Kategori arşivi: Yazılar

Geçmişin Hayaletleri

Sinemanın geçtiğimiz yüzyılın en etkin iletişim aracı olduğu konusunda kimsenin şüphesi yok. Filmlerin çocukluğumuzdan başlayarak hayatımızın heyecanlı, keyifli ya da üzüntülü anılarımızda her zaman yeri olmuştur. Bu nedenle sinema tarihine ilişkin yapıtlar her zaman büyük ilgi çekmiştir. Bunu iyi bilen ve sinema tarihine tutkunluğu ile tanınan Amerikalı sinemacı Damien Chazelle en iyi yönetmen Oscar’ını kazandığı bir önceki çalışması 2019 yapımı ‘Aşıklar Şehri / La La Land’de Hollywood’u Hollywood yapan eski usul müzikal filmlere göz kırpmıştı. Filmin rol kapmak için yanıp tutuşan aktris adayı ile kendi kulübünde klasik caz geleneğini yaşatma hayalleri kuran piyanistin Los Angeles eğlence dünyasının karmaşası içinde yeşeren renkli aşkları çok ilgi görmüş, çiftin cinsellikten arınmış eski usul romansı nostaljik rüzgarlar estirmişti. Bu hafta bizde de gösterime giren ‘Babil / Babylon’ yönetmenin aynı formülden yola çıkarak yıllardır hayalini kurduğu sinemanın ilk dönemine dair yeni çalışması. Adını D. W. Griffith imzalı 1916 yapımı ‘Hoşgörüsüzlük / Intolerance’ın ünlü epizodundan almış olan film, sinema sektörünün özgürce büyüyebilmek için bakir alanları keşfe çıktığı 1920’li yıllarda başlıyor. Film yapım ve gösterim haklarını elinde tutan Edison tröstünün hukuki etki alanından uzaktaki Batı kıyılarına yönelen bağımsız yapımcıların, uçsuz bucaksız kurak topraklarda yeni bir kenti ve ilerde dünyanın başat güçlerinden biri haline gelecek olan Amerikan Sinema Endüstrisi’nin temelini attığı, gözüpek girişimcilerin halkın en ucuz eğlencesi olarak çok sevilmiş film üretimini bağımsızca gerçekleştirdikleri ve çölün ortasında büyük servet imparatorluklarının inşa edildiği yıllardır bunlar.

Naif ‘La La Land’in tasvirinden farklı olarak, aşırılıklarla yüklü bir kutlama sekansı ile açılıyor ‘Babil’. Los Angeles’ın kırsal bir kasabadan dünyanın en büyük megapollerinden birine dönüşme sürecinin başlarında, dönemin ünlü yapımcısı Wallach’ın çöl ortasına kondurulmuş kitsch malikanesinin kabare tarzı tasarlanmış devasa balo salonunda, içkinin su gibi aktığı, kokain ve benzeri uyuşturucu maddenin havada uçtuğu, toplu seksin gemi azıya aldığı çılgın parti sektörün ünlü isimlerini ağırlamaktadır. Yine ‘Hoşgörüsüzlük’ setinden ithal edilmiş izlenimi veren kocaman bir filin partinin göbeğine daldığı bu histerik eğlencede, kendini doğuştan yıldız olarak gören ve yükselen sektörde ışıldamak için her yola eyvallah diyen seksi Nellie LaRoy (Margot Robbie) sabaha bağlanan gecenin kazananı olurken, genç kızın albenisine karşı duramayıp melankolik bir tutkunun izini sürecek olan Meksika göçmeni Manuel (Diego Calva) oyuncu asistanlığından yapımcılığa kadar yükselecektir.

Açılış partisini takip eden, çöllük alanda kurulmuş ve her birinde ayrı türden filmlerin çekildiğine tanıklık ettiğimiz fabrikasyon film üretiminin karmaşasını sergileyen uzun sekansta sinefillerin gönlünü fazlasıyla hoş edecek başarılı bir bölüme imza atıyor Chazelle. Nellie’nin şehvetli hizmetçi tiplemesi ile şöhret basamağını hızla tırmanmaya başladığı, Manny’nin set görevlisi olarak kendini kabûl ettirdiği zamanlardır bunlar. Ancak sinemada her şeyin değişmekte olduğu sesli filme geçiş yılları, dönemin seksi Hollywood yıldızı Clara Bow’un öyküsünden esinlendiği söylenen Nellie karakterinin yükselişine set çekecek, endüstride değişen ahlâki kodlar doğrultusunda New Jersey’li görgüsüz kumar düşkünü genç kızdan bir hanımefendi yaratma deneyimi başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Aynı süreçte filmin bir diğer önemli karakteri olan ve Greta Garbo’nın ünlü partneri John Gilbert’ı akla getiren karizmatik aktör Jack Conrad (formunda bir Brad Pitt) sesli sinemaya geçiş sürecinde aynı başarıyı yakalayamayacaktır.

Tüm bunların -finalde perdeye gelecek olan ‘Yağmurda Şarkı / Singin’ in the Rain’ başta olmak üzere- çoktan sinemanın sinemaya baktığı filmlerin klişesi haline dönüştüğü için büyük bir etki yarattığını söyleyemem. Son bir saatte dağılan ve tekrara düşen hikâye ana karakterler üzerine derinleşemediği gibi, hayli uzatılmış ikinci bölümde hızlı tarih sıçramaları filmin yararına işlemiyor. Atıf yapıldığı antik Babil’in şatafatlı görkeminden Melekler Kenti’nin karanlık çukurlarına, Tobey Maguire’ın canlandırdığı mafya babasının tuhaf malikanesindeki Tarantinovari bölümden nostaljik finale doğru son sürat koşan filmden geriye ‘Aşıklar Şehri’nin Oscarlı ustası Linus Sandgren’in hayranlık uyandıran görüntüleri ve de Chazelle’in ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) ile onu şöhrete kavuşturan yarı otobiyografik ‘Whiplash’te (2014) tanığı olduğumuz caz tutkusunu paylaşan gözde bestecisi Justin Hurwitz’in enfes müzikleri kalıyor. Bir de dönemin Cosmopolitan ve Photoplay gibi dergilerine makaleler yazmış İngiliz pembe roman yazarı Elinor Glyn’den esinlenen feleğin çemberinden geçmiş kurt magazincinin (Jean Smart) eski şöhretini yitirmiş aktöre söylediği şu sözleri: ‘Daha yüzlerce Jack Conrad olacak. Senin zamanın doldu, üzgünüm. Kimse geride bırakılmak istemez ama ilerde, biz bu dünyadan çoktan göçüp gittiğimizde sen filmlerde yaşamayı sürdüreceksin. Zirvede uzun kaldın ama buraya kadar. Sana bir armağan bahşedildi, bundan sonra melekler ve geçmişin hayaletleri ile birlikte yaşamayı sürdüreceksin.’

(20 Ocak 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Babil: Perdedeki Her Şeyin Bir Anlamı Vardır

Efsaneye göre, tanrı, bir kule inşa ederek kendisine ulaşmaya çalışanların yaşamlarının çok da istediği gibi olmadığını görünce kuleyi yıkar. Babil’in hikâyesi, aslında bu. Peki, bu hafta sinemada gösterime giren Babil’in hikâyesi ne? Sanki aynı amaç uğruna, aynı nedenlerle, aynı şekilde bir yıkım. Bir film gibi, bir film sektörü penceresinden izliyoruz…

Yönetmen Damien Chazelle, düşlediği öyküyü senaryolaştırmadan önce sinemanın o herkesin dimağında yer eden önemli örneklerini izlemiş. Asıl önemlisi dünyanın o döneminin sosyopolitik konumunu da belirlemiş ve sinemayla bağdaştırmış. Sinemayı anlatmak dünyayı anlatmaktır. Dünyayı anlatmak da sinemayla çok daha kolay ve hızlı olur. Her ne kadar üç saati aşkın olsa da bir dönemin her şeyini yerleştirmiş Chazelle.

Babil, destansı, insanı allak bullak eden bir film. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni sosyopolitik ortamda birden yükselen yeni bir yaşam var. Kaybeden Avrupa’dan kazanmanın yollarını bulan Amerika’ya inanılmaz bir akış söz konusu. Peki, bu yükseliş nereye kadar sürecek? Yanıtı 1929 ekonomik buhranının içinde…

Teknolojinin açtığı yol

1926 yılıyla açılan filmde, şaşaalı bir yaşam, su gibi akan alkol, kilolarca uyuşturucu, silah ve seks, hatta eşcinsel ilişkiler iç içe, kimsenin bir diğerini umursamadığı bir ortam… Sessiz sinemanın ünlü yüzleri de içlerinde tabii, olmazsa olmaz.

Aradan geçen yüzyıla rağmen günümüzde hâlâ aynı koşullarda (son 10 yılda biraz düzelse de) çalışan ve yine hâlâ sektör olmayı başaramamış sinemamızın durumunu gözler önüne seriyor. Öyle bir şey ki, bir tarafı görüyorsunuz çok ilginç ve çok büyüleyici, öte tarafı görüyorsunuz alabildiğine rezil ve iğrenç. İzleyici olarak iki arada bir derede kalsanız da, film sizi çekip çıkaracak o ikilemden.

Hollywood gibi Yeşilçam’a da herkes ünlü bir artist olmak için gelir, fırsatını bulur da kendini gösterebilirse adını jeneriklere yazdırır. Nellie LaRoy da (Margot Robbie) onlardan biri, tıpkı Manny Torres (Diego Calva) gibi. Neyse ki bu ikili olanakları iyi değerlendirir ya da kendilerini göstermeyi başarır. Manny, tam prodüktörlerin aradığı biridir, tuttuğunu koparan. LaRoy, ağla dediklerinde gözyaşları sel olan, ama çekim durunca da umursamaz, deli dolu genç kız haline hemen dönebilen… bu iki karaktere film çekilir(di), çekildi işte. Jack Conrad (Brad Pitt) ise en parlak dönemini yaşayan ünlü ve çok çapkın oyuncu.

