Kategori arşivi: Yazılar

Ateş ile Suyun Dansı

Animasyon devi Pixar’ın son ürünü olarak 76. Cannes Film Festivali’nin kapanışında dünya prömiyerini yapan ‘Elemental: Doğanın Güçleri’ yönetmen Peter Sohn’un hayal projesiymiş. Koreli sinemacı ailesinin 70’lerin başında Amerika’ya gelişi ve Bronx’un küçük bir mahallesinde mütevazı bir market işlettiği yıllardan esinlenmiş. Bu çok kişisel olduğu denli evrensel nitelikteki büyük umutlar öyküsünü ustalıkla tasarladığı bir fantastik evrene taşımış.

Farklı diyarlardan gelen, farklı küçük mahallelerde farklı diller konuşan grupların kültür mozaiği ile New York City’yi anımsatan ‘Element City’ büyük kente göç ediş sırasıyla su, toprak, hava ve ateş topluluklarından oluşuyor. Ateş grubundakiler biraz sona kalmaları bir de tehlike (!) arzettikleri için asimilasyon sorunu çekiyor ve sürünün kara koyunu misali ‘öteki’ muamelesi görüyor. Ailesinin işlettiği ve ilerde bir gün başına geçmesini bekledikleri markette çalışan ateş kız Ember’ın (Türkçe dublajındaki adıyla Alev’in) zapt edilmesi zor sinirinin nedeni bundan kaynaklı. Su borusundaki arıza neticesinde tanıştığı sugillerden Wade ile (bizdeki dublaj adıyla Deniz) karşılaşması hayatında bir dönem noktası oluyor. Babasının dükkanını korumak isteyen ateş topu ile naif ve kırılgan su oğlanının zıt kutupların çatışması olarak başlayan birlikteliği Romeo ve Juliet misali tutkulu bir aşka dönüşmekte gecikmiyor.

Pixar’ın önce sanat departmanında işe başlayan, daha sonra öykü bölümünde çalışan, ses işlerine bulaşan yönetmen Sohn, tıpkı Ember gibi adım adım hedefledikleri için uğraş vermiş. Farklı elementlerin çatışması ve kaynaşmasını anlatan öykü hem kişisel hem de çağdaş göçmen sorununa yaklaşımı ile evrensel. Animasyon ile yaratılan renkli ve fantastik dünya Thomas Newman’ın etnik enstrümanlar kullandığı müzik bandı ile son derece etkileyici. Lauv’un seslendirdiği ‘Steal the Show’ şarkısını önümüzdeki yıl Oscar adayları arasında göreceğime de nerdeyse eminim.

Göçmen metaforu animasyon evreninde pek rastlamadığımız romantik bir aşk hikâyesi ile renkleniyor. Ember’ın öfkeli ateşi aşkın sihriyle yatışırken filmin görsel başarısı izleyeni büyülüyor. Çevrenin ‘Ateş ile Su asla birlikte olmaz’ dayatmasına, ‘sen beni söndürürsün, ben seni buharlaştırırım’ endişelerine sabırla göğüs geren (‘ufak ufak dokunuşlarla başlayalım’) ikilinin tutkulu ve komik aşkının her yaştan izleyiciyi etkileyeceğini düşünüyorum. Amerikan toplumunun röntgenini çeken senaryo, genç bireyin geleceğini köklerine bağlı ailenin istekleri değil kendi hayalleri doğrultusunda kurma çabasını destekliyor, küçük mahallelerde su baskınlarına yol açan dev transatlantik metaforuyla azgın kapitalizmin çevreye ve farklı kültürlerin zenginlik kattığı dünyamıza verdiği tahribata dikkat çekiyor.

(27 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Arkeolojinin Bin Gizemiyle Örülmüş Tutkulu Bir Macera: Indiana Jones ve Kader Kadranı

Tüm zamanların en iyi öykü anlatıcılarından biri olan Spielberg, ilkinin yaratıcı olduğu “Kamçılı Adam” Indiana Jones için gene çizgi roman tadında bir prodüksiyonun yapımcılığını üstlenmiş.

Yeni (belki de Harrison Ford için son) Indiana Jones, iki dünya savaşı görmüş, oğlunu Vietnam’a göndermek istemese de engelleyememiş ve ölümünün acısını yaşamış. Nazi subayların, savaş sonrasında ABD’deki çalışmalarıyla Ay’a gidişi görmüş…

Film, insanlık tarihi boyunca bilimin savaşlara hizmet ettiğini, bunun acısını da tüm dünyada herkesin çok çektiğini gözler önüne seriyor… Bu arada, barış isteyenlerin, barış için çaba harcayanların savaşları engelleyemediğini (devletlerin inanılmaz mücadelesini) bir kez daha görüyoruz, insani olmasına karşın. Paraya esir olmuş yakın arkadaşı, Dr. Shaw’ın kızı ile çatıştığını izliyoruz.

Düşbaz birinin hayali kahramanı

Spielberg, 1981 yapımı Kutsal Hazine Avcıları’ndan bu yana şimdiye kadar beyazperdeye aktarılmış en sevilen karakterlerden biri olduğuna hiç şüphe bulunmayan, Amerikan Film Enstitüsü’nün “tüm zamanların en iyi ikinci film kahramanı” olarak seçtiği Indiana Jones’i yine yalnız bırakmayıp James Mangold’a teslim etmiş. Senaryosu Jez Butterworth ve John – Henry Butterworth ile David Koepp ve Mangold tarafından George Lucas ve Philip Kaufman’ın yarattığı karakterlere dayanılarak yazılmış. Filmin müziklerini 1981 yapımı Kutsal Hazine Avcıları’nın da müziğini yapan John Williams bestelemiş.

Indiana Jones’tan, onun bir bakıma vurdumduymaz, kaygılı ama tasasız tavrından, şu geçen 40 yılı aşkın sürede etkilenmeyen var mıdır acaba? Hepimiz bir şekilde onu sevdik, benimsedik… bu kez, teknolojinin de desteğiyle geçmişi de takip ediyoruz. Gerçi teknolojiden yararlanılsa da yaşlanan Ford’un eski hareketliliğinin kalmadığı, durgunluğu üzücü, ama 154 dakikalık film, -arada kesintiler olsa da- soluksuz izleniyor, merak ve heyecan dorukta hep.

Film New York’ta, emekliliğe adım atan Indy’yi bulan vaftiz kızı, Helena Shaw (Phoebe Waller – Bridge), zamandaki çatlakları bulma gücüne sahip olduğu iddia edilen meşhur Arşimet Kadranı’nı aramak için yaptığı sürpriz ziyaretle işler değişir. Yıllar geçse de aradan, Nazi’ler kendilerini gizleyerek, uzay çalışmalarının başına geçmiş ve Jürgen Voller, (Mads Mikkelsen) başarı da elde etmiştir ve tabii, o da Kadranın peşindedir.

Tamam işte, öykünün temeli çatıldı bile…

Arşimet’in kadranı, zamanda yolculuk yapmaya fırsat yaratan bir alet. Arşimet, önemini ve özelliğini bildiği için, kadranı iki parçaya bölmüş ve saklamış. İki parçayı birleştirip de kurduğunuzda zamanda yolculuk bile yapabiliyorsunuz. Indiana Jones ile Helena Shaw ve tabii, peşindeki Nazi’ler birlikte bizi de geçmişe taşıyor. Arşimet’in o ünlü mancınıklarının da kullanıldığı savaşa katılıyorlar. Bir küçük ayrıntıyı da belirteyim: Helena’nın bakmakla zorunlu olduğu Teddy (Ethan Isidora) el hünerlerini (!) de kullanarak onları yalnız bırakmıyor.

Ne demiştik!

