çikolatanın tadı ile hatırlamak istiyor o günleri Branagh. Gece gündüz koruma altındaki sokağındaki meşaleli adam ya da barikatın ardından yuvasına yönelen babası‘High Noon’un kahraman şerifi olarak hayal etmek istiyor. Bu hedef doğrultusunda bir set dekorunda çocuk boyuna konumlanmış kamera kullanımını tercih ediyor. Belfast doğumlu efsanevi müzisyen Van Morrison’un dönemi simgeleyen parçaları ile sarmalıyor pembe düşlerini.

Hollywood sinemasında pekişen kıvrak anlatımı, Poirot serilerinde de birlikte çalıştığı Kıbrıs doğumlu Haris Zambarloukos’un enfes siyah-beyaz görüntüleri tamam. İngiliz Judi Dench ile Belfast doğumlu Ciarán Hinds gibi anıt oyuncular ve de genç kuşaktan yetenekli Jamie Dornan ile Caitriona Balfe ya da sevimli Jude Hill’in yeteneğinden sonuna kadar yararlanması da güzel. Bu aşırı Hollywood kokan duygusal hatırat Akademi üyelerini de etkilemiş olacak ki film 7 dalda Oscar’a aday gösterildi. Aldığı ve alacağı ödüller hayırlı olsun da, o günler ve sonrasında ülke sınırlarını aşmış kanlı eylemlerle tarihe kederli bir 30 yıl olarak kazınmış bu döneme, olayların temel nedeninin mezhep ayrılığı olarak sunulduğu böylesine pembe gözlükler ardından tanıklık etmenin izleyici olarak beni filmden uzaklaştırdığını itiraf etmeliyim.

(25 Mart 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Benim Çocukluğum Film…

Eskiden herkes, “Benim hayatım roman” derdi. Doğrudur, herkesin hayatı kendince ilginç ve çıkarılması gereken derslerle doludur. Sonraları buna, “Benim hayatım film” eklendi. O da doğrudur doğal olarak. Eğer olay örgüsünü güçlü kuruyor da izleyicinin ilgisini çekebiliyorsanız neden olmasın!

Bugünün Türkiye’sinde yaşayan herkes için geçerli bu söylem. Çünkü hepimizin hayatı bir film, hatta sonu olmayan dizi… 12 Eylül öncesi sosyal ve siyasal çatışmaların, her köşe başında birilerinin öldürülmesinin üzerinden yarım yüzyıl geçti neredeyse; artık sosyal/siyasal değil ekonomik/siyasal olaylarla dolu bir yaşamımız var.

Masum çocukluk aşkı

Belfast, Yönetmen Kenneth Branagh’ın çocukluk anılarına dayanan ama tabii ki, sonrasındaki yaşamının belirleyiciliğinde şekillenen başarılı bir film. Protestan – Katolik çatışmasının ortasında kalan bir ailenin yaşadıkları, bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Branagh, babanın çalışmak için uzakta olduğu bir ailede mutlu büyüyen Buddy’nin, çatışmalarla kaybolan aile saadetini biraz da hüzünle aktarıyor, hiçbir ayrıntıyı atlamadan hem de…

Sizler de gülümseyerek anımsarsınız ilk çocukluk aşkınızı, platonik ve kesinlikle sevimli. Karşılığı da vardır aslında, ama çocukluk bu ya, o mutluluk kalmıştır aklınızda sadece, aradan geçen yıllarla diğerleri silinince…

Renkli anlatım siyah/beyaz görüntü…

Yönetmenin özyaşam öyküsü de olan filmi yazarken hemen hiç zorlanmadığını düşündürüyor filmin dili bize. Yalın ve sakin bir anlatımla, gerçekten zorlu bir süreci içine girmeden, sanki dışarıdan izliyormuş gibi çekmiş. Oysa kendi başından geçen, kendi anne-babası, kendi ailesi anlattığı.

Branagh, yalın anlatımına renkleri de katmış. Renkli başlayan filmin siyah/beyaza dönüştüğünü hissetmiyorsunuz bile… Anlatılan o denli önemli ve o denli iyi anlatılmış ki, olayı özümserken görüntünün renginin ne önemi var!

Bu mudur?

Evet, budur! Bu sinemadır. Sinema, sizi içine çekip de içinde bulunduğunuz ortamı, duyguyu unutturuyorsa, öykünün can alıcılığı içerisinde bir şeyleri göremiyorsanız güzel bir film demektir. Belfast’ın Oscar adaylığının nedenini açıklıyor bu.

Belfast, Yönetmen ve Senarist: Kenneth Branagh, Oyuncular: Caitriona Balfe, Jamie Dornan, Jude Hill… 25 Mart 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(24 Mart 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İnsanlık Tarihi Sessiz Kalmayı Reddediyor

Yetmişli yaşlarında ülkesinin demokrasi ve özgürlük mücadelesine ışık tutmayı sürdüren Pedro Almodóvar’ın Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ve baş oyuncusu Penelope Cruz’a en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandırmış son filmi ‘Paralel Anneler / Madres Paralelas’ İspanyol ustanın en iyi çalışmalarının sentezi olarak görülmeyi hak ediyor.

