Kategori arşivi: Yazılar

Sinema Sektörü Ayaklandı

Sinema sektörü, sorunlarının masaya yatırıldığı bir hafta yaşadı. Türk Sinema Konseyi’nin basın bildirgesi, Sine-Sen’in açıklamaları ve Başbakan’ın sinema açılımı haftaya damgasını vurdu.

Özetlemek gerekirse; Türk sineması her sene gitgide büyüyor. Ancak bu büyüme sıkıntılarını da beraberinde getiriyor.

Oyuncu ve set çalışanları için sorun, dizi saatlerinin çok uzun olması, köle çalışma düzeni, sendikasızlık ve düşük ücretler …

Yapımcı ve meslek örgütleri için sorun TV’lerden paralarını geç almaları, Kültür Bakanlığı destekleme fonunun istedikleri gibi çalışmaması, Türk Sinema Yasası taslağının çıkmaması…

Bu sorunlar elbette ki çok ama çok önemli ama keşke bazı konularda da sinema örgütleri dayanışma içine girse. Mesela Tiyatro sanatçısı Müjdat Gezen hakkında Kadıköy’deki tiyatrosunun çatısını ruhsata aykırı olarak yaptırdığı gerekçesiyle ‘imar kirliliğine neden olmak’ suçundan 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açılması gibi. Zor duruma düşmüş eski Yeşilçam müdavimlerinin sorunlarının gündeme gelmesi gibi…

Sus Artık Sevgili Şahan

Sevgili Şahan, bugüne kadar en çok izlenen 3 filmi çekmiş olabilirsin. Ama bu her çıktığın yerde, rakiplerini yaylım ateşine tutma hakkını vermemeli. Daha mütevazi bir tepki verip yapacağın eleştirileri filmlerine veya parodilerine saklamalısın. Sana mütevazilikle ilgili bir örnek vermek istiyorum. Yönetmen Memduh Ün’ün Gece Gündüz’e verdiği özel röportajda söylediği “Cüneyt Arkın ve Ayhan Işık iyi oyuncu değil” sözlerine Cüneyt Arkın “Memduh ne derse kutsaldır, hattâ iltifattır” diyerek cevap verir. Büyük yönetmen ve büyük oyuncu budur işte.

Bravo Behzat Uygur

Recep İvedik fenomenine beklide en iyi çözümleme Behzat Uygur’dan geldi. Bakın ne söylüyor “Şahan Gökbakar’ın TV’de yaptığı işleri çok beğeniyorum. Bazen internetten bakıyoruz, çok gülüyorum. Zaten eleştirilmesini de anlamıyorum, ‘Ben acayip bir sanat filmi yaptım’ diye çıkmıyor adam. Bir komedi filmi yaptı. İçinde argo da, küfür de var. Nasıl ki daha önceki dönemlerde ‘Turist Ömer’, Cilalı İbo’, ‘Cafer Bey’ gibi tiplemeler varsa, ‘Recep İvedik’ de öyle bir karakter ya da karikatür… Yani Şahan, ‘Antalya’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü alayım’ demiyor ki, güldürmek için yapıyor. Eleştirilecek bir şey görmüyorum ben.”

Doğru söze ne denir.

Kısa Kısa …

Yılmaz Erdoğan’ın komedi mutfağı bakalım televizyonda yakaladığı başarıyı beyaz perdede de yakalayabilecek mi? Bu Cuma vizyona girecek filmi merakla bekliyoruz.

Ata Demirer hızlı çıkışını sürdürdü ve tahminlerin ötesine çıkarak 1,5 milyon seyirciye ulaştı ve bu gidişle çok rahat 2 milyona ulaşacak gibi. Bu arada ilk filmin başarısı yapımcıyı heyecanlandırmış olacak ki Eyyvah Eyvah 2’nin çıkmasına kesin gözle bakılıyor.

Cem Yılmaz yeni filmini Çin’de mi çekecek yoksa İstanbul’da bir Çin platosu mu kuracak bilinmez ama bu sıralar uzun bir Çin seyahatine çıkacak.

(21 Mart 2010)

Erhan Işık

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

İmdaaat, Kafayı Yiyeceğim Bu Kadar Çok Filmden

2010 yılının ilk gününden, sizlerin bu yazıyı okuduğunuz 21 Mart tarihine kadar toplam 80 gün geçti.

Ve aynı süre zarfında da ülkemizin sinema salonlarında –19’u Türk sinemasına ait olmak üzere- toplam 57 film gösterime girdi.

Yani, neredeyse her 1,5 günde bir yeni bir filmle karşılaşmışız sinemaların giriş bölümlerindeki afiş standlarında…

Diğer sinema yazarlarının ve sinemaseverlerin hâlet-i ruhiyesini derinlemesine bilemem; fakat bütün samimiyetimle itiraf edeyim ki ben artık bu film enflasyonundan dolayı “Bööööööggghh!” deme noktasına gelmiş durumdayım.

Aslına bakarsanız, çevremdeki onca sinemasever ve özelikle yakın irtibat halinde olduğum iki düzine dolayındaki sinema yazarı dostumun da bu manzara karşısında neler hissettiklerini üç aşağı – beş yukarı bilmekteyim. Onlar da aynı şekilde böğürme noktasındalar; fakat kibarlık olsun diye şimdilik yazılarında bu durumu dile getirmemeyi tercih ediyorlar.

Bir ülkede, küresel krizin doğurduğu ekonomik sorunlar böylesine ayyuka çıkmış ve insanlar sinemayı, tiyatroyu, sergiyi, konseri falan bir kenara bırakıp büyük ölçüde temel ihtiyaçlarının teminine odaklanmışken, film ithalâtçısı ve dağıtıcısı şirketlerin sanki burası bir İsviçre ya da Danimarka’ymış gibi piyasaya bu denli bol keseden yerli – yabancı film sürmelerinin pratik sonucunu hemencecik söyleyeyim sizlere:

Sinema sanatı, gerek yerli, gerekse yabancı örnekleriyle gitgide ucuzlayıp sıradanlaşıyor… Yeni filmler, gelişleriyle kamuoyunda heyecan yaratan, entelektüel çevrelerde haftalarca tartışılan kıymetli kültürel ürünler olmaktan çıkıp, takip edilmeleri en sıkı sinefillere bile yorgunluk veren birer “külfet nesneleri”ne dönüşüyor…

Yapımcısı, ithalâtçısı, işletmecisi, salon sahibi ve hattâ “alaska dondurma – patlamış mısır” satıcısıyla sinema sektörü!

Sizlere sesleniyorum değerli dostlarım…

Hepiniz farkındasınız ki bu iş uzunca bir süre böyle gitmez. Sektör, talebin çok üzerindeki bir arzla resmen bunalmış durumda. Ne izleyici dikkatini bazı kalburüstü filmlere yoğunlaştırabiliyor, ne de sinema yazarı olarak bizler bu çılgın koşuşturmacayı lâyıkıyla, hakkını vererek takip edebiliyoruz. Yazık değil mi eskimeye bile fırsat bulamadan raflara kaldırılan o kadar 35 mm kopyaya, onca afişe, lobi karta, internet sitesine…

O yüzden, ben en iyisi bir kez daha bu renkli mahallenin “doğrucu Davud”u rolünü üstlenerek, sizlere sinema yazarları cephesindeki gerçek durumu dürüstçe özetleyeyim: Pek çoğumuz filmlerin değerlendirme yazılarında artık “sallamaya” başladık. Var elbette câmiâmızda hiç sektirmeden bütün filmleri tek tek, inatla takip eden bir kaç gözükara meslektaşımız; ki onların bu iş disiplinine de büyük saygı duyuyorum.

Fakat, zaten -pek çoğunun bu işten hiç bir gelirleri olmadığını üzülerek gözlemlediğim- genç internet editörleri ve gazetelerin komik teliflerle çalışan hafta sonu eki sinema yazarları başta olmak üzere, güncel sinema üzerine yazıp çizen yüzlerce kişinin bu kadar çok sayıda gösteriyi takip etmeye ne parası var, ne zamanı, ne de morali ve enerjisi…

O yüzden, ne yapılıyor? Filmlerin internet sitelerine, basın bültenlerine ve lobi fotoğraflarına şöyle bir göz atılıyor, youtube’a düşen fragmanlar izleniyor, IMDb ve Ekşi Sözlük gibi platformlarda bu yapımlar hakkında daha önceden söylenmiş sözler taranıyor; ondan sonra da bütün bu “bilgiler”in ışığında filmlerle ilgili ayrıntılı analizler (!) kaleme alınıyor.

Kendi adıma bunu yapmamaya ve -en azından- manşete çektiğim bütün filmleri kâh basın gösterimi, kah gala, kâh işportaya düşmüş korsan bir DVD’den (*) ne yapıp edip izlemeye çalışıyorum. Fakat, tam olarak baş etmek gerçekten de mümkün değil böyle bir film kasırgasıyla…

Bu özensiz çalışma tarzının sonucunda ise hem Türk sinemasının binbir zorluk içinde çekilmiş “genç yönetmen” filmleri, hem de farklı farklı ülkelerden gelen bir çok gizli kalmış başyapıt, en fazla ikişer haftalık sönük gösterimler eşliğinde ziyan zebil olup gidiyor.

Geride bıraktığımız şu 80 günde, film bolluğundan dolayı, üzerine aslında özel dergi – gazete eki çıkartılabilecek kalitede nice filmi pas geçmek zorunda kaldık; ya da üstünkörü cümlelerle tanıttık onları okurlarımıza… Çünkü, ne yazık ki yetişemiyoruz her basın gösterimine, her galaya…

Sözün burasında, filmlerin basın gösterimleri ve galalarına katılmanın “sıfır masraflı” bir ayrıcalık olduğunu düşünen kimi hayâlperestlere de sabahın köründe bu tür etkinliklere gecikmeden ulaşabilmek ya da gecenin bir yarısında bunlardan çıkıp evimize sağ salim dönebilmek için, çoğu kez aynı filmi sinemada izlerken ödeyeceğimizden kat be kat daha fazla ulaşım bedelini taksilere bayılmak durumunda kaldığımızı da hatırlatayım.

