Kategori arşivi: Yazılar

Helâl… Adanalı Celal

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 21

Henry Fonda, Dennis Hopper ve şimdi de yenilerden Jake Gyllenhaal. Bir başka bakıyor bu adamlar. Okyanus gibi gözleri var. Dennis …

… Hopper’ı çok severdim. Huzura kavuşmasını dilerim.

17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin ertelenmesi rezalet ötesi bir şey. Sinema tarihimizden Adana’yı hep yerli …

… filmcilere kucak açan bir şehir olarak bilirdik. Filmcilerin Adana bölgesinden aldıkları avanslarla Adana’nın isteğine göre Türkân …

… Şoray, Hülya Koçyiğit, Tarık Akan, Kadir İnanır filmleri çektikleri anlatılırdı. Yeşilçam’ın neredeyse yarı finansörü Adana …

… işletmecileriydi. Keza Adana’nın İstasyon bölgesinde yanyana 6 adet yazlık sinemanın faaliyet gösterdiği, oynayan filmlerin …

… seslerinin birbirine karıştığı anlatılırdı. Adana neredeyse “sinemacı kenti” lâkabıyla anılırdı. Yılmaz Güney’lerin, Aytaç Arman’ların …

… Demir Karahan’ların, Yılmaz Duru’ların, Menderes Samancılar’ın … memleketi diye anılırdı. Görüyor musunuz ne kadar çok …

… sinemacı yetiştirmiş “yolları taştan” Adana. Türküsü bile var: “Adana’nın yolları taştan” diye. Maşallah vekil yöneticiler hepsini …

… sildi, süpürdü, koskoca Adana’nın namını beş paralık etti. Bu festival ertelemesi / iptâli rahmetli Adana’lı Tayfur, pardon Öztürk …

… Serengil zamanında olsaydı, “Helâlll, Adana’lı Celâlll” diyerek, inceden inceye yöneticilerin hiç de inandırıcı olmayan iptâl …

… kılıfına dokundururdu. Belki de yukarlardan bir yerlerden “Adana’lı Tayfur” lâkabını iade etmeye hazırlanıyordur, kimbilir?

Saymayı unuttuğum Adana’lı sinemacılar belki gücenirler, devam edeyim: İrfan Atasoy, Salih Güney, Mahmut Hekimoğlu, Bilal İnci, Yılmaz …

… Köksal, Yüksel Arıcı, Ziya Özanlar, Abdurrahman Keskiner, Arif Keskiner, Ali Şen, Şener Şen, Danyal Topatan, Meral Zeren.

Rahmetlilerin mekânı cennet olsun. Namı yürüyenler harekete geçse de şu iptâl kararını iptâl ettirseler diyorum. Yakışır.

Festival yöneticilerinin haberi olmasa da belirtmekte fayda var. Yönetmen Bülent Pelit de ikâmetgâhını Adana’ya taşımış, 9 aydır Adana’yı…

… mesken tutmuş. Hani Yeşilçam hakkında bilgiye ihtiyacınız olursa, yıllardır hep aynı Yeşilçam yüzlerini festivale davet etmekten …

… sıkılırsanız veya Adanalılar hep aynı yüzleri görmekten memnun olmadıklarını artık belirtmeye başlarsa, vs. vs. hemen …

… yanıbaşınızda kaynak var. Danışmanlarınız arasında birde Adana’dan danışmanınız olur. Bilmeyenler için yazayım, Bülent’in babası …

… Hidayet Pelit, tabiri caizse tarihi bir adamdır. Bırakın Yeşilçam’ı, Yeşilçam öncesini bile bilir. Zamanında yönetmenlik, oyunculuk, …

… yapımcılık, herşey yapmıştır. Sinemamızın neredeyse yaşayan son ayaklı tarihlerindendir. Şendir, şakraktır, hoşsohbettir.

Severim kendisini. Sizden iyi olmasın. (Niye? Olabilir. Adem, ademe illâ bir konuda üstün olabilir.)

Yeri gelmişken adından Adana geçen filmleri de yazayım. Şunları tesbit edebildim: Adanalı Tayfur, Adanalı Tayfur Kardeşler, Adanalı …

… Kardeşler, Helâl… Adanalı Celal, Adana Urfa Bankası, Adana Paris (Belgesel).

(02 Haziran 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

Başa Dönerken Kaybolanlar

Yalnızca piyasanın ticari konjonktürü göz önünde bulundurularak yapılan kötü filmleri yermek çok kolaydır ve büyük oranda gereksizdir. Taze örnekler olarak Elm Sokağında Kâbus’u, H II: Katliam’ı, Salgın’ı muhatap alıp yerin dibine geçirmek, mukayeselerde bulunmak, sadece var olan sığlığa birkaç satır da olsa hizmet etmek, işin kolayına kaçmaktır, çünkü bu filmlerin birer meseleleri yoktur. Temel kusuru (popüler film gramerini usturuplu kullanmaktan kaçınıp) basit şekilde terörize olan seyirciyi tavlamaya çalışmak olan bir film vardır karşınızda ve bu irdelenmesi gereken bir sorun değil bir meşrep vurgusudur.

Fakat yazının konusu olan bu filmlerin bundan bağımsız olarak bir tavırları daha var ve ben bir kereye mahsus bunun üzerine konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Mevzu şu ki bu üç filmin ikisi Elm Sokağında Kâbus ve H II: Katliam, Craven ve Carpenter’ın orijinal filmlerinin devamı niteliğindeki işlerle çarçur edilen karizmasını toparlamaya çalışmaktan veya bilâkis bu filmlerden biri olmaktan ziyade bu iki ustanın filmlerine bilenir gibi davranıp kaseti başa sarmaya kalkıyor. Salgın’da ise Breck Eisner, Romero’nun öncülüne fil dişi kuleden bakıyor. Ancak bu bakış açısını yazının başında bahsettiğim gibi bir zihniyetle perdeye aktarınca ve bahsettiğimiz filmler nostaljik ve psikolojik çağrışımları bir yana kendi mitlerini oluşturmayı başarmış işler olunca bizim duygularımız da mesela orijinali göz önünde bulundurulduğunda seri içinde sırıtmayan Marcus Nispel imzalı son 13. Cuma’nın üzerimizde bıraktığı tarzda bir etkiyle yeşermiyor.

Wes Craven, New Nightmare ile Elm Sokağı serisine gayet zekice bir nokta koymuştu 1995’te. Açıkçası filmin iyiliğini, kötülüğünü tartışabilirsiniz fakat bu film hem önceki devam filmlerine ağzının payını veriyor, hem de seriye eklenebilecek yeni halkalara ültimatom göndermeyi ihmâl etmiyordu. Bence Craven’ın kendini taklit etmeden elinden gelebilecek olanın en iyisi buydu ve daha önemlisi çıkış noktasıyla (En azından Steve Miner’ın H20 finalinden daha kesin bir çözüm) Freddy Kruger’ı halka arz ederek perdeden siliyordu.

Bugün Samuel Bayer, Gus Van Sant’tan beter bir özgüvenle, Craven’in âlâmet-i farikasını hiçe sayarak artistik ve manevi açıdan olmamış, yeni bir Freddy Kruger inşasına başlıyor. Elm Sokağı’nın 1995’te bıraktığımız pürüzsüzlüğünün üzerine hiçbir zaman kurumayacak kıvamda yeni bir kat zift döküyor. Gerisi ise klâsik teen-slasher kültüründen bire bir kopya edilmiş tribün filmi.

Halloween cephesine gelirsek. Rob Zombie, ilk Halloween’in de devam filmlerinde heba edilen ağırlığı toparlayarak hafifliği ortadan kaldırmayı amaçlıyor, tabir-i caizse “cepte” izleyicilerin hoşuna giden mizansenleri de bu ağırlığına sıkıştırmayı hedefliyordu. Bazılarının kanıksadığı ama benim ısrarla kabûllenmediğim nev-i şahsına münhasırlıktı bunun ismi. Fakat bu hareketin en büyük gediği Rob Zombie’nin H II: Katliam’a olması gerektiği üzere özgün bitirici fırça darbesini vurmayıp, orijinal filmi iddia ettiği şekilde kendi penceresinden elden geçirmesi. Çünkü maalesef Rob Zombie’nin özelde yapmak istediği şey Carpenter’la aynı. Ancak Zombie’nin zorlama psikolojik çağrışımları, sembolist yaklaşımı, gürültülü imaları, John Carpenter’ın sessiz sakin üstesinden geldiği unsurlardı ve bence kötülüğün tanımının yapıldığı orijinal filmin en güçlü yanı buydu. H II: Katliam’da da aynı problem dozu artarak devam ediyor. Rob Zombie, dişine göre olduğunu düşündüğüm, Rick Rosenthal’ın orijinal Halloween 2’si ile haşır neşir olsaydı eğer kendi çocuk bahçesi daha şen olurdu eminim. Bu durumun en büyük ispatı da Zombie’nin halihazırdaki filminin ilk yirmi dakikasının bu filmden esintiler taşıması ve bu kısmın filmin en başarılı bölümü olarak göze çarpması.

Bu arada unutmadan şunu da söyleyeyim. Evet kendi söylediği üzere bu her şeyiyle Rob Zombie’nin Halloween’i olabilir ve Rob Zombie’nin Halloween’inde Michael Myers’la rehine pazarlığı yapan polisler, ayık gezmeyen bir Laurie Strode, kaypak bir Dr. Loomis de olabilir. Fakat Michael Myers asla köpek yemez. Değil Zombie, Romero’nun Halloween’inde bile.

Romero, demişken biraz da ustanın 1973 yapımı Salgın’ının yeniden çevrimi hakkında konuşalım. Sahara’yla, iyi kötü karnesini ırk ve cinsiyete göre gruplamaktan başka alt metine bulaşmayan bir aksiyon filmini bile, kitabını göre kotaramadığını gördüğümüz Breck Eisner, bu denli kendine güvenen bir sinema diliyle nelere kalkışmış?

11 Eylül sonrası filmleri kabuk değiştirmeye başladı. ”Tehlike dışarıda” veya “onlar içimizde ve hep içimizdeydi” filmleri; ayaklanan lümpen kesim ile onları bastırmak amacıyla pire için yorgan yakan bir zihniyetle, geri onarılamaz bir kıyım projesini sessiz sakin hayata geçiren, ancak dış politika gereği dışarıya 32 diş sırıtan, iç huzura sahip, barışçıl bir tablo çizen devlet arasındaki gerilim filmlerine dönüşmeye başladı. 2010 yapımı Salgın bu anlamda 28 Hafta Sonra ile İstila arasında kalmış bir film olarak gözüküyor.

Fakat Eisner’in devleti gereğinden fazla yüzeysel, kötüleri ise hiçbir şekilde ötekileştirilemiyor. Aksiyonu ve gerilimi de çok cılız olunca, bunun ne üzerine bir film olduğu kestirilemiyor. Çünkü politik argümanların çuvallaması bir yana kimin kimi son anda vurup hayat kurtaracağını, kimin ne zaman yaklaşıp birinin ağzını kapatacağını, kimin ne zaman öleceğini, kimin hayatta kalacağını çok kolay tahmin edebiliyorsunuz. Bu durum yeniden çevrim olma probleminden kaynaklanmıyor, şematikliğin tehlikeli sularda seyretmesinin bir sonucu bu.