Dünyanın en iyi öykü anlatanlarından birinin yapımcılığını üstlendiği, dünyanın en iyi çizgi kahramanı denli benimsenen Kamçılı Adam’ı izlememek olmaz. Önceki maceralarının damaklarda (belleklerde) kalan tadıyla -ki, filmde geçmişi de görüyoruz- o güzel süreci bir kez daha anımsıyoruz.

Filmin sonunda da bir sürpriz var: Şapka. Sizi bilmem ama benim görüşüm, Indy’nin vaftiz kızı, Kamçılı Adam’ın yerine geçeceği… Öyle ya, kapitalizm gölgesinden yararlanmadığı ağacı keser.

30 Haziran’da gösterimde…

(26 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Anderson Usulü Kozmik Hüzün

Çoklu evren çılgınlığının hüküm sürdüğü günümüz sinemasında Wes Anderson patentli özel aleme dalmaya ne dersiniz. Çağdaş sinemanın ayrıksı yaratıcısı yıllar boyu ilmek ilmek inşa ettiği evreninin son sürümü ‘Asteroit Şehir / Asteroid City’de bizleri 1950’li yıllara ışınlıyor.

Bizde ‘Alacakanlık Kuşağı’ olarak yayına girmiş 50’lerin ünlü TV dizisi ‘The Twilight Zone’ gizemini aratmayan açılışta Rod Serling kıvamındaki eksantrik sunucudan (Bryan Cranston) filme adını veren çok tutmuş sahne oyununun televizyona uyarlandığı bilgisini alıyoruz. Siyah – beyaz prologda, tam 785 kez sahnelenmiş oyunun yazım sürecine, Tennessee Williams esinli oyun yazarının (Edward Norton) yaratım sancılarına tanıklık ediyoruz. Derken perde renge bürünüyor ve 3 perdelik oyunun film versiyonunu izlemeye koyuluyoruz. Bu oyun içinde film süreci, oyuncuların sahne gerisindeki çalışma süreci ile iç içe geçerek Anderson yapıtının alıştığımız çok katmanlı yapısını oluşturuyor.

Güneybatı Amerika’nın 87 nüfuslu kurgu çöl kasabası, yaşı küçük dehası büyük kıdemsiz uzay gözlemcilerinin de davetli olduğu ‘Uzay Araştırmaları Kongresi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Savaş fotoğrafçısı Augie Steenback (Jason Schwartzman) ergenlik çağındaki parlak zekâlı oğlu Woodrow (Jake Ryan) için buradadır. Karısını erken yaşta yitirmiş olan genç adam, geçmişin acılarını ifadesiz bakışları ile maskeleyen ünlü yıldız Midge Campbell (Scarlett Johansson) ile karşılaştığında ruh ikizini bulduğunu anlar. İki yaralı ruh, kayıplarının hüznünü paylaşır bir süreliğine. Derken gizemli şeyler olmaya başlar. Tam ortasında 5000 yıllık meteor krateri bulunan çöllük araziden atomik testlerin sarsıntıları duyulur, ardından radyoaktif mantar bulutları yükselir. Seminer için toplanmış kalabalığın dehşetli bakışları arasında bir uzay gemisi sürpriz konuğu ile birlikte gökten iniverir. Herkesin bilinmezlik endişesi ile baş başa kaldığı süreçte yerleşim bölgesi güvenlik güçlerince karantinaya alınacaktır.

Anderson’ın uzun yıllar birlikte çalıştığı yapım tasarımcısı Adam Stockhausen ile birlikte yarattığı kurgu kasaba, yönetmenin alameti farikası farklı katmanlar içinde ayrıntılarla zenginleşen bir dünya yaratıyor. Renkli bölümler parlak -ki ne parlak- çöl ışığı izlenimini vermek için özel filtrelerle çekilmiş. Kimi çok kısa rollerde de olsa yönetmenin gözde yüzleri ve ilk kez çalıştığı birkaç düzineyi aşkın pek ünlü oyuncular insanoğlunun kozmik hüznünü, bilinmeyeni keşif arzusu kadar bilinmeyen karşısında telaşlı ve komik çaresizliğini ete kemiğe büründürüyor. Tek bir karesinden filmlerini tanıdığımız yönetmenin 2014 yapımı ‘Büyük Budapeşte Oteli / The Grand Budapest Hotel’ Anderson’ın Avusturyalı yazar Stephen Zweig’a yazdığı aşk mektubudur. Sondan bir önceki ‘Fransız Postası / The French Dispatch of The Liberty, Kansas Evening Sun’ hayranı olduğu ‘The New Yorker’ dergisi editör ve yazarlarına ve de Fransız Yeni Dalga ekolüne ithafıdır. Anderson bu defa 50’li yılların soğuk savaş iklimine odaklanarak ikinci büyük savaşın ardından dünya hakimiyetini ilan etmiş -ve henüz Vietnam bozgununu yaşamamış- kibirli Amerika’nın röntgenini çekmeye koyulmuş. Uzayı keşfetme tutkusu ile bilim adamlarıyla işbirliği yapmış generallerin hırslı otoriter dünyasında nükleer başlıklar yük vagonlarıyla taşınıyor çöllük ücra bölgeye. Atomik denemeler kaygısızca sürdürülüyor. İçine doğduğu kafası karışık Amerikan toplumunun 15 yıl öncesine neşter atan sinemacının sonraki çalışmalarından birinde kamerasını Vietnam trajedisi ile sarsılmış çiçek çocukları kuşağının Woodstock manifestosuna çevirmesini bekliyorum şahsen.

Bir söyleşisinde, John Ford westernlerinden, ‘The Petrified Forrest’ (1936) ve ‘Bad Day at Black Rock’ (1955) filmlerinin çöl sahnelerinden ilham aldığını ifade ediyor sinemacı. Final jeneriğine döşediği çocukluk anıları ile yüklü ‘Looney Tunes’dan ‘Road Runner’ esinli hızlı koşucu çöl kuşu ile yaşam hüznünü komikle buluşturan yapıtını noktalamayı tercih ediyor. Roman Coppola ile birlikte kaleme aldığı girift senaryonun siyah – beyaz katmanlarında ise 50’li yıllar New York tiyatro dünyasına sevgi dolu özlemi gözlemliyoruz. Elia Kazan esinli tiyatro yönetmeni (Adrien Brody) ile dönemin yükselen Metod oyuncuları hep bu dönemin nostaljik iz düşümleri olarak yerini almış. Jason Schwartzmann ile Margot Robbie’nin yer aldığı tiyatro binasının yangın merdivenlerinde çekilmiş uhrevi sahne ise filmin unutulmaz sekanslarından birini oluşturuyor.

(24 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali 16 Haziran’da Başlıyor

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin İZFAŞ, İZELMAN ve Kültürlerarası Sanat Derneği işbirliği ile T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü katkılarıyla düzenlediği 3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali, 16 Haziran Cuma günü açılış töreniyle başlayacak. İlk yılından beri teması sinema – müzik ilişkisi olan festival, filmlerde özgün müzik kullanımını özendirmek amacıyla, sinema – müzik ilişkileri üzerinde yoğunlaşıyor, sinema ve müziği buluşturarak kültür endüstrileri içinde önemli bir yeri olan bu iki alanın sorunlarının tartışılmasına zemin yaratmayı ve zaman içinde bu alanlardaki üretimde İzmir’in payını artırmayı hedefliyor.