Sessiz filmler çağı

Filmlerde ses yoktur, gerek konuşmalar gerekse anlamlı bağlantılar ara kartonlarıyla aktarılır. Oyuncuların ağızlarındaki sözlerin bir anlamı yoktur, yüzlerinin güzelliği yeterlidir. Ancak teknoloji durduğu yerde durmadığı için filme ses eklenir. (Babil bir kez daha gündemde: Tarihteki Babil Kulesi yıkılınca 72 dil birden çıkar ortaya.) Sesi cırtlak, aksanı olana artık perdede yer yoktur. (Dublajlı filmlere daha çok zaman var besbelli.) Ses kaydı için kesin sessizlik (bir dönem bizdeki sükût) gerekir. Değirmen gibi ses çıkaran kameralar bir kutuya girer (blind kamera box). Işıkların altında terlemeden çalışmak mümkün değildir. Yönetmen Chazelle bu unutulmuş ayrıntıyı unutmaz. Bir unutmadığı da özellikle figüranların hiç değerinin olmadığıdır. Karın tokluğuna çalış(tırıl)ırlar, emekleri değer görmez; ses bile çıkaramazlar, çünkü silahla kovalanırlar. Askerdeki eğitim zayiatı (ne büyük acıdır) gibi çekimde ölen, öldüğüyle kalır.

Hayat bir filmdir ya da tam tersi…

Film bir hayattır. Babil’in anlattığı da bu zaten. dünyada yer yerinden oynuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlar yaşamını kaybetmiş, ülke sınırları değişmiş, ekonomiler altüst olmuş ama sinema yeni düşler peşinde.

Damien Chazelle, bir öykü örgüsü çerçevesinde sinemanın hayatın ta kendisi olduğunun da ayırdında, bir dönemi çok hızlı, çok renkli, çok müzikli, çok hareketli, çok güçlü, çok pahalı ve tabii çok ucuz yaşamları da katarak anlatıyor. O renklerin, o ışıkların, o hareketliliğin, o hızın içinden ne süzerseniz o.

(20 Ocak 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Korsaj: Devlet ve Kişi İlişkileri de Ayrılmalı…

Din ve devlet ilişkisinin ayrı olması gerektiğini kabul ediyoruz. İkisi birbirinden ayrı olarak kendi yolunda yürümeli… Peki, devlet ve kişi ilişkilerinin de ayrı tutulması gerekmez mi? İnsanlar kendi düşünceleri doğrultusunda, kendilerince karar verip o yolda yürüyebilmeli… Devlet görevlilerinin de ya da Korsaj filminden el alırsak kraliçenin de kendi bildiğince yaşamasının bir sakıncası var mı?

Bence yok.

Avusturya Macaristan İmparatoriçesi Elizabeth, (Vicki Krieps) o zamanın yaşlılık ölçütü gereği 40 yaşına gelince “artık yaşlandı, yerine yeni birinin gelmesi gerekir” düşüncesini gerek çevresinde gerekse imparator Franz Joseph’in (Florian Teichtmeister), yani kocasının aklından uzaklaştırmak için her şeyi dener. Birkaç denemede hedefine ulaşamasa da yeğeniyle yatmayı başarır. Ancak bu kez baltayı taşa vurmuştur, yeğen eşcinseldir.

İmparator başta olmak üzere, oğlu ve diğer tüm devlet erkanı ile ilişkileri kötüdür. Çünkü asıl amacı kendini yaşamak, yaşayabilmektir. Tolstoy’dan el alarak, Nurcan Baysal’dan aktararak söylersek, “sevdiklerini kadere bırakamazsın”. Bu, imparatoriçe için de belirleyicidir, monarşiler için olduğu kadar. Elizabeth’i sıkan korse sadece belinin 45 cm olarak görünmesini sağlamıyor; aynı zamanda yaşanan o şaşaalı ve bir eli yağda bir eli balda yaşamın insanın beklentisine yetmediğini de gösteriyor.

Jin jiyan azadi

Fotoğrafın hareketli olanına sinema diyorsak eğer -ki öyledir- sinemanın başlangıç yıllarında neyin nasıl yapıldığını da gösteren Yönetmen Marie Kreutzer, belgesel gibi alabildiğine yalın, alabildiğine şeffaf ve alabildiğine renkli (buradaki renk, yaşamın her anına, her alanına değmesi anlamında) bir film çekmiş. Bu boyutuyla da ilginç olan film, kadın duyarlığını yansıtıyor doğal olarak. Kendi yaşamınızla özdeşleştirirseniz, aradan geçen 200 yıla (ve tabii, gerek teknolojik gerekse sanayi değişimlerine) rağmen insana değer verilmesi anlamında hiçbir şey değişmediğini görürsünüz… Hele kadınlara hiç! O zaman da aynı şimdi de. İmparatoriçe olsa bile…

(19 Ocak 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Dört Duvar Melankoli

‘Kimse kimseyi sevmez. Herkes başkalarında ne istiyorsa onu sever. Bir de olmak istediğimiz hali seven herkesi severiz.’ Bu sözler Avusturya – Macaristan imparatoriçesi Elisabeth’in ağzından dökülüyor. Hani şu Viyana’da hediyelik eşyalara basılı portresinden aşina olduğumuz tarihi şahsiyetten söz ediyorum. Biz onu ‘Sissi’ olarak biliriz diyenleriniz çıkacaktır. Hâttâ yaşı tutanlar onu sinema tarihinin trajik bir son ile erken yaşta aramızdan ayrılmış divası Romy Schneider’in sinemaya adım attığı üç filmlik pembe ‘Sissi’ maceralarından anımsayabilir. Sinemalarımızda halen gösterimi süren Belçikalı Marie Kreutzer imzalı ‘Korsaj / Corsage’, 19. Yüzyıla damgasını vurmuş bu efsanevi imparatoriçeyi çevresinde örülmüş pembe romans halesi ve hatıralıkların klişe izleniminden sıyırıyor, sağlam bir literatür çalışması ve yaratıcı doğaçlamalar üzerinden tüm yalınlığı ile bir insan, bir kadın olarak sunmayı deniyor.

40. yaş günü arifesinde bir kadının öyküsünü anlatmak üzere yola çıkmış Kreutzer. Her açıdan yalnız bir kadındır Sissi. Çevresindeki lüks ve şatafata karşın katı kuralları olan aristokratik düzen içinde kendi yaşamını yaratma uğraşı içinde geçmiştir ömrü. Filme adını veren daracık korsajı onun tutsaklığını simgeler. Genç kızlığından bu yana hiç değişmemiş ince bel ölçüsü ile bedenini kontrol altında tutmuş, toplum tarafından beğenilmiştir gerçi ama 19. yüzyılın moda ikonu olmak onun kendi hayatının efendisi olabilmesine yetmemiştir. Karşılıksız sevmez kimse onu. O da kimselere güvenmez. Doğurmakla yükümlü olduğu ancak yetişmelerinde geri planda kaldığı çocukları ile olan ilişkisi de çelişkili ve kararsızdır. O dönemde kadınlar için sonun başlangıcı olduğu kabûl edilen ve kişinin bulut gibi dağılmaya ve kararmaya başladığı düşünülen kırklı yaşlarına inat bedeni üzerindeki kontrolüne sıkı sıkıya sarılır. Diyet yapar, spor yapar ancak nereye kadar.

Kreutzer’in ‘bir kitap gibi her sayfası bir bilmece, ruhu kullanılmayan hazinelerle dolu, kaotik bir müze gibidir o, bunlarla ne yapacağını bilmiyor’ ifadeleri ile tanımladığı Elise ‘sadece bir kişinin yürüyebileceği kadar dar bir yolda yürürken’ farklı bir dünyanın özlemini çeker. Herkes ona aval aval bakarken kafasında bir kilo teneke ile durmak istemediği için açılış törenlerinde baygınlık numarasına başvurur, büyük davetlerde ortadan kaybolmanın yollarını arar. Uzun seyahatlere çıkarken, hayatı nasıl gerçekleştireceğini bilemediği bir kendini oluşturma sürecinin dalgaları içinde oradan oraya savrulur. Bu bitmez tükenmez arayış Prenses Diana’nın bir asır sonraki yazgısını anımsatır bizlere.

Dünya prömiyerini 75. Cannes Film Festivali’nde yapan ‘Corsage’ tek kelime ile melankolik bir film. Sabahattin Ali’nin 1932 yılında kaleme aldığı ünlü dizelerinde dile getirdiği gibi ‘ne bir dostu ne bir sevgilisi’ var genç kadının. ‘Dünyadan uzak’ akıl hastalarının koğuşunu sık sık ziyaret edişi, bu şekilde yaşadığı düzenin prangasından kaçış yolu araması ile açıklanabilir. ‘Akıl hastanesinin koğuşlarını saray odalarının antitezi olarak düşünebiliriz’ diyor Kreutzer bir söyleşisinde. Monarşi düzeninin sonun başlangıcında olduğunun çok iyi farkındadır. İmparatorluğun kaderini kontrol etmenin kendi görevi olduğunu ve karısını yalnızca temsil görevi için seçtiğini dile getiren Franz Joseph’e bıyık altından gülüşü bundandır. Hastaneyi, yaralı askerleri ziyaret edişi, bacağı kesilmiş erin yanına uzanarak birlikte sigara tüttürmeleri ya da finaldeki kurgusal atlayış hep çökmekte olan bir düzene karşı küçük isyanların dışa vurumudur.