Bitirirken şunu söyleyeyim: Günümüzde zemini olmadan “Ben değiştim (değişeceğim) ve her şeye baştan başlayacağım” diyerek yola çıkan birinin başarılı olamayacağı kesin ve birçok alanda tecrübeyle sabitken bir seriyi toparlamak için en başa dönmeye uğraşmak, kendi haline bırakılması gereken “iyilerin” huzurunu kaçırmak bir yaratıcılık krizi değil, bir yılgınlık ibaresi bence.

O yüzden bu üç garibenin ardından Predators’ün korkulu beklenişi sürerken, yukarıdaki nüansı sık sık hatırlamaya ve iyinin değerinin zamanla imtihan edilemeyeceğinin farkında olmaya çalışıyorum.

(31 Mayıs 2010)

Ahmet Can Yıldız

[email protected]

Yemekler ve Hayat Üstüne

Büyük oyuncu Meryl Streep’in yüksek bir performans ortaya koyduğu “Julie & Julia”, yemekler üzerinden hayatı keşfetmek istiyenlere göre. Filmin anlatım dili akıcı ve zaman geçişleri iyi. Müzikler, şehirler, mekanlar, oyuncular gerçekten etkileyici.

Bu film, genel olarak Julie Powell’in kitabından uyarlanmış. Ama Julia Child’ın, Alex Prud’homme’un yardımıyla yazdığı “My Life in France” (Fransa’daki Hayatım) kitabından uyarlandı. Julie Powell, New York’ta yaşıyor. Eric’le evli. 11 Eylül sonrası travma yaşayan insanlara yardım yapan bir kuruluşta çalışıyor. Hayatındaki en büyük tutkularından biri Amerikalı aşçı Julia Child. Bu kırk yaşına kadar bakire kalmış, yumurta bile kırmasını bilmeyen bu kadın, diplomat Paul Child’la bile mektupla tanışmış ve heyecan verici bir kadın. Julie’nin Julia tutkusu sıradışı olmayan bu kadından gelen büyü belki de. Film, 1961 yılında açılıyor. Konsoloslukta çalışan diplomat Paul, karısı Julia’nın mutlu olması için bir erkeğin yapabileceği tüm fedakârlıkları yapıyor hayatı boyunca. Yumurta bile kırmasını bilmeyen Julia birden aşçı olmaya karar veriyor. Önce kurslara gidiyor. Azimle tarifleri öğreniyor ve mutfağında uyguluyor öğrendiklerini. Öte tarafta günümüzde, 2002’de New York’ta genç Julie ve Eric, Queens’e taşınma telâşında. Sonra Julie, Julia’nın Fransız mutfağıyla ilgili kitabıyla ilgileniyor. Kocası kendisine internette bir blog açıyor ve kitaptaki tarifleri uygulayarak bu deneyimlerini bu blogta yazıyor. İnternette gözde yazarlardan biri olan Julie, bu zorlu sınavda Eric’le küçük sorunlar yaşasa da sonunda başarıyor ve hayalindeki kitabı yayımlayabiliyor.

Meryl Streep büyülüyor…

New York’ta Julie’nin bir yılı anlatılırken, Julia’nın yaşadığı dönemler uzun yıllara yayılarak anlatılıyor. Yönetmen, Julia’nın hayatına 1949’da giriyor ve 1960’ların başına kadar onu izliyor. Arada politik olaylar da yaşanıyor. 1950’lerin başlarında McCarthy’nin “cadı kazanı”, Child ailsini de etkiliyor. Çünkü, Child ailesi Çin’de de görev yapmış. Paranoyak McCarthy, Amerika’da her şeyi sarsmıştı ve toplumda güven duygusunu yok etmişti. Yönetmen, geçmişi daha koyu renk tonlarıyla yansıtırken, günümüzüyse daha parlak yansıtmış. Filmin kurgusu ve zaman geçişleri de iyi. Bu filmde Charles Aznavour’un “Mes Emmerdes” şarkısıyla sesini duymak da iyiydi. Filmdeki Julie, gerçek hayattaki Julie’ye pek benzemiyor. Ama Julia, gerçek hayattaki Julia’yı andırıyor sanki. Gerçekten Meryl Streep, Julia Child’ı bir eldiven gibi üzerine geçirmiş ve sanki onun ruhunu yansıtıyor perdeden. Vücut dili ve ses tonu da muhteşem bu büyük oyuncunun. Bu filmde Stanley Tucci’yi de övgü göndermek gerekiyor. Gerçekten iyi bir oyuncu Stanley Tucci. Bu filmde mekânlar, müzikler, yemekler, oyuncular, zaman geçişleri muhteşem ve gerçekten yaşanmaya değer. 1941’de New York’ta doğan yönetmen Nora Ephron’ı yönettiği 1996 yapımı “Michael” ve 1998 yapımı “You’ve Got M@il – Mesajınız Var” filmlerinden hatırlayabilirsiniz.

Julie & Julia (Julie and Julia)
Yönetmen: Nora Ephron
Eser: Julie Powell
Müzik: Alexandre Desplat
Kurgu: Richard Marks
Görüntü: Stephen Goldblatt
Oyuncular: Meryl Streep (Julia), Amy Adams (Julie), Stanley Tucci (Paul), Chris Messina (Eric)
Yapım: Columbia (2009)

(29 Mayıs 2010)

Ali Erden

[email protected]

The Collector: Daha Ne Kadar Kan Akmalı?

Testere serisiyle seyircileri manipüle eden senarist Patrick Melton ve Marcus Dunston, Testere’ye fazla kafayı takmışlar belli ki. Şimdi de onun muadili olan The Collector filmini görücüye çıkartıyorlar. Hem de zekice hazırlanmış tuzaklarla…

Kimilerimiz korku filmlerinin öncülüğünü yapan Testere serilerini gözümüzü kırpmadan seyretti, kimilerimiz de son derece mide bulandırıcı buldu. Eğer Testere serilerini sevenlerden ve sürekli takip edenlerdenseniz The Collector (Koleksiyoncu) iyisiyle kötüsüyle tam size göre. Bazı ufak tefek pürüzler hariç tabi… Bir korku filmine göre tempolu olan ve seyircilerin gözlerini adeta bir pinpon topu gibi pörtleten The Collector buram buram gerilim kokan düşük bütçeli bir film. Düşük bütçeli olmasına rağmen The Collector, klişeleşmiş ve tabiri caizse korkutamayan korku filmleri arasından kolayca sıyrılmayı başarıyor. Çünkü film sonraki yıllarda çekilen pek çok korku filmi için prototip oluşturacak kadar bildik değil. Peki, filmin diğer klişe korku filmlerinden farkı nedir? Hemen aktaralım.

Film tıpkı Testere filminde olduğu gibi tek bir mekânda geçiyor. Burada asıl önemli olan akıl oyunları. Karısının borca battığını öğrenen Arkin parayı bulmak için birinin evini soymaya gider. Nereden bilsin ki o evin tuzaklarla dolu olduğunu… Evdeki kasanın yerini bulan Arkin için durum gitgide zorlaşır ve çok kısa süre sonra enteresan olaylar patlak verir. Evin her bir bölümü hunharca katledilmek istenen kurbanlar için özel olarak hazırlanmıştır. Ama işin ilginç tarafı katilin bunları neden yaptığıdır. Tüm bunlardan evvel filmle müsemma olan katilin lâkabının neden “Collector” olduğunu düşündüğümüzde ortaya çok farklı bir sonuç çıkıyor aslında. Çünkü filme göre bu katil hayvanlara hükmeden bir canidir.

Buradan yola çıktığımızda vahşilerin trajedisini testere-vari bir tekniğe bulayan yönetmen Dunston katile karşı olan bakış açımızı ters köşe yapan hikâyesi, eleştirel tavrı ve sürükleyiciliğiyle değiştirmeye çalışırken perdeye yansıtılan görüntüler tedirginlik seviyemizi anbean arttırıyor. Zaten katilin içindeki şiddeti sadistçe bu denli dışarı çıkarması için “işte bu” diyeceğimiz sahneler çok fazla. Meselâ elektrikli testere ile parçalanan bedenler, patlayan kafalar ve eriyen vücutlar gibi… Şimdilik bu iç karartıcı sahneler bir yana dursun! Gelelim filmi izlenilebilir kılan unsura. Filmin finaline doğru katilin örümceğin gözlerinden görmesini sağlayan Dunston Crow filmine atıfta bulunarak Brandon Lee ve karga arasındaki ilişkiye benzer bir portre çiziyor. O halde filmi şu şekilde değerlendirmek mümkün. Aslında The Collector, Testere ve Ölümsüz Aşk: The Crow (The Crow – Karga) filmlerinin harmanlanmasından oluşuyor. Bunun neresi orijinal bir fikir diye düşünebilirsiniz. Ama bu durum sandığınızın tersine gelişiyor.

Çünkü çoğu zaman filmlerdeki katil ayrıntılı bilgiler, filmin ilk 15 dakikasından sonra neler olacağını tahmin etmemiz, yaratıcı çözümler bulunmaya çalışılmadığı zaman tıkanan senaryo yapısı ve film materyalinin ucuzluktan kaynaklanan solukluğu yukarıda bahsettiğim benzerliğin yanında sanki bir hiç gibi duruyor.

Sonuç olarak; The Collector başarısız korku filmlerini bir kalemde geri dönüşüm kutusuna yollayıp hem tebdil-i mekân kullanmadan hem de çeşitli hilelere başvurmadan bu türün hayranlarını abluka altına alacak bir yapım. Ama siz yine de film boyunca tuzaklara dikkat edin ve ava giderken avlanmayın!

(28 Mayıs 2010)

Arzu Çevikalp

[email protected]

28 Mayıs 2010 Haftası

“Şrek: Sonsuza Dek Mutlu”, son bölüm olamaz! Bir kere, ‘yazılım canavarları’ sayesinde serinin teknolojik olarak en gelişmiş filmi ve ses tasarımları da, görsel içerik denli ayrıntılı.

Rumpelstiltskin’in büyü içeren anlaşmasına imza atıp yaşamındaki tüm güzellikleri kaybeden ve kaybettiği için de değerlerini anlayan yeşil devin bu marifetiyle oluşan ‘alternatif Shrek dünyası’, canlılığı, renk yelpazesinin genişliği, mevcutların yanına katılan yeni tipleriyle, bir ‘masal diyarının içinde’ olmasına rağmen, yine ve daha şiddetli biçimde, Grimm Kardeşler’e ‘ters’! Zaten serinin küçükler kadar büyükler tarafından sevilmesinin sırrı bu yaklaşımda yatıyor. Verdikleri dersler doğrultusunda büyüdüğümüzde bizleri mutlu etmesi gereken masallar ve kahramanlarının o ‘gülümseyen son’larla aslında hep ‘akıllı, uslu’ yalanlar uydurdukları gerçeği, hayatın zorluklarına çarpıp toslarken kafamıza ‘dank’ ettiğinde ve intikam alma isteğimiz de kabardığında, Shrek serisinin sunduğu ‘münasebetsiz yaklaşım’ı seviyoruz. Ve sinsice yüklenmiş ‘inadına’ cinsel çağrışımları da…

Evet, bu seride de ‘mutlu son’lar var; fakat hep ‘aykırılıklarla’! Hayır, “Shrek” serisi bitemez! Hele bir de 3 Boyuta geçmişken… Zaten orijinal izlemeniz de şart: Mike Myers (Shrek), Eddie Murphy (Eşek), Cameron Diaz (Prenses Fiona), Antonio Banderas (Çizmeli Kedi) ve diğerlerinin performanslarına, herhangi bir seslendirme sanatçısının ulaşması olası değil!