Kadınların özeni ve şefkatiyle büyümüş Almodóvar bir kez daha onların renkli ve savaşçı dünyalarına konuk ediyor bizleri. Doğum yapmaya hazırlanan iki kadın hastane odasında karşılaşıyor. İkisi de bekâr ve istemeden hamile kalmışlar. Kırklı yaşlardaki Janis bu belki de son şansını değerlendirmeye, evli partnerinden hiç bir talepte bulunmadan çocuğunu tek başına büyütmeye kararlıdır. Bir toplu tecavüz ertesinde çok genç yaşta hamile kalan, ilgisiz annenin ve ortalarda gözükmeyen babanın küçük kızı Ana ise geleceğine dair endişeler içindedir. Adını küçük yaşta kaybettiği Janis Joplin hayranı annesinin koymuş olduğu orta yaşlardaki kadın ile toy genç kız arasında gelişen şefkat bağı, beklenmedik bir gelişme ile farklı bir yöne evrilecektir.

İspanyol sinemacı bir kez daha tek başlarına yaşamı sırtlayan güçlü kadınlar üzerinden geliştiriyor hikâyesini. Erkeklerin sıvıştıkları bir dünyada birbirlerine destek oluyor, aile kuruyor kadınlar. Hippi annesini küçük yaşta aşırı dozdan kaybetmiş Janis’i büyükannesi büyütmüştür. Yaşlı kadın ise henüz kundaktayken falanjistler tarafından katledilmiş babanın yetimidir. Janis ülkesinin acı geçmişi ile hesaplaşmak arzusundadır. Kızının babası adli arkeolog Arturo’nun girişimi ve İspanya’da geçtiğimiz Temmuz ayında parlamentodan geçen Tarihsel Hafıza Yasası ile devreye giren destek fonuyla faşist Franco yıllarında evlerinden alınıp katledilmiş Venezuella asıllı büyük büyük babasının da aralarında bulunduğu fail-i meçhullerin toplu mezarlarını ortaya çıkarma çabasını sonuçlandırmaya kararlıdır.

Almodóvar’ın 27 Mart’ta açıklanacak Oscarların en iyi kadın oyuncu adaylarından biri olan Cruz ile ilk kez çalıştığı 1997 yapımı ‘Çıplak Ten / Carne Trémula’, Franco diktatörlüğünün sonlandığı 70’li yılların soğuk bir kış akşamında Madrid’de bir yolcu otobüsünde doğum yapan bekâr annenin görüntüleriyle açılır. İspanyol sinemacı bir çocuğun doğumunu ve özellikle annelik kavramını Franco sonrası özgürlük yıllarının bir sembolü olarak kullanmayı, kadınların penceresinden Franco rejimi ile hesaplaşmayı sürdürüyor. Günümüz Madrid’inin şık apartmanları, zarif sokak kafeleri ve kırmızıdan sarıya, yeşilinden moruna parlak renklerin hüküm sürdüğü coşkulu Almodovaryen alem Alberto Iglesias’ın ustalığını konuşturduğu müzik çalışmasıyla bir kez daha sarıp sarmalanıyor.

Cruz, İspanyol ustanın alter ego’su bu filmde. Genç kuşakların (ve bu filmde Ana’nın) ‘geleceğe bakmalıyız, eski yaraları yeniden açmayalım’ söylemine karşın onlara ‘yaşadığın ülke hakkında gözlerini açma zamanıdır’ şeklinde karşılık veriyor Almodóvar. Katolik dininin buyurduğu ataerkil dayatmacı aile düzenine alternatif olarak, sevgi ve şefkat odaklı bekâr anne ailelerini öne çıkartıyor. Yönetmenin bu incelikli politik filmi, benzer bir acı geçmişten muzdarip Uruguaylı aktivist gazeteci yazar Eduardo Galeano’nun şu dizeleriyle sonlanıyor:

‘Sessiz bir tarih yoktur
Onu ne kadar yaksalar da
Ne kadar ezseler de
Ne kadar tahrif etseler de
İnsanlık tarihi sessiz kalmayı reddediyor’

(17 Mart 2022)

Ferah Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ambulance: Yakın Plan Takip

Tek suçu, Taksim Meydanına, 14 Mart Tıp Bayramı’nı kutlamak için çıkmak olan 89 yaşındaki doktoru yerlere düşüren polisten çok, onların amirleri, yöneticileriydi haksız ve hadsiz olan…

“Ne işi var bu konunun filmle?” dediğinizi duydum, itiraz etmeyin! Ambulance (Ambulans) filminde de, bırakın küçük dağları, dünyayı ben yarattım havasındaki polis amiri hatalı tutumuyla onlarca insanın kanına girdi… Yani doğrudan bağlantılı…

Savaş gazisi, doğal olarak da işsiz ve hasta çocuğunu ameliyat ettirmek için çırpınan Will Sharp, düşüncesini okuyabilecek denli tanıdığı çocukluk arkadaşı, birlikte büyüdükleri, birçok maceradan birlikte sıyrıldıkları ama hâlâ suç dünyasında olan Danny’den yardım ister…

Yardım için yardım etmek gerekir

Danny, ikna kabiliyeti güçlü, yetenekli biridir ve Will’i de hemen takımına katar, hem çocuğunun ameliyat parasını çıkaracak hem de sonrasında rahat bir yaşam sürecektir. Danny “olmaz” demez. Will’den, kentin en iyi korunan bankasını soymalarına yardım etmesini ister. Her şey ayarlanmıştır, tereyağından kıl çeker gibi halledilecek bir iştir.

