Kategori arşivi: Yazılar

Ölmeyen Aşk

Sinematek’in yayınladığı Yeni Sinema Dergisi, 30. sayısında yayınına son verir, geçen bir süreden sonra tekrar yayınlanmaya başlayınca (sadece 2 sayı yayınlanacaktır) dergide Onat Kutlar’ın Seyyit Han (Yılmaz Güney) filmi üzerine bir eleştirisi yer alır. Kutlar eleştiriye başlarken, filmin kendisinden uzaklarda olduğunu, eski görmüşlüğü üzerine yazdığını belirtir. O zamanlar; video, DVD, CD olayları henüz başlamamıştır. Şimdi Ölmeyen Aşk üzerine yazarken filmin benden uzak olduğunu belirtmek istiyorum. Benim, Kutlar gibi mazeretlerim olmayabilir -ayrıca filme bu yollarla ulaşabilme olanağım ne kadar onu da hiç araştırmadım-, daha önemlisi yazı sırf Erksan’ın Ölmeyen Aşk’ı ile de ilgili değil ki…

Evde sinemadan konuşulurken adı sık sık geçerdi, Ölmeyen Aşk. Sonradan ben de gördüm, gencecik bir Laurence Olivier, filmdeki ismi ile söylerlerdi hıçkıli derlerdi, -her halde dublajda öyle kullanılmıştı- sonradan kitabında Heathcliff olarak görecektim, o ismi. Olivier ile birlikte Merle Oberon’un oynadığı William Wyler filmi (Wuthering Heights), 1939 yapımı, her halde bizde 50’li yıllarda oynadı. Emily Bronte’nin (Bronter Kardeşler) romanından uyarlanmış, bizde -kaynak belirtilerek- ilk kez 1963’de Hulki Saner Acı Aşk adı ile çekmiş. Ölmeyen Aşk olarak çekilişi 1966’da Metin Erksan eli ile yapılmış. Belirtmek gerekir ki tam bir çılgın aşk olan romanı, Ölmeyen Aşk ismi dışında Uğultulu Tepeler ve Rüzgârlı Bayır adı ile de Türkçeye çevrilmiş. Roman, sinema dünyasının tüm ülkelerin rağbet ettiği bir kaynak. Kaç tane uyarlaması yapıldı bilemiyorum ama Bunuel’in Abismos de Pasion (1953) ismi ile Meksika’da çektiği bir uyarlaması da var ama 1953’de çekilen bu uyarlama ilk niyet olarak 1930’da düşünülmüş. (Wyler’den önce). Sonradan televizyonda -ancak bir bölümüne rastladığım- dizisi de (yabancı) yapılmıştı.

Filme (Ölmeyen Aşk / Erksan) geçmeden önce, roman(cılar)dan söz etmek gerecek: Bronte Kardeşler, İngiliz yazarları. Üç kız kardeş, yalnızlıklarına arkadaş olarak roman yazmayı seçerler. Anne Bronte (1820 – 1849): Şiirlerinden başka Agnes Grey ve The Tenant of Wildfell Hall (Şatodaki Kadın). Charlotte Bronte (1816 – 1855): Şiirler ve Jane Eyre. Emily Bronte (1818 – 1848): Şiirler ve Wuthering Heights. Jane Eyre’de hayli üne kavuşmuş olmasına rağmen (roman ve çeşitli sinema uyarlamaları var) Wuthering Heights de oldukça popüler olmuş bir romandır ve yukarıda da belirtildiği gibi görsel dünyanın hayli ilgisini çekmiştir ama, işin “ama-sını” aşağıda yazacağım.

Wuthering Heitghts tam bir kara sevda veya çılgın aşk anlatır. Wyler için bir şey diyemem ama gerek Bunuel, gerek Erksan için kara sevda / çılgın aşk keşfedilmesi kaçınılmaz bir kaynaktır. Wyler’in filmi öykünün sonunda başlar. Karlı (ayaz) bir kış günü bir çiftliğe sığınan bir yolcu, asabi, buyurgan çiftlik sahibini merak eder. Çalışanları öyküsünü anlatırlar, şimdiki sahip o zaman çiftlikte çalışan, sahibinin büyütmesi bir gençtir (Heathcliff) ve çiftlik sahibinin kızı (Catherine) ile buluştukları uğultulu tepelerde / rüzgârlı bayırda birbirlerini severler. Fakat bu sonuçsuz bir aşktır. Kızı başkası ile evlendirilince artık delikanlı olmuş olan büyütme, çiftlikten ayrılır ve yıllar sonra zengin ve acımasız biri olarak geri döner. Bir süre sonra başkası ile evlenmiş olan Catherine ölür. Aradan yıllar geçer, halâ Catherine’yi seven Heathcliff çılgın aşkını yaşamaktadır. Bunuel’in filminde, soylu çiftlik sahibi sokakta bulduğu kimsesiz ve yoksul Alejandro’yu çiftliğe getirir ve çiftliğin güzel kızı Catalina ile birlikte büyürler ve birbirlerini severler.

