Kategori arşivi: Yazılar

2009’da Kaybettiklerimiz

(Bu yazı Film-San Vakfı sitesi için hazırlanmıştır.)

Şairin dediği gibi, uyudun uyumadın olacak, bazılarını kaybedeceğiz; geri kalanlar, gidenleri anarken, yıl bitimleri vesile olacak hepisini bir arada anacağız.

2009 yitirdiklerimiz erken ve görüntü yönetmeni Çetin Gürtop ile başlamıştı. Yıl boyunca yönetmenlerimizden Seyfi Havaeri, Şadan Kâmil, Birol Işın, Ersan Pertan, Yücel Çakmaklı, Halit Refiğ, Ahmet Uluçay, Zeki Ökten ile devam etti. Aslında görüntü yönetmeni olan fakat filmde yöneten Salih Dikişçi’yi her iki özelliği ile anmak gerekir. Senaryo yazımlarından dolayı Selahattin Küçük ve Nezihe Araz’ı anmak lâzım. Ayrıca Kemal Demirel ve Ömer Lütfü Mete kervana katıldı. Yapımcı Ayhan Turgut ve oyuncular Nevzat Şenol, Gazanfer Özcan, Yılmaz Kurt, eskilerden (Mahmut) Faal Evgin, yurt dışından Keriman Ulusoy, içeriden Yaman Tarcan, Tahsin Koray, Ayşegül Devrim, Aykut Oray, Nihat Nikerel, Kemal Dirim, Nilgün Esen, Ali Taygun, Cüneyt Gökçer kayıp listesini genişletiyorlar.

Seyfi Havaeri (1920) Tiyatro kökenli ama, Muhsin Ertuğrul grubundan değil, değişik topluluklarda çalıştıktan sonra, geçiş dönemi yönetmenleri filmlerini çekmeye başladıktan sonra, senaryo yazarı ve yönetmen olarak filmler yapmaya ve bunlarda oynamaya başladı. İlk filmi Yara’yı 1947’de, son filmi Zafer Kartalları’nı 1975’de çekti, arada 37 film daha yaptı. Bunlar arasında Kara Sevda’yı 1955 ve 1968’de iki kez çekti. Yeşilçam’ı oluşturan temel taşlarından biri olarak, son dönemde yaptığı bir kısım filmleri, piyasanın geçerli koşulları dışında peşin para ileri çekerek, yeni girişimlerde bulundu. Yetiştiği günün koşullarında, piyasanın isterilerine cevap veren ve bunları yönlendiren filmler yaptı.Yaşamının sonuna kadar, yürüdüğü yolu, fikirlerini savundu. Başka yönetmenlerin filmlerinde oyunculuk yaptı.

Şadan Kâmil (1917) Geçiş dönemi yönetmenlerinden, aynı zaman da görüntü yönetmeni, ses mühendisi, stüdyo yöneticisi. Bir yabancı film (Die Letze Kompagnie – Almanya) uyarlaması olan, Plevne Kahramanları diye başlanıp Onüç Kahraman (1943) diye tamamlanan filmi ile başladığı yönetmenliğini tartışmalı Duvaklı Göl (1958) bitirdi. Bu süre içinde 13 (sinema) film(i) daha çekti. Sonraları görüntü yönetmeni ve stüdyo müdürü olarak çalıştı. Dudaktan Kalbe (1951) ile edebiyat (Güntekin) uyarlamalarına katkıda bulunurken, bir başka edebiyatçının (Taner) senaryosu ile Kaçak’ta (1954) ilginç bir çalışma yaptı. Dağları Delen Ferhat belgeseli devlet yapımı olan bir çalışmadır.

Halit Refiğ (1934) Kamerayı, askerliğini yaptığı yurt dışında (Kore’de) eline almış, çektikleri kendisine farklı bir bakış olarak gelmiştir ki, doğrudur. Sonra eleştirmenlik, sinemanın mutfağına girerek senaryo yazarlığı, asistanlık ve Hatalı Yol adlı bitirilemeyen bir film çalışması, Yasak Aşk (1961) ile başlangıç, sosyal eğilimi olan konulara ağırlık veriş, oldukça kişisel bir final Köpekler Adası (1996) arada 47 film… Gurbet Kuşları (1964), Haremde Dört Kadın (1965), Teyzem (1986) gibi tamamen farklı filmleri ile -diğer filmlerinin yanında- (toplum ve) sinema çevrelerinde etkiler oluşturdu… Televizyon dizisinde bir mihenk taşı Aşk-ı Memnu, diğer yaptıkları yapılmamış olsa bile, başlı başına bir serüven (hem roman olarak, hem dizi olarak) Yorgun Savaşçı… Senaryolar kitaplar, hem sinema, (düşünsel olarak) hem diğer düşün alanı yazıları, sinemamızın çoğunlukla uzak durduğu konularda, bir sinema yönetmeni olarak düşünceler açıklaması… Sinemacılarımız çoğunlukla bu konuda mevcut fikirlerini açıklamazken… Sanatı farklı alanları ile yaşayan bir sinemacı düşün adamı…

Yücel Çakmaklı (1937) Genel bir düşünceyi -dünya görüşünü- temel alarak, Yeşilçam gibi -güncellik içinde belli modellere angaje olmuş- bir ortamda, benzer temaları işleyen filmleri ile kendine yer edinen Çakmaklı, 1970’den itibaren Birleşen Yollar ile başlayan yönetmenlik uğraşını Kanayan Yara (1994) ile bitirirken, yurt içinde dinsel yönüne ağırlık verilmiş bir filmden, temadan fazla uzaklaşmadan uluslararası alana da açılım yapıyordu. Sinema çalışmalarına Kâbe Yollarında adlı belgeseli ile başladığı gibi, Gümüş Kare (1995) belgeseli ile, sanat yaşamının 25. yılında bitirdi. Araya televizyon çalışmalarını da sığdırdı.

Ersin Pertan (1943) Az çalışan bir sinemacı olarak, roman olarak da tartışmaya neden olmuş Kemal Tahir’in Kurt Kanunu (1992) ile yönetmenliğe başladı. Tersine Dünya (1993) nasıl toplumun yaşamınının tersine çevrilmesi ise -kaynak Orhan Kemal’di- Kuşatma Altında Aşk’da (1997) sinemamızın bir çok filmde ele aldığı İstanbul’un Fethi’ne karşıt cepheden bakmayı denedi. 2008 son filmini (Mazi Yarası) çektiği yıl oldu, ne yazk ki filminin vizyona çıkmasını göremedi. Yönetmenliğinin yanında karşıt görüşleri ile de sesini duyurmasını bildi.

Zeki Ökten (1941) 1960’da asistanlıkla sinemaya başladıktan sonra 1963’de ilk filmini yönetti: Ölüm Pazarı. İkinci filmi Kadın Yapar’ı (1972) çekene kadar, Atıf Yılmaz’ın asistanlığını yaptı. Bu ilginç yaklaşımı sonunda Yeşilçam koşullarına uygun filmler ile yönetmenliğini geliştirirken Bir Demet Menekşe (1973) ilgi çekti, ümit veren bir yönetmen olarak izlendi. Sürü (1978) beklentilerin sonuç verdiği doruktaki filmi oldu, Güney’in senaryosunu destansı biçimde sinemalaştırdı. 1979’daki Güney işbirliği olan Düşman sansürle yıpranması sonucu aynı sonucu doğurmadı. İyi bir anlatıcı olarak Çinliler Geliyor’a (2008) kadar yaptığı 31 film içinde bir kısım ilginç yapımlara da imza atarak sessiz ve sakin bir sinemacı oldu.

Ahmet Uluçay (1954) Sinemamızın en ilginç yönetmenlerinden biri. Gösterim makinesini kendisi yaparak köyünde film gösteren, köyünde çektiği kısa filmlerle festivallerde dikkatleri üzerine toplayan, sağlık sorunları ile boğuşan, birazda otobiyografik Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2002) filmi ile uzun metraja geçiş yapan Uluçay, çekimlerini tamamlayıp teknik işlemlerini tamamlayamadığı Bozkırdaki Deniz Kabuğu ile bizlere bir vasiyet bırakmış oldu. Yılmaz bir sinema sevdalısı olarak.

Birol Işın / Salih Dikişçi, Işın, oyuncu / yönetmen olarak iki filmlik çalışması ile dikkat çekiyor. 1973’de Diriliş, 1974’de Eziliş filmleri ile oyuncu / yönetmen olarak yönetmenlik çalışması yaparken sonraki yıllarda oyunculuğa devam etti. Dikişçi ise daha farklı görüntü yönetmeni / yönetmen uğraşları içinde. Görüntü yönetmeni olarak çok düzeyli filmlere imza attı. Kırık Bir Aşk Hikayesi, Göl, Gece Yolculuğu (Ömer Kavur), Kanal, Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral), Dolap Beygiri, Mine, Dağınık Yatak (Atıf Yılmaz), Bu Devrin Kadını, Halkalı Köle (Ümit Efekan), Dönüş (Faruk Turgut), Fidan (Erdoğan Tokatlı) çalıştığı filmlerden bazıları…

Çetin Gürtop çoğunluğu Erler Film’in filmleri olarak, uzun yıllar görüntü yönetmenliği yaptı.

Cüneyt Gökçer yılın son günlerinde yitirdiğimiz, aslen tiyatro yönetmeni ve oyuncusu olan Gökçer, sinemada yalnız oyuncu olarak çalıştı. Barbaros Hayrettin Paşa’da (Baha Gelenbevi) Barbaros’u oynadı. Tarihi dönem filmlerinde tarihsel kişileri canlandırması yanında sinemadaki ileri yıllarında Mevlana (Atıf Yılmaz) filminde de Mevlana’yı canlandıracaktı. Gençlik dönemlerinde macera filmlerinde Kara Davut (Mahir Canova), ileri yaşlarında melodramlarda Süreyya (Metin Erksan), Yaşlı Gözler (Ertem Eğilmez) ve salon komedilerinde Yedi Evlat İki Damat (Halit Refiğ) ve son olarak Mektup (Ali Özgentürk) filmlerinde rol aldı.

Gökçer gibi tiyatro kökenli Gazanfer Özcan, Ali Taygun, Ayşegül Devrim, Nevzat Şenol, Kemal Dirim gibi oyuncular filmlerde uzun veya kısa zamanlar ilgilendiler, perdede bizlere yansıdılar. Aykut Oray tiyatro kökenli olmasına rağmen daha çok televizyonda tanınarak sinemaya geldi, çok az sayıda filmde rol aldı, Yaman Tarcan ve Nihat Nikerel de televizyolardan sinemaya geçtiler. Az filmde oynayan Keriman Ulusoy daha çok yurt dışında sinemamızın tanıtılma işleri ile ilgili özenli faaliyetler gösterdi. Sinemanın isimsiz kahramanlarından Yılmaz Kurt, Tahsin Koray, Nilgün Esen ve hayli eskilerde kalmış bir Faal Evgin de yitikler kervanına katıldı. Görülüyor ki oyuncular sinemanın ağırlıklı oyuncuları değil, ama sinemamızda üzerlerine düşeni, az sayıda filmlerde de olsa yapan emekçileri.

Senaryo yazarlarıda, oyuncuların görünümü paylaşıyor, Yeşilçam döneminin “senarist”leri artık yok, fakat bu yıl senaryo yazarak veya yazılımına katılarak senaryo yazarı olarak sayacağımız kimi kişileri yitirdik… Lütfi Akad’ın ilk dönem filmlerinde birlikte çalıştığı, aslında radyocu Selahattin Küçük’ü, aslında yazar olup senaryo çalışması da yapan Nezihe Araz, Kemal Demirel ve Ömer Lütfü Mete’yi yitirdik. Senaryo yazımı da yapan sinemanın asistanlarından Ali Kıvırcık da kafileye katıldı.

Yapımcı Ayhan Turgut bu yıl yitirdiklerimizden bir diğeri.

Filmlere sesleri ile katkıda bulunan ses sanatçıları Semra Atalay ve Gülderen Gül’de kafileye katıldılar.

Film-San çalışanı, sinemamının eski asistanlarından Nilgün Seren de bu yıl serüvenini tamamlayanlardan biri oldu. (Ruhları şad olsun)

SİYAD gecesinde kaybettiklerimiz arasında adı anılan, yukarıdaki listede geçmeyen oyuncular Rengin Arda ve Aydın Babaoğlu, akademisyen Zafer Doğan oldu.

(02 Şubat 2010)

Orhan Ünser

2010 SİYAD Ödülleri Töreni

2010 yılı SİYAD ödülleri sahiplerini buldu. Bu yıl 42.si yapılan dağıtım böylece hem SİYAD hem Türk Sineması tarihindeki yerini aldı, metinlere geçti. Geçmiş yıllardaki ödül dağıtım törenlerine katılıyordum; bu yıl da katıldım. Her değerlendirme gibi, objektif ve subjektif eleştirilere açık olarak, artık tarih oldu.

Benim kişisel, hiç bir objektifliği olmayan, bazı eleştirilerim olacak. Ödül dağılımına -farklı olmasını istediklerimde olabilir- hiç bir itirazım yok. Benim, olmamasını istediğim, gecenin sunucu Cem Yılmaz. Ne olmuş, niçinmiş diyebilirsiniz. Bugün bir gazetede Yılmaz’ın izleyicileri bol bol güldürdüğü yazıyordu, doğrudur, ben de orada idim. Her konuştuğunda espri yapmak gereksinimi duyan Yılmaz, belgesel film kategorisinde “kendinin sünnet düğünü” (filminin) kabûl edilmediğinden, kısa film kategorisinde ise -bir gazetecinin önerdiği- “on dakikaya indirilmiş” Yahşi Batı’yı yetiştiremediğinden yakındı. (Benden bir soru: Yahşi Batı’yı görmedim ama her akşam, her kanalda o kadar çok izlettiriliyor ki, yağlı güreş sekansının tamamını göremedim ama, şu soruyu sormak ihtiyacını duydum: İmparatorluk devrinde, A. B. D. başkanına padişahtan bir hediye götüren iki adam yanlarına kaç tane kıspet alırlar?) Reha Erdem’in ve Zeki Demirkubuz’un filmlerini izliyorum, Ferzan Özpetek’in filmlerinden kaçırdıklarım var, ama sırası ile –Cem Yılmaz’ın oynadığı, daha doğrusu Cem Yılmaz’ı oynattıkları- “Yalnızlık”, “Kara Büyü” (inşallah doğru not almışımdır!) ve “Sarıl Bana” filmlerini en kısa zamanda bir yerlerden bulup seyredeceğim. Burada da aklıma gelen soru şu: Sn. Yılmaz, Muhsin Ertuğrul’un gözlerden saklanan hangi filminde oynamıştır? Yalnız ilginç bir konuya değindi ama tamamen farklı bir frekansta olmak üzere. “Yardımcı” kadın / erkek oyuncuların durumu… “Yardımcı”lığın, oyuncunun yardımcılığı olmadığını, rolün yardımcılığı olduğunu söyledi ki, tamamen katılıyorum. Bazı festival veya soruşturma veya değerlendirmelerde “yardımcı” yerine “karakter” tabiri kullanılır: Karakter Oyuncusu… Diğer oyuncular karaktersiz mi ki, belli bir kategori oyuncuyu “karakter” olarak ayırıyorsunuz. Tabii bu yardımcılık gibi, oyuncunun değil “rolün” bir özelliği olması gerekir.

Sinemada değil ama, tiyatroda bir uygulama vardı -kısa bir süre… Ulvi Uraz ölünce adına -tiyatro için- bir ödül konulmuştu. Orada oyuncu ödülü, adaylar arasında yapılan seçim sonrasında “bir kişiye” veriliyordu: En İyi Oyuncu Ödülü. Kadın / erkek ayrımı yok, asıl (başrol) / yardımcı veya karakter farklılaşması yok. Tek ödül: En İyi Oyuncu.

Her zaman olabilecek bir şey… yıllar oluyor, Oscar ödüllerinde The Hud (1963) filmi ile Patricia Neal, Oscar kazanınca, rolünün kısa olduğu, bu nedenle En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almasının yanlış olduğu (En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu mu olmalı idi?) basında (tabii A. B. D.’de) tartışılmış, bizim basına da yansımıştı. Sn. Dorsay sanırım anımsar.

(02 Şubat 2010)

Orhan Ünser

Ladik ’76 3

Sayın Orhan Ünser,

İlgi yazınız, yorum ve eleştirinizin kaynağındaki boşlukları içtenlikle açıklamanız ve bu yaklaşımınız için teşekkür ediyorum. Bu tür kafa karışıklığından arınmanın en kestirme yolu; daha ayrıntılı bilgilere ulaşmakla, titiz bir araştırma yapmakla ve bilginin kaynağından doğrudan öğrenilmekle aşılabileceğine inanırım.

İşin aslı ve açıkçası sizin çıkış noktanızda temel aldığınız, “Kameranın gerçeği öldürme (değiştirme) gibi bir özelliğinin de olabileceği” düşünceniz; o yıllarda ileri sürülen bir yakıştırmanın (varsayımın) etkili olduğu görüşündeyim. Ben tanık olduğum olayın, yaşananın gerçeğini, doğasını ve içeriğini elimden geldiğince, doğrudan ve olabildiğince, bire bir ve içtenlikle yansıtmaya çalıştım. Çalışmada amaçladığım ilke ve temel yaklaşım budur. Ancak; o yıllarda, “belgesel filmler” yapan bazı çevreler haksız ve temelsiz yakıştırmalarla bu filmin kurgulanmış olabileceği varsayımını ortaya attılar. Gazetelere kadar ulaştırıldı bu sızlanmalar. Yoz, yararsız ve yanlış çekişmelere itilmek istendim. Bu yersiz ve haksız söylem filmin önemli iki yurtdışı belgesel film şenliğinde uluslararası seçici kurullar tarafından ödüle değer görülerek, ödüllendirildikten ve birçok ülkede gösterime girdikte sonra yapılmaya başlandı. Seçici kurullar filmi; “Doğal gerçekliği, çarpıcı, içten ve sıcak bir anlatımla vurguladığı ve yansıttığı.” nitelemeleriyle değerlendirdi.

Bu filmin üzerinden yararsız çekişmeler yaratılması üzücüdür. Çiçek böçek filmlerinin yanı sıra, toplumsal ve sosyal konuları da cesaretle ele alan ve olanca gerçekçiliğiyle işleyen “belgesel gerçekçilik” adına ve bu amaçla yola çıkılarak özgün filmler de yapılmalı, yapılabilmeliydi… Başkalarının yapıklarını küçültüp değersiz kılarak yaptıklarımıza bir değer kazandıramayız. Akıllı, üstelik yararlı olan yol; daha iyisini ve değerlisini yaparak kalıcı değerlere ulaşmayı aramaktır…

En iyi dileklerimle dostlukla ve saygılarımla.

(31 Ocak 2010)

Güner Sarıoğlu

Güner Sarıoğlu’na Teşekkür

Güner Sarıoğlu’nun gönderisini okudum. Haklı olduğu noktalar var. Üretim aşamasındaki çalışma koşullarını ve yapılan, yapılabilenleri bilmeden konuşmak (yazmak) biraz ahkâm kesmek gibi oluyor. Fakat zamanında üzerine çok şeyler okuduğum Lâdik 76′nın anlattığı (gösterdiği) şeylerle ilgili olarak, konunun farklı tarafında bulunan bir tanıdığımın filmde anlatılan olayları diğer açıdan değerlendirip anlattıklarının bilinçaltında kalmış olması ve kameranın gerçeği öldürme (değiştirme) gibi bir özelliğinin de olabileceğini zaman zaman düşünmem, bu özellik üzerine yazılmış bir kitap nedeni ile kendini ortaya dökmesi sonucu ortaya çıkan bir durumla karşı karşıyayım. Sn. Sağıroğlu haklı olabilir ama kendiminde tamamen haksız olduğunu söyleyemem, o kendi somutunda (ürettiği, yaşadığı bir gerçeklikte) haklıdır, o filmden belki hiç söz edilmeyebilirdi. Yahut, görüşme olanağı aranıp, konu karşılıklı konuşulur, bir takım bilgiler kendisinden direkt alınabilirdi. Sonra filme değinilir veya değinilmezdi, bütün bunlar olmadı; belgeselin soyut yapısı dediğim, genel düşüncelerim halen devam ediyor, ama somutunda (bir filmde) konunun daha yakından incelenmesi düşünülünce düşüncem daha belirgin bir hale dönüştü, bu sonuç için Sn. Sarıoğlu’na teşekkür ederim.

(30 Ocak 2010)

Orhan Ünser

Ladik ’76 2

Sayın Orhan Ünser,

Yazınızın ve eleştirinizin bana göre yanıtlanması gereken can alıcı yanı, aşağıda aldığım satırlarınızda yatıyor. “Böyle bir soyutlamada, sizin çekim sırasında içinde bulunduğunuz koşullar ve de bir zaman olmuş veya başka bir yerde olmuş bir takım olayları (doğal veya toplumsal) mizansen düzenleyerek yeniden oluşturarak belgelemek düşüncesi bulunmamaktadır.” demektesiniz. Yargınız çok kesin ve sanki her şeye bir bir tanık oldunuz gibi… Neyi ve neleri yeniden oluşturmuş olabileceğimi düşünüyorsunuz. Sonra; “Böyle bir soyutlamada…” yargısının nereden kaynaklandığını da ben bilemedim. Sanıyorum, bu çalışmanın; farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda ve oyuncularla ve oyun kurmalarla, kurmaca bir temelde yapılıp, kotarıldığını yazmaktasınız. Bilemedim, bunu mu anlatmaya çalışmaktasınız? Bunu da pek bilemedim. Daha sonra da şu kesin yargınız geliyor. “Benim düşüncemdeki belgesel film soyutlaması, yukarıda da değindiğim gibi belgeselerin düzenlenmiş mizansenler olmadan saptanmış görüntülerle yapılmasıdır.” Bu yargınıza bakarsak, Ladik ’76 bir belgesel film değil. Kurgusal bir film ve her şey düzmece, yapay!… Oyuncular başta her şey yeniden yaratılıp, yapılmış film ve belgesel diye bize yutturulmuş. “Köylüler, yörede yaşayan köylüler değil, oyuncular kullanılmış…” diyeceksiniz kendinizi alamasanız. Bütün bunları nereden çıkardığınızı, nereden ve nasıl bilebildiğinizi (!) ben bir bilebilsem!…

Bu yargıya nasıl vardığınızı da bilmiyorum, *soyut sinema” yapmayı da bilemediğim gibi… Bu yargınızın nedenlerini de hiç bilemedim. Ancak bu yakıştırıp, yapıştırmalarınızın doğru olmadığını iyi biliyorum ve ancak bunu söyleyebilirim size. “Bu belgesel tümüyle ve tüm ögeleriyle kurgulanmış bir film çalışmasıdır!…” demek istiyorsanız. Bu yargıya nasıl vardığınızı da sormak isterim.

Ben gerçekten sizi anlamakta zorluk çekiyorum. Değerlendirmelerinizi de, kavram kargaşası yarataran; “soyutluk” tanımlarınızı anlamakta da zorlanıyorum. Bu işi, bu temelde, bu işin ve bu uğraşın dışındakilerle konuşmak ve bir yere varmak giderek zorlaşıyor. Körlerin bir file dokunarak, filin ne olduğunu ve neye benzediğini; dokunduğu kadarıyla tanımak ve sonra da bu fili (!) başkalarına ballandıra ballandıra anlatmaya dönüşecek bizim işimiz.

Gelin isterseniz bana da kendinize de, bir iyilik yapın ve “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayın!” Ve bunu, bu işleri, bu konularda düşünceler üretip de paketlenmiş hazır eleştiriler yazarak temelsiz ve birikimsiz düşüncelerinizi çevreye saçmayı denemeyin… İnanın bana, suya girmeden, kıyıda çırpınarak yüzme öğrenilmez ve elbette öğretilemez de… Bu ve benzeri işler; yapmadan, emek ve zaman vermeden, çaba sarf etmeden olmaz, olamaz öğrenilemez… Deneyim ve birikim edinmek ve üretmek kaçınılmaz olur. Bu işin temelinde: “üreterek öğrenmek” ilkesi her koşulda ve her durumda ağır basar. Bence bu sağlıklı bu işler için temel bir yaklaşım ve temel ilke edinilmelidir. Bu ve benzeri işler yapmadan denemeden de; öğrenim olmaz, öğrenilmez ve elbette öğretilemez de… Öğrenildiği sayılarak arabanın üstüne çıkarsanız; araba sizi altına alır ya da götürür bir duvara burnunuzu sürter. İlk uygulamalı dersimizi de, böyle almış oluruz… Yazılı metinler ve sözlerin gücünü yeterli görerek ve öyle sayarak araba kullamaya yeltenenler olduğu gibi… Son yıllarda, yaşamı boyunca bir televizyon yapımı için stüdyoya ya da çalışma alanına girmemiş, bir kameraya dokunacak kadar yakın bile olmamış bazı kişilerin, bu işleri öğretmek (!) üzere bir yerlere geldiklerini, ders bile verdiklerini görerek şaşırıyorum. Giderek bu konularda yetkinliklerini (!) Prof. olmaya bile vardırdıklarına tanık olunuyor. Bence sorun da budur. Oku, oku yaz. Yaz, yaz oku. Biraz da; yazılıp yapılanlardan aktarma yap; olsun bitsin. Aman, yapmayın sakın ve bilmeden yapmadan anlat, anlat; inananlar olacaktır. Bu da çoğumuza yetiyor olmalı. Ne demeli ki… Yapar gibi, bilir gibi öykünmeler yetiyor olmalı…

Filmi eleştirebilirsiniz, beğenebilirsiniz ya da beğenmeyebilirsiniz. Bu farklı bir durum. Görüşlere, farklı yaklaşımlara saygı duyarım. Böylece öğreniriz, besleniriz ve gelişiriz de… Her türlü eleştiriye özenle yaklaşmanın sayısız yararları vardır. Ancak, tümüyle, bilgi eksekliğine bağlı olarak bir filmi, kendinize göre bir yerlere oturtursanız; işte bu olmaz. Olursa da biraz saygısızlık olur ve bir de; cin olmadan adam çarpmak olur…

“Öğrenmeden ve uygulamadan düşünmek zaman yitirmektir. Düşünmeden öğrenmekse; yanıltıcı ve tehlikelidir. Ve elbette, öğrenmenin ve düşünmenin birlikte harmanlandığı eğitim süreçleri gereklidir ve yararlıdır. Bu yol, bu yöntem; bizi doğrulara, yararlı ve etkin olana götüren güvenilir yoldur.

En iyi dileklerimle ve saygılarımla.

(28 Ocak 2010)

Güner Sarıoğlu

Meryl Streep Eğlendiriyor

İlişki Durumu: Karmaşık (It’s Complicated)
Yönetmen-Senaryo: Nancy Meyers
Müzik: Heitor Pereira-Hans Zimmer
Görüntü: John Toll
Oyuncular: Meryl Streep (Jane), Steve Martin (Adam), Alec Baldwin (Jake)
Yapım: Universal (2009)

Nancy Meyers’ın yazıp yönettiği “İlişki Durumu: Karmaşık”, sinemanın büyük oyuncularından Meryl Streep’in komedi taraflarını da öne çıkartan yer yer çılgın bir film. Bazı komedi sahnelerinde gülmekten insanın midesine kramplar iniyor.

Nancy Meyers’ın yazıp yönettiği “It’s Complicated – İlişki Durumu: Karmaşık”, bitmiş bir evliliğin etrafında dolaşan eğlenceli bir film. Pastacılık işleriyle uğraşan Jane, kendisine hayallerindeki büyük bir ev yaptırmak için mimar Adam’la tanışıyor. Oğlunun mezuniyet törenleri için de telâşlı. Bir telâşı daha var, o da kırışıklıkları. Ayrıldığı kocası Jake de gittiği otelde. Beklenmedik ve birdenbire kendini eski kocasının kollarında buluyor. Evli kocasının metresi gibidir şimdi Jane. Arada bir kendini gösteren Adam, ben buradayım diyor sabırlı bekleyişiyle. Eski kocası ve Adam arasında kalan Jane, doğru olanı buluyor ve tercihini de yapıyor finalde. Elbette çocuklar da var. Her şey sonunda mutlu mesut biçimde tamamına eriyor bu mutlu sonlu filmde. “İlişki Durumu: Karmaşık” filminin hikâyesi Kaliforniya’nın Santa Barbara şehrinde geçiyor. Genelde iç mekânların ağırlıkta olduğu bu filmde az da olsa Santa Barbara’nın çarpıcı manzaraları da yansıyor perdeye.

Büyücü Meryl…

1949’da New Jersey’de doğan Meryl Streep, 1970’lerde küçük rollerde göründükten sonra 1981 yılında Karel Reisz’ın John Fowles’ın romanından uyarladığı “The French Lieutenant’s Woman-Fransız Teğmenin Kadını” filmiyle başrole yükseldi. Ardından Alan J. Pakula’nın 1982 yılında William Styron’ın romanından uyarladığı “Sophie’s Choice-Sophie’nin Seçimi”yle büyük başarı kazandı ve bu filmle “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar aldı. Meryl Streep hala büyük ve bir filmi tek başına alıp götürebiliyor. Bu filmdeki, özellikle dizüstü bilgisayarlı bölümün çok komik olduğunu da belirtmeliyiz. Neredeyse Blake Edwards ustanın filmlerinin tadı vardı bu anlarda. Filmdeki espriler de iyiydi. Yönetmen bu filmle kadınlara şu mesajı veriyordu herhalde: Yıkandığınız suda asla ve asla bir daha yıkanmayın…

(27 Ocak 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

29 Ocak 2010 Haftası

“İlişki Durumu: Karmaşık”, on yıl önce boşanmış üç çocuklu çiftin, şimdi, bir karşılaşma sonrası “yeniden” birbirlerinin vücutlarına ve giderek kalplerine sızmalarının riskli alanına giren, üstelik bu mayınlı sahaya ikinci bir erkeği sokan kafa karıştırıcı güldürü. Yazar-yönetmen Bayan Meyers’in, ‘meğer’leri, ‘eğer’leri, ‘halen’leri, ‘acaba’ları kafanızda uçuşturan diyaloglarla, finali, bu ‘birliktelik denilen şey’in aslında hiç bitmediğine mi yoksa bir kez ‘eski’ olundu mu -istisnalar hariç-bir daha asla aynı çatı altında bir araya gelinemeyeceğine mi bağlayacağını merak edip duruyorsunuz. Bu merak boyunca, akıcı öykünün en lezzetli kısmını, şüphesiz, tuhaf derecede iyi oyuncu Meryl Streep ve canlandırdığı karakterin mutfağındaki zengin mönü oluşturuyor. Giderek daha fazla izlemeyi talep ettiğiniz kötü bir alışkanlık bu Streep!

“İntikam Peşinde”, Mel Gibson’ın yedi yıl sonra oyuncu olarak karşımıza çıktığı okkalı bir dram olarak, cilasız, keskin biçimde gerçek, bir baba – kız ilişkisinin en duygusal anlarını yakalayabilecek denli de hassas. Gerilimi yavaşça tırmanan film, 1985 tarihli bir mini İngiliz TV serisinin, bu kez ABD’de geçen sinema versiyonu: Craven, siciline en küçük bir leke sürdürmeden, neredeyse otuz yıl polislik mesleğinin gereklerini yerine getirmiş yalnız yaşayan bir adam. Ziyaretine gelen kızı açılan bir ateş sonucu kollarında öldükten sonra başlattığı araştırmalarla ise, o güne dek güvendiği sistemin karanlıklarına girmeye başlıyor… Bir yandan da yeterince iletişim kuramadığı kızını yüreğinde her an hissedip, dayanılamaz acılar çekiyor. Devlet içinde, özel şirket marifetiyle çevrilen ‘en pis’ işlere ve yalanlar karmaşasından oluşan oyunlara çarptığında karşısına çıkan ve ‘bu işi dallanıp budaklanmadan temizlemekle yükümlü’ gizemli adam Jedburgh ise, bir İngiliz (dizide ise Amerikalıymış)… Nükleer araştırma tesisinde çalışan aktivist kızının kasten radyasyona maruz bırakılmasının nedenleriyle birlikte yükseklerdeki ‘kirli tipler’e ulaşan Craven ile Jedburgh’un ‘buluştukları nokta’da, dramatik bir zirve sağlandığını belirtebiliriz. Bu filmin beni canevimden vuran özelliği bu işte: Sert adamların ‘insanlıkları’ / yumuşak kalpleri! Gibson’la birlikte mükemmel bir Ray Winstone izlediğimiz “Edge of Darkness”, yüksek kalitede film izlemek isteyenler için.

(26 Ocak 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Güner Sarıoğlu’na Cevap

Sayın Güner Sarıoğlu,

Gerçeği Öldüren Kamera kitabı ile ilgili yazım üzerine vermiş olduğunuz cevabı Sn. Çilingir’in ikazı üzerine okudum. Hemen hergün sadibey.com’a bakarken iki günlük bir ihmalim yüzünden yazınıza, bu ikaz ile geç ulaşabildim.

Sinema, hiç yapmadım. Benden başka kimsenin seyretmediği kısacık bir animasyon filmim var. Kafes içinde bir kuş görüntüsü, geriye kaydırma sonucu, ayrı ayrı / yanyana duran, içi boş bir kafes ve havadaki bir çubuk üstündeki bir kuş’a dönüşür…

Ladik ’76 filminin hangi olumsuz koşullarda, hangi dar imkânlarla çekildiğini, sizin ve bir avuç çalışanınızın bilgisinden ve emeğinden söz ediyorsunuz, haklısınız. Ülkemizde hele belgesel alanda çalışmanın koşullarının neler olabileceğini düşünebiliyorum. Sizin yaptığınız filmde ise, DSİ’nin davranışlarının ve diğer politik (genel ve özel) baskılarında neler olabileceğini, film bittikten sonra başına neler gelebileceğini düşünmemek, yaşadığımız ülke gerçeklerini (o günlerde, bu günlerdede) inkâr etmek mümkün değildir.

Benim, ağır bulduğunuz görüşlerim, sinemaya, özellikle kameraya soyut olarak yaklaşmamdan kaynaklanmaktadır. Böyle bir soyutlamada, sizin çekim sırasında içinde buluduğunuz koşullar ve de bir zaman olmuş veya başka bir yerde olmuş bir takım olayları (doğal veya toplumsal) mizansen düzenleyerek yeniden oluşturarak belgelemek düşüncesi bulunmamaktadır. Böyle bir düşünceye verilecek karşı soru, “Peki böyle bir olayı (uzun veya kısa süreli olsun) anında olurken belgeleyebilmek ne kadar mümkündür?” Ve çok doğru bir sorudur. Bu soyut düşünceleri çok daha ileri boyutlara vardırmak mümkündür ama bu düşüncelerden yola çıkarak, realiteye inmek ve böyle bir belgeleme işine girişerek, taşın altına el sokmağa da varılacak bir noktadır. O zaman ne ve nasıl yapılır? Siz yapan bir kişi olarak deneyim sahibisiniz, soyutlama yaparak (ve yapılanlara soyutlama gözü ile bakıp ve ardında neler yaşandığını yeterince incelemeden) fikir yürütmekte, benim yaptığım iş olunca gerçek ile tasarlananın farklılığı ortaya çıkıyor.

Belgesel bir film sizin yaptığınız gibi yapılabildiği gibi, çekildikten sonra üzerinden belli bir zaman geçmiş gerçek belge görüntülerle de yapılabilir. Sizin bildiğiniz gibi Mikhail Romm (hafızam beni yanıltmıyorsa) 90 saati bulan görünteleri inceleyip, kurgulayarak Sıradan Faşizm diye bir film yapmıştı. Film 1,5 – 2 saatlik bir filmdi. Kullanılmayan sahnelerde neler vardı ve kurgulanış biçimi (Romm’un seçimi) farklı olsa idi farklı bir film ortaya çıkardı. Bir farklı olay da, Sinematek nedeni ile mi başlamıştı, Hisar Film Yarışmaları vardı, buraya katılan filmlerden (kısa metraj – belgesel) biri için yapımcısı / yönetmeni, filme yöneltilen “olaylar peşi peşine eklenmiş gibi, hiç düzenleme yapılmış” eleştirisine: “Elimizdekileri kullandık, az olduğu için bir ayıklama yapamadık” diye cevap vermiş. (Bunlardan ilki, filmi görünce düşünmüş olduklarım, ikincisi ise olaya tanık olan birinden -ikinci elden- dinlediklerim.)

Belgesel filmin -sizin çok iyi bilebileceğiz gibi- kısıtlayıcı özellikleri yanında, sonsuz olanakları da vardır. Benim düşüncemdeki belgesel film soyutlaması, yukarıda da değindiğim gibi belgeselerin düzenlenmiş mizansenler olmadan saptanmış görüntülerle yapılmasıdır. Yanılabilirim. Direk alâkası yok ama, benzerlik gördüğüm için kısaca değineceğim, üzerine yazı yazdığım kitabı çıkaran yayınevinin bir başka kitabında (Türk Sineması ve Din) sinemamızda din üzerine yapılan bir incelemede, benim daha önce sinemamızda din üzerine yazdığım ve Antrakt Dergisi’nde yayınlanan bir yazımdan alıntı yapılmış, dergi ve isim belirtilerek gösteriliyor; ama tamamen başka amaçla yazılmış yazımdan alınan küçük bir pasaj, tamamen farklı bir konudaki yazı için alıntılanmıştı.

Ben (biz) ne yazarsam yazayım (ne yazarlarsa yazsınlar) sizlerin filmleri üzerine yazıyoruz ve yazacağız. Öyle ise aslolan filmlerdir. Ne yapmış olursanız olun bir sinemacı olarak sizi hiç bir zaman hedef olarak görmem mümkün değildir.

En derin saygılarımla, ellerinize sağlık.

(26 Ocak 2010)

Orhan Ünser

Ladik ’76

Sayın Orhan Ünser,

Bugün (24 Ocak 2010), “Ladik ’76” belgesel filmi ile ilgili yazınıza ve eleştirilerinize bir rastlantı sonucu ulaştım. Filmin, “belgesel” olma niteliğini haksız ve ağır biçimde gölgeleyen bu görüşler filmi ve beni hedef aldığı için, bu eleştirilere ilk elden yanıt vermek istedim. Yaşanan gerçeklerin bilinmesinin yararlı olacağını düşündüm ve size yazma gereği duydum.

Büyük zorluklarla, özveriyle, özenle, parasız, pulsuz ve birkaç kişinin sınırlı emek desteğiyle çekildi bu film. Bu film ile ilgili gerçekleri ve bu bağlamda, kişisel, içtenlikli ve duru belgesel film anlayışımı size iletmek istedim. Bu yazımın; haksız, acıtıcı, olumsuz önyargıları düzeltmeyi de amaçlayan görüşlerimin varsayılan olumsuz duruma yeteri kadar açıklık getirmesini dilerim.

Yokluklardan yaratılan bu belgeselin yapımına doğrudan tanık olmayan kişilerden ya da sığ kaynaklardan edinilen bilgiler sizi yanıltmış olmalı. Bu yanlış ve eksik bilgilenmeden yola çıkılarak yapılan “değerlendirmeler ve görüşler doğru da olsa” ne yazık ki “yanlış bir örnek ve bilgi” üzerine kurgulanmış oluyorlar. Ve bu filme de, temelsiz ve yersiz bir haksızlık yapılıyor. Kaldı ki; bu filmde ele alınan, işlenen ve tartışılması istenen sorunsal; toplum yararına olmayan, tek yanlı, çıkarcı politik uygulamalarla, kasıtlı ve bilerek şişirilen, doğal çevreye büyük zarar veren yapay bir göl yaratılmasında yatıyor… Filmde kullanılan görsel araçlar, içerik ve amaç gözardı edilmemeli ve dahası saptırılmamalıdır. Bir Devlet Kurumu olan DSİ’nin de birinci derecede rol oynadığı, dahası; bir “taraf” ve bir politik araç olduğu gerçeği de lütfen unutulmamalı…

Bu belgesel, 1976 yılının yaz aylarında, Samsun’un Ladik ilçesinde çekilmiştir. Önü kapatılarak, doğal yatağından taşırılan ve şişirilen göl çevresinde, altı günlük bir çalışmayla gerçekleştirilmiştir. “Doğayı, çevreyi, yöre halkının çıkarlarını ve sağlığını hiçe sayan çıkarcı politikacıların destek verdiği toprak ağalarının ve onların işlettiği değirmenlerin çarkları; durmasın, dönsün” diye yapıldı doğal yaşamın doğal akışını felç eden baraj. Bu amaçla da göl, şişirilerek doğal yatağının dışına taşırıldı. Değirmenler için gereken akar suyun biriktirilebilmesi için göl sularının mevsimsel ve doğal akışının önü; DSİ’nin yaptığı bir set/barajla kesildi. Yalnızca değirmen sahiplerinin yararına, yöre insanının, hayvan varlığının, doğal çevrenin gerekleri ve koşulları hiçe sayılarak; değirmenlere kesintisiz ve sürekli su sağlanması amacıyla gölün şişirilmesi öngörülmüş ve bu sağlıksız karar da uygulanmıştır. Bu uygulama; açıkça görülebileceği gibi salt politiktir. Toplum yararına değildir, çevreci hiç değildir. Acımasızca uygulanan bu kararın, artık, çevre köyleri aleyhine sağlıksız ve olumsuz sonuçlar doğurduğu yıkıcı sonuçlarıyla çok da iyi ve yakından biliniyor. Belgesel film o günlerde yurt içinde baskı gördü, yasaklandı, kamuya açık gösterimi, yakın günlere kadar sağlanamadı. Ladik ’76; ancak yurtdışında gösterime sokulabildi. Oralarda kabûl gördü, yaşadı ve değer buldu…

Benim görüşlerimi de almayı gerekli görürseniz; daha geniş ve açıklayıcı bilgi vermeye istekli olduğumu ve bunda yararlar gördüğümü bilmenizi isterim.

En iyi dileklerimle ve saygılarımla,

(24 Ocak 2010)

Güner Sarıoğlu

Küçük Adam Büyüdü: Gangster Sineması

Gangster sineması, Hollywood’un önemli türlerinden. Tıpkı müzikaller ve westernler gibi. Gangster sinemasını ele alırken dönemleri sosyoekonomik olarak da değerlendirmek gerekiyor.

1920’li ve 1930’lu yıllarda ABD’de süren ekonomik çöküntü, yeraltında çeteleri yaratmıştı. 1929’daki ekonomik buhran ve ardından gelen içki yasağı New York ve “cazın ülkesi” Şikago gibi büyük şehirlerde ortaya çıkan gangsterlerin içinde beyaz Amerikalı, yani WASP yoktur. Onlar İtalya’dan ve İrlanda’dan gelen göçmenlerdi. Bir rakipleri daha vardı: Yahudiler… 1929’da depresyonla beraber “Amerikan rüyası” çökmüş ve bu enkazın altından organize suç örgütleri çıkmıştı. Dönemin en öne çıkan gangsteri Al Capone’du. Sinemanın ilk (kısa metrajlı) gangster filmi, David W. Griffith’in 1912 yapımı 17 dakikalık sessiz “The Musketeers of Pig Alley” (Domuz Sokağının Silahşörleri) yapıtıydı. Bu filmde, New Yorklu gerçek gangsterler kullanılmış. Martin Scorsese, 1990 yapımı “Goodfellas-Sıkı Dostlar” ve 2002 yapımı “Gangs of New York-New York Çeteleri” filmleri, Griffith’in bu filminden etkilenmiş. Raoul Walsh’un 1915 yapımı sessiz ganster filmi “Regeneration” (Yeniden Doğuş), 1976 yılında Montana’da bir binanın bodrum katında bulunmuştu. İrlanda kökenli bir gecekondu çocuğunun büyüyüşünü suç dünyasının içerisinden anlatılıyordu bu 72 dakikalık film. Walsh’un bu filmi ilk uzun metrajlı gangster filmiydi ayrıca.

Paramount, 1927 yapımı “Underworld” (Aşağı Dünya) sessiz filmini hemen gösterime sokmadı. Bu film, daha sonra sınırlı sayıdaki salonlarda gösterime girebildi. Kendinden sonra gelen birçok suç filminde iz bırakan bu filmi büyük Alman yönetmen Josef von Sternberg yönetmeye çalıştı, ama Paramount, Sternberg’in yerine Arthur Rosson’ı atamış. Sterberg, 1930 yapımı “Der Blaue Engel-Mavi Melek” filmiyle hatırlayabilirsiniz. Bu filmin hikâyesi Ben Hecht’e, senaryosu da Howard Hawks’a aitti. Raoul Walsh’un 1928 yapımı siyah-beyaz gangster filmi “Me, Gangster” (Ben Gangster), Charles Francis Coe’nun hikâyesinden aktarıldı. Filmde Carole Lombard da “Sarışın” Rosie’yi canlandırdı. Filmde June Collyer (Mary) ve Don Terry (Jimmy) başrolü paylaşmıştı. Bu filmin kameramanıysa Arthur Edeson’dı. Bu filmde, babası dok işçisi olan genç Jimmy’nin kötü yola sapışı anlatılıyordu. Lewis Milestone ustanın 1928’de yönettiği “The Racket”i (Haraç), kara film ruhlu gangster filmi olarak değerlendiriliyor. 1895’te Kişinev’de doğan, 1980’de Los Angeles’ta ölen yönetmen Milestone’un bu suç-gangster filmi Bartlett Cormack’ın oyunundan uyarlanmıştı. Filmde, dürüst bir polis, yozlaşmış politikacılar ve hukuk insanlarına rağmen içki kaçakçılarıyla savaşıyordu. Filmin de mekânları Şikago’ydu. Milestone’un bu filminin sadece bir kopyası bulunuyor. İlk sesli gangster filmiyse Bryan Foy’un 1928’de yönettiği “Lights of New York” (New York Işıkları) yapıtıydı. Bu filmin ilk çevrimi 1916’da aynı adla Van Dyke Brooke tarafından sessiz yönetilmişti. James Cagney’in perdede göründüğü ikinci film, onun sinemadaki kaderini de belirledi. Siyah-beyaz 1930 yapımı “The Doorway to Hell” (Cehenneme Giriş) gangster filmini Archie Mayo, Rowland Brown’ın hikâyesinden uyarladı. Film, Şikago’da yoğunlaşan gangsterlerin hikâyesini yansıttı.

Türün ilk motifleri…

1930-38 yıllarında çekilen gangster filmlerinde çok belirgin motifler vardı. En önemlisi, küçüklük motifiydi. Başkarakterlerin boyları kısaydı. Edward G. Robinson, James Cagney, Paul Muni gibi. Filmlerde aşağı yukarı kahramanlar filmin başında bir cinayet işliyor ve ardından onun kaderi başlıyordu. Seyirciyle kahramanın özdeşleşmesi de önleniyordu böylece. Elbette zaman duygusu önemliydi. Zirveye çıktıkça kahramanın düşmanları da çoğalıyordu. Bu yüzden kahraman her şeyi yoğun yaşamak zorundaydı. Gangster olanların çoğu taşradan büyük şehirlere gelmişlerdi. Bu dönemin filmlerinde dans figürü de çok önemliydi. Özellikle “tap” diye anılan dans müziği. Çünkü, gangsterlerin ince ruhu olduğunun altının çizilmesi gerekiyordu. Cinsellik de önemliydi ayrıca. Her şey açıktan olmazdı ve hep bir gizem vardı. Kadınlara asla güven olmazdı, onlara gerçek anlamda aşık olunmaz ve sır verilmezdi. Bu dönemin filmlerinde şaşılacak bir biçimde kadınlar sarışın ve aptaldı. Tıpkı kara filmlerdeki gibi.

Gangsterlerin önde görülen işleriyse genelde kumarhanedi. İşlerini kumarhanelerinin arka bölümlerini büro olarak kullanırlardı. Bir de kanun adamları vardı elbette. Gangsterin sıradan ve önemsiz olduğunu hissettirmek için, düzene sadık savcı, yargıç ve polisler vardı 1930’lu gangster filmlerinde. Bu dönemin filmlerinde şu denmek isteniyordu: Toplumda herkesin bozulmadığı ve geleceğin hâlâ var olduğu… Bu filmlerde çevre de önemliydi. Barlar, gece kulüpleri ve karanlık dar sokaklar… Gangster sinemasının temelini atan bu dönemin en önemli vurgusu törenselliğin öne çıkmasıydı. Balolar, cenazeler ve düğünler çok önemliydi. Silâhlar, siyah Lumizin arabalar, fötr şapkalar, çizgili takım elbiseler, siyah-beyaz parlak ayakkabılar ve purolar da ikon olarak çok önemliydi. 1930’larda çekilen iki önemli gangster filmi bu döneme damgasını vurdu. 1931 Mervyn LeRoy’un siyah-beyaz “Little Caesar-Küçük Sezar” filmi William R. Burnett’ın (1899-1982) aynı adlı romanından uyarlandı. Roman 1929’da yayımlanmıştı. Yazarın bir diğer ünlü soygun-suç romanı “The Asphalt Jungle-Elmas Hırsızları” da 1950’de John Huston tarafından kara film türünde sinemaya uyarlanmıştı. “Küçük Sezar” filminde “Küçük Sezar” diye anılan Enrico Bandello “Nico”nun yükselişi ve düşüşü anlatılıyordu. Bu film, gangster sinemasının da temellerini attı. “Nico”ya Edward G. Robinson hayat vermişti. Filmin mekânlarıysa Şikago’ydu. Çünkü Şikago, New York gibi gangsterlerin şehriydi. Bu filmin final bölümü trajiktir. Çavuş Flaherty (Thomas Jackson), “Nico”yu reklâm panosunun yanında sıkıştırır ve vurur. “Nico”nun dansçı olmak isteyen en yakın arkadaşı Joe Massara (Douglas Fairbanks, Jr.) ve Joe’nun aşık olduğu dansçı Olga’nın (Glenda Farrell) mutlu resimleri vardır reklâm panosunda. “Nico”, soğuk ve karanlık gecenin içinde yoksulluk içinde ölür. “Nico” vurulduktan sonra kamera, yerde uzanmış “Nico”yu üst açıdan zavallı bir biçimde gösterir ve gangsterler kanun önünde yenilgiye mahkûmdur imgesi verilir. 1932 yılında Howard Hawks’un çektiği “Scarface-Yaralı Yüz”ü, yeraltı dünyasını gerçek anlamda derinden etkilemiştir. Öyle ki, tüm giysileri, yaşam tarzları ve takıldıkları mekânlar bu iki filme, “Küçük Sezar” ve “Yaralı Yüz”e bakarak hepten değişmiştir gangsterlerin. Armitage Trail’in (1902-1930) romanınından uyarlanan bu siyah-beyaz film gangster-kara film olarak da değerlendiriliyor. Bu filmin baş senaristi de büyük sinemacı Ben Hecht’di. Diğer seraristleriyse Seton I. Miller, John Lee Mahin ve William R. Burnett’tı. Roman/film ünlü gangster Al Copone’un hayatından esinlenmişti. Filmde Antonio “Tony” Camonte’nin (Paul Muni) hayatı anlatılıyordu. Film, 1931’de tamamlanmasına rağmen sansür korkusundan hemen gösterime giremedi bu film. Bu yüzden filmin yapım tarihi 1932 olarak belirlendi. Filmi yapanlar filmin afişine “The Shame of the Nation” (Milletin Utancı) yazısını bile yazdılar. 1983’te Brian de Palma, “Yaralı Yüz”den esinlenerek “Scarface-Sicilyalı” filmini çekmişti. De Palma’nın filmi DVD’de “Yaralı Yüz” olarak yayımlandı. Hawks’un ve De Palma’nın filmlerinde başkarakerler kız kardeşlerine aşık oluyorlardı. Al Capone kadar ünlü bir gangster daha vardı. Charles “Lucky” Luciano, yani Salvatore Lucania (1897-1962), organize suç örgütlerini modernize eden ve eroinin dünyada yaygınlaşmasına katkıda bulunan bir mafya babasıydı. Onun hayatını en iyi anlatan filmse 1973 yılında Francesco Rosi’nin yönettiği “Lucky Luciano”ydu. Bu filmin başrolünde de büyük oynucu Gian Maria Volonté vardı. TRT’de de gösterilen Michael Nouri’nin 1981’de oynadığı televizyon dizisi “Gangster Chronicles” de var. Diziyi Richard C. Sarafian yönetmişti. William A. Wellman’ın yönettiği 1931 yapımı siyah-beyaz gangster filmi “The Public Enemy-Halk Düşmanı”nda James Cagney, Tom Powers adlı bir gangsteri canlandırdı. Bu filmin hikâyesi 1920’li yıllarda geçiyordu. Tom, çocukluğunda ve ilk gençliğinde despot babasından dayak yer hep. Tom, arkadaşı Matt’le (Edward Woods) küçük suçlarlar işlemeye başlar sonra. İçki yasağının da yaşandığı yıllarda yeraltı dünyası da hayatı kuşatmaya başlıyor o sıralar. Tom’un önünde kanlı ve sert bir dünya durur şimdi. “Halk Düşmanı”na sinema tarihinin en önemli gangster filmi deniliyor. Ünlü yönetmen John Huston’ın babası Walter Huston’ın başrolü Jean Harlow’la paylaştığı 1932 yapımı “The Beast of the City” (Şehrin Canavarı), sinemanın önemli gangster kara filmlerinden. “Küçük Sezar”ı da yazan WR Burnett’ın hikâyesinden uyarlanan bu filmi Charles Brabin yönetmişti. Bu film, 1970’lerde “Kirli Harry” diye de bilinen Clint Eastwood’un oynadığı “Dirty Harry-Kirli Adam” filmine de ilham verdi. 1930’ların en önemli gangster filmlerinden biri de 1935 yapımı siyah-beyaz “G Men” filmiydi. Bu filmin hikâyesi de, büyük Hollywood stüdyolarından 20th Century Fox’un kurucularından biri olan Darryl F. Zanuck’un “Public Enemy No. 1” (Bir Numaralı Halk Düşmanı) romanından uyarlandı. Filmi de William Keighley yönetti. Kameramansa Sol Polito’ydu. Film, “Brick”, yani “Tuğla” Davis’in (James Cagney) hikâyesini anlatıyordu. “G Men”, FBI içinde çalışan, bir tür “gangster adamlar” anlamına gelen bir şey. FBI, gangsterlerin arasına sızdırdığı ajanlarına “g men” diyor. “G Men”, zamanında seyirciden büyük ilgi görmüş. Yine William Keighley’in yönettiği 1936 yapımı siyah-beyaz “Bullets or Ballots” (Ya Mermiler Ya Oylar) filminde Edward G. Robinson, polis dedektifi Johnny Blake’i canlandırdı. Dedektif Blake, gangsterlerin içerisine sızıyordu. Filmde Humphrey Bogart da Nick “Bugs” Fenner rolündeydi. Bu politik yönleri de olan bir film olmasına rağmen o dönemki suç filmlerinin gerisinde bulunmuş. Archie Mayo’nun 1936’da yönettiği “The Petrified Forest-Taşlaşmış Orman” gangster filmi, Robert E. Sherwood’un aynı adlı romanından uyarlandı. Filmin kameramanı da Sol Polito’ydu. Filmde de Leslie Howard (Alan) ve Bette Davis (Gabrielle) oynuyordu. Humphrey Bogart da filmde Duke Mantee karakterini canlandırdı.

William Wyler ustanın 1937 yapımı “Dead End-Çıkmaz Sokak” gangster filmi sinema tarihinin de gelmiş geçmiş en solcu filmlerinden biriydi. Bu sol ruhu aşacak bir film de hâlâ yapılamadı. Bu büyük filmin senaryosunu Sidney Kingsley’in oyunundan Lillian Hellman yazmıştı. Filmin yapımcısıysa MGM’in kurucularından Samuel Goldwyn’di. Muhteşem siyah-beyaz fotoğraflarsa büyük üstat kameraman Gregg Toland’a aitti. Filmin başrollerinde de Sylvia Sidney (Drina), Joel McCrea (Dave) ve Humphrey Bogart (Bebek Surat Martin) vardı. Filmin hikâyesi, New York’un sert gecekondu atmosferinde geçiyordu. Zengin-fakir arasındaki uçurumlar, geleceksizlik, suç dünyaları yansıyordu perdeden. Doğu Nehri kıyısındaki caddenin sol tarafında zenginlerin daireleri, sağ tarafındaysa yoksul insanların yaşadığı döküntü evler. Drina’nın kardeşi Tommy, “Bebek Surat” Martin’e özeniyor, bu yoksulluktan kurtulmak için. Eleştirmenler, filmle oyun arasında karakterler üzerinden ciddi farklar olduğunu belirtmişler. Wyler’ın bu “Çıkmaz Sokak” filmi, on yıllarca FBI’ın sansürüne uğradı. MGM, ancak 2005 yılında DVD’sini yayımlayabilmişti “Çıkmaz Sokak”ın. Gangster sinemasında iyi bir yere sahip William Keighley, James Cagney’le 1939’da siyah-beyaz “Each Dawn I Die” (Her Şafakta Ölürüm) gangster filmini de yapmıştı. Film, Jerome Odlum’un romanından uyarlandı. Filmin hikâyesinde muhabir Frank Ross var. Suçlu bulunur ve hapse atılır. Filmin kameramanıysa Arthur Edeson’dı. Frank Ross, kendince kanun dışı bulduğu insanları kendince cezalandırmak isterken, suçüstü yakaladığı insanların tuzağına düşürülünce hapse atılıyor. Gangster arkadaşının da hikâyeye katılmasıyla her şey rayından çıkar. Raoul Walsh’un yönettiği 1939 yapımı siyah-beyaz “The Roaring Twenties” (Kükreyen Yirmiler), Mark Hellinger’ın “The World Moves On” (Dünya Üzerinde Hamle) hikâyesinden uyarlanmıştı. Filmde elbette James Cagney vardı. Bu filmde Humphrey Bogart da oynamıştı. Bu filmin senaristleri arasında sonradan önemli yönetmenlerden olacak olan Robert Rossen da vardı. Rossen’ı Walter Tevis’in aynı adlı romanından 1961’de uyarladığı “The Hustler-Bilardocu” filminden hatırlayabilirsiniz. Filmin hikâyesi, 1 Dünya Savaşı sonrasında evine dönen savaş gazisi Eddie Bartlett’in hikâyesini anlatıyor. İçki yasağının bir baskıya dönüştüğü yıllarda Eddie yeraltı dünyasının içinde bulur kendini. Bu dönemde komedi türünde komedi filmleri de çekiliyordu. Edward G. Robinson, Lloyd Bacon’ın 1938 yapımı siyah-beyaz “A Slight Case of Murder” (Hafif Bir Cinayet Durumu) komedi-gangster filminde de oynadı. Remy Marco karakteri Robinson’ın gangster filmlerinde canlandırdığı karakterlerin sanki parodisi gibidir. Hızlı tempolu bu komedi-gangster filmi, Damon Runyon ve Howard Lindsay’in oyunundan uyarlandı. Oyun, 1935 yılında Broadway’de altmış dokuz defa sahnelenmiş.

Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt’in “New Deal/Yeni Anlaşma” yasalarıyla John Maynard Keynes’in (1883-1946) ekonomik plânı, yaşamı kuşatıcı buhranı atlatıyor ve böylece 1938’den sonra gangster sineması da yapı değiştirmeye başlıyordu yavaş yavaş. Kahramanın boyu da uzamaya başlar ve kanun adamlarıyla boyları neredeyse eşitlenir. Gangster, bununla beraber artık kendini feda eden bir insandır. Toplumsal sorumluluklarıyla arkadaşlık arasında sıkışmıştır. Artık kendi sınıfından insanları korumaya başlar kahraman. Her şeyden önce gangsterlerin şirketlerdeki gibi yönetim kurulları vardır ve her şey ortak kararla uygulanır. İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’daki karışıklıklarla “komünizm tehlikesi” de vardır. Toplumda inançsızlık, Amerikalılık ruhunda azalma ve uzaktaki savaşa katılma korkusu duyulur. Her şeye rağmen Amerika’da işsizlik azalmış ve açlık ortadan kalkmıştır. Bu dönemde de, 1940’larda da, önceki gangster filmlerindeki gibi bazı ortak yönler vardır: Çevre artık gettodur. Yani Çin Mahallesi, Yahudi merkezleri, siyah tuğladan yapılmış küçük daireler ve hapishaneler. 1930’ların büyük bölümünde çekilen gangster filmlerininde hapishane pek göze çarpmıyordu.

Yönetmen Max Nosseck’in 1930’lu yılların ünlü gangsteri John Dillinger’in hayatını anlattığı 1945 yapımı siyah-beyaz gangster-kara filmi “Dillinger”, sinnemanın önemli suç filmlerinden. Michael Mann, 2009 yapımı “Public Enemies-Halk Düşmanları” filminde aynı dönemi anlatmıştı John Dillinger’ı öne çıkartarak. Henry Hathaway’in 1947 yapımı “Kiss of Death” (Ölüm Öpücüğü) siyah-beyaz gangster-kara filmi, Eleazar Lipsky’nin hikâyesinden uyarlandı. Senaryoyu da büyük sinemacı Ben Hecht’le Charles Lederer beraber yazdılar. Büyük oyunculardan Richard Widmark, psikopat gangster Tommy Udo karakteriyle harikalar yaratıyordu. Bu filmde Karl Malden de vardı. Raoul Walsh’un 1949 yapım siyah-beyaz gangster-kara filmi “White Heat-Cehennem Alevi”nde James Cagney başroldeydi. Bu filme son büyük gangster melodramı da deniliyor. Bu filmde, acımasız ve “Oedipus kompleksli” bir psikopat gangster Arthur “Cody” Jarrett’ın trajedisi anlatıyordu. “Cehennem Alevi”nin girişi bir western filmi tadındaydı. Jarrett çetesi posta treninde kovboylar gibi soygun yapıyorlardı. Senaryosu iyi yazılmış filmde gerçekten de melodram üst noktaya çıkıyordu. Bu filmde tüm bir hapishane bölümü ilham vericiydi. Rafinerideki uzun final bölümü de sinema tarihine geçmiş unutulmaz anlardı sanki. Babası ve abisi “delilikten” ölen migrenli “Cody” (James Cagney), “Cody”nin ihtiraslı karısı “femme fatale” sarışın Verna (Virginia Mayo), ilham verici “kötü adam” Büyük Ed (Steve Cochran) ve hapishanede “Cody”ye yaklaşan polis Vic Pardo (Edmond O’Brien) filmin unutulmaz karakterleriydi.

Arthur Penn’in 1967 yapımı “Bonnie and Clyde-Bonnie ve Clyde” gangster filminin öncülü olan Joseph H. Lewis’in 1950 yapımı siyah-beyaz gangster-kara filmi “Gun Crazy” (Çılgın Silâh), MacKinlay Kantor’ın hikâyesinden uyarlandı. Bu film, “Deadly is the Female” (Ölümcül Dişi) adıyla da biliniyor. Bu filmde sarışın ve güzel İngiliz Peggy Cummins Annie Laurie Starr’a, John Dall da Bart Tare’ye hayat veriyordu. Elia Kazan’ın 1954 yapımı “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” filmi de 1950’lerin güçlü gangster filmlerinden biriydi. Filmin senaryosu Budd Schulberg tarafından yazılmıştı. Filmin başrollerinde Marlon Brando, Eva Marie Saint, Rod Steiger, Karl Malden ve Lee J. Cobb vardı. Bu film, mafyanın eline düşmüş dok işçilerinin “sarı”laşmış sendikasını ve suç dünyasını anlatıyordu. Marlon Brando, yıpranmış ve umutsuz boksör Terry karakterinde mükemmeldi. Richard Wilson’ın 1959 yapımı siyah-beyaz “Al Capone” filminde bu azılı gangsteri Rod Steiger canlandırmıştı. Brian de Palma da 1987 yılında bu gangsterin yakalanmasını ve yargılanmasını “The Untouchables-Dokunulmazlar” filminde anlatmıştı. De Palma’nın “Dokunulmazlar”ındaki Al Capone karakterinde Robert de Niro muhteşemdi.

(23 Ocak 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

bir PEDRO ALMODOVAR kitabı

Yıllar önce idi, Bunuel’in Tristana filmini seyrettikten sonra, Yeni Dergi’de Atilla Dorsay tarafafından yazılmış eleştirisinde, hristiyanlığa ait okullarda çocuklara Pazar günü tatile (şehre) gönderilmeden önce, çıplak kadın heykellerine baktırarak mastürbasyon yaptırdıklarını okumuştum. Bu okuyuş, Bunuel’in filminde, aynı şekilde şehre inen çocuğa Tristana’nın çıplak göğüslerini göstermesine anlam katıyordu, bu anlam zaten filmin içinde vardı, fakat bu uygulamayı bilmeyenler için, kafada bir takım sorular oluşturacak bir sahne idi. İşte yönetmenler üzerine yazılan kitaplar, yönetmenlerin yaptıkları filmlerde, bu ve benzeri bir takım sahnelerin nasıl farklı şekillerde yorumlanabileceğini veya anlamadan izlenebileceğini örnekliyor.

Ülkemizde ’50’li ve ’60’lı yıllar ABD ağırlıklı sinemanın yaygın olduğu dönemdir. Bu arada ’30’lu yıllarda Avrupa sineması bir çok örneği ile değişik sinema örnekleri verdi ise de ’40’lı yıllarda savaş nedeni ile -özellikle- ülkemizde doğu -Mısır- filmleri ağırlık kazanmıştır. ’30’lu yıllar ve özellikle ’50’li yıllardan sonra ABD sineması tüm dünyada hakimiyet kurmuştur, bu da ulusal sinemalara sekte vururken, bizim gibi alıcı durumundaki ülkelerin pazarında büyük bir ağırlık kazanmıştır. O yıllardan beri özellikle Avrupa ve kimi Güney Amerika ülkeleri ve Japonya ile -o yıllarda- SSCB’ne ait filmler zaman zaman sızma yaparak ticari sinemalara ulaşabilmiştir. Ve bu filmler içinde çok sıradanlarının yanında o günlerin kimi yaratıcı yönetmenlerin filmleri de yer almaktadır. Aynı şey günümüz için esasta değişmese de farklılık gösterir. Özellikle son on yılda ülke pazarında yerli filmler ABD filmlerine rekabet eder, hatta onları alt sıralara iteler olmuşlar, bu arada da diğer ülke sinemalarının filmleri de, seyrekte olsa seyirciye ulaşır olmuştur. Yalnız film gösterimleri, televizyon yanında, bir takım özel gösterim düzenlemeleri ve içte giderek yaygınlaşan festivaller nedeni ile bu tip yaratıcı yönetmen elinden çıkmış filmleri perdelerine taşımaktadırlar.

Günümüz yaratıcı yönetmenlerinden Pedro Almodovar da bu kanalla bizlere ulaşabilmektedir. Özel gösterimlerde filmlerini izleme olanağı doğarken, son filmleri ticari sinemalara da gelmeye başlamıştır. Los Abrazos Rotos / Kırık Kucaklaşmalar halen gösterimdedir. Bu arada son yıllarda sayılı giderek artan sinema kitapları artık belirli bir bütünleşmeye doğru da yönelmiş, ES Yayınları çeşitli şekillerde gruplandırdığı yayınların bir kısmını da yönetmenlere -özellikle yaratıcı yanı öne çıkan- yönetmenlere ayırmıştır.

“bir PEDRO ALMODOVAR kitabı” İhsan Mursaloğlu’nun eli ile bizlere ulaşıyor, önce kısaca Almodovar tanıtılıyor, sonra filmleri aracılığı ile hem Almodovar hem de İspanya… Kitapta, ilk filmden itibaren kahramanlar aracılığı ile (doğrudan değil), İspanya’nın uzun bir dönem yaşadığı faşist dönemin izlerinin ve katolik yapılanmaların etkileri olayların arkasından sezdiriliyor. Kanlı arenaların değişik kahramanlarının yanında, cinselliğin normal, daha çok -bizim toplumumuz için anormal diye bileceğimiz- anormal (farklılık gösteren) ilişkileri, uyuşturucu, farklı sanat dalları (sinema, dans, müzik), yukarıda değindiğimiz faşizmin devam edebilen izleri ve eski ağırlığı ile olmasa da katoliklik, birlikte insanların yaşamlarını yönlendiriyor.

Almodovar da sinemanın az sayıdaki “kadın yönetmenleri”nden biri. Kadın kahramanlarının erkeklere önceliği var, erkekler ise hep yitirenler; kitap bu özelliği her film için örneklerle birbirine bağlıyor.

Kitaptan öğrendiğimiz -ve kimi filmlerinde gördüğümüz- gibi, Almodovar filmlerinde sinemaya sırf kahramanları aracılığı ile yer vermiyor. (Son filminin kahramanı “üstelik” gözleri görmeyen bir yönetmen) Filmleri, yukarıda belirtilen dönemlerde dünyaya yayılan ABD sinemasının öne çıkmış bir kısım filmlerine, yönetmenlerine nerede ise bir saygı duruşu, bu nedenle yapılan bir takım göndermeler içeriyor. Başta Hitchcock ve Douglas Sirk olmak üzere, Hawsk, Mankiewicz, Hattaway çeşitli filmleri ile hatırlatılıyor (doğal ki gönderme yapılan filmleri görenlere…) bir de ülkesinin bir diğer yaratıcı yönetmeni Bunuel…

İhsan Mursaloğlu, “bir Pedro Almodovar kitabı” kitap olmanın yanında Almodovar şifrelerini de iletiyor bize, film sinema da seyredilir, ama bazı filmler haklarında bir şeyler bilerek seyredilirlerse daha başka film olurlar, Mursaloğlu bize bir kapı aralıyor…

“bir PEDRO ALMODOVAR kitabı”, ES Yayınları, 2010,
http://www.esyayinlari.com

(21 Ocak 2010)

Orhan Ünser

Cem Yılmaz’ın ve ‘Yeni Mizah’ın İzini Sürmek

Başlangıç Yerine ya da Meraklısına Katıla Katıla Gülme Tarifleri
Aptal olmadığını ısrarla vurgulayan sarışın manken, şov çıkışında çevresini saran gazeteci ordusuna şöyle bir gülümsüyor ve “en çok neye güldünüz?” sorusunu “inanın bilmiyorum” diye savuşturuyor:
“Zaten Cem Yılmaz’ın stand up’larından çıkınca hiç bir şey hatırlamıyorsunuz ki… Sadece herşeye ama herşeye katıla katıla güldüğünüzü anımsıyorsunuz o kadar…”
O sırada devreye bizzat Yılmaz’ın kendisi giriyor. Yeniçağın komedyeni, “Hoşgeldin 2003” adlı gösterisinin İzmir ayağında, seyirciye şöyle sesleniyor:
“Gülmekle ilgili bir sıkıntısı olan bir adamın burada ne işi var? Ama bazıları dertleniyor: ‘aman canım, öyle ağzını yayıp gülmek olur mu, birazcık da düşünmek lâzım!’ diye. Ben o konuyu hallettim, merak etme. Sen burada niye düşünesin ki? Gülmek için toplanmışız buraya… Diyorlar ki ‘yalnızca gülmek olmaz, güldürürken düşündürmek lâzım!’ Oysa gülmek zaten çok zorlu bir aktivite, o yüzden neşene bakacaksın, güleceksin o kadar…”
Komedinin yüzyıllar geçse bile ayakta kalacak olmasının en temel nedenini, “bir dizi inanca saplanıp kalan bir toplumun sahici olmayan yaşam tarzını ya da tarihsel münasebetsizliğini hedef alması” olarak açıklayan Brecht’e yanıt mı verilmektedir dersiniz. Ya da başka bir deyişle münasebetsizliği hedef alması beklenen komedyen, varoluş nedeninin bizzat kendisi olmaya mı soyunmaktadır yeni dönemde?