Tutsak Bedenler

‘Joyland’ ya da dilimizdeki karşılığıyla ‘Neşe Diyarı’ adına aldanmayın. Bu film hiç de mutlu bir dünyayı anlatmıyor. İlk uzun metrajını çeken Saim Sadiq imzalı yapım keyifli bir sahne ile başlıyor gerçi. Beyaz bir çarşafın altına gizlenmiş iki kız yeğeni ile şakalaşan Haider Rana (Ali Junejo) ile tanışıyoruz önce. Genç adamın görücü usulü evlendiği eşi Mümtaz (Rasti Faruk) ile baba evinde süren geniş aile düzeni, erotik dansların sergilendiği bir gösteri merkezinin dans ekibine katılması ile ters yüz oluyor. Uzun süren bir işsizlik dönemi sonrası gönülsüz olarak kabûl etmiştir iyi maaşlı yeni işini. Tepki çekmemek için de, karısı hariç evdekilere ‘tiyatro müdürü’ olduğu yalanına sığınır. Böylece bambaşka bir alemin içine dalan Haider eğlence dünyasında birlikte çalıştığı trans dansçı Biba ile tutkulu bir ilişkiye adım atar. Derken yıllardır bedenine hapsettiği bastırılmış arzuları gün ışığına çıkıverir.

Yakın trans arkadaşı yüz vermediği bir maçonun bıçak darbeleriyle gözleri önünde katledilmiştir Biba’nın. İş yaptığı alemde ‘öteki’ olarak damgalandığı için sürekli savunma halindedir. Haydar’ın şefkatli yakınlığında huzur bulur. Aynı huzur genç adamın evdeki karısı için de geçerlidir. Mümtaz kocasının işsiz olduğu dönemde çalışmaya başladığı güzellik salonunda makyözlük yeteneği ile övgü toplamış, lakin erkek çocuk beklenen evde üçüncü kızını dünyaya getiren eltisine yardım etmek üzere ev işlerine dönmek zorunda kalmıştır. Kocası ile cinselliğin pek uğramadığı dostça beraberliği onu eskisi gibi ayakta tutmaya yetmemektedir artık. Çevresindeki güçlü kuvvetli erkek bedenlere çekilen genç kadın kendisini hapislik hayatından azad etme cesaretini bulabilecek midir.

Yönetmen Sadiq (ya da Sadık mı demeli) doğup büyüdüğü Lahor’da çekmiş filmini. Din ve geleneklerin hüküm sürdüğü kara ikliminde ataerkil düzenin ezdiği bireyler Karaçi’nın okyanus iklimine ulaşabilecek midir. Her biri toplumun buyurduğu kalıplara -yönetmenin tercihiyle 4.3 formata- sıkışmış bu üç ruh ve üç beden için çıkış yolu var mıdır. Biri sessiz mücadelesine yenik düşüp yaşamına kendi elleriyle son verecek, diğeri özgürlüğün izini sürmeyi deneyecektir belki. Özgürlük beraberinde yalnızlaştırsa da kişiyi, toksik erkekler dünyasının engellerini aşarak kayalıklar arasından engin denizlere kavuşmanın bambaşka bir tadı olduğunun farkına varacaktır belki bir diğeri. Cannes Film Festivali tarihinde ana seçkiye kabûl edilen ilk Pakistan filminin yönetmeni Sadiq doğup büyüdüğü memleketin tutsak insanlarına öfkeyle değil, incelikli bir şefkatin gizleyemediği derin bir hüzünle bakarken insanlık, cinsellik, özgürlük hakkında sorularına yanıt arıyor ve umut yolculuğundan hiç vazgeçmiyor.

(16 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Hayali Bir Drama…: Asteroit Şehir

Tiyatro sahnesinde, sunucunun arkasındaki Asteroit şehrindeyiz, yıl 1955. Alabildiğine yalın bir dekor var ve sunucu bilgileri sıralar. Önemli bir mekânda olduğumuzu, anlatılanlardan öğreniyoruz. Milattan önce, hem de çok önce düşmüş bir meteorun krateri yanında kurulmuş bir merkez burası. Geleceğe yönelik hayallerin gerçekleş(tiril)mesi için herkesin bilimsel çalışmalara canla başla katıldığı bu merkezde, günün anlam ve önemine uygun bir ödül töreni yapılacaktır. Ödül törenine, Augie Steenbeck (Jason Schwartzman), üç kızı ve ödüle layık görülen genç oğlu Woodrow (Jake Ryan) ile birlikte gelir. …kader ağlarını bundan sonra örer.

Hollywood sineması biz izleyicilere ya kovboy filmleriyle yarattığı soykırımı ya da gelişkin teknolojisiyle hükmettiği dünyayı anlattı bugüne değin. Tabii ki, istisnalar kuralları bozmaz, ama bu gerçeği de kimse inkâr edemez. Ancak bu kez bir hayal dünyasında, gerçeklikleri farklı bir yolla aktarıyor. Yönetmen Wes Anderson oyun içindeki oyun ve onun içindeki bir oyunu anlatırken (tabii, oyuncu içinde oyuncu ve onu da oynayan bir oyuncu) konuyu bir televizyon programı aracılığıyla işliyor.

Düşündüren, düşündürdükçe de ileride (çok değil, tam tamına 15 yıl sonra) Ay yolculuğu ile hayatı da içeren bir öykünün görselleştirilmesi… Sanki bir daha izlemek istiyor insan, kaçırdığı olası ayrıntıları yakalayabilmek için… Tanıdık oyuncular Tom Hanks, Scarlett Johansson ve Jason Schwartzman bize hayaller dünyasında gerçeklik duygusu doğuruyor.

Bizim için (uzak olasılık olsa da) gelişmiş ileri ülkelerin yeniden uzay çalışmalarına başlaması haberlerinin gündem maddelerini oluşturduğu günümüzde, “Ay’a gidilmedi, Ay nurdur gidilemez” ya da “Kur’an’da yeri var” gibi spekülasyonların önünü kesecek ilginç bir film.

Augie ile oyuncu Midge Campbell (Scarlett Johansson) arasında bir etkileşim yaşanıyor. Çocuklar başta olmak üzere kimse o yakınlaşmayı kabûl etmiyor (yoksa ediyor da göstermiyor mu). Bir savaş fotoğrafçısı olan Augie, yakın bir zamanda eşini kaybetmiştir. Bir tas içindeki küllerini ve küçük kızlarını büyükbaba Stanley Zak’a (Tom Hanks) vererek Midge ile yaşamını sürdürmeyi kararlaştırır. Pantolonunun beline sıkıştırılmış tabancasıyla Zak, pek farklıdır, çocukları yanında toplamayı başarır.

1950’lerin Amerika’sının iki kutbunun tarihi ve mitleriyle dolu Asteroit Şehir, yönetmen Wes Anderson’ın yaptığı tüm filmlerden çok daha anlam katmanı yüklü. Başa dönersek: Tiyatro sahnesinin önündeki sunucu (Bryan Cranston), “Bu geceki program bizi yaratılışa ilk elden tanık olmak için sahne arkasına götürüyor. Amerikan sahnesinde sergilenen yeni bir oyunun bitişi.” derken hepimize yeni bir pencere açtığının farkında aslında…

16 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(16 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

The Flash: Süper Kahramanlar Çoklu Evrende…

Yüksek hızlı, alabildiğine duygu yoğunluklu, yer yer kahkaha atacağınız, kimi zaman şaşırıp da kafanızda kasap çengeli soru işaretleri oluşacak, kimi neyi, niye ve nasıl istediğinizi belirleyemeyeceğiniz tam bir sinema şöleni.

The Flash’ı, hep yaptığım gibi mesajıyla değil, sadece (ama sadece) görsel gücü ve yarattığı şölen havasıyla değerlendirmeyi tercih ediyorum. Geçmişi değiştirmek, bırakın bugünün teknolojisini, hiçbir zaman mümkün olmayacak (“Olmuşla ölmüşe çare yok”, belirleyici bir atasözü, biliyorsunuz). Barry Allen (Ezra Miller), bir şekilde edindiği süper güçleri sayesinde iyilik yapan bir gençtir. Dışarıdan baktığınız zaman (Superman’deki Clark Kent’in dış görünüşünü hatırlayın) pek bir süper kahraman gibi gözükmese de giysisini giydiğinde her şeyin üstesinden gelebilecek denli güçlü, başarılı, akıllı, iş bitirici, çözüm bulucu haline dönüşür.