‘Gönlü dağlarda bunalan’ Elizabeth, hayatının bu değişim dönemecinde yeniliklere hep açık olacaktır. Hareketli bir dizi ardışık resmi Lumière kardeşlerden 7 yıl önce kaydederek sinemanın ilk atası olmuş Louis Le Prince’in icadını çok sevecek, onun ‘sizi kayda almak istiyorum’ teklifini hemen kabul ederek, birikmiş isyanını duyamadığımız cümleler ile dile getirecektir. İkilinin kurgusal buluşması onun arayışlarının iz düşümü olarak perdeye yansırken, Kreutzer bu anlamlı sekans ile sinemaya derin saygısını sunacaktır.

‘Kendinden başka tutunacak dalı olmadığını’ dile getiren Elise yorumu ile Cannes’da en iyi performans ödülüne layık görülen ve projeye yönetmeni ile birlikte baş koymuş Alman asıllı Vicky Krieps’in Sissi yorumu tek kelimeyle olağanüstüdür. Kapanmakta olan bir dönemi ifade etmek üzere yönetmenin isteği doğrultusunda alabildiğine sade ve gösterişsiz tutulmuş mekân ve kostüm tasarımı ve de Krieps’in melankolik bakışını, şansonları ile bilinen Fransız şarkıcı ve aktris Camille’in hüzün yüklü ‘Go go away’ şarkısı ile çağımıza bağlayan Marie Kreutzer’in kaygan zeminde emin adımlarla yol alan kadın öykülerinin devamını merakla bekliyoruz.

(19 Ocak 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

2022’de 36 Milyondan Fazla Bilet Satışı

İki yıllık bir aranın ardından aralıksız sinema gösterimlerinin yapılabildiği 52 haftalık periyodu tamamladık. Salgın sonrasında ve sırasında, 2020 ve 2021’de önlemler ve kısıtlamalar sebebiyle vizyon gösterimlerine ara verilmişti. 2022 yılında ise aralıksız bir vizyon dinamiğine imza atıldı.

Olağan dışı ekonomik göstergeler, enflasyon ve kapalı geçirilen dönemler söz konusu olduğundan 2022’nin sonuç verilerini bir önceki yılla karşılaştırmak ve buradaki artışlar üzerinden yorum yapmak doğru olmayacaktır. Her şeye rağmen tamamlanan yılı Türkiye sinema gişeleri açısından olumlu değerlendirmek mümkün.

Veda ettiğimiz yılın genel toplamlarından bahsetmek gerekirse, özetle şu verileri aktarabiliriz:

Sinemalarda vizyona ilk kez çıkartılan film sayısı 371 oldu. Bu 371 yerli yabancı sinema filmine ve önceki yıllarda gösterime giren yapımlara 52 haftalık gösterimler sonucunda 36.315.330 adet bilet satışı gerçekleşti. 371 adetlik film toplamının 184 tanesini Türkiye yapımları oluşturuyor. Yerli yapımların 2022’deki satış payı % 52 oldu. 36 milyonu aşan toplam bilet satışının 19 milyonu yerli yapımlar tarafından sağlandı.

Toplam 36.315.330 bilet satışı 2021’deki 12.480.562 adetlik yıllık sonuca göre %191’lik bir artışı ortaya çıkarmış oldu. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu kıyaslama sadece niceliksel bir yansıma yapmaktadır. Gösterimlerin normal şartlarda ve 52 hafta olarak yapılan 2019 yılına göre yapılan bir karşılaştırma da ise 2022’nin toplam satışı 2019’a göre %39’luk bir düşüşe işaret etmekte.

Sinemada film izleme dinamiklerinin olumsuz olarak etkilendiği salgın yılları, ekonomik krizler ve dünyanın tamamında değişen yaşam öncelikleri dikkate alındığında sinemaların, sinemacılığın hâlâ yara sardığını söyleyebiliriz. 2022’de açık yaralar kapandı ve 2023 yılı bütün dünyada gişeler açısından hızlı normalleşmenin yılı olacak.

Özenle tamamlanan prodüksiyonlar sinema salonlarında her şeye rağmen milyonları ağırlayabiliyor. 2022’de milyonluk satış sınırını aşan tam 8 film ortaya çıktı. Yanı sıra Mart ayında sadece sinemalarda vizyona çıkartılan Bergen ulaştığı 5,5 milyonluk satışla 2022’nin gişe şampiyonu olmanın yanı sıra 1990’dan bu yana Türkiye’de en çok izlenen 8. film olmayı başardı. Salgın öncesinde, 2019’da 12 film, 2018’de 13 ve 2017’de ise 7 film sinemalarda 1 milyonluk satış barajını geçmişti.

2022’de vizyona ilk kez çıkan 371 filmden en çok satış yapan listesinin ilk beş sırasında yer alanlar yıllık toplam satışın % 33’ünü oluşturdu.

Hasılat ve bilet satış fiyatları açısından veriler ele alındığında önceki yıllara göre hayli yüksek artışların gözlemlendiğini söyleyebiliriz. 2019 yılı 975 milyon TL’lik hasılatla tamamlanmıştı. Salgın yıllarında ise 588 milyonluk bir hasılat elde edilmişti. 2022’de bir önceki yıla oranla % 373’lük bir artışla satılan 36,3 milyonluk biletle 1.350.357.583 TL.’lik bir hasılata imza atıldı. Bu toplam 2019 yılının sonucuna oranlandığında ise %38’lik bir artışı ortaya koyuyor.

2021’e göre bir bilet satış fiyatı zam oranı 2022 sonunda yıllık % 63 oldu. Türkiye sinema gişelerinde 2022 yılı bilet satışı ortalaması 37,18 TL. Yerli filmler için bu ortalama fiyat 32,58 TL. yabancı filmler için ise 42,26 TL. olarak sonuçlandı. 2019’da ise bir sinema bileti fiyatı 16,44 TL’ydi.

Yine 1990 yılından günümüze kadar yıllık satış toplamlarına bakıldığında 2022’de önemli bir eşiğin geçildiğini görmek de mümkün. 32 yıllık bu dönemde Türkiye’nin yıllık bilet satış ortalaması 32 milyon adet. 8 ila 71 milyon aralığında gerçekleşen yıllık satışlar içinde 2022’i ulaştığı 36 milyonluk toplamla ülke genelindeki aktif sinemalar ve Türkiye sinemacılığı için umut oldu diyebiliriz.

Bugün Türkiye’de 400’ün üzerinde lokasyonda 2.500 sinema perdesinde gösterimler devam ediyor ve vizyon takvimi hayli kuvvetli ve merakla beklenen yapımlarla donatılmış durumda. 2023’te bu filmleri sinema salonlarında büyük perdelerde izlemeye herkes davet ediyoruz.

Güncellemeler ve hızlı iletişim için bize lütfen yazın:

[email protected]
[email protected]
[email protected]
[email protected]

(17 Ocak 2023)

(Bu yazı, sinema piyasası için özel olarak hazırlanan 10 Ocak 2023 tarihli Haftalık Gişe Raporları’nda yayımlanan metinden alınmıştır.)

Deniz Yavuz

Oyuncaktan Fazlası, Ailenin Parçası

Çağdaş hayatın kargaşası içinde çocuklarımıza yeterli vakit ayırabiliyor muyuz. Yoksa onları tabletlerine indirilmiş bilgisayar oyunları ile baş başa bırakmak işimize mi geliyor. Ebeveyn olmakla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan işkolik Gemma, annesi ile babasını elim bir trafik kazasında kaybeden küçük yeğeninin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kaldığında işler daha da karmaşık hale dönüşüyor. Kendisini geleceğin oyuncak şirketi olarak lanse eden Funki’nin parlak elemanı olan genç kadın, vasilik yaptığı 9 yaşındaki Cady’nin de yüreklendirmesi ile üniversite yıllarında tasarlamış olduğu yapay zekâ robotu yeni bir düzenleme ile şirket onayına sunmaya karar veriyor: Cady yaşlarında bir çocuk boyutlarında üretilen M3GAN (tam adıyla Model 3 Üretken Android) ebeveyn destekçisi pahalı bir oyuncaktan fazlası, ailenin parçası olacaktır.

Dünya sinemalarıyla eş zamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘Megan / M3gan’ popüler korku ve gerilim türünün çok izlenen filmlerine imza atmış, 2000 yılında Jason Blum tarafından kurulmuş Blumhouse firması ile ‘M3gan’ prototipinin fikir babası, ‘Testere’ serisinin yaratıcısı yapımcı yönetmen James Wan’ın işbirliği sonucu kotarılmış. Oyuncak endüstrisindeki kıyasıya rekabet göz önüne alınarak taklit edilemeyecek kadar gelişmiş bir model olarak düşünülen ve 21. yüzyıl teknolojisinin zirvesi olarak piyasaya sunulacak olan M3gan, kendi başına zihni olan bir yapay zekâ tasarımıdır. Eğitici, aynı zamanda harika dinleyicidir. Sabrı hiç tükenmeden çocukları saatlerce kendi masalları ile oyalayabilir. Onlara görgü kurallarını hatırlatır, kısaca bir dadının ötesinde hem oyun arkadaşı, hem öğretmen hem de koruyucu olarak hizmet verir.

Cady’nin terapisti bağlanma teorisinden yola çıkarak Gemma’ya ebeveyn kaybının ardından küçük yeğeni ile duygusal bağı onun kurmasını ısrarla önerecektir gerçi. Ancak Gemma yeni tasarımının sarhoşluğu içinde Cady’nin tüm sorumluluğunu Megan’a devretmekte sakınca görmez. Küçük sahibini ne pahasına olursa olsun dışardan gelecek olan tehlikelerden uzak tutmak için programlandığında bunu çok ciddiye alan yapay zeka ebeveynin yerini alacak ve anılarını bile muhafaza ettiği küçük Cady’yi korumak için gözü hiçbir şey görmeyecektir.