Sarı-Siyah Sayfalarda Kısa Bir Gezinti
Gözlerini 70’lerde kırpıştırmaya başlayan bir kuşak için günümüz güldürüsünü kavramanın yolu uzun ve badireli bir süreçten ve belki de en çok mizah dergilerinin sarı siyah sayfalarını yeniden hatırlamaktan geçer. Ülkenin sosyo politik, ekonomik ve kültürel referansları adına gerçek bir yarılmaya işaret eden 80 darbesi öncesinde, (dönemin toplumsal muhalefetini tam manasıyla karşılayamaması söylemini hiç değilse bir süreliğine bir kenara bırakarak) “Gırgır” dergisi etrafında toplanan bir grup mizahçı ve karikatürist, öncüllerinden farklı sayılabilecek bir söylemle ve giderek büyüyen bir koroyu peşine takarak güldürü sahnesine çıkıyordu.
Nasreddin Hoca’nın Timur’a başkaldırısı, Keloğlan’ın padişahın kızını öyle ya da böyle kapıp kaçması ya da daha yakın dönemlerin “Marko Paşa”ları, “Akbaba”ları, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi ustaları göz ardı edilmeden bu topraklardaki sözlü / yazılı ve görsel mizahın, baskıdan hemen her dönemde nasibini almış aydınlar eliyle etkili bir direnme aracı haline getirildiği -Levent Cantek’in “Türkiyede Çizgi Roman” adlı incelemesinde de vurguladığı gibi- “muhalif kalmayı sürekli başaran, neredeyse en etkili yayın organı”na dönüştüğü hatırlanacaktır.
80’le birlikte, dönemin baskıcı / apolitikleştirilmiş atmosferinden güleryüzlü bir biçimde sıyrılmanın yolu haline dönüşen Gırgır; kimi zaman sistemle yarı uzlaşmış, kimi zaman da koşulların ana hatlarını belirlediği sınırları eğlenceli biçimde aşmaya yeltenen haylaz bir çocuk edasıyla (okuyup anlamanın, sorgulayıp değiştirmeye çabalamanın ‘out’ olduğu konjonktürün de şaşırtıcı bir avantaja dönüştüğü ortamdan görselliğin gücüyle yararlanarak) kısa sürede dünyanın en çok okunan dergileri arasına girecektir. (Cantek’in incelemesinde istatiksel olarak sunulan Gırgır’ın kapak konuları bu yaklaşımın doğruluğunu açıklar: 80’lerin Gırgır’ı en çok Turgut Özal (% 20.3), İşadamları ve Politikacılar (%19.6), Zamlar (% 10) konularını işlemiştir. Tabloda İşçi Hakları % 3.4’ler, darbeciler ve işkence gibi ‘hassas’ konular ise % 1’lerle ifade edilmektedir.)
Mizahtaki ilk kırılma, belki de şaşırtıcı olmayan biçimde, 80 kâbusunun ağır aksak da olsa derin uykulardan çekilmeye başladığı bir döneme rastlar. Bu dönemde gündeme gelen Limon, Gırgır’dan ilk önemli kopuşun adresidir.
Limon; Netekim ve Ora’dan Öyküler gibi yaratıcı ve politik açılımları bir yana, (Gırgır’ın kardeşi konumunda olan Fırt’tan aşina olduğumuz Yavrunuzun Sayfası’nı dipnot olarak ekleyerek) cinselliğin karikatürde başlıbaşına bir tür haline dönüşmesinin de ilk kurumsal adresi olacak ve bu durum derginin en işlevsel bölümlerinden olan Okur Mektupları’nda sıklıkla tartışılacaktır. (Bu noktada, günümüz ölçeğinde hayli naif özellikler barındıran bu tartışmaların, bir süre sonra güldürünün 90’lar serüveninin belirleyici metinleri haline dönüşmesine tanıklık ettiği gerçeğine vurgu yapalım.)
80’lerin son durağında, içerdiği politik mesajlar ya da Oğuz Aral merkezinde süregelen tartışmalar bir yana, arka plânında büyük sermaye gruplarının; Simavi’lerin, Akbay, M. Ali Yılmaz ve Asil Nadir’lerin olduğu kopmalar, ülke soluyla paralellik göstererek bölündükçe çoğalan, çoğaldıkça kitleyle bağlarını koparan ayrılışları beraberinde getirecektir: Hıbır, Pişmiş Kelle, Deli, Dıgıl, FırFır, Avni, Ustura vs.
Bu süreçten en kârlı çıkanın, kısa sürede orta sınıf gençliğini merkezine oturtacak Leman olacağını söyleyerek, komşu kızının eteğini çocukça mahcubiyetiyle kaldırmaya çalışan Avni’yi toprağa verdiğimiz ve yerine çok başka bir ‘şeyi’ koyacağımız bu dönemi noktalayalım.

Kader Ağlarını Örerken…
En kitlesel dışavurumunu 90’ların ikinci yarısından itibaren özellikle Cem Yılmaz’ın çıkışıyla sinemada gerçekleştirecek olan yeni mizahçıların karikatür dergilerinde ektikleri rüzgarın; önce Kahpe Bizans’ları, ardından da GORA, Kutsal Damacana, İvedik ve diğerlerini biçmesi an meselesidir.
Ama…
Bu noktada, değişen ve yükseldiği su götürmez değerler dünyasının (!) kimi aktörlerini ya da ağlarını ören kadere katkıda bulunan bazı isimleri hatırlamakta fayda olabilir. Bu doğrultuda ilk akla gelen; Şükrü Yavuz’un ifadesiyle “L’sini Langadank, İ’sini İşkence Dizisi, M’sini M’Öyküler, O’sunu Orası ve N’sini de Netekim’in temsil ettiği” Limon sürecini slogancı buldukları için terkeden; ancak patron Asil Nadir’in de bu eleştiriye katılmasının hemen ardından (Gani Müjde’nin ‘Eski Babıali Oyunu’ söylemine vurgu yaparak) kalan ekibin gönderilmesi pahasına yeniden ‘işbaşı yapan’ iki karikatürist Kemal Aratan ve Mehmet Çağçağ’dır.

Daraloğlan’dan Esas Oğlan’lara…
Mizah dergiciliğinde o ana dek örneğine pek rastlanmamış, cinselliğin her daim ön plânda olduğu çizgi romanlarıyla hatırlanan Aratan, ünlü Milo Manara’nın erotik desenlerine öykünerek “Çıtt” ve “İstedikleri Yere Gidenler” gibi eserlere imza atmıştır (Bu öykülerin yer aldığı Limon sayılarının tirajını hayli arttırdığı rivayetini hatırlatalım).
90’ların hedef kitlesinin en iyi betimlemesinin Mehmet Çağçağ’dan geldiği tespiti ise sanırız karikatüre ilgi duyan hemen her kesimin uzlaşacağı bir olgudur. “Daraloğlan” ile başlayıp, “Daral & Timsah” ve sonunda da yalnızca “Timsah”a dönüşen çizgi bant, dönemin mizahına yalnızca unutulmaz bir karakter hediye etmekle kalmamış, pek çok karikatürist için (oluşturulacak yeni tipler bağlamında) prototip oluşturmuştur. Tam bir ‘yaratılan kuşak’ tiplemesi olan Timsah; gemisini kurtarmak ya da daha çok kazanmak adına en yakın dostunu harcayacak bir yapıya sahiptir. Şehvetten gözü dönmüş, eğitimli olmasına karşın ‘günü kurtarma’ dışında her türlü idealden yoksun ve kendi bacağından asılan koyunlar dünyasında benzersiz olan kahramanımızın (başlangıçta bir yan karakter olduğuna ve süreç içinde Daral’ı sollayıp köşenin asli unsuru haline geldiğine yeniden dikkat çekerek) okuyucularının gözünde önlenemez yükselişi, benzer figürlerin sinemaya sıçramasında da belirgin rol oynamıştır sanırız. Yine de ayrıntılı bir Timsah portresi için, sözü bir süreliğine Can Dündar’a bırakalım:
“Aslında sonradan ünlü bir pop şarkıcısı olacak gerçek bir tipten yaratılmıştı Timsah… Uzun kafası, dik saçları, karizması ile çok belirgin bir tipi vardı. Çağçağ ona kötü bir karakter giydirdi. Ahlâksızdı bir kere… Daral’ın tersine, seks, para ve araba dışında hiçbir meselesi, felsefesi, ideolojisi olmayan, kendinden başkasına aldırmayan bir adamdı. Marka bağımlısıydı. Bencildi. Köşe dönmeciydi. Sadece tüketerek varolabildiği bir yaşam sürüyordu. Meselesi olan insanlarla dalga geçiyordu. Cibiliyet hırkasını çoktan çıkarıp atmıştı. Ar, haya duygusu yoktu. Bu tür şeyler hızını kesiyordu… “Ne kadar az utanırsan, o kadar çok tırmanırsın” diye düşünüyordu. Daral ’90’larda yaşasa da, ruhu ’80’lerde kalmış bir tipti. Timsah ise Özal kuşağındandı. ’90’ların mahsülüydü.”

Üç Karikatür, Bir Analiz!
Bir:
Meşhur Korkunç Tilbe, Soru Adamcıkları’ndan birinin önünde soyunmaktadır. Adam kolunu omzuna koyar ve “Tilbe, bak yavrum, ben çirkin bir adamım. Bende ne buluyorsun anlamıyorum.” diye hayıflanır. Tilbe’nin öldürücü yanıtı peşi sıra gelecektir: “Ulan eski numara bee! Çirkin diyeceksin, ben de ‘belki yumuşak hatların yok; ama çekici birisin!’ diye yanıt vereceğim ve gönlün alınmış olacak! Demiyorum ulan! Zaten nerede bir maymun var beni buluyor ya! Çirkin ama çekici ha!”
İki: İyilerin dostu, kötülerin amansız düşmanı Kızılmaske (Phantom), yanındaki Pigme’yle sohbet etmektedir. Halinde bir gariplik vardır. Gözlerine sürme çekmiş, boynuna geçirdiği eşarbını savurarak (ve tuhaf biçimde kırıtarak) “Allah senin canını almasın şef! Kız sen adamı öldürürsün vallahi..” diye konuşmaktadır.
Üç: Cennetin kapısında bekleyen (ve bizden biri olduğu her halinden belli olan) bir adam, kapıdaki görevliye “Hoca, bir arkadaşa bakıp çıkacağım” diye yalvarmaktadır. Görevlinin “Hadi Lan” haykırışı, cennetten duyulan “herşey çok güzel”, “yaşasın!” çığlıklarına karışır.

Sınır Tanımaz Kızlar ve Çizilen Karizmalar Arasında Türk Olmak…
Cem Yılmaz’ı; bu psikolojik ortamın üzerine oturan ‘yeni mizahçılar kuşağı’nın son halkasına eklemlenen bir unsur olarak 90’larla birlikte tanımaya başladık.
Sözün bu noktasında, süreç içinde karikatürlerinin ana figürü haline dönüşecek olan Korkunç Tilbe’nin, “sanatının” sonraki aşamalarında besleneceği bir kaç koldan birini temsil etmesi açısından önem arzettiğini varsayarak yeni bir girizgâh yapalım…
Öncelikle Tilbe’nin, -genel tavrı ve üslûbu yumuşatılmış olmakla birlikte-, Timsah’ın kadın versiyonu olmaktan öte bir anlam ifade etmediğini vurgulamak gerekir. O; her anlamda görmüş, geçirmiştir. Karşısındaki erkeğin yaklaşımını satır aralarında da olsa sezecek kadar zekidir ve daha da önemlisi “bedenimi teslim alabilirsin, ama ruhumu asla!” diyen Yeşilçam kadınlarının antitezi olduğunu kavrayabilir. Bir randevu dönüşü, evinin kapısında sıkıntılı bir ifadeyle kendisini ‘kahve içmeye’ davet ettirmeye çalışan adama, “Aslında seninle odamda kumrular gibi sevişmeyi düşünüyordum; ama maksadın kahve ise yandaki salon sabaha kadar açık. İyi günler!” demekten çekinmez, ruhunu asla teslim etmez! Bir başka serüvende, helenistik bir vücudu olduğunu söyleyen ressamın kartlarını hemen okuyuverip resti çekecektir: “Bakkal olsan ne yapacaktın, ya da tornacı olsan bana benzeyen bir cıvata mı imâl edecektin? Bırak bunları da yapabileceksen yap resmimi!” Timsah’daki sınır tanımaz ahlâk yoksunluğunun bir başka yansıması olan ‘iş bitiricilik’ ve sınıf atlama sevdası uğruna ‘babasını bile gözünü kırpmadan satma’ çabası çıkarılırsa iki karakterin çok daha iyi örtüşeceği görülecektir. Bunu da Tilbe’nin mensubu olduğu sosyal sınıfa bağlayabiliriz. (Biraz da bu yüzden Tilbe, öncülüne oranla karakter bakımından daha sığ sularda yüzmektedir.)
Bölümü; Cem Yılmaz’ın şu ana kadar yönettiği ya da senaryosunu yazdığı filmlerde güçlü bir kadın karakter sunamamasının kimseyi yanıltmaması gerektiği düşüncesiyle kapatalım ve özellikle Altan ve Arif’in, (sınıfsal açıdan nüanslara sahip olmakla birlikte) genel geçer yönleriyle Tilbe’nin cinsiyet değiştirmiş yarıları olduğunu hatırlatalım.