Küçükken annesinin öl(dürül)mesinden babasının sorumlu tutulmaktadır; hem anneden hem de babadan olmuştur; babasını hapisten kurtarmak, annesinin de ölümünün önüne geçmek için süper gücünü kullanmaya karar verir. Barry, her şeyi bırakıp bu sorunu çözmeye girişir.

Bırakın olur mu, olmaz mı tartışmasını… Sinema bir eğlence, eğlenme aracıdır (diğer tüm niteliklerinin yanında). Deprem, ardından seçimler, su baskınları, ekonomik zorluklar, çözümsüzlük gibi yaşamsal sorunlar yumağından sıyrılmak, LGS ve YGS cenderesinden kurtulmak için ve tabii, düş(ünce) dünyasında olsun bir miktar keyiflenmek için The Flash biçilmiş kaftan.

Tarihin akışını değiştiren olaylar çok fazla, ama dönüp de o olayları “öyle değil de böyle sonuçlansın” diye değiştirmek pek mümkün değil. Bilim insanları, araştırmacılar, sanatçılar, en çok da sinemacılar bu konu üzerine çok kafa yorup yepyeni düşünceler üretiyor, sunuyorlar. Evet, öyle değil de böyle olsaydı daha iyi (veya kötü) olabilirdi… Demek ki daha dikkatli olup, seçenekleri daha titiz eleyip, önünü ardını düşünerek karar vermek en doğrusu. Tabii ki, kitapları okuyup filmleri izleyerek olası benzerlikler bulunan durumlara karşı tetik durabiliriz.

Kelebek etkisi…

Bilinen bir örnekten yola çıkan The Flash, küçücük bir değişimin yıllar içinde ne denli büyük sonuçlar doğurabileceğini anlatıyor. Turgut Özal’ı anımsayanlarınız vardır muhakkak… “Halamın bıyıkları olsa, amcam olurdu.” demişti… Barry’nin annesinin ölümünü, geçmişe gidip o anı yaşatmayarak, engellemesi dünyanın yörüngesinden oynaması kadar önemli değişiklikler yaratıyor. Biz de keyifle izliyoruz. Hemen belirtmem gerekir ki, bu dediğim, bilimsel araştırmaların yapılmaması, sürdürülmemesi anlamına gelmiyor.

Çoklu evren…

Barry, annesinin ölümünü geriye dönüp engellediğinde, çoklu evrene girer… Kimlerle buluşmaz ki orada. Hepimizin hafızalarında yaşayan Süperman’den, Batman’e, birçok “eski dost” süper kahramanı görüyoruz.

Ama en ilginci Barry’nin delikanlı haliyle erişkin halinin bir arada bulunması doğal olarak. Kuşkusuz iki Flash birbirini çekemeyip birçok çelişkiyi de birlikte çözmeye (ya da yaşatmaya) başlıyor. Onların çekişmesi de ilginç.

Son söz… Ezra Miller, başarılı olsa da taciz ve istismar suçlamaları nedeniyle pek sevebildiğim bir oyuncu değil. Kendisini cinsiyetsiz olarak tanımlayan oyuncunun, hırsızlık (son yıllarda üzerine çokça spekülasyon yaratıldı) yapmasını bile o kadar önemsemiyorum, ama taciz ve saldırganlık kabûl edebileceğim bir şey değil.

16 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(15 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Kara Komik Bir Yolculuk

Beau Wassermann korku ile doğum anında tanışıyor. Annesinin karanlığın içinden duyulan boğuk çığlıkları ve tekinsiz uğultular eşliğinde. Bebek ağlamıyor önce. Daha sonra poposuna vurulan hafif bir şaplakla hayatı tırmalamaya başlıyor. Amerikan bağımsız sinemasının genç yaratıcılarından Ari Aster’in merakla beklenen yeni filmi ‘Korkuyorum’ ya da özgün adıyla ‘Beau Korkuyor / Beau Is Afraid’ travmalarından muzdarip ana karakterinin hikâyesine böyle başlıyor. Daimi terapisti ile görüyoruz sonra onu. Uzaklarda yaşayan annesinin aramaları buradayken de kesilmiyor. Babasının ölüm yıldönümü münasebetiyle aylardır görmediği annesinin davetini -doktorunun ifadesiyle suçluluk duygusuyla- kabûl etmek zorunda kalıyor. Yozlaşmış Gotham kentini andıran New York sokaklarına çıktığında onunla birlikte baş döndürücü bir kargaşanın içine dalıyoruz. İlk 45 dakikada türlü belâ ve saldırıyı atlatıyor atlatmasına ama sonunda oturduğu mahallede terör estiren bıçaklı seri katilin ve yoldan geçmekte olan aracın çarpmasından kurtulamıyor.

Epizodlar halinde ilerleyen filmin ikinci bölümünde yaralı Beau onu kırsaldaki evlerine taşıyan cerrah ve karısının misafiri olur. Asker oğulları Nathan’ı Caracas’daki bir operasyonda kaybetmiş olan eksantrik çiftin Z kuşağından kızları uyuşturucu ve haplarla uçmuş haldedir. Çatışmada ölen oğullarının aksine eve yara almadan dönmüş, silahla oraya buraya saldıran ruhen sakat asker arkadaşı da bahçedeki karavanda yaşar. Dingin başlayan bu geçici konukluk kısa süre sonra ölümcül bir kaçıp kovalamaca ile sonlanacaktır. Yeniden baba ocağına doğru yola koyulur Beau. Issız ormanın derinliklerinde karşısına çıkan, kendilerine ‘Ormanın Yetimleri’ adını vermiş gezici tiyatro topluluğunun oyunu onun benliğini, geçmişini geleceğini sorguladığı düşsel bir deneyime dönüşür. Odysseus misali eve dönüş öyküsü ve geçmişiyle hesaplaşması nasıl sonuçlanacak ve 45 küsur yaşlarındaki bakir Beau sonunda huzura kavuşabilecek midir.

Sinema evrenine parlak bir giriş yaptığı 2018 yapımı ‘Ayin / Hereditary’ ve hemen peşinden ‘Ritüel / Midsommar’da travma sonrasında geçmişleri ile yüzleşmek zorunda kalan aile bireylerini konu alır Aster. ‘Ayin’de annesi tarafından sevilmediği yüzüne vurulan Peter, ailesine musallat olan ruhlara sığınarak kendine yeni bir aile bulur. ‘Ritüel’de ise ailesini feci bir biçimde kaybeden Dani, İsveç’in güneşli gecelerinde kendine yeni bir aile bulmanın mutluluğunu tadar.

‘Korkuyorum’ aynı minvalde doğumundan başlayarak travmalar yaşamış ana karakterin çıkış yolları arama çabası üzerinedir. İlk bölümler kara komik bir Amerikan kâbusu teması üzerinden ilerler. Post ‘Taxi Driver’ New York sokaklarında insanların birbirlerini bıçakladığına, serseri güruhun ev bastığına, izbe koridorların cesetten geçilmediğine tanık oluruz. Kırsala çekilmiş varlıklı ailelerin gencecik oğulları Venezuella’da -ya da Irak’ta, Afganistan’da- ölüp gittiğinde milli kahraman (!) olarak anılmasını acı bir tebessümle karşılarız. Dehşeti komikle buluşturan yaratıcı senaryosu ile Aster bu belki de en tekinsiz yapıtını ülkesi ve kentinin hınzır eleştirisi ile beslemekte gayet başarılıdır. Ülkenin genel travmasından bireysel travmaya geçiş sürecinde ise Beau’nun durumu Peter ya da Dani’den farklılık arzeder. Çok fazla kontrolün onun kişiliğini yok edişinden muzdarip Beau’nun benliğine döndüğü eve dönüş yolculuğu, annesinin ölümcül baskısından kurtulması için ona yeni ufuklar açacak mıdır?