Erksan’ın filminde Ali ile Yıldız’ın aşkı da aynı farlılıklar ve birliktelikler içinde başlar ve gelişir. Birbirlerini severler ama evlenmeleri söz konusu edilemez. Yıldız evlenirken Ali çiftliği terk eder, zengin, hırslı (öfkeli), son model elbiseleri ile (asma yerinden parmağını geçirerek omuzuna aldığı ceketi… ağzında ağızlığa taktığı sigara, başında melon şapka, bıyık bırakmış), son model arabasının (Plymouth) önünde özellikle ağır ağır yürüyerek çiftliğe gelir. Yıldız hastadır. Artık çiftlikte kimse kendisine yanaşmalığını çağrıştıracak bir şey diyemez. Hasta Yıldız’a da istediklerini yaptıracaktır. Yatağından kalkamayan Yıldız’ı yaya olarak -çıplak ayak mı?- buluştukları uğultulu tepelere / rüzgârlı bayıra -zorla- yürütür. Tökezledikçe, zorlar. Yıldız, tepede takatsiz olarak yere oturunca kalkmasını söyler ama Yıldız ölecektir.

Yıldız’ın “beni sevdiğini söyle” demesine rağmen ısrarla, “hayır, senden nefret ediyorum” der ama Yıldız ölecektir, ölü Yıldız’a “ayağa kalkmasını” söyler ve ağlar. Koltuk altlarından tuttuğu, dizleri üzerinde duran Yıldız’ı sağa sola sallayarak, sevdiğini söyler. [Ali’ye (Kartal Tibet) ölü Yıldız’a (Nilüfer Koçyiğit) “ayağa kalkmasını” söylettiren Erksan, Yıldız’ı -kalkmayınca- Ali’den tekmelemesini ister. Buna ise görüntü yönetmeni (Kriton İlyadis) itiraz ederek, “Böyle bir sahneyi çekemem” der. / Bu not, bir dergide yapılan bir röportajda değinilen bir konu idi. Üzerinden yıllar geçti. Detayını bilmem ama özü ile unutulacak bir not değildi.] Kaldı ki Bunuel’in filminin finalinde, Alejandro’nun fırtınalı bir gecede yitirdiği sevgilisi Catalina’nın türbesine götürüldüğü ve cesedi ile seviştiği ürpertici bir unutulmaz son sahne yer almaktadır.

Dediğimiz gibi, Bunuel kadar Erksan’da da, önemli olan kara sevda / çılgın aşk için, Wuthering Heights bulunmaz bir kaynaktır. Eserin sinema versiyonları hele de böyle bir yapıya eğilimli yönetmenler için sonsuz ufuklar açar, (finalde) Catherine’nin ölümü ve sonrası ile kısıtlı imiş görünen bu ufuklar, çılgın aşk peşindeki yönetmenlere yine de sınırsız olanaklar tanır.

Yukarıda “ama” dedikten sonra “aşağıya yazacağım” demiştim, geldik oraya. Gerek Wyler’de, gerek Bunuel’de, gerek Erksan’da, önemli olan Catherine ile Heathcliff’in aşkı, Heathcliff’in gidişi ve dönüşü, Catherine’ye olan aşkı / nefreti ve aşkın / nefretin sergilenmesi… Çeşitli biçimlerde ve derecelerde -ve mutlaka diğer başka uyarlamalarında da başka biçimlerde abartılı ve altı çizilmiş olarak veya gösterişsiz ve sade olarak- işlenmiştir. Bizdeki ilk Saner uygulaması (1963) için Özgüç “birbirine kavuşamayan iki genç aşığın öyküsü” diyor. Aynı uyarlamanın ikincisi (Erksan / 1966) için ise “milyoner olup döndükten sonra, yıllar önceki ezilmişliğinin kompleksiyle, çevresine korku ve ölüm saçan (! – OÜ), sevdiği kadından acımasızca intikam alan hastalıklı bir kişiliğin öyküsü” açıklamasını yapıyor. Bütün bunlar böyle iken, Catherine’nin (Catalina’nın – Yıldız’ın) ölümünün, Emily Bronte’nin romanının ancak ortası olduğunu, olayın kara sevdanın / çılgın aşkın devam ettiğini ve sinema uyarlamalarının bu bölümleri ele almadıklarını belirtelim.