“Frozen”, hareket etmeyen ve en az beş gün de hareket ettirilmeyecek bir telesiyejin oturma yerinde, dağın üst tarafında ve de yerden epey yüksekte unutulup, soğuk, kar, aşağıda aç kurtlarca mahsur bırakılan üç genç insanın yaşama mücadelesinin dramatik öyküsü. Çocukluklarından arkadaş iki erkek ve birinin yeni sayılabilecek sevgilisi kız: Sadece üç kişi! Umutla umutsuzluk arasında anılar, suçlamalar, özürler, çabalar, öneriler, pişmanlıklar, ağlamalar birbirine karışırken, senaryo yazarı – yönetmen Adam Green, gerçeklikten sapmayarak, hem açık havada ve fakat dar alanda ritmi düşmeyen bir gerilim yönetme becerisi gösteriyor; hem de bizleri çeşitli numaralarla kandırmaya çalışmadığı için takdirimizi kazanıyor. Kadrajları dikkat çeken görüntü çalışması ve yüreğinizi ele geçiren müzik, ayrıca vurgulanmalı.

(27 Mayıs 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Ahmet Rıfat Şungar Röportajı

Ben Hikâyemi Yaşarken Sen Bir Yerden Geçiyordun ve Kendinin Varolma Savaşını Veriyordun!

“Ben bir şehirde beş farklı hikâye yazıyordum kendime, hayatıma teğet geçen insanlara dokunmak istiyordum derinliğimce, ya da usulca yanlarından geçerken, ‘ben de varım, benim hikâyem de bu’ demek geliyordu bazen içimden. İşte o anda anlatamıyordum düşündüklerimi. Sonra bir filme gittim, Onur Ünlü’nün Beş Şehir filmini izledim.”

Hava güneşlidir ama içinizde bir hüzün vardır gün ağarırken bulunduğunuz şehirde, bir yerlerde gün batmaktadır bütün hüznüyle. Siz yine güzel bir sabaha uyandım demeden, kendi hikâyenizi yaşamaya koyulmadan başka memleketlerdeki başka insanların hikâyelerine ortak olmak istersiniz ve nedense o hikâyelerin hepsinde hüzün vardır. Memleketimin insan manzaraları dersiniz Nazım gibi, işte bu insan manzaraları yüzünden birbirlerine bir koza ağı gibi bağlıdır insanlar. Ne de olsa herkes ölümü tadacaktır hayatta! Ölmeyen var mı ki bu dünyada…

Ölüm olgusu bu denli içine işleyerek, bir yumruk gibi yüreğine yapışarak girebilir mi birden hayatına; elbette bir film Beş Şehir ile girer tekrar hayatına, şaşırır kalırsın, ağlamak istersin ağlayamazsın. İşte bu durumda sana düşen oradan bir kahramanı alırsın ve onunla konuşmak istersin sanki seninle konuşacak kişi O kişidir. Aslında O değildir ama o kadar güzel ruh ve beden katmıştır ki karakterine bana düşen bir kez daha alkışlamak kendisini… Oyuncak trenlerin dünyasında yaşayan, şiirler yazan, yakın arkadaşı kedi olan, aşkta anlam arayan Şevket karakterini benim kahramanım yapan Ahmet Rıfat Şungar ile Beş Şehir filmini ve derinliğini konuştum.
 
Beş Şehir filminin sizde bıraktığı duygu neydi, filmografinizde bir oyuncu olarak ve siz olarak neler hissettiriyor?

Ölüm, çocuk yaşlardan beri üzerine çok düşündüğüm, düşünmekten öte düşlediğim bir durum benim için, annemin, babamın, kardeşimin öleceğini düşünüp, hatta öldüklerine inanma noktasına gelecek kadar bu hisse kapılıp ortaokulda okul servisimle okula giderken camdan dışarı atıp başımı kimseye gözükmeden ağladığım dönemleri hatırlıyorum. Ölümün gerçekleşenine gözyaşı döktüğüm çok az olmuştur, düşlemek halimde döktüğüm göz yaşlarının aksine ve yıllar geçtikçe ölüm bu hayatta çoğu zaman en mânâlı, mânâsını bilmediğim olgu haline geldi. Sonuçta her şeyden daha gerçekti, sonrasına dair olabileceklerle ilgili düşleme hali, sadece hayal ve önceden öğretilmiş olmayanlardı, en güzel hayal dünyası belki de, kimseye ait olmayan, sadece kendine ait olan bir dünya – ölümün sonrasını düşlemek… Filmografime ne kattığı konusu bu hislerle ve daha fazlasıyla ruhsal olarak yüzleşme sürecine girmeme sebep olduğu için çok da düşündüğüm bir konu değil. Onur Ünlü’nün dünyasında yer almak ve o yeri doldurabilmekle ilgili yaşadığım süreç gayet yeterli oldu.
 
Ben filmi izlerken, hikâyemi yaşarken sen bir yerden geçiyordun… Teğet geçen yaşamlarda farklı insan hikâyeleri ve buluştukları son nokta ölüm!

Teğet geçeniyle geçmeyeniyle, birbirine dokunan yahut dokunmayan bütün hikâyelerin sahiplerinin yaşayabileceği en gerçek deneyim ölüm gibi geliyor. Gibisinin ötesinde o gün gelene kadar yaşadığımız hayatı kendimiz kâr ya da zarar ediyoruz şahsımıza ve etrafımıza…

Beş Şehir’in senaryosu çok özel, nitekim Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü de kazandı. Bu da Onur Ünlü gibi şair bir yönetmenin başarısı aslında. Bir projede en önemli olan şey senaryo değil mi?

Senaryo okumak, bazen hakkını vereceğim diye zorlanarak, hadi bitse de kalksam şu metnin başından haline getirebiliyor okuyanı. Beş Şehir’i okumaya başladığım andan bittiği ana kadar geçen süreç ise zamansızdı, nasıl başladı nasıl bitti, “şu sahnede ne oluyordu, bu sahnede kim kime ne demişti”yi düşünmeme fırsat vermeden başladı ve bitti. Sonunda bir takım profesyonel kaygılar haricinde “bu hikâyede olmazsam üzüleceğim’’ dedirttirdi. Sonuçta kendimi tamamen dışarı koyup izlediğimde “ben bu filmi sevdim’’ diyebilmekten ötürü ve sevebildiğim bir filmin içinde olmakla ilgili huzurluyum.
 
Bu proje size nasıl teklif edildi, Şevket karakteri için Onur Ünlü sizi neden seçti, nasıl bir yönetmen Onur Ünlü, daha önceki filmlerini izlemiş miydiniz, kendisini tanıyor muydunuz?

Onur Ünlü ile şahsen olmasa da üniversite yıllarımda Polis filmi ile tanıştım. “Kim bu adam?” diye sordum. Neyin peşine düşmüş, ne yapmaya çalışmış diye sorgularken, “yapmış işte” diyerek izlemeye devam ettim yaptıklarını. İçten içe mistik olarak çağırdım belkide “bir gün beraber bir şeyler yapsak ya” diyerek ve bir gün telefonum çaldı. İlk önce eşiyle buluştum, sonrasında Onur Ünlü ile konuştum ve “senaryonun bu samimiyeti ancak bu kadar samimi bir adamdan çıkabilirdi zaten” dediğim noktadan sonra sette buluştuk ve çalışmaya başladık.
 
Şevket karakteri sizi neden etkiledi, nasıl içselleştirdiniz, bir oyuncu olarak nasıl tanımladınız kafanızda? Nasıl bir karakter Şevket?

Şevket bir çoğumuzun sokakta karşılaşabileceği ama farkedebilmesi için birazda olsa etrafına bakıp görmekten tad alan insanların görebileceği bir kardeşimiz. Herşeyi boş vermiş, hatta bir çoğumuzun adını bile öcü diye anamadığı ölümü oyun haline getirmiş, anlamsızı anlamlı, anlamlısı anlamsız olarak nitelendirilebilecek, kanser olmuş ölümü bekleyen, şiir yazan, tren satan, en yakın dostu belki de kendinin aksi aynası kedi olan, sokaktan geçerken dudaklarından kelime dahi duymadığı ama gözlerini, bedenini, salınımını konuşturduğu bir kıza aşık olmuş kendi halinde bir çocuk. Herkesin konuşarak ve anlatarak sunduğu ve kafasına çok taktığını düşündüğü sorunları, susarak kanıksamış. Zaten anlattığında kanıksamasından olsa gerek tuhaf karşılanan, noktasını koyamayacağım, benimde içinde kaybolabileceğim bir insan evlâdı. Şevket şudur demek ne mümkün, insan hakkında tanı koymak zor zanaat ve bence mümkün değil. Aslında bu kadar uzattım ama bu sorunun tek kelimelik bir cevabı var: “Bilmiyorum!”

Şevket karakteri günümüzde çok karşılaştığımız entelektüel ama kaybeden, biraz bohem yaşayan çok içimizden biri aslında öyle değil mi?

Gerçekten bilmiyorum, çünkü entelektüel nedir? Bohem yaşamak nedir? Gerçekten bilmiyorum, algı sınırlarım bu gibi terimlerle ilgili açıklama yapıp sonuna nokta koymama izin vermiyor ama şunu biliyorum diyebilirim en azından, nasıl baktığımızla ilgili olarak zaten kim içimizden biri değil ki, Şevket olmasın…

Oyuncak trenler, konuşan bir kedi, yazan bir adam, daha ne ister insan hayatında?

İnsan evlâdının hayattan ne isteyebileceğiyle ilgili düşünmek gerçekten çok yorucu olur. Elinde olanlardan ötürü mutlu olup geleni, karşına çıkanı değerlendirmek, görmek, es geçmek, hayatına dahil etmek hepsi insan evlâdının kendi bileceği ve farkına varacağı hususlar. İnsanla ilgili konuşmak, konuşmak, konuşmak… Nereye kadar? Sonu yok.

Özellikle sizin karakteriniz, aşk ve ölüm paralel vurgularla işleniyor? Ölümün karşısında en güçlü duygu aşk mı sizce?

Aşk, hımmm? Bilmiyorum ki nedir aşk? Nedir ölüm? Kendimle empati kurduğum zaman ölümü tamamı ile yok saydığım, duygu olarak şiddeti bütün iliklerimde hissettiğim dönemlerim oldu. En yüksekten düşsem ne olur ki? Betona çarpar ölürsün. Emin misin? Bu çok anlatılabilir bir duygu değil. Benim için en azından hakkını vererek anlatmak mümkün değil, bilmiyorum… Saçmalamanın sınırlarını zorlamak olur bu gibi bir konuyu konuşmak, en sevdiğim hallerden olsa da saçmalamak. Buna yazı metnimiz müsaade etmez, çünkü emin ol bu konu bitmez.
 
