Kategori arşivi: Yazılar

Bana Bir Masal Anlat

Hepimiz masallarla büyümedik mi. Hayal dünyamızda ufuklar açan ürkütücü peri masalları, dünyanın dertleriyle başa çıkmada bizlere yol göstermedi mi. George Miller’ın, dünya prömiyerini geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes’da yapmış olan 11. uzun metrajı ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş / Three Thousand Years of Longing’ usta sinemacının kadim masallara olan tutkusunun uzun yıllar gün ışığına çıkmayı beklemiş son ürünü, sinema tutkunlarını heyecan verici mitolojik bir yolculuğa çıkarmayı hedefliyor. Avustralyalı sinemacının ana karakteri Dr. Alithea Binnie hikâyelerin insanları birbirine bağladığı iyileştirici gücüne yürekten inananlardan. İngiliz anlatıbilim uzmanı biten evliliğinin ardından yalnızlığı, kendi ifadesiyle özgürlüğü seçmiş. Daha önce Çin aleminin, Pasifik dünyasının ve Doğu Akdeniz’in zamansız ülkelerini ziyaret etmiş olan Alithea, bir konferansa katılmak üzere kadim İstanbul’a geldiğinde şehrin masalsı dokusuna hayran oluyor. Agatha Christie’nin ‘Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder On The Orient Express’i kaleme aldığı Pera Palas’ın gizemli odasından kentin büyüleyici havasını çekiyor içine. Havaalanında valizini almaya çalışan kısa boylu, deri ceketli misk kokan tuhaf adam (yoksa cin mi?) İstanbul’da yaşanacakların habercisidir oysa. 62 sokak, 4 bin dükkân ve 3 bin odasıyla gizemine kapıldığı Kapalı Çarşı’dan satın aldığı ve imitasyon olduğunu düşündüğü ‘çeşm-i bülbül’ün kapağı açılıp 3000 yıllık süreçte üç kez uzun mahkûmiyetler yaşamış dev Cin ile karşılaştığında heyecan verici macera başlayacaktır.

Alithea filmin açılışında hikâyesinin gerçek olduğunu ancak bir peri masalı kıvamında anlatırsa ona inanmamızın daha mümkün olabileceğini söyler. Öyle ya, başlangıçta bir meçhûl denizinde yüzerken hikâyelere başvurmaktan başka çare yoktur. Mitolojik yaratıklar o zaman bildiklerimizi ifade ederken, bilimin gelişmesiyle anlamlarını yitiriyor görünseler de, özgürlüğüne kavuşan Cinimiz Alithea’nın sevgiden yoksun hayatına geçmişin esrarından damıtılmış bir gül bahçesi vadetmektedir. Dev konumundan Idris Elba’nın cüsseli görünümüne geçiş yapan şişedeki Cin ondan üç dilek tutmasını ister. Ancak bu dilekleri yerine getirirse serbest kalabilecektir çünkü. Bu üçüncü hapisliği, kendi deyimiyle üçüncü aptallığıdır. Binbir Gece Masalları’ndan Şehrazat misali ona sırasıyla üç hikâye anlatır. Üç bin yıl önce ‘güzelliğin ta kendisiydi’ diye tarif ettiği ve kölesi olduğu Saba Melikesi Belkıs’ı, büyülü yaratıkların eşlik ettiği sihirli çalgısıyla kadınların gönlünü fetheden sihirbaz Hazreti Süleyman’a kaptırmış ve bir şişenin içinde Kızıl Deniz’in sularında kaybolmuştur.

16. yüzyıl başlarında İstanbul Boğazı’nın karanlık sularından yolu Topkapı Sarayı’na düşen Cin, korkunç komploların hızla ilerlediği Osmanlı ilinde Hürrem Sultan’ın entrika girdabında ikinci mahkûmiyet evresine girecektir. Boğaz’daki bir yalıda geçen üçüncü anlatı ise, onun 12 yaşında zengin bir tüccara üçüncü eş olarak verilen güzel Zefir’in hem bedenine hem de çevik zihnine tutulması üzerinedir. Dünyada ne kadar güzel faydalı ilim irfan varsa hepsine sahip olmak isteyen genç kıza tarihi, felsefeyi, şiiri, astronomiyi, matematiği öğretir ve geliştiğini gördükçe ona daha fazla tutulur, Zefir’i Belkıs’tan daha çok sever ama yine de unutulur. Her şeye uyum sağladığını ifade eden koca yaratık sevmek için kat etmiştir bunca yolu. Belkıs’a duyduğu özlemin, Zefir’e duyduğu sevginin izinde Alithea ile yalnızlıklarının birleşmesini ister. Ancak aşkı değil mantığı yeğlemiş olan bilim kadını buna nasıl karşılık verecek, kaosla baş edemeyen dünyada büyüyen nefrete ve çağdaş kakofoniye rağmen aşk yeşerebilecek midir.

George Miller’ın İngiliz yazar Dame A. S. Byatt’ın 1994 yılında yayımlanan kısa öyküsü ‘Çeşm-i Bülbül’deki Cin / The Djinn in the Nightingale’s Eye’dan uyarladığı ve senaryosunu öz kızı Augusta Gore ile birlikte kaleme aldığı yapıtı, masallarla mitlerle bezediği filmografisinin en seçkin örneklerinden. 1979 yılında ‘Mad Max’ ile sinemaya başlayan yönetmen, serinin 36 yıl sonra gelen dördüncü ve dijital son sürümü ‘Mad Max: Fury Road’ ile muhteşem bir dönüş yapmıştı. Doğal mekânlarda bilgisayar efektlerine pek yüz vermeden çektiği bu aksiyon operasının ardından gelen son filmi doğası gereği hemen her sahnesinde CGI teknolojisinden yararlanan, Mad Max’in sessizliğine karşıt bol bol konuşan, sürekli hikâyeler anlatan yönetmenin kariyerinde ayrıksı bir çalışma. Muhteşem Tilda Swinton (Alithea) ile karizmatik Idris Alba’nın kimyası tutmuş, önemli bölümü ülkemizde çekilmiş olan yapım, Osmanlı sarayında geçen bölümlerde ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinden esinle ve Türkiyeli oyuncuların katkısıyla başarıyla kotarılmış. Kösem Sultan’da Zerrin Tekindor’u izlerken, 4. Murad’da (İlker Çatak imzalı ‘Söz Senettir’ filminde beğeniyle alkışladığımız) Oğulcan Arman Uslu, Gülten’de Ece Yüksel, Zefir’de Burcu Gölgedar özellikle parlıyor. Filmin müziklerini besteleyen Tom Holkenborg ise ayrı bir alkışı hak ediyor. Final jeneriğinde Miller ve kızının sözleri ile dinlediğimiz ‘Cautionary Tale’ adlı güzelim şarkının Andrea Bocelli’nin oğlu (filmde şehzade Mustafa’yı da oynayan) Matteo Bocelli tarafından seslendirildiğini hatırlatalım. Mad Max serisini özleyenlere ise, serinin bir önceki sürümünün gözü pek kadın savaşçısı Furiosa’nın adını taşıyan yeni maceranın çok yakında beyazperdede olacağı müjdesini verelim.

(18 Eylül 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cennetten Kovulmak

Saygın Fransız yönetmen Laurent Cantet, bizde de gösterimi süren son yapıtı ‘Arthur Rambo’da bir kez daha ülkesindeki göçmen azınlık sorununa eğilirken, çağdaş sosyal medyanın hayatımızı kontrol altına almış ölümcül etkisi üzerine dikkat çekiyor. Ana karakteri Cezayir asıllı Karim D. dilimizde ‘Çıkarma’ anlamına gelen ‘Débarquement’ adlı romanının edebiyat dünyasında coşkuyla karşılanmasının sarhoşluğu içindedir. Annesinin gerçek hikâyesini anlattığı ilk kitabı, genç kadının kendisi için seçilen Fransa’ya çıkarması üzerinedir. Kibirli ülke halkı onu aralarına almakta pek de gönüllü davranmamıştır gerçi. Hem coğrafi hem de sosyal anlamda donup kalmışlığı dile getiren, sömürgeciliğin suçlarına içten bir bakış olarak karşılanan roman öylesine başarı bulunmuştur ki, lansman partisinde kitabın film hakları satın alınarak filmi bizzat yazarın yönetmesi dahi talep edilir.

Yüzündeki şaşkın gülümseme ile dans pistine yönelmeden önce karşılaştığı başka bir ünlü edebiyat kişisi Karim D.’yi uyarmadan edemez. O gece herkesin gözdesidir ancak toplumun her kesiminden akan bu coşkun ilgiye çok da fazla güvenmemeli; anın keyfini çıkarmalı ama ne olur ne olmaz diyerek temkini elden bırakmamalıdır. Yayıncılar yazarlarının ölü olmalarını hayatta olmalarına yeğler çünkü. Nitekim bizim çağdaş Külkedisi’nin haz yüklü anları çok uzun sürmez. 16 yaşındayken (19. yüzyıl sonlarının özgür ruhlu huzursuz şairi Arthur Rimbaud’dan esinle) Arthur Rambo takma adıyla yazdığı ve sonradan uyarılara rağmen silmediği onlarca tweet gecenin yarısında sosyal medyada yayılmaya, geçmişinden gelen nefret dolu mesajlar birer birer afişe olmaya başlar. Irkçı, ayrımcı, özellikle Yahudileri ve eşcinselleri, engellileri hatta şişman insanları yeren ve ağır hakaretler içeren iletilerdir bunlar.