Şeytani güçlerin esir aldığı çocuklar ya da oyuncaklar benzeri korku gerilim sinemasının hayli ilgi uyandıran alt türlerinde popüler başarıyı yakalamış olan Blumhouse, bu kez doğa üstü yetilere sarmadan yakın bir gelecekte hayata geçebilecek bir öykünün izini sürmüş. M3gan, ‘2001: A Space Odyssey’in rayından çıkmış robot ‘Hal’ karakteri misali yetki ve sorumluluğu ile zihni kapasitesi güçlendirildiğinde önüne çıkanı ezip geçmeye başlıyor. Kendi aksanı ile mırıldandığı David Guetta’nın ünlü şarkısındaki gibi ‘Titanium’dan yapılmıştır, vursan da, ateş de etsen yıkılmazdır o. ‘Bu dünyada bize zarar vermeye çalışanlar olacak, ne kadar kaçmaya çalışsak da. İnsan varlığını sürdürebilmek için hergün öldürüyor, Cady’ye gerçek hayatı göstereceğim’ tarzında savunmalar ileri sürüyor kimi zaman. Yine de kontrolsüz gücün korumaya çalıştıklarına da zarar vermeye başlaması kaçınılmazdır.

‘M3gan’ ebeveynlerin çocukları başından atmak için tasarladığı keşiflerden, yapay zekalı dünyanın kimi tehditlerine ya da psikolojide bağlanma meselesine uzanabilecek hayli ilginç açılımları olabilecek, yeterince derinleşse bambaşka yerlere gidebilecek ilginç bir proje. Ancak çok daha basit, şeytanlı saçmalıklara girmeden gerilimi üst düzeyde tutan bir seyirlik hedeflenmiş. Bu açıdan Yeni Zelandalı yönetmen Gerard Johnstone iyi bir iş çıkarmış. Filmin gelişmiş androidinin tasarımında CGI destekli kukla kullanımının yanı sıra oyuncu olarak yer alan 10 yaşındaki yetenekli dansçı Amie Donald, ürkütücü ve komik ‘ölüm dansı’ ile şimdiden türün antolojilerinde yer almayı hak etmiş.

(13 Ocak 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Eşeğin Adı Yok

Jerzy Skolimowski’nin bir eşeğin gözünden dünya ahvalini gözlemleyen Cannes Film Festivali’nden jüri ödüllü son çalışması ‘Eo’, adını bu mazlum hayvanın Leh dilinde anırmasının fonetik karşılığından kalmış. Haliyle dilimize ‘Ai’ olarak çevrilen sıra dışı çalışma ilk bakışta Robert Bresson’un 1966 yapımı başyapıtı ‘Rastgele Balthazar / Au Hasard Balthazar’ı akla getiriyor. Bresson minimalizminin bu siyah beyaz şaheseri, türlü eziyetin reva görüldüğü masum eşeği, insanlığın günah yükünü sırtlamış İsa figürü ile özdeşleştirir. İlkel dürtülerin yönlendirdiği insanoğlunun merhametsiz dünyasını semboller ve metaforlar aracılığı ile tasvir ederken, Balthazar’ın hayatına giren insanların kader çizgisini takip eder.

Skolimowski Fransız ustadan faklı olarak adı olmayan eşeği filmin merkezine koymuş, Polonya’dan İtalya’ya sürecek olan çileli bir yolculuğun ve çağdaş dünya kargaşasının gözlemcisi yapmış. Koyu Katolik Bresson’un ruhani minimalist yaklaşımından farklı olarak doğa ve hayvan sevgisinden yola çıktığını ifade eden Skolimowski, Polonya’nın ünlü Łódź sinema okulunun geleneğinden hareketle sinematografik deneylere ağırlık vermiş. Kırmızı ışıklar altında açılan film, ‘Muhteşem Cassandra’nın eşek ile yaptığı sirk numarası ile başlıyor. Genç kadın gösteri partnerine belki de bir daha hiç karşılaşmayacağı derin bir şefkatle yaklaşıyor. Cassandra’nın mazlum hayvana vurmaya kalkan Vasil’i durdurduğuna tanıklık ediyor, hatta yüzüne küstahça sigarasının dumanını ekleyen kaba saba adamı Bresson’un yapıtında savunmasız Marie’yi tahakkümü altına alan genç serseriye benzetiyoruz. Ancak başta dediğim gibi Skolimowski eserinde insanları geri planda kullanmaya kararlıdır. Dünya denen zalimler panayırını eşeğin derin bir melankoli ile bakan kocaman gözlerinin bakış açısıyla vermeyi sürdürür.

Gösteri hayvanlarına eziyet edildiği gerekçesi ile sirk hayatından ve Cassandra’dan koparıldığında onu daha zorlu deneyimler beklemektedir. Önce bir çiftlikte yük hayvanı olarak çalıştırılır. İpinden kurtulduğunda yolu kent merkezine düşer. Mahalli futbol takımının flamalı maskotu olur, ancak rakip takımın holiganlarınca ölesiye hırpalanmaktan kurtulamaz. Yük karavanı içinde İtalya’ya yollanırken doğanın eşsiz güzelliğini parmaklıklar ardından izler. Kırlarda özgürce koşan heybetli beyaz atlara imrenmeyi sürdürür. Hayatta kalma derdindeki insanların birbirlerini boğazlamalarına tanıklık eder. Skolimowski’nin eşeği düş de görür. Bu rengarenk (ve bir bölümü dijital) anlarda, kâh doğum gününde onu havuçla besleyen, kıpkırmızı giysisi ile Gezi Parkı’ndan kopup gelmişe benzeyen Cassandra’nın şefkatli okşamaları ile avunur, kâh kendisini bir Boston Dynamics robotu olarak hayal eder.

Erken yaşında Roman Polanski’nin ünlü ‘Sudaki Bıçak’ filminin senaryo yazarı olarak sinema alemine parlak bir giriş yapan Skolimowski, hayli ilerlemiş yaşına rağmen sinematografik araştırmalarını bıkmadan sürdüren genç ve dinamik bir ruha sahip. Kariyeri boyunca teknik yeniliklere hep açık olmuş, kamera açıları ve ışıklandırmada deneyselliğini sürdürmüş olan usta sinemacı lineer anlatımı bir kenara iterek filmini düşlerin sarmaladığı epizodlar halinde çekmiş. Deneysellik hususunda torunu yaşındaki genç görüntü yönetmeni Michał Dymek’e açık çek vermek suretiyle, dron çekimleri ve elektronik flaş kullanılan düş sahnelerinin halüsinatif ruhunu inşa etmiş. Klasik müzik bestecisi Pawel Mykietyn’in tedirgin tınıları eşliğinde kaderinin peşinden sürüklenen masum yaratığın melankolik yolculuğunu izlerken, Bresson’un filmini baştan sona bir hüzün bulutu gibi sarmalayan (daha sonra Nuri Bilge’nin ‘Kış Uykusu’nda kullanacağı) duygulu Schubert sonatına nazire olarak belki, İtalya yolculuğunun bir bölümünde melankolik Beethoven tınılarına yer vermiş.

85 yaşını sürmekte olan Polonyalı sinemacının anarşik son çalışması, sondaki Isabelle Huppert sürprizi ile birlikte perdede ilgi ile izleniyor. Bunun da ötesinde, Bresson’un her izleyişte derinden etkileyen eşsiz başyapıtını bir kez daha görme arzusunu tetikliyor.

(12 Ocak 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Gerçeklerle Yarışan Hayaller…

Birçok filmi “senaryo icabı” diye küçümser insanlar. Faruk Erem’in -ki, en ünlü ve saygın avukatlardandı, ışığı üzerimize değsin- “suçluyu kazıyınız, altından insan çıkar” sözünden el alırsak, senaryoyu kazıyınız altından gerçekler çıkar diyebiliriz. En saçma gelen senaryoda bile bir gerçek vardır, hem de aklın alamayacağı kadar. Yeter ki bakmak isteyin.

Yönetmen Guy Ritchie, senaryosunun yazımına da katıldığı “Servet Operasyonu”nda bir gizli (ama bırakın herkesi, rakiplerinin bile tanıdığı) ajanın yaptıklarına odaklanıyor. Orson Fortune (Jason Statham) her zaman olduğu gibi alabildiğine kan dökerek ve çatışarak “kötü”leri dize getiriyor. Bu filmdeki kötüler kim: Uluslararası silah tüccarı Greg Simmonds (Hugh Grant) ve çevresindekiler. Peki “iyi” olan? İyi pek yok aralarında aslında, ama bize “iyi” olarak sunulan devletin görevlisi Nathan Jasmine (Cary Elwes).

Haklı olarak gerçeklerle ilgisinin ne olduğunu soracaksınız. Anlatmaya çalışayım, umarım ikna edici gerekçeler koyabilirim ortaya.

Bir ay kadar önce Diyarbakır’da bir bombalı saldırı gerçekleştirildi, üzeri örtüldü, çünkü provokasyon kokuyordu. Ardından İstiklal Caddesinde bir bombalı saldırı sonrasında insanlar öldü, ne olduğu, niye yapıldığı, kimin yaptığı hâlâ belli değil. Daha önce de benzer olaylar yaşamıştık, anımsarsınız muhakkak. Anımsayamayanlar için birileri hemen giriyor devreye. Ankara’da silahlı saldırı sonucu bir akademisyen öldürüldü. Her kafadan bir ses çıkıyor, “Susurluk” deniyor (ki, o da belirsizliğini koruyanlar arasında) ne olduğu belli değil. Kendisine özel (!) bir afla cezaevinden çıkarılan bir mafya lideri vize alamadığı için silahlı arkadaşları tehditler savuruyor.

Kimin eli kimin cebinde?

İşte bu karmaşayı anlatan bir film Servet Operasyonu. Kişileri değiştirseniz yeter. Filmde silah ve para için yapılanlar bizde iktidar ve itibar (tabii, para da ayrılmazı bunların) için yapılıyor. Filmi o gözle izlemenizi salık veririm.