Kızılmaske esprisi, bir kuşağın dönüşümü anlatması bakımından önemlidir. Tıpkı son karikatürde olduğu gibi referans kaynakları arasında Ahmet Yılmaz ve Kaan Ertem’i gösterebileceğimiz ‘mitosun yere serilmesi ve hemen ardından madara edilmesi’ biçiminde özetlenebilecek bu anlayış, Yılmaz karikatürlerinde en az Tilbe kadar yer tutar.
Kültün devrilmesi 90’lıların; 70’ler kuşağının -yaşanan ölümlerin ardından yer yer tapınmacı bir hale bürünmekle birlikte- içlerinden çıkardığı önderlere eklemlenmesine yanıtı gibi de okunabilir. İlk anda zorlama bir yaklaşım olarak görülmekle birlikte, bu düşüncenin aynı kuşağın dünyasında önemli bir yer tutan çizgi roman kahramanlarından başlaması, altı çizilmesi gereken bir husustur: Çelik Bilek’in aslında bir korkak olduğu, Yüzbaşı Tommiks’in bilinmeyen cinsel tercihleri, Zagor’un Çiko’yla perdeye yansımayan çelişkileri, Mandrake’nin küfürleri vb. okurun bilinçaltına önder veya kahramanların hiçliğe dönüşmesini, aslolanın bireyin ta kendisi olduğunu fısıldayıp durmaktadır. (Bir Yılmaz karikatüründe, Attila’nın en büyük akıncısı olan Tarkan’ın bir kaç kadınla sevişirken, performansının düşmesinden kaynaklı olarak en yakın dostuna “Katıl Kurt!” diye seslenirken resmedilmesi ise ‘çizilen karizmanın’ üçüncü maddeyle bütünleşmesi bakımından dikkate değerdir.)

Son karikatür, Yılmaz mizahının çok daha baskın ve üzerinde diğerlerine oranla daha çok konuşulmuş bir yönünü açığa çıkarır: Türk Olmak!… İlk stand-up gösterilerinin büyük beğeni toplamasındaki temel etkenlerden olan bu durumun önceki on yıla nazaran görece özgürleşen hedef kitlenin dünyasında yarattığı etki çok daha büyük olmuştur. Posası ortalıkta gezinmesine karşın, ciğerlerin içi boş, hamasi rüzgârlarla şişirildiği darbe dönemi sona ermiş, “takke düşüp kel görünmüştür” artık. Sis bulutunun dağılması, geriye dönüp bakanları üzerinden fil sürüsünün geçtiği bir sofra manzarasıyla baş başa bırakmıştır.
Popüler kültür arenasına Orwellvarî bir bakış atan mizahçı için, ‘yaşanan hiç bir şey gerçek değil’in karşılığını zararsız bir yolla tasvir etmek hiç de zor değildir: “İyi ama, bütün bu anlatılanlar sahteyse, biz kimiz?”
Bir nevi ‘kendine dönüş’ olarak tanımlanabilecek bu eylemlilik, sofraya kaymağı tükenmek bilmeyen enfes bir tatlı konulmasını sağlayacaktır. Mesut Kara’nın da belirttiği gibi, fantastik Türk filmlerini de arkasına alan yeni mizahçılar, eserlerine (anti) kahraman olarak seçtikleri figürleri kimi zaman uzayın derinliklerine, kimi zaman cennetin kapısına ve kimi zaman da Vahşi Batı’nın ihtişamlı kasabalarına gönderecek ve bu figürler, yaratıcılarına sınırsız olanaklar sağlayacaklardır.
Bu bağlamda, Cem Yılmaz’ın Leman Kültür’deki ilk gösterilerinin çıkış noktasının ‘Türklerin hal-i pür melali’ konseptini içermesi; yani uzayda, ışınlanma cihazının kapısına görevli olarak konulan Hüso’nun stand-up’ın öznesi haline dönüşmesi tesadüf sayılamaz.
Kısacası atılan her adımın ve bizlere ‘yeni’ olarak lanse edilen esprinin kökü çok derinlerdedir. Mahallenin saf ve temiz çocuğu; üçkağıtçı müteahhitin, uyanık manavın, toprak ağasının ve bilumum zararlı haşerenin korkulu rüyası Şaban’ın temsil ettiği 70’ler ruhunun minderin dışına itilmesi kaçınılmaz olmuştur. Gün, önce Altan’ın, sonra Arif’indir; ama ne yazık ki düşüş (ya da misyon) tamamlanmamış, kapıyı zorlayanlar yok olmamıştır.
İşin en acı yanı, “gelenin gideni (fazlasıyla) arattığı”, insanların celladı tarafından yaratılan tabloya aşık olduğu bir kabus evrenidir artık söz konusu olan. Ve uyanmak hiç de kolay olmayacaktır!…

Yeni Kahramanlar Diyarından Son Bir kaç Söz…
Bütün bu ‘Yeni Mizah’ efsanesinin ardında, orta sınıf – kentli genç bireyin, 12 Eylül sonrasında üzerine biçilen gömleklerle (Tam da bu noktada; herşeyin yeniden tanımlanıp biçimlendirilmesi evresinin hedeflediği çerçeveye oturtamadığı tek olgunun, din merkezli yapılanmaların tesadüfi yükselişi olduğu (!) düşüncesiyle küçük bir dipnot koyalım. Bu yükselişin içine aldığı kitlenin dönüşümü, doğal olarak farklı bir yazının hatta dosyanın konusu olacak niteliktedir.) tam bir uyum halinde olduğunu görebiliriz: “Kahramanları da, kahramanlık yapmayı da, (toplumu kapsayacak) idealleri de unut! Bu ideallerin peşine takılan önceki kuşakların halini unutma, okumanın / düşünmenin / sorgulamanın ve değiştirmeye çalışmanın elde her an patlamaya hazır bir bombadan farksız olduğunu aklından çıkarma! Bu devirde herkes kendi gemisinin kaptanı, sen de olacaksan kendi dünyanın kahramanı ol! Cinselliği keşfet, kariyer yap, çağ atla; kısacası genç ve özgür olmanın tadına var! Hayatın ancak o zaman anlam kazanır!” vs. vs. vs…
Demokrasi gömleğinin bol gelmeye başladığı ülkenin “kurtarıcıları”, Can Yücel’in de bir şiirinde vurguladığı gibi “kurtara kurtara, kurtarmışlardır memleketi memleket olmaktan!”
Asırlar kadar uzun süren bu dönemin sonucunda hakederek kazanılmış en büyük armağanının (afişlerinde de boy boy gösterildiği gibi), halkımızın ‘en çok izlenen film’ olma onuru bahşettiği “Halk Kahramanı” Recep İvedik olması trajikomik değilse, ya nedir?
Önce sessizlik… Sonra kahkahalar… Sonra alkış… Sonra kahkahalar… Sonra alkış…
Hepsi bu!…

(21 Ocak 2010)

Tuncer Çetinkaya

22 Ocak 2010 Haftası

“Ejder Kapanı”na kavuştuğumuz için mutluyuz (!). Meğer tek eksiğimiz, “Se7en”ın Türk – İslâm sentezine uygun , “maço” versiyonuymuş. Sinemamızın ‘özenti ve taklit’ler halkasında pahalı bir zincir; her polisiye / aksiyon unsurun yama gibi kullanıldığı, yaratılmaya çalışılan atmosferik etkinin öykü desteklemediği için gereksizleştiği, genel olarak komik bir film. “Yazı Tura” gibi küçük bir başyapıt çeken yönetmen / oyuncu Uğur Yücel, bu bütçesi en geniş filminde, “Hayatımın Kadınısın”ın bile gerisine düşebiliyormuş demek; üstelik kendisi de ‘rol keserek’. Peki, bu filme emeği geçenler bilmezler mi, Amerika çoktan keşfedilmiştir… Siz daha gemiyi inşa etmeye çalışıyorsunuz.

Bu filmdeki komikliklerin / yetersizliklerin hangi birini sıralayalım: Azmi’nin Kahvesi’nde takılan emekçi figüranlarımız olmaktan öteye geçemeyen, güya ‘pedofil katil’ kurbanların zavallılığını mı? Fransa’dan ekip getirtip çektirdikleri alâkasız araba sahnelerini mi? Kamuoyunda “Rahşan affı” diye bilinen aftan yararlananları özellikle öldüren katilin, kestiği organları, o yasanın hazırlayıcılarından birinin evine yollamasını mı (Tanrı saklasın, ya başka bir adrese gönderseydi)? Her çalışmasında “erkek”liğin kitabını yeniden yazan ve farklı rollerde kimselerin görmediği, bilmediği Kenan İmirzalıoğlu’nun canlandırdığı karakterin aslında ne olduğunun, evinde geçen ilk sahnede anlaşılmasını mı? Sanki yolu yanlış sete düşmüş de ayıp olmasın diye “sairfilmenam’ gibi oynayan Berrak Tüzünataç’ı mı? Her seri katil hikâyesinin aslında felsefi bir öz barındırdığının ve içinden pek kolay çıkılamaz ahlâksal sorgulamalar içerdiğinin farkında olmadan, “Death Wish”le flört eden yüzeyselliğini mi (“Türkiye seninle gurur duyuyor” sıradanlığı)?

Beyler, bayanlar: Hollywood her türün feriştahını sunuyor. Sizler hiç yorulmayın, seyircinin kopya filmlere ihtiyacı yok! Lütfen bizlerin de gözünü boyamaya çalışmayın; yemiyoruz! Bu ülkeye özgü, içimizden hikâyeler talep ediyoruz; çünkü henüz çekilmemiş o kadar çok film var ki…

“Morganlar Nerede?”, sonlanmaya yakın bir evliliğin mutlu biçimde pekâlâ yürüyebileceğini fakat bunun keşfedilmesi için, erkek ve özellikle kadının birbirleriyle diyalog kurup biraz yalnız kalmaya ihtiyaçları olduğunu anlatmanın yolunu, zekice bir çıkış noktasında bulmuş. ‘Sapına kadar’ New Yorklu yani modern dünyanın tüm olanaklarını kullanan çifti, tanık koruma programı çerçevesinde her şeyden soyutlayıp, az nüfuslu Wyoming kasabasına yerleştirirken bir taşla iki kuş vurmuş: Komedi ve romantizm! Biliyorsunuz, Hollywood bu konuda bir numara: İzle, eğlen, istersen kendi yaşamına uyarla, iyi hisset ve unut… Bir sonraki filme kadar tabii!

“Prenses ve Kurbağa”, uzunca bir aradan sonra el çizimi bir animasyon; üstelik bilgisayarlı yapım tekniğinin öncülerinden John Lasseter ‘in başyapımcılığında… Disney’in klâsik öyküleme geleneğinde ne varsa, Grimm Kardeşler masalının bu farklı uyarlamasında mevcut: Güldürü, serüven ve romantizm, müzikal çatı altında; önemlisi de, müzikalite denilince akla gelen New Orleans’ın 1920’li yıllarından, caz, blues, gospel ve diğer türlerin, ‘kara büyü’nün gizeminden geçip rengârenk canlılıkla bataklıklara ulaştığı büyülü bir öykü. Çocuğunuzu salona sokup sizin dışarıda oyalanacağınız bir film değil, tam tersi, belki de sizin daha çok zevk alacağınız bir ziyafet. Yapımda ve müzikte yerel sanatçılardan / dokudan sonuna dek yararlanıldığını eklememe, bilmem gerek var mı?

(21 Ocak 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Gürsel Korat Röportajı: Hürmüz Kadınlığın Bilinçaltıdır

Öncelikle röportaj teklifini kabûl ettiğiniz için teşekkür ederim.

Kadınlar yararına bir istek geldiğinde, hayır diyemem. Bunun lâfı bile olmaz.

Sadık Şendil’in Yedi Kocalı Hürmüz adlı eserini sinemaya uyarlamanız için teklif size geldiğinde, Sadık Şendil’in Hürmüz’ü için neler düşünürdünüz bu çalışma öncesinde.

Atıf Yılmaz uyarlamasında, dört karılı kocayı kıskandırmak için heriflerle “oynaşa girer gibi” yapan bir Hürmüz vardır. TRT yapımı müzikalde ise, oyun, ağır bir erkek hegemonyasını hissettirir ve bir tür ortaoyunu havasında sürüp gider. Denebilir ki “yedi kocalı” olmak, lâfta yedi kocadır; herkes yedi kocalı olma halini “velev ki böyle olsa ne olurdu” şakası olduğunu düşünerek izlemiştir gibime gelir. Bu da zaten erkeksi bir imgedir. Bana göre Hürmüz hikâyesi eril bir hikâyedir. Fakat öte yandan da yedi kocalılık “ya gerçek olursa” korkusu yaratacak kadar da dişil imkânları içinde barındırır. Bu durum uyarlama öncesinde gözüme çok büyük bir sorun olarak görünmüştür. Çözebileceğime inandığım için de bu işe giriştiğim doğrudur.

Sinemaya uyarlama aşamasında onda ne gibi değişikler yaptınız?

Değişiklik yapmadığım yerleri anlatmam daha kolay olurdu! Anlatayım: Hikâye görünürde eskiyi andırır, fakat çok büyük değişikliklere gidilmiştir. Safinaz yaşlı bir kadın olmaktan çıkarıldı, karikatür olmaktan uzaklaştı, bir karakter oldu. Hürmüz, beş ayrı karakteri canlandıracak kişiliğe büründürüldü. Havva güçlendirildi, bir mahallelinin meseleyi anlayamayışını açıklamada yaşlı erkek diyalogları eklendi, dönemin siyasetine gönderme yapmak için Günther Paşa tiplemesi yaratıldı ve başlı başına bir karakter olarak da Kuşçu Cebrail bu senaryoya eklendi. Cebrail, Hürmüz’ün erkek kılığına girdiği sahnenin alternatifi olarak doğdu. Ayrıca Hürmüz’e ölmüş bir sekizinci koca uydurularak, bu ölen koca paşa yapıldı ve Hürmüz’ün aşı boyalı evde oturmasına son verildi. Çünkü sıradan bir evde yaşayan bir sürü erkekle halvet olan dilberi bizim halkımız görmezden gelemez ve ona adıyla sanıyla başka bir ad verir! Hürmüz eski versiyonlarda olduğu gibi aşı boyalı evde oturamazdı, paşa konağında kalması ve kendini hizmetçi olarak yutturması fikri bu nedenle benim için kaçınılmaz hale geldi. Üstelik bu hizmetçi herkese başka davranan usta bir kadındır ki, geçimin yolunu nasıl bulduğuna dair açıklama da buradan gelir.