Aster üç saat uzunluğundaki filminde alameti farikası yenilikçi kamera açıları, müzik kullanımı, düşlerin hayallerin gerçek dünya ile ustaca buluştuğu mükemmel kurgusu ve her cümlesi özel nehir senaryosu ile yine çok özgün bir çalışmaya imza atmış. Üçüncü epizodda Şilili yaman canlandırma ustaları Cristóbal León ile Joaquín Cociña’nın imzalarını taşıyan 12 dakikalık animasyon sekansı filmin zirvelerinden.

Daha fazla ayrıntıya girmek isterdim, ancak sürprizleri açık ederek bu baş döndürücü görsel – işitsel destansı serüveni geniş perdede izleme keyfini bozmak istemiyorum. Son bir cümle ile oyunculardan söz etmeden bitirmeyelim: filmi dört bir koldan sırtlamış aktör Joacquin Phoenix, ‘Napoleon’ ve ‘Joker’in devam öyküsüne hayat verdiği yoğun temposu içinde nüanslı yorumuyla harikalar yaratmış. Nathan Lane, Amy Ryan, Patti LuPone ve bağımsızların kraliçesi Parker Posey parlak yorumlarıyla bu uzun yolculukta onun can yoldaşı olmuşlar.

(09 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Kuşaktan Kuşağa Travma Aktarımı

Rüyasında anne diye sayıklar Rama. Senegal asıllı Laurence Coly’nin 15 aylık kızını Kuzey Fransa’nın bir sahil kasabasında medcezir dalgalarına bıraktığı haberi onu fazlasıyla etkilemiştir. Kendisi ile yakın yaşlardaki memleketlisi böylesine kan dondurucu bir cinayeti nasıl işleyebilmiştir. Coly gibi o da beyaz bir adamla birliktedir ve dört aylık hamiledir.

Bir önceki otobiyografik filmi ‘Biz / Nous’ (2020) ile tanıdığımız Alice Diop, ‘en iyi ilk film’ ve ‘jüri büyük ödülü’nü kazandığı 79. Venedik Film Festivali’nden başlayarak ünü sinema alemine yayılan, Fransa’nın Oscar aday adayı olmuş ilk kurmaca uzun metrajı ‘Saint Omer’de 2013 yılında yaşanan gerçek bir olaydan, Fabienne Cabou’nun gizemli davasından yola çıkmış. Kurgu karakteri Rama gibi o da trajedinin izinden mahkemenin yapılacağı şirin Saint Omer kasabasının yolunu tutmuş, oturumları izlemiş, notlar almış. O dönemde böyle bir niyeti olmadığı halde, yıllar sonra kendi yaşamı ile paralellikler kurduğu bu davayı belgesel tadında bir kurgu öykü olarak çekmeye karar vermiş.

Diop’un alternatif benliği Rama’yı üniversitede verdiği dersinde tanıyoruz önce. Marguerite Duras şaheseri ‘Hiroşima Sevgilim / Hiroshima Mon Amour’dan alıntıda Nazi işbirlikçisi kadınların sıfıra vurulmuş saçları ile teşhir edildiği ünlü utanç sahnesidir bu. Partneri ile gittiği aile yemeğinde annesi ile gergin ilişkisini fark ediyor ve bebek beklediğini gizlemeye çalıştığını sezinliyoruz. Rama aynı Diop gibi duruşmayı izlemeye gidiyor.

İlk bakışta sabit kamera ile çekilmiş uzun monologları nedeni ile klasik bir mahkeme filmi izlediğimiz duygusuna kapılıyoruz. Ancak Diop’un yapıtı farklı sularda ilerleyen bir terapi sürecine dönüşmekte gecikmiyor. Kendi korkunç eylemini anlamlandırmakta zorlanan eğitimli Laurence’ın yanıt arayan gözlerinde ailesinin sömürge sonrası travmaları ile yüzleşiyor genç kadın. Film, karakterleri hakkında hiçbir ahlaki yargıda bulunmadan onların hakikatleri çözme çabalarına ortak eden tavrıyla, Laurence ile Rama’nın ortak aile tarihleri üzerinden Fransız toplumunun ‘öteki’yi aşağılayan ikiyüzlü tavrını açığa çıkarıyor.

Wittgenstein üzerine çalışmak istediği tez hocasının tanıklığında ortaya döküldüğü üzere ‘farklı bir kültüre gözünü açmış Afrika kökenli kadının, iyi eğitim almış olsa dahi, Avusturyalı bir düşünüşle ne ilgisi olabilir ki’! Kendini hep ezik ikinci sınıf vatandaş hissetmiş annesinin sömürge yılları ertesinde kızını ana dilini konuşmaktan men etmesi genç Laurence’ın bir arkadaş çevresine girmesini de engellemiştir. Yalnızlığı Fransa’daki üniversite yıllarında da sürecek olan genç kadının duruşma süreci giderek kuşaktan kuşağa aktarımın, anneden kız çocuğuna aktarılan travma deneyiminin ortaya döküldüğü gerilimli bir ‘aile terapisi’ seansına dönüşüverir. Genç kadının kederi Medea’nın trajedisine, Pasolini’nin ünlü uyarlamasının final bölümünde Maria Callas’ın hüznüne karışır. Nina Simone’un seslendirdiği ‘Little Girl Blue’ iki kuşağı acıda birleştirir. Caroline Shaw’un 8 ses için yazdığı enfes partita’sından tınılar içsel gerilimlerin dışa vurumuna dönüşür.

Alice Diop kendi toprağını, kendi hikâyesini duygusallığa prim vermeden aktarırken, Claire Mathon’un enfes kamera işçiliği ve iki oyuncusunun (Rama’da Kayije Kagame, Laurence’de Guslagie Malanda) ölçülü yorumları sakin görünümü altında nefes nefese izlenen filme büyük katkı sağlar. Son dönemin en iyi filmlerinden biri olan ‘Saint Omer’in sinema salonlarına gelişi biraz gecikmeli oldu, kaçırmamaya çalışın.

(08 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Transformers: Canavarların Yükselişi

Birkaç gün önce yapay zekânın, yöneticisinin sözünü dinlemeyip kendi bildiğine (önceki emre itaat ettiğine) hareket ettiğine, yöneticisini öldürmeye çalıştığına dair bir haber vardı. Şaka gibi, ama ürkünç. Gerçekten ne olacağını bilemediğimiz, öngöremediğimiz bir döneme giriyoruz. Dünyayı robotlar mı yönetecek?

Robotların ilk örneklerini filmlerde gördük. Filmlerde gördüklerimizin yaşanacağını, hayatımızı belirleyeceğini düşünerek kendimizi hazırladık. Kimi zaman iyi şeyler de çıktı, kimi zaman yanlışlıklar serisi de belirleyici oldu. Yapılanların ne sonuç vereceğini bilemediğimizi kabûl etmemiz gerekiyor. GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizmalar) yiyecekler, açlığa çözüm bulacağı inancıyla geliştirildi, ama öyle olmadığı çok kısa bir zaman içerisinde görüldü. Ama yine GDO’lu ürünlerin yaşamamızı ne denli değiştirdiğini de kullanabildiklerimizden biliyoruz. Demek ki, robotlar da yaşamımızda şimdikinden çok daha etkin yer alacak. İnsan zaten zorunlulukları nedeniyle değil mutluluğu ve huzuru için barış içinde yaşamalı. Teknoloji geliştikçe birçok şey değişti, değişecek. İnsanlar daha az çalışacak; gezmeye, görmeye, eğitime, bilime daha çok zaman ayırabilecek. İşleri robotlar yapsın.