Evdeki hesap çarşıya uymaz…

Ama polisin bu soygundan haberi vardır.
…sonrası filmde.

Pedersen’in yazdığı Ambulancen adlı 2005 yılı Danimarka filminin orijinal hikâyesine ve senaryosuna dayandırarak Chris Fedak, Laurits Munch Petersen ve Lars Andreas tarafından senaryolaştırılan, Michael Bay tarafından çekilen film müthiş bir aksiyon filmi. Yönetmen, özellikle yakın plan çalışarak izleyiciyi tedirgin, huzursuz ve merak içerisinde bırakmayı başarıyor. Güçlü kreşendolarıyla ritmik müziğin etkisi ve oyuncuların da başarılı performanslarıyla filmi nefes nefese izliyorsunuz: Acaba ne olacak?

Yaralı polisi taşıyan bir ambulansın içinde kentin neredeyse bütün yollarında inanılmaz bir kovalamacayı yakın planda izlerken ister istemez seyirci de kendisini kaptırıyor. Ne kamera yerinde duruyor ne müzik susuyor ne gerilim bitiyor. Paramedik doktor, yaralı polisle mi ilgilensin, istemeden yaraladığı ve ölmesiyle ciddi cezalar alacağı kaygısıyla yardım etmeye soyunan soyguncuyla mı ilgilensin? Üvey de olsalar iki kardeş soyguncudan birinin koşullara göre değişen çıkış aramaları ve çare çabalarının karşısında eşi ve çocuğunun ameliyat parasıyla onları yalnız bırakma hüznü içerisindeki yardıma soyunması filmin psikolojik çatışmasının da doruğu aynı zamanda. Paramedik doktordan yana olsanız bir türlü, zorunlu nedenlerle istemeden soyguna katılan gaziden yana olsanız bir türlü, ama gönlünüzden aranan çıkar yolun onları kurtarmaya yeteceği düşüncesinin geçtiğini yadsımayın.

Birbiri ardına çözümler…

Özellikle bu tür, kovalamacanın ana etken olduğu filmlerde yakın plan sadece ayrıntıları vurgulamak amacıyla kullanılır. Ancak bu kez yepyeni bir anlayışla karşılaşıyoruz. Yakın plan izleyicinin de heyecanını yükseltiyor. Yönetmen Bay’in, baştan sona hareketli kamera ile yakın plan çektiği film, polisiye seven izleyici için biçilmiş kaftan. İki saati aşkın filmde sürekli bir koşuşturmayla sürekli çare arayan ama yeni sorunlarla karşı karşıya kalınınca sorun yumağı daha bir dağılan filmi izlerken yorulacaksınız. Kim bilir, belki de kendinize o polis yetkilisi işleri çıkmaza sürüklemese, acaba nasıl bir sonuç olurdu diye soracaksınız. Sahi, film sizin kafanızda devam edecek, salondan çıktıktan sonra bile…

Ambulans (Ambulance), Polisiye, aksiyon, macera, psikoloji… Yönetmen: Michael Bay, Senaryo: Chris Fedak, Laurits Munch Petersen ve Lars Andreas, Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Yahya Abdul Mateen II, Eiza Gonzalez, Devan Long… 18 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(16 Mart 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Körkütük

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Yeni yetme bir film festivalinin bülteninde şöyle bir cümle gördüm: “Öğrenci ve 65 Yaş Üstü: 20 TL (Girişte kimlik gösterilmesi gerekmektedir.)” Bu festivali tebrik ediyorum, çok güzel düşünmüşler. İnsanları sinemadan soğutmak için bu kadar güzel bir incitmeyen cümle bulunamazdı. Eski Türkiye’de biz festivalleri öncelikle insanları sinema salonlarında film seyretmeye teşvik edici etkinlikler olarak görürdük ve cezbedici tedbirler aldıklarına şahit olurduk, ki bunun en güzeli “askıda bilet” uygulamasıdır. “Askıda bilet” uygulaması, benim bildiğim ilk defa Eskişehir Film Festivali’nde uygulandı, daha sonra Ankara Film Festivali uyguladı ve devam ediyor. Yeni Türkiye sinemacılarının “kimlik göster” anlayışını seyirciye saygısızlık olarak görüyorum. Geçenlerde Mads Mikkelsen’in oynadığı “Körkütük” (Druk – Another Round) adlı filmi seyrettiğim Kadıköy yakasının bir sinemasında benim de başıma geldi. Gerçi orada cümlenin peşine “65+ göstermiyorsunuz amca.” güzellemesi eklediler ama kardeşim koskoca sinema zinciri veya festivalsin sana günde kaç tane 50 yaşında adam gelip üç kuruş indirim için 65+ bileti isteyecek de sen ondan kimlik soruyorsun? Madem öyle bir istekle karşılaşacağını düşünüyorsun, utanmazsan as oraya bir “askıda bilet uygulaması vardır” yazısı, dar gelirli 65+lar için basalım paraları oraya. Dijital ortam platformları zaten insanları sinemada kaçırıyor, yapmayın bunu. Ayıp yahu. Adam indirimli bilet istediğinde bırak para almayı, “Geç abi, misafirimiz ol” deyin, incileriniz mi dökülür? (Son cümlenin son bölümü Memduh Ün’ün ‘Üç Arkadaş’ filmindendir.) (05 Eylül 2021)