Herkesin eşit olduğu durum ölüm. Bu nedenle mi yaşanıyor savaşlar, kavgalar ve her türlü yarışlar… Her şey farklı anlam katmak için mi ölümün gerçekliğine sizce?

Yaşadığımız hayatın son nokta olduğu düşünülürse, kavga, savaş, yarış insanı cezbedebilir tabi ki. Kavga etmiyor muyum, ediyorum, savaşmıyor muyum, savaşıyorum, yarışıyorum da tabi ki fakat açık söylemek gerekirse en yorucu olanı yarışmak sanırım bu saydıklarımız arasında. Savaşı, kavgayı, yarışı nasıl değerlendirdiğimiz önemli. İçimden gelmedikçe hiç birşey yapmayacak kadar aciz ve inatçı olduğumu düşünürüm. Bir bakıyorum bir yere saatinde yetişebilmek için savaşıyorum, bir bakıyorum okuduğum kitabı bitirebilmek için yazarla kavga ediyorum. Düşlediklerimle zihnimi yarışırken buluyorum, yaptıklarımızın her biri bir yerlere tesir ediyor, bunların hiçbirini bir başka olguyla yan yana koymadan yaşıyorum. Savaş da, kavga da, yarış da mubahtır. Zararı kâr edebiliyorsan ve kendinden başkasına acı, sıkıntı, dert, keder vermiyorsan, herkesin savaşı, kavgası, yarışı kendiyle. Bu halin sebebi bilmiyorum ki ölümün gerçekliği sebebiyle mi?
 
Belki de bu nedenle çok şanslısınız. Ölümle dalga geçme gücünüz yüksek oyunculuk mesleğinde. Sürekli başka hayatlarda, başka karakterlerde yaşama şansınız var. Nasıl bir duygu bu güç?

Güç mü? Acizlik mi? Bilemiyorum, kamera karşısında, sahnede oyunculuk yaparak normal hayatımızın çıkmazlarını sunabilecek bahaneler bulabiliyoruz, adına meslek denen oyunculukta tabi ki. Oyunculuk yapmadan önceki hayatımın, sadece oyunculuk yaptığımın farkında olunmayan dönem olduğunu düşünüyorum bazen. Öncemde de en çok düşündüğüm şeydi başka hayatlar, hatta kendimden bile çok baktığım yerdi başkaları. Sanırım fazla meraklı olmakla ilgili… Çocukken karıncaların, ağaçların, masanın konuşabildiğine ama duyamadığımıza inanırdım. Şimdi meslek denilen oyunculukta bunları duyduğumu betimlersem ve başarılı olursam iyi oyuncu olduğumuz söyleniyor. Bu durumda bana zamanında “Saçmalama Rıfat, karınca konuşur mu” diyen arkadaşlarımın kahkahalarını hatırlatıyor ve bu gün gelen övgülerden daha mühim oluyor atılan o kahkahalar…

“Anlamlı filmlerin genç oyuncusu” diye nitelendiriyorum ben sizi. Üç Maymun’un ardından Beş Şehir… (Jan Jan’ı saymaya gerek var mı bilmiyorum) Bilinçli bir tercih, şans, bir kariyer plânlaması… Hangisi?

Hiç inanmadığım şansla bu meslekte tanıştım ve önceden şanslı olduğumun farkına varmadığım bir çok hususla yüzleşmeme vesile oldu bu durum. Tamamen iç güdülerimle gidiyor hayat ve benim farkında olmadığım başka bir organım var ve o yön veriyor sanki hayatıma. Hayat aktıkça karşılaştıklarım ve yaptıklarıma kimi kariyer diyor kimi tercih diyor ama bende emin olun bilmiyorum, bilmekte istemiyorum. Olan oluyor, bende sizin gibi tanıklık ediyorum bir yandan kendime dışarıdan bakarak.
 
Nuri Bilge Ceylan’ın hayatınızdaki yeri?

Samimiyet ve güven…
 
Sinema eleştirmenlerinin, sinema ile ilgilenen bilinçli izleyicinin ve size hayran olanların oyunculuğunuz hakkında ortak görüşü “duru bir oyunculuğa sahip biri” tanımlaması. Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Ne yaptığımla ilgili en ufak bir fikrim yok. Sadece yaptığım işe dair yabancılaşmalarımı yaşadığım sıkıntıları izleyenlere belli etmemeye çalışıyorum.
 
Şimdi hayal edin kendinizi, neredesiniz ve ne oynuyorsunuz; dünyaca ünlü bir yönetmenin filmi de, oyuncak trenler de olabilir, tavla da tabi ki…

Hayal dünyamı hiç kurcalamıyorum, dediğim gibi ne olur olmaz düşünmüyorum, bilmeyi de istemiyorum ne olacağına dair!

(26 Mayıs 2010)

Mutlu Hesapçı

[email protected]

Not: Arka plânında İstanbul silueti olan fotoğraf için Radikal Gazetesi’nden Muhsin Akgün’e teşekkür ederiz.

Hong Kong’tan Sevgilerle

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 20

Baharla birlikte tam mânâsıyla leyleği havaya gördüm. Önce Anadolu Üniversitesi 12. Uluslararası Eskişehir Film Festivali’nin verdiği …

… Sinemaya Emek Ödülü’nü almak için Eskişehir’e, oradan 13. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin basın sponsoru olmak …

… sebebiyle, davete icabet edip, Ankara’ya gittim. Ankara dönüşü ise 2 yurtdışı daveti geldi. Hong Kong Türk Filmleri Festivali,

… Macaristan’ın Pecs kendinde yapılan Türk Filmleri Haftası’ndan önce çağrıda bulunduğundan rotayı Hong Kong’a çevirdim. Tam bu aşamada …

… bir twitter müdavimi olarak yazdıklarım kendime “görmemişin bir çocuğu olmuş, kesmiş …” atasözünü hatırlattı. Hani olur a benzer …

… hatırlamalar olur deye kısmen açıklayayam. Şu sıra internet ortamında festival günlükleri / anıları / çiziktirmeleri vs. gırla …

… gidiyor, bendeniz de modaya uyayım dedim. (Kasım’da da Almanya’nın Essen kentinde düzenlenecek Türk Filmleri Haftası’na gidebilirim.) …

Yurtdışında Hong Kong’a öncelik verme sebebim, sadibey.com’un teknik alt yapısını yöneten sevgili oğlumun Singapur’da çalışıyor olması.

Hong Kong’lular İzmir Sinema Derneği’nin başarılı düzenlemesiyle gerçekleştirilen Hong Kong Türk Filmleri Festivali’ne oldukça ilgi …

… gösterdiler. En çok izleyici çeken filmler, açılışta gösterilen “Üç Maymun”, kapanışta gösterilen “Korkuyorum Anne” ve “Güneşi Gürdüm”

… filmleriydi. Festivalin yapıldığı Hong Kong’un en büyük alış veriş merkezi Elements’teki The Grand Sineması fuayesinde “Yeşil Bölge” …

(Green Zone) ve “Sevgili John” (Dear John) filmlerinin afişlerine bakarsak, birçok filmi Türkiye’de Hong Kong’tan önce izliyoruz.

Hong Kong’ta güne “Coo Sa” diyerek başlayabilirsiniz; Hong Kong dilinde “Günaydın” demekmiş. Şehri soracak olursanız, güzel. Yüzlerce …

… devasa gökdelen var ve geceleri herbiri değişik renklerle aydınlatıyor. Adeta renk cümbüşü. Gelgelelim şehrin neresine giderseniz …

… gidin kötü bir koku var. Yemekleri, yöreye has baharatlar kullanıldığından böyle bir koku yayıyormuş. Festival başkanı Kayhan …

… Kırmızıgül boşuna “Hocam, peynirli sandöviç, kaşarlı sandöviç var” diye şaka yapmıyormuş, sonradan anladık; tabi araba su kaynattıktan …

… motor bozulduktan sonra. Şehir gezisi sırasında, filmleri ülkemize özellikle Pinema Film tarafından getirilen, Pinema’nın fetiş …

… oyuncusu Jackie Chan’ın Hong Kong’taki evinin bulunduğu yerleri dolaştık, Jackie’nin Hong Kong’taki restaurantını devrettiğini öğrendik.

Ne âlâka demeyin, demek ki Jackie Chan Hong Kong’un tarihi eserlerinin başında geliyor ki rehber bizi oralarda gezdirdi ve bu bilgileri …

… verdi. Daha sonra Hong Kong’un ünlü Balıkçı köyündeki tekne gezisinde keza Jackie Chan’ın filmlerinde bolca kullandığı deniz …

… ortasındaki 4-5 yüzer binadan müteşekkil mekânı tavaf ettik. Dönüşte ihtiyar tekne sahibinin tekneyi yanaştırmadan paraları toplaması …

… ise bir çeşit memleket hasreti gidermemize sebep oldu, gülüştük. Demek ki Nasrettin Hoca buralara da uğramış ve “eşeğini sağlam …

… kazığa bağla” nasihatını buralara da bırakmış. Hong Kong’taki güzel geçen 3 gün sonrasında Singapur’a ve sevgili oğluma kavuştuk.

“Şrek: Sonsuza Dek Mutlu”nun afişleri buraların AVM’lerini de süslüyor. “Pers Prensi: Zamanın Kumları”nı ise İngilizce alt yazı ile izlemek …

… kısmetmiş. 15 Haziran’a kadar buralarda olacağımdan filmleri bir müddet mecburen çat-pat anladığım İngilizcemle izleyeceğim. İnsan …

… sinemayı sevince herşeye katlanacak anlaşılan. Sanırım yakında filmleri Hong Kong’ça, Çinçe altyazılı olarak da izlemeye başlarım. Singapur …

… tarif edilemeyecek derece temiz, hatta temiz ötesi bir şehir. Neredeyse her binanın değişik dizaynı var. Ayrı ayrı Hint, Arap, Malay ve Çin …

… mahalleleri var. Hizmet işlerinde çalışanların çoğu Filipinli. Filipin dilinde Türkçe kelimeler bile var, ancak öğrendiğim kelimenin …

… Türkçe mânâsı değişik. Filipin dilinde “maganda” demek “çok güzelsiniz” demekmiş.

Bu twitter notları 23 Mayıs Pazar günü, Singapur saatiyle 14:17, Türkiye saatiyle 09:17’de yazıldı.

(23 Mayıs 2010)

Sadi Çilingir

[email protected]

Emek Sineması Yaşamalı, “Emek Film Merkezi” Olmalıdır

Emek Sineması Türkiye’nin, Cumhuriyetimizle neredeyse yaşıt (1924), tarihi ve sembol sinemasıdır. Bu özellikleriyle sinemanın melek heykeli, süsü, tavanı değil, tamamı anıttır. Hiçbir mimari bilgisi olmayan birisi bile bir sözlüğe bakarak, anıtın tanımının “tarihi veya sembol niteliğinde yapı” olduğunu görebilir. Emek Sineması, hem tarihidir, hem semboldür, yani Emek’e “anıt kere anıt” denebilir. Sadece bu dilekçedeki imzalar bile sinemanın UNESCO mimari antlaşmalarına göre sosyal ve kültürel değerde anıt olduğunu ispatlamaya yetebilir. Ayrıca uzman mimari kuruluşlar, hem Mimarlar Odası hem de Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) Türkiye’nin görüşleri aynı yönde ve çok nettir.