Hadi, bizler İstanbul merkezli bir sinema yazarları grubuyuz; kendimizi çok sıkarsak, ana – babalarımız da yeterince zenginse belki takip etmeyi başarırız bütün filmleri… Pekiyi ya, bu mesleği Anadolu kentlerinde yürütmeye çalışan meslektaşlarımıza ne demeli?

Onların tek şansları var: Filmler gösterime girdikten (ki yaşadıkları kentte sinema salonu varsa ve yazmaları gereken film de o salona lütfedip gelirse) en erken bir hafta sonra bilet parasını ödeyerek izlemek ve bize göre nispeten daha bayatlamış yazılar kaleme almak…

Bu mesleğin, hiç bir kişi ve kuruma zerrece yaranmaya çalışmayan, tam bağımsız ve yeterince kıdemli bir mensubu olarak sektörün sorumlularına altını çize çize tekrar hatırlatıyorum:

Uyguladığınız hovardaca dağıtım politikası yüzünden sinemayı da, sinemaseverliği de, sinema yazarlığı mesleğini de büyük bir süratle ucuzlatmaya doğru gidiyorsunuz. Hepiniz kabûl etmek zorundasınız ki bu yoksul ülkenin koşulları 80 günde 57 film gibi bir müsrifliği kesinlikle kaldırmıyor. Daha ağır ağır, daha sindire sindire gelmeli salonlara yeni filmler… Her Cuma 2 – 3 adetten daha fazla yerli ve yabancı film gösterime girmemeli… Gerekiyorsa filmler sonraki aylara, hattâ sonraki yıllara ertelenmeli; fakat “Nerede çokluk, orada bokluk” misâli, izleyicinin de sinema yazarlarının da kafası bu kadar karıştırılmamalı…

Hayatını sinemaya endekslemiş benim gibi bir adam için bile bu kadar filmi takip etmek artık bir zevk falan olmaktan çıktı, resmen işkenceye dönüştü. O yüzden, sektörde söz sahibi olan kişi ve kurumların tez elden bir araya gelip, Türkiye’deki aşırı şişkin yapım – dağıtım düzenini mutlaka gözden geçirmeleri gerekiyor.

Benden söylemesi… Yoksa, akıbetinizi de hemencecik şu şekilde tasvir edebiliriz:

Bir Şahan Gökbakar filmi: 3 milyon bilet… Bir Cem Yılmaz filmi: 2 milyon bilet… Bir Çağan Irmak filmi: 1, 5 milyon bilet… Bir Nuri Bilge Ceylan – Semih Kaplanoğlu filmi: 50 bin bilet… İslâmcı temalı bir film (Finansal olarak yaslandığı cemaat – tarikatın etki gücüne bağlı olarak): 50 bin – 300 bin arası bilet… Kültür Bakanlığı desteğiyle ilk filmini çekmiş bir genç yönetmen filmi: 10 bin bilet… Belgesel bir film: 5 bin bilet… Kürtlerle ilgili etnik bir film (Finansal açıdan yaslandığı örgüt ya da aşiretin etki gücüne bağlı olarak): 50-100 bin arası bilet…

Birileri yaşanan akıl almaz müsrifliğe dur demezse, Türkiye’de en az 2020 yılına kadar sinema bilet satışlarının genel görünümü de hemen hemen bu şekilde olacaktır.

* * *

(*) Evet, aynen öyle! Emin olun, pek çokları da aynı şeyi yapıyorlar, fakat benim gibi dürüstçe itiraf edemezler bunu… Aksini iddia eden çıkarsa, iddia sahiplerine, Oscar ödül töreninin yapıldığı tarihte yüzde 90’ı Türkiye’de henüz gösterime girmemiş ve yasal DVD’si de çıkmamış olan Oscar adayı filmleri nasıl olup da bu denli ayrıntılı bildiklerini, medya organlarının “Oscar tahmini” değerlendirmelerine hangi ölçütler eşliğinde katıldıklarını sorun.

Bu tür tahminlere hemen hiç katılmıyorum, nitekim bu yıl da aynı türden 4 ayrı talebi reddettim. Çünkü, mümkün olduğunca izlememeye çalışıyorum korsan DVD’leri…

(21 Mart 2010)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

Sözün Bittiği Yer

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 11

“Herkes mi Aldatır?” adlı filmin basına servis edilen teaser afişinde yönetmen Kamil Aydın’ın adı yok. Bu bir tarafa, filmin 02 Nisan’da …

… vizyona gireceği ilân edildi, basına sadece filmin künyesi servis edildi. Klâsik bilgiler, konu, film hakkında, yönetmen görüşü vs. …

… ortada yok. Keza web sitesinde afiş ve küçük fotoğraflardan başka birşey yok. Niyedir, anlayan beri gelsin.

En sinirlendiğim sözlerden birisi de, benim gibi emekli milletinin zaman zaman “Biz bu devlete 25 yıl hizmet ettik” diye övünmesidir.

Tamam da kardeşim -veya Sadi Bey-, hizmet ettin de bedava mı ettin? Devlet de sana takır takır maaş verdi. İşine gelmiyorduysa etmeyeydin.

Bir başka sinirlendiğim söz de “Biz bu saçları deeer-mende aaart-madık” sözüdür. İşini doğru yaptıktan sonra saçını ha değirmende …

… ağartmışsın, ha Topkapı Sarayında, ne farkeder?

Noam Murro’nun yönettiği “Smart People” adlı yabancı film “Aşkın Yaşı Yok” adıyla 25 Temmuz 2008’de vizyona girmişti.

O filmin gösteriminin üzerinden 2 yıl bile geçmeden 09 Nisan 2010’da bu sefer Bart Freundlich’in yönettiği “The Rebound” adlı yabancı …

… film yine “Aşkın Yaşı Yok” adıyla gösterime giriyor. Yabancı filmlere Türkçe isim konulurken birebir çeviri yapılmaz. Ticari cazibe …

… açısından filmin konusuna yakın çekici bir isim konulmaya çalışılır. Bunu biliyoruz, fakat birbirine yakın tarihlerde vizyona …

… giren filmlerin aynı Türkçe isimle gösterilmesi de tuhaf. Benzer isimli ve birbirine yakın tarihlerde gösterilen birkaç örnek daha …

… vermek gerekirse: “Dönüş – Vozvrashcheniye” (Yön: Andrey Zvyagintsev, 04 Şubat 2005); “Dönüş – Volver” (Yön: Pedro Almodovar, 03 …

… Kasım 2006); “İlk Aşk – Dandelion” (Yön: Mark Milgard, 27 Ocak 2006); “İlk Aşk” (Yön: Nihat Durak, 17 Kasım 2006); “Kapan – Fermat’s …

… Room” (Yön: Luis Piedrahita, 11 Nisan 2008); “Kapan – Hush” (Yön: Mark Tonderai, 10 Temmuz 2009). Geçen hafta Ankara Film …

… Festivali’ndeyken bir ara Murat Erşahin, en uzun yerli filmin hangi olduğunu araştırıyordu. Düşündük, düşündük, sonunda bulduk.

Murat yazısında belirteceği için onun buluşuna sahip çıkmamak adına buraya yazmayayım. Ben bir başka en uzun yerli filmi yazayım. Benim …

… bildiğim en uzun yerli film adı, Mehmet Aslan’ın yönettiği “Akbulut, Malkoçoğlu ve Karaoğlan’a Karşı”ya aittir. Biraz daha zorlasam …

… diğer en uzun isimli yerli film olarak, Yavuz Figenli’nin “Yüzme Bilmiyorsan İşin Ne Ağaçta” filmini belirtebilirim. Çok bilmişlik …

… yapıyorum ya, şimdi siz, “En uzun Türkçe isimli yabancı film hangisi?” diye sorarsınız. Ben cevabı yetiştireyim derken, oradan birisi …

“Borat: Şanlı Kazakistan Milletinin Çıkarlarını Arttırmak İçin Amerikan Kültürünün İncelenmesi” der haklı olarak. Doğrudur …

O halde bende ikincisini yazayım. Woody Allen’in meşhur filmi 1994 Nisan’ında ülkemizde aynen “Seks Hakkında Bilmek İstediğiniz Ama …

… Sormaya Asla Cesaret Edemediğiniz Her Şey” adıyla gösterilmişti. Utana, sıkıla Beyoğlu Sineması’nda izlediğimi hatırlıyorum.

Lâf lâfı açıyor, yukarıda Karaoğlan’dan bahsedince aklıma avdet eden küçük bir bilgiyi de kayda geçmekte yarar var. Suat Yalaz, serinin …

… ilk filmi “Karaoğlan, Altaydan Gelen Yiğit” filmi ile ortalığı kasıp kavurduktan sonra birkaç tane Karaoğlan filmi daha yazdı ve yönetti.

Serinin ilk filminde ilk defa kamera önüne geçen Kartal Tibet herhalde fazla para istedi ki serinin son filminde Camoka rolündeki Danyal …

… Topatan’ı (fotoğrafta sağda) başrolde oynattı. Filmin adı “Camoka’nın İntikamı”ydı ve bazı yerlerine eski Karaoğlan filmlerinden görüntüler serpiştirilmiş …

… ve seyirciye Karaoğlan filmi olarak servis edilmişti. Bu da yetmedi bir iki sezon sonra sinemamız Suat Yusuf adında yeni bir yönetmen …

… kazandı ve o da sinemamıza “Karaoğlan’ın Kardeşi Sargan” adında bir film hediye etti. Günahı vebali hatırlayanların -ki bendeniz …

… oluyorum- boynuna Suat Yusuf’un Suat Yalaz’ın takma adı olduğu sanılır. Araştırdım, baktım filmin senaryosu da Suat Yalaz tarafından …

… yazılmış, başrolünde de Tarık Tibet adında bir oyuncu oynuyor. Ne tesadüf, Kartal Tibet’in kardeşi midir, nedir?

Sinemamızda daha ne ilginçlikler vardır kimbilir?

“Kara Köpekler Havlarken” ve “Köprüdekiler”in Ankara’dan ödüllerle dönmesi iyi oldu. Her iki filmde 19 Mart Cuma günü gösterime girmişti.