Şahlanan günümüz Türkiye’sinde nikah sonrası, takı olarak bıraktığım para miktarından, az oldu zannıyla biraz eziklik duydum. Sonra emekli maaşımın 1/3’ünü taktığımı fark edince rahatladım. Neymiş? Şahlanıyormuşuz. Hadi canım sende. (02 Eylül 2021)

Geçmişi özlemle anmak iyi bir şey ama fazla takılmamak lazım; farkındaysanız bugün de elimizden kayıp gidiyor ve geçmişe karışıyor, anın tadını çıkarmalı. (06 Eylül 2021)

Aniden “Ne müziği o?” diye sordu; “Tasavvuf Müziği” diyeceğime “Tasarruf Müziği” diye cevap veriverdim. İşe bak, “Pandemi, Salgın, 65+, 70-, Yeni Türkiye, Eski Türkiye” derken düştüğümüz hale bak. Bizi bu hale getirenler utansın. “Durgun Su” (Stillwater), Matt Damon oynuyor. İyi film, izleyin. (07 Eylül 2021)

Sanıyoruz ki orkestra müziğe hükmediyor; oysa müzik orkestrayı tutsak etmiş, farkında değiliz. / “Kimetsu Orkestrası Konseri” (Kimetsu Orchestra Concert), seyredilesi özel bir film. (08 Eylül 2021)

Yan koltuğumda oturan 70+daşım şikâyet ediyor, “Taksiye bak, taksiye, otobüs durağında duruyor.” Cevap verdim: “Çocuğun kafasına ‘kapıyı aç’ der gibi tıklanan memlekette gayet normal, takma kafana.” dedim, sustu. Bu arada yeni metroda amblem olarak kullanılması düşünülen U harfi ulumayı hatırlatıyor. Bu işten küçük ortak faydalanacak gibi, benden hatırlatması. (08 Eylül 2021)

Dövecem bu telefonu ha. “Kent’in oradan yürüyorum” yazıyorum, ekrana “Mert’in oradan yürüyorum” çıkıyor. Hanım, “Mert de kim?” diye sorsa yeridir. Tövbe tövbe. (Şişli’nin şimdilerde yerinde Cemil Candaş Kültür Merkezi olan Kent Sineması, kapanalı çok oldu, lakin adres tariflerinde hüzünlensek de hâlâ adını kullanıyoruz.) (09 Eylül 2021)

Az önce, kültür merkezine dönüşmüş olan Şişli Kent Sineması’nın önünden geçerken başrolünde Yves Montand’ın oynadığı Costa Gavras’ın “Z” adlı filmini orada izlediğimi hatırladım. Ne garip tesadüf, yarın da Brandon Christensen’in yönettiği yeniyetme korku filmi “Z” adlı film sinemalarımızda gösterime girecek. (09 Eylül 2021)

Film festivallerinde iki tür sponsorluk vardır. Birincisi “Bize sponsor olur musunuz? sponsorları”, ikincisi “Size sponsor olabilir miyiz? sponsorları.” Festivaller duyurularında, ilanlarında, banner’larında -tarafları rencide etmeden- bu farkı belirtmenin bir yolunu bulmalı. Ak mı, kara mı bilelim. (15 Eylül 2021)

Küçük bir hikâye: Bir arkadaş aradı, incir soymakta olduğumdan telefonunu açamadım, bir müddet sonra işim bitti, tam o sırada yeniden aradı, açtım. Az önce telefonunu açamadığım için özür diledim. “Bu sefer sen mi telefon açtın, ben mi açtım?” diye sordu. “Siz açtınız.” dedim. Bir daha telefonu kimin açtığını sordu. Tekrar “Siz açtınız.” dedim. “Ben, ilk telefonumu açmayan kişiye tekrar telefon etmem.” dedi ve devam etti, soracağını sordu. Küçük sohbetimiz sonrasında, “Ha ha ha, hi hi hi.” dedi ve telefonu kapadı. Kaprisler böyle küçük de olsa, sevgi ve saygıda eksiltme ve soğukluk yaratıyor. Yapmayın böyle, insan rencide oluyor. 70 yaşındaki kadın, hasta yatağındaki eşinden bahsederken “Biz zaten senelerdir kardeş gibiyiz.” diyor. Deme. Keza eşlerden biri vefat etmiş, diğeri yalnız kalmış, yakınına soruyorsun. “Hayattaki nasıl, iyi mi?”. Vefat edenin yakını “Artık ilgilenmiyorum, öküz öldü, ortaklık ayrıldı.” diyor. Yapma öyle, ilgilen. (16 Eylül 2021)