Emek Sineması, Türkiye’nin en büyük salonudur. Bu gerçek, proje şirketi tarafından bir dezavantaj olarak, yanına 10 sinema salonu gelmesi önerisine destek olarak sunulmuştur. Gerçek, pek çok diğer iddialarında olduğu gibi bunun tam tersidir. Türkiye’nin bu en büyük salonuna ihtiyacı vardır. Festivallerde bu salonda pek çok filme yer bulmak imkânsızdır. Bu da bu büyüklükte bir salonunun bile sinemaseverlerin talebini karşılamadığını göstermektedir. Festivaller bile bu salona duyulan ihtiyacı göstermektedir. Film Merkezi olmasıyla sinemaseverler sene boyunca Emek’in Türkiye’nin en büyük sinema salonuna ihtiyacı olacaktır.

İşte Emek Film Merkezi önerisi

Öncelikle Emek, önerimle Türkiye’nin ilk film merkezi olacağını, bunun uzun yıllardır Türkiye’nin ihtiyacı olduğunu söylemek isterim. Kapsamlı bir restorasyon ve bilimsel çalışmalar gerekli olduğunu ortaya koyarsa, bir güçlendirme sonrasında ihtişamı en guzel bir biçimde ortaya konmuş, en son teknolojik imkânlarla donanmış bir film merkezi olarak açılmalıdır.

Bu film merkezi, yalnız Türk değil, dünya sinema sanatına ve bağımsız sinemasına hizmet edecektir. Sene boyunca Uluslararası İstanbul Film Festivali, If Bağımsız Film Festivali, 1001 Belgesel Film Festivali, İşçi Filmleri, Animasyon, Çocuk Filmleri Festivali gibi mevcut festivallere ev sahipliği yapacaktır. Buna ilâveten dijital projeksiyon sayesinde sinema öğrencilerini ve kısa film üretimini desteklemek için özel festivaller organize edecek, sinema sanatının gelişimine katkıda bulunacaktır.

Sene boyunca Michael Moore, Michael Haneke, Pedro Almodovar, Lars Von Triers gibi dünya sinemasının devlerinin filmleri “ilk hafta galaları” olarak Emek Sineması’nda yapılacaktır.

Haftada bir gün, son iki seans Türk ve dünya sinema klâsiklerinin Emek Sineması’nın dev perdesinde gösterimine ayrılacaktır.

Önemli Türk ve hatta kimi yabancı filmlerin dünya prömiyerleri ve ilk haftalari Emek Film Merkezi’nde yapılacaktır.

Pek çok sinemasever çocukluğunda gittiği Emek Sineması’nın büyülü atmosferiyle sinemayı sevmiştir. Cumartesi günleri ilk üç seans çocuk filmlerine, çocukların seveceği filmlere ayrılmalıdır.

Film Merkezi her sinema gibi kapıdan bilet satmasına ilaveten bir kombine / üyelik bilet sistemine sahip olmalıdır. Barkodlu kredi kart büyüklüğünde bir karta internetten istediğiniz sayıda film yükleyebilecek, tabii çok sayıda olursa indirimli olmak üzere ve barkodlu kartınızla girişte yer durumuna göre anında biletinizi alabilecekseniz. Ayrıca kartınızı arkadaşlarınıza, eşinize, çocuklarınıza vererek de onların kullanımına sunabileceksiniz. Kart sistemiyle Film Merkezi hem düzenli bir gelire kavuşmuş olacak, hem de sanatseverle bütünleşecektir.

İnteraktif internet sitesi sayesinde film merkezi seyirciyle sürekli iletişim halinde olacaktır. Program konusunda talepler, öneriler, dilek ve şikayetler Film Merkezine düzenli olarak iletilecek, internet sitesi aynı zamanda film sonrası tartışma panosu olarak film tartışmalarına vesile olacaktır. Yer rezervasyonları, bilet satışları internet sitesi uzerinden yapılabilecektir.

Koltukları tahta sırtlı özel ergonomik koltuklar olabilir. Koltukların sırtında sinema tarihimizin bugün hayatta olan ve olmayan değerli yönetmen, oyuncu ve sinema emekçilerinin isim levhaları olacaktır. Yer numarasına ilaveten dileyenler bu koltukları ismiyle gişeden isteyebilecektir. Bu da isimlerin yaşamasına güzel bir katkı olabilir.

Tabii isim levhalı koltuklar yer numarasına da sahip olacaktır. Çok az sayıda sinemasevere bağış karşılığı koltuğa isim yazdırma imkânı verilebilir, ama tüm koltuklara isim yazılmasında çok dikkatli olunmalıdır ki geleceğe yönelik de yeterince boş koltuk kalsın. Tabii ki isim sahiplerinin koltuklarına oturması gibi birşey söz konusu değildir. Her sinemada olduğu gibi yerler önce gelene verilecektir.

Film Merkezi sayesinde, bugün AVM sinema zincirleri ve eğlence sineması tarafından ezilen yalnız Türk değil Dünya sanat ve bağımsız sinemasının nefes alması imkânı olacaktır. Bilindiği üzere AB’de uzun yıllardır tam da bu sebeple sinemaya olağanüstü bir devlet desteği vardır. Sinemaseverlerin isteği çok nettir: bağımsız sanatın, kültürün, tarihin, rant zihniyeti ve küresel sermaye tarafından yok edilmesine engel olmak, kültürü ve tarihi geleceğe taşımak, sinema sanatının, bağımsız sinemann geleceğini korumaktır.

Film Merkezi önerisi olarak aklıma ilk gelenleri saydım. Tabii ki ilâveler ve çıkartmalar olacaktır. Ancak bu noktada basının bugüne kadar bakışıyla ilgili birkaç cümle söylemek istiyorum.

Maalesef basının neredeyse tamamında olduğu gibi sinema dergileri, sinema yazarları, birkaç istisna hariç sinema siteleri kısaca sinema dünyası iki aya yakın bir süredir imza kampanyamıza dair bir yazı veya haber yayınlamadı. Zaten basın konuyu biz sinemaseverlerin çabasından önce konuyu kıyıda köşede birkaç haberle ve vahvah yazılarıyla geçiştiriyordu. Bu umursamazlık, teslimiyet ve geçiştirmenin yaygınlığı düşündürücüdür. Burada Atatürk’ün “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” sözünü hatırlatmak isterim. Bugün özgür düşünce ve düşünceyi çekinmeden ifade etmek maalesef az rastlanır olmuştur.

Ancak sevindirici olan önce onlar, sonra yüzler, sonra da binlerin ve bugün 6400’ü aşkın sinemaseverin Emek Sineması’nın yaşatılması ve Film Merkezi olması yolunda isteklerini aşağıdaki dilekçe etrafında oluşturmuş olmalarıdır.

Emek Sineması yaşamalı, Emek Film Merkezi olmalıdır.

(21 Mayıs 2010)

Mehmet Kurtkaya
emeksinemasiniyasatalim.org

21 Mayıs 2010 Haftası

“Pers Prensi: Zamanın Kumları”, Yakın Doğu antik çağ efsanelerinden esinlenmiş hikâyesini, sinemanın geleneksel ‘uzak diyar macerası’ çizgisiyle kesiştirip, günümüz kent sporu/sanatı “parkour” ile de hayli gösterişli bir stilde sunan, tabii ki dijital sanatçıların, özellikle kumların yoğun hareketliliğinde muhteşem gösteriler yapmasını sağlayan, katıksız bir eğlence! Doğal olarak, hedef kitlesi yeni kuşaklar… Yani, benim için ise tam bir sıkıntı! Farklı bir bakış, çarpıcı bir yenilik, heyecanlandıran bir stil aramak gereksiz. Gençlere hararetle önerilir.

“Elm Sokağında Kâbus”, ‘çağın korkunç masal kahramanı’ Freddy Krueger’in, yarı yanmış yüzü, parmaklarına taktığı ustura gibi keskin bıçakları ve mizah yüklü cinayet stilleriyle, ebeveynlerin kendisini ateşe vermesinin günahını çocuklarına ödetmek için yıllar sonra rüyaların içinde çıkagelmesine koşut, sinemada da yeniden uykusuz geceleri müjdelemekte! Amerikan tüketicilerinin bilinçaltı korkularının ‘dışa yansıtıldığı’ bu dokuzuncu filmle, -bildiniz- yeni nesil seyirci için ve ilk hikâye ile geri dönen Freddy’nin, cezalandırılmasının nedeni olan sübyancılığı daha cesur vurgulanmış; atmosferik etki ve renkler de daha büyüleyici… “Little Children”da, yine benzer bir cinsel suçtan dolayı hapis yatan bir adamı canlandıran Jackie Earle Haley, yeni Freddy’de, Robert Englund gibi, yüzünü maskeleştirip karaktere yapıştırmayı bilmiş. İlgilenenlere duyurulur.

“Çılgın Bir Gece”, evli ve iki çocuklu çiftin banliyödeki biteviye yaşamlarına renk katmak için gittikleri lüks lokantada, bir yanlış anlama sonucu, sabaha kadar, New York’ta başlarına gelebilecek her tür eylem – çapanoğlu ve tehlikeye dalmalarını öyküleyen güldürü… Üstüne üstlük bu koşuşturma içinde evliliklerinin aksayan yanlarını da sorgulayacak ve aşklarını tazeleme kapısı açacaklardır. Sadece 88 dakika! Yani çok dinamik ve gerçekten komik: Her ikisi de, öncelikle televizyonda büyük başarı kazanmış Steve Carell ve Tina Fey ve de her sahnede ünlü isimlerden oluşan sürprizler olunca işin içinde, keyif veren bir film çıkmış ortaya.

“Ayrılık”, kalıtımsal ögeleri tarafından duygularını bastırmaya mecbur bırakılan erkeklerin kendi köleliklerinin altında kadınları da köle yapma düzeninde, 25 yaşında genç bir kadın, Umay’ın, bir birey, bir anne, bir evlât ve bir eş olarak zincirlerini koparıp, biricik oğluyla birlikte bağımsız bir insan olarak ayakta kalma mücadelesinin etkileyici hikâyesi. Kimi oyuncuların karakterlerine tam oturmaması, sonuçlarına göre bazı nedenlerin yeterince vurgulanmaması ve bu nedenle öykülemede sarkmalar olması, başlıca zaafları. Fakat genel bir bakışla, bayağı karamsar bir tabloyu başarıyla çizdiğini söyleyebiliriz. Bu tamamen gerçek bir tablo… Kötü biten sonuna karşın, bir umuda yer vermekte: Evet, yeni nesiller tetiğe basmamalı artık! Bu filme ilgisiz kalınamaz!