…ve Antalya

Servet Operasyonu İngiltere’de açılıyor, dünyanın birçok kentini dolaşıyor ama en sonunda Antalya’ya demir atıyor. Uluslararası silah kaçakçısı oldukları için hemen her yere gidebiliyorlar bunlar. Bir oyuncu, uluslararası silah kaçakçısının gözdesi, Danny Francesco (Josh Hartnett) her ne kadar karşı çıksa da ışıltılı hareketliliğe karşı çıkamadığı için katılır aralarına. Sonunda yolları Antalya’ya çıkar. İyi de olur. Çünkü Türkiye’nin de reklama ihtiyacı vardır, pandemi sonrasında. Kaleiçi’ni neredeyse sokak sokak gezen kamera kesinlikle izleyicinin aklına o güzellikleri kazıyacaktır, çıkmamacasına. Türkiye özdeşleşen “deniz, kum, güneş” keşke biraz daha fazla yer alabilseydi…

Kan ve hareket, işte sonuç

Güçlü ve gizemli bir açılışı var filmin. Ayak sesleri öylesine yüksek ve öylesine etkileyicidir ki, izleyici daha ilk kareden filmin içine girer, beyninde oluşan sorularla… Ne olacak?

Bizde ne olacağının sonucuyla filmin sonucu aynı mıdır, bilemem, ama bildiğim bir şey var: Her zaman iyiler kazanır.

(12 Ocak 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Sadi Çilingir Yazıyor: Buradan Çok Uzakta

Sinema sektörümüz 2022 yılında da onlarca sanatçı ve emekçimizi ebediyete uğurladı. Allah rahmet eylesin; mekânları cennet olsun: Bozkurt Kuruç (16 Ocak 2022), Oyuncu, Yönetmen, Öğretim Üyesi / Yaşar Aydaş (23 Ocak 2022), Bağlama ve Kaval sanatçısı / Fatma Girik (24 Ocak 2022), Oyuncu (Teşvikiye Camii’nden Bodrum’a uğurlandı) / Ayberk Pekcan (24 Ocak 2022), Oyuncu (Mersin Yenişehir ilçesi Hz. Muğdat Camii, Tarsus Şehir … Devamı… »

Acı Hatıralar

Kaybettiklerimiz 2022

Bozkurt Kuruç (16 Ocak 2022), Oyuncu, Yönetmen, Öğretim Üyesi (?????)
Yaşar Aydaş (23 Ocak 2022), Bağlama ve Kaval sanatçısı (?????)
Fatma Girik (24 Ocak 2022), Oyuncu (Teşvikiye Camii’nden Bodrum’a uğurlandı)
Ayberk Pekcan (24 Ocak 2022), Oyuncu (Mersin Yenişehir ilçesi Hz. Muğdat Camii, Tarsus Şehir Mezarlığı)
Ertunç Şenkay (26 Ocak 2022), Görüntü Yönetmeni (Teşvikiye Camii, Feriköy Mezarlığı)
Didem Şahin (27 Ocak 2022), Belgesel Yönetmeni (Florya Basınköy Camii, Küçükçekmece Mezarlığı)
Diler Saraç (28 Ocak 2022), Oyuncu (Teşvikiye Camii’nden kaldırıldı)
Şerafettin Gür (29 Ocak 2022), Yapımcı (Üsküdar Şakirin Cami, Karacaahmet Mezarlığı)
İrfan Atasoy (03 Şubat 2022), Oyuncu, Senarist, Yapımcı, Sinemacı (Levent Afet Yolal Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
Tansu Okan (10 Şubat 2022), Müzisyen, Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Karacaahmet Şehitlik Camii, Osmangazi Mezarlığı)
Haydar Dümen (10 Şubat 2022), Doktor, Oyuncu (Ulus Arnavutköy Mezarlığı)
Cemil Özbayer (12 Şubat 2022), Tiyatro Oyuncusu ve Yönetmeni, Sinema Oyuncusu (?????)
Erkan Akad (13 Şubat 2022), Laboratuvar Şefi, Renk Düzenleyici, Makinist (Çanakkale, Enez)
Salih Bolat (13 Şubat 2022), Şair, Yazar, Akademisyen, Oyuncu (?????)
Arif Şentürk (15 Şubat 2022), Ses Sanatçısı, Oyuncu (Zeytinburnu Seyyid Nizam Camii)
Gülşen Girginkoç (17 Şubat 2022), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı, Suflöz (?????)
Ayten Erman (24 Şubat 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu (Karacaahmet Şakirin Camii)
Manucher Vusuğ (27 Şubat 2022), Oyuncu (Londra ?????)
Hüseyin Elmalıpınar (03 Mart 2022), Oyuncu (?????)
Ali Mermer (04 Mart 2022), Fotoğrafçı (Edirnekapı Şehitlik Sakız Ağacı Camii ve Mezarlığı)
Tahir Akıllı (06 Mart 2022), Makinist, Oyuncu (?????)
Murat Özer (09 Mart 2022), Sinema Yazarı (Adapazarı)
Kunt Tulgar (16 Mart 2022), Yönetmen, Oyuncu, Yapımcı, Kurgucu (Zincirlikuyu Camii, Ayazağa Mezarlığı)
Aydın Engin (24 Mart 2022), Yazar, Senarist (Çengelköy Mezarlığı)
İsmail Çağlar (31 Mart 2022), Yapım Asistanı, Yapım Amiri, İdari Yapımcı, Uygulayıcı Yapımcı, Yapımcı
İbrahim Gündoğan (01 Nisan 2022), Oyuncu (Göksu Peksimetçi Salihağa Camii)
Atıl Ant (07 Nisan 2022), Yayınevi Sahibi (?????)
Aslan Şükür (10 Nisan 2022), Çizgi Roman Ressamı (Bakırköy Konyalı Camii)
Aykut Sözeri (26 Nisan 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu ve Yönetmeni (Yenimahalle Ahmet Efendi Camii, Karşıyaka Mezarlığı)
Agâh Özgüç (27 Nisan 2022), Sinema Yazarı ve Tarihçisi, Şair (Üsküdar Şakirin Camii, Karacaahmet Mezarlığı)
Tahsin Lale (30 Nisan 2022), Oyuncu (?????)
Kadir Kök (30 Nisan 2022), Oyuncu (Kocaeli, Gebze, Kadıllı Mahallesi)
Kamil Tozman (01 Mayıs 2022), Sinema İşletmecisi (Eskişehir Asri Sinema)
Metin Özlen (03 Mayıs 2022), Karagöz Ustası, Hayali Sanatçı (?????)
Cem Madra (04 Mayıs 2022), Etnolog, Radyo Programcısı, Belgeselci ve Kütüphaneci (Zincirlikuyu Camii ve Mezarlığı)
Kemal Kenan Ergen (14 Mayıs 2022), Mizah Yazarı, Senarist (Kocaeli, Gölcük, Değirmendere Mahallesinde toprağa verildi.)
Yılmaz Kanat (16 Mayıs 2022), Yapım Amiri (?????)
Sönmez Yıkılmaz (03 Haziran 2022), Oyuncu, (Teşvikiye Camii)
İlker Kurt (05 Haziran 2022), Oyuncu (İzmir İlahiyat Fakültesi Hacı Fatma Tatari Camii)
Sultan Tolgu Kadem (05 Haziran 2022), Oyuncu (Muğla – Menteşe İlçesi Saburhane Camii, Şehir Yeni Mezarlığı)
İnci Birol (11 Haziran 2022) (Gerçek Adı: Asiye Yurdagül Ergin, Teşvikiye Camii)
Uğur Terzioğlu (13 Haziran 2022), Film İthalatçısı (Milas Kurşunlu Camii, Milas Şehir Mezarlığı)
Münir İnselel (19 Haziran 2022), Oyuncu, DJ (?????)
Kemal Karadeniz (21 Haziran 2022), Beyoğlu Sineması Müdürü (Giresun)
Osman Wöber (25 Haziran 2022), Oyuncu, Tiyatro Yöneticisi (Teşvikiye Camii, Kilyos Mezarlığı)
Cüneyt Arkın (28 Haziran 2022), Oyuncu, Yönetmen, Yapımcı (Teşvikiye Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
Ahmet Faik Şener (Lâkabı: Balarısı Ahmet) (29 Haziran 2022), Müzisyen (?????)
Sencar Sağdıç (04 Temmuz 2022), Oyuncu (?????)
Erdal Gülver (06 Temmuz 2022), Oyuncu (?????)
Okan Sarul (08 Temmuz 2022), Kurgucu (Tarabya Camii)
Cesur Doğan (10 Temmuz 2022), Oyuncu (?????)
Yavuz Figenli (16 Temmuz 2022), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (?????)
Erden Kıral (17 Temmuz 2022), Yönetmen, Senarist, Yazar (Teşvikiye Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
İlhan İrem (28 Temmuz 2022), Şarkıcı, Bestekar (Bebek Camii, Aşiyan Mezarlığı)
Rauf Altınak (31 Temmuz 2022), Tiyatro ve Sinema Oyuncusu (Kireçburnu Camii ve Mezarlığı)
Sevil Nursan (01 Ağustos 2022), Sanat Yönetmeni, Oyuncu (?????)
Sungun Babacan (06 Ağustos 2022), Seslendirme Sanatçısı ve Yönetmeni, Çevirmen (Balıkesir Burhaniye Orjan Camii, Burhaniye Belediyesi Geriş Mezarlığı)
Semih Sergen (06 Ağustos 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu, Seslendirme Sanatçısı (Bodrum Gölbaşı Camii ve Mezarlığı)
Halil İnönü (10 Ağustos 2022), Sinema Makinisti (İsmail Safa Camii, Lefkoşa Mezarlığı)
Süreyya Gürsel Evren (13 Ağustos 2022), Oyuncu (?????)
Oğuzhan Tercan (14 Ağustos 2022), Yönetmen, Senarist (Ordu Altınordu Orta Camii, Hatipli Şehir Mezarlığı)
Rıza Pekkutsal (16 Ağustos 2022), Sinema, Tiyatro, Dizi Oyuncusu (Buca Yaylacık Camii, Eski Buca Mezarlığı)
Civan Canova (20 Ağustos 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu (?????)
Ali Güney (24 Ağustos 2022), Oyuncu, Prodüksiyon Amiri (Teşvikiye Camii, Ayazağa Mezarlığı)
Bülent Tezcanlı (27 Ağustos 2022), Müzisyen, Sinema ve Tiyatro Oyuncusu (?????)
Başak Özel (20 Eylül 2022), Oyuncu, Redaktör, Seslendirme Sanatçısı, Yazar (?????)
Tunç Oral (20 Eylül 2022), Oyuncu, Yapımcı (Antalya Türbeli Camii ve Mezarlığı)
İsmail İncekara (06 Ekim 2022), Oyuncu (Kanlıca İskenderpaşa Camii, Kanlıca Mezarlığı)
Ayhan Kâhya (09 Ekim 2022), Seslendirmeci ve Opera Sanatçısı, (?????)
Leyla Kenter (11 Ekim 2022), Oyuncu, Akademisyen (?????)
Sadık İncesu (13 Ekim 2022), Oyuncu, Yapımcı, Görüntü Yönetmeni (Nurtepe Cemevi, Ulus Mezarlığı)
Ahmet Güleryüz (15 Ekim 2022), Yönetmen, Senarist, Yönetmen Asistanı (Beyoğlu Hüseyin Ağa Camii)
Billur Kalkavan (15 Ekim 2022), Sinema TV Oyuncusu, Sunucu (Zincirlikuyu Camii ve Mezarlığı)
Demiray Erül (16 Ekim 2022), Sinema, Tiyatro, TV Dizi Oyuncusu, Seslendirme Sanatçısı (Bodrum Ortakent Kerem Aydınlar Camii)
Sinem Üretmen (24 Ekim 2022), Oyuncu, Manken (Hollanda’da toprağa verildi)
Rıza Akın (02 Kasım 2022), Oyuncu (Adana Asri Mezarlığı)
Hıncal Uluç (20 Kasım 2022), Gazeteci, Eleştirmen, Oyuncu (?????)
Güzin Çorağan (27 Kasım 2022), Oyuncu (?????)
Hayal Sirer (11 Aralık 2022), Oyuncu (Antalya Uncalı Mezarlığı)
Daniela Giordano (16 Aralık 2022), Oyuncu (?????)
Sarper Özcan (19 Aralık 2022), Müzisyen (?????)
Pakize Suda (21 Aralık 2022), Oyuncu, Yazar, Şarkıcı (Muğla)
Ayşe Gencer (30 Aralık 2022), Caz Sanatçısı, Oyuncu (Levent Afet Yolal Camii, Ulus Mezarlığı)