Bu bir eleştiri değil, olabilir ama ana malzemenin (kara sevda) yepyeni oluşumlarla devam ettiğini de gözardı edemeyiz. Bu bölümde neler olur, Catherine’nin başka biri ile evliliğinden olan ve ismini taşıyan kızı Catherine ile Heathcliff’in evlâtlığı Hareton arasında ki aşk. Sinemanın dramatik mantığı içinde bu tip ilişkiler sıkça görülebilir ama bu ilişkiyi geriden Heathcliff organize eder. Catherine ile Hareton’u birbirine iter ve aynı zamanda aralarını açmaya çalışırsa, bu ikinci kuşak genç aşıkların ruh halleri ve başlarındaki Heathcliff’in yönlendirici / amir durumu, uyarlama yapanlara yepyeni açılımlar getirebilecek iken, -anlamadığımız bir nedenle / belki bir filmin zamanının yetersizliği nedeni ile- bu bölüm kullanılmamıştır.

Televizyon dünyası dışarıda ve bizde edebi romanlara ve eski filmlere ilgi duymaktadır. Bunları da dışarıda ve bizde, yeniden biçimlendirerek, bu arada tanınmaz hale getirecek ölçüde değiştirerek de, uyarlamalar (diziler) yapılmaktadır. Yukarıda anlattığımız hali ile hiç değiştirmeye gerek de duyulmadan Wuthering Heights, tam böyle bir dizi malzemesidir ama ben yapılmamış olmasından memnunum.

Romandan tekrar filme, Erksan’ın filmine dönersek, konunun Erksan için devamlılık gösterdiğini göreceğiz. Üç yıl önce yaptığı Acı Hayat (1963 / Ayhan Işık – Türkan Şoray) eşitlerarası bir aşk olarak başlar ama kadının iğfâl edildikten sonra zengin adamla evlenmesi, tersane işçisi adamın ise piyango milyoneri olarak dönüşü ile çılgın ve sonu olmayacak bir aşka dönüşen ilişkiye dönüşür.

Sevmek Zamanı (1966 / Müşfik Kenter – Sema Özcan ) “surete aşık olma”dan yola çıkıp suretteki kişinin de ortaya çıkması ve aşka cevap vermesi ile gelişip, yine çıkışsız bir noktaya gelecektir. Erksan, senaryosunu yazdığı Ayrılsak da Beraberiz (1969) filmini yapımcı Muzaffer Arslan hesabına çekecektir. Yine bir kara sevda öyküsüdür. Türkan Şoray, Tugay Toksöz, Ediz Hun oynayacaklardır. Erksan, yapımcının bir takım davranışları nedeni ile filme başlamış olmasına rağmen bitirmez, yarım bırakır. Filmi Muzaffer Arslan çekerek bitirir, bu arada sonunu da değiştirir. (Şoray çadır tiyatrosu şarkıcısı, Toksöz de kemancıdır, Hun ise bir plâk yapımcısıdır. Şoray’ı dinler ve beğenir, plâk yaptırmak ister. Şoray kabul etmez, Toksöz’ün gayreti ile ünlü bir şarkıcı olur. Hun ile de ilişkileri iyi yoldadır. Bu arada Toksöz ortadan kaybolur ama Şoray O’nu köprü altında bulur ve evlenirler. Gerdek gecesi Hun, Toksöz’ü vurur, öldürür ve gidip teslim olur. Şoray evinin tüm pencerelerini kapatıp bir yıl dışarı çıkmaz. Bir yıl sonra -saçları ağırmıştır- cadılaşmış halinden çıkarak, makyaj yapar ve avukatlar tutarak Hun’u mahkûm olmaktan kurtarır ve aslında onu sevdiğini söyler. Evlenirler ve gerdek gecesi yeni kocası Hun’u vurarak öldürür ve Toksöz’ün mezarına giderek intihar eder.) Erksan’ın bıraktığı filmi değiştirerek Arslan böyle çeker. Erksan’ın düşündüğü finalde ise, Şoray’ın iki mezar arasında oturup ağlaması vardır. Mezarlardan biri kemancının (Toksöz), diğeri plâk yapımcısının (Hun). Her ikisi içinde ağlar: Tam bir kara sevda / çılgın aşk. [Film ile bir ilgili bir not: Ediz Hun, ilk (ve tek) defa bu filmde olumsuz bir karakteri oynar.]

