Kategori arşivi: Yazılar

76. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Heyecanı Başladı

16 Mayıs Salı akşamı Maïwenn imzalı ‘Jeanne du Barry’ ile açılış yapan 76. Cannes Film Festivali tüm coşkusuyla sürüyor. 21 filmin yer aldığı bu yılki ana seçkinin ilk filmi festivale çok aşina bir sinemacının imzasını taşıyordu. Çağdaş Japon sinemasının auteur yönetmeni Hirokazu Kore-eda’nın 2018 yılından Altın Palmiye’li ‘Arakçılar’ın ardından ilk kez ülkesi Japonya’da çektiği ‘Canavar / Kaibutsu’da, 1995 yapımı ilk uzun metrajı ‘Maborosi’den beri ilk kez senaryoyu başka bir yazara (Yûji Sakamoto) teslim etmiş. Böylece konfor alanından çıkmışa benzeyen sinemacı yakın bir dönemde yitirdiğimiz ünlü besteci Ryuichi Sakamoto ile son kez çalıştığı filminde küçük bir kasabada yaşanan akran zorbalığı sonrasında gelişen olayları ‘Rashomon’ örneğinde olduğu gibi farklı bakış açıları üzerinden irdeleyen tavrıyla hayranlarını şaşırtacağa benziyor.

Aynı gün prömiyerini yapan Catherine Corsini imzalı ‘Eve Dönüş / Le Retour’, reşit olmayan iki oyuncunun yer aldığı cinsel içerikli sahneye ilişkin itirazlar nedeniyle festival ana seçkisine gecikmeli olarak dahil edilmesi ile konuşuldu. 66 yaşındaki Fransız sinemacının filmi, Parisli varlıklı bir ailenin çocuklarına bakmak üzere, kendi iki kızı ile birlikte 15 yıl önce meydana gelmiş trajik olaylar nedeniyle terk etmiş olduğu Korsika adasına dönen kırklı yaşlardaki Afrika kökenli Kheididja’nın öyküsünü anlatıyor. Film, anne ve iki kızının özgürleşmesi, cinsel ve romantik uyanışları üzerinden şekilleniyor.

İkinci gün, festival ana seçkisinde pek rastlamadığımız belgesel türde bir film ile başladı. Bizde İKSV festivalinde izlenen 2017 yapımı Altın Leopar’lı müthiş ‘Bayan Fang’ belgeseli ile tanıdığımız Bing Wang imzalı ‘Gençlik (İlkbahar) / Qingchun’, kırsaldan Şangay’a 150 km uzaklıktaki tekstil üretim bölgesi Zhili kentine çalışmaya gelmiş Çinli genç işçilerin öyküsünü anlatıyor. Hepsi 20’li yaşlardaki gençler yatakhaneleri paylaşıyor, koridorlarda karınlarını doyuruyor, düşlerini gerçekleştirebilmek için ölesiye çalışıyorlar. 217 dakika uzunluğundaki yapım, onların aile kurmak, bir ev ya da iş yerine sahip olmak özlemlerini sergiliyor.

İkinci günün akşam mönüsünde yer alan Fransız yönetmen Jean-Stéphane Sauvaire imzalı ‘Kara Sinekler / Black Flies’ New York sokaklarında geçen gerilimli bir hikâye anlatıyordu. Tanınmış Amerikalı oyuncuların boy gösterdiği, tekinsiz kentin caddelerini arşınlayan iki sağlık görevlisinden deneyimli olanı Sean Penn, amirinin hayat kurtarma deneyimlerinden feyz alan genç çocuğu ise Tye Sheridan’ın canlandırdığı filmin festivalde beklenen etkiyi yarattığını söyleyemeyiz.

Ve festivalin üçüncü gününde, Nuri Bilge Ceylan’ın pandemi sürecinde çektiği, kurgunun tamamlanması uzun süre beklenen son filmi ‘Kuru Otlar Üstüne’ dünya prömiyerini gerçekleştirdi. Film eleştirmenlerden olumlu eleştiriler aldı. Sansasyonel filmleri ile kısa arayla iki Altın Palmiye’yi evine götüren bu yılın festival jüri başkanı İsveçli Ruben Östlund, Nuri Bilge’nin önceki çalışmaları Altın Palmiye’li ‘Kış Uykusu’ ve 2018 yapımı ‘Ahlat Ağacı’ misali 197 dakika uzunluğundaki bu nehir filmini nasıl karşılayacak bilemiyoruz ama ödül gecesinde usta sinemacımıza şimdiden başarılar diliyoruz. Doğu Anadolu’nun ücra bir köyünde dört yıl zorunlu hizmetten sonra İstanbul’a tayin edilme hayali kuran, ancak asılsız bir tacizle suçlanarak hayalleri yıkılan Samet öğretmenin öyküsü etrafında şekillenen filmin Haziran ayı içinde ülkemizde gösterime girmesini bekliyoruz.

Aynı gün gösterilen Jonathan Glazer imzalı ‘İlgi Alanı / The Zone of Interest’ yarışma heyecanını arttıran filmlerden biri oldu. 2013 yapımı ‘Derinin Altında / Under The Skin’ ile gönüllerimize yerleşmiş olan İngiliz sinemacının Martin Amis’in aynı adlı romanının serbestçe uyarladığı filmi, Auschwitz’in ihtiraslı komutanı ve eşinin, dumanları tüten ölüm kampının bitişiğindeki rüya düzenleri üzerine yoğunlaşıyor. İnsan denen kayıtsız varlığın kötücüllüğünü Holokost dehşetini tüm çıplaklığı ile perdeye taşıyan ‘Schindler’s List’ benzeri yapımlardan çok daha farklı ve çarpıcı bir biçimde çizen filmin ödül listesinde yer almasına muhakkak gözüyle bakılıyor.

19 Mayıs Cuma gününün son filmi ise ‘Derisini Satan Adam’ adlı Oscar adayı olmuş bir önceki çalışması bizde de gösterilmiş olan Tunuslu sinemacı Kaouther Ben Hania imzalı ‘Olfa’nın Kızları / Les Filles d’Olfa’ oldu. Belgeselin Cannes ana seçkisine dönüşünün ikinci örneği olan yapımda, 10 yıl öce radikal islâm örgütü tarafından kaçırılan iki yetişkin kızının ardından cehennemi yaşayan Tunuslu Olfa’nın gerçek hikâyesi anlatılırken, kayıp kızları onlara çok benzeyen iki oyuncu yeniden hayata döndürüyor.

(20 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Öyle At ki, Kendin de İnan: Ben de Yaparım…

Hatırlayanlarınız vardır; 12 Eylül cuntasının başı, Kenan Evren, kendini öyle büyük görüyordu ki aynanın önünde, her şeyi yapabileceğini söylüyordu. Bir gün, bir sergiye düştü yolu… yok, o, bile isteye gitmezdi sergiye, muhakkak birileri “Efendim, halk sizi sanatla iç içe görmek ister.” deyip kandırmıştır muhakkak, çünkü işi başından aşkındı hep. Picasso diye anımsıyorum, ama fark etmez, bir başka ressam da olabilir, tablonun önüne gelip, ne olduğunu sorar. Yanındakiler anlatırlar… “Onu ben de yaparım.” sözleri çıkar, hep nefret yayan ağzından. Resimler yapar emekliliğine yakın. Çevresindekiler (siz onlara dalkavuk diyebilirsiniz) çok güzel olduğunu söyleyip satılabileceğini ileri sürerler. Resimleri satılır da… En çok da devletle işi olan, ihale peşinde koşan, kendisini göstermek isteyenler alır, çuval dolusu (gerçekten de çuval dolusudur, çünkü enflasyon nedeniyle onlu, hatta binli liralar yerini çoktan milyona, milyara bırakmıştır.

Tamam, tamam, acele etmeyin; o tabloların hepsi çöp değerinde bile değil artık. Bilmem, belki binlerce yıl sonrasına kalırsa “Bakın, bir darbe lideri kendini öyle yüksekte görüyordu ki, ressamlığa soyunmuş, herkese kendini güldürmüştü.” denilir.

Aynı yolu takip edenler de çıktı sonradan. Biri, “Tükürürüm öyle sanatın içine.” diye kendini ve kültürel değerini ortaya koyarken diğeri “ucube” diye nitelediği, belki de dünya barışını konu alan ve barış kapısını aralaması söz konusu anıtı küçümsedi.

Senaryo yazmak kolay mı?

Senaryo de nereden çıktı, diye sorabilirsiniz… Özgür Sanat Meclisi toplantılarının birinde, sohbet arasında konu sinemaya, oradan da senaryoya geldi. Ben senaryo yazmanın kolay olduğunu söyledim. Bir arkadaşım -ki, sinema alanında yetkin ve sözü geçen biridir- konusu, ritmi, kurgusu diye sıralayıp zorluğunu, hatta çok zor olduğunu ifade edince, “O öyküde de var, diğer tüm sanat dallarında olduğu gibi, senaryo yazmak teknik bir uygulamadır, ara ürün olarak geçer; en önemli belirleyicisi görselliğidir.” dedim. Tabii ki, orada kaldı o tartışma. Çünkü senaryonun aslı öyküdür ve öyküyü yazmadan senaryoya çeviremezsiniz. Öykünün de karakter yaratmaktan, mekân belirlemeye, olay örgüsünün birbirini takip etmesinden ritmine, kurgusuna ve daha birçok konuya dek önemli odağı vardır. Senaryolaştırmak, işte o öykünün görselleştirilmesidir… Neyse, dersimiz… şeeyyy, derdimiz o değil.

Bir Umut filmi…

Hepimizin bildiği gibi kitle iletişim araçları sadece basılı gazetelerle sınırlı değil, internetteki siteler de ilgi çekiyor, gündem belirleyip sorun çözümüne destek veriyor.