Önceden görme işine liderlik diyoruz

Sanatçılar hep önceden görüyor ve işaret ediyorlar… Georges Méliès, 1902’de “Ay’a Seyahat” filmini yaptığında, insanların Ay’a gidebilecekleri hayal bile edilmiyordu. Jules Verne de benzer romanlar yazmadı mı? Aradan geçen yıllar, onların öngörüleri doğrultusunda çalışan bilim insanları tarafından tahayyül edilenlerin gerçekleşmesini sağladı.

Sinemacıların, yine teknolojiyle doğru orantılı, hayalleri geliştikçe beyazperdeye yansıyanlar daha da güzelleşti, ilginçleşti… Bunların başında Transformers serisi geliyor. Bizim kuşağın karada ve suda giden araba sevdası, bugünün çocuklarında Transformers ile hayatı değiştiren arabalara dönüştü.

Görselliği yüksek Transformers’ların her geçen gün gelişmesi doğal, buna da bağlı olarak yeni temalar, yeni arabalar, yeni modeller ve yeni insanlar katılıyor aralarına.

Bu kez Güney Peru’daki 15. yüzyıl Inca kalesi Machu Picchu’da, 1887’de bıraktığımız Transformers’ların duygularını yakalamaya çalışıyoruz. Yıl, 1994 olmuştur, temel aktörler değişmese de birçok giren ve çıkan vardır filmin kadrosuna. Görüntüleri çekip bilgisayarlar yardımıyla stüdyoda filme dönüştürmek yerine, yerinde çekimler yapılınca daha bir ‘canlı ve dinamik’ olmuş perdeye yansıyanlar.

Sinemanın 37 sözcüğü var, biliyorsunuz: İyi – kötü, zengin – yoksul bunların en çok kullanılanı. Bu dramatik yapıda da iyi – kötü çatışması var; tek farkla iyiler de araba, kötüler de… Dünyayı ele geçirmek isteyen kötülere karşı mücadele eden iyilere bu kez iki siyahi genç de katılıyor: Noah Diaz (Anthony Ramos) ve Elena Wallace (Dominique Fishback). Sürükleyici ve dolu bir film. Hayalin ne kadar gerekli olduğunun kanıtı da aynı zamanda.

09 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(08 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Doktor Teşhisi Koydu: Suçlu: Korkuyorum

Spritüel inanışları olanlar, yaşamı belirleyenin anne baba değil, çocuk olduğunu ileri sürer. Ne kadar doğrudur, bilinmez. Beau is Afraid (Korkuyorum) bunun tam tersini söylüyor. Ancak biz inanışların, düşüncelerin ya da beklentilerin değil filmin üzerine düşünelim…

İnsanın yaşamını ailenin çocuğa verdiği eğitim belirler. Kim ne derse desin, bu kesin. Korkuyla büyütürseniz pısırık biri olur, değer vermişseniz özgüvenli bir kişilik geliştirir, örnekleri uzatmak mümkün. Bu, çevrenin, toplumun değer yargılarının önemsiz olduğunu değil, aileden gelenin üzerine konduğu için daha da güçlendirdiğini gösterir. Muhakkak ki böylesi genellemeler her zaman doğru çıkmaz… ancak yine de hemen her konuda bir genellemeyle yüz yüze kalırız.

Ari Aster’ın, Joaquin Phoenix’i başrolünde oynattığı “Korkuyorum” filmi, uzunluğunun ötesinde izleyiciye, yaşamını gözler önüne sermek amacıyla bir ayna tuttuğu için hem ürkütücü hem de kasap çengeli örneği soru işaretleriyle dolu. Beau Wassermann (Phoenix), anne bağımlılığından kurtulamamış, tedirgin, kimseyi üzmemeye, kimseye bulaşmamaya kararlı, yalnız, yapayalnız biridir. Babasının ölüm yıldönümünde, annesinin yanına gitmek üzereyken tanırız onu. İlk düğme yanlış iliklenirse tümü yanlış olur ya, Wassermann’ın da başına bir sürü iş gelir, hem de “bu kadarı da olmaz” diyebileceğimiz kadar.

Bir Kafkaesk öykü

Yabancılaşma, dışlanma, kimlik sorunlarını tedirgin edici anlatan Kafka tipi yapıtlara Kafkaesk dendiğini biliyoruz. Wassermann da yukarıda sayılan tüm özellikleri barındırıyor kendinde…

Peki, film korkutucu mu? Hayır. Öyleyse iğrenç… O da değil. Ya ne öyleyse? Yüzünüze tutulan bir ayna sadece.

Üç (bir dakika kısa sadece) saatlik filmi, hiç sıkılmadan izleyeceksiniz. Dört bölüme ayırabiliriz. Birincisi içine düştüğü bunalım, altından nasıl kalkacağını bilememesi… İkinci ve üçüncü bölümlerde o içine düştüğü bunalımın sarsıcı etkileri… Sonunda ise “ey izleyici, sen ne düşünüyorsun”. Karşılıklı bir etkileşimden söz edebiliriz. “Sineklerin Tanrısı”nı hem roman hem film olarak anımsarsınız muhakkak. Kurgu olduğu açıklandı, insanın özünü yansıtmadığı ve aslında insanın iyi olduğu belirlendi bilimsel açıdan. Tam da bu filmle çakıştığı nokta burası: İnsan nefret edilecek kadar kötü müdür? Yoksa başta aile olmak üzere, çevre, eğitim, siyaset ve ekonomi sistemi mi kötü hale getiriyor insanı? Beau, insanın en temel hak ve özgürlüklerinden biri olan cinselliği bile yaşayamamış bu nedenle. Kaygılarımız, korkularımız, şüphelerimiz, sancılarımız ve beklentilerimiz hep ailenin oluşturduğu iskelet üzerine yükseliyor; tabii ki, diğer etkenler de tamamlıyor.

09 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(07 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Bellek Avcıları

76. Cannes Film Festivali’nde özel gösterimi yapılan ‘Hypnotic: Zihin Avı / Hypnotic’ sıcağı sıcağına bizde de gösterime girdi. Film, parkta oynarken gözlerinin önünde kayıplara karışmış 11 – 12 yaşlarındaki kızının izini süren kederli polis Danny Rourke’un (formunda bir Ben Affleck) terapi seansı ile açılıyor. Öfkesini ve küçük Minnie’yi bulma umudunu hiç kaybetmemiş olan görmüş geçirmiş kanun adamı kendini ayakta tutmak için görevine döndüğünde bir banka soygunu haberi alıyor. Bir hafta içinde ‘Bank Austin’in 2 ayrı şubesine saldırılar düzenlenmiş, soyguncular nakde dokunmadan sadece bir kiralık kasayı alarak kayıplara karışmıştır. Bankaya hırsızlardan önce ulaşmayı başaran Rourke ihbarda belirtilen kasada kızının fotoğrafını bulur. Fotoğrafın üzerinde ‘Lev Dellrayne’ı Bul’ notu vardır.