Ödüllerin filmlere ilâve seyirci getirmesini dileyelim. Bu iki film ve Aydın Bulut’un “Başka Semtin Çocukları” filmleri bana birbirini …

… tamamlayan filmler gibi geliyor. Üç ayrı yönetmen tarafından yapılan bir üçleme. İsmail Güneş de “Gülün Bittiği Yer”den sonra “Sözün …

… Bittiği Yer”i çekmişti. Son projesi “Ateşin Düştüğü Yer”i tamamladığında sinemamız yeni bir üçlemeye daha kavuşmuş olacak.

(20 Mart 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Kuyu

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 10

Azınlıkta da kalsa film gösterimlerinde bazı seyirciler filmin sonundaki jeneriği izlerler. Bu seyirciler 2 çeşittir. Birincileri …

… jeneriğin bir kısmını izler, sonra çıkar. İkincileri ise sonuna kadar izler. Birincilerin yaptığını saygısızlık olarak görüyorum.

Ya filmin bittiğini hissettiğinde çık git veya jeneriği izlemek istiyorsan sonuna kadar izle birader.

Bendeniz yeni vakıf oldum. Ankara’da şehirlerarası otobüslerin şehir içi servislerini kaldırmışlar. Şehir içinde taksiye bindiğimizde …

… şoförün birisine sordum. Otogarda taksi durağı varmış, durakta çalışan her taksiden 25 TL alıyormuş. Gelgelelim otogardaki …

… taksi durağının işletmecisi Melih Gökçek’in oğlu imiş. Vallahi elçiye zeval olmaz, ben söylemiş olayım, durumdan memnun olmayan …

… vatandaş Sayın Başkana -hani tabiri caizse- saydırıyor. Belkide başkan “sayın” vasfına haiz olduğundandır, ben bilemem.

Bir ara basına yansımıştı, birkaç yıl önce ülkemizde film ithalâtçısı rezervasyonu, devalüasyonu -neydi o- enflasyonu mu ne olmuştu.

İşte o sıra Avrupalı filmciler bayram etmiş idi. Çünkü bizim yeni yetme ithalâtçılarımızın birisinin 10.000 dolar verdiği filme …

… diğer ithalâtçı 20.000, bir diğeri 30.000 dolar teklif ediyormuş. Bizim insanımızın bu gereksiz birbirini yeme merakı yüzünden …

… elin Avrupalısının 10.000 dolarlık filmi ülkemize 30 – 40.000 dolara -pardon yani- giriyormuş. Şimdilerde de kulağıma başka benzer …

… bir uygalama geldi. Film festivalleri de birbirinin kuyusunu kazmakla meşgûl oluyormuş. Festivalinde göstermek üzere yurt dışından …

… bir filme talip olan Z festivali, filmi “Türkiye’de başka bir festivale verilmemesi şartıyla” talep ediyormuş. Maşallah, maşallah, …

… ülkemizdeki film festivallerinin bazılarının şahıs ve kurumların babasının malı gibi anıldığını bilirdik de bu mevzuyu yeni duyduk.

Atalarımız boşuna dememiş “Türk’e Türk’ten başkasından fayda yoktur” diye. Doğru demişler. Biz birbirimize yeteriz, yeri geldiğinde …

… birbirimizi de yeriz, birbirimizin kuyusunu da kazarız. Aferim, devam edin arkadaşlar. Coşkun Bey’in dediğine göre twitter da makale …

… gibi uzun yazılar yazılmazmış. Vallahi ben bilemem, vatandaşın birisi bilmem kaç bin sayfalık romanını twitter’dan okurlarına …

… sunacağını yazmıştı. Bendenize de ilham oradan geldi. Ben ne yapayım ilham bu, gelir gelir.

“Dersimiz Atatürk” filmi çekilmeye başlandığında Turgut Özakman ve kitabı “Çılgın Türkler”in sık sık gündeme gelmesi üzerine -hadi …

… Atatürk demeyelim- Özakman ve kitabının istismar edilmekte olduğu şeklinde bir kanaat edinmekteydim. Nitekim afiş ve diğer tanıtım …

… materyallerinde en üstte “Turgut Özakman’ın Kaleminden” diye bir oyuncu adı yazıyor. Bu filmde de Atatürk, Halit Ergenç tarafından …

… yine çatık kaşlı, sert ve ketum birisi gibi canlandırılıyor. “Veda”da da Sinan Tuzcu, Atatürk’ü hep çatık kaşlı canlandırmıştı. Halbuki…

… Atamızın yüzüne her baktığımda huzur duyarım. Neredeyse hiç bir fotoğrafında filmlerdeki gibi çatık kaşlı değildir. “Veda” ile …

“Dersimiz Atatürk”ün peşpeşe vizyona girmesi kesinleştiğinde hemen birbiriyle rekabet edecekmiş gibi bir intiba yaratıldı. Nitekim bu …

… rüzgâra filmin yönetmeni Hamdi Alkan da kapılmış ki basın gösteriminde “Filmin çekimine geçen yıl 10 Kasım’da Anıtkabir törenlerinde …

… başlamıştık. O zaman ‘Veda’ filmi ortalarda yoktu” mealinde birşeyler söyledi. Bendeniz söylemin sonlarına yetiştiysem de, tuhaf …

… karşıladığımı belirteyim. “Veda”yı beğenmeyen vatandaşların bu film için ne diyeceklerini doğrusu çok merak ediyorum. Bana sormazsanız …

… “‘Dersimiz Atatürk’ün yanında ‘Veda’ başyapıt gibi duruyor” demem. Ama sorarsanız, derim. Filmin yapımcısı Mint Prodüksiyon’un …

… açılımı da bir tuhaf: “Made in Turkey”.

Yaşlılığın bir ölçüsünün de yolda karşınıza çıkan anketörlerin davranışı olduğunu yeni keşfettim. Daha düne kadar anketörler önümü kesip …

… birşeyler sorardı. Artık bendeniz gönüllü olarak cevaplandırayım şeklinde yönlensemde hep soldan soldan teğet geçiyorlar. Yaşlandık mı ne, alt tarafı 60 olduk, üst tarafım meçhûl.

(18 Mart 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

19 Mart 2010 Haftası

“Köprüdekiler”deki karakterler: Beyinleri, sadece, dürüst-namuslu bir şekilde çalışmaya programlı olduğu için geçim sıkıntısı çeken, genç karı – koca… Meslektaşıyla bekâr evini paylaşan, yakında Doğu’daki hizmetine gitmek üzere burayı terk etmeden önce, karşı cinsten biriyle güzel gidecek bir ilişkiye başlamak isteyen trafik polisi… Buralı oldukları halde, eğitim görememiş ve doğru dürüst bir iş bulamamış ‘en diptekiler’den genç insanlar!

Tümü, İstanbul’un iki kıtayı ve en koyu yoksullukla, tahmin bile edilemeyecek büyüklükte zenginliği birleştiren ‘köprü’lerinden birinde, her gün birbirlerinin sıkıntılarından habersiz, birbirlerini teğet geçiyor… Fakat bu topraklarda ‘her anlamda adaletsizlik’, ‘tuzu kurular’ dışında kimseyi teğet geçmiyor… Aslı Özge, gerçeklikle kurguyu birleştirdiği, hemen hemen tümü ‘kendini oynayan’ kent kahramanlarını istikrarla yönettiği için başarılı (bazı acemilikleri görmesek de olur). İtirazım, öykülerin akışı içinde zaten epey ‘yüklü’ olan filminde, siyasi vurgu da yapmaya çalışırken, seçtiği görüntülerde adil davranmamış olması. Yükselen milliyetçiliğin ne denli önü alınamaz bir tehlike olduğunun bilincinde herkes tabii, zaten yönetmen de köklerinin nasıl beslendiğine dair epey veri sunuyor. Sunmadığı, bunu tetikleyen acılar. Anımsatalım Aslı Hanım’a: Televizyonlar, “ateşin düştüğü yerler”den, annelerin ağıtlarından da görüntüler sunuyor. Sizin o görüntüleri seçmeme hakkınız fakat bizim de sizin seçmemenize itiraz hakkımız var.

“Özel Kuvvetler”, savaşların, ruhi güçlere sahip askerlerce, düşmana ‘zararsız zararlar’ verilerek yapılabileceği fikrinden ve bu konuda Amerikan Ordusu tarafından yürütülen ‘inanamayacağımız kadar gerçek’ olaylardan yola çıkarak, gerçekten komik, o denli de farklı olaylar dizisini ‘geriye dönüş’lere sıkça başvurarak anlatmakta. Irak işgâlinde geçen hikâye, hâlâ devam eden bu trajik işgâldeki insan hakları ihlâllerine de kocaman bir ‘s.ktir’ çekerek, tavizsiz bir savaş karşıtı filme dönüşüyor. George Clooney, Ewan McGregor, Jeff Bridges, Kevin Spacey gibi, bir araya geldiklerinde dağları devirebilen kadro da, keyif kattıkları rolleriyle, saldırgan militarizmle güzelce dalga geçiyorlar. En ciddi olayları keskince eleştirmenin yolunun zeki mizahtan geçtiğine dair ‘haşarı’ bir örnek.

“Sevgili John”da, askerden izinli gelmiş erkek kızla tanışır, severler birbirlerini, türlerinin bu iki güzel örneği iki hafta birlikte olur ve sonra ayrılık gelir, genç adam yurt dışı görevine geri döner; mektuplarla süren ilişki 11 / 9 günü ilk darbeyi alır… Vatanperverlik baskın çıkar, askerliğini gönüllü olarak uzatan erkeğe olan hasreti, kız için dayanılmazdır artık… Ve devreye başka insanların girmesiyle hikâye evrilir, hüzünlere gark olur, yalnızlık, acımak, fedakârlık mutlu sonu engeller… Vicdan aşkın önüne geçer. Yıllar sonraki karşılaşmalarında muhasebe yaparlarken gözyaşları yanaklarından süzülür: Onların ve siz seyircilerin! Yetişkinlerin izleyip unutacağı, yeni yetmelerin ise oğlan ve kızla empati kurup biraz daha ‘takılacakları’, formülü belli -fakat hakkını yemeyelim- tastamam bir seyirlik olan bu 25 milyon dolar maliyetli aşk öyküsünü sevmeniz ihtimal dahilinde.