Karim D.’nin baş döndürücü yükselişini tepetaklak bir düşüş izler. Önce yayınevi desteğini hızla geri çeker. Yakın arkadaş çevresi, bin emekle kurduğu küçük çaplı video kanalında çalıştığı dostları, ‘sana ihtiyacım var’ diyerek sığındığı sevgilisi birer birer uzaklaşır ondan. Annesi hayal kırıklığı içindedir. Yalnızca erkek kardeşi Farid onun geçmişteki isyan dolu haykırışının yanındadır. Karim D. şaşkındır. Verdiği röportajda kendi yarattığı karakterin bir serseri hatta kötü ikizi olduğunu söyleyecek, zeminini hazırladığı kışkırtıcı tartışma ortamında sınırların aşıldığını ve işlerin çığırından çıktığını ifade ederek özür dilemeye çalışacaktır. Kardeşi Farid bu konuda aynı düşüncede değildir gerçi: banliyölere itilmiş göçmen toplumunun (Matthieu Kassovitz’in bizde ‘Protesto’ adıyla gösterilmiş 1995 yapımı kült filmi ‘La Haine’ esini taşıyan) nefret yüklü birikimini ağabeyinin yüzüne haykıracak ve onu köpek gibi cennetlerinden kovanlardan özür dileyen Karim’i suçlayacaktır.

1999 yapımı ilk uzun metrajı ‘İnsan Kaynakları / Ressources Humaines’ ve ‘İş Yok Zaman Çok / L’emploi du Temps’ gibi önceki işleriyle çağdaş Fransız toplumunda emek sermaye ilişkilerini didik didik etmiş olan sinemacı, Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü 2008 yapımı ‘Sınıf / Entre Les Murs’de farklı etnik gruplardan öğrencilerin oluşturmuş olduğu sınıf ortamını çağdaş Fransız toplumunun sosyokültürel yapısını analiz ettiği bir laboratuvara dönüştürmüştü.

Bu defa radyo yorumcusu Mehdi Meklat’ın 2017 yılında skandal yaratmış nefret dolu tweetlerinden yola çıkan yönetmen, bir gecede vezir ettiğini aynı süratle rezil etme gücüne sahip çağımız sosyal medya olgusunu soluk soluğa ilerleyen bir hikaye ve dinamik bir kurgu ile anlatıyor. Sosyal medyanın baştan çıkarıcılığı ve hızlı yoldan gelen şöhretin sarhoşluğunu 48 saatlik bir zaman diliminde aktarıyor. Bu alemde daha fazla beğeni daha fazla takipçi getirdiğinden, kelimelerin şiddeti giderek artmaktadır. ‘Bir oyun parkında gibiydim’ der Karim. ‘Bir sınır arıyordum ve birilerinin beni durdurmasını bekliyordum, ama kimse durdurmadı’ diye ilave eder. Öfkesini dışa vurma yolunda tweet atmak onun için nefes almaya bir tür bağımlılığa dönüşmüştür artık. Cantet bu çağdaş soruna dört başı mamur bir biçimde parmak basarken yılın en dikkate değer filmlerinden birine imza atıyor. Chloe Thevenin’in tedirgin müziği ile ilerleyen film, 13 yıl önce Cantet’nin ‘Sınıf’ filmindeki küçük öğrencilerden biri olarak oyunculuğa adım atmış olan Rabah Nait Oufella’nın başarılı Karim D. yorumundan büyük destek alıyor.

(17 Eylül 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gizemle Birleşen Kişisel Dram

Irkçılık yaşamın her anında, her alanında olanca hızı ve gücüyle sürdürülüyor; kimi zaman aynı toprakları paylaşan halklar arasında, kimi zaman farklı ülkelerin farklı halklarına karşı, kimi zaman küçümsenen kişi/ailelere karşı… Biz buna “neofaşizm” diyoruz, ne korkuncu ve tabii ki, kitlesi büyük olduğu için de süren…

“Kya’nın Şarkı Söylediği Yer”, Kuzey Carolina’da, bataklık yanındaki küçük bir kasabada, yıllar önce geçiyor. Siyahlarla beyazlar arasında süregelen haksız ve tutucu ırkçılık, tacizci babanın yalnız bıraktığı küçük Kya üzerinde de sürüyor. Büyük küçük, kadın erkek, herkes onu dışlarken -doğal olarak- siyahi bakkal destekliyor. Kasaba halkının “Bataklık Kızı” adını taktığı küçük kız midye toplayarak ekonomik olarak yaşama tutunurken çizdiği resimlerle umudunu diri tutuyor. İki arkadaşı oluyor umut bağladığı… Biri üniversiteye gidip geri dönmeyen (ama asıl sürpriz onunla geliyor), biri de ondan yararlanmak isteyen ama sonra tutunacak tek kişi olduğunu gören şımarık yalancı… Kya, ikisine de sarılıyor büyük bir umut ve aşkla. Bu da bir uyarı aslında, anlayana…

Sinema…

Filmde var olan müziği duymuyorsanız, kamera hareketlerini hissetmiyorsanız, oyuncuları fark etmiyorsanız iyi bir film izliyorsunuz demektir. Bu tanım, sadece bizim için değil, tüm dünya sineması için geçerli bir kriter. “Kya’nın Şarkı Söylediği Yer” de tam böyle bir film. Alabildiğine güzel ve doğal olarak korku salan bir bataklık, kasabadan uzakta yaşayan genç bir kız ve ilgilenen iki genç erkek. Bir film için biçilmiş kaftan. Sadece film için değil, edebiyat için de geçerli bu ve kitabı haftalarca çok satanlar listesinin tepesinden inmemiş.

Kya ile ilgilenen gençlerden biri ölü bulununca, herkes en kolayına kaçar ve genç kızı suçlar. Bütün veriler aleyhinedir Kya’nın, ama emekli avukat, onu savunmayı üstlenir. Ondan sonra, bir yandan düğüm üstüne düğüm atılırken, bir yandan da teker teker çözülür tümü.

İnsanın toplumsal yapının dışında kalamaması, sürü psikolojisinin ne denli etkin olduğu, yalnızlığın ve dışlanmışlığın ne denli zor olduğu, haklı olduğunu bildiği halde kendini savunmaya bile gücü olmayan genç kızın yürek burkan hüznü… bir boyutuyla aile içi şiddetin normal yaşamı engellediği, bir boyutuyla da “kerevitlerin şarkı söylediği yer”i (müziği duymadım ama o şarkı söylemeyen kerevitlerin şarkısına eşlik ettim film boyunca) aratan filmi izleyin, izletin. Özellikle ana baba kucağında, şehirde büyüyen çocuklarla; her istediğini yerine getirmeye çalışan aileler hiç kaçırmasın.

Kya’nın Şarkı Söylediği Yer (Where The Crawdads Sing), dram, gizem, cinayet, duruşma filmi, Yönetmen: Olivia Newman, Senaryo: Lucy Alibar (Delia Owens’ın romanından), Oyuncular: Daisy Edgar-Jones, Taylor John Smith, Harris Dickinson, Michael Hyatt, Sterling Macer, Jr. ve David Strathairn… 09 Eylül 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(07 Eylül 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Terör Sadece Silahla Yapılmıyor

Güney Kore’de, bir polis, sosyal medya üzerinden yapılan bir terör duyurusunu önemseyip de üzerine gidince gerçekten büyük bir olay ortaya çıkıyor. Çalıştığı işyerinden bir virüsü çalan genç bir adam, en kalabalık uçakta bu virüsü yaymaya, buna da bağlı olarak büyük bir katliama imza atmak istiyor.

Alabildiğine gerilim dolu, alabildiğine sürükleyici ve aslına bakarsanız da olasılıkları göz önüne aldığınızda gerçekten de korkutucu bir durumu yansıtan bir film Acil İniş (Emergency Declaration). Covid-19 ile hepimizin yakından tanıştığı pandemiye yol açan virüsler, artık hep gündemimizde olacak. Sadece Covid-19 olanı değil, ebolasından maymun çiçeğine, nezlesinden uyuzuna dek her türlü sorun edebiyatta da, sinemada da, müzikte de karşımıza çıkacak. (Bu arada bir küçük bilgi notu: “Önce Kuşlar Öldü”, 1960’ların hemen başında bizim ülkemizde görülen -ama gizlenmeye çalışılan- bir pandemiyi anlatan bir roman, duyurmuş olayım.)

Filmi teknik anlamda ele almak yerine anlattıklarından yola çıkarak, devletlerin de ne denli çıkarcı olduklarını izlediğimizi belirtmekte yarar var. Bir uçak dolusu insan, hava şartlarının kötülüğü nedeniyle biraz fazla yakıt almış olsa da, o ülkeden diğerine, bu ülkeden öbürüne hem de askeri uçaklardan açılan uyarı ateşleriyle kovalanıyor.

İnsanlık nerede kaldı?

Bunu yapanlar, bugün teknolojide de, ekonomide de en ileri dediğimiz ülkeler. Panzehri üretilmiş ve kullanılabilir olmasına karşın insani bir tutum göstermeyerek havadaki uçağa, yakıtının bitiyor olmasına rağmen, acil iniş izni verilmemesi, izleyiciyi gerçekten üzüyor. Aslında hepimiz üzülürüz böylesi bir durumla karşı karşıya kaldığımızda.

Bürokrasinin tutumu…

Sadece bizim ülkemize has bir davranış sandığım “neme lâzım”cılık havayolları temsilcileri başta olmak üzere polisinden bakanlarına, tüm bürokratlar için geçerliymiş. Bunu öğreniyoruz. Muhakkak ki, bir “kahraman” çıkacak ve sorunu çözecektir. Herkesin Cüneyt Arkın veya Malkoçoğlu olmasını bekleyemeyiz, ama iktidarların ana görevinin ve sorumluluklarının böylesi olası tehditlere karşı çıkması olmalıdır. Filmi izlerken haklı olarak, eşi o uçakta olmasaydı, o polis de mi ilgilenmeyecekti sorusu dönenip durdu kafamda. Bizim ülkemizde olabilir, hepimiz içinde yaşıyoruz, özellikle tek adam iktidarıyla birlikte bir sorumsuzluk yaşanıyor. Peki, yok mu bunun çaresi?

Bu ve bunun benzeri soruları çoğaltmanız, yanıt bulmak için düşünmeniz ve iyi bir gerilim filmi izlemenin tadını almanız için… kaçırmayın.

Acil İniş (Emergency Declaration), Senaryo ve Yönetmen: Jae-rim Han, Oyuncular: Song Kang-ho, Lee Byung-hun, Jeon Do-yeon … 09 Eylül 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(06 Eylül 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Fransa Bizi Kıskanıyor

Genç bir göçmen, yazdığı romanla başarıyı yakalar, sadece bir kitapla bile hayatı kurtulabilecektir. Ancak takma adla (nick name) ile yazdığı tweetler nedeniyle birden her şey tersine döner.