Daha sonra Dellrayne’in (William Fichtner) dünyanın en büyük zihin avcısı olduğunu öğreniriz. Adından da çıkarılacağı gibi zihin avcıları (ya da filme özgün adını veren hipnotikler) başkalarının zihnini yönlendirebilen, alternatif bir gerçeklik yaratmak suretiyle insanlara istediklerini yaptırma yetisine sahip kişilerdir. Öfkeli polisimiz çok gizli bir hapishaneden firar etmiş Dellrayne’in derin büronun emriyle kızının kaçırılmasını organize ettiğine ikna olmuştur artık. Kendi de bir hipnotik olan yerel tarot okuyucusu Diana Cruz (Alice Braga) aynı alemin hacker ve gizli ajanları ile iş birliği halinde büyük sırrın peşine düşer. Lakin hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

‘Zihin Avı’nın yönetmen koltuğunda Robert Rodriguez oturuyor. Meksika asıllı aileden gelen Texas’da yetişmiş sinemacı ilham aldığı B tipi yapımlar ve özellikle John Carpenter filmlerinin etkisiyle 24 yaşındayken gerilla usulü çektiği çok düşük bütçeli ‘Gitarım ve Silahım / El Mariachi” (1992) ile sinema evrenine sağlam bir giriş yapmıştı. Sonradan imkânları daha fazla ve başrolde Almodovar’ın gözdesi Antonio Banderas’ın star katına yükseldiği serinin devam öyküleri ile [Desperado’ (1995), ‘Bir Zamanlar Meksika’da / Once Upon A Time In Mexico’ (2003)] ününü perçinleştirdi. ‘B movie’ aleminin büyük hayranı Quentin Tarantino’nun senaryo yazımına dahil olduğu ve oyuncu olarak yer aldığı çılgın vampir fantezisi ‘Günbatımından Şafağa / From Dask Till Down’ (1996); yine Tarantino’nun ‘Ölüm Geçirmez / Death Proof’u ile birlikte 2 Film Birden ‘Grindhouse’ konseptine dahil olan ve 60’lar 70’ler istismar sinemasına coşkulu bir saygı duruşunda bulunan 2007 yapımı ‘Dehşet Gezegeni / Planet Terror’ ile ses getirdi.

Bugün 55 yaşında olan Rodriguez’in en özgün yapıtları stüdyo sisteminin tutsaklığına girmediği bağımsız filmleridir. ‘Zihin Avı’ aile içinde tam bağımsız kotarılmış. Hikâye Rodriguez’in. Senaryoda ortak imzası var. Görüntü yönetmenliğinde Pablo Berron ile ortak yine onun imzasını görüyoruz. Kurguyu oğlu Rocket ile birlikte üstlenmiş. Filmin etkileyici (hadi hipnotik diyelim) müziğini diğer oğlu Rebel bestelemiş. Rodriguez’in öyküsü sürprizleri ve ters köşeleriye soluk soluğa izleniyor. Deneyimli sinemacının en akıllı hamlesi ise, ilerleyen yaşına karşın heybetli fiziği ve star personası ile hâlâ çekici olan Affleck’i Danny Rourke rolünde oynamaya ikna etmesi olmuş. Marvel patentli pahalı prodüksiyonların piyasayı domine ettiği günümüzde bu mütevazı bağımsız yapım ne kadar izleyici toplar bilemem, ama ilerde kültleşeceği kesin.

(07 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Kadınların Ailelerden Çektikleri… Saint Omer

Hatırlar mısınız, birkaç yıl önce, bir anne, ailesine -çocuğu olduğunu gizlediği için- bayram ziyaretine giderken bebeği beşiğine yatırmış, biberonu da doldurup yanına bırakmış. Bayram dönüşü, bebeğinin ölüsünü kapıp hastaneye götürmüştü de haberlere konu olmuştu. O anne, hangi nedenlerle bebeğinin olduğunu gizlemişti ailesinden, neden korkmuştu aile büyüklerinden? Sahi, ne yaparlardı acaba, kendisine ve çocuğuna?

Bir de, seçimler nedeniyle yapılanlar / yapılamayanlar belirlenirken, 300’ü aşkın polisin intihar ettiği haberi vardı medyada… Doktorlar, hemşireler, subaylar, öğretmenler, öğrenciler de eklendiğinde sayı inanılmaz düzeye çıkıyor. Nedenini kimse soruyor mu?

Buna benzer soruları sormadığımız sürece hem bebekler ölür hem intiharlar çoğalır hem de iş cinayetleri önlenemez. Bu çok önemli konu yerine, bizim ülkemizde kadınların özgürlüklerinin kısıtlanmasına çalışır siyasi partiler ve doğal olarak iktidar. Hatta o kadar ileri gider ki, kendisinin önerdiği, İstanbul’da yapılan toplantılarla kabul edilen sözleşmeden bile çıkmayı kendine yedirir.

Filmin öyküsü…

Ailesinden ayrı, yaşlı sevgilisinin yanında kalan genç üniversite öğrencisi Laurence Coly (Guslagie Malanda), cidden ruhsal bunalıma düşmüştür. Bırakın okula gitmeyi, kendini eve hapsetmiş, yalnızlaşmış, birlikte yaşadığı erkeğin bile “görmediği” biri haline gelmiştir. Bir de hamile kalmıştır, partnerinin bile haberi yoktur… Hamileliği boyunca çektiği sıkıntıların üstüne kimseden “değer” görmeyince, bebeğini kumsala bırakır. Tabii, yakalanır ve yargılanır. Saint Omer, o mahkemenin filmidir. Belgesel tadında, yalın, süssüz, kamera hareketlerinin en aza indirgendiği, ama seyirciyi koltuğuna çivileyen bir film. Alice Diop, Amrita David, Marie Ndiaye’nin yazdığı, Alice Diop’un yönettiği bu ilk film gerçekten büyük ödüllerle başarısını kanıtlıyor.

Edebiyatçının bakışı…

Öykünün içinde bir diğer öykü de roman yazarı akademisyenin yaşadıklarıdır. O da tıpkı Coly gibi, beyaz bir erkekle birliktedir ve dört aylık hamiledir. Filmin kesişme noktalarından biri Rama’nın (Kayjie Kagame) üniversitede, derste görüntülerini gösterdiği İkinci Dünya Savaşı sırasındaki kadınların durumu üzerine örnekler verdiği ünlü “Hiroşima, Mon Amour” (Marguerite Duras) filmidir. Daha film bitmeden kafaları tıraşlanan kadınların yüzündeki hüzün izleyicinin kafasında soru işaretleri oluşturuyor, kasap çengeli örneği.

Kadınların yaşamına müdahalenin bu kadar çoğaldığı, yaşam ve özgürlük mücadelesinin polis zoruyla engellendiği Türkiye’de, özellikle kadın bilinçlenmesi için herkesin izlemesi gereken, çok önemli bir film. Hatta, biraz daha ileri gidip, çocuklarınızın, doğacak torunlarınızın da izlemesi için arşivlemenizi öneririm.

09 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(05 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Örümcek Kulübüne Hoş Geldiniz

Örümcek-Adam animasyon serisinin ilki büyük beğeni ile karşılanmış ve uzun metraj canlandırma kategorisinde Oscar dahil 80 küsur ödülle kucaklaşmış olan devam filmi ‘Örümcek-Adam: Örümcek Evrenine Geçiş / Spider-Man: Across the Spider-Verse’ dış sesin ‘Bu sefer farklı bir şey yapalım’ sözleriyle açılıyor. ‘Hayat ona sert vurdu, tek ona değil tabii. Sonra yalnız kaldı, bir tek o değil tabii’ diye devam ediyor. Gerisini bildiğimizi sanıyor muşuz ama bilmiyor muşuz! Serinin bu defa değişen üçlü yönetmen ekibi (Joaquim Dos Santos, Kemp Powers ve Justin K. Thompson) ile büyük emek vermiş animasyon takımı, kuşaklar boyu hayranlarını peşinden sürüklemiş Marvel aleminin bu en duygusal, en kırılgan süper kahramanı hakkında söylenecek yeni şeylerin olduğunu dış ses aracılığı ile böyle haberliyor.

Aslına çok daha uyumlu bir biçimde çizgi karakter olarak karşımıza çıkmasıyla birlikte hem öykü çeşitliliğinin hem de görselliğin çıtasını yükselten ilk filmde (Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde / Spider-Man: Inside the Spider-Verse) bunun başarılı bir örneğini izlemiştik. Serinin ikinci bölümü görsellik ve hikâye anlatımında sınırları daha da zorlayan, ilkinden de başarılı bir çalışma olmuş. İlk filmin sonunda kendi evrenine dönüş yapan örümcek kız Gwen Stacy, hem çoklu evrenin geleceğini tehdit eden (Kingpin’in sebebi olduğu) büyük çarpışmanın yaralarını sarmaya hem de dünyamızın halihazırda rüştünü ispat etmiş tek örümcek adamı olan Miles Morales’i görmek için Brooklyn’e dönüş yapıyor. Alchemax’daki işini, ailesini ve yüzünü kaybeden ve bundan Miles’ı sorumlu tutan öykünün yeni kötü adamı Spot ile kapışıyorlar önce. İkili daha sonra, Miles’ın ısrarıyla, Spot’un çoklu evrende açtığı ve açmaya devam edeceğini duyurduğu geçitlerden paralel evrene süzülerek Örümcek Kulübü’ne kapağı atıyor. Rahmetli Stan Lee ile Steve Ditko’nun yaratıcısı olduğu ve yıllar içinde çoklu karakterlere dönüşen örümcek adamlar (ve de kadınlar) toplumunda Miles yalnız değildir artık. Ancak bir hayat bağı ile hepsinin yaşamı birbirine bağlıdır. Hikâye değiştiği anda paralel evrenlerdeki akışlar bozulup tüm boyutlar çökecektir. Lakin komiser babası tehdit altında bulunan Miles kalıpları yıkmaya, hikayeyi kendi istediği şekilde yazmaya kararlıdır.

Böylesine dur durak bilmeyen bir tempoya ve karakter çeşitliliğine sahip çılgın bir hikâyeyi okumak yerine izlemeye ve perdedeki coşkun enerjinin bir parçası olmaya davet ediyorum sizleri. Alabildiğine yaratıcı bir biçimde kaleme alınmış senaryosu, zekâ ürünü espriler, ince bir mizah, ayrımcılığa dair dayanılmaz bir sosyal hiciv içeriyor bu devam filmi. Dudak uçuklatan canlandırma çalışması, renkler ve gölgeler, çizgi roman karesindeki üst yazılar, çılgın detaylar, kendi kinetik gerçekliği dahilinde tüm aksiyon sekansları, duygusallıktan hiç de geri durmayan gerçek olmayan evrenin ‘çok gerçek’ anlatısına hizmet ediyor. Filmin belki de tek kusuru Brooklyn’e dönüş macerasının yarıda kesilmesi olmuş. 2 saat 20 dakikalık film çizgi roman geleneğine uygun olarak ‘Devam Edecek (To Be Continued)’ ibaresi ile noktalanıyor. Çizgi roman tutkunu olduğumuz çocukluk günlerimizde en heyecanlı yerinde kesilen maceranın devamı için bir hafta sonrasını iple çekerdik. Bu maceranın final bölümünün 29 Mart 2024’te gösterime gireceği duyuruldu. Beklemeye değer.

(01 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Dali Efsanesine Yüzeysel Bir Bakış

20. yüzyıl sanatının tartışmasız en önemli figürlerinden biri olan Salvador Dalí üzerine bir film izlemek kuşkusuz ilgi çekici. Picasso’dan esin almış, gerçeküstücü akımın en önemli temsilcisi olmakla kalmayıp heykel, fotoğrafçılık gibi başka alanlarda da eserler üretmiş olan 1904 doğumlu çok yönlü sanatçı, yedinci sanatın ustalarından memleketlisi Luis Buñuel ile birlikte çektiği ‘Bir Endülüs Köpeği / Un Chien Andalou’ (1929) ile avangard sinemanın en önemli örneklerinden birine de imzasını koymuştur. 1931 tarihli ‘Belleğin Azmi’ onu sürrealist ekolün en büyüğü haline getirmiştir. Dünya prömiyeri Toronto Festivali’nin kapanış filmi olarak gerçekleşen ‘Dali Diyarı / Daliland’ bu eksantrik yaratıcının 70’li yaşları ile başlıyor hikâyesine. 1974 yılında dönemin pop art çılgınlığına kapılmış New York sanat çevresinin gözbebeğidir Dalí. Ona eşliğin yanı sıra menajerlik ve hatta annelik yapmış, üzerinde derin bir hakimiyet kurmuş Gala ile birliktedir. Kış aylarını gençlik yıllarından beri yanından ayırmadığı karısı ile birlikte St. Regis Oteli’ndeki ultra lüks rezidansta geçirirler.

Kariyerinde ‘I Shot Andy Warhol’ (1996) ve 1969 yılında Sharon Tate ve dostlarını hunharca katletmiş Manson tarikatından kadınların öyküsünü anlatan ‘Charlie Says’ (1981) gibi filmler bulunan deneyimli yönetmen Mary Harron için Dali’nin 70’li yıllarına eğilmek kağıt üstünde ilginç gözüküyor. Ancak o yılların havasını solumuş olan sinemacı, dönemin yükselen pop art kültürü ve modern sanatın meta haline gelişinin zirvesinde yaşananların çılgın magazin boyutundan öteye geçemiyor yazık ki.

Dalí’nin asistanı sanat okulu mezunu genç James ile birlikte daldığımız bu göz alıcı evren çağın tüm aşırılıklarını barındırıyor. Çevresindeki genç erkekleri San Sebastian, alımlı genç kızları Ginesta diye çağıran yaşlı ressam ilerlemiş yaşında eser üretirken beslendiği cinsel enerjiyi onları sevişirken gözetleyerek depoluyor. En büyük gözdesi ‘Jesus Christ Superstar’ın başrolünü kapmış Hz. İsa görünümlü genç şarkıcı ile aşk yaşayan elektrikli yılan balığı libidosuna sahip Gala da karşısına çıkan her yakışıklı genci yatağına atmaktan geri durmuyor. Paranın su gibi aktığı partilerin finanse edilebilmesi için zengin tabakanın bir kumbara olarak gördüğü resimlerden, taş baskılardan daha daha çok üretmelidir yaşlı Dalí. Büyük şehirde sudan çıkmış balığa dönen Ohio’lu James’in en önemli görevi de disiplinli üretkenliğini arttırması için yaşlı adama göz kulak olmaktır.

Harron bütçe sorunu nedeniyle dış çekimlerde 70’li yıllar Manhattan’ına dair eski kayıtlardan yararlanma yoluna gitmiş. Telif haklarından olsa gerek Dali’nin yazının başlangıcında sözü edilen ve zaman kavramını farklı bir biçimde yorumlayan ünlü yapıtı namı diğer ‘Eriyen Saatler’ ve üstadın öteki şaheserleri de filmde yer alamamış. Buna karşılık, stüdyoda kotarılmış Dali evrenini ilginç ayrıntılar ve parlak oyunculuklar destekliyor. Filmin yapımcılığını da üstlenen -eski Gandhi- Ben Kingsley deli ve dahi ressamı, Gala’yı ise uzun zamandır perdede görmediğimiz -eski Rosa Luxembourg ya da Hannah Arendt- Barbara Sukowa canlandırıyor. Olan biteni onun yorumundan izlediğimiz James’te ise ilk sinema deneyiminde parlak bir başlangıç yapan Christopher Briney yer almış. Filmin son bölümü sanatçının bir tür inzivaya çekildiği İspanya’nın sahil kasabasında geçiyor. Geri dönüşlerde -yakında Marvel’in ‘Flash’ı olarak boy gösterecek olan- Ezra Miller sanatçının gençliğini canlandırıyor kısa süreliğine. Lakin bu sahneler de klişe birkaç cümlenin yüzeyselliğini aşamıyor.

(31 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]