(19 Mayıs 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Metin Avdaç Röportajı

Alanya’da, Zeynep Banu Özbek’in başkanlığını yaptığı Sinematek Derneği’nin yönetiminde tam 9 yıldır düzenlenen bir Belgesel Film Festivali var. Şu anda gönüllülük esasına dayanarak yürüttükleri bu işi uluslararası alana taşımak için kaynak aramakta olan festivalin 9. yılında birbirinden değerli yönetmenlerin belgeselleri 10 – 15 Mayıs tarihleri arasında ücretsiz olarak gösterildi. Bizde sadibey.com okuyucuları için değerleri yönetmenlerimiz Metin Avdaç ve Yasin Ali Türkeri ile belgesel üzerine söyleşiler yaptık. Keyifle okumanız dileğiyle…

Metin Avdaç Röportajı

Fotoğrafçılıkla başlayıp belgeselciliğe doğru yol alan bir yönetmen Metin Avdaç. 1998 yılında çocukluk yıllarından beri elinden düşürmediği fotoğraf makinesini yanına alıp disiplinli bir fotoğraf eğitimi için İFSAK’ın kapısını çalıyor. Haftasonları aldığı fotoğraf eğitimi kendisine yetmemeye başlayınca da hafta içleri de gider oluyor İFSAK’a. Bu durum kursta edindiği dostlarıyla olan bağını kuvvetlendiriyor ve aradan geçen 4 yıl sonunda “Işığımızın Emekçileri” (2002) adındaki ilk belgesel fotoğraf çalışmasını gerçekleştiriyor. İlk yapıtının ardından kısa aralıklarla 3 belgesel film daha çekiyor yönetmen.

“Kara Altından Altın Mikrofona” adlı son eseriyle 9. Alanya Belgesel Film Festivali’ne katılan Metin Avdaç’la konuştuk…

Doğa fotoğrafçısı ve aynı zamanda belgesel film yönetmenisiniz Metin Bey, fotoğrafa ve belgeselciliğe olan ilginiz nasıl başladı, bizimle paylaşır mısınız?

1962 yılında Batman’da doğdum. Babam Batman’da Türk Petrol Ofisi’nde işçi olarak çalışıyordu. O sıralar Türk Petrol Ofisi’nin çalışanları için açtığı sosyal tesislerdeki yazlık ve kışlık sinemalardan bizde yararlanıyorduk. Bu yüzden sinemayla tanışmam çocukluk yıllarıma rastlar, daha 9 – 10 yaşlarındayken Yılmaz Güney filmlerinin sıkı bir takipçisiydim. O tarihlerde sinema gösterimleri sırasında filmler bazen kopardı. Bende makinistlerin çöpe attıkları o filmleri toplar, kendi kurduğum bir düzenekle arkadaşlarıma film gösterimleri yapardım. İnsanlara film kareleriyle bir şeyler anlatmak içimde ta o yıllardan beri vardı.

Daha sonra hayatınızın akışı içerisinde fotoğrafı ve belgeseli nasıl buldunuz?

İlk ve orta öğrenimimi TPO’da (Türk Petrol Ofisi) yaptım. Liseyi bitirdikten sonra yüksek gerilim hatlarında çalışmak üzere elektrik teknisyeni olarak işe başladım ve emekli olana kadar bu mesleğe devam ettim. 1998 yılına kadar kendimi fotoğraf konusunda geliştirmeye çalıştım ve sonrasında İFSAK’dan ilk profesyonel fotoğraf eğitimimi aldım. Ben o tarihlerde görev dolayısıyla Tekirdağ Çorlu’da yaşıyordum, bu yüzden haftasonları fotoğrafçılık eğitimi için İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Bir süre sonra haftasonları aldığım eğitim bana yetersiz gelince İFSAK’a hafta içlerinde de gitmeye başladım ve bu durum onlarla olan bağımı kuvvetlendirdi. Bu süreçten sonra fotoğrafla birlikte belgesel de hayatıma girdi.

İlk belgeselinizi ne zaman çektiniz ve ardından hangi eserleriniz geldi?

Yüksek gerilim hatlarında çalışan elektrik teknisyenlerinin hayatlarını anlatan “Işığımızın Emekçileri” (2002) ilk belgesel – fotoğraf çalışmamdır. Hemen sonrasında 2003 yılında “Torakçılar”ı, 2004 yılında ise “Beyaz Saray” adlı belgeselimi çektim ve şu an 9. Alanya Belgesel Film Festivali’nde gösterimde olan “Kara Altından Altın Mikrofona” adlı eserimi 2009 yılında tamamladım.

Metin Bey belgesellerinize baktığımızda genellikle emekçilerin hayatını konu edinen filmler çektiğinizi görüyoruz, bunun özel bir sebebi var mı?

Ben işçi emeklisiyim; ağabeylerim, dayılarım, babamda öyle. Hepsi işçilik yaparak hayatlarını kazanmış insanlar. Çocukluğumdan beri işçi sınıfının içinde yaşadığım için emekçi insanların yaşadıkları sıkıntıları birebir gözlemleme imkânım oldu ve ister istemez bu durumdan etkilendim.

Son Belgeseliniz “Kara Altından Altın Mikrofona”nın diğer filmlerinizden daha farklı olduğunu düşünüyorum, bu sefer kameranızı emekçilerin yaşamına değil Batman’ın geçmişine çevirmişsiniz, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Aslında çekmeyi düşündüğüm başka bir belgesel projesi için araştırmalarıma devam ederken, Batman’ın yerel gazetesinin küçücük bir köşesinde, 1968 yılında Hürriyet Gazetesi’nin açtığı Altın Mikrofon Yarışması Ödülü’nü Batman’a kazandıran orkestranın haberini gördüm ve hemen plânlarımı değiştirip bu konuda belgesel çekmeye karar verdim.

Bu konuda belgesel yapmak sizin için neden önemliydi?

Çünkü Batman 1960’lı yıllarda orkestrası olan TPO (Türk Petrol Ofisi) açtığı sosyal tesislerde, yüzme havuzlarına, tenis kortlarına, bale okullarına sahip bir şehirken şimdi kadınların intihar etme oranın yüksek olduğu bir şehir haline geldi. Oysa Batman geçmişte böyle bir şehir değildi. Belgeselimde bu kötüye doğru gidişten öncesini anlatmak, Batman’ın tarihine ışık tutmak benim için önemliydi.

Bundan 40 yıl önceki orkestra çalışanlarına nasıl ulaştınız?

Orkestra elemanlarından Ahmet Sayman ve Tomris Özışık zaten ulaşabileceğim kişilerdi. Araştırmalarımın sonucunda bütün orkestra elemanlarını buldum, fakat grupta çalışanlardan ikisi vefat etmişti. Bir diğer elemanınsa sağlık durumu iyi değildi.

Filmi tamamlamanız ne kadar zaman aldı?

Hazırlıklara hemen başladık, müthiş bir telefon trafiği yaşandı. O döneme ait insanlarla birden fazla röportaj yaptık ve dayanışma halinde bu filmi bir yıl içinde tamamladık.

Filmin galasına orkestra elemanlarından katılanlar oldu mu?

Galayı İstanbul Pera Müzesi’nde yaptık. Yaptığımız galaya Altın Mikrofon Yarışması’nı düzenleyen Hürriyet Gazetesi’nin o dönemki Genel Yayın Müdürü, aynı zamanda da yarışmanın fikir babası olan Necati Zincirkıran ve Türk Petrol Ofisi Orkestrası’nın üyeleri katıldılar. Çok duygusal anlar yaşandı, gülündü, ağlandı.

“Kara Altından Altın Mikrofona” Batman’ın tarihine ışık tutması açısından önemli bir eser, filminiz için kaynak bulmakta zorlandınız mı?

“Kara Altından Altın Mikrofona” tamamen dayanışma içinde çekilmiş bir belgesel film oldu, tabi yinede belli bir maliyete katlanmak durumunda kaldım. Aldığım kredilerle gereken parayı karşılamaya çalıştım, daha sonra emekli olunca da aldığım ikramiye ile borçlarımı kapattım. Ne yazık ki belgesel film için kaynak bulmak kolay olmuyor, hâlbuki geçmişteki değerlerimizi geleceğe taşımanın bir yolu da belgesellerdir, bu yüzden desteklenmelerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Alanya’dan döndükten sonra elektrik teknisyenleriyle ilgili bir belgesel çalışmasına daha girişeceğim fakat artık emekli maaşıyla geçiniyorum kaynak bulamadığım takdirde bir daha belgesel çekmeyi düşünmüyorum.

Bu konudaki sıkıntılarınızı çözmeniz dileğiyle röportajı burada sonlandırıyoruz. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

(17 Mayıs 2010)

İlayda Vurdum

Bana Kahramanını Söyle

En son hangi film size kendinizi iyi hissettirdi? Şahsen ben bu tadı en son Ferzan Özpetek’in son filmi Mine Vaganti’den (Serseri Mayınlar) almıştım. Şimdi ise -bence kendisi yaşayan en saygıdeğer, en has yönetmen- Kean Loach’ın yeni filmi Looking For Eric / Hayata Çalım At ile aşk tazeledim. Çünkü her ne kadar ortalığa bol keseden film saçılsa da böyle filmler her zaman karşımıza çıkmıyor. “Nasıl yani” dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü Loach “kendini iyi hisset” filmi yapmaz ki! Onun filmlerini izlerken bozuk düzenin, kokuşmuş sistemin tüm ağırlığını omuzlarınızda hissedersiniz. Çünkü onun filmleri hayat kadar gerçektir. Ama hangimiz hayatı biraz askıya alıp çılgınlık yapmıyoruz ki? Bence “Looking For Eric” de tam bir çılgınlık denemesi…

Hikâyeyi biliyorsunuz, Eric orta yaş bunalımında ve hızla dibe vurmakta olan bir adam… İki arsız velediyle postacılık yaparak hayatını sürdürmeye çalışıyor. Tam bir Loach kahramanı yani… Tüm bunlardan dolayı filmin hemen başındaki kazayı -daha doğrusu bir nevi intihar denemesini- bu tabloya yoruyorsunuz. Ama öyle değil, Eric’in sorunu; ilk görüşte aşık olduğu ve aynı hızla terk ettiği aşkı Lily’yi yıllar sonra yeniden görmenin yaşattığı duvara çarpma etkisi… Evliliğe, özellikle bir de çocuğa hazır olmayan bu genç adam evine bir daha asla geri dönmüyor ya da -kendi deyişiyle- dönemiyor… Ama şimdi geçmişle yüzleşme zamanı!

Eric’in, Lily’nin karşısına yeniden çıkabilmek için kendisine çeki düzen vermeye, en önemlisi de cesarete ihtiyacı var… Tıpkı kahramanı Eric Cantona gibi cesur, kendine güvenli ve güçlü olmayı diliyor. Cantona ile bütünleşmiş “yakalar yukarı” tekniği yeterli olmuyor elbette. Daha güçlü bir şeye ihtiyacı var onun, zihnini okuyabilmesi için… Bu noktada imdadına oğlunun şekerlemeleri yetişiyor. Akabinde bildiğimiz Loach gerçekliğinden çıkıp yükselmeye başlıyoruz. İşte en yukarda bizi dünyanın en acayip futbolcusu, -maça giderken otobüste klâsik müzik dinleyip roman okuyan garip adam- Eric Cantona bekliyor.

Kırılma noktası bu, sonrasında işçi Eric ile yıldız Eric’in nefis diyalogları ve sıfırdan başlanan bir hayatın inşasına tanık oluyoruz. Filmden keyif almak için futbol tutkunu olmanıza gerek yok, her ne kadar futbol mevzusu filmin merkezi gibi görünse de bence sadece bir sembol. Filmde Eric’in de söylediği gibi “başka nerede avazınızın çıktığı kadar bağırıp kendinizden geçebiliyorsunuz ki?” Bu deşarj olmanın en önemli yollarından bir tanesi… Bunun en başında da futbol geliyor elbette. Ama siz yine de yerine başka bir şeyi koyun, öyle izleyin yine de bozmaz. Ama önce gözlerinizi kapatın ve yıldızınızı düşleyin… Sizin kahramanınız kim?

Vizyonun iki popüler filmi Iron Man 2 ve Robin Hood ile ilgili iki çift lâf etmeden geçemeyeceğim. Çünkü Iron Man 2’nin bu kadar kötü, Robin Hood’un ise bu kadar iyi olabileceğini beklemiyordum. Bir kere Iron Man 2 tam bir taş bebek… Dışı süs – püs, içi bomboş bir iş… Boş lâf, kuru gürültü gırla gidiyor vallahi… AC / DC şarkıları bile kurtarmaya yetmiyor filmi… Iron Man 2’nin AC / DC imzalı soundtrack albümü çıktı, yerinizde olsam filme hiç bulaşmaz albümü alırdım.

Robin Hood’a gelince, taytlı ve kukuletalı Robin’i tamamen unutun, Ridley Scoot ve Russel Crowe gerçek bir özgürlük savaşçısı yaratmışlar. Üstelik sırtını yalnızca kahramana yaslamadan, dönemin siyasi, ekonomik mevzularını da göz ardı etmeden, eleştirmekten korkmadan… Aksiyonu, dramı, belgeseli, romantizmi ve politikayı bir güzel harmanlayan yeni Robin Hood’u sevmemek elde değil…

(17 Mayıs 2010)

Gizem Ertürk

Yasin Ali Türkeri Röportajı

Alanya’da, Zeynep Banu Özbek’in başkanlığını yaptığı Sinematek Derneği’nin yönetiminde tam 9 yıldır düzenlenen bir Belgesel Film Festivali var. Şu anda gönüllülük esasına dayanarak yürüttükleri bu işi uluslararası alana taşımak için kaynak aramakta olan festivalin 9. yılında birbirinden değerli yönetmenlerin belgeselleri 10 – 15 Mayıs tarihleri arasında ücretsiz olarak gösterildi. Bizde sadibey.com okuyucuları için değerleri yönetmenlerimiz Metin Avdaç ve Yasin Ali Türkeri ile belgesel üzerine söyleşiler yaptık. Keyifle okumanız dileğiyle…

Yasin Ali Türkeri Röportajı

1976 doğumlu genç bir yönetmen Yasin Ali Türkeri. Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü mezunu olmasına rağmen okuduğu bölümle, kamera arasında bağlantı kurmasını sağlamış belgesele olan sevgisi. Türkiye’de o sıralar çok yeni olan Dijital Kurgu Sistemi üzerinde uzmanlaşmış ve bir sürü filmin kurgusunu yaptıktan sonra “Edward’ın Armonisi” adındaki ilk belgesel filmini çekmiş. 2009 yılında çektiği son belgeseli “Kalemi Kırmasaydık”la 9. Alanya Belgesel Film Festivali’ne katılan Yasin Ali Türkeri ile sizin için konuştuk.

Yasin Bey bize biraz kendinizden bahseder misiniz, belgesel hayatınıza nasıl girdi?

1976 Aydın doğumluyum, Yıldız Teknik Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü’nü bitirdim fakat öğrencilik yıllarımdan beri belgesele ilgim vardı; hatta mezuniyet projem okulu tanıtan 5 dakikalık bir belgeseldi. Üniversitenin 5 dakikalık tanıtım filmini dijital kurgu sistemiyle hazırlamıştım. Okuldan sonraki stajımı ise film yapım şirketinde yine dijital kurgu sistemleri üzerine yaptım. O sıralar dijital kurgu çok yeniydi. Film yapım şirketinde olunca staj süresince bir sürü belgesel film izleme imkânım oldu. İzlediğim o belgeseller daha çok bu işin meraklısı haline getirdi beni ve bir şekilde belgeselcilikteki yolculuğuma çıkmış oldum.

İlk belgesel filminizi ne zaman çektiniz?

Daha önce kurgucu olarak birçok belgesel film çalışmasında yer aldım fakat yönetmenliğini yaptığım ilk belgesel filmim 2006 yılında çektiğim “Edward’ın Armonisi”dir. Aslında filmin çalışmalarına 2002 yılında başlamıştım fakat aynı zamanda başka bir işte daha çalıştığım için belgeseli bitirmem 4 yıl sürdü.

Belgeselcilik dışında hangi işle uğraşıyorsunuz?

Bir reklâm şirketinde reklâm ve tasarım üzerine çalışıyorum. Sonuçta belgesel para kazandıran bir alan değil, hayatımı devam ettirmek adına başka bir iş daha yapmak zorundayım. Üstelik bu durum sadece Türkiye için geçerli değil dünyanın pek çok yerinde belgeselciler para kazanmak için başka bir iş daha yapıyorlar ama tabi olması gerekenin bu olduğunu iddia etmiyorum. Belgeselciler kesinlikle daha çok desteklenmeli.

Tekrar belgesellerinize dönecek olursak “Edward’ın Armonisi”nden sonra hangi filmleriniz geldi?

“Edward’ın Armonisi”nden sonra destek bulma konusunda daha şanslıydım, 2007 yılında Kültür Bakanlığı ve BSB (Belgesel Sinemacılar Birliği) destekli “Ayağımıza Sağlık” adlı belgeseli çektim. Çarıktan postala giden süreçte Türkiye’deki toplumsal değişimi ayakkabıların gözünden anlatmaya çalıştık.

2008 yılında yine Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle Ermeni asıllı bir kanto sanatçısı olan Ankine’nin hayatını anlatan “Hayatın Ritmi: Aksak” adlı belgeseli çektim. Altın Portakal Film Festivali de dahil olmak üzere bir çok festivalde gösterimi oldu belgeselin.

2009 yılına geldiğimizde ise 9. Alanya Belgesel Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan “Kalemi Kırmasaydık” adlı yapıtımı tamamladım. “Kalemi Kırmasaydık” aynı zamanda TRT Uluslararası Belgesel Film Yarışması’nda profesyonel dalda yarışıyor.

Son belgeselinizden bize biraz bahseder misiniz?

Bu da bir şekilde tarih öyküsü aslında. Türkiye’deki tarihsel değişime kırtasiye malzemelerinin gözünden baktık bu sefer. Kırtasiye ile ilişkileri daha yoğun olduğu için de karikatüristleri anlatımın başına yerleştirerek “Dünden bugüne kırtasiye malzemeleriyle olan ilişkilerimiz nasıl değişti?” sorusuna cevap aradık. Sonuçta gördük ki bizim küçük kırtasiyelerimizin yerini büyük alışveriş merkezlerindeki tedarikçiler almış. Çizim yaptığımız kâğıtların yeriniyse bilgisayar programları.

Üretken bir yönetmensiniz son belgeselinizi yeni çekmenize rağmen kurgu aşamasında olan bir filminiz daha var, üretirken nelerden etkileniyorsunuz?

Belgesel benim kendimi ifade etme şeklim. Somut verilere dayanarak bir şeyler anlatmayı seviyorum. Yaşadıkça ve bir şeylerden etkilendikçe yeni filmler üretme isteği duymaya devam edeceğime inanıyorum.

Kurgu aşamasındaki son çalışmanızın içeriğini ve hayatınızın hangi döneminden etkilenerek bu belgeseli çektiğinizi bizimle paylaşır mısınız?

İnsan kendinden yola çıkarak bir şeyler anlatıyor. Her zaman müziğe ilgi duymuş biri olarak kurgu aşamasındaki son çalışmam “Manastır Doğum Yerim”de Makedonyalı müzisyen Hayri Demirovski’nin hayat hikâyesini anlatıyorum. Daha yaşarken Makedonya halkı için anonimleşen biri haline gelmiş kendisi. Demirovski’nin gençlik yıllarında iş bulmak amacıyla Manastır’dan ayrılışı sırasında bestelediği “Bitola, Moj Roden Kraj” (Manastır Doğum Yerim) parçası, Manastır Radyosu’nun 50. yıl kutlamaları çerçevesinde yapılan bir oylamada yüzyılın şarkısı olarak seçilmiş. Böyle önemli bir sanatçıya duyarsız kalamadım ve belgeselini çekmek istedim.

Yasin Bey çalışmalarınızın devamını diliyor ve bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim.

(17 Mayıs 2010)

İlayda Vurdum

Robin Hood

Bu seferki biraz farklı. Bizim alışageldiğimiz Robin Hood zenginlerden çalıp fakirlere vermesi ile ünlü idi. Oysa Ridley Scott ve Russel Crowe’un Robin Hood’u zenginlerden çalıp da zenginlere vermiyor, sıradan halkı krallığa ve dışarıdan gelen Fransız tehdidine karşı ayaklandırıp, ünvan sahipleri ile sıradan insanların eşitliğine dem vuruyor. Bu hali ile Scott ve Crowe’un Robin Hood’u Romalılar’ın arenasından ortaçağ İngilteresi’nin ormanlarına ışınlanmış bir gladyatörden fazla uzağa gidemiyor.

“Tekrar ve tekrar ayaklan, koyunlar aslan olana kadar…” Daha sonradan Robin Hood olarak anılacak Robin Longstride’ın ölmekte olan Robert Loxley’den sahibine verilmek üzere aldığı kılıcın kabzasında yazan bu yazı, Robin’in (ve de filmin) ana söylemi haline geliyor. Oysa, bizim bildiğimiz, zenginlerden çalıp fakirlere vermesiyle ünlü klasik Robin Hood için “tekrar ve tekrar çal, koyunlar da aslanlar kadar zengin olana kadar” söylemi daha uygun düşebilirdi.

Fakat zenginlerden çalıp fakirlere vermeyi yüceltecek bir film, küresel ekonomik kriz nedeniyle gelişmiş ekonomilerde bile insanların işsiz kaldığı ve fakirleştiği şu dönemde pek uygun düşmemiş olabilir. Bir de tabii, 10 sene önce koskoca Roma İmparatoru’na karşı gelerek sıradan insanların da asiller kadar hak sahibi olduğunu “kanıtlamış” ve bu konuda bir kahramanlık miti yaratmış olan Crowe’un yeni baştan kendine bir imaj yaratmasındansa bu imajı perçinlemesi daha kolay olmuş olabilir. Zaten izleyiciler onu otoriteye karşı ayaklanan ve sıradan insanların koruyucusu olarak tanımışlardı 2000 yılı yapımı Gladyatör’de…

Her ne kadar Gladyatör’ü biraz tekrarlıyor da olsa, iki buçuk saatle biraz uzun olan son Robin Hood eğlenceli bir film. Özellikle savaş sahnelerindeki hızlı kamera kurgusu biraz baş döndürse dahi filmi gayet hareketli bir hale getiriyor.