(31 Aralık 2022)

Sadi Çilingir

[email protected]

Kameralı Yahudi Çocuk

Steven Spielberg 70’li yılların Amerikan Sineması’na yeni ufuklar açan öncü yönetmenlerden biridir. İlerlemiş yaşına rağmen düzenli film çekmeyi sürdüren sinemacı, ilk gençlik yıllarının anıları ile yüklü ‘West Side Story’nin hemen ardından ne zamandır kafasında olan öznel hikâyesini anlatmak istemiş. Annesi Leah ile babası Arnold’a adanmış ‘Fabelmanlar / The Fabelmans’ onun görsel anı defteri olmuş. Sevinciyle hüznüyle kendi geçmişi ile hesaplaşmaya ancak onları yitirdikten sonra cesaret edebilmiş. Film 6 yaşındaki Steven’ın (filmde Samuel) sinemayla ilk tanışması ile başlıyor. Her sinema tutkunu için büyülü bir hatıradır bu. Şimdinin operası olan Süreyya Sineması’nda ‘Kırmızı Balon’ (Albert Lamorisse, 1956) ile içime düşen sinema ateşi, usta sinemacı için aynı yaşlarda ‘The Greatest Show on Earth’ (1952) ile kıvılcım almış. Sinematografinin özüne ilişkin ilk bilgileri parlak elektronik mühendisi babasından alıyor Sam. Minyatür arabası ile babasına sipariş ettiği oyuncak treni çarpıştırmak suretiyle filmin onu çok etkileyen kaza sahnesini evdeki amatör kamerayla yeniden çekmeye girişiyor.

Samuel’in kamera ile coşkulu birlikteliği büyüme yıllarında devam ediyor. Takip eden 12 yıllık zaman diliminde, gelişmekte olan bilgisayar sektöründe aranan bir eleman haline gelecek olan babaya sunulan yeni iş teklifleri ile aile önce Phoenix, Arizona daha sonra Kuzey Kaliforniya’ya göç ediyor. Ancak güneyin WASP (beyaz, anglo-sakson, protestan) Amerikan çevresinde içe dönük ve gösterişsiz Yahudi çocuk, liseli gençlerin zorbalığı ile baş etmeye çalışacak, amatörce çektiği okul gezisi filminin çarpıcılığı antisemitik alaycı şakaların son bulmasını sağlayacaktır.

‘Fabelmanlar’ın merkez hikâyesi sinemacının annesi ile paylaştığı sırrı üzerinden ilerliyor. Babanın çalışma arkadaşı, ailenin yakın dostu, çocukların Bennie amcası ile annesi arasında filizlenen gizli aşkı sezse de görmezden gelen Sam, kamp gezisinde çektiklerini kurgularken sinema hakikati tüm çıplaklığı ile gözleri önüne seriyor. Kamera saklı köşelerde neredeyse el ele dolaşan, sevgiyle şakalaşan çifti, annenin aşık bakışlarını kaydetmiştir. Derin bir arkadaşlık ile beslenen masum bir sevdadır bu. Anne Leah (filmde Mitzi) dünyanın en saygılı, en zeki, en nazik, en bilge, en sabırlı insanı olarak tarif ettiği kocasına ne olursa olsun evli kalacağını, çocuklarını düşüneceğini ve bencil davranmayacağını söyler oğluna. Öte yandan onu tutkularının izini sürmeye teşvik etmekten geri durmaz. Aile ve Sanat’ın insanı iki parçaya böldüğünü çok iyi bilen genç kadın, başarılı piyano kariyerini ve dans tutkusunu bir kenara bırakmış, ailesi ve üç çocuğu için hayallerini iptal etmiştir. Ama oğluna ‘git istediğini yap’ özgürlüğünü sunmaktan kaçınmaz. Sanat ona toplumda taçlandıracak ama kalbini de yerinden sökecek ve onun yalnız kalmasına neden olacaktır belki de.

Sinemacının ‘E.T.’den ‘Close Encounters of the Third Kind’a bir çok filmine filme sızmış ebeveyn ya da dağılmış aile bireylerinin dertlerine dair meseleler gelir aklımıza. Ona hiç büyümek istemeyen Peter Pan’ı anımsatan, ebeveynden çok arkadaş olmuş annesi ile ilişkisi sinemanın etkileyici gücü ile dile gelir. Annenin kamp gezisinde karanlıkta araba farının ışığında coşku ile dansettiği bölüm, ya da genç Samuel’in Mitzi’nin piyanoda çaldığı Bach ezgisi (BWV 974 Re minör konçerto, adagio bölümü) eşliğinde aşık çiftin masum sırrını keşfettiği kurgu sekansı filmin unutulmayacak sahnelerinden bir kaçı olarak hafızalara kazınır. Genç sinemacının efsanevi yönetmenlerden John Ford’un huzuruna çıktığı ve ondan altın değerinde öğüt aldığı bir diğer otobiyografik sahne ise paha biçilmez güzelliktedir.

Spielberg’in 2017’de kaybettiği annesini (muhtemel Oscar adayı) Michelle Williams, 2020’de 103 yaşında yitirdiği babasını Paul Dano başarı ile canlandırmış. Kısa ama büyüleyici Ford kompozisyonunda bir diğer sinema ustası David Lynch’e yeniden hayran oluyoruz. Filmi sırtlayan genç Samuel’de Gabriel LaBelle gelecek için umut vaad ederken, Bennie amcada Seth Rogen, eksantrik Boris dayıda Judd Hirsch gönül çelici performanslar sunuyor. Spielberg’in senaryosunu tanınmış oyun yazarı Tony Kushner ile birlikte yazdığı, sadık çalışma arkadaşları Janusz Kaminski’nin görüntülediği, John Williams’ın müziklerini yaptığı ‘Fabelmanlar’ kamera tutkunlarını cezbedici, etkileyici bir sinefil filmi olarak ilgiyi hak ediyor.

(05 Ocak 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran

Sinema -Otobiyografik Filmle- Yaşamı Kuşatıyor

Film başladığında ilk aklıma gelen Fikret Otyam’ın yakınması oldu: “Kırk yıllık fotoğrafçıyım, bir kameram bile olmadı, ama bir arkadaşım 8 yaşındaki oğluna 8 mm. film kamerası aldı doğum günü armağanı olarak.” İşte, o şanslı çocuklardan biri Steven Spielberg.

Mitzi Fabelman (Michelle Williams), eşi Burt (Paul Dano) yanlarında küçük Sammy ile sinemaya giderler. Sammy ilk kez bir film izlemektedir, tabii ki, çok etkilenir. Hoş, sinemadan etkilenmeyen çocuk mu olur? Yeni yıl armağanı olarak filmde gördüğü trenden ister anne babasından. Onları çarpıştırarak etkisini görmek ister, ama hemen her kısıtlı gelirle yaşayan ailede olduğu gibi aman bozar diye engellenir. (Burada, Çetin Altan geldi aklıma… “Çocuklara armağan olarak elektrikli tren alınır ama büyükler oynar en çok.” diye yazmıştı, çünkü büyüklerin de özlemidir öylesi hareketli oyuncaklar.) Annenin, aralarında sır olmasını belirterek babanın kamerasını çocuğa vermesiyle çarpışma tek seferde ve oyuncağa fazla zarar vermeden halledilir.