(19 Mart 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Bilinçaltındaki Son Durak: Zindan Adası

Agatha Christie tarzı katil kim klostrofobisini, sıkı bir Stephen King ürperticiliğiyle birleştiren esrar dolu roman nihayet beyazperdede…

Psikolojik dünyayı ele alan her türlü gelişmeler, insanın iç dünyasını yansıtan hayaller ve bu hayallerin içinde bocalayarak gerçek hayatındaki karakterini terk edip yeni bir karaktere bürünen kişilerin önemli bir kaçış noktası vardır. Bu kaçış noktasında benimsenen ideoloji şu şekilde ele alınabilir: “Gerçek öyle değil, böyledir.” Bilinen o ki, çoğunlukla bilinçaltı bazı duyguları arka plâna gizleyerek kilitler. Her ne kadar o kilitlerin açılması kolay olmasa da, bilinçaltı bazı istisnai durumlarda kilidi açar. Kilit açıldığı zaman o kişi artık olmak istediği kişiliğin bir parçası haline gelir. İnsanlar bunu kabûllenmenin zorluklarını bildikleri için kolay yollardan beyinlerine hükmederler.

Zaten yüzeydeki olayların altına karmaşık oyunlar saklandığı zaman onları uç noktalara götürerek derinleştiren tuhaf duyguların en derindeki gerçeklikle örtüşüp örtüşmediği aşikârdır. Yanılsamalar, halüsinasyonlar ve akıl oyunları… Tüm bunların bir filme aktarıldığını hayal ettiğimizde, şöyle bir yargıya varabiliriz: “Gerçekle hayal arasında salınacağız ama asla ikisinden birine kurulmayacağız, arada asılı kalacağız”. Bu noktada devreye giren ve Dennis Lehane’in romanından adapte edilen Zindan Adası (Shutter Island) aslında travmaların kalıcı etkisini vurguluyor. Yeterince vurguluyor mu?… diye soracak olursanız bunun cevabını şu şekilde aktarmak doğru olur.

Roman Uyarlamasının Altyapısı

Bilindiği gibi roman adaptasyonları yeteri kadar başarılı olamıyor. Bunun altında yatan neden herkesin kafasında kurduğu farklı mizansenlerdir. O mizansenleri yakalamak zordur. Ama onları ortak bir paydada birleştirmek için bazı detayları da es geçmemek gerekir. Çünkü filmlerde detaylara yeterince önem verilmiyor. Filmin ana akışını sağlamak, kabataslak olarak nelerin beyazperdeye yansıtılacağını göstermek bir yana dursun, olayların hızlıca aktarılıyor oluşu durumun vahametini artıran etkenlerin başında geliyor ne yazık ki… Ve üzülerek belirtiyorum ki, Zindan Adası’nda (Shutter Island) söz konusu olan hikâye romanın birebir adaptasyonu değil… Zindan Adası (Shutter Island) orijinal hikâyeyle tam anlamıyla organik bir bağ kuramayıp yer yer yapay bir postiş malzemesi olarak duran, oldu da bittiye getirilmiş sahnelerin yer aldığı bir Martin Scorsese filmi. Filmin özünde aktarması gerekenleri neden aktaramadığını gayet iyi anlıyorum, lâkin asıl mesele bu değil! Mesele; beyazperdedeki travmatik görüntülerle kitabı okuyan birisinin kafasındakiler örtüşmeyecek olması. Hele ki romanı pür dikkat okuyanlar (benim gibi…), gediklerin üstünü kapayamaz.

Tüm bu yazılanların kafanızı karıştırdığını hayal ederek hikâyenin derinine inmek istiyorum. Baskıcı sistemin ve buhranlı günlerin etkisi altında kalan Birleşik Devletler Polisi Teddy Daniels ve ortağı Chuck dört duvarı elektrikli tellerle çevrili olan Ashcliffe Deliler Hastanesine görev icabı giderler. Buradaki hastalar tam anlamıyla suçlu ve delidirler ve muadilleri yoktur. Teddy ve Chuck’ın amacı hastaneden kaçan azılı suçluyu bulmaktır. Özünde basit görünen filmin çerçevesini çizen olaylar zincirinde adeta bir labirentin içinde kaybolan Teddy kabuğuna çekilir. Ne zaman ki Teddy gerçeklerin sadece yanılgıdan ibaret olduğunun farkına varır işte o zaman kendi yolculuğuna çıkar. Çok tehlikeli delilerin arasında görevini sürdürmeye çalışan Teddy, sıradan olmayan iki doktorun yardımıyla kaybolan hastanın izini sürer. Hastanın izini sürerken, ortaya çıkan sorunlar Teddy’nin kafasını karıştırır. Kimlik çatışması yaşayan Teddy böylece “oyun içinde oyun” sloganını benimseyip ucu bucağı olmayan hastanede aklını yitirdiğini düşünür. Teddy gerçekten aklını yitirmiş midir? İşte orası muamma…

Romanın Alamet-i Farikası

Tıpkı bir örümceğin ağlarını ördüğü gibi bilinçaltına konuşlanarak silinemeyen bazı anılar bilinçaltına hapsolduğunda hep şu soruyu sorarız: “Gerçekler yaşadığımız dünyanın bir yansıması mıdır?” Bilimsel açıklamalara dayanarak gerçeği tanımlamak mümkündür ama kendi gerçeğimizi tanımlamak pek mümkün değildir. Çünkü sadece algımızın bir yansımasıdır. Sanal dünya da böyle bir şey değil midir? Peki, ya algımız bize oyun oynuyorsa o zaman ne yapacağız?… Aslında tüm bu soruların cevabı romanda saklı… Yazar Dennis Lehane acılar ve zorluklar içinde var olmaya çalışan Teddy’nin dünyasına ve koca gezegenin neresinde, nasıl yaşıyorsak yaşayalım, yanı başımızdan akıp giden hayata değiniyor aslında.

Karanlığın tanımını başarılı bir şekilde yapan yazarın kafamızdaki karakteri ete kemiğe dönüştürmesi de cabası… İnsanın içindeki gizli ikinci kişiliğin ortaya çıkartılması ve vicdanın ürkütücü gücünün ve etkisinin fiziksel bir meseleye çevrilerek aklatılması ve üstü örtülemeyen gerçekler Teddy’nin durumuna kafa yormamız için tam biçilmiş bir kaftandır. Romanı bu denli sevmemin nedeni bütün sahneleri kare kare yaşamamdır. Zaten romanın hakkını sinemayla vermek çok zor… Mantıklı düşünüldüğünde bazı filmler zamanın çok önünde, bazıları da gerisindedir. Ama Zindan Adası (Shutter Island) bundan pek nasibini alamıyor.

Gizemli Hikâyenin Hazin Sonu

Asıl sıkıntım da filmin gerçekten iyi olabilecekken teğet geçmesi… Tüm bu olumsuz eleştiriler yazılıp çizildikten sonra filme dair olumlu olarak bir şey söylemek istiyorum. Filmin ve romanın sonu seyircilerin dudaklarına bir parça bal çalıyor. Bunu geniş kapsamıyla çözümlemek için ilk olarak yapılması gerekenlerden biri romanın okunmasıdır. Romanı okumuş kişiler film sona erdiğinde ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Sonuç olarak, film sona erdiğinde hafızanın içinde bir soru ve itiraz bombardımanı patlak verebilir. “Neden?”, “Peki sonra?…” ve tabi ki düpedüz “Nasıl yani!?” En nihayetinde seyircinin merakını celbeden gizemin akıl oyunlarına bulayarak aktarılmış olması ve bu gizemin esrarı!

(16 Mart 2010)

Arzu Çevikalp

Uyanık Kardeşler

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 9

Ünlü bir oyuncunun kardeşide oyunculuğa başladığında bana nedense hep aslını taklit ediyor gibi gelir. O nedenle Nazan Şoray, Necip …

… Tekçe, Faruk Savun, vd. gibi oyunculara bir türlü ısınamamışımdır. Elimde değil onları izlerken aklıma devamlı Türkan Şoray, Ahmet …

… Tarık Tekçe, Kadir Savun geliyor, filme konsantre olamıyorum. Yeğen Levent İnanır’ın oyunculuğunu sevsem de, keza seyir sırasında …

… aklıma hep Kadir İnanır gelir. İnanır gelincede maçoluk, kabadayılık, Kadirizm, Tatar Ramazan, vs, derken, Levent İnanır silinir gider.

Ülkemizde düzenlenen film festivalleri neden hep aynı isimle yapılmaz anlayamıyorum. Festival aynı kentte olduğu halde neredeyse her sene…

… festivallerin adı değişir. Misal verirsek, 13. Altın Koza Film Kültür ve Sanat Festivali, 14. Adana Altın Koza Film Festivali, …

… 16. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, 18. Limak Ankara Uluslararası Film Festivali, 19. Ankara Uluslararası Film Festivali, …

… 42. Antalya Altın Portakal Film Festivali, 46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, 7. If AFM Uluslararası Bağımsız …

… Filmler Festivali, 8. If İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali… Daha yazayım mı? Yazmayayım. Şu festivalleri hep aynı…

… isimlerle yad etsek diyorum. Hani bendeniz, 60 yıllık Sadi Bey’e bazen Sudi Bey, bazen Şadi Bey derler, onun gibi. Fakat bendeniz işin…

… kolayını buldum. Pinema Film’e girdiğim ilk yıllarda Mustafa adlı arkadaşımız bana hep Şadi Bey, Şadi Bey diye hitapta bulunuyor. …

… “Mustafacığım” dedim, “Benim adım Şadi değil Sadi”. Gelgelelim Mustafacığımın -tabiri caizse- bu kulağından -af buyrun- giriyor …

… öbür kulağından çıkıyor. Bende başladım Mustafacığıma “Muştafa… Muştafa…” diye söylenmeye, adımı aniden ezberledi. O gün bugündür …

… Çok şükür anlı şanlı Sadi Bey adıma kavuştum. Malûmunuz “Sadi” Arapçada “Uğur” manasına gelir. İstermisiniz bu yazıdan sonra …

… Mustafacığım bedenize “Uğur Bey, Uğur Bey” diye seslenmeye başlasın; kaş yapayım derken, göz çıkarmış olmayayım. O zaman yandık netekim.