Hayattan ensetantaneler: Taksiden inerken bozuk paraları almıyordum. Misalen 46 lira yazdığında 50 lira verip iniyordum ve az da olsa bahşiş bırakmanın huzurunu yaşıyordum. İki gün önce bindiğim taksi şoförü, sohbet esnasında “Abi” dedi, “Turistin birini Sultanahmet’te aldım, şu kadar lira tuttu, bir de üstüne 40 dolar bahşiş verdi.” dedi. O günden beri bende bir eziklik, bir eziklik. Artık taksilere hiç bahşiş veresim yok. Öte yandan taksi şoförlerinin biz yerli mallar yerine yabancı malları tercih etmelerine de hak verdim doğrusu. (Maşallah kimse tongaya düşmedi, baştaki “ensetantane” kelimesini düzeltmedi.) (17 Eylül 2021)

(19 Mart 2022)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

İnsanlığın Ortak Hafızasına Yolculuk

Apicathpong Weerasethakul imzalı ‘Memoria’ tanımlayamadığı metalik tok bir sesin kafasında yankılanmasıyla uykusundan sıçrayan Jessica Holland’ın görüntüsüyle açılıyor. Kolombiya’da iş yapan İskoç asıllı botanikçi farklı aralıklarla peşini bırakmayan ve yalnızca kendisinin duyduğu bu gizemli gürlemelerin izini takip ettiği süreçte gerçek dünyadan manevi alemin düşler diyarına insanlığın ortak hafızasına doğru yol alacak ve bu gizemli serüvene izleyiciyi de ortak edecektir.

Adının uzunluğu ve zor telaffuzu nedeni ile kendisine kısaca ‘Joe’ diye hitap edilmesini isteyen Taylandlı eşsiz yönetmenin çalışmaları öykü düzleminde anlatımdan ziyade deneyimlenmek üzerine kuruludur. 2010 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan ‘Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor’ ölüm döşeğindeki bir adamın ölmüş karısının ruhu ile teması üzerinden maddi ve manevi dünya arasındaki ince çizgi üzerindeki dokunuşlar üzerinedir. Uyku meselesi ona yabancı değildir. 2015 yapımı ‘Saltanat Mezarlığı’nda salgın bir uyku hastalığından muzdarip askerlerin gizemli sanrılarını perdeye taşır. İlk kez ülkesi dışında denizaşırı diyarlarda çektiği son filminde ise kendi başına gelmiş ve ‘patlayan kafa sendromu’ olarak adlandırılan tıbbi bir durumdan yola çıkmış. Aralıklarla kafasında duyduğu, acı vermeyen ancak rahatsız edici olan bu seslerin peşinden ta Kolombiya’ya kadar gitmiş. Hiç bilmediği İspanyolca dilinde film çekmiş. Yine ilk kez tanınmış bir oyuncu topluluğu ve gerçek anlamda bir star olan Tilda Swinton ile çalışmış. Strese bağlı psikolojik nedenli olduğunu düşündüğü kafa seslerine derin bir uykusuzluk probleminin de eklendiğini ifade eden sinemacı, filmin çekimlerine başladığında rahatsızlıklarının son bulduğunu belirtiyor.

‘Memoria’, yönetmenin bir nevi katarsis sürecini de kapsayan derin arayışlar üzerinden ilerliyor. Filmin ilk bölümünde başkent Bogotá’nın kalabalık caddelerinde, işlek mekânlarında gezintiye çıkıyoruz. Jessica’nın peşinden bir kayıt stüdyosunda ses mühendisi Hernán’ın metalik sesleri yapay olarak oluşturma denemelerine tanık oluyoruz. Şehirde aradığını bulamayan kadın sesin izinde, askerlerin kontrolündeki kırsala yolculuğa çıkıyor. Deprem ana üssünde konuşlanmış dağlık Pihau’da karşılaştığı bir diğer Hernán ile yaşadığı deneyim onu farklı bir aleme, insanlığın ortak hafızasına götürecektir. Sesin nedenini elle tutulur, gözle görülür maddi dünyada boşuna aramıştır. İnsanın taşın, kayanın, dağın, ormanın belleği ile yekvücut olduğu anlatılacaktır ona.

Weerasethakul filminin uzun bir tefekkürü andıran ikinci bölümünde, kendi ifadesi ile müzikal bir yolculuğa taşıyor bizleri. Şırıl şırıl akan derenin kıyısında kameranın sabit olduğu uzun tek çekimlerde dağların, bulutların, kuşların, ormanın ve dış seslerin zengin armonisinin hipnotize edici alemine dalıyoruz. Balıkçı Hernán’ın mütevazi evinde geçmişin hayaletlerinin sesleri yankılanıyor. Modern zamanların telaşından uzak mükemmel dinginlik ortamında eller ve ruhlar birleştiğinde sınırlar aşılıyor, insanlığın ortak hafızasında farklı kültürler kenetleniyor. Dünya ile uzayın armonisi tınlıyor. Filmin tüm ses tasarımı insan davranışlarının orkestrasyonuna dönüşüyor, doğanın sesleri insan sesleriyle bütünleşiyor. Hem yönetmen hem de yıllardır tanıdığı has oyuncusu ile birlikte izleyici olarak doğanın ve algılar dünyasının karmaşık örgüsünün akışına bırakıyoruz kendimizi.

İspanyolca adının dilimizdeki karşılığı hafıza ya da bellek olan ‘Memoria’ böylesine eşsiz bir deneyim vaad ediyor. Görüntü ve ses düzeni iyi bir salonda her sinemaseverin deneyimlemesini arzu ederim.

(11 Mart 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gece, Yağmur ve Yetim Çocuklar

‘Batman’ Amerikan popüler kültürünün gözde figürlerindendir. İlk kez 30 Mart 1939‘da çizgi roman alemine giriş yapmış, IMDb kaynağına göre 40’lı yıllardan başlayarak eğlence endüstrisine yaklaşık 200 kez konuk olmuş. Çağımızın saygın sinemacılarından Christopher Nolan’ın hikâyenin köklerini eşeleyen ünlü üçlemesi ile günümüz sinemasını kuşatmış uçan kaçan süper kahraman filmleri içinde prestijli bir yere sahip olan maskeli şövalyenin yeni uyarlaması, bu tür aksiyonlara mesafeli duranlar için cazip sürprizler içeren bir kara film denemesi olarak dikkat çekiyor.

‘Maymunlar Cehennemi’ serisinin yeni uyarlamaları ile bilinen yönetmen Matt Reeves imzasını taşıyan ‘The Batman’, Cadılar Bayramı şenliklerinin sürdüğü Gotham kentinin tekinsiz gece atmosferinde Schubert’in merhamet dileyen Ave Maria ezgisiyle açılıyor. Yağmurun hiç dinmediği o gece evi gözetlenen Belediye Başkanı maskeli katil tarafından hunharca öldürülür. Cinayetlerin ardı kesilmeyecek şehrin ileri gelen bürokratları peşpeşe katledilecektir. Cinayetleri üstlenen Riddler (ya da nam-ı diğer Bilmececi) her infazında Batman’e şifreli mesajlar bırakmaktadır. Polis şefi ile birlikte çalışan Batman’in yolu meçhul katilin izinde kentin yoz mahallelerine, her türlü rezilliğin döndüğü yeraltı gece kulüplerine, terkedilmiş yetimhaneye düşerken, kendi geçmişinin sırları ile yüz yüze gelecektir.

Başlıktan ve bu kısa girişten çıkarılacağı üzere yeni Batman yağmurlu geceler boyunca bir seri katilin izini süren dedektif konumunda sunuluyor izleyiciye. Bildik süper güçlerini ya da alevlerin arasından ‘Hayalet Süvari’ misali fırlayan maharetli arabasını kullandığı takip sahneleri bu tamı tamamına üç saat süren filmde fazlaca bir yer işgâl etmiyor. Günümüz genç izleyicisi bu aksiyonu minimum tutulmuş süper kahraman hikâyesinden pek memnun kalmayabilir ancak polisiye kara film tutkunlarını çok iyi kotarılmış bir maceranın beklediğini söyleyebilirim. Yeni Batman Robert Pattinson (ki kendisi film öncesinde Dior reklamıyla perdede boy gösteriyor) başka dünyalardan gelmiş izlenimi veren soğuk kırılgan ve hüzünlü Hamlet edasıyla bu temelde kederli filmin dokusuna çok yakışmış. Dokunaklı bir aşk hikâyesi de içeriyor film. Kara Şövalye’nin Kedi Kız Selina’yı dürbünle uzaktan izlediği ve Michael Giacchino’nun duygu yüklü müziğiyle bezenmiş sekans Kieslowski’nin ‘Aşk Üzerine Küçük Bir Film’inin o meşhur sahnesini ne kadar da hatırlatıyor.

Hem Batman hem gayrimeşru dünyaya gelmiş Selina, hem de intikamcı seri katil yazımın başlığında yer alan sevgi arayışındaki yetim çocuklar. Yaşadıkları dünya örselemiş onları. Mafya babası soyguncular şehrin asıl sahibi olmuş. Devlet görevlileri onların hizmetkârı haline gelmiş. Batman hayatı boyunca yalanlarla mı büyümüştür. Babaların günahını çocuklar mı ödeyecektir. Reeves’in kara filmi bu soruların izini sürerken Yarasa Adam’ın süper gücü bunca pisliğin içine batmış kentin yeniden inşası için yeterli olacak mıdır. Şehir kızgın, onun gibi yaralıdır. Sadece kent değil kurumlar da yozlaşmıştır. Ama insanların umuda ihtiyacı vardır. Ukrayna’da hain bir işgâlin hüküm sürdüğü, ülkemizde saygın kurumların yozlaşma tehdidi altında olduğu günümüzde ‘The Batman’ çok iyi kotarılmış bir seyirliğin ötesine geçerek insanlara umut aşılayabiliyor.