Yeni bir ufuk açılıyor…

Sammy artık büyümüştür (Mateo Zoryan), onlarca film çeker. Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli konu, ailenin çocuklarına kayıtsız koşulsuz destek olması… Her ne kadar, bizdeki gibi “oku, bir mesleğin olsun, sonra istediğini yap” gibi inanılmaz sarsıcı yaklaşım gelirse de zorlama yoktur pek.

Sonrasını biliyorsunuz… Steven Spielberg, dünyanın önde gelen yönetmenlerinden biri olur. Filmleri seyirci rekorları kırar, ödüller kazanır.

Ailenin önemi…

Anne Mitzi’nin, eşi Burt’ün iş arkadaşı Bennie (Seth Rogen) ile görüntülere de yansıyan yakınlaşmasını ilkin Sammy fark eder. Belki baba da fark etmiştir ama göz yummuştur. Burt, eşini de çocuklarını da çok sevmekte, onların rahat etmesi, mutlu olması için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Mitzi de aynı duygular içindedir, ama içindeki o duygusal yaklaşımın etkisinden de kurtulamamaktadır. Sammy’nin bu gizi keşfetmesiyle gerçekler su yüzüne çıkar. Aile dağılmak üzeredir. Sammy ve kardeşlerinin yakarmaları hâttâ tehditleri boşa çıkar.

Bizde de gündemdeki bir konu aile ve ailenin önemi, hâttâ öyle ki Anayasa bile değiştirilecek belki. Anne Mitzi’nin bu tutkusuna karşı baba Burt alabildiğine hoşgörülü, esnek ve saygılıdır. Bizde olsa, çoktan kadın cinayeti çıkardı. Demek ki, olgunluk ve bilinçlilik böyle bir şey; filmin en öne çıkan öyküsü bu…

Okulun önemi…

Sadece bizde değil, bütün dünyada toplumların temel sorunlarından önde geleni ırkçılık ve dinsel bağnazlık. Fabelmanlar Yahudiler ve kendilerince inanışlarının gereklerini yerine getirmektedirler. Okulda, Sam’in (özellikle vurguluyor, dışlanmayı önlemek için) gördüğü şiddetin temelinde de Yahudi olması yatıyor. Sam, kendisini tehdit eden, dövenleri ne yaparsa yapsın, bir türlü ikna edemez, çünkü onlar da at gözlüğü takmış, muhafazakâr eğitim almış, sıradan ailelerin çocuklarıdır.

Aileler çocuklarını rahat yetiştirirler belki, ama Sam duygularını yansıtmakta cidden sıkıntı yaşar. Kız arkadaşına, okumak yerine kendisiyle evlenmeyi teklif edecek kadar geleceği okuyamaz. Ailenin toplandığı masadaki konuşmalar, aslına bakarsanız alabildiğine gündeliktir ama bizim “ahlâk” anlayışımıza ters gelir; bir şeyleri tehdit ve tehlike olarak görmekten uzaklaşmalıyız. Bennie, Mitzi’den büyük olasılıkla öğrenmiştir Sam’in onları keşfettiğini… Bir kamera armağan eder. Sam, rüşvet olduğunu bilir o kameranın ve elini bile sürmez. Duygularını kontrol altında tutmayı becerebilmesi önemlidir, özellikle bir ergen için.

Yoğun içerikli…

Bizden bir yönetmen, Ümit Ünal’ın, belki kendisinin bile unuttuğu kısa filmi geldi aklıma. Bizim çektiğimiz Süper 8 mm. kısa filmimiz Voli’nin ilk ve tek büyük ödülü kazandığı İFSAK Kısa Film Yarışması’na katıldığı ve “özendirme ödülü” kazandığı filmin üzerini çizmiş ve filmin kutusuna da “Atık değildir, dikkat ediniz.” yazmıştı. Spielberg ise tabancaların ateşlendiğinin görünmesi için oraları delmiş.

Burada bir anı daha girmeli devreye: Voli’yi kurguluyoruz Rıza Baloğlu (ışığı üzerimize değsin) ile… Duvara yansıttığımız görüntüde, Balıkçı doğal bir refleksle kaşını kaldırıyor, oltaya takılan balığı hissettiğinde… Montaj masası diyemeyeceğim, (filmde göreceksiniz) aletinde, kareyi tüm ayrıntısıyla görmek mümkün olamadığı için Spielberg, nasıl bulmuş o kareyi de delmiş, merak etmedim değil. Ümit Ünal, belki de o tek kareyi bulamadığı için filmi çizmişti… kim bilir!

Gerek konuşmalarda gerekse görüntülerde birçok filme gönderme yaparak sinemaya saygısını da sunuyor bu filmle… Tamam, uzun ama asla sıkıcı değil. Tamam, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde geçen bir otobiyografik bir film ama süzülecek çok dersler var içinden. Sam’in ilk film denemeleri gerçekten çok titiz çekilmiş, çok emek harcanmış; bu, bir gencin yetişmesinde ona verilen değerin önemini vurgulamak açısından çok kıymetli. Hele de Spielberg’in ilk filmi Duel’i (Belâ adıyla televizyonda da gösterildi) anımsarsanız, onun bir dahi olduğunu da kabûl edersiniz.

Sinema meraklıları kadar sinema okulu öğrencileri de dikkatle izlemeli, geleceklerini belirleyecek önemli ipuçları yakalayacaklardır.

(05 Ocak 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Aşkımızın Üzerine Yağmur Yağıyordu*

Dünya prömiyerini yaptığı 75. Cannes Film Festivali ‘Belirli bir Bakış / Un Certain Regard’ seçkisinden en iyi yönetmen ödülü ile dönen Alexandru Belc imzalı ‘Metronom’, yağmurlu bir Bükreş meydanında açılıyor. Savaş kahramanlarını simgeleyen masif kabartmaların taş duvarlarını süslediği geniş alanın ortasında 17 yaşındaki Ana’nın ufak tefek siluetini görüyoruz. Arzu ile beklenen genç Sorin ise gökten inmiş ilahi bir varlık misali puslar içinde sağ köşeden kadraja dahil oluyor. Bu diyalogsuz uzun giriş sekansı hasret dolu bir kucaklaşma ile sonlanıyor. Ana’nın Sorin’den aldığı -bizlerin sonradan öğreneceği- haber genç kızı perişan ediyor, gözyaşları yağmura karışıyor.

1972 yılının sonbaharıdır. Çavusesku diktasının zulmü altında inleyen Romanya halkı ülkenin boğucu ortamında tedirgin yaşamlarını sürdürmektedir. Liseden mezuniyetlerini bekleyen Ana ve arkadaşları diktatörlüğün neşesiz koyu iklimine gençlik baharının rengini katmaya çabalar. Çoğu kitap ve plakların yasak ve ulaşılmaz olduğu o yıllarda, Ana’nın can arkadaşı Roxana’nın ev partisinde buluşmak için sözleşilir. Ana evden izin çıkmamasına rağmen partiye katılır. Bu annesi ile birlikte Almanya’daki babasının yanına temelli taşınacak olan Sorin’i görmesi için son fırsattır belki de. Rengarenk giysileri ve dönemin protest pop müzik parçaları ile kendi özgür dünyalarının hayalini kuran ekip, bir dönemin sunucusu popüler radyo şovu ‘Metronom’un yapımcı ve sunucusu Cornel Chiriac ile iletişim kurmayı planlar. Batının protest şarkılarını çaldığı için aforoz edilen, ülke dışına çıkışının ardından Almanya üzerinden yayına giren ve Romanya’da dinlenmesi yasak olan ‘Özgür Avrupa Radyosu’nda yayınlanmak üzere bir mektup ve ilişiğinde sevdikleri parçalardan oluşan bir istek listesi Sorin’in irtibata geçeceği yabancı muhabir kanalı ile Chiriac’a ulaştırılacaktır. Geleneksel ezgi ve dansların ardından Jimi Hendrix, Janis Joplin şarkıları, Paris’te kalp krizinden ölen Jim Morrison’un anısına çalınan ‘The Doors’un ikonik parçası ‘Light My Fire’ eşliğinde kendinden geçen çocukların eğlencesi uzun sürmeyecek, bir ihbar üzerine evi basan gizli polis eşliğinde sorgu merkezine götürüleceklerdir.

’80 doğumlu yönetmen Belc, Romanya Yeni Dalgası’nın öncülerinden Cristian Mungiu ve Corneliu Porumboiu’nun asistanlığını yapmış. Dünya Kadınlar Günü’nün tarihi anlamı üzerine ‘8 Mart’ ve ülkesinin halen ayakta kalmış son sinema salonlarından ‘Dacia Panoramic Cinema’yı yaşatma savaşımını konu edinen 2015 yapımı ‘Cinema, Mon Amour’ belgesellerini çekmiş. 9 yaşına kadar Çavuşesku rejiminin en karanlık döneminde yaşamış olan sinemacı, Almanya’ya kaçışının ardından 1975’te 33 yaşında suikasta kurban giden Chiriac ve radyo programı üzerine önce bir belgesel hazırlamaya girişmiş. Daha sonra komünist rejimin koyu diktatörlük yıllarını yaşamamış, belki yalnızca okulda aktarılan ya da aile büyüklerinden duydukları kadarıyla dönem hakkında bilgi sahibi olan genç kuşaklara, ülke içe kapandıkça dikte edilmiş kültürün en güçlü propaganda aracı haline geldiği 50 yıl öncesinin kapkaranlık iklimini kırık bir gençlik aşkı üzerinden anlatmak, o yıllarda günlük hayatın her zerresine sızmış gizli polis teşkilâtının karanlık yüzünü yeni kuşaklara göstermek istemiş. Seçmiş olduğu 1972 yılında her şeyin daha yeni başladığını, 80’li yıllarda korku ve zulüm dalgasının çok daha beter hale dönüştüğünü ifade ediyor bir söyleşisinde.