Eski sinemalar kapandığında hep ah, vah ederiz. İşletmecileri suçlarız, “Direnseydiniz, çok para kazanırken iyiydi de…” vs. deriz…

… Sinemaların kapanmasında mülk sahiplerinin de payı var. Adamın yıllardır izbe halde duran salonuna bir işletmeci talip olur, kiralar, …

… milyarlarca lira sarf ederek salonu yeniler. Salonun güzelliği ortaya çıkınca ve insanlar akın akın gelmeye başlayınca salon sahibi …

… Hemen kiraya astronomik zam yapmaya kalkar. Onu bırak, bir işletmecinin kendisinden duydum. İşletmeci, “Salonu kendi paramızla …

… böldüğümüzde, gelirimizin de arttığı gerekçesiyle sözleşmenin ortasında kiraya zam istediler, bizde kapattık” diye belirtiyor.

(14 Mart 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Umarız’lar Üzerine Bir Yazı, Yeşilçam Müdavimleri Unutulmasın

30 sinema örgütünün oluşturduğu Türkiye Sinema Konseyi, yarın Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde bir basın açıklaması yapacak. Başkanlığını Erden Kıral’ın yaptığı konsey Türk sinemasının sorunları ile ilgili bir bildirge yayınlayacak. Umarız makro isteklerin yanında (Türk sinema yasası taslağı) mikro istekler de bildirgede yer alır. Yeşilçam müdavimlerinin huzurevi ve hastane köşelerine atılmaları, kendilerine dizilerde yer verilmemesi gibi… Sonucu yarın sizler için izleyeceğim Türkiye Sinema Konseyi toplantısında göreceğiz.

Ata Demirer Milyon Dedi

Ata Demirer’in filmi Eyyvah Eyvah henüz ikinci haftasında 1 milyon barajını geçti. İzleyen hemen herkesin hayran kaldığı, hatta tekrar gittiği filmin başarısı Umarız film üreticilerine iyi bir örnek olur ve tastamam yerli hikâye ve konularla film çekerler.

“I Love You Seti” Çok Komik

Henüz izlemedim ama Sermiyan Midyat’ın yönettiği ve Hollywood’un starlarından Steve Guttenberg’in oynadığı “I Love You” konusu kadar set arkası hikâyeleri de meşhur oldu şimdiden. İşte bazıları:

– Amerikalı oyuncuların çekim süresince en zorlandığı şey alaturka tuvalete alışamamaları oldu.
– Rol alan köylüler Rugby topuyla normal maç yapmaya çalışırken topun her vuruşta taca gitmesine çok bozuldu. (Top Yamuk)
– Bütün yemeklerin etten yapıldığı Mardin’de Mariel Hemingway, her mekânda wireless sorup, internetten cesar salata siparişi vermeye kalkıştı.
– Baş örtülü ve basma elbiseli bir Kürt ana üzerinde ‘Love Me’ yazılı t-shirt’i ile komik bir görüntü oluşturdu.
– Genç oyuncu Josh Folan, atletik vücudunu korumak için, tüm köylülerin şaşkın bakışlarına aldırmadan her sabah sporunu yaptı.
– Amerikalılar hamamböceklerini görene kadar Mardin’i film platoları sanmış.

Umarız bu tip yabancı oyunculu prodüksiyonlar artar.

Festivaller Çakışınca

Önce Berlin Film Festivali, Sonra Oscar’lar, daha sonra Ankara Film Festivali derken sırada İstanbul Film Festivali ve Yeşilçam Ödülleri var. Şu sıralar sinema, medyanın gözdesi oldu adeta. Umarız medya sadece işin jan jan kısmı ile değil de, biraz da sinemanın gerçek sorunları ile ilgilenir bir gün.

Bravo Türk Seyircisine

Geçtiğimiz yıl vizyona giren 70 Türk filmi 13,5 milyon seyirciyi salonlara çekmişti. Oysa bu sene 2010’da vizyona giren 13 Türk filmi 10 milyon barajını geçti bile…. Bu hızla gidersek sene sonunu 20 milyon yerli seyirci ile kapatabiliriz. Bu da bir önceki yıla oranla % 70 daha fazla seyirci demek. Umarız Türk sineması bu şekilde yoluna devam eder.

(14 Mart 2010)

Erhan Işık

erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

Kıymetli’nin Trajik Hayatından

Acı Bir Hayat Hikayesi (Precious)
Yönetmen: Lee Daniels
Eser: Sapphire
Senaryo: Geoffrey Fletcher
Müzik: Mario Grigorov
Görüntü: Andrew Dunn
Oyuncular: Gabourey Sidibe (Precious), Mo’nique (Mary), Paula Patton (Bayan Rain), Mariah Carrey (Bayan Weiss)
Yapım: LDE-SEG (2009)

Bu filmle anneyi oynayan Mo’nique “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu”, Geoffrey Fletcher, Sapphire’ın “Push” romanından yazdığı senaryoyla “En İyi Uyarlama Senaryo” ödüllerini kazandı.

Bu film, Amerika’dan sahici bir hikâye anlatıyor, 16 yaşındaki obez genç kız Claireece “Precious” Jones’un hikâyesini. Babası tarafından tecavüze uğrayan “Precious”, annesi Mary’yle aynı evi paylaşıyor. Annesi evden dışarı çıkmayan, loto oynayan, sürekli televizyon izleyen, tüm geliri Sosyal Hizmetler’den gelen birkaç yüz dolarla hayatını sürdüren hayatın sinirli yaptığı yapayalnız bir kadın. Kızı da yapayalnız. “Down sendromlu”, yani “mongol” bir çocuk doğuran “Precious” (Kıymetli), ikinci çocuğuna hamile ve okuldan uzaklaştırılıyor. Okulun müdüresi onu sosyal hizmet destekli bir başka okula gönderiyor ve orada Bayan Rain’in desteğiyle hem okuma yazma öğreniyor hem de hayatına yeni bir yön çiziyor. Filmin hikâyesi 1987’de New York – Harlem’de başlıyor. Ortalarda pek görünmeyen kendisine tecavüz eden babası bir zaman sonra AİDS’ten ölüyor. “Precious” da AİDS. Belki de onu hayata bağlayacak iki çocuğu.

Yürek burkucu…

Sapphire’in 1996’da yazdığı “Push” (İtin) romanından uyarlanan bu film, belki de son dönemlerde Amerika’nın öbür yüzünü, yoksul kıyılarını gösteren önemli yapıtlardan. Akademi, geçmişte olduğu gibi bu yıl da hakkı yenmiş filmlerle anılacak. Annede inanılmaz bir dramı tüm ruhuyla perdeye yansıtan yapayalnız ve hep kaybetmiş Mary rolüyle Akademi’den “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülünü kazanan Mo’nique performansıyla gerçekten insanı etkiliyor. “Precious”a hayat veren Gabourey Sidibe, dalgın gözleriyle dışarıdaki sert hayatın içerisinde yapayalnız biri. Bu trajik hayatta sığınacağı tek varlıklar çocukları. O çocuklar, hem kardeşleri hem de evlâtları. Amerikan toplumunun arka sokaklarına bakan bu film gerçekçi ve trajik. Bu gerçekçiliğiyle insanı tam anlamıyla sarsıyor bu film. “Acı Bir Hayat Hikayesi” filmi, ayrıca Akademi’den “En İyi Uyarlama Senaryo” ödülünü de aldı. Bu film, sinemasal belleğe alınmalı. Bu filmde Ken Loach ruhunun da olduğunu belirtmeliyiz.

(12 Mart 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Evine Dön Lone Scherfig

“An Education” Üzerine…

Lone Scherfig ne yapmış bu sefer diye düşünerek !f İstanbul 9. AFM Bağımsız Filmler Festivali’nde An Education’u (Aşk Dersi) izlemeye gittim. Ve ardı ardına izlemiş olduğum başkaca filmlere selâm gönderen bir yapımla karşılaştım. Yer yer Ölü Ozanlar Derneği, yer yer Mona Lisa Smile’ı (Mona Lisa Gülüşü) anımsatan havası ile kendi kısır döngüsüne kapılmış olan ve bağımsız bir duruşa bürünememiş Scherfig bu sefer. Ama bu onun hoşuna gitmiş olacak ki Altın Küre, Oscar derken bütün dünyada tanınır hale gelmeyi başardı.

An Education bize izlediğimiz filmi hangi perspektiften okumamız konusunda yardımcı olamıyor. Bakış açıları önümüze seriliyor ama bir duruş kazanamıyor ne yazık ki. Ne yazık ki demek zorundayım çünkü “Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca” ve “Wilbur Ölmek İstiyor” filmleriyle daha kendi halinde ve söylemek istediklerini abartıdan uzak ve daha mütevazı bir dille aktaran bir yönetmen için kayda değer bir bocalama yaşanmış. Bunu bağlayabileceğim en sağlam nokta da bu hikâyeyi anlatırken kendi coğrafyasının uzağına düşmüş olması. An Education bir dönem filmi ancak 1960’ların Londrası’na hapsolunarak anlatılması zorunlu bir öykü de değil. Lone Scherfig, Danimarka sınırları içerisinde kendi dilinde, eleştirmek istediği sistemi ya da bağlanılması kaçınılmaz olan kurumsal yapıları içine de bir tutam aşk kırıntıları ekleyerek anlatsaymış, hikâye daha da bir karakteristik yapıya bürünebilirmiş. Görsel anlamda ve oyunculuklarda belki bir problem yok ama bir filmin belkemiği olan senaryo sallanmış da sallanmış. Sallanan senaryoyu da çoğu zaman başarıyla kotarılmış sanat yönetmenliği ve fonda bize dinletilen müzikler toparlamaya çalışmış. Filmi izlerken Carrey Mulligan’ı saçlarını topladığında hep birine benzetip durdum zira bir türlü çıkaramadım ama sonradan farkettim ki apaçık ortada olan bir Audrey Hepburn tasviriydi bu. Dönemsel olarak çakışmış mı bilemem -ki buna da gerek yok- hoş bir selâm duruş görüntüsünde perdeye yansıdı. Hepburn’ün masumiyeti Mulligan’ın zerafetiyle bütünleşmiş ve 1960’lara yakışan bir tablo oluşturmuş.