İnternetteki bir sinema sitesinin (daha önce “cinsiyetçi” yaklaşımı nedeniyle bir tartışma yaşandı ve sitesinden birkaç arkadaş ayrıldı, protesto ederek) patronu, Bir Umut filminin yönetmeni Ümit Köreken’e, “kötü senaryo” demiş. Ümit, nazik insan, ses çıkarmamış, hem basın gösteriminde hem de onca gazetecinin önünde, büyük olasılıkla yutkunmuştur içten içe… Ertesi gün, bir başka filmin basın gösteriminde, o ‘patron’ aynı konuyu yeniden gündeme getirerek, “Onun gibi yüz senaryo yazarım.” diye iddia etti. “Boş ver yüz taneyi, bir tane yaz getir, görelim.” dedim, kendimi tutamayarak. “Yazarım tabii.”, diye kabûl etti iddiayı. Bekleyeceğiz. Şimdi okurlar da duymuş olacak, onlar da bekleyecektir muhakkak.

Yaşar Kemal…

…ama önce Cervantes’ten aktarayım, Yaşar Kemal’e öyle geleyim, izniniz olursa… Derler ki, İspanya’nın ünlü yazarına, biri bir roman çalışması getirir; “Üstat, bir okusan da görüşlerini bildirsen, belki basılır da ben de hem ün, hem un kazanırım.” der. Cervantes, çalışmayı okur. Özünü çok beğenir, ama iyi işlenmemiştir ve okunamayacak denli kötü yazılmıştır. Oturur yeniden yazar aynı öyküyü: Don Kişot.

Şimdi Yaşar Kemal’e gelebiliriz… “Bir yaprağın düşüşünü altmış sayfada anlatır.” derler, gerçekten de betimlemeleriyle sadece bizim değil dünyanın en büyük “epope”lerinden, destancılarından biridir. Yaprağın öylesine uzun, heyecanlı, anlam katarak betimlenmesi okurların düş(ünce)lerinde görselleşir.

Tek cümlelik senaryolar da var…

Ümit Köreken’in, Nursen Çetin Köreken ile birlikte yazdığı senaryodan çektiği “Bir Umut”u çok sevdim. Senaryonun belirleyici olduğunu hepimiz biliyoruz. Önce sinopsis, ardından tretman, sonrasında yoğun bir çalışmayla oluşan senaryo yazmak -benim yukarıda dediğim gibi kolaysa da- alabildiğine zor bir süreçtir, yani dile kolay gelir.

Her ne kadar ara ürün de olsa, bu çetrefilli ve zorlu çalışmaya girmeden önce sinopsisle finansman bulmaya çalışır filmciler, yapımcılar. Birkaç cümleyle ikna edebilmeniz gerekir, çünkü parası olanlar kolay kolay kanmazlar süslü cümlelere… Buraya tam cuk oturacak bir anekdot aktarayım…

Bisiklet Hırsızları filmini biliyorsunuz, değil mi? Yeni Gerçekçilik akımını başlatan bu filmin öyküsü kısadır: İşsiz olan adamın işi için aldığı çok gerekli bisikleti çalınır; polis hırsızı kendilerinin bulmalarını söyleyince oğluyla karış karış dolaşarak bisikleti arar. Öykünün sahibi Cesare Zavattini, bu iki cümleyle kimseden para bulamaz. Vittorio De Sica, öyküye inanır, senaryolaştırma çalışmalarına da katılır ve yapımcı bulduğu gibi yönetmenliğini da üstlenir. O iki cümleden yola çıkan film, dünyanın en çok izlenen, en çok beğenilen, üzerine akademik çalışmalar yapılan filmlerinden biridir.

Çok uzadı, farkındayım…

İddia etmek kolaydır, iyidir de… Birileri sizi o iddiayı kanıtlamaya davet etmezse… Cervantes, Zavattini, De Sica, Yaşar Kemal iddialarını kanıtladı; sıra sizde site patronu.

(19 Mayıs 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Sıradaki Gelsin…: Hızlı ve Öfkeli 10

Dünyanın en çok sevilen, en çok izlenen ve doğal olarak da en çok beklenen filmlerinden biri, ana kadrosu hiç değişmeden devam ediyor: Hızlı ve Öfkeli 10.

Günümüzde her şeyin hızla değiştiği gerçeğini göz ardı etmeksizin, gelişen teknolojiyi de kattığınızda “Hızlı ve Öfkeli”nin de değişmesi gerektiğini düşünüyor insan. Muhakkak ki değişmiş, muhakkak ki daha hızlı, ama daha öfkeli değil. Dom’un, her zaman olduğu gibi söz konusu ailesi olunca gözü hiçbir şeyi görmüyor ve sonuna kadar koruyuculuğunu gösteriyor. Küçük oğlu ile babalık keyfini daha tam tadamadan tehdit ona yönelince olanlar oluyor.

Biraz sokak dili olacak, ama aksiyonun Allah’ı var filmde; teknolojinin de… Dünyanın gidilmeyen bir köşesi kalmamış… Filmin tüm kadrosu her koşula, her ülkeye, her topluma, her soruna karşı donanımlı. Kimi ya eski bir tanıdığı, kimi parası, kimi de şansıyla üstesinden gelip ekibi hayatta tutuyor. Bir de piyasada tanınmış oyuncu kalmamış hepsi bu filmde buluşmuş.

İki saati aşkın film boyunca hareketten başınız dönse de bir an için bile olsa başınızı kaşıyacak fırsat bulamıyorsunuz, değil saate bakmak. Hatırlar mısınız, yıllar önce (her ne kadar televizyon dizi ve filmleri için ağırlıkla) uygulanan 90 saniye kuralı bu film için geçerli değil. Saat tutmadım, ben de takıldım bahtımın rüzgârına… yok, o şarkıydı, Dom’un hızına ve sonradan üzerinde düşündüm… Antarktika da dâhil beş kıtada, onlarca kentte, yüzlerce sokakta, binlerce mekânda her an bir kovalamaca, bir patlama, uçuşan helikopterler, her cins silah ve bomba ile… Üzerinden daha bir hafta bile geçmemiş seçim bombardımanını (bunların arasında küfürler, hakaretler, yalanlar çoktu) unutturacak denli yoğun bir hareketlilik izledik beyazperdede.

Kim kimi, niye, nasıl ve hangi nedenle öldürüyor… Dahası kim kimin düşmanı, ama az önce dosttu… Olsun, paranın gücü her şeye yeter. Satın almak isteyin (fıkrası bile var, İngiltere Kraliçesini bile satın alabilirsiniz) yeter. Sonunda ölüm varmış, aldıkları o para ceplerini bile ısıtmamışmış daha, hiç sakıncası yok.

O hıza ayak uydurabileceğinize aklınız kesiyorsa, müzikten çok gürültüye kulaklarınız alışkınsa keyifli bir zaman geçirebilirsiniz. Geriye ne mi kalır? İzlemeyen ne bilsin!

19 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(18 Mayıs 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Rüzgârın Fısıldadıklarını Duyuyor musun?: Bir Umut

“Özgür Sanat Meclisi” oluşumu içerisinde -ki, bu önemli, bir yanıyla sanattan taraf ama siyaseten tarafsız, sanat hak ve özgürlüklerinin hayata geç(iril)mesi için bütün disiplinlerin katıldığı bir meclis oluşumu- bireysel sanatçılarla ekip çalışmasıyla üretilen sanat alanlarındakiler arasında bir tartışma yaşanıyor. Ekip çalışmasıyla üretenler hem yapıyı, hem sanatı, hem sanatçıyı öne çıkarır ve ortaklaşa karar vermenin gerekliliğini ifade ederken, işi ve sanatıyla birebir baş başa kalıp üretenler tek tek karar vermeye daha yakın davranıyor.

“Bir Umut” filmi, bir ekip -gerçek anlamda ekip- çalışması. Aynı çatı altında, aynı düş(ünce)ler içinde, aynı olaya farklı pencerelerden baka(bile)n iki insanın senaryosu üzerine yapılmış. Belli ki çok tartışma yaşanmış, çok karar değiştirilmiş, en iyisinin, en doğrusunun, en güzelinin oluşabilmesi için çaba harcanmış.

Büyümeyen erkek

Erkek egemen bir ülkenin erkek egemen bir toplumunda, her şeye karar (!) veren bir erkeğin büyümemesi sorunları da beraberinde getiriyor. Asiye ile Umut, evli ve bir tiyatroda birlikte çalışmaktadırlar. Umut, babası ölüp annesi ikinci evliliğini yapınca dayısının yanında kalmış, içindeki hevesi, umudu yaşayamamış, alabildiğine gergin ama bir yanıyla da içine kapanık biridir. Yıllardır görmediği, aramadığı, konuşmadığı annesi hastalanınca onunla ilgilenmek zorunda kalır. Filmin özeti bu. Ancak katmanları çok ve yaygın; hemen her şey bir başka soru işareti açıyor, kasap çengeli örneği…

Dingin, rahat anlatım…

Ümit Köreken, ne anlattığını, niye anlatması gerektiğini bilen bir yönetmen ve sakin bir film çıkarmış. Genç yönetmenlerin mizansen verememe sorununu aşmış, istediğini alabilmek için -Antalya Film Festivali’nde ilk gösterimi sonrasında yapılan söyleşide dile getiriyor- hem ekibinin hem de oyuncularını alabildiğine yormuş. Senaryoyu birlikte yazdıkları Nursen Çetin Köreken’in hem dışarıdan bir kadın gözüyle bakışını hem de filmin dramatik yapısını belli bir düzeye çıkarmış olmasını unutmadan; emekleri için ikisine de teşekkür etmek gerekir, bunca gerçekçi, bunca etkileyici, bunca soru sorduran bir film yaptıkları için. Montajına ama özellikle müziğine dikkati çekmek isterim, Yönetmen Köreken, işinde gerçekten titiz olduğunu kanıtlıyor. İzleyici, perdeden yansıyanlarda kendini görecek ve muhakkak bir iç hesaplaşmaya gidecektir. Bu “hesaplaşma” değerlidir, çünkü gerek dini gerekse geleneklerden kaynaklanan bu sosyopolitik travma atlatılmadıkça sorun sürecektir.

Bir yol ayrımı…

Filmin adı, aslında iki seçenek sunuyor bize. İlki, karakterinin adı… İkincisi bir şans, bir fırsat, bir çözüm olanağı… Tam da o nedenle heyecan ve bir o kadar da merak yüklü bir film. Bu yıl, deprem ve seçim gibi gerginlikler yaşadık “Bir Umut”un dinginliği çok iyi geldi.

Bir festival duyurusu

26 Mayıs – 04 Haziren tarihleri arasında yapılacak olan Kırmızı Lale Film Festivali, ikinci tura kalan cumhurbaşkanlığı seçimiyle çakışıyor olsa da Hollanda’da, başta sinemamızın ve bağlı olarak tüm sanat dallarının yaşamın güzelliğini yansıtacağına inanıyorum. Ayrıntılı bilgiyi www.rtff.nl adresinden alabilirsiniz.

19 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(17 Mayıs 2023)

[email protected]

Aşk Üzerine Seçimlemeler…: Aşkın Bununla Ne İlgisi Var?

Toplumsal yaşamda kültürler belirleyici olur, ne kadar aşmaya çalışsanız da… Anne babaya saygıdan tutun, aile meclisi oluşturmaya, ekonomik bağımsızlıktan evlenmeye kadar yaşamsal birçok konu geleneksel ilişkilerle çözümlenmek istenir. Siz, istediğiniz kadar dinlemeyin, istediğiniz kadar kendi “doğru”larınızda diretin toplumsal beklentiyi kırmak kolay olmayacaktır.

Jemima Khan’ın senaryosundan Shekhar Kapur yönettiği film, bir belgesel yapımcısı Zoe (Lily James), “aralarında bir kıta” olan yan evde oturan Pakistanlı bir ailenin doktor oğlu ile çocukluktan beri arkadaştır. Pakistanlı Doktor Kâzım (Shazad Latif), geleneksel aile yapısını kıramadığı ve bunu ilk görüşte aşkı bulmak yerine daha temkinli olmayı tercih etmek gibi bir gerekçeyle kabul ettiği için görücü usulü evlenmeye kalkışır. Akla ilk bu çocukluktan beri birbirini tanıyan Zoe ile Kâzım’ın neden evlenmediği gelebilir; ancak birinin Müslüman olması ve geleneksel yapılarını değiştirmeye yanaşmamaları (öyle ki 30 yaşını aşmış olmasına karşın ailesinin yanında sigara bile içemez doktor). Ayrıca geleneklere karşı gelerek ailenin iznini almadan evlenenler dışlanır, aforoz edilir. Belgeselci Zoe, bu ilginç (ilginç çünkü, İngiltere’de doğup büyümüş, kültürlü bir doktorun geleneksel davranması herkesin ilgisini çeker) olayın belgeselini çekmeye karar verir.

Zoe’nin aklının almadığı bu “sözleşmeli aşk” için arkadaşını ikna etmekte zorlanmaz. Tabii ki olaylar beklendiği gibi gelişmeyecek, filmin ilk gösteriminde umulmadık bir tepki doğacaktır. Burada, ailelerin ister tutucu isterse çağdaş bakışa sahip olsunlar, gerek gençlere bakışı, gerekse kendilerini örnek alıp onlara bazı şeyleri dikte etmeleri, belki zorla yaptırmalarının çok da iyi sonuçlanmadığını izliyoruz.

Zoe’nin annesi Cath (Emma Thompson) de kızının üzerinde psikolojik baskısı uyguluyor, tabii, unutulmaması gereken mahalle baskısı da söz konusu… Bırakın gençler nasıl istiyorlarsa öyle yapsınlar.

İnsan aşkını kendi seçer (mi?)

Filmin zamanlaması öyle denk geldi ki… Herkesin üzerinde fikir birliğinde olduğu gibi, geçen hafta yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri belirleyiciydi. Tamam, Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kaldı, ama parlamento oluştu.

Filmdeki gibi geleneksel bir bakışla, hiçbir ayrıntıya ve düşünceye değer vermeden ‘takım tutar gibi’ aileden gelen bir yakınlıkla oy vermek de söz konusu… İnce eleyip sık dokuyarak, neyin neden ve nasıl olduğunu, kimin başaracağını belirleyerek, kendi düşünceniz doğrultusunda oy vermeniz de mümkün. Bizim ülkemizde, aynı yanlışa ben de düşüyorum; takım tutar gibi dedim, oysa takımları da tanımıyoruz, belki sahaya çıkan oyuncularını sayabiliriz, teknik çalıştırıcısının adını bilebiliriz, ama ne taktik ne kondisyon ne de stratejik atak/savunma biliriz… Takımları sadece renklerinden bildiğimiz gerçeğini siyasi partiler ve hükümet etmek konusunda da ileri sürebiliriz.

Filmde aşkı tanımak mı, karşınıza çıkmasını beklemek mi, yoksa aramak gerekliliği mi gibi çok bilinmeyenli, sadece aile büyüklerine bırakılmayacak (bırakılmaması gereken) konularda kararları kendimiz alabilmeliyiz. Tabii, konuşarak.

Keyifli bir komedi, sadece zaman geçirmek için izlenebileceği gibi ergen çocukları olan anne babaların (belki öğretmenlerin, belki komşuların, belki iş arkadaşlarının) çocuklarına yaptıkları baskıyı görebilmeleri açısından ilginç. Tabii, tutucu kalpleri yumuşatacağı kesin.

19 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(16 Mayıs 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Cannes Film Festivali 76 Yaşında

Cannes Film Festivali ile birlikte bizler de yaşlanıyoruz. Dünyanın en önemli sinema etkinliği olan festival ile tanışmam Sinemetek’e üye olduğum ilk gençlik yıllarıma dayanır. Yerli basının şenliğin yalnızca yıldız adaycıklarının üstsüz plaj skandallarına yer verdiği 70’li yıllarda bulabildiğimiz ciddi yabancı sinema dergilerinden imrenerek takip ederdik olan biteni. Aradan geçen yıllarda festivalin zorlu ancak çok keyifli koşturmacasına ‘sinema yazarı’ kimliğimle bizzat tanıklık etme şansım da oldu. Günümüz ekonomik şartlarında dünya gözüyle bir kez daha festivali yerinde izleyebilir miyim bilemem. Ancak günümüzün çağ atlamış iletişim kanalları yolu ile gelişmeleri günü gününe takip edebiliyor, yarışma filmlerinin keyfine varmak içinse Filmekimi günlerini iple çekiyoruz.

16 – 27 Mayıs tarihleri arasında 76. yaşını kutlamaya hazırlanan festivalin bu yılki ana afişini Fransız sinemasının yaşayan ikonlarından Catherine Deneuve’ün yönetmenliğini Alain Cavalier’nin yaptığı, bizde ‘Aşk Esiri’ adıyla gösterilmiş 1968 yapımı filmi ‘La Chamade’dan alınmış portresi süslüyor. Altın Palmiye ödüllü ana yarışmanın jüri başkanlığını geçtiğimiz yıl ‘Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness’ ile ikinci palmiyesini almış olan İsveçli yönetmen Ruben Östlund üstleniyor. Büyük jürinin diğer üyeleri ‘Titane’ ile Altın Palmiye kazanmış Fransız yönetmen Julia Ducourno; bizde Cannes’da ana seçkide yer almış olduğu skeçlerden oluşan ‘Asabiyim Ben / Relatos Salvages’ ile bilinen Arjantinli yönetmen Damián Szifron; Afganistan asıllı yazar yönetmen Atiq Rahimi; Amerikalı tanınmış oyuncular Paul Dano ve Oscarlı Brie Larson; Zambiyalı yazar yönetmen Rungona Nyoni; François Ozon’un Fassbinder uyarlaması ‘Peter von Kant’da efsanevi Alman sinemacıyı canlandırmış olan Fransız aktör Denis Ménochet ile geçtiğimiz yıl Filmekimi programında yer almış, Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ seçkisinin FIPRESCİ ödüllü filmi ‘Mavi Kaftan / Le Bleu du Caftan’ın Fas asıllı yönetmeni Maryam Touzani’den oluşuyor.

Festival 16 Mayıs Salı akşamı yarışma dışı gösterilecek olan Fransız sinemacı Maïwenn imzalı ‘Jeanne du Barry’ ile açılıyor. Film, 18. yüzyıl ortalarında gayrimeşru bir çocuk olarak dünyaya gelen, yeteneği ve cazibesiyle XV. Louis’nin resmi metresliğine yükselen kontes Jeanne Bécu’nün gerçek öyküsü üzerinden Fransız Devrimi’nin sıcak iklimine tanıklık ediyor. Maïween’in bizzat kontesi canlandırdığı yapımda Fransa kralı rolünde ünlü Amerikalı aktör Johnny Depp’i izleyeceğiz. Yarışma dışı gösterilecek Martin Scorsese imzalı ‘Killers of the Flower Moon’ Leonardo DiCaprio ile Robert De Niro ikilisini yıllar sonra yeniden bir araya getiriyor. 206 dakika uzunluğundaki film, David Grann’ın 1920’li yılların Oklahoma’sında bölgeyi bir terör yuvasına çevirmiş seri cinayetler üzerinden ilerleyen romanından yola çıkmış.

Yine yarışma dışı özel gösterimler seçkisinde gösterimi yapılacak kimi yapımlar sinemaseverler için yarışma filmleri denli heyecan oluşturacak nitelikte. Bunlardan, ‘Arı Kovanının Ruhu / El Espíritu de la Colmena’ ve ‘Güney / El Sur’ ile 80’li yılların ilk ‘İstanbul Sinema Günleri’nde gönüllerimizi fethetmiş, bugün 80’li yaşlarını süren İspanyol sinemacı Victor Erice’nin 30 yılın ardından çektiği ilk uzun metrajı ‘Cerrar los Ojos’; ‘Hayal Ülkesi / Jauga’nın yönetmeni Arjantinli auteur sinemacı Lisandro Alonso’nun bir kez daha Viggo Mortensen ve Chiara Mastroianni ile çalıştığı son filmi ‘Eureka’; Takeshi Kitano’nun 16. yüzyıl feodal Japonya’sında geçen tarihi epiği ‘Kubi’; yıllar önce İKSV festivalinde vurulduğumuz 2005 yapımı ‘Kan / Sangre’nin Meksikalı yönetmeni Amat Escalante imzasını taşıyan küçük bir madenci kasabasında kayıplara karışmış aktivist annesinin peşine düşmüş Emiliano’nun öyküsünü anlatan ‘Perdidos en la Noche’; Steve McQueen’in Nazi işgali altındaki Amsterdam ile kentin bugününü birbirine bağlayan 4.5 saatlik belgeseli ‘Occupied City’; ‘Aquarius’ ve ‘Bacurau’ gibi nefes kesici filmlerin Brezilyalı auteur yönetmeni Kleber Mendonça Milho’nun yaşadığı kent Recife’nin yok olmuş heybetli sinema salonları ve yitirilmiş tarihi hafızası üzerine bir ağıt niteliğindeki ‘Fantasmas’; Pedro Almodóvar’ın Tilda Swinton’lu 30 dakikalık ‘İnsan Sesi’nin ardından çektiği, Ethan Hawke ile Pedro Pascal’ın 25 yıl sonra bir araya gelen iki kovboyun saklı tutkusunu anlatan kısa kuir westerni ‘Ekstraña Forma Da Vida / Strange Way Of Life’ merakla bekleniyor.

Altın Palmiye ödülüne aday yarışma filmlerine gelince. Ana seçkide 21 film yer alıyor ve auteur yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan, 2003 yılında ‘Uzak’ ile başladığı ve ‘Kış Uykusu’ ile Altın Palmiye dahil onca prestijli ödülü ülkemize getirdikten sonra bu yıl son filmi ‘Kuru Otlar Üstüne’ ile dünyanın en büyük sinema buluşmasında 7. kez gönülleri fethetmeye hazırlanıyor. Bir ikinci yazıda ele almayı düşündüğüm diğer Altın Palmiye filmlerinin gösterimleri 17 Mayıs Çarşamba günü başlıyor. Nuri Bilge’nin 197 dakika uzunluğundaki son filmi 19 Mayıs Cuma günü dünya prömiyerini yapıyor.

(14 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Suyun İçindekiler

Louis Garrel’in otobiyografik esinler taşıyan son filmi, kendi kullandığı araba ile yaptığı kazada kaybettiği eşinin ardından derin bir melankoliyi yaşayan Abel’in, cezaevinde oyunculuk dersi veren annesi ile hükümlü Michel Ferrand’ın evlilik haberini almasıyla başlıyor. Genç adam şaşkındır. Nasıl olmasın, deli fişek Sylvie’nin son 10 yıl içinde dördüncü mahkûmla evliliğidir bu. Soygun suçundan 5 yıldır içerde olan Michel şartlı olarak salıverildiğinde Abel’in kaygısı büyür. Eski suçlunun ceketinin cebinde silah taşıdığını keşfettiğinde gizlice takibe başlar. Bu arada şehir akvaryumunda birlikte çalıştığı ölen karısının yakın dostu Clémence ile arkadaşlığı bir aşk ilişkisine doğru yol alırken ikilinin masum dingin yaşamları gerilimli bir soygun girişimiyle hareket kazanacaktır.

Yeni Dalga ailesinin çocuğudur Garrel. Fransa’dan dünyaya yayılmış ve ’68 kuşağına ilham vermiş olan ünlü ekolün yılmaz bekçisi Philippe Garrell babası, gerçek hayatta eşinden ayrıldıktan sonra bir mahkûm ile evlilik yapmış oyuncu Brigitte Say annesi, François Truffaut’nun alter egosu unutulmaz aktör Jean Pierre Léaud vaftiz babasıdır onun. Sinemacılık serüvenine oyuncu olarak başlayan oğul Garrel yönetmenliğe alıştığı 3 uzun metrajın ardından, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapmış olan son çalışması ‘Masum / L’Innocent’ ile önemli bir çıkış yakalamış. Yeni Dalga’nın izini süren yapım, arkadaşlık, ilişkiler, hayal kırıklığı, kayıplar, acılar, aşk özlemi, zamanın geçip gidişine dair temel meseleleri genel geçer izleyiciyi mutlu edecek bir kokteyl halinde sunarken, kağıt üzerinde uçucu ya da klişe gibi görünen hikâyesini derinlikli bir incelikle işliyor. Garrel’in varoluşçu kara yapıtları ile tanınan genç yazar Tanguy Viel ve Naïla Guiguet ile ortaklaşa kaleme aldığı, Alfred Hitchcock gizemi ile yüklü ustalıklı senaryodan beyazperdeye aktarılan film, Pierre Deschamps’ın baş döndürücü kurgusu, Grégoire Hetzel’in enfes müzik çalışması eşliğinde keyifle izleniyor.

Hepsi çok başarılı oyuncuların hakkını da yemeyelim. Garrel eşit ağırlıklı olarak geliştirdiği 4 ana karakterden Abel’i kendine ayırmış. Yaşadığı trajedi ile içine kapanmış olan genç adam, ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nde ressam Marianne kompozisyonu ile gönüllerimize yerleşmiş olan Noémie Merlant’ın oynadığı umutsuzca mutluluk kovalayan iş arkadaşı Clémence ile birlikte şehir akvaryumunun izole ortamına hapsolmuş gibidir. Yılların deneyimli aktrisi Anouk Grinberg’in canlandırdığı serseri mayın anne ile Faslı karizmatik aktör Roschdy Zem’in hayat verdiği hapishane kuşunun yaşam enerjisi ve tutkulu aşkları, melankolik ikiliyi ana rahmine benzer korunaklı su ortamından anakara gerçeğine, daha önce hiç tanımadıkları bir suç ve tutku dünyasına çekip çıkaracaktır.

‘Masum’ seyirciye tepeden bakmadan ve deli dolu hikâyesine halel getirmeden, suç dünyasının dayanılmaz hareketliliğinden romantik bir aşk serüvenine ustaca geçiş yapıyor. Halen gösterimde olan ‘Suç Bende / Mon Crime’de olduğu gibi gerçek hayat ile oyunculuk marifetinin sınırları bir kez daha belirsizleşiyor. Soygun provası oyunculuk dersine dönüşürken duygusal hafızanın devreye girmesi kaçınılmaz oluyor. Yönetmen Garrel, Abel’in akvaryum ziyaretçilerine tanıttığı, kaybettiği organlarını yeniden üretebilme özelliğine sahip amfibilerden bir semender türü olan ‘Aksolotl’ benzeri herşeye alışan insanoğlunun kendini yenileyebilme özelliğinin altını çizerken sevinciyle hüznüyle hayata selam çakıyor.

(13 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Tarih Tekerrür Eder mi?: Masum

Tarihin tekrarlandığını söyleriz ve inanırız da… Ancak tekerrür eden tarih değil olaylardır ve çoğunlukla da bir şeyleri değiştirmek (o olayların içindeki) insanların elindedir. Bir şeylerin iyi gitmesini isteriz, bir şeyler iyiye gittikçe sevinir, heyecanlanırız. Hep öyle gitmese de bu bir umuttur ve kimse umudu üzmek istemez.

Tiyatrocu annesi Sylvie (Anouk Grinberg) cezaevindeki çalışması sırasında âşık olduğu Michel (Roschdy Zem) ile evlenmesini engelleyemeyen oğul Abel’in (Louis Garrel), şartlı tahliye edilen Michel’i takip eder. Sevgilisi, Clémence (Noémie Merlant) ile birlikte hiç beklenmeyen bir olaya karışır.

Keyfini çıkarın

Garrel, kendi yaşamından, hatta annesinden yola çıkarak oluşturduğu senaryoda, bir mesaj vermek niyetinde değil; sadece gözlemlemenizi istiyor. Çünkü yaşam ne sizin istediğiniz gibi akıyor ne de durdurma şansına sahipsiniz. Araya çomak sokmak mümkünse de, bu her zaman olmuyor. Abel, annesinin son birkaç yıl içinde bu dördüncü evliliği ve benzer bir sonuçla karşılaşmamak için alabildiğine temkinli.

Yer yer polisiye, yer yer macera, yer yer aşk ve benzer türlerle bezenmiş film, seçim sürecinde tüyleri diken diken olmuş, tedirgin olan bizler için gerçekten rahatlatıcı… Biraz uzaktan bakınca, değişimi de istediği için kendi yaşamımızla bağlantı kurmanız da olası, ama zorlamanıza gerek yok.

Oyun içinde oyun…

Michel, Abel ile Clémence’e oyunculuk dersi verir. Gerçek bir yönetmen gibidir. (İzlerken, Yol filminin kamera arkası görüntülerinde Yılmaz Güney’in, tepki de çeken sert tavırları geldi aklıma. Şimdi hak verenler çıkacaktır, buradaki oyunu görünce.) Soygunculuk öyle kolay yapılabilen bir şey değildir; yola çıkmışsanız, ‘ben oynamıyorum’ diyemezsiniz; hele de cürmünüz (suç ortağınız) sevgilinizse hiç.

Michel, güler yüzlü ama gözünü budaktan sakınmayacak denli kararlı biri… Sabıkalı olsa da seviyorsunuz. Bir mobilya mağazasında hamallık yapıyor görünse de aklı başka yerde, ama iyi niyetliliği su götürmez.

Clémence ise uçarı, önünü ardını düşünmeyen, ama duruma göre davranmayı da başaran bir kadın. Kaynanasının kaderini mi paylaşıyor ne!

Sylvie oğlunu sevse de on yılı aşkın dulluğundan kurtulmanın tek yolunun evlenmekten geçtiğini düşünmekten başka bir şey yapmıyor. Sylvie‘ye, onca insan niye boşanıyor diye sormak gerekir, ama içindeki o çocuksu heyecana hak vermekten de geri duramıyorsunuz.

Abel, öykünün, ama asıl filmin ana kahramanı, hem başından geçenler hem de yönetmenliğiyle… Küçük bir işte, belki de yeteneklerinin altında kokmaz bulaşmaz bir işte çalışıyor. Karısı yeni ölmüş… Annesi tek tutunacak dalı… Biraz korumacı, biraz kaygılı, her şeyden şüphe ediyor… Sevgilisiyle aralarındaki iletişimsizlikse daha da kötü… aşar mı dersiniz?

Masumiyet nedir?

Yalan söylemek en büyük ihanettir. Filmin bu savsöze dayandığını söyleyebiliriz. Yalan söylemediği için masumiyetini teslim edebiliriz. Eğlendirici, keyifli, daha da önemlisi derin anlamlar da yüklenebilen bir film Masum, rahat izlenen.

12 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(09 Mayıs 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Yaşam Bir Tiyatro Sahnesidir

‘Suç Bende / Mon Crime’ bir tiyatro perdesi önünde açılıyor ve oyun başlıyor. 1930’lu yıllar Avrupa’sının ünlü yapımcısı Montferrand görkemli malikânesinin salonunda kafatasında bir kurşunla ölü bulunmuştur. Havuzlu villaya cinayetin işlendiği saatlerde iş görüşmesi için gittiğinde yaşlı adamın ahlâksız teklifine maruz kalan genç aktris Madeleine Verdier, birlikte meteliği kurşun attıkları ev arkadaşı avukat Pauline Mauléon’un yardımıyla cinayeti üstlenerek popüler bir figüre dönüşmeyi, nefsi müdafaa kararı ile paçayı kurtarmayı plânlar. Öyle ya, Violette Nozière ya da Papin kızkardeşler davalarının kamuoyunu allak bullak ettiği yıllardır bunlar. Kadın hakları manifestosuna dönüşen sansasyonel savunma sonrasında suç ortağı kızlar amaçlarına ulaşır ve Madeleine hızla şöhret merdivenini tırmanmaya koyulur. Ama yağma yoktur. Sessiz sinemanın kraliçelerinden Odette Chaumette kaybolmuş şöhretini geri kazanmak için cinayeti çalma niyetindedir.

2000’li yıllarda her yıl bir film çekmek suretiyle çağdaş Fransız sinemasının en üretken yönetmeni unvanını rahatlıkla elde etmiş olan François Ozon’un imzasını taşıyan film, Georges Berr ile Louis Verneuil ikilisinin 1934 tarihli polisiye bulvar komedisinden yola çıkmış. 2002 yapımı ‘8 Kadın / Huit Femmes’ ile 2010 tarihli ‘Kadın İsterse / Potiche’in ardından kadın dayanışması üzerine renkli üçlemesinin bu son ayağında Ozon kadim meseleyi ustaca günümüze bağlıyor. Bir asır öncesinin Fransız toplumunda oy hakkı bile bulunmayan kadınların aynı işi yapan erkeklere oranla çok daha düşük ücret aldıklarından dem vurarak, süregelen kadın hakları mücadelesine destek verirken, lüks malikanesinde ölü bulunan tacizci emprezaryodan hareketle Hollywood’un Harvey Weinstein aforozu ve güncel #MeToo hareketi ile yaman bir paralellik kuruyor.

Film, 30’lu yıllarda Ernst Lubitsch ve Frank Capra gibi sinemacıların imzasını taşıyan altın çağ güldürülerine olduğu kadar tiyatro dünyasına bir saygı duruşu olarak da keyifle izleniyor. ‘Yaşamın bir tiyatro sahnesi olduğunu’ ifade ediyor Ozon bir söyleşisinde. Hakimi, savcısı, avukatı ve sanığıyla herkesin kendi rolünü oynadığı, jürinin ise oy kullanan izleyiciler olduğu duruşma salonu mizansenini zekice kuruyor, yaşam ile tiyatro arasındaki paralelliği ince ince işliyor. Tiyatro perdesi önünde açılan filmini, her bireyin kendi rolünü üstlendiği hayat denen komedyadan hareketle, François Truffaut’nun 1980 yapımı başyapıtı ‘Son Metro / Le Dernier Métro’su misali yine sahne üzerinde noktalıyor.

Mesajını bir şampanya hafifliği ile vermeyi deneyen Ozon komedisi temel gücünü ustalıklı senaryosu ve güçlü oyunculuk performanslarından almış. Unutulmaz kadın oyuncuların resmi geçit yaptığı ‘8 Kadın’da da rol verdiği Isabelle Huppert, bu defa sessiz sinemanın en anlamlı gözleri olduğu yılları çoktan geride bırakmış, Sarah Bernhardt esinli geçkin aktris kompozisyonu ile harikalar yaratmış. Suç ortağı kadınlarda Fransız sinemasının iki genç yüzü, bizde gösterimini bekleyen Valeria Bruni Tedeschi filmi ‘Tiyatro Okulu / Les Amandiers’ ile geçtiğimiz yıl umut veren kadın oyuncu dalında César ödülünün sahibi Nadia Tereskiewicz ile ‘Une Jeune Fille Qui Va Bien’ ile aynı ödüle aday Rebecca Marder ışıldarken, ikilinin 30’lu yıllar Paris’inin görkemli Lux sinemasında Billy Wilder’ın yönettiği ‘Kötü Tohum / Mauvaise Germe’i izlediği sahnede Fransız sinemasının efsanelerinden Danielle Darrieux’nün siyah beyaz görüntüsü perdeye yansıyor. Fabrice Luchini André Dussolier, Daniel Prévost, Danny Boon gibi usta aktörlerin yer aldığı filmin erkekler takımı da parlak yorumları ile seyir keyfine keyif katıyor.

(07 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Tutku ve Dekadans Estetiğinin Doruğunda: Luchino Visconti Retrospektifi

Kadıköy Sinematek / Sinema Evi baharı nefis bir program ile karşılıyor. Yalnızca İtalya’nın değil Dünya Sineması’nın efsanevi yönetmenlerinden Luchino Visconti’nin tüm kariyerini sergileyen toplu gösteri 03 Mayıs akşamı ustanın 1942 yapımı ilk uzun metrajı ‘Tutku / Ossessione’ ile açıldı. Yönetmenlik serüvenine başladığı bu film, ona asistanlığını yaptığı Fransız sinemacı Jean Renoir’ın önerdiği, Amerikalı yazar James M. Cain’in -ilerleyen yıllarda Hollywood’un ilgi alanına girerek iki kez beyazperdeye aktarılacak olan- ünlü kara romanı ‘Postacı Kapıyı İki Kere Çalar / The Postman Always Rings Twice’ın ilk sinema uyarlamasıdır. İtalya’nın Mussolini faşizmi altında sesini çıkaramadığı bir dönemde çektiği bu dönemine göre hayli cüretkâr sahneler içeren filminde Visconti metnin cinai altyapısının ötesine kayarak bireyler arasındaki tensel tutkuları gözü pek bir biçimde öne çıkarır. Onun sokaklara ve sıradan halkın gündelik yaşamına çevirdiği kamerası ile film yaklaşmakta olan Yeni Gerçekçilik akımının öncüsü olarak da anılacaktır.

1948 yapımı ikinci filmi ‘Yer Sarsılıyor / La Terra Trema’ ise savaş sonrası perişan İtalya’nın yükselen Yeni Gerçekçilik serüveninin başyapıtlarından biridir. Amatör oyuncular, doğal mekân ve ışık kullanımı ile öne çıkan yapım, toplumsal gerçekçi anlatımına süzülen görkemli plânlar ve alan derinliğini kullandığı çarpıcı mizansenleriyle sinema aleminin en büyük estetlerinden biri olarak anılacak Visconti’nin ilk karalamalarını yaptığı film olarak da anılır. Küçük kızından bir yıldız yaratma sevdasının peşine düşen, eşsiz Anna Magnani’nin canlandırdığı işçi sınıfından bir annenin popüler burjuva eğlence kültürü karşısındaki hayal kırıklığı üzerine kurulu ‘Güzeller Güzeli / Bellissima’ (1951) onun toplumsal gerçekçiliğin katı kurallarından giderek uzaklaşmaya başladığı ve tür sineması kalıplarına kapıyı araladığı üçüncü filmidir. Bu kopuş bir sonraki filmi ‘Günahkâr Gönüller / Senso’ (1954) ile kesinleşecektir. 19. yüzyılda İtalyan Ulusal Birliğinin gerçekleştiği süreçte geçen film, Visconti’nin tarihe Marksist açıdan yaklaşacak ünlü yapıtlarının ve de dramatik çöküş temasını müjdelediği operatik tutku ve ihanet filmlerinin ilki olarak sinema tarihine geçer. Takip eden 1957 yapımı Dostoyevski uyarlaması ‘Beyaz Geceler / Le Notti Bianche’, onun Rus yazara hayranlığının bir ifadesi olup, yapay dekoru ile filmografisinde ayrıksı bir yere sahiptir.

Visconti’nin tırmanan şöhretinde önemli bir atlama taşı olan 1960 yapımı ‘Düşman Kardeşler / Rocco e i suoi Fratelli’ geçim olanaklarını kaybetmiş Güneyli bir ailenin sanayileşmiş Kuzey’e göçüşünü ve onları bir arada tutan feodal bağların kapitalist düzenin çarkında çözülüşünün öyküsüdür. Sinemacının gözde temalarından biri olan çöküşün trajedisi 1963 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ile ödüllendirilen ‘Leopar / Il Gattopardo’ ile zirveye ulaşacaktır. Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın 1958 yılında ölümünden sonra yayımlanan romanından uyarlanan filmde anlatılan çağ yine sinemacının Marksist açıdan yorumladığı 19. yüzyıl Risorgimento dönemidir. Kendisi de soylu bir aileden gelen yönetmen aristokrasinin çöküş hüznünü Burt Lancaster’in canlandırdığı soylu Don Fabrizio’nun ölüm duygusu ile iç içe verecektir. Filmin 40 dakika uzunluğundaki ünlü balo sahnesi ise Visconti estetiğinin doruklarından biridir.

1967 yapımı ‘Yabancı / Lo Straniero’ yönetmenin bir diğer favori yazarı Albert Camus’nün ünlü varoluşçu romanının uyarlamasıdır. Tıpkı ‘Beyaz Geceler’ gibi onun filmografisinde ayrıksı bir yerde duran yapıt, Marcello Mastroianni’nin canlandırdığı Mersault’nun Cezayir sıcağındaki soğuk kayıtsızlığının tezatı ile uyandırdığı dehşeti yönetmenin atmosfer yaratmaktaki ustalığı eşliğinde verir. Bu filmin ardından giriştiği ünlü Alman üçlemesi ile Visconti yeni bir döneme girer. Krupp ailesini anımsatan çelik imparatorluğunun öyküsünü anlatan üçlemenin ilk filmi 1968 yapımı ‘Lanetliler / La Caduta Degli Dei Götterdämmerung’ sinemacının siyasi tarihe ilişkin gözde teması üzerinden ilerlerken, onun dışavurumcu estetiğini ön plâna çıkartır. İktidar, yozlaşma ve sapkınlığın dozu ile eleştirmenleri ikiye bölmüş bir çalışmadır bu. 1971 tarihli Venedik’te Ölüm / La Morte a Venezia’ ile bir başka sevdiği yazara, Thomas Mann’a yönelecek olan sinemacı gözde temalarından ölüm ve güzellik ilişkisini irdelemenin peşine düşecektir. Besteci Aschenbach’ın duru güzelliğine vurulduğu genç Tadzio’nun erotizmine kapılışının ölüm arzusu ile buluştuğu unutulmaz finali ile belleklere kazınmış bu Visconti klasiği, Gustav Mahler’in eşsiz 5. senfonisinin kederli ezgileri ile sarmalanır. İngiliz oyuncu Dirk Bogarde müthiş performansı ile Aschenbach’a hayat vermiş, Visconti’nin seçmelerden bulup çıkardığı 16 yaşındaki Björn Andrésen bir gecede dünya sinemasının ilgi objesine dönüşür. Sonrasında, hislerinin hesaba katılmadığı bir ortamda bocalayacak olan genç delikanlının yaşamı, tanrısal güzelliğine hayran geniş kitlelerin elinde hoyratça hırpalanacaktır. Björn’ün yaşadıkları 2021 yılında ‘Dünyanın En Güzel Oğlanı / The Most Beautiful Boy in The World’ adlı trajik belgesel ile gündeme gelir. Visconti’nin başyapıtını ne kadar sevsem de, belgeselde tanıklık ettiklerimin ardından bu muhteşem filmi yeniden aynı duygularla izleyemediğimi buradan açıkça itiraf etmek isterim.

Alman üçlemesinin son ayağı olan ‘Ludwig’te (1973) bu kez gerçek bir tarihi kişinin öyküsünü beyazperdeye taşımaya niyetleniyor Visconti. Bavyera hükümetinin girişimi ile ‘deli’ olduğu gerekçesi ile tahttan indirilmiş II. Ludwig’in hikâyesi üzerinden ilerleyen ve dekadans estetiğin doruklarından biri olan filmde sanat ve estetik düşkünü eşcinsel kralı yönetmenin ‘Lanetliler’ ile dünya sinemasına tanıttığı son gözdelerinden Helmut Berger’in canlandırmaktadır. Visconti’nin İtalyan iklimine dönüş yaptığı 1974 yapımı sondan bir önceki filmi ‘Aile Tablosu / Gruppo di Famiglia in un Interno’ yine Burt Lancaster’in canlandırdığı yaşlı sanatseveri odağına yerleştirir. Sinemacının son keşfi Berger ile üçüncü kez çalıştığı yapımda ölüme yaklaşan yaşlı profesörün ile genç jigolo ile homoerotik yakınlaşması sinemacının gerçek hayatından izler taşır. Yönetmenin bizde 5 yıl gecikme ile görkemli Emek Sineması’nda gösterime girdiğinde ilk izleme şansını bulduğumuz 1976 yapımı vasiyet filmi ‘Masum / L’Innocente’ çöküş estetiği ile özdeşleşmiş İtalyan yazar Gabriele D’Annuzio uyarlamasıdır.

Sinemanın gelmiş geçmiş en büyük estetlerinden biri olarak anılan Luchino Visconti’nin televizyon için ve de 60’lı 70’li yılların modasına uygun olarak skeçli filmler için çektikleri dışında, kariyerinin az görülen 1965 yapımı ‘Sandra’ ya da ‘Büyük Ayı’nın Başıboş Yıldızları / Vaghe Stelle dell’Orsa’ haricinde yukarda sözü edilen 12 filminin tümünü içeren, 02 Mayıs ilâ 25 Haziran 2023 tarihleri arasında Sinematek / Sinema Evi salonunda izlenebilecek olan bu zengin retrospektifin tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde olduğunu düşünüyorum. Usta sinemacının 30 yılı aşkın baş döndürücü kariyerine yeniden tanıklık etmeyi beklerken, yukarda bahsi geçen isimler dışında Massimo Girotti’den başlayarak Alida Valli, Maria Schell, Jean Marais, Alain Delon, Annie Girardot, Claudia Cardinale, Anna Karina, Ingrid Thulin, Silvana Mangano, Romy Schneider, Giancarlo Giannini ve Laura Antonelli gibi üç kuşağın uluslararası yıldızlarının bu paha biçilmez serüvene eşlik ettiğini bir kez daha anımsatalım.

(06 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Seçim Propagandaları ve Sinema…: Suç Bende

Polis, sorgu yapan savcı, basın, hâkim, tanıklar ve sanıklar bir arada… tam da bugünlerde birbiri ardına seçim vaatleri sıralayan siyasileri hatırlatıyor. Polis, ilk önüne çıkan delille yetiniyor, savcı karşısına çıkarılan kişinin katil olduğunu kabulleniyor, hâkim zaten işi başından aşkın bir an önce bitsin de kurtulsun havasında dinlemiyor bile, jüri ise (bizde olmadığı için karşılığı da yok) erkek egemen ve hayata o açıdan bakıyor… Basın ise hepsinden önde. Hâkim, hatta polis bile olanları gazetelerden öğreniyor. 1930’lu yıllarda Paris’te geçtiğini bilmesek günümüz Türkiye’sinden bir panorama diyebiliriz.

François Ozon’un uyarladığı filmde, beş parasız iki genç arkadaşı izliyoruz: Madeleine (Nadia Tereszkiewicz) ile Pauline (Rebecca Marder). Tutunamayan bir oyuncu olan Madeleine, kendisine cinsel tacizde bulunmaya çalışan yapımcıyı öldürmekle suçlanırken ev arkadaşı avukat Pauline mahkemede onu savunur. Bu açıdan bakınca bir mahkeme filmi olduğunu düşünebiliriz. Ancak o kadar dar kapsamlı değil. Pauline, arkadaşının bu suçu nefsi müdafaa amaçlı işlediği üzerine kurar savunmasını. İki arkadaş başarıyla sıyrılırlar mahkeme sürecinden. Tabii, iki güzel kızın tümüyle erkeklerden oluşan jüriyi biraz da kadın olmalarıyla etkilemesini de göz ardı etmemeli…

Ozon, gerçekten iyi oyuncuları toplamış, filmi de iyi kotarmış. Hem komedi hem dram hem de sorgulama bir arada. Unutulmaması gereken bir konu da, 1930’lu yıllarda kadınların ne jüri olabilme olanakları var ne de seçme hakları… Filmin bir özelliği de, günümüzdeki #metoo, yani cinsel taciz ve saldırganlıklarla mücadeleye olan katkısı.

Tüm bu açılardan bakınca komik anları da içerse insanın içinde bir hüzün bulutu dolaşıyor. Tamam, belki kadınların seçme seçilme hakkını ilk veren ülkelerden biriyiz, ama seçimdeki kadın adaylar yarı bile değil. Adını İstanbul’dan alan, gerçekten de Türkiye’nin öncülüğünde gerçekleştirilen “İstanbul Sözleşmesi” iki dudağın arasında lağvedildi. Geri getirilmesini isteyenler ise gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.

Film boyunca bir 1930’lı yıllar Paris’ine, neredeyse bir yüzyıl sonrası günümüz İstanbul’una gidip geliyorsunuz…

05 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(30 Nisan 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Kötü Ruh: Uyanış / Kan Banyosu ve Neofaşizm…

Bir filmin neyi, niye ve nasıl anlattığı önemlidir. Doğal olarak her film (her sanat yapıtı) kendince bir mesaj iletir; bu, size doğru veya yanlış gelebilir, etkisi sizin süzdüklerinizle doğru orantılıdır. Kimi zaman farklı etkiler nedeniyle ‘havaya giremeyip’ beğenmeyebilirsiniz, başkalarının çok beğendiğini…

Genel anlamıyla baktığımızda, ben korku filmlerinden pek hazzetmiyorum. Özellikle bizim ülkemizde zaten bir korku iklimi hüküm sürdüğü için, hayatın içinde de korktuğumuz için bir de filmde korkmak (ya da adrenalin yükselmesi yaşamak) istemiyorum. Bu, korku filmleri izlenmez, izlenmemeli gibi bir anlam taşımıyor kuşkusuz. Tüyleri diken diken, gözleri fal taşı gibi açılmış, tırnaklarını yiyerek, merek ve heyecanla korku filmi izleyenler büyük keyif alıyordur muhakkak. Korkmak da, o heyecanı yaşamak da, koltukta sıçramak da hayata dâhil.

“Kötü Ruh: Uyanış” bir dizi film, yıllardır izlenen, meraklılarının özlemle beklediği… Bundan öncekiler kırsal alanda geçerken; bu kez şehirde, bir binanın içinden, hatta daireden bile çıkmadan anlatılıyor. Jenerikten önceki ‘korkunçluk’ filmin habercisi… Daha film başlamadan korkmaya başlıyorsunuz…

Birbirlerinden uzak, ayrı şehirlerde yaşayan iki kardeşin bir araya gelmesi kötü ruhu uyandırır. İşin içinde, yani filmde çocuklar (özellikle de en küçük kız) olmasa belki kabûl edilebilir; ancak “kötü ruh” ne tanıdık dinliyor ne çocuk ne de ölüm. Yeniden dirilebiliyor örneğin. Genel olarak, kötü ruhlardan kurtulamayız, aman büyüklerinizin sözlerinden çıkmayın mesajı işleniyor.

Seçime bağlarsak…

Bir aydan daha az bir zaman kaldı; hem Cumhurbaşkanı seçeceğiz hem parlamentoyu oluşturacağız. Bizim merakımız kime oy verirsek yaşamamız daha iyi olur ya da kim kazanır. Bu soruların yanıtları tabii ki filmde yok, ama siz, isterseniz bu filmin mesajını o yönde okuyabilirsiniz. Anne, kardeşiyle tartışmayı çocuklar duymasın diye üç çocuğunu alışverişe yollar. Hata: Çocuklar arabayla gidip pizza alırlar (yok, pizzanın bir katkısı yok) oysa araç kullanabilmek için yaşları küçüktür, ehliyetleri olmaması gerekir. Belki de o hata (!) nedeniyle ‘kötü ruh’ uyanır ve olaylar başlar. Biz seçmenler de bu seçimde ‘hata’ ile oylarımızı heba edersek halen yaşamakta olan liyakatsiz, hukuksuz, iki dudak arasındaki ekonominin heterodoks hali devam eder.

Sonuç olarak

“Neofaşizm diye adlandırılan insanların çözümsüzlükten kendilerinin de aynı terörün içinde bulmalarına hak vermeleri” olarak nitelendirilebilir bu film. “Kendini çekiç sananlar karşısındakini her zaman çivi olarak görürmüş”. Her ne olursa olsun çözümü bireysel bilek gücünde ve aklında bulan, dayanışmaya hiç mi hiç ihtiyaç duymadan birlikte çözüm aramayan insanlar olur da o “kan banyosu”na kendileri de katılırsa kötülük sürer gider.

Filmi, adrenalininiz yükselsin diye, tırnaklarınızı kemirmek, tüylerinizin diken diken olması için izleyebilirsiniz. Rüyalarınıza gireceğini pek sanmam, ama unutmayın ki ne siz çekiçsiniz ne insanlar çivi!

21 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(20 Nisan 2023)

Korkut Akın

[email protected]

2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nün Sahibi Annie Ernaux İstanbul Film Festivali’nin Konuğu Olarak İstanbul’da

42. İstanbul Film Festivali, 2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Fransız yazar ve yönetmen Annie Ernaux’yu ağırlıyor. Annie Ernaux kendi yazdığı, oğlu David Ernaux Briot ile birlikte yönettiği Super 8 Yılları adlı belgesel filmin gösterimi için festivalin konuğu olarak İstanbul’a geliyor. Aralarında Babamın Yeri, Bir Kadın, Seneler ve Kürtaj’ın da bulunduğu yirmiye yakın kitabının yazarı olan Ernaux, birçokları tarafından Fransa’nın en önemli edebi sesi olarak kabûl ediliyor.

2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nün Sahibi Annie Ernaux İstanbul Film Festivali’nin Konuğu Olarak İstanbul’da yazısına devam et

Karanlık Gece: İnsanın İçinde Kötülük mü Var?

Hrant Dink’in katledilmesinin ardından yüzbinlerce insanın katıldığı cenaze töreninde ve Şişli’den Yenikapı’ya süren yürüyüşte, eşi Rakel Dink’in saptaması unutulmaz: “Bir bebekten katil yaratan karanlık.”

Özcan Alper’in ödüllü “Karanlık Gece” filmi, o karanlığı aydınlatmaya çalışıyor.

“Sineklerin Tanrısı” romanını ve filmini okumuş/izlemişsinizdir (en azından duymuşsunuzdur) muhakkak. Aynı okulun gençleri bir kaza sonucu düştükleri adada bir süre sonra birbirlerine düşman olur; iktidar olmak için. Kimin gücü kime yeterse. Öykünün ana fikri “insanın kötü” olduğudur. Her olayda “Sineklerin Tanrısı”na atıfta bulunur ve insanın kötü olduğu iddia edilir. Oysa kanıtlanmıştır ki, insan iyidir, bir kurgu olan “Sineklerin Tanrısı”nın mesajı genel değildir; çoğu insan iyidir (Yeni Bir İnsanlık Tarihi, Rutger Bregman, Mundi Kitap). İnsanın iyiliğini, çevrenin, toplumun, eğitimin, gücü elinde tutan (en çok da siyasilerin kuşkusuz) etkisiyle kötülük yaşamın vazgeçilmezi olmuş.

Tam da burada, insan soruyor ister istemez… Kötülüğü yenmek için ne yapmak gerekir? Daha da önemlisi, belki de genlerimize değin işlemiş bu kötülükten nasıl sıyrılırız? Kişisel değil, toplumsal olarak kurtulabileceğimiz gerçeğini göz ardı etmeden, sadece kendi çevremize değil, dünyanın o geniş yaşamına bakmayı öğrenmeliyiz.

Nasılsınız? İçiniz nasıl, içiniz?

Bir kış gecesi, arkadaşlarıyla kartopu oynadığı için katledilen gazeteci arkadaşımız Nuh Köklü’ye adanan Karanlık Gece, bir anlamda hepimize soruyor bu ara başlıktaki soruyu. Çünkü Nuh Köklü, kimsenin aklına gelmeyecek bir nedenle, hiç yere öldürüldü. Özcan Alper, bu anlamda ahde vefasını gösteriyor, teşekkür ediyoruz. Yönetmen, ilk filmi “Sonbahar”da olduğu gibi insanın iç huzuruna ya da huzursuzluğuna, kendisiyle hesaplaşmasına odaklanıyor. Yaşanmışlık içerisinde gizlenen o vicdan muhasebesini gün yüzüne çıkarıyor. Filmi izlerken daha içinizle konuşmaya, yaşadıklarınızı hatırlayıp nasıl rahatlarız diye düşünmeye başlıyorsunuz.

Bir orman köyünde, kapalı bir yaşam süren gençlerin arasına genç bir ormancı katılır. Kuralları uygulamak, yasaklara uyulmasını sağlamak ve daha da önemlisi nesli tükenmiş denilen bir hayvanı (vaşak) aramaktadır. Kendi halindedir, ama gözler üzerindedir ve bir kulp bulunur muhakkak. Toplumun genel havası gençleri de etkilemekte, onlar da sorgulamak yerine aynı yolu sürdürmektedir. O genç orman memurunun cezasını kendileri verecektir. Aradan yıllar geçer, o gün köyden kaçan İshak, geri döndüğünde, hâlâ etkisinden kurtulamadığı o gecenin peşine düşer. Doğal olarak herkes karşı çıkar. Kimin başaracağı kasap çengeli örneği kocaman bir soru işaretidir.

Film, o gerilimi çok iyi veriyor. Alper, bu anlamda ışığı da iyi kullanarak (hep karanlık, hep karanlık) o duyguyu canlı tutuyor. Oyuncuların da filmin içeriğini iyi kavramış olmasıyla rollerine daha bir sarılmaları da filmin başarısına katkı sunuyor.

Afiş ve imaj…

Soy adaş iki yönetmenin filmiyle gündeme gelen afiş sorununa da değinmeden geçmek olmaz. Emin Alper’in “Kurak Günler”i ile Özcan Alper’in “Karanlık Gece” filmleri için yurtiçi için ayrı, yurtdışı için ayrı afiş tasarlanması tartışıldı. Bizde neden “kafa”lardan oluşan afiş kullanıldığı soruldu.