Neden bu değişikliklere ihtiyaç duydunuz?

İnandırıcı olmak gerekir. Oyunun bütününde abartılı oyun, giysi, müzik, oyun ve söz düzeni olsa da yapı bütünlüklü olmak zorundadır.

Hürmüz 1800’lü yıllarda İstanbul Taşkasap’ta yaşıyor ve geçimini türlü dalvereyle idare ettiği yedi kocası sayesinde sağlıyor. Zeki ve yetenekli bir kadın. O yıllarda kadınların geçimlerini sağlayabilmek için bir erkeğin korumasına girmekten başka seçenekleri pek yokmuş gibi görünüyor, sizce Hürmüz gibi bir kadın günümüzde yaşasaydı, nasıl bir kadın olurdu? Meselâ onu kadın hareketi temelli bir oluşumun içinde görebilir miydik?

Hürmüz’ün yaşadığı yıllarda kadınlar erkeğin mutlak egemenliği altında yaşamaktaydı. Komik de buradan çıkar: Her şeye kadir erkeklik, mağdur kadınlar tarafından dalavereye getirilir. Burada aşağılanan kadınlar veya erkekler değildir; tersine kadınlık ve erkeklik bu haliyle gülünçtür. Benim uyarlamamda geçmiştekinden farklı olarak Hürmüz çok komik bir karakter olmuştur; öncekiler nazenin veya dalavereciydi, komik olan başka tiplerdi. Oysa burada Hürmüz çok baskın komik bir karakter olarak sivrilir. Üstelik, filmde kapladığı süre azaldığı halde!

Senaryonuzda Safinaz karakterini çok fazla değişmiş biçimde görüyoruz, Safinaz bizim bildiğimizin ya da beklentimizin tam aksine, güzel, alımlı, analizci ve hikâyeci bir kadın, Hürmüz’ün de iş birlikçisi. Safinaz’ın tüm bu özelliklerinin toplamında kadınların hangi yönünü vurgulamak istediniz? Safinaz biz kadınlara hangi yönümüzü anlatır?

Safinaz, Hürmüz’e körü körüne sırdaşlık eden biri değildir. Filmin en başında aslında kendi istediğini elde edemezse Hürmüz’ü nasıl harcayacağını belli eder. Yani öyle geçim kaynağı belirsiz, nerede yaşadığı anlaşılamayan bir Safinaz tipi böylece kaybolur, Safinaz karakterleşir. Hürmüz gibi o da erkek peşine düşer, üstelik genç bir kadını, Havva’yı da Hürmüzleştirir. Bir tür erginleştiricidir Safinaz, yalnızca ara bulucu değil. Safinaz kadınların görünürdeki yüzeyidir, toplumsal denetimi kabûl eden yüzüdür, kadınlığın masalıdır; oysa Hürmüz, kadınlığın bilinçaltı sayılmalıdır.

Birde Havva var, kafası karışık ya da henüz kendi isteklerini ne olduğunu bilemeyecek kadar tecrübesiz genç kadınları temsil ediyor sanki. Sizce Havva gibi kadınların temel sorunu ne, ya da sizin karakteriniz üzerinden konuşacak olursak, Havva’nın en başlarda kendini keşfedemeyişinin nedeni ne (tecrübezisliğini yok sayarsak)? Hayatta karşı çok korunaklı yaşıyor olması mı?

Havva süreç içinde yaşadıkları nedeniyle değişim geçiren karaktere tipik örnektir. Filmin başında çaçaron mahalle karısı tipinden ayrılıp filmin sonunda “ben paşanın evlenmemiş kızıyım”a kadar varan bir yalana başvurması ve yeni Hürmüz adayı olarak belirmesi, çaçaron mahalle kadını olmanın tam zıddı bir noktayı işaret eder. Aslında erkek tarafından ezilen, intikam almaya ahdetmiş çaçaron kadın haklı ama sevimsizken, Hürmüzleşen Havva’da haksız fakat sevimli bir hal vardır. Sanat bu durumda hangisin iyi olduğunu söylemez, izleyici meşrebine göre bir sonuç çıkarır bundan.

Bir de filmde tüm kadınların hamamda toplanıp hep beraber söyledikleri ‘El Hubb’ şarkısı var. Biliyor musunuz bu şarkı ve sahne tanıdığım birçok erkek tarafından eleştirildi. Kadınların cinselliklerinden bu kadar ulu orta bahsetmeleri onları rahatsız etti resmen. Halbuki günümüzde kadınlar, reklâmlarda, dizilerde cinsel bir öğe olarak sunuluyor ve kullanılıyor, bunu izleyen erkeklerde bu durumdan hiç rahatsız değiller ya da bu rahatsızlığı dile getirme ihtiyacı hissetmiyorlar. Sinema gibi sanatsal bir mecrada, kadınların kendi cinsel isteklerini kendi ağızlarından, hep beraber toplanıp söylemeleri, sizce erkekleri neden rahatsız etmiş olabilir?

Filmin müziği yapılırken, “It’s raining man” şarkısının sözlerini El Hubb’a çevirmem gerekti. Ezel, benden bu şarkının alaturkası için şarkı sözü istiyordu. Yazdım, çok eğlenceli oldu. Neden bu şarkıdan rahatsız olur erkekler, çünkü bu şarkıyı iki erkek (Ezel ve ben) düşünmüşüzdür. Belki asıl rahatsızlık kaynağı şudur: Erkekler için, kadınların üstüne erkek yağdığını söylemek kadar irkiltici bir şey olamaz. Erkekliğin derin kaygısı -kadınlardan farklı olarak- bir kadına talip olan erkek sayısının çok olması durumunda bununla baş edememektir. Bu nedenle her erkek, bir yığın erkeğin kadınların üstüne yağdığı bu hali en korkunç kâbus olarak görecektir. Evet, biz erkeklerin dayanamayacağı bir haldir bu. Erkek tepkilerini küçümsemeyin, bu hal erkekliği küçük görmenizi değil, anlamanızı gerektirir: Çünkü erkekliğin doğasına ilişkin bir kaygıdır bu. Onun kadının gözüne nasıl göründüğünü değil, erkeğin neye bakarak tedirgin olduğunu anlamak, empati için gereklidir. Amaç erkekliği veya kadınlığı duman edip, tozunu silkelemek olmadığına göre, düşünmeliyiz. Erkeklerin kadından yana tavır koyması kadar adil bir davranış olamaz. Kadınların, cinsiyetçi davranışların yalnızca erkeklere ait olmadığını hatırlamaları ve “erkeklerle beraber erkeklerin haline gülebilme” çağrısı yaptığımız bu filme o gözle bakmaları en büyük dileğimdir.

Günümüze gelecek olursak, yapılan erken evliliklere baktığımızda, bizim ezberimizin aksine, Üniversiteden yeni mezun olmuş, kültürlü ve çalışmayı düşünmeyen kızların bu tarz evlilikler yaptığını görüyoruz. Geçirdiğimiz bu ekonomik kriz, medya aracılığıyla pompalanan kolay hayat arzusu, yeni Hürmüzlerin doğmasına neden olmuş olabilir mi sizce? Bu konuda ki gözlem ve düşünceleriniz nelerdir?

Eski Hürmüz, kadınlığı özgürlük kavramını bilmediği bir dünyaya başkaldırma cesareti gösteren ve eylemiyle ilerici görünen bir kadındır. Günümüzde o söylediğiniz tarzda evlilikler yapan kızların Hürmüzleşeceğini söylemek çok toptan bir genelleme olur. Toplumsal hayata ilişkin çözümlemeleri sanattan hareketle yaparken daha dikkatli olmak gerekir. Fakat iyi bir öğrenim görüp evde oturma halinin ne anla geldiğini sorarsanız, yüz yıl öncesindeki Hürmüz’ün yanında çok tutucu kaldıklarını söyleyebilirim. Hatta bunun günümüzde taassubun beslendiği en büyük kaynak olduğunu bile söylemem mümkündür.

Filmde kulladığınız kadın argosuyla ilgili nasıl bir çalışma yaptınız? Kadın argosunu kullanmak senaryonuz için neden önemliydi?

Kadın argosu için Filiz Bingölçe’nin Kadın Argosu Sözlüğü’nden çalıştım. Amacım kabaca küfreden ama yüzeyden bakan erkeklerle, ince ince dokundurup kökünden alay eden kadınların bu halini karşı karşıya koymaktı. Bu hali gösterebilmeyi çok isterdim, eğer bu böyle anlaşılırsa çok mutlu olacağım. Kadın argosu kullanmak kadınlığın cinsel halini ve istekli olabilirliğini göstermenin en gerekli şekliydi. Çünkü erkek gibi cinsellik tepkisi veren bir kadın ne komik olurdu ne de doğru. Üstelik erkek gibi olmak özrü de yanına kâr kalırdı. Ben kadın gibi kadınlar istedim, çünkü ancak böylesi kadınlar arzulanır ve ancak böylesi kadınlardan korkulur.

Bu röportaj,
http://www.gurselkorat.blogspot.com/
http://www.ucansupurge.org
adreslerinde de yayındadır.

(29 Aralık 2009)

İlayda Vurdum

Polisiye Sinemaya Saygı Sunuşu

Sherlock Holmes
Yönetmen: Guy Ritchie
Eser: Arthur Conan Doyle
Senaryo: Michael Robert Johnson-Anthony Peckam-Simon Kinberg
Müzik: Hans Zimmer
Kurgu: James Herbert
Görüntü: Philippe Rousselot
Oyuncular: Robert Downey Jr. (Sherlock Holmes), Jude Law (John Watson), Rachel McAdams (Irene Adler), Mark Strong (Blackwood), Eddie Marsan (Müfettiş Lestrade), Kelly Reilly (Mary)
Yapım: Warner Bros-Silver Pictures (2009)

İngiliz yönetmen Guy Ritchie’nin Sir Arthur Conan Doyle’un polisiye edebiyatının önemli kahramanı Sherlock Holmes’u modern sinemanın teknolojik imkânlarıyla beyazperdeye aktarmış. Bu film mekânları, karakterleri, zekâsıyla ve müzikleriyle insanı etkiliyor.

Arthur Conan Doyle’un ünlü ve zeki dedektifi, son dönemlerin öne çıkan İngiliz yönetmenlerinden Guy Ritchie’yi de büyüledi. Ritchie, sinemanın ulaştığı son dönemlerdeki teknolojik gelişmeleri “Sherlock Holmes” filminde insanın gözünü yormadan, oranın bir parçasıymış gibi kullanıyor. En küçük ayrıntıyı bile gözden kaçırmayan Sherlock Holmes, yardımcısı Dr. John Watson’la beraber suçların içine dalıyor. Sherlock Holmes ve yönetmen Ritchie’nin bu ilk buluşmasında en büyük sorun Blackwood adında kendini dünyanın en büyük büyücüsü olarak gören bir “kötü adam”ı, Sherlock Holmes, Blackwood’u suç üzerinde ele geçiriyor ve adalete teslim ediyor. İdama mahkûm olan Blackwood, gömüldüğü mezarda kayboluyor ve hikâye de böylece derileşiyor. Sherlock Holmes’un da buna ihtiyacı var. Çünkü, Blackwood’u yakaladıktan sonra işsizlikten dolayı boşluğa bile düşüyor Sherlock Holmes. Bir de Dr. Watson var. O, sadık bir yardımcı ve aşık. Dr. Watson, Mary’yle evlenmeyi düşünüyor. Sherlock Holmes ve Dr. Watson, Blackwood’un peşindeyken birden hikâyeye bir zamanlar Sherlock Holmes’un hayatına girmiş Irene Adler da giriyor. Filmin “femme fatale”ı Irene, Sherlock Holmes’u hep kuşkuya düşüren bir kadın. İkili oynayan, her an tehlike yaratan ve güvenilmez biri o Sherlock Holmes için. Ama, yine de yolları birbirleriyle buluşuyor ve sorunları çözüyorlar.

Mekânlar, görüntüler, müzikler…

Filmin hikâyesi, Londra’da 1891’de geçiyor. Filmdeki en önemli noktalardan biriyse görselliği. Mekânların yansıyışı gerçekten insanı etkiliyor. Sanayi devriminin ardından şehirler kalabalıklaşıyor ve gelişiyor. Filmi seyrederken Londra’nın nasıl geliştiğine de tanıklık ediyorsunuz. Thames Nehri’ne kurulan o ünlü köprünün inşaat hali gerçekten muhteşem. Öncelikle final bölümünde köprüdeki sahnelerde seyirciler neredeyse yükseklik korkusu yaşıyor. Sonuçta suçlular cezasını buluyor. Sherlock Holmes’un olduğu her yerde hiçbir suçlu kendini adaletten kurtaramıyor. İnce ayrıntılar üzerinde ince zekâsıyla dolaşan Sherlock Holmes olayları çözümlüyor. Bunu çözerken seyirci / okuyucu da ayrıntıların ne kadar etkileyici olduğunu keşfediyor. Bu filmi seyrederken, Blackwood ve müritlerinin yapılanmasının bir tür Masonluğu çağrıştırdığını belirtmeliyiz. Blackwood, önce İngiltere’yi, sonra da ABD’yi ele geçirerek düşüncelerini dünyaya yaymayı hayal eden bir cani. Bu filmin görselliğinin yanında mizahının sağlam olduğunu belirtmeliyiz. Elbette müzikleri de büyülü bu filmin. Bu müzik yer yer çingene ruhunu da hissettiriyor. Kurgunun yanında kameranın da farkına varılmalı. Öncelikle yavaş çekimlerde. Yavaş çekimlerde saniyede yirmi bin kare çekiliyor ve gözle fark edilemeyen ince ayrıntılar görülebiliyor. Karakterler de gerçekten muhteşem.

(15 Ocak 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com