14 Mayıs 2010 Haftası

“Vera’nın Şoförü”, 1962 yılında, Kırım’daki bir yüksek rütbelinin özel şoförlüğü görevi verilen yetimhaneden yetişme yakışıklı askerin ‘sınıf atlama’ düşleri ile general babanın, çok sevdiği kızının içinde bulunduğu zor durum dolayısıyla bu genç adamı aileye dâhil etme plânı çerçevesinde, başka karakterlerin de etkisiyle çetrefilleşen bir psikolojik dram sunuyor. Soğuk Savaş’ın -özellikle- kültürel etkilerini ve güya sınıfsız toplumun ‘aşağıdakilerle – yukarıdakiler’ arasındaki ilişkilerini fona başarıyla yerleştiren film, yazık ki, yarıdan sonra bir fotoroman basitliğine / zorlamasına dönüşüp, düş kırıklığı yaşatıyor. Yine de, belli bir ustalıkla çekildiği için ilgi gösterilmeli.

“Soraya’yı Taşlamak”, “taşlanarak öldürülme” (recm) cezasının, Humeyni dönemindeki İran’ın bir köyünde yaşayan dört çocuklu genç bir kadına uygulanmasının -sinema olarak da kusursuzca anlatılan- trajik süreci… Bu filmde yaşayacağınız şoklar cezanın şekliyle sınırlı değil ve asıl şok ‘insanlık’ın kayboluşu! Tabii ki erkek baskıcılığının üzerini kapattığı, derinliklerden gelen bir çığlık; önemlisi de izledikten sonra, hiç bir filmde olmadığı ya da çok az filmde olduğu kadar soru işaretinin kafanıza çengellenecek olması.
“Robin Hood”, ‘zenginden çalıp yoksula dağıtan’ halk kahramanının bildiğimiz öyküsünün öncesine ve 12. yüzyılın son yılından başlayarak, 1215’teki Magna Carta Özgürlük Bildirgesi’ne giden süreçteki tarihi olaylara dönüyor. Robin Hood’u ise, tüm bu tarihsel gelişmelerin içine, serüvenci, cesur, dürüst, akıllı, korkusuz kişiliğiyle yerleştirmiş bulunuyor. Ridley Scott’ın, seyredeni, ‘zaman içinde geriye doğru bir yolculuğa’ çıkardığını vurgulamaya bile gerek yok. Ve evet, pekâlâ da siyasi bir film: Olay örgüsünü alın, günümüze uyarlayın, son derece güncel olduğunu göreceksiniz. Oyuncular ‘cuk’ oturmuş ve sesler 13. yüzyıl insan uygarlığına / vahşiliğine dair her ayrıntıyı içermekte. Enfes bir şeydi izlediğimiz.

“Labirent 3D”, Japon Korku Sineması’nın, ergenlik dönemi seyircileri için hazırlanmış ortalama bir örneği: Yine arkadaşlar arasında kalmış bir sırdan dolayı yıllar sonra rahatsız eden anılar ve vicdan azabı kaynaklı huzursuzluk… Yine hayalet kız! Buraya kadar tamam da, bu filmin 3 Boyutlu olarak pazarlanmasına itirazım var. Çünkü hiçbir özelliği olmayan ‘derinlik’, ne öyküye, ne de filmin geneline katkıda bulunuyor… Üstelik aşırı karanlığı ve solukluğuyla mide bulantısına bile yol açabiliyor.

“Hayata Çalım At”, seyirciyi gerçeğin keskin tarafından yürüten Ken Loach’un, ‘güler yüzlü’ ve -tuhaftır- ‘fantastik’ filmi: Çünkü sorunları ve mutsuz yaşamı ile baş etmekte zorlanan postacı Eric’e ‘görünmeye başlayan’ efsanevi futbolcu Eric Cantona’nın yol göstermesiyle, bir oyuncunun saha içi taktikleri ve takım ruhu devreye giriyor. Serde futbolculuk, özde de futbol olunca zaten, biraz zekâ – akıllıca hareket ve ‘sağlam bir yürek’le, yaşam denilen oyunda zafere ulaşılıyor. Postacı Eric’in hikâyesinde, zaman zaman yine ‘bozuk düzen’e lâf atsa da Loach, futbolun yaşamın nasıl ta kendisi olduğuyla ilgilenmiş… Bu, diğerlerinin altında ve fakat izlenebilir bir filmi olmuş.

12 Mayıs 2010

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com