Fransa bizi kıskanmasın da ne yapsın? Kamuoyu baskısı nedeniyle yaşamı zindana dönüşür genç yazarın. Her şey mi bozulur 140 karakterle? Başta kimsenin umursamadığı o komik tweetler, yazar olarak ünlenince bir karşı silah olarak kendisine döner. Öyle ki, en yakınları bile kaçar yanından.

Fısıltı gazetesi

12 Eylül döneminde, bir şair arkadaş (Hüseyin İlbey, çiçek koksun toprağı) Tanju Cılızoğlu’ndan şiirlerinin yayımlanabilmesi için destek istemişti. Cılızoğlu da, fısıltı gazetesinin tirajının çok daha yüksek olduğunu, kulaktan kulağa yayarak ‘hedef kitle’ye ulaşılabileceğini söylemişti.

Kitabı çıkana kadar takip edenlerin beğenisiyle geniş bir kitleye ulaşan Karim (neden Kerim değil, bizdeki karşılığı kullanılmalı), yazdığı kitapla tanınınca, birileri düğmeye basar ve haksız bir savaş başlatır. Genç, deneyimsiz Karim, yalnızlık girdabında, silse de tweetlerini, artık iş işten geçmiştir.

Bizim ülkemizdeki gibi…

Fazıl Say, yıllar önce, bir retweet nedeniyle yargılanmıştı, anımsıyor musunuz? Kadınları taciz eden, tecavüz sanıkları bile salınırken… insan bu haksız (hatta hukuksuz) duruma isyan etmesin de ne yapsın? Yakınlarda, TFF binasını kurşunlayanlar (sabıkalı oldukları da açıklandı) salınırken bir şarkıcının sahneden sarf ettiği söz nedeniyle tutuklanıp ev hapsinde tutulması da aynı.

Sinemanın en büyük özelliği, bana sorarsanız, izleyiciyi sarıp sarmalarken yanıtlanması zor sorular sor(dur)ması. İster istemez durumu irdeliyor, haksızlığa karşı çıkıyorsunuz. Bu da demektir ki, “Arthur Rambo” izlenmeli, hem de pürdikkat.

Peki, sinemanın bu özelliği bizim ülkemizde hayata geçiyor mu? Pek değil. Tepede “Demokles’in kılıcı” gibi sallanan Anayasa’ya bile karşı olduğunu herkesin bildiği düşünce suçu ile suçlanmak, tıpkı bu filmde olduğu gibi kendini savunacak bir fırsat bile bulamamak, bizim gerçeğimiz. Dün sansür vardı, bugün troller. Troller üzerinden sürdürülen kara propaganda, yandaşlar tarafından yazılı ve görsel medyada gündeme oturuyor, buna da bağlı olarak bırakın savunmayı, dışarı çıkacak hal bırakılmıyor.

Karim’in başarısından çok takma adlı nefret söylemi ağır basan sosyal medya metinleri belirliyor gününü.

Nasıl bir dünyada yaşadığımızı kavramak, hatta karşı çıkarak bu gidişata dur demek için…

Arthur Rambo, Yönetmen Laurent Cantet, Senaryo: Fanny Burdino, Laurent Cantet, Samuel Doux, Oyuncular: Rabah Nait Oufella, Bilel Chegrani, Antoine Reinartz ile Sarah Henochsberg… 09 Eylül 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(05 Eylül 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bobine Sığmayan Film Üzerine: Karanlığın Taneleri

Bir şarkıyı defalarca dinleriz de, bir öyküyü iki kez okumaktan kaçınırız. Birileri anlatırken, filmin sonunu söylememesini, keyfinin kaçmamasını isteriz. Bir resme de her gün bakar ve ondan yeni çıkarımlarla yeni tatlar alırız ama aynı oyunu ikinci kez izlemek ağır gelir… Şairin şiirce “bunca okumamaya nasıl vakit buluyorsunuz” dediği kadar var; çünkü düşünmekten kaçınıyoruz alabildiğine. Oysa sadece sözcüklerin değil renklerin, tınıların, mimiklerin de altında yepyeni anlamlar yatıyor, hem anlamak için hem öğrenmek için… öyleyse ikinci, hatta üçüncü kez de okunur bir kitap, daha da çok izlenir bir film.

Tarhan Gürhan, Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun 2000’de çektiği ilk uzun metrajlı filmi, Paramparça Aşklar Köpekler’i irdeleyen 17 kişiyi bir araya getirmiş. Kimi şair, kimi senarist, kimi hekim, kimi öykücü hatta ressam… 17 kişi aynı filmi farklı açılardan ele alıp, deyim yerindeyse didik didik etmişler. Doğaldır ki, birinin bakışıyla diğerininki bazen çakışmış bazen çatışmış… ama olsun, okur olarak sızan yeni bir ışıkla farklı bir yorum olanağı doğuyor. Uzun yıllar uğraşmış Gürhan bu yazıları derlemek için ve tabii basılmasını sağlamak için de. Oysa sadece film izleyicisi için değil okur için de yeni ufuklar açan, gerçekten önemli bir çalışma. Neden kimse bu tür çalışmalar yapmaz, neden yayınevleri desteklemez? Derleyeni de, yazanları da, yayınevini de kutluyorum.

Bobine sığmayan film…

“Fındık kabuğuna sığar da kale kapısından sığmaz, bilin bakalım nedir bu?” Çocukken çokça sorduğumuz, hâlâ da ilginçliğini yitirmeyen bu soruyu “Amores Perros” (Paramparça Aşklar ve Köpekler) filmi için önce kendisine sonra da -yönetmenine ulaşamadığından olsa gerek- 17 ayrı kişiye soran Tarhan Gürhan, belki de yönetmenine de yeni bir bakış sağlayacak bir pencere açılmasına fırsat tanımış.

Gürhan, filmi ilk izlediğinde gözlerinin sargı bezi, yara bandı, acil girişi aradığını da dillendirdiği önsözde, “sinemada henüz koku alamıyoruz” (ama gelecekte kitaplardan da koku yayılacak diye eklediği) cümlesine, bir öneri: Sam Peckinpah’ın, o ünlü “Bana Onun Kellesini Getirin” (sahi, onun da üzerine böyle bir çalışma yapılabilir) filmini izlerken, çuvalın içindeki kellenin etrafında dönenen sinekleri görünce, kokusu buraya geldi diye seslenmiştim, baktım, izleyiciler snıf snıf burnunu çekiyor, o kokuyu hissetmek için; olumlayanlar da olmuştu, iyi anımsıyorum filmi salona taşımıştı… Daha sonra, 360 derece perde, hareketli koltuklar ve püskürtülen parfümler geldi. Demek ki sırada koku var!

17 yazardan biri, “Amores Perros bana göre her şeyden önce insanın öldürerek yaşadığı dönüşüme odaklı bir film” olduğunu yazıyor. “Seyirciyi duygu birliği kurmaya zorladığı” da bir diğer saptama. İnsanın kendini var etmenin yolunun ötekini yok etmekten geçtiğine inanın insanın yenilgisini anlatır aslında film” diyor bir diğeri… Aşk, ölüm, hayat, nefret, intikam, bağışlama vb. farklı duygusal temalarla dolu olduğunu ifade eden de var. Yönetmenin, izleyiciyi çok daha katılımcı bir hale getirmenin yolunu aradığını belirten de…

“Film şunu söylüyor: İnsanız, bilmeden yaşıyoruz.”

Sanat, sosyopolitik, sosyoekonomik, sosyokültürel ve mitolojik temellerde şekillenir; anlattığı (ya da aktardığı) bunların ışığında. anlamlanır. Buradan yola çıkılınca, sanatın (burada Paramparça Aşklar ve Köpekler filminin) her zaman rehber olduğunu okuyoruz.

Kim neyi isterse onu alacaktır filmden. Kimi en temel olanı görecek, kimi duygulardan hareketle farklı bir anlam yükleyecek, kimi de politik çıkarımlarda bulunacaktır. “Karanlığın Taneleri”nin en güzel yanı da bu zaten, her bir farklı görüş ve düşünüşü bir arada görüyoruz ve karşılaştırma olanağı buluyoruz.

Köpekler

Para hırsı ve sevdiği kadının uğruna köpeğinin hayatını hiçe sayan diye söylediğimizde, belki filmin temelini vermiş oluyoruz, ama film bunun katbekat üzerinde ve her katman yeni bir pencere açıyor dört bir yana… ufukta tan ağarıyor mu, izleyiciye sormak gerek. Octavio, ağabeyi Ramiro’nun karısını (Susana) seviyor, aslında yine Ramiro’nun köpeği (Cofi) üzerinden para kazanıyor. Aradaki bağlantıyı çok başarılı olarak kuruyor ve tüm bir yaşamı kapsıyor film.

Bir yazar Yılmaz Güney ile bağdaştırmış yönetmeni… Duruyorsunuz orada, ister istemez. İkisinin sinema dili de, anlatımı da farklı, hem de çok (tabii ki, bana göre). Ancak öyle bir diyalektik bağ kurmuş ki, “ay ışığı ile eşeğin kuyruğu arasındaki diyalektik bağ”dan başka bir şey değil bu.

Filmin yapısının modern şiiri andırdığını yazan ise, yönetmenin Yılmaz Güney’in filminden etkilendiğini aktarıyor. Belki de benim filmi bir kez daha -tabii ki bu açıdan, özellikle- izlemem gerekiyor.

Paramparça aşklar

“İlk izleyişte (adından da yola çıkarak) paramparça ve karmaşık görünen film, ikinci izleyişte gizlerini ele veriyor” cümlesinden yola çıkarsak, ben filmin daha da fazla izlenmesinden yanayım. Gerek montajı gerekse diyalogları ile film, ikili hatta üçlü ilişkilerde kişi(lik)lerin ve mekânların özelliklerini kavramamızı sağlıyor. Bir bakışla bizim ülkemizden pek farklı değil, diğer bir bakışla ise hiç de öyle değil.

Ne aşklar ne de köpekler yalnız bırakırmış insanı… ya bırakırsa? “Umutların peşinden sen de dökülmeye başlarsın”. Galiba filmin savsözü bu. Amores Perros’u, bizdeki adıyla Paramparça Aşklar ve Köpekler’i “Karanlığın Taneleri”ni okuduktan sonra bir kez daha izlemek, özellikle de seçime yaklaşırken siyasal iklimin de tıpkı küresel iklim değişikliği gibi hayatımıza etkileri üzerine de düşünmek için gerekiyor, bence.

Şimdi, bana müsaade, filmi yeniden izleyeceğim.

Meraklısı için not: Tarhan Gürhan, yazıları kendisine geliş sırasıyla yerleştirmiş. Makbule Aras Eivazi, Sinem Cezayirli, Beril Azizoğlu, Enis Akın, Asuman Susam, Esme Aras, Hayati Baki, Hüseyin Alemdar, Bâki Ayhan T., Yaşar Sökmensüer, Fatih Atila, Ali Datlı, Dr. Cengis Asiltürk, Haydar Ergülen, Hakan Günday, Pembe Behçetoğulları, Kurtuluş Özyazıcı. Aklıma, başka kimlerden yazı istediği, ama türlü nedenlerle yaz(a)mayan veya reddeden ve bir de ulaşılamadığı için yazma fırsatı bulamayanlar var sorusu takılıyor.

Karanlığın Taneleri, Amores Perros
Derleyen Tarhan Gürhan
İnceleme
H2O Kitap, Temmuz 2022, 142 s.

(04 Eylül 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Gerçek Canavar Hangisi

Buzlar ülkesinden gelen Baltasar Kormákur’un Amerika macerası sürüyor. Yönetmen hakkında ‘Rastgele Baltasar’ başlıklı önceki yazım onun 2013 yapımı keyifli yaz serüveni ‘Zorlu İkili / 2 Guns’ filmi üzerineymiş. Yıllar önce 20. İstanbul Film Festivali’nin yarışma seçkisinde yer almış 2000 yapımı ikinci uzun metrajı ‘101 Reykjavik’ ile keşfettiğimiz sinemacı, ülkesi İzlanda’da çekmiş olduğu ilk dönem filmlerinde aile içi hesaplaşmalar üzerine yoğunlaşır. Deneyimli yönetmen ülkemizde gösterimi süren son filmi ‘Canavar / Beast’ ile bu kez Güney Afrika’nın korunma altına alınmış vahşi doğasında yolculuğa davet ediyor izleyicisini. Kara Kıta’da tanıyıp evlendiği karısını kanserden kaybedişinin ardından yetişkin iki kızı ile birlikte anne toprağına, Güney Afrika’nın balta girmemiş geniş çayırlarına uzanan yolculuk, yönetmenin bir kez daha gözde teması olan aile ilişkilerine odaklanacağımız bir hikâyeyi haberliyor. Ancak yörede baş gösteren gelişmeler buna fazla fırsat tanımadan aile bireyleri kendilerini bir ölüm kalım mücadelesinin içinde bulacaklardır.

Gerilimli bir gece sekansıyla açılıyor film. Turistik safariler düzenlenen koruma altına alınmış bölgeyi koyu karanlıkta basan kaçak avcı grubu bir aslan sürüsünü acımasızca katlediyor. Ancak sürünün reisi konumundaki erkek aslan ellerinden kurtulmayı başarıyor. Onu yakalamanın elzem olduğunu yoksa peşlerine düşeceklerini iyi biliyor avcılar. Yaralı olarak kurtulan erkek aslan jenerik öncesi ona bunu yaşatanlardan intikamını almaya başlıyor. Çevredeki yerli halktan başlamak üzere önüne çıkan herkes gazabından nasibini alacaktır. İşte bu ahval ve şeraitte yolu öfkeli aslan ile kesişen doktor Nate Samuels, iki kızı ve kendilerine rehberlik eden hayvanbilimci aile dostları Martin hayatta kalmayı başarabilecek midir.

‘Canavar’ bir aile hesaplaşması ile vahşi hayvan dehşetini aynı potada eritmek üzere yola çıkmış sürükleyici bir yaz macerası olarak dikkat çekiyor. Bugünlerde yeni James Bond olacağı yönünde kulislerde adı geçen ünlü İngiliz asıllı oyuncu Idris Elba gösterişli bedeni ve karizması ile üstleniyor öyküyü. Deneyimli Fransız asıllı görüntü yönetmeni Philippe Rousselot’nun gündüz sarısı ve tekinsiz kapkara Afrika geceleri Kormakur’un kıvrak anlatımına büyük destek olmuş. Vahşi aslanların bilgisayar teknolojisi ile filme dahil olması nerdeyse kusursuz. Filmde adı geçen ‘canavar’ sözcüğü ile her ne kadar çığırından çıkmış aslan kastediliyorsa da, sürüsünden koparılmış doğa yaratığı, söz gelimi yönetmenin örnek aldığını düşündüğüm ‘Jaws’un canavar köpekbalığı gibi kötü bir karakter olarak çizilmemiş. Doğa – insan dinamikleri ve belki de canavarın ta kendisi olan insanoğlu üzerine fazla açılım yapmadan, zaman ve mekân birliği gözetilerek 24 saatlik bir ölüm kalım mücadelesi ile yetindiği için eleştirilebilir belki.

(03 Eylül 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gözün Gözle İmtihanı

Bir uzay bilimkurgu filmi… ama öne çıkan uzay ve bilinmeyen bir uçan daire değil. Uzay, uzaydan daha çok gökyüzünde olanların yeryüzünde yaşayanlara yansıması… Bir anlamda astrolojik bir bakış, bir diğer anlamda hiçbir şey göründüğü gibi değildir, bir başka anlamda da “bakış açısı”nı değiştirmemiz gerekir ya da “aman, olursa olur, olmazsa olmaz” boş vermişliği…

Uzay aracı, yukarıdan aşağıda yaşananları gözlüyor. Göz göze geldiğini yutuyor. Onun için göz göze gelmemek gerekir. Bu, size gözüne bakılması yasaklanan firavun ya da prenses hikâyesini çağrıştırmadı mı? Fark eden ne? Birinde uzaylının gözüne bakılmıyor, diğerinde hükümdarın. Her ikisinin de sonunda yaşamı sona eriyor. Bu döngüden sıyrılmak mümkün mü? Nope, bunu anlatıyor işte. Cesur olan, nerede nasıl davranması gerektiğini bilen kazanır.

Jordan Peele, bundan önceki iki filmindeki gibi birkaç düzeyi birden kapsayan, her katmanda farklı şeyler anlatan bir filmle beyazperdeden sesleniyor bize. Biraz korku, biraz komedi, biraz merak, ama çokça soru işareti. Babaları ölen, sakin OJ ile uçarı Emereld, hayatlarının fırsatının ayaklarına (daha doğrusu gözlerine) geldiğini düşünür. Seyirci için de aynı şey söz konusu… Bir uzaylı vardır, -UFO yani, tanımlanamamış uçan nesne- ve onu fotoğraflarlarsa köşeyi kısa yoldan dönebilmek mümkündür. En alt katmanda bu öykü var, ancak ikinci katmanda televizyon programlarının yaşamı ne denli etkilediğini düşündürüyor. Üçüncü katmanda ise iletişim(sizlik) söz konusu. Herkes kendi derdinde, herkesin beklentisi ve/veya umudu farklı. Kimse asıl meseleye odaklanmıyor. Peele’in gerçeküstücü yaklaşımla aktardığı; gökten yağan anahtar, para gibi metaller ile yeri göğü birbirine katan, hortum oluşturan fırtınalar izleyiciye soru üstüne soru sorduruyor. Zaten Peele, belki de o soru soran izleyiciye anlatmak için çaba harcıyor.

Nope’un -bir Bunuel filminde olduğu gibi- ileride kare kare dikkatle irdelenmesiyle anlatılmak istenenin, aslında görünenlerden daha çok simgelenenlerle ortaya serildiği konuşulacak. Yani belki de bir kült filmle karşı karşıyayız; bugün beğenmesek de.

Hayır (Nope), bilimkurgu, korku, Yönetmen ve Senaryo: Jordan Peele, Oyuncular: Keke Palmer, Daniel Kaluuya, Barbie Ferreira, Steven Yeun, Brandon Perea… 19 Ağustos 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(18 Ağustos 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Gökyüzünde Neler Oluyor

‘Hayır / Nope’ gizem yüklü bir sahne ile açılıyor. 90’lı yıllar popüler televizyon şovunun setinde beklenmedik bir dehşet yaşanmaktadır. Dağılmış ve terkedilmiş set ortamında şovun yıldızı şempanze Gordy kanlar içinde sadece ayakları görüş alanımıza giren kurbanına saldırıyı sürdürmektedir. Bu dehşetengiz girişin ardından geniş araziye yayılmış bir at çiftliğinin sakin ortamında baba oğul Hayward’ların günlük rutinine tanıklık ederiz. Lakin bir Jordan Peele filminde huzurlu anlar çok uzun sürmez. Gökyüzünden kurşun misali yağmaya başlayan nikel paralardan biri yaşlı adamın tek gözünü delerek ölümüne neden olur. Gök kubbede neler olmaktadır. Ön jenerikte yer alan Eski Ahit’te yazılı tekinsiz kehanet (‘Seni pislikle sınayıp rezil edeceğim, seyredecek herkes seni’ Nahum 3.6) Tanrı’nın gazabını haberler gibidir.

Günümüz Amerikan sinemasının taze yaratıcılarından biri olarak alkışlanan Peele’in, korku türüne yeni bir soluk getirmiş ilk yönetmenlik denemesi 2017 yapımı ‘Kapan / Get Out’, gerilimini ‘ırkçılık’ teması üzerinden geliştiriyor, liberal görünümdeki beyaz Amerikalının saklı ırkçılığı ve siyahlara olan nefretini dile getirirken, korku ve hicvi birlikte kullanıyordu. Sinemacının ikinci uzun metrajı 2019 yapımı ‘Biz /Us’, resmi daha da genişletmiş ve tüm bir Amerikan ulusunun karanlık tarafıyla yüzleşmesi doğrultusunda, alt türler arasında hınzırca gezinen bir yapıt ortaya koymuştu. Dersine iyi çalışmış ve korku/gerilim sinema külliyatını yalayıp yutmuş, kimilerinin Hitchcock’un mirasçısı olarak gördüğü sinemacının ilk kez büyük bir bütçe ile çalıştığı üçüncü filmi, önceki paragrafta girişini yaptığım üzere bir gizem halesi içinde ilerleyen ve kimi zaman sırrını kolay ele vermeyen bir film. Seyir keyfini bozmamak için filmin gidişatına ilişkin sürpriz gelişmelerden söz etmeyeceğim ancak sinemada daha önce çok işlenmiş UFO ya da uzay yaratıkları üzerine bir seyirlik ile haşır neşir olacağınızı ifade etmek isterim.

Önceki filmlerinin tersine metaforik bir yapı kurmayan, perdede dehşetin canlandırılmasına ilişkin bir deneme ‘Hayır’. Tek bir mekânda geçmesine rağmen büyük ekranda (mümkünse IMAX formatında) izlenmesinin doyumsuz bir sineme tatmini verdiği kesin. Yönetmen filmini ‘duymak ve hissetmek üzerine inşa ettiğini, görmenin yeni yolları üzerine kafa yorduğunu’ ifade ediyor bir söyleşisinde. Kısa sinema kariyerinde hep birlikte çalıştığı besteci Michael Abels’in hipnotize edici müzik çalışmasından, deneyimli ses tasarımcısı Johnnie Burn’ün tekinsiz ses miksajından büyük destek almış bu süreçte. Abels’in yaylılar ağırlıklı müziği, koronun başka bir dünyadan gelmiş izlenimi veren ürkütücü tınısı yaşanan büyük kaosu derinden duyumsamamızı sağarken, görsel ve işitsel bağ ustaca kurgulanmış. Dehşet ile hicvi birlikte kullanmakta usta olan sinemacı, önceki filmlerinden aşina olduğumuz Daniel Kaluuya (genç OJ Haywood) ile bir kez daha çalışmış. Onun melankolik yapısını zıt kardeşi Emerald’ın (harika bir yeni keşif olan Keke Palmer) dışa dönük coşkulu karakteri ile dengelemiş. Gece renkli Kaluuya’nın iri parlak gözbebeklerini meşum gecede doğal bir efekt olarak kullanma fikri ise gayet etkileyici. Ustası Hitchcock’un ‘Aşktan da Üstün / Notorious’daki ünlü içten ışıklandırılmış süt bardağı efektine bir gönderme yapmak istemiş belki de.

Peele sinemaya ve sinemanın geçmişine olan vefasını sürdürüyor. Sinemanın öncülerinden İngiliz fotoğrafçı Eadweard Muybridge’in ardışık düzenli ilk fotoğrafları ile açıyor filmini. Fotoğraflarda yer alan ata binen siyahi jokeyin büyük büyük babası olduğunu ifade ediyor neşeli Emerald. Hollywood’u Hollywood yapan Western’i ve perdeyi hakimiyeti altına alan klasik ikonografisini beceri ile kullanıyor. Abels’in tedirgin müziği zaman zaman western tınıları ile nefes almamızı sağlıyor. Çocuk yıldızlar, oyuncu hayvanlar, ‘Purple People Eater’, ‘Kid Sheriff’ benzeri örneklerle 90’lı yılların televizyon pop kültürüne selam gönderiyor. Eksantrik kameraman Antlers Holst (Michael Wincott) karakteriyle sinemacının ne pahasına olursa olsun görüntüyü kaydetme tutkusunu dile getiriyor. Açık alanda dehşeti sakin bir biçimde tırmandıran, seyircisini finalde coşkun bir epik maceranın içine sürükleyen film, gizemini kolay ele vermeyen ilginç ve tutkulu bir deneyim olarak iyi bir sinema salonunda izlenmeyi hak ediyor.

(18 Ağustos 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tesadüfün İğne Deliği… ya da Senaryonun Güzelliği

Bizim ülkemizde olmayan bir toplu taşıma aracı, hızlı tren. Japonya’nın ulaşımdaki ana damarı. Hayatta neler oluyorsa, trenin vagonlarında da o(nlar) yansıyor. Bana trenini ya da vagonunu söyle, senin kim olduğunu, hangi mafyanın egemenlik alanında bulunduğunu, hangi partinin siyasi dostu veya düşmanı olduğunu söyleyeyim. Tabii ki, siyasal düşüncelerin kutuplaştığı tek ülke biz olduğumuz için sinemaya bu kısım pek yansımıyor. Ama işin içine mafya, insan tacirliği ve/veya kaçakçılık girdiğinde tüm dünyanın ilgisini çekiyor.

Kotaro Isaka’nın yazdığı “Bullet Train”, yönetmen David Leitch tarafından, başrolünde Brad Pitt ile sinemaya uyarlandı. Aslına bakarsanız keyifli bir film. Mizah ögeleri de taşıyan, heyecanın düzeyini yukarılarda tutmayı başaran, merak ettiren, aksiyonu bol film için Yeşilçam’ın -başlığa çıkarttığım- sözü cuk oturuyor. Bilirsiniz işte, Cüneyt Arkın yaralansa da ölmez hiç, attığını vurduğu yetmezmiş gibi silahında hiç mermi de bitmez ya da en olmadık yerde bir “sihirli el” çıkar ve son anda “kahraman”ımızı kurtarır o sıkıntılı yerden. Bir defa olursa kimse bir şey demez de birbiri ardına hatta film boyunca tekrarlanırsa “tesadüfün iğne deliği”nden de geçer dünya.

Hızlı olmaya hızlı da olsa (ki, saatte 320 kilometre hıza ulaştığı biliniyor) bizim kahramanlarımız trenin üstünde hem de ayakta durabiliyor, dahası yürüyüp gezebiliyor. Japon hızlı treni bizim çakma hızlı trenden daha yavaş olsa gerek. Neyse, olanları bir tarafa bırakıp filme odaklanalım. Brad Pitt (Uğur Böceği) sıtkı sıyrılmış bir şekilde belki de son işine yollanır. Bir çanta alması için görevlendirilmiştir, ama her adımda yeni bir şey çıkar, birbirini takip eden olaylar sonucunda labirentten çıkmayı başarır.

Senaryo ya da kitabın öyküsü gibi iyi kotarılmış. Çocuğu için intikam yemini etmiş bir baba, çocuğu ölüme iten ortaokul öğrencisi görünümlü, psikopat bir katil kız; çantayı almak için görevlendirilmiş acımasız (aklıma Yılmaz Güney’in Düşman filmini getirdi; iki arkadaşı senaryoya “tıpkı Fareler ve İnsanlar’daki Milton ile Lennie gibidirler, birbirlerinden ayrılmazlar” notunu düşmüştü) arkadaşın bir yanıyla komik bir yanıyla vahşi iki katil ve onları da yönlendiren çete liderlerinin birbirleriyle çakışan ama çatışmayan karşılaşmaları… Çakışıyor, çünkü trenin içinde buluşmamaları mümkün değil, çatışmıyor, çünkü hepsi kendi hedefine odaklanmış. Tabii ki, “esas oğlan” galip geliyor. “Kurt” karakteriyle ölümcül yılanı unutmamak gerekir. Anlaşılan o ki, otuz iki kısım tekmili birden ve heyecan dorukta.

Yönetmen Leitch, stüdyoda kurduğu tren dekorunda blue box ya da green sreen kullanmak yerine oyuncuları da rahatlatan ve buna da bağlı olarak performanslarını arttıran led ekranlarla şehrin görüntüsünü yansıtmış. Alabildiğine başarılı ve olağanüstü güzel olmuş bu yöntem, daha pahalı olsa da…

Meraktan tırnaklarınızı yerken gülümsemek, gülerken heyecanlanmak, heyecanlanırken ürpermek ve hepsinin üstüne bu sıcak yaz gününde sinema salonlarının klima ile serinletilmiş ortamında keyif çatmak. Bence kaçmaz!

Suikast Treni (Bullet Train) macera, komedi, aksiyon, Yönetmen: David Leitch, Senaryo: Zak Olkewicz, Oyuncular: Brad Pitt, Joey King, Aaron Taylor – Johnson, Brian Tyree Henry, Andrew Koji, Hiroyuki Sanada, Michael Shannon, Benito A Martínez Ocasio, Sandra Bullock… 5 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(05 Ağustos 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bu Trenden İnebilmek Bir Mesele

Dünya sinemalarıyla aynı günlerde bizde de gösterime giren Hollywood’un yaz hitlerinden ‘Suikast Treni / Bullet Train Kotaro Isaka’nın ‘Maria Beetle’ isimli çok satan romanından uyarlanmış. Japonların ‘Shinkansen’ adını verdikleri gaga uçlu süper hızlı trende bir gece boyunca yaşananlar üzerinden katman katman ilerleyen öyküler finalde tek bir merkezde toplanırken izleyici de içinde koşuşturulan tren kadar hızlı gelişmelerin Agatha Christie romanlarına özgü gerilimi içine çekiliveriyor. Ülkesinde hayli popüler olan Japon yazarın eseri Amerikan aksiyonları örnek alınarak yazılmış görünüyor, o nedenle adaptasyonda pek sıkıntı çekilmemiş. Tokyo’dan Kyoto’ya uzanan gece yolculuğu Hollywood stüdyolarında çekilmiş ancak filmin dokusundaki Uzak Doğu atmosferi korunmuş. Küçük oğlunu bir alışveriş merkezinin üst katından aşağı iterek ağır yaralanmasına neden olan gencin peşinde trene binen Kimura ve onun bilge görünümlü babası dışında kalan karakterleri çoklukla Amerikalı, Rus ya da Meksikalı olarak konumlandıran uyarlamanın esas yıldızı Brad Pitt’in oynadığı -romanda Nanao adını taşıyan- patronunun ona verdiği isimle ‘Uğur Böceği / Ladybug’ (ya da Japonca karşılığı ile ‘Tentoumushi’ –fazla bilgi göz çıkartmaz!) iş talimatlarını özgün metne adını veren kadın yöneticiden alıyor. İş arkadaşı Carver rahatsızlandığı için görev ona kalmıştır: Tokyo’dan bindiği trende bir başkasına ait çantayı çalacak ve ilk durakta inecektir. İş bu kadar basittir ancak o yapışkan şanssızlığı bu defa da peşini bırakmaz. Uzun saçlarını kafasındaki spor şapkanın örttüğü siyah çerçeveli gözlüklü, ‘dünyaya huzur ekersen huzur bulursun’ kafasındaki eksantrik dostumuz, içinde 10 milyon dolar bulunan gümüş renkli evrak çantasının ya da başka intikamların peşindeki bir avuç acımasız katille baş etmek durumundadır. Şans perisinden sevgi görmeyen adamımızın -trene sızmış zehirli bir ağaç yılanı dahil- her türlü tehlikeye hazırlıklı olmaktan başka seçeneği kalmamıştır.