Başarılı Patterson haricinde filmin zengin oyuncu kadrosu iyi iş çıkarmış. Selina’da Zoë Kravitz, mafya lideri Falcone’de John Turturro, Penguen Oz’da makyajı ile tanınması nerdeyse imkânsız hale gelmiş Colin Farrell yer alırken intikamcı Riddler’da Schubert’in hüzünlü ezgisini finalde bir kez daha mırıldanan Paul Dano eşsiz oyunculuğu ile filme damgasını vuruyor. Görüntü yönetmenliğini üstlenmiş Greig Fraser’in ışık gölge oyunlarının, dışavurumcu denemelerinin, ‘Se7en’ ve ‘Zodiac’ gibi David Fincher filmlerini hatırlatan plastik çalışmasının takdire değer olduğunu eklemeliyim. Ve son olarak, tam anlamıyla bir gece filmi olan ‘The Batman’i, fırsatınız olursa, projeksiyonu mükemmel Kanyon Cinemaximum’un 5 veya 9 numaralı büyük salonlarında izlemenizi tavsiye ederim.

(10 Mart 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Temel Sorun: Söyleyecek Bir Şeyi Olması Sanatçının

Yaşanmışlıkları, kazanımları veya kayıplarımızı yazılar anlatır en çok. Tarih dediğimiz, okullarda öğretilen, sadece hamaset ve kahramanlık övgüsüdür. Oysa sözlü tarih diye de nitelendirilen söyleşiler, yazılar, hatta filmler bize yaşamın izini sürdürür. Sosyal, siyasal, ekonomik hatta yaşamsal ipuçları ile doludur o yazılanlar. İlerleyen süreçte de geçmişi, geçmişteki toplumsal yaşamı, insanlara o yazılar aktaracaktır.

Gogol’ün paltosundan hep tiyatro/cular çıkmaz ya… Türkiye’de olduğu gibi sinema eleştirmenleri de çıkar. Paltosundan çıktığımız Atilla Dorsay, “Yımaz Güney, Hayat Bize Mutlu Olma Şansı Vermedi Sevgili” kitabıyla sinemamızın ve buna da bağlı olarak görsel kültürümüzün temel taşlarından birini, Yılmaz Güney’i anlatıyor. Yılmaz Güney’i tanımayan olur mu diyeceksiniz, ama bizim ülkemizde, sanatın önünü kapama düşüncesindeki egemen erk, az kaldı, unutturacaktı. Oysa biliyorsunuz ki, sanatçılarla tanınır bir ülke, zaten ölümsüz olanlar sadece sanatçı ve sanattır.

Dorsay, “Bizler, bizim kuşağımızın sinemaya gönül vermiş kişileri için de bir suç söz konusudur belki” diyor kitabının önsözünde. Yılmaz Güney filmlerinin gösterilmesinin yolunun açılması, bulun(a)mayan filmlerinin araştırılması, elde bulunan, bilinen bütün belgelerin kitaplaştırılması gerektiğini üstüne basa basa vurguluyor. Kendisi bu çalışmasının devamının geleceğini söylüyor. Ben de, hazır yeri gelmişken Tahir Yüksel’in “Karanlıktaki Işık Yılmaz Güney” kitabının bir daha basılarak insanlara ulaştırılmasının gerekliliğine değineyim. Bir de, çok önemsediğim, gözüm gibi korumaya çalıştığım Düşman filminin çekim senaryosunu, kitaplığımdan kim aldıysa, geri getirsin lütfen.

Yüz yüze görüşme keyfi…

Atilla Dorsay, sinema eleştirmenliğini yabancı filmler üzerinden yaparken Yılmaz Güney’in Umut filmiyle yerli filmler üzerine de yazmaya başlar. Umut, Yeşilçam’ın içinden Yeşilçam’a rağmen çıkan gerçekten bir başyapıttır. Filmin peşinden arkasını bırakmaz Dorsay, hemen her seferinde muhakkak bir yolunu bulur, Güney’i konuşturur. 12 Mart sürecinde tutukluluğu, sonrasında Yumurtalık’ta, Endişe’nin çekimi sırasında savcıyı vurduktan sonra mahkûm edilmesine rağmen onunla sürekli konuşur.

Atilla Dorsay, Yılmaz Güney’i kovalar da Güney boş mu durur? Daha önceleri senaryo yazmaya fırsat bulamayan, sadece birkaç not ve karalamayla sete çıkan, gözlem gücüne inanan ve akışa göre filmi şekillendiren Güney, zor koşullarda olmasına aldırmadan (yakınmalarını okumalısınız), sürekli çalışır ve birçok senaryo kaleme alır.

Kimini kendisiyle konuşamadığı için aklındakileri anlatamadığı yönetmenler çeker, kimini de ince eleyip sık dokuyarak ayrıntılı olarak anlatır. (Düşman’ın çekim senaryosundan anımsadığım, sadece çekime yönelik değil oyuncuların duygularını da yönlendirecek notlar düşer, hem de ayrıntılarıyla.) Zeki Ökten’in çektiği Sürü ve Düşman ile Şerif Gören’in çektiği Cannes’da Büyük Ödül kazanan Yol için “içeriden film çeken yönetmen” dedirtecek kadar takip eder çalışmaları.