Lady Marion Loxley, filmin açılışında tohumlarını çalan “orman insanları”nı okla kovalıyor ve okçulukta usta olan Robin Hood’a ne kadar da uygun bir eş olabileceğini kanıtlıyor. Onların bu uygunlukları böylece yerleştirildikten sonra, Robin’in Lady Loxley’nin savaşta ölen kocasının yerine geçmesini yadırgamıyoruz -ne de olsa birbirlerine çok uygun bir çift.

Yalnız iki buçuk saatin sonunda hâlâ havada kalan bir konu var -“orman insanları”nın neden kendilerini “küçük piçler” diye bağırarak okla kovalayan Lady Loxley’e yardım ettikleri. “Orman insanları” filmde bir noktada birden Lady Loxley’e yardım ediyor, hayatını kurtarıyor, yasalara karşı gelerek aralarına alıp ormanda barındırıyorlar. Fakat o birbirlerine diş bileyen durumdan nasıl böyle bir duruma geldikleri anlaşılamıyor.

(13 Mayıs 2010)

Yasemin Sim Esmen

Cantona’dan Hayat Dersleri

Hayata Çalım At (Looking for Eric)
Yönetmen: Ken Loach
Senaryo: Paul Laverty
Görüntü: Barry Ackroyd
Oyuncular: Steve Evets (Eric), Eric Cantona (Kendisi), Stephanie Bishop (Lily), Gerard Kearns (Ryan), Stefan Gumbs (Jess), Lucy-Jo Hudson (Sam)
Yapım: Film Four-Wild Bunch-Sixteen Films (2009)

Büyük yönetmenlerden İngiliz Ken Loach’un “Hayata Çalım At”ı, hatıralara, hayata, aşka, aileye, Eric Cantona’ya, ManU’ya ve güzel olan her şeye adanmış, gerçeküstücülükle de beslenmiş gerçekçi ve mutlu bir film.

Manchester’lı kederli, bıkkın ve yorgun postacı Eric Bishop, arabasını trafikte ters yöne sürer. Gözlerini hastanede açar. Ardından büyük usta Ken Loach, Eric’in bu sıradan hayatının içine kamerasıyla dalar. “Looking for Eric – Hayata Çalım At”, gerçeküstücülükten yardım bulan gerçekçi bir film. Manchester United’ın (ManU) 1990’lardaki efsanevi futbolcusu Fransız Eric Cantona’nın büyük hayranı Eric, bir gün üvey oğlu Ryan’ın otunu içerken Eric Cantona hayatına giriveriyor. Siyahi oğlu Jess ve üvey oğlu Ryan’la sıkıntılı hayatın içindeki Eric’in bu kaos dünyasının içine Cantona girince halının altına süpürülmüş her şey sandığın içinden dışarı çıkıyor. Onu mutsuz eden en büyük şeyse, hayatının kadını olan kızı Sam’in annesi Lily’yi terk etmesi. Otuz yıldır suçluluk azabıyla yaşamış Eric. Gençliğinde bir dans yarışmasında karşılaşmış Lily’yle Eric. Bir hayat gurusu, belki de bir filozof Cantona, Eric’i kafasının içinde büyüttüğü sorunlarının üzerine itiyor ve böylece Eric’in anlamsız hayatı bir anlam kazanıyor. Kızı Sam’in bebeği Daisy’ye eski kadını Lily’yle bakan Eric, Cantona’nın her biri hayat dersi olan sözlerinden güç alarak Lily’ye geç kalmış özrünü ve aşkını iletiyor. Hayat dümdüz akıp gitmiyor filmde. Hatıralar, şimdiki zaman, ManU, hayatın “derin” sorunları üst üste binince hikaye de keyifli bir seyre dönüşüyor “Hayata Çalım At”ta. Eric’in üvey oğlu Ryan, suç çetesine bulaşmış ve her şeyiyle batmış bir genç. Bu sorunu da Cantona’nın yol göstermesiyle ManU’lu arkadaşlarıyla çözümlüyor Eric. Böylece bir Ken Loach filminde mutlu son da yaşanıyor böylece. Eric, kaybettiği her şeyi hak ederek kazanıyor sonunda.

ManU bir aşk…

Bu film, yoğunluklu olarak iç mekânlarda geçse de Manchester şehrinin sokaklarını, caddelerini, “pub”larını da yansıtıyor. Bu şehir “kırmızı şeytanlar”ın kızıla boyadığı bir futbol mabedi gibi sanki. Taraftar ruhu da heyecan verici. Final bölümünde “aşağılık kompleksli” gangster Zac’ın malikânesini Eric’le dayanışma için basan Eric Cantona maskeli ManU’lu taraftarlar insana takım gücünün ruhunu hissettiriyorlar. Büyük yönetmen Loach, demiryolu işçilerinin 1878’de kurduğu ManU’yu Amerikalılara satılmasını da alttan alta eleştirmiş bir taraftar ruhuyla. İngiliz geleneğinin ve işçi sınıfının takımlarının mirası ve şımarık Amerikalılarca talan ediliyor şimdi. Nedense dok işçilerinin kurduğunu sandığımız Liverpool, can düşmanı Everton’ın içinden doğmuş 1892 yılında. Everton, 1878’de St. Domingo Metodist Kilisesi’nde kurulmuş. İşte bu Everton’ın zengin başkanı, yeni yapılmış Anfield Road Stadyumu için, Everton’ın yönetimiyle anlaşamayınca Everton’a rakip olarak Liverpool’u kurmuş. Aslında bu filmde gördüğümüz her şey, modern hayatın insanı öğüten hallerini yansıtıyor. Ama Loach’ta hep bir umut var. Çünkü dayanışma ve paylaşma duygusu hâlâ bu dünyayı terk etmedi. Hem taraftar hem de mesai arkadaşlarının Eric’i hayatın sevincine döndürme çabaları insanın gözlerini yaşartıyor filmin derinliğinde. Dostluklar, paylaşmalar ve takım olma ruhu ölmedikçe hiçbir şey ölmüyor. Aşk bile. Yönetmen, hayatın manevi taraflarını da hatırlatıyor seyirciye. Elbette bir aile olmanın sıcaklığını da. 2009’da 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan bu filmde en ironik olan şeyse Eric’in soyadıydı belki de. Bishop, İngilizcede “piskopos” anlamına da geliyor. İnsanların kaderlerini soyadlarındaki anlamlar belirlemiyor tabii ki. İroni işte. Filmde, ManU formasıyla Cantona’nın ruhani gollerine de bir selâm var. Loach, bir de Lily üzerinden kadınların hoşgörüsüne bir saygı gönderiyor filminde. Eric’in hayatındaki çıkmaz kaosları açan Lily’nin sıcak şefkatiydi belki de. Loach’un bu filminde “Kral”ın, Elvis Presley’in de sesi duyuluyor. “Kral”ın şarkısıyla Cantona ve Eric rock dansı yapıyorlardı filmin güzel bir anında. Loach usta, sevdiği birçok şeye bu filmiyle saygı göndermiş. Hatta bu filmde bizim hasret kaldığımız YouTube bile var.

(13 Mayıs 2010)

Ali Erden

[email protected]

14 Mayıs 2010 Haftası

“Vera’nın Şoförü”, 1962 yılında, Kırım’daki bir yüksek rütbelinin özel şoförlüğü görevi verilen yetimhaneden yetişme yakışıklı askerin ‘sınıf atlama’ düşleri ile general babanın, çok sevdiği kızının içinde bulunduğu zor durum dolayısıyla bu genç adamı aileye dâhil etme plânı çerçevesinde, başka karakterlerin de etkisiyle çetrefilleşen bir psikolojik dram sunuyor. Soğuk Savaş’ın -özellikle- kültürel etkilerini ve güya sınıfsız toplumun ‘aşağıdakilerle – yukarıdakiler’ arasındaki ilişkilerini fona başarıyla yerleştiren film, yazık ki, yarıdan sonra bir fotoroman basitliğine / zorlamasına dönüşüp, düş kırıklığı yaşatıyor. Yine de, belli bir ustalıkla çekildiği için ilgi gösterilmeli.

“Soraya’yı Taşlamak”, “taşlanarak öldürülme” (recm) cezasının, Humeyni dönemindeki İran’ın bir köyünde yaşayan dört çocuklu genç bir kadına uygulanmasının -sinema olarak da kusursuzca anlatılan- trajik süreci… Bu filmde yaşayacağınız şoklar cezanın şekliyle sınırlı değil ve asıl şok ‘insanlık’ın kayboluşu! Tabii ki erkek baskıcılığının üzerini kapattığı, derinliklerden gelen bir çığlık; önemlisi de izledikten sonra, hiç bir filmde olmadığı ya da çok az filmde olduğu kadar soru işaretinin kafanıza çengellenecek olması.
“Robin Hood”, ‘zenginden çalıp yoksula dağıtan’ halk kahramanının bildiğimiz öyküsünün öncesine ve 12. yüzyılın son yılından başlayarak, 1215’teki Magna Carta Özgürlük Bildirgesi’ne giden süreçteki tarihi olaylara dönüyor. Robin Hood’u ise, tüm bu tarihsel gelişmelerin içine, serüvenci, cesur, dürüst, akıllı, korkusuz kişiliğiyle yerleştirmiş bulunuyor. Ridley Scott’ın, seyredeni, ‘zaman içinde geriye doğru bir yolculuğa’ çıkardığını vurgulamaya bile gerek yok. Ve evet, pekâlâ da siyasi bir film: Olay örgüsünü alın, günümüze uyarlayın, son derece güncel olduğunu göreceksiniz. Oyuncular ‘cuk’ oturmuş ve sesler 13. yüzyıl insan uygarlığına / vahşiliğine dair her ayrıntıyı içermekte. Enfes bir şeydi izlediğimiz.

“Labirent 3D”, Japon Korku Sineması’nın, ergenlik dönemi seyircileri için hazırlanmış ortalama bir örneği: Yine arkadaşlar arasında kalmış bir sırdan dolayı yıllar sonra rahatsız eden anılar ve vicdan azabı kaynaklı huzursuzluk… Yine hayalet kız! Buraya kadar tamam da, bu filmin 3 Boyutlu olarak pazarlanmasına itirazım var. Çünkü hiçbir özelliği olmayan ‘derinlik’, ne öyküye, ne de filmin geneline katkıda bulunuyor… Üstelik aşırı karanlığı ve solukluğuyla mide bulantısına bile yol açabiliyor.

“Hayata Çalım At”, seyirciyi gerçeğin keskin tarafından yürüten Ken Loach’un, ‘güler yüzlü’ ve -tuhaftır- ‘fantastik’ filmi: Çünkü sorunları ve mutsuz yaşamı ile baş etmekte zorlanan postacı Eric’e ‘görünmeye başlayan’ efsanevi futbolcu Eric Cantona’nın yol göstermesiyle, bir oyuncunun saha içi taktikleri ve takım ruhu devreye giriyor. Serde futbolculuk, özde de futbol olunca zaten, biraz zekâ – akıllıca hareket ve ‘sağlam bir yürek’le, yaşam denilen oyunda zafere ulaşılıyor. Postacı Eric’in hikâyesinde, zaman zaman yine ‘bozuk düzen’e lâf atsa da Loach, futbolun yaşamın nasıl ta kendisi olduğuyla ilgilenmiş… Bu, diğerlerinin altında ve fakat izlenebilir bir filmi olmuş.

12 Mayıs 2010

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]