‘Dövüş Kulübü / Fight Club’, ‘Truva/Troy’, ‘Mr. & Mrs. Smith’ gibi filmlerde Brad Pitt’in dublörlüğünü yapan, hayli ses getirmiş ilk ‘John Wick’ ile kamera arkasına geçen, daha sonra ‘Sarışın Bomba / Atomic Blonde’ ve ‘Deadpool 2’yi yönetmiş David Leitch bu hayli sert ve kanlı dövüş sahneleri olan yapımı kendine özgü mizahı ile dengelemesini bilmiş. Ateş alan almayan silahlara eklemlenmiş esprilerin art arda patladığı ve iki saat boyunca temponun hiç düşmediği kıvrak senaryoyu kaleme almış olan taze senaryo yazarı Zak Olkewicz’in önemli katkısından söz etmeden geçmeyelim bu arada. Laurel – Hardy misali konumlanmış Mandalina (Aaron Taylor – Johnson) ile Limon (Brian Tyree Henry) lâkaplı -ikincisi siyahi- tetikçilerin, 80’li yıllarda yayına girmiş çocuklar için model trenleri temsil eden karakterleri olan uzun süreli televizyon şovu ‘Thomas the Tank Engine’ kaynaklı esprileri soğukkanlı katliam iklimine Tarantino dokunuşu getirmiş.

Öyküler yumağının kaderini değiştiren ‘Beyaz Ölüm’ lakaplı psikopat büyük patron ise, romandan farklı olarak, beynini dağıttığı Yakuza liderinin yerini almış eski bir KGB ajanı olduğu söylenen Rus yarması ile yer değiştirmiş. Bu rolde upuzun saçlarıyla karizmatik Michael Shannon çıkıyor karşımıza. Özgün metne bağlı olarak Japon olarak korunmuş Kimura’yı ise tanınmış Uzak Doğulu oyuncu Hiroyuki Sanada canlandırıyor. Filmin sürprizleri bununla bitmiyor. Hollywood’un üç ünlü yıldızı küçük rollerde filmi neşelendiriyor. Pitt’in ‘Kayıp Şehir / The Lost City’deki minik jestine karşılık olarak Sandra Bullock Maria Beetle’a hayat verirken, aynı filmden rol arkadaşı Channing Tatum seks takıntılı bir yolcuda, yönetmenin ‘Deadpool 2’den oyuncusu Ryan Reynolds ise Pitt’in son anda yerine geçtiği tetikçi Carver rolünde kısa sahnelerde arz-ı endam ediyor.

Geriye dönüşlerle farklı etnik kimliğe sahip karakterlerin geçmişine tanıklık ettiğimiz deli dolu aksiyon – komediye Dominic Lewis imzalı enerjik müzik bandı pek yakışmış. Tokyo istasyonunda Uğur Böceği’ni Queen Bee’den ‘Staying Alive’ yorumu ile karşılıyoruz. Toplu katliam sahnesinde fonda Engelbert Humperdinck şarkısı ‘I’m Forever Blowing Bubbles’ çalıyor. 60’ların ünlü folk parçası ‘500 Miles’dan, Alejandro Sanz yorumuyla ‘La Despedida’ya, Miki Asakur’un Japonca seslendirdiği Bonnie Taylor şarkısı ‘Holding Out For A Hero’ya uzanan zengin pop ezgiler, zaman – mekân birliğinin marifetli bir biçimde kullanıldığı baş döndürücü serüvenin önemli anlarına eşlik ediyor.

(04 Ağustos 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Campion Kederli Sonları Sevmiyor

Başka Sinema’nın yaz toplu gösterileri kapsamında 05 – 11 Ağustos haftasında sinemalarda yeniden gösterilecek olan pek sevdiğim ‘Piyano / The Piano’ kişisel sinema tarihimde önemli bir yere sahiptir. Bundan yaklaşık 30 yıl kadar önce yazılı basında yayınlanmış ilk sinema yazım Jane Campion ve bu güzelim başyapıtı üzerinedir. 1993 yılında Cannes’da dünya prömiyerini yapan ve Yeni Çin Dalgası’nın önemli yapıtlarından Chen Kaige imzalı ‘Elveda Cariyem / Farewell My Concubine’ ile birlikte büyük ödül Altın Palmiye’yi kucaklamış olan yapım, festivalde aynı filmin birden fazla ödül alabildiği o yıllarda başrol oyuncusu muhteşem Holly Hunter’a en iyi kardın oyuncu ödülünü getirmiştir. Cannes zaferinin ardından tüm dünyanın beğenisini kazanarak olay film haline gelen ‘Piyano’ bir Avustralya – Fransa ortak yapımı olarak en iyi film ve yönetmen dahil olmak üzere 8 dalda Oscar’a aday gösterilir, özgün senaryosu ile Campion ve iki kadın oyuncusu (Hunter ve kızını oynayan küçük Anna Paquin) Akademi ödüllerine layık görülür.

Campion’un bir söyleşisinden alıntıyla, dönem basınının amiral gemisi olarak bilinen Hürriyet Gazetesi’nin 01 Şubat 1994 tarihli baskısında yer almış olan yazım için seçtiğim başlığı bu defa da kullandım. Ülkesi Yeni Zelanda’dan filmlerine taşıdığı hikâyeleri sevgisizliğin getirdiği çaresizlik ve düş kırıklıkları üzerinden yol alsa da onun karakterleri yaşama dört elle tutunan ve çıkış yolu bulmaya azimli genç kadınlardır çünkü. Kız kardeşine adadığı 1989 yapımı ilk sinema filmi ‘Sweetie’ Avustralyalı bir işçi ailesinin, özellikle de iki kız kardeşin; alıngan ve içe dönük Kay ile herkesin ‘Sweetie’ diye çağırdığı delidolu Dawn’ın trajikomik hikâyesidir. Ertesi yıl çektiği ‘Masamdaki Melek / An Angel at My Table’, 1920’lerin Yeni Zelandalı kadın yazarı Janet Frame’in kendini yazmaya adayarak delilikten kurtuluşunun gerçek öyküsünden yola çıkar. 30 yıl öncesinin erkek egemen sinema evreninde ilk uluslararası başarısı ‘Piyano’ ise sinemada feminist manifestonun önde gelen başyapıtları arasındadır.

Film, altı yaşından beri konuşmayan İskoçyalı Ada Mc Grath’ın 19. yüzyıl ortalarında geçen öyküsü üzerine kuruludur. Genç kadın, o dönem yaygın olduğu şekilde, mektup aracılığı ile evlendirildiği Alistair Stewart (Sam Neill) ile buluşmak üzere Yeni Zelanda’nın ıssız ve ürkütücü sahiline iner, küçük kızı, eşyaları ve sevgili kocaman piyanosu ile birlikte. Bir gece boyunca bekledikten sonra kendilerini almaya gelen sömürge toprakların sahibi kocası, taşıma güçlüğünü öne sürerek piyanoyu kumsalda bırakır, daha sonra da arazi karşılığında iş yaptığı Georges Baines’e (Harvey Keitel) satar. Piyanosu Ada’nın herşeyi, sözcükleri, kendini ifade etme aracıdır. Sesine kavuşabilmek için Baines’e piyano dersi vermeye razı olur, daha sonra piyanosuna yeniden sahip olabilmek için yüzü Maori yerlilerinin boyalarıyla süslü kaba saba görünüşlü adamın erotik oyunlarına katılmayı kabullenir. Ancak Ada’nın Baines ile zoraki birlikteliği beklenmedik bir yola evrilecek, ilişkileri alışılmamış bir mekânda yeşeren tutkulu bir aşka dönüşecektir.

Piyanonun özgürlüğünü arayan kadının sesi olma metaforundan hareketle, toprak sahibi buyurgan kocanın temsil ettiği ataerkil düzene baş kaldıran kadının öyküsü aracılığı ile aşkın gücünü irdeler Campion. Kendi tanımlamasıyla, bir araştırmacı gözüyle arzu, merak ve erotizmi mikroskobunun altına yerleştirerek bu üç elemanın nasıl aşka dönüştüğünün izini sürer. Öyküye hiç konuşmayan (daha doğrusu konuşmamayı seçmiş) bir ana karakter seçimi, sözden etkilenmeyen daha arı ve daha güçlü bir tutkunun yaşanmasına olanak sağlar. Yönetmen insanların cinselliklerini keşfetmelerini ve bu keşifle güçlenmelerini çok önemsediğini ifade eder. Trajik bir kahraman olmaya eğilimli Ada, Baines ile birlikteliği sonrasında kederli görünümünü terk eder ve yaşama daha sıkı sarılır. Campion bu noktada yaman bir de sürpriz yaparak geleneksel erkek – kadın rollerini değiştirir. Kadınlığını keşfeden Ada, cinselliğe tutuk kocasını bir seks objesi olarak kullanmaya kalkacaktır.

Gazete sayfasında kalmış eski yazımı bitirirken Cannes Film Festivali esnasında sekiz aylık hamile olan Campion’ın doğacak çocuğunu sabırsızlıkla beklediğini, heyecanlı yeni bir yaşam serüvenine hazırlandığını ancak oğlu Jasper’i 12 günlükken kaybettiğini not etmişim. Başta da dediğim gibi Campion kederli sonları sevmiyor. 1994 Oscar töreni sonrasında dünyaya getirdiği kızı Alice Englert sinema ve müzik dünyasında ödüllü başarılara imza atmış genç bir oyuncu, şarkıcı ve söz yazarı bugün. Aradan geçen yıllar boyunca Campion da boş durmadı bildiğiniz üzere. Aralarında Henry James uyarlaması ‘Bir Kadının Portresi / The Portrait of a Lady’ ile tanınmış 19. yüzyıl şairi John Keats ile Fanny Brawne’nın tutkulu aşklarını anlatan ‘Parlak Yıldız / Bright Star’ gibi dönem filmleri, geçtiğimiz yıllarda televizyon dünyasında büyük yankı uyandırmış ve onu Holly Hunter ile bir kez daha bir araya getiren uzun soluklu televizyon dizisi ‘Gölün Üzerinde / Top of the Lake’ gibi projeleri gerçekleştirdi. Ardından sinema dünyasını bir kez daha sallayan ve toksik erkekliğin anatomisine giriştiği şimdilik son başyapıtı ‘Köpeğin Pençesi / The Power of the Dog’ ile karşımıza çıktı. Erkek egemen dünyada direnişini sürdüren kadın karakterlerin öyküleriyle çağımızın çok başarılı kadın yönetmenlere yol göstermiş, 12 yıl aradan sonra çektiği bu ilk sinema yapıtıyla yeniden gündeme gelmiş büyük sanatçıyı tanımak için ‘Piyano’yu izlemenin, izlediyseniz benim yaptığım gibi yeniden gözden geçirmenin doyumsuz bir mutluluk verdiğini söyleyebilirim. Hele yıllar sonra yeniden sinema salonunda geniş perdede izleme fırsatı yakalamışken bence hiç kaçırmayın.

(03 Ağustos 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Beden Gerçekliktir

Sinema evreninin kuşkusuz en özgün yaratıcılarından biri olan David Cronenberg’in 8 yıl aradan sonra Atina’da çektiği ve ilk gösterimini geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes Film Festivali ana seçkisinde yapmış olan son yapıtı ‘Müstakbel Suçlar / Crimes of the Future’, eş zamanlı olarak ülkemizin çeşitli kentlerinin sinema salonlarında özel gösterimlerini sürdürüyor.

Alabora olmuş bir gezi gemisinin görüntüsüyle açılan film, iklim sorunu ve çevre kirliliği tehdidi altındaki distopik bir yakın geleceği haberliyor. Kamera sola kaydırma yaptığında 9-10 yaşlarında Brecken’in elindeki yemek kaşığı ile kıyıda suyun içinde bir şeyler aradığını görüyoruz. Onu uzaktan izleyen annesi ‘orada bulduğun hiçbir şeyi yemeni istemiyorum’ uyarısı yapıyor. Dişlerini fırçalayıp yatmaya hazırlanan küçük erkek çocuk aniden banyodaki plastik çöp kutusunu kıtır kıtır kemirmeye başlıyor. Endişeli ve kararlı anne aynı gece onu uykusunda yastıkla boğacak ve babasından ‘oğlu olacak yaratığın’ cesedini gelip almasını isteyecektir. Bu dehşetengiz girizgâh ile bağlantısını ilerde kuracak olan film, adım adım Cronenberg’in distopik evrenine süzülmeye başlıyor. Yakın bir geleceğin ‘hızlandırılmış evrim’ dünyasıdır burası. Acı eşiği neredeyse ortadan kalktığı için gezegen daha tehlikeli bir hal almaya başlamıştır.

Tanınmış sanatçı Saul Tenser (Viggo Mortensen) ağır bir şekilde yaralandığı savaş sonrasında travma cerrahı partneri Caprice (Léa Seydoux) ile bedeni üzerindeki ameliyat işlemlerini halka açık performanslarda sergilemektedir. Saul’un bedeni yeni hormonlar ve bunun neticesi olarak yeni organlar üretmekte, tümör olarak adlandırılan ve bedenin ihtiyacı doğrultusunda beliren, bazen de işlevsiz olarak üreyen bu organlar vücut içindeyken dövmelenmekte, yetkililerce kaydı yapılarak arşivlenmektedir. Organ portföyünü bir sanat arşivi olarak düzenleyen sanatçının değişen dünyada teknolojiye uyumlu yeni beslenme alışkanlıklarını savunan gizli örgüt lideri Lang Dotrice (Scott Speedman) ile karşılaşması sanatına ve çağın düzenine dair yeni adımlar atmasına neden olacaktır.

Kısaca özetlemeye çalıştım ama her Cronenberg yapıtı gibi sinema perdesinde deneyimlenmeyi hak eden çizgi dışı bir film bu. Öncelikle Kanadalı ustanın yıllar sonra insan bedeni üzerine dertlerine dönüş yapması güzel bir sürpriz. Adını yönetmenin deneysel ikinci uzun metrajından alan film onun 20 yıldır beklettiği bir projeymiş. 1983 yapımı tekno sürrealist ‘Videodrome’un ‘çok yaşa yeni beden’ mottosundan sonra bu defa ‘beden gerçekliktir’ ifadesi ile karşımıza çıkıyor Kanadalı sinemacı. Televizyon ve video kaset alemi ile insan bedeni arasındaki etkileşimin ardından çağımızın estetik çılgınlığından hareketle ‘ameliyat yeni moda sekstir’ ifadesini dile getiriyor. Performans sanatçısı Saul bedenin gösterdiği isyanı alıp üzerinde kontrol sağlıyor, ona şekil veriyor, teşhir ediyor, bundan bir gösteri çıkıyor. Devlet yetkilileri boş durmuyor bu arada. Gelişmeler Ulusal Organ Sicil Müdürlüğü’nce tescil ediliyor ve her şey Ahlâk Masası Birimi’nce denetleniyor. Devletin beden ve toplum üzerindeki süregelen baskısı direnişle karşılaşıyor, Brecken’in küçük bedeni geleceğe dair bir vaad olarak sunuluyor.

Cronenberg 2000’li yıllarda çektiği filmlerle (Amerika’da 2005 yapımı ‘Şiddetin Tarihçesi / History of Violence’, Avrupa’da 2009 yapımı ‘Şark Vaatleri / Eastern Promises’) insan kaynaklı şiddetin kökenini kurcalarken, Don DeLillo uyarlaması 2010 yapımı ‘Cosmopolis’ ile çağdaş kapitalizminin ürünü genç borsa milyarderinin hipnotik yolculuğu boyunca yeni yüzyılın teknoloji destekli güç ve iktidar tutkusunu mercek altına yatırmış, Hollywood’un içinde büyümüş Amerikalı yazar, oyuncu, yapımcı ve yönetmen Bruce Alan Wagner’ın özgün senaryosundan hareketle 8 yıl önce yolu vahşi kapitalizmin en gösterişli vitrini olan Hollywood’a düşmüştü (‘Yıldız Haritası / Map to the Stars’). Uzunca bir aranın ardından ‘Videodrome’, ‘eXistenZ’ ve tabii ki, edebiyat-sinema işbirliğinin en güzel örneklerinden olan, cinselliğin dehlizinde sorular soran zamansız ve yaşsız başyapıtı J. G. Ballard uyarlaması 1999 yapımı ‘Çarpışma/ Crash’in izinde, 70’lerin başında inşa etmeye koyulduğu ‘beden teknoloji etkileşiminden hareketle insanoğlunun hızlı evrim sürecini irdeleyen klasik sineması’na dönüş yaptığı kırma dokular antolojisinin yeni eseri ‘Müstakbel Suçlar’. Sadık bestecisi Howard Shore’un filmi tül gibi saran tutkulu tedirgin tınıları bir kez daha distopik kâbus ortamına hizmet verirken, sinemacı teknoloji ve beden deformasyonu ışığında sanatın sınırlarını ve her türlü bürokratik baskıya karşın sanatçının toplumdaki rolünü tartışmaya açıyor.

(28 Temmuz 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şehir, Yalnızlık ve Seks Aplikasyonları

Fransız sinemasının yaşayan ustalarından Jacques Audiard’ın geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali ana seçkisinde yer almış son filmi ‘Paris, 13. Bölge / Les Olympiades 13e’ bir hafta süre ile Başka Sinema salonlarında gösteriliyor. Fırsattan istifade bu güzel film hakkında notlarımı sinemaseverler ile paylaşmak istedim. Film adını Paris’in 70’li yılların başlarında inşa edilmiş, gökdelenleri ve modern mimarisiyle kentin Hausmann dönemi estetiğinin hakim olduğu merkezi ile zıtlık oluşturan yöresinden almış. 13. Bölgenin filmin özgün adını içeren ‘Les Olympiades’ mahallesi günümüzde Uzak Doğulu ve Afrikalı göçmenlerin tercih ettikleri, Avrupa’nın en geniş Çin Mahallesi’nin bulunduğu yer olarak biliniyor.

Filmin dört ana karakterinden biri olan Z kuşağından Tayvan asıllı Émilie, iyi üniversite eğitimi almasına karşın bir çağrı merkezinde çalışıyor, bakım evindeki Alzheimer’li büyük annesinin evini pansiyonerler ile paylaşarak geçimine katkıda bulunuyor. Genç kızın dairesine kiracı olarak taşınan 32 yaşındaki Afrika kökenli Camille ise lise öğretmenliğine bir süreliğine ara verip edebiyat doktorasını tamamlama derdinde. Yine 30’lu yaşlarının başlarındaki Bordeaux’dan hukuk okumaya gelmiş içe dönük Nora ile porno sitelerinde canlı muhabbet işiyle iştigal eden seksi Amber Sweet dörtlünün diğer parçalarını oluşturuyor.