Birincisi, afiş bir duyuru aracıdır. Muhakkak ki estetik olmalıdır ama en önemlisi amaca (burada, filmi izlettirmeye) hizmet etmelidir. Çok iyi afiş tasarımcılarımız var, dünyadan ödüller toplayan… Toplumun yapısı burada da (filmde vurgulandığı gibi, bir kez daha önem kazanıyor Karanlık Gece, bu anlamda da) belirleyici. İzleyicinin gerek kültürel gerekse bilinç düzeyi yükselmedikçe duyuruların “kafa”lardan oluşmasının önüne geçmek mümkün değil. Biz, gördüğümüze inanırız, gördüklerimizi severiz. Sevdiklerimizi görmezsek filmi de izlemekten kaçınmamız doğaldır.

İki ilginç öykü var, anımsadığım… Biri roman kapağı (konumuz dışı olduğu için uzatmayacağım, ama Kemal Tahir, kapakta yer alan görüntüyü romana eklemiş… mecburen), diğeri film afişi. Erdoğan Kar’ın ilk filmi “Su” (Osman Şahin’in Sarı Yatak öyküsünden) filminin afişini Reha Yalnızcık, gerçekten öykünün içeriğini de barındıran bir tasarımla hazırlamıştı. Yaklaşık 40 yıl öncesinde de benzer bir kaygı varmış demek ki, Kar, kafalardan oluşan bir afiş yaptırdı (tasarlattı diyemiyorum, çünkü kafalardan oluşan bir afişin tasarlanması değil yerleştirilmesi mümkündür ancak). Şimdi internette yer alan afiş (tabii ki, yine kafalardan oluşuyor) ise filmin gösteriminde kullanılan değil, yenisi hazırlanmış besbelli. Bu da gösteriyor ki, kafalardan oluşan afiş hem kalıcı olmuyor hem de filmi taşımıyor.

28 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(19 Nisan 2023)

Korkut Akın

[email protected]

42. İstanbul Film Festivali Ulusal Altın Lale Adaylarına Bir Bakış

‘Ulusal Altın Lale Yarışması’ sinemamızın son hasadından öne çıkan örneklerin izleyici karşısına çıkacağı, 06 Nisan akşamı açılışı yapılan 42. İstanbul Film Festivali’nin ilgiyle takip edilen bölümlerinden biri. Bu yıl jüri başkanlığını ‘Kurak Günler’ ile yılın ödül rekortmeni olan yönetmen Emin Alper üstleniyor. Oyuncu Farah Zeynep Abdullah, görüntü yönetmeni A. Emre Tanyıldız, kurgucu Aylin Zoi Tinel ile gazeteci yazar Seray Şahiner jürinin diğer saygın üyelerini oluşturuyor. Jüri, Altın Lale en iyi film, yönetmen, Onat Kutlar adına Jüri Özel Ödülü, erkek oyuncu, kadın oyuncu, senaryo, görüntü yönetmeni, kurgu ve özgün müzik dallarında ödül veriyor.

Yarışma seçkisi 11 filmden oluşuyor. Yarışmanın öne çıkan filmlerinden ‘Boğa Boğa’, başarılı oyunculuk kariyerinin ardından 2017 yapımı ‘Daha’ ile haklı övgüler alan Onur Saylak’ın bir kez daha yazar Hakan Günday’ın senaryosundan yola çıktığı yeni çalışması. Kıvanç Tatlıtuğ ile Funda Eryiğit’in canlandırdıkları İstanbullu çift yeni bir hayata başlamak üzere Kuzey Ege’de bir köye yerleşiyor. Ancak ilk günden itibaren köylüler Yalın’a olumsuz ve tehditkâr biçimde yaklaşıyor. Çok geçmeden bu tepkilerin şiddeti hızla yükseldiğinde, Yalın’ın gerçekte kim olduğu ortaya çıkacak ve köy halkıyla arasında gizli bir savaş başlayacaktır.

İstanbul Film Festivali’nden bol ödüllü ‘Sarı Sıcak’ (2017) ve ‘Çatlak’ (2020) filmleri ile kendisini kanıtlamış yönetmen Fikret Ceyhan imzalı ‘Cam Perde’nin öyküsü dört yaşındaki oğluyla yaşayan genç bir kadın etrafında şekilleniyor. Nesrin bir yandan eski eşinin baskıları ve bürokratik engellerle uğraşırken, öte yandan sevgilisi Selim ile olan birlikteliğinde kritik kararlar almanın eşiğindedir.

Sinemamızın çağdaş yaratıcı yönetmenlerinden Kaan Müjdeci’nin fantastik çalışması ‘Iguana Tokyo’ yakın bir gelecekte Japonya’nın başkentinde geçiyor. Şehrin her köşesinin tüm sosyal katmanların sanal bir gerçeklik oyununun büyüsü altında olduğu bir ortamda, her yaş ve statüden insanın kendini içinde özgürce kaybedebildiği bu oyun sıradan bir aile için kazanan ferdin tüm aileyi yönettiği tehlikeli bir deneyime dönüşür. İnsanların gerçeklikten kolayca kaçabildiği ve yalnızca hayvanların dışarda olduğu bu yeni dünyada, devasa yeşil bir iguana insanların iki dünya arasında yavaş yavaş kendilerini kaybetmelerine tanık olabilen tek canlı olacaktır.

2012 yapımı ilk uzun metrajı ‘Şimdiki Zaman’ ile aklımızda kalmış olan Belmin Söylemez’in 10 yıl aradan sonra çektiği yeni filmi ‘Ayna Ayna’, toplumun giderek daha da muhafazakârlaştığı günümüz İstanbul’unda bağımsız olarak ayakta kalma mücadelesi veren kadınların peşine düşmüş. Oyuncu olma hayali kuran Aylin, baskıcı babasından kurtulup kendi hayatını kurabilmek için bir Osmanlı dizisindeki cariye rolünü kapmak ister. Frida, bir türlü bitiremediği Frida’ya Mektuplar oyununu sokaklarda prova eder. Oyunlar sergileyen ve oyunculuk kursu veren Lale, ekonomik zorluklara rağmen tiyatrosunu ayakta tutmak için mücadele eder. Üç kadının yolları Lale’nin kursunda kesişecektir.

2023 Berlin Film Festivali’nin Karşılaşmalar bölümünde dünya prömiyerini yapan ‘Kör Noktada / Im Toten Winkel’ Türkiye asıllı yönetmen Ayşe Polat imzasını taşıyor. Aynı zamanda Uluslararası Yarışma seçkisinde de yer alan yapım, Almanya’dan gelip Türkiye’nin kuzeydoğusunda ücra bir köyde çekim yapan bir film ekibinin yaşlı bir Kürt kadınla röportajı ile başlıyor. Kadın, yıllar önce kaybettiği oğlunun anısını canlı tutabilmek için kadim bir ritüel yürütmektedir. Alman ekibe Kürtçe çeviride yardımcı olan yedi yaşındaki Melek’in bakıcısı, küçük kızın asıl amacı belirsiz, karanlık bir örgüte mensup babası gibi karakterlerin öyküsü, esrarengiz bir varlığın Melek’e musallat olması ile farklı bir gizem havasına bürünecektir.

2015 yapımı ‘Kasap Havası’ ile hatırladığımız Çiğdem Sezgin’in yazıp yönettiği ‘Suna’nın ana karakteri hayatını temizlikçilikle kazanan elli yaşlarında yalnız ve yoksul bir kadın. Evini uzun zaman önce kapatarak akraba, arkadaş yanında kalmakta olan Suna, eski bir aile dostunun aracılığı vasıtasıyla imam nikahı ile evlendirildiği Veysel’le birlikte ıssız bir köyde, eski bir evde yaşamaya başlıyor. Kocasının her hizmetini görmeye razı olan Suna, onunla aynı yatağa girmeye tahammül edemeyince, bu içki sorunu ile birlikte psikolojisi üzerinde derin yaralar açmaya başlıyor.

2018 yapımı ilk uzun metrajı ‘Benim Küçük Sözlerim’ ile bilinen Bekir Bülbül’ün yeni filmi ‘Bir Tutam Karanfil’ yaşlı bir mültecinin torununu da yanına alarak karısının cenazesini ülkesine götürüp defnetme arzusundan yola çıkıyor. Savaşın halen hüküm sürdüğü topraklara geri dönmek istemeyen küçük kız ile özlemini çektiği ülkesine bir an önce kavuşmak isteyen yaşlı adamın yolculuk boyunca hayata tutunma çabaları ve bu cenazeyi taşıma gayretleri, aralarındaki buzların zamanla erimesine neden oluyor ve birbirlerine daha sıkı bağlanıyorlar.

Seçkide dört adet de ilk film yer alıyor. Bunlardan Filiz Kuka’nın yazıp yönettiği ‘Yüzleşme’ ağır hasta annelerini yitiren bir baba ve iki kız çocuğunun hesaplaşması üzerinden ilerliyor. Barış Fert imzalı ‘Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu’, empati kurma yeteneğini kaybetmiş ve adeta bir suç makinesine dönüşmüş Deniz’in İstanbul’da olduğu tahmin edilen esrarengiz bir yazılımın peşine düşmesini ve kendisini yirmi dört saat sürecek kaotik bir serüvenin içinde bulmasını anlatıyor. Orçun Köksal’ın yazıp yönettiği ‘Bars’, soyu tükenmiş olan Anadolu parsına dair bir iz bulabilmek için Anadolu’da yolculuğa çıkan iki zoologun izini sürüyor. Dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde yapan Umut Subaşı’nın ilk uzun metrajı ‘Sanki Her Şey Biraz Felâket’ ise İstanbul’da yaşayan yirmili yaşlarında dört gencin gelecek endişesi üzerine derinleşirken, yeni neslin kaygılarını mizahi bir yolla keşfe çıkıyor.

(13 Nisan 2023)

Ferhan Baran

[email protected]