Görsellik öncelikli

Umut’tan önceki döneminde vurdulu kırdılı dediğimiz filmlerinde de görsellik ağırlıktadır, söze fazla yer vermez Güney. Üç romanı, öyküleri ve senaryoları olan bir edebiyatçıdır, ama görselliğinden asla ödün vermemiştir. Öyle ki, içeriden senaryosunu yazdığı filmler için “kaçınılması gereken derecede laf içerdiği” söylentisini bile sorar Dorsay, bir söyleşide. Öykünün akışına bağlı olarak sözler çok gibi gözükse de, ağırlıklı olarak görüntünün anlattığını söyleyebiliriz. Öyle ki onlarca insanı gönderir olası çekim mekânlarına, yüzlerce fotoğraf çektirir ve onları filmine yedirir: “Sanatçı olarak hayatın gerçekliğini de yansıtmaya çalışıyoruz ve bu sosyal hayata, siyasal hayata, kültür hayatımıza yansıyor” diye yanıtlar.

Böyle bakınca…

Film yapmak zor bir sanattır. Birçok şeyi buluşturmak, birbirine alıştırmak ve uydurmak zorundasınızdır. Onun için de birçok ilk filmde, -bir daha olanak bulamam kaygısıyla- her şeyi aynı filme sıkıştırmak kaygısı sezilir. Yılmaz Güney’de de vardır o kaygı, onca deneyimine karşın. Onun her şeyi aynı filme sığdırabilme çabası aslında izleyiciye mesaj verme kaygısıdır, hiçbir şey eksik kalmasın mükemmeliyetçiliğinin de etkisiyle. “Bizim özellikle son iki yıldır anlattığımız şeyler sadece birer hikâye değil. bireylerin hikâyesi olmaktan çok, toplumsal bir kesit içinde toplayabildiğimiz kadar, anlatabildiğimiz kadar şeyle birlikte anlatılması gereken hikâyelerdir.” Yani, son filmlerinde Türkiye’nin toplumsal yaşamının bir panoramasını vermeyi amaçlıyor.

Kadınlar Günü…

Bilgisayarın başına oturduğum bugün (08 Mart, Dünya Kadınlar Günü), kadınlar üzerine anlattıklarını aktarmalıyım: “Kadını özgür olmayan bir toplum özgür değildir, özgür olamaz. Kadına eğilmeyen, kadını yanına çekmeyen bir devrim hareketi de başarıya ulaşamaz. Bizler sinemacı olarak, kadının içinde bulunduğu durumu çok yönlü yansıtma görevini taşıyoruz” diyor, özellikle Sürü’deki Berivan ile ilgili olarak.

Silahsız gezmeyen, sevdiği kadının başındaki elmaya ateş edebilecek kadar gözü kara biri olsa da işin içine sinema girince bambaşka biri olabiliyor/du Yılmaz Güney. Sette aylaklığa ve ahmaklığa tahammülünün olmadığını, ama en çok da oyunculara karşı alabildiğine sabırlı davranan ender yönetmenlerden biri olduğunu da bildiriyor. Duvar filminin kamera arkası belgeselinde gördük zaten.

Atilla Dorsay, sadece sinema eleştirmeni değil. Mimar ve rehber olduğunu biliyoruz, ama onun gizli kalmış bir özelliği iyi bir arşivci olması… Günlük gazetelerden dergilere, söyleşilerden kitaplara dek her bilgiyi, belgeyi arşivlemiş. Yol filminin kazandığı o olağanüstü başarıya rağmen ucuz suçlamalarda bulunan anlı şanlı(!) yazarları okuyunca, günümüzdekilerle karşılaştırmaktansa acımayı tercih ediyorum.

Sanatsal mücadele…

Atilla Dorsay’ın, yeni bir yayınevi olan Puslu’dan çıkan bu kitabı sadece sinemacılar için değil, sanatsal mücadele içinde olan, demokratik mücadele veren herkes için rehber niteliğinde.

İnci Aral’ın “Sevgili”si, Fatoş Güney’in “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun”u Yılmaz Güney’in yaşamını anlatıyordu, ama Atilla Dorsay’ın “Yılmaz Güney Kitabı” sanatçı, yönetmen Yılmaz Güney’i anlatıyor. Şimdi, “Yılmaz Güney Kitabı”nın sayfalarını çeviriyorum ve aldığım notlara bakıyorum, o kadar çok şey var ki… sadece kültür ve sanat değil, yakın tarihin sosyal, siyasal, ekonomik ve psikolojik dökümü de yer alıyor.

Yılmaz Güney Kitabı, Hayat Bize Mutlu Olma Şansı Vermedi Sevgili, Atilla Dorsay. Anılar, belgeler, bilgiler. Puslu Yayıncılık, Ocak 2022, 384 s.

(09 Mart 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com