Filmde aile çekirdeğinin önemine ya da önemsizliğine de değiniliyor elbette. Ama işte tam da bu noktada beli bükülmüş olan senaryo bir türlü doğrultulamıyor. Alfred Molina’yı kızları için en iyisini -neye göre-, en doğrusunu -kime göre- isteyen baba rolünde izliyoruz. Carrey Mulligan’ın canlandırdığı karakter özgürlüğüne düşkün haliyle ve yaşının ötesinde sergilediği olgunlaşma görüntüsüyle ilgi çekici ve sevilesi bir hale bürünmüş filmin içinde. Ama biraz sıyrılalım duygularımızdan ve tam da orta yerinden bir dalış yapalım anlatılan hikâyenin içine dersek tam da bu noktada tatmin olamıyoruz. Babanın tam olarak ne istediğini de anlayamıyoruz kızlarının bu kadar özgür olup da yine de kendini aile baskısı altında hissetmesini de. Garip bir çelişki var derken anne karakteri olup bitenleri dengelemeye çalışıyor. Kuzey Avrupa sinemasının kendine has üslûbu olmasa da her şeye rağmen sıcak bir havası var An Education’un. Oscar rakipleriyle de yanyana geldiği zaman en ayrıcalıklı olanı diyebiliriz.

Ama hiçbir şey Lone Scherfig’e duyduğum özlemin daha da pekişmesine engel olamadı. Dogma manifestosundan nerelere gelindiğinin güzel bir kanıtı oldu An Education. Belki Lars Von Trier de ihanet etti altına imza attığı manifestoya ya da ihanetten öte bir yenilenme süreci geçirdi -ki bence böyle- ama yine de uzak düşmemişti kendine. Hiçbir Trier filmi izledikten sonra özlemimi daha da filizlendirmemişti.

(09 Mart 2010)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Scorsese’den Hitchcockvari Gerilim

Zindan Adası (Shutter Island)
Yönetmen: Martin Scorsese
Eser: Dennis Lehane
Senaryo: Laeta Kalogridis
Kurgu: Thelma Shoonmaker
Görüntü: Robert Richardson
Oyuncular: Leonardo DiCaprio (Teddy), Mark Ruffalo (Chuck), Ben Kingsley (Dr. Cawley), Michelle Williams (Dolores), Max von Sydow (Dr. Naehring) Emily Mortimer (Rachel 1), Patricia Clarkson (Rachel 2), Jackie Earle Haley (Noyce), Elias Koteas (Leaddis)
Yapım: Paramount (2010)

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Martin Scorsese’nin “Zindan Adası”, tam bir psikolojik gerilim filmi. Bu film, Berlinale’de “Altın Ayı” için de yarışmıştı.

Yazar Dennis Lehane’in romanından uyarlanan “Shutter Island – Zindan Adası”nın hikâyesi 1954 yılında geçiyor. US Marshall dedektifleri Teddy ve yeni ortağı Chuck, Boston açıklarında Zindan Adası diye adlandırılan bir ada hapishanesine doğru gemiyle yolculuk yapıyorlar. Ada hapishanesinden çocuklarını vahşice öldürmüş Rachel adlı bir katil kadın kaçmış. Fırtınalı havada deniz Teddy’yi tutuyor. Adadaki hapishanede akıl hastası suçlular kalıyor. Scorsese, her şeyi hemen göstermiyor. Her şey yavaş yavaş yansıyor perdeye. Yönetmen, anlatımını Teddy’nin zihinsel algılamaları üzerinden yansıtıyor. Teddy ne anlıyorsa seyirci de onu anlıyor. Filmin ikinci yarısından sonra her şey yavaş yavaş anlamlaşmaya başlıyor. Teddy, Dr. Naehring’i ziyaret ederken pikapta geç romantizm ve erken modernizm bestecilerinden Gustav Mahler’in (1860-1911) müziği çalıyor. Bu müzik onu savaştaki Yahudi esir kampına götürür. Yaralı bir Nazi subayı da aynı müziği dinliyor. Dışarıda karlar altında donmuş Yahudi ölüleri. Teddy’nin zihnini kuşatan bir şey daha var, o da karısı Dolores’in ölümü. Teddy, karısını evde yakarak öldüren Leaddis’in de bu adada olduğunu düşünüyor. Leaddis’i ararken, McCarthy’nin “cadı kazanı”na düşmüş sanatçı George Noyce’u da buluyor hücrelerin birinde. Noyce’u Teddy tutuklamış zamanında. Görülen her şey, Teddy’nin zihninin bir oyunu mu, yoksa geçmişte yaşanmış şeyler mi? Yoksa vicdan arınması mı? Filmin derinliğinde, öncelikle ikinci yarıda yönetmen bazı şeyleri anlamlaştırıyor perdede. Az da olsa final yine de bulanık ve açık uçlu. Bu film de bulanık ve sürekli zihniniz karışıyor. Bir şeyi anlamlaştırmaya başladığınızı sandığınızda bile zihniniz size oyun oynuyor ve finale kadar çoğu şeyi yerli yerine koyamıyorsunuz bu psikolojik-gerilim filminde. Bu gerçeküstü filmde renk tonları da Teddy’nin ruh haliyle buluşuyor. Adadaki anlar koyu renk tonlarıyla yansıyor. Teddy’nin eşini hatıladığı anlarda renk tonları açılmaya başlıyor. Nazi katliamında renkler daha açık kullanılmış.

Hitchcock ruhu…

Bu film, gerçekten Hitchcock ustanın ruhunu perdede yaşatıyor. Hatta fonda duyulan bazı müziklerle bile. Dipte duyulan gerilimli müzikler zaman zaman insanın kafasının içinde patlayacakmış gibi oluyor. Filmin görselliği de gerçekten çarpıcı. Öncelikle iç mekânlarda. Ama, adanın derinlikli uçurumları da çarpıcı ve Teddy’nin metaforik anlamda uçurumun kenarında olduğunu hissettiriyor sanki. Evet, bu filmde Hitchcock ruhu var. Hitchcock’un zihinsel anlamda bulanık filmlerini düşünün. Hitchcock’un 1945 yapımı “Spellbound – Öldüren Hatıralar” ve 1958 yapımı “Vertigo – Ölüm Korkusu” hemen akla geliyor. Bu iki film de zihinsel bulanıklık üzerine Hitchcock’un seyircinin zihniyle oynayan muhteşem filmlerdi. Martin Scorsese, gerçekten sinemanın yaşayan büyük yönetmenlerinden. Scorsese, 1942’de New York – Queens’te doğdu. Çocukluğu astım hastalığıyla geçti. Annesine tutkundu. Filmlerinde, annesi gibi sıcak kalpli kadınları arıyor sanki Scorsese. Mağaradaki ikinci Rachel anne gibi sıcaktı. Bu andan sonra da her şey anlamlaşmaya başlıyor. Filmlerindeki tüm iyi kadınlar annesi gibi sanki Scorsese’nin. Nevrotik ruh halindeki filmlerinde karakterleri çoğunlukla takıntılı / saplantılı bir de. Ayrıca o, Woody Allen gibi bir New York tutkunu. Bir şehre tutkun olmayan yönetmenlere aşina değiliz.

(11 Mart 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Hayattan Korkma

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 8

“Muro: Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine”nin gösterdiği box office başarısı ile Mustafa Üstündağ füze gibi başrol oyunculuğuna yükseldi.

Bu sezon peşpeşe “Abimm”, “Kutsal Damacana 2: İt Men” ve “Deli Dumrul Kurtlar Kuşlar Aleminde”de oynadı. Son filminde tüm film boyunca…

… neredeyse sadece masa başında bir mafya babasını canlandırdı. Bir ara arabada direksiyona da oturdu. “Bu ne biçim başrol oyunculuğu …

… kendini süratle harcıyor”, diye düşünürken açıklama Mustafa Üstündağ’dan geldi. Filmde hatır için konuk oyuncu olarak rol almış, fakat …

… arkadaşları parayı hatırdan daha değerli bulduklarından filmin afiş ve jeneriğinde başrol oyuncusu gibi lânse etmişler. Aynı dertten …

… Tarık Papuççuoğlu da muzdarip. Onunla da aynı şekilde anlaşma yapılmış fakat filmde rolü hiçde konuk oyuncu rolü gibi değilmiş.

Filmde konuk oyuncu vasfı sadece Levent Özdilek’e uyuyor. Sadi Bey’in pek beğenmediği filmin bir özelliği de ünlü bir yapımcının filme …

… destek vermesi fakat firma adını kullandırmaması. Vallahi bana sorarsanız, durum fısıltı gazetesinde karizmayı çizdirmek olarak geçiyor.

Bu vesileyle Tarık Papuçcuoğlu’nun soyadını bir türlü belleyemediğimi itiraf edeyim. Yoksa Pabuçcuoğlu muydu? Kendisi açıklasa da öğrensek.

“Aç TDK Sözlüğünü de bak” demeyin, açtım baktım, orada “pabuç -cu” yazıyor. Ancak yukarıdaki ilk yazılımı “Hayattan Korkma”nın …

… ikinci yazılımı “Deli Dumrul Kurtlar Kuşlar Alemi”nin afişinden aldım. Başka işim yok mu benim?

Yok. “Deli Dumrul Kurtlar Kuşlar Aleminde”nin web sitesinin künye bölümünde de TARIK PABUÇÇUOĞLU yazıyor.

KKTC Cumhurbaşkanı Talât, Lefkoşe’de yapılan toplantıda bağımsız aday olacağını açıklamış ve “Bu film geriye sarılmayacak” demiş.

Smart TV.nin reklâmını yapan vatandaş konuşuyor: “Çocuk TV, Erotik TV, Komedi TV, vs. TV, istediğiniz paketi alabilirsiniz.”

Çocuk ve erotik kelimesi reklâmda da olsa bir araya getirilir mi a şaşkın. Smart TV.den paket alacağım varsa da almayacağım, vazgeçtim.

Güzel yurdumun, güzel TV.lerinden birinin haftasonu programında Yunanistandan konuk gelmiş sanatçılarının çaldığı müzik eşliğinde yapılan …

… sirtaki dansının sonunda sinema okulu mezunu güzel sunucumuz “oley” diye seviniyor. Türkiye – Yunanistan – İspanya açılımı mıdır bu?

Yusuf Kurçenli’nin “Yüreğine Sor”unu basın gösteriminde izleyen bazı basın mensupları filmi “baş yapıt”, bazıları ise “TV filmi formatında” …

… şeklinde ifadelendirdi. Sadi Bey “baş yapıt” diyenlerden. Duayen sinema yazarımız ise Kenan Ece, Hakan Eratik ve Tuba Büyüküstün için …

… “Bayıldım, bayıldım, bayıldım” dedi. Yayladaki bıçaklı horon bölümünden sonra film iyice güzelleşmiş. Bu arada şimdiden bir tüyo vereyim.

sadibey.com yazarı Ali Ulvi Uyanık, “Yüreğine Sor” için yazacaklarını da, 12 Mart haftasında çok beğendiği filmlere yaptığı gibi çerçeve …

… içine alacakmış. Bizim bu Türk sinemasına doğrusu akıl sır ermiyor. Birkaç gün içinde “Eyyvah Eyvah” ve “Yüreğine Sor” insanı göklere …

… çıkarıyor. Semih Kaplanoğlu’nun “Bal”ı, Reha Erdem’in “Kosmos”u dünyayı hayran bırakıyor. Öte yandan “Recep İvedik”, “Deli Dumrul…”

… vs. ise “Bu filmleri niye yapıyorlar” diye insanı düşüncelere gaaark ediyor.

Oscar Ödülleri’nde hem 6’da 4, hem de 6’da 5 tutturdum. Nasıl olduğunu açıklayayım. Dünkü Milliyet Pazar ilâvesinde yayınlanan tahminler …

… sorulduğunda, Ölümcül Tuzak, Kathryn Bigelow, Jeff Bridges, Meryl Streep, Christopher Waltz, Penelope Cruz olarak cevaplandırmış ve …

… En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü büyük ihtimalle Mo’Nique’nin kazanacağını, ancak filmi henüz görmediğimden Penelope Cruz adını …

… vermiştim. Keza En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Sandra Bullock’un filmi de henüz Türkiye’de gösterilmediğinden tercihimde onun da …

… adını belirtmedim. “Aynı dalda Meryl Streep’in adını niye belirttin, onun filmi ‘Julie & Julia’ da Türkiye’de gösterilmedi” derseniz, o …

… başka. Meryl Streep de Robert Redford gibi benim fetiş oyuncularımdandır. Varımı yoğumu gözüm kapalı onun üzerine yatırırım.

Sinemamız şaşırtmaya devam ediyor. Sermiyan Midyat’ın “Ay Lav Yu”su çok sevimli ve seyri zevkli bir film. Diyaloglar iyi, müzikler güzel.

Önceleri bu filmin mülkiyeti Sinan Çetin’indi. Daha sonra Sermiyan Midyat filmi satın aldı ve kendi firması adına gösterime çıkarıyor.

Bu haber basına yansıdığında “Acaba film kötü de Sinan Çetin o nedenle mi filmden vazgeçti” şeklinde bir kanaate sahiptim. Neyse ki basın …

… gösteriminde filmin yardımcı yönetmeniyle yaptığım konuşmamızda Sermiyan Midyat’ın filme sahiplenme isteği nedeniyle filmin el …

… değiştirdiğini öğrendim. Belgelendirelim ki benim gibi yanlış kanaat sahipleri işin doğrusunu öğrenmiş olsunlar.

Şahan Gökbakar’ın yeni projesi, arabalı vapurun peşinden koşan mavi eşofmanlı vatandaş üzerine olacakmış. Duyan duymuştur, ben yeni duydum.

Bizim sinema yazarlarının kaderi böyledir. Bir film hakkında olumsuz birkaç şey çiziktirseniz, her yerden bir sürü sitem alırsınız, ancak …

… methettiğiniz ve övdüğünüz filmler hakkında ise bir Allahın kulu çıkıp da, ağzına, burnuna, gözüne, kaşına, eline, koluna, diline, …

… sağlık demez. Anladınız siz onu?

(10 Mart 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

12 Mart 2010 Haftası

“Acı Bir Hayat Hikayesi”, bir Amerikan kâbusu! 1987’de Harlem’de, evi terk etmiş babası tarafından defalarca tecavüze uğrayıp ondan ‘down sendrom’lu bir kız çocuğu dünyaya getirmiş ve şimdi, yine ondan hamile, egoist bir tembel olan annesi tarafından da sürekli itilip kakılan, aşırı şişmanlamış bir zenci ve disleksi sorunlu bir öğrenci olarak yaşamaya çalışmak kâbus değildir de nedir? Ensest ilişkiden kaptığı HIV virüsü de ‘bahşiş’! Yaşı mı: 16! Sadece 16! Çok mu inanılmaz geldi? O halde, son birkaç yılda üçüncü sayfalara yansıyan bizdeki haberlere bakın. Türkiye’de en yakıcı konuların üzerine cesaretle gidebilecek yönetmen eksikliği çektiğimiz için, Amerikan Bağımsız Sineması’dan gelen, psikolojik sertliği antolojilere geçebilecek, zor izlenir bu film karşısında şoke olduk. İnsanın olduğu her yerde yaşanan bu koyu dramın, melodramatik tuzaklara düşmeyen gerçekçi anlatımı, yönetim ve oyuncu performansları karşısında şaşırmamak olası değil.

Ona, Precious’a yardım edebilen birilerinin varlığı, insanlıktan umudu kesmememiz için bir neden olsa da, problemlerin kökenindeki sevgisizliğin adaletsizlikle kol kola, en alttakilere azaplar yaşattığını kabûl etmek gerek. Bazıları için sevgi arayışı, hep acıdır; gözyaşıdır… Ve hâlâ, Harlem’deki Precious’lar ile Türkiye’deki Ünzile’lerin, yaşamlarından istifa etmeden direnebilmeleri de, asıl mucizelerdir.

“Çılgın Kalp”, genç aktör Scott Cooper’ın Thomas Cobb’un kitabından uyarlayarak yazdığı ve yönettiği ilk film. Ama öyle olgun bir ilk film ki… Çaptan düşerek kasaba barlarında çalmaya başlamış alkolik country müzik efsanesinin, ellili yıllarında yeniden, hem de bir çocuklu genç kadına âşık olmasını ve aslında, hayranlarının belleklerinde unutulmadığının, yüreklerinde de çok sevildiğinin ipuçlarını, müzikle ışıldatarak anlatıyor. Eğer efsane katına yükselmişseniz, ne kadar düşseniz de, örneğin yıldız yaptığınız genç şarkıcının vefasının sağlamlığını görebilir; yeniden doğabilirsiniz… Hiçbir kusuru olmayan bir ‘insan hissetmek’ hikâyesi! Bir büyük oyuncu Jeff Bridges, aşılması zor bir dorukta; bir bölümde ona eşlik eden ‘konuk oyuncu’ Colin Farrell yine şaşırtıcı: İkisi de, mükemmel iki country şarkıcısı!
“Yüreğine Sor”, yönetmenin güçlü biçimde hissedildiği filmlerden. Yusuf Kurçenli, kahramanlarıyla kolaylıkla empati kurabileceğimiz aşkı tüm yakıcılığıyla kalplerimize işleyip, oyuncularını doğru tonlarda oynattığı yerel ve aynı zamanda evrensel bir filmi, kültür bahçesine armağan etmiş bulunuyor. Yöre kültürü ve folklorun, uzmanlarla çalışılarak, en ince ayrıntısına kadar, rengârenk şekilde ve zengin görsel düzenlemelerle hikâyenin içine işlendiği filmlere, sinemamızda pek rastlanmadığından, Türk Sineması’nın bu has yapıtını kaçırmamanız gerektiğinin altını çiziyorum. İlk kez izlediğim Kenan Ece’nin de, ‘aura’sı olan ve hissettirebilen, son 15 yılda Türk Sineması’nda rastlamadığım türde bir genç erkek oyuncu olduğunu vurgulamalıyım.
“Zindan Adası”, savaşa katılmış ülkelerdeki insanların korkunç ruhsal sarsıntılar geçirdiği bir dönemde, 1954 yılında geçiyor. Kaçak bir kadın suçluyu bulmak için, üzerlerinde deneysel tedaviler de uygulanan psikopat katil hastaların tutulduğu ve kaçmanın olanaksız olduğu adada kurulu Ashecliffe Hastanesi’ne, yeni tanıştığı ortağı Chuck Aule ile birlikte çağırılan adli polis Teddy Daniels’in, iz sürerken bir dolambaçta ‘kaybolması’nın öykülendiği usta işi çalışma. Gotik bir korku atmosferi içinde, gerçekle kâbuslar arasında gidip gelirken karanlığa çekilen genç adamın gerilimi yoğun öyküsünde, seyircilerin de, aklın esnekliği içinde kışkırtıcı bir meraka sürüklendiğini söylemek yeterli olacaktır. Zaman zaman kötülüğün daha baskın olduğu dünyada, insan olmanın, ruhu acılara gark eden nasıl ‘ağır’ bir durum olduğuna dair bir temaya ilişkin de diyebiliriz. Martin Scorsese – Leonardo DiCaprio ikilisinin dördüncü işbirliği, yine, çarpıcı bazı anlara, küçük şoklara, soluksuz izlenen bir başarıya dönüşmüş. Bu yılın en iyilerinden!