Fransız sinemacı, ABD edebiyatının çağdaş yeteneklerinden Adrian Tomine’in 3 ayrı grafik romanını (‘Amber Sweet’, ‘Öldürmek ve Ölmek’, ‘Hawaii Kaçamağı’) kaynak almış. Filmin usta işi senaryosunu tanınmış kadın yönetmen Céline Sciamma ve Léa Mysius ile birlikte kaleme almışlar. Film aynı bölgede yaşayan 4 genç insanın birbirleriyle değişim halindeki ilişkileri üzerinden dijital dünyada davranış biçimleri çerçevesinde aşkın yeni halini coşku ile gözlemliyor. 70 yaşındaki Audiard kendi gençlik çağının başyapıtlarından Eric Rohmer imzalı ‘Maud’daki Gecem / Ma Nuit Chez Maud’ örneğinden yola çıktığını söylüyor. Bilindiği gibi 1969 yapımı bu ünlü klasik o yıllarda 4 gencin aşk, bağlanma, din, ahlâk ve felsefi tartışmalarını içeren mükemmel diyaloglarla ilerler. Öyle ki (yeni yitirdiğimiz unutulmaz Jean-Louis Trintignant’ın hayat verdiği) 34 yaşındaki Katolik genç adam arzunun doruğa çıktığı bir gecede çekici Maud (muhteşem Françoise Fabian) ile konuşmak ve tartışmak dışında bir eyleme geçmez. Audiard’ın çağdaş tiplemeleri ise (Émilie’nin kendi deyimiyle) ‘önce seviş, sonra anlat’ ya da sonra ‘kaybol’ düzeninde yaşıyor. Camille mesleki hayal kırıklıklarını yoğun seks hayatıyla telafi ettiğini ifade ediyor. Geçmişte bir aile yakını ile kurduğu ilişki nedeniyle cinsel bağlantılarında sorun yaşayan Nora, bir partide taktığı peruk ve makyajıyla benzetildiği porno yıldızı ile temasa geçtiğinde karşılıklı şefkat açlıklarını gidermeye çalışıyor.

Kozmopolit, modern, canlı 13. Bölge’nin gri uzun binalarını Paul Guilhaume’un enfes siyah beyaz görüntüleriyle yansıtmayı seçmiş Audiard. Yeni Dalga’nın gri soğuk paletini ve akıcı diyaloglarını kullanmış. Bunları Rone imzalı elektronik müzik ve seks aplikasyonları üzerinden kurulan çağdaş ilişkiler çerçevesinde sunmuş. Canlılık ve harekete karşın büyük şehrin ve 21. yüzyılın bağlantı sorunlarını aşamamış genç insanların derin yalnızlığını sergilemek istemiş. Yaşından ileri geliyor olsa gerek, Émilie’nin hasta büyük annesinin çaresizliği ve Camille’in yitirdiği annesinin tekerlekli sandalyesi ile imtihanından yola çıkarak küçük dokunuşlarla da olsa yaşlılık, hastalık ve kayıplarla başa çıkmak üzerine gözlemlerini dile getirmek istemiş.

Céline Sciamma’nın muazzam başyapıtı ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi / Portrait De La Jeune Fille En Feu’den tanıdığımız Noémie Merlant Nora’da parlarken, en taze jenerasyonu temsil eden Émilie Wong’da Uzak Doğu asıllı Lucie Zhang, Camille Germain’de siyahi Makita Samba ve filmin ikinci bölümüne geçerken kısa süreliğine renklendiğinde ilk kez karşılaştığımız Sweet Amber’da Jehnny Beth, Fransız sinemacının ilgiye değer keşifleri olmuşlar.

(21 Temmuz 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinema Bizi Kavuşturur

Gürcü yönetmen Alexandre Koberidze’nin geçtiğimiz yıl Berlin’den Fipresci ödülü ile dönen ikinci uzun metrajı ‘Gökyüzüne Baktığımızda Ne Görüyoruz? / Ras Vkhedavt, Rodesac Cas Vukurebt?’ ne yazıktır ki sinemalarımıza gelmedi. Vizyon gösterimlerine ara verilen bir haftada halen MUBİ’de yayında olan bu güzel film hakkında yazmak ve sinemaseverler ile paylaşmak istedim.

Bir okul çıkışının coşkulu hallerini saptayarak açılan filmin ilk bölümünde, başta sadece diz altından gördüğümüz birbirini tanımayan genç ikilinin ilk karşılaşmalarına tanık oluyoruz. Aynı günün akşamı iş çıkışında tesadüfi olarak bir kez daha yolları kesişen çiftimiz bu kez ertesi gün için bir randevu planı yapıyor. Bu sırada devrede olan anlatıcı sesin aktardığına göre ikisi de ne cesarete ne acele kararlara alışkın değildir ama kader ağlarını örmüştür bir kere. Ancak eczacı Lisa ile futbolcu Giorgi talihin onlara oynadığı oyunun farkında değildir. Kavşaktaki küçük fidanın, eski yağmur oluğunun, güvenlik kamerasının nazar uyarıları ve rüzgârın işitemedikleri ikazının ardından ertesi sabah uyandıklarında aynada başka bir yüzün kendilerine baktığı, üstüne üstlük sahip oldukları bilgi ve yeteneğin yok olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalıyorlar. Yapacak bir şey yoktur. Zaman geçer, Lisa ve Georgi her gün birbirlerini görür ve her gün birbirlerini beklemeyi sürdürürler.

Son dönemin en heyecan verici yaratıcılarından biri olan Koberidze’nin filmi klişe bir aşk tutulması ile başlamasına karşın çok farklı yönlere doğru açılan meditatif bir deneyim sunuyor. Gürcistan’ın başkent Tiflis’ten sonra ikinci büyük kenti olan, zirvesinden kar eksik olmayan görkemli Khvamli dağının eteğinde kurulmuş, içinden coşkulu Rion ırmağının geçtiği antik Ktoisi bölgesini mekân alan yapım, bir şehir senfonisi tadında Ktoisi’de günlük yaşamın ritmini perdeye (ekrana) taşımayı deniyor. Yazılı tarihi M. Ö. 3. yüzyıla dek uzanan şehir dünyanın en eski sürekli yerleşim yerlerinden biri. Sinemacı kenti tüm geçmişi ve el değmemişliği ile aktarıyor bizlere. Binalar, evler, eşyalar hayli yıpranmış belki ama asırlık ağaçların gölgesindeki köprülerde konuşlanmış kahveleri, heykelleri, kadim gelenekleri, büyük büyük babaanneden kalma yemek tarifleri ile doğallığını koruyan bu eşsiz beldenin insanları (ve de hayvanları) bir o kadar sıcak ve cana yakın.

Gürcü yönetmen çeşitli anlatım biçimlerini, stilleri ve üslûpları deniyor filminde. Önceki uzun metrajından (onun da uzun bir adı vardı: ‘Yaz Bir Daha Geri Gelmesin’) aşina olduğumuz üzere yine bir anlatıcı kullanmış. Görmediğimiz şeyleri bize anlatan ‘Binbir Gece Masalları’nın ‘Şehrazat’ına benzer dış ses önce hikâyeyi, atmosferi tanımamıza yardımcı oluyor. Daha sonra bir şehir hikâyesi anlatır gibi mekânları, görmüş geçirmiş müzik okulunu, Beyaz Köprü’yü, eski tiyatro binasını tarif ediyor. Bazen de çok kişiselleşiyor ve yönetmenin sesine dönüşerek seyirci ile etkileşime giriyor. Bunlardan en dikkat çekeninde, aşık çiftin fiziksel değişimi öncesi bizden ilk sinyalde gözlerimizi kapatmamızı ve ikinci sinyalde yeniden açmamızı istiyor. Bu huzurlu dingin hayatı resmederken yaşadığımız çağın vahşeti, hayvanlara yapılan zulüm, açgözlülük yüzünden çıkan orman yangınlarından duyduğu kederi dile getiriyor. Günün birinde bunca vahşet olurken sen ne yapıyordun, oturup film mi çekiyordun diye soracak olan çocuklarına ne cevap vereceğini bilememenin tedirginliğini yaşıyor.

Sinemanın ve bir o kadar da futbolun insanları bir araya getirdiğini ve kaynaştırdığının altını çiziyor. Toplu halde film seyretmenin ve kafelerde birlikte maç izlemenin (kendi ifadesi ile) ‘eşsiz paralelliğinden’ dem vuruyor. Film izlemenin hayatımıza kattığı keyfe selam ederken, sinefillik ve futbol sevgisinin duygusal toplaşmasını, insanları birbiri ile buluşturmasını yüceltiyor. Okul çıkışı ile açılan ve sinema tarihinin ilk filmi olarak kabul edilen ‘Lumière Fabrikası’ndan Çıkan İşçiler / Sortie des Usines Lumière à Lyon’dan esinlendiğini düşündüğüm ilk sahne bu açıdan anlamlı. Sinemacının ilerleyen bölümlerden bazılarını (örneğin Lisa’nın dondurmacıda işe başladığı sahnede) sessiz film tadında konuşmasız ve piyano eşlikli fonda çekmesi de öyle.

Bir söyleşisinde ‘sihir denilen şeylere, gerçek olamayacak kadar garip olduğu düşünülen doğaüstü gelişmelere alan açmayı, bunların günlük hayatımızın bir parçası olduğunu dile getirmeyi hedeflediğini’ dile getiriyor Koberidze. Günlük hayatın kendisinin heyecan verici olduğundan dem vururken, buna süper dramatik ya da aşırı heyecanlı bir şeyler eklemeye gerek olmadığını ekliyor. Filmin adına gelince, öncelikle neyin daha önemli olduğunu işaret etmesini istemediğini ve bu uzun adı Leo Messi’den ilham aldığını belirtiyor. Attığı 3 golle Arjantin’i 2018 Dünya Kupası’na taşıyan yıldız futbolcunun her gol attığında gökyüzüne bakması, onun bir şeyle olan bağını ifade eden bu evrensel jesti sinemacıyı hep heyecanlandırmış. ‘Yukarı baktığında herkesin gördüğü farklıdır. Filmde herkes bu sorunun cevabını bulur diye düşündüm.’ diyor.

(14 Temmuz 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com