Koyu gri baskı rejiminde renkli giysileri ve gençlik coşkuları ile var olmaya çalışan çocuklar, gizli polis karakolunun koyu kahve ürkütücü dehlizlerinde başka bir dünya ile tanışıyor. Öyküsünü müzik, kostümler ve renkler üzerinden anlatan Belc’in filmi de ikinci yarıda kopkoyu bir tona bürünüyor. İri yarı hoşgörüsüz görevlilerin karşısında uzun mor elbisesi ile ufacık kalmış Ana’yı izliyoruz. Kendisi işin içinde olmadığı halde arkadaşlarını ele verecek dokümanı imzalayacak mıdır? Yoksa geleceğini karartmak pahasına baskı ve tehdidin koyu karanlığına sessiz ama güçlü isyanını sürdürebilecek midir? Belc bunları tartışmaya açarken, eski ve yeninin ezeli çatışmasının metaforu niyetine belki, Ana rolünde genç kuşağın yetenekli oyuncusu Mara Bugarin ile Albay Ibis’i oynayan Romen sinemasının emektar ismi Vlad Ivanov’u karşı karşıya getiriyor, ikilinin parlak performansları üzerinden sorularına yanıt arıyor.

*Yazının başlığı, giriş sekansından esinle Ingmar Bergman’ın 1946 yapımı ikinci uzun metrajının (Det Regnar på vår Kärlek) adını taşımaktadır.

(04 Ocak 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Güçlü Hikâye, Gücü Tükenmiş Film

Çağan Irmak, yakın geçmiş üzerine yaptığı filmlerle hepimizin gönlünde taht kuran yönetmen. Özgeçmiş ağırlıklı hikâyelerini kendisi yazıyor, kendisi çekiyor. Hayatın içinden, bir başkasının belki de görmezden geldiği ayrıntıları yakalayıp tam da Yeşilçam duygusuyla aktarıyor.

Sevinçle hüznü birbirinin içine geçiren Çağan Irmak, uzun bir aradan sonra film içinde film olan Sevda Mecburi İstikamet ile yine seyircinin gözbebeği olacak, yine duyguları deşecek ve yine mendiller ıslanacak, etkisi evlerden yayılacak…

Melodram denilince…

70’lerden 2000’li yıllara uzanan, Çağan Irmak imzalı Sevda Mecburi İstikamet’in başrollerinde Selçuk Yöntem, Selin Şekerci, Kubilay Aka, Elif Ceren Balıkçı ve Günay Karacaoğlu yer alıyor.

Sevda ile Selim’in aşkı, magazin dünyasının katkısıyla (!!!) yerlerde sürünürken çocukları Suna’nın sorumluluğu -bizim ülkemizde- her zaman olduğu gibi annenin omuzlarına yükleniyor. Olanı biteni anlatmayıp merakınızı filme saklamanızı sağlayacağım kuşkusuz, ama devletin özel çocuklara bakışının eleştirilmesi gerektiğini vurgulamaktan geri durmayacağım.

Selim, “Sizin dediklerinizi yaptım.” diyor. Sahi, hepimiz hep birilerinin dediğini yaptık. Anne babamız istedi diye belirli okula gittik, üniversitede bölüm seçtik, onların kararlaştırdığı kişi ile evlendik. Mutsuzluğumuzun nedeni olarak onları gösteremiyoruz ama… Çağan Irmak, bu anlamda hiç çekinmeden, sakınmadan söylüyor sözünü.

Selim’i 70’li yıllarda yönlendirenler istedikleri sonuca ulaşamayınca ortada görünmüyor; Selim ise kimseyi mağdur etmemek için yaşadıklarını çarpıtmayı bile deniyor. Ta ki, Suna ile yeniden tanışıncaya kadar…

Eski ben ile yeni ben…

Selim, kızı Suna’ya kavuştuğunda eski Selim’in hatalarını tekrar etmemeye dikkat ediyor. Artık taşlar yerine doğru konulmuştur. Suna ile el ele verip aklını çelmeye çalışan -kimi zaman bunda da başarılı olan- eski Selim’i yok ediyor.

Çağan Irmak’ın sinema dili, Yeşilçam’ın duygusunu başarıyla yansıtıyor. Zaten Irmak’ın izlenirliğinin de temelinde bu yatıyor. Sevda Mecburi İstikamet’i beğenmeyen, çok olacaktır, dahası yerden yere vurmaya hevesliler de çıkacaktır. İzleyenler biraz aklıselim düşününce, beyazperdeye yansıyan öyküde kendilerini göreceği sekanslar bulacaktır.

(03 Ocak 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Metronom: Gençlik Müzikle Özgürlük Yolunda

2023 Türkiye için önemli bir yıldönümü, seçim de var üstüne üstlük. Gösterime, yılın ilk haftasında giren Metronom, geçmişten bugüne yaşananları da çağrıştırdığı için çok etkileyici geldi bana. Birkaç açıdan bakmak gerekiyor…

Öncelikle 50 yıl öncesinin anımsanması açısından alabildiğine ilginç bir film. 50 yıl çok uzun bir süre sayılmayabilir, ama yaşanan değişimlerle (teknolojik gelişmeleri de katarsanız hele, müthiş) “arada dağlar var” dedirtiyor insana. Okullardaki zorunlu (önlük) tek tip giyimden boş sokaklara, gece karanlığından müzik sevdasına, ama asıl dikkatlerden kaçmaması gereken önce devletin ardından da anne baba baskısına kadar çok şey değişmiş.

Romanya ile Türkiye arasındaki fark

Metronom, 70’lerde yasaklı müzik ve mektup yazma sorununu ele alıyor. Gençlerin özgürlüklerinin nasıl da kolay engellendiğini anlatıyor. Altı üstü popüler müzik gruplarının dünya listelerinde öne çıkan parçalarını dinlemek, onunla dans edip eğlenmek isteyen gençlerin ispiyonculuk ve polis gücüyle nasıl sindirildiğini izliyoruz.

Müziğin yasaklanması bizde de vardı: O yıllarda arabesk müzik yasaktı, Kürtçenin adı bile kabûl edilmezdi. Aradan geçen 50 yılda konserler, sokak müzisyenleri, Kürtçe müzik yasaklanıyor.

Tutuculuktan kaynaklanan cinselliğin yaşanmaması hâlâ tabu, gençler için hâlâ geçerli.

Aradan 50 yıl geçmiş ama değişmemiş

Yönetmen Alexandru Belc, özgürlüğün neredeyse hiç olmadığı 1970’lerin Romanya’sında özgürlüğü arayan gençlik hakkında bir film yapmak istediğini belirtiyor bir söyleşisinde… Komünist rejimin kötülendiği iddia edilebilir, ama anlatılanların büyük çoğunluğunun gerçek olduğu da biliniyor. Doğaldır ki, bir kısım devlet yöneticileri ve aileleri böylesi baskıları hissetmemiştir, ama müzik gibi evrensel bir barış dilinin yasaklandığı biliniyor. Dolayısıyla komünizmin değil Romanya’da uygulanan rejimin eleştirisidir Metronom filminde anlatılan.

Basit bir hikâye ama anlatım müthiş!

Görüntünün en durağan olduğunda beyazperdeden öyle bir gerilim yükseliyor ki, tırnaklarınızı geçiriyorsunuz koltuklara. Oyuncular öyle başarılı ki, o sorguda sanki siz ter döküyorsunuz.

Yönetmen Alexandru Belc, senaryosunu da yazdığı Metronom’da, liseden mezun olacak gençlere odaklanıyor. Anne babalar, “aman çocuğum, üniversiteye gidebilsin” diye çocuklarının arkadaşlarıyla eğlenmesini bile engellemeye çalışırken, gençler radyodan gizlice yabancı kanallardan dünyanın en popüler gruplarından en yeni şarkılarını dinlemek isterler. Gençlerin müzik dinleyip dans etmesi, cinselliklerini de kamçılar. Ana (Mara Bugarin) genç ve âşık, sevdiği genç Sorin (Serban Lazarovici) ise ailesiyle yurtdışına kaçmak için arkadaşlarını ispiyonlayan biri. Ana, Sorin’i, kendisinin onu sevdiğini kanıtlamak için uyarılara rağmen yatmayı bile göze alır.

İyi polis kötü polis…

Basına da yansıyan benzer olaylar bizde de yaşandı, yaşanıyor. Polis, sırf arkadaşlarını gammazlaması için gençleri satın almaya, onları ajan olarak kullanmaya çaba harcıyor. Filmde de benzer bir durum söz konusu. Ana, ilk anda ifadesini bile yazmayarak arkadaşlarını ele vermiyor, ama polis hem deneyimli hem de babasının (Mihai Calin) işiyle tehdit edince daha fazla direnemiyor.

Film, öyküsü itibariyle evrensel, sinema dili açısından da alabildiğine güçlü… Konusu gereği sadece Romanya ile sınırlı değil, geçtiği yıl ise ülkeden ülkeye değişse de yaşananlar aynı.

Tüm bunlardan hareketle mutlaka izlenmeli. Kendinizi göreceksiniz muhakkak. Ancak sadece siyasal/toplumsal yaşam çerçevesinde bakılması gerekmiyor; duygusal bir yanı da var. Ana, her ne olursa olsun sevdiceğinin oluyor, bir anlığına da olsa…

(03 Ocak 2023)

Korkut Akın

[email protected]