(10 Mart 2010)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Cehennemin Tam İçinden

Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker)
Yönetmen: Kathryn Bigelow
Senaryo: Mark Boal
Müzik: Marco Beltrami-Buck Sanders
Kurgu: Chris Innis-Bob Murawski
Görüntü: Barry Ackroyd
Oyuncular: Jeremy Renner (Will James), Anthony Mackie (JT Sarborn), Brian Geraghty (Owen Eldridge), Guy Pearce (Matt Thompson), Ralph Fiennes (Takım Lideri), David Morse (Albay Reed)
Yapım: Voltage-First Light-Kingsgate (2009)

“Tuhaf Günler” ve “Kırılma Noktası” gibi çarpıcı filmleriyle bilinen Kathryn Bigelow, ABD’nin Irak işgâlini bomba imha ekibinden bir grup askerin üzerinden anlatıyor. Bazı şiddet sahnelerine bakmak gerçekten zor. İşte bu film tam altı dalda Oscar kazandı.

1951’de Kaliforniya’nın San Carlos şehrinde doğan Amerikalı yönetmen Kathryn Bigelow, sinemanın önemli kadın sanatçılarından. Sinemanın en iyi bilim-kurgularından biri kabûl edilen 1995 yapımı “Strange Days-Tuhaf Günler” filmiyle sinemada sağlam bir yer edindi. Onun 1991 yapımı “Point Break – Kırılma Noktası” filmi de görülmeye değer. Yönetmen Bigelow’un “The Hurt Locker – Ölümcül Tuzak” filmi, bir bomba imha ekibinin peşine takılıyor. Irak’ı işgâl etmiş ABD, milyonlarca insana trajedi yaşatırken, film savaşı ve trajedileri bir grup Amerikalı askerin gözünden yansıtıyor. Hem de tam anlamıyla. Bu film, zaman zaman hamaset kokan ırkçı filme dönüşüyor ve soylu Irak halkını düşmanca yansıtıyor.

Cehennem gibi…

Filmin girişi de şok edici. Bağdat’ta bir robot tank, Çavuş Sanborn’un komutasındaki bomba imha ekibinin denetiminde bir araçta bombayı alırken terslik oluyor. Çavuş Thompson, robotu tamir ederken bomba patlıyor ve ölüyor. Yerine de Çavuş Will James geliyor. Ardından savaşın içinde bombaların peşine düşüyorlar. Yönetmenin bu savaşın içindeki filminde şiddet bir kaos gibi yansıyor perdeye. Yönetmen sanki bu filmini, Amerikalı anneler için yapmış. Askere gönderdiğiniz çocuklarınız işte bu cehennemin içinde diyor sanki yönetmen. Film, seyircileri o çatışmaların ve patlamaların ortasında bırakıyor. O duyguları yaşatıyor. Yönetmenin kamerası, o anın tam içinde hep. Yönetmen, bir kadın olmasına rağmen erkek dünyasını da iyi yansıtabiliyor. Ama, şiddetin ve ölümlerin azalmadığı Irak’ta savaşı Amerikalı bomba imha ekibinin gözlerinden yansıtan filmde savaşa eleştiri getirilse bile direnişçilere ve Irak halkına belli bir mesafeden bakılıyor. Irak halkı da Amerikalı askerleri evlerinin pencerelerinden seyredip duruyorlar. Bir tek Çavuş Will James, kendisine Beckam diyen küçük Iraklı çocukla kurduğu iletişim var. Çocuktan porno DVD’ler alan Çavuş James, o çocuk vahşice öldürüldüğünde sarsılıyor. İntihar bombacıları, çocuğun karnını yarmışlar ve karnına bomba yerleştirmişler. Aslında hiçbir yer ve hiç kimse için güvenli yer yok buralarda. Her an bir yerlerde beklenmedik bir anda bombalar patlayabilir. Bomba imha ekibinin çölde, Black Water’ı çağrıştıran paralı askerlerle karşılaştıkları sekansta direnişçilerle çatışma gerçekten savaşın ne demek olduğunu yaşatıyordu. Canlı bomba sahnesi de kolay unutulmaz bir sahneydi. Yönetmen, Irak’taki cehennemi, şiddeti ve kaosu yaşatabilmek için hafif el kamerası kullanmış çoğunlukla. Yönetmen bazı sahnelerde, zamanı alabildiğine yavaşlatarak cehennemi daha ayrıntılı gösteriyor seyirciye. Bu anlarda saniyede yirmi bin kare çeken özel kamera kullanılmış yönetmen. Gerçekten bu kamera kaotik atmosfer yaratabiliyor perdede. Yönetmen kameraman Barry Ackroyd’u seçerek doğru yapmış. Çünkü kameraman Ackroyd, büyük yönetmenlerden Ken Loach’un filmlerinin de gözü. Filmin final bölümü de etkileyici. Çavuş Will James, eve izinli gelir. Vefalı dediği boşandığı eşi ve oğluyla kısa bir zaman geçirdikten sonra bir sığınakmış gibi hemen savaşa geri dönüyor. Kathryn Bigelow, güçlü ve iyi bir yönetmen. Bu yapıt film, yönetmen, senaryo, kurgu, ses ve ses miksajı dallarında Oscar kazandı.

(10 Mart 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Amerikan Saldırganlığına Muhalif

Avatar
Yönetmen-Senaryo: James Cameron
Müzik: James Horner
Kurgu: James Cameron-John Refoua-Stephen E. Rivkin
Görüntü: Mauro Fiore
Oyuncular: Sam Worthington (Jake), Sigourney Weaver (Dr. Grace), Stephen Lang (Albay Miles)
Yapım: Fox (2009)

Mükemmeliyetçi yönetmenlerden James Cameron, “Avatar” bilimkurgu filmi için yıllarca uğraştı ve sonunda üç boyutlu olarak beyazperdeye yansıttı. Bu film Akademi’den hak ettiğini alamadı, sadece görüntü. sanat yönetimi ve özel efekt ödüllerini kazanabildi.

Mükemmelliyetçi yönetmen James Cameron’ın dünyada bir fenomene dönüşen ve şu ana kadar sinema tarihinin de en pahalı filmi olan “Avatar”, görselliği ve içeriğiyle gerçekten etkileyici. Üç boyutlu (3D) görüntüler muhteşem ötesi bir şey. Sanki o mekânların, atmosferin içindeymiş hissi yaşatıyor insana “Avatar” filmi. Ayrıca bu film, sinemanın da ulaştığı teknolojik olarak son nokta. Belki de hiçbir şey, gerçekten eskisi gibi olmayacak. Aslında, 1977’de George Lucas’ın bir mite dönüşen “Star Wars – Yıldız Savaşları” bilimkurgusundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Teknoloji ve bilgisayar her şeyi kuşattı, konvansiyonel olan yavaş yavaş silinmeye başlandı. Günümüzde dijital kamerayla çekilen filmler çoğalıyor ve negatif filmler yavaş yavaş hayatımızdan çıkmaya başlıyor. İşte “Avatar”, üst noktalara ulaştırdığı teknolojisiyle sinemayı uzayın derin yollarına savuruyor.

Barışçı mavi insanlar…

“Avatar”, Hinduizm inancına göre “gökyüzünden yeryüzüne Tanrı” anlamına geliyor. Cameron, bu filminde metaforik olarak ABD’nin saldırgan ve yok edici politikalarına sert eleştiriler getiriyor. “Avatar”da emperyalist ve militarist güç, mavi insanların gezegenini değerli bir maden için işgâl ediyor. Ama hiçbir şey plândıkları gibi gitmiyor ve batağa saplanıyorlar. Filmin hikâyesi 22. yüzyılda, Pandora gezegeninde geçiyor. Aslında gerçeklikle sanal gerçekliğin iç içe geçtiği bir dünyayı yansıtıyor yönetmen. Sanal gerçeklik dediğiniz şey gerçeklik olabiliyor. Süper güç, “Avatar Projesi” denilen bir çalışma başlatıyor. Sanal gerçeklikten başka bir boyuttaki gerçekliğe geçiş projesi bu. Pandora gezegeninde devasa ağaçlarda yaşayan mavi insanların topraklarının altındaki çok değerli madenleri ele geçirmek istiyor süper güç devlet. Bu proje için bilim insanlarını bile kullanıyor bu süper güç. Mavi insanları tanımak için, savaşta yaralanmış ve şimdi tekerlekli sandalyeye mahkûm er Jake Sully ve bilim insanları sanal gerçeklik yoluyla mavi insanların içine yollanıyor. Dış görüntüleri de tıpkı mavi insanlar gibi bunların da. Sonra Jake, tek başına mavi insanların arasına katılıyor onları tanımak için. Kabile gibi yaşayan mavi Na’vi halkı barışçı. Kendilerine saldırı olmadıkça da silâhlarına da sarılmıyor. Silâhları da mızrak ve kalkan sadece. Boyları da üç metre kadar. Bu dünyada kuşlar da helikopterler gibi Na’vi halkına hizmet ediyorlar. Jake, Na’vi prensesi Neytiri’yle karşılaşıyor ve sonra da aralarında doğal olarak aşk da doğuyor. Kendisine benzeyen Jake’in insan olduğunu biliyor Neytiri ve Na’vi halkı. Başlarda zorlansalar da aralarına alıyorlar Jake’i. Neytiri, Jake’e Na’vi halkından biri olması için eğitim de veriyor. Sonra da ona güvenip onunla oluyor. Sonunda süper güç saldırıyor ve trajedi çöküyor bu mutlu halkın üzerine. Gerçekten görsel ve teknolojik olarak bu film üzerine söz söylemek anlamsızlaşıyor. Her şey muhteşem. Görsel dünyanın sınırsız uzayın karanlığında nereye gittiğini seyrediyosunuz perdede. Sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişteki gibi çelişkili duygular içerisinde buluyor insan kendini. Sesli sinemaya geçilirken sinemanın bittiğini ve anlamsızlaştığını söyleyenler olmuştu 1920’lerde. Bu da aynı mı? Artık görsellikte sınır olmadığını anlıyorsunuz.

(09 Mart 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com