Erksan sineması -istediği yapmak olanağı bulduğu durumlarda- mutlaka kara sevdaya, çılgın aşka yer veren bir sinemadır. Ayrılsak da Beraberiz’den Ölmeyen Aşk’a dönersek, kara sevda içinde bir bölümden başka bir bölüme geçeriz. Kara sevda’nın bir başka görünümü izleriz. Kara sevda bir dram olarak anlatılırken, kahramanları da farklı derecelerde olayı yürütürler, Erksan’ın Ölmeyen Aşk‘ında olayın erkek kahramanı, -hele dönüşünden sonra- çılgınlık derecedeki davranışları ile kara sevdanın (çılgın aşkın) gösterilen boyutlarını kişileştirir. Bu şekli ile kara sevda’yı da uç noktalara taşır. Erksan’ın filmlerinde daha alt derecelerde görülen çılgınlık burada “doruklara” ulaşır. Böyle bir anlatımda uyarlamanın, senaryonun tek elden çıkması (Erksan) daha doğru gelmektedir. Birsen Altıner’in Metin Erksan Sineması isimli kitabında da verilen film künyelerinde senaryonun Erksan’a ait olduğu belirtilmektedir. Özgüç ise Sözlüğü’nde Erksan ile birlikte Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil isimlerini de verir. Bütün bunların yanında çekim sırasında yapımcı ile (Ertem Eğilmez / Nahit Ataman) anlaşamayan Erksan filmi bırakınca bazı sahneleri Feyzi Tuna çekmiştir. Bu haliyle bizlere (seyirciye) ulaşan filme, Scognamillo “yönetmenin film dizininde tamamlanmamış bir filmdir, ‘aslında bu film bütünüyle benim değil, Ölmeyen Aşk artık benim filmim olmaktan çıkmıştır, bir Metin Erksan filmi değildir.’ dediğini belirtiyor” diyor ve yönetmenin yeni bir dönem eşiğinde olduğunu tanıkladığını söylüyor. (6 Yönetmen / G. Scognamillo, s.119).

(Bu yazı YABA Edebiyat Kültür Sanat Fikir Dergisi, Kasım 2011 / Ocak 2012, Sayı: 73 / 74. sayısında yayınlanmıştır.)

(15 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Acımasız Tanrı

Sinema, başlangıçta renksiz ve sessizdi. İlk çekilen filmlerde belirli bir olayın saptanmasının yanında, o olayı uzak yerlere götürmek vardı, yani başka mekânlara… Bunun sonucu olarak zamanla, aynı filmler içinde farklı mekânların da yer alabileceği giderek görülebilecektir. Sinemanın sanat olması, görüntünün pelikül üzerine kaydedildikten sonra hareketli olarak tekrar / yeniden gösterilebilmesi ile başlar. Sinema makinesini / alıcıyı bulanlarla sinemayı sanat yapanlar bu nedenle aynı kişiler değillerdir. Bir süre sonra -ne kadar zaman sonra?- ortaya atılan, benim bugün hâlâ sinemanın ne olduğu konusu hakkındaki düşüncem: görsel olarak bir mekân ve zaman üretilebilmesidir. Bu mekân ve zaman filmden filme değişiklik gösterebildiği gibi bir film içinde de değişiklik gösterebilir. Tek mekâna bağlı kalmamak ve filmin süresini aşan zamanlarda geçen öyküleri anlatmak, öngörülen bu tanımlama prensibine uymamak sinema yapmamak anlamına gelmez. Bugüne kadar çoğunlukla örnekleri verilen bu tarz filmlerde anlatım içinde değişebilen mekân ve zamanları, birbirini izleyen veya izlemeyen şekillerde birbirine bağlayabiliyor fakat sonuçta tek veya çok yapılı bir bütünlüğe ulaşabiliyor ise sinema kotarılmış demektir.

Çok genel -belki açıklamaya ihtiyaç gösteren- bu görüşten sonra, olaya somut örnekler vermek gerekirse, Hitchcock’un Rope’u (1948) ilk akla gelecek örnektir. Çok özel konumu nedeni ile sinema tarihinde yerini alan filmde, tek mekânda, film ile aynı sürede geçen olay anlatılmaktadır. Filmin asıl ayırıcı özelliği filmde kesme/cut kullanılmamasıdır. Hiç yönetmeni öyle bir anlatıma girerken böyle bir zorunluluk yüklemek mantıklı değildir. Ama Hitchcock, biraz da deneysel olan filmde, kendi atmosferini de yaratarak anlatımı bu uç noktaya taşıyabilmiştir.

Kısıtlı mekânlarda geçen filmleri sıralamak gibi bir niyetimiz yok ama yıllar önce gördüğümüz Noz w Wodzie (Sudaki Bıçak / 1962) filmi ile Polanski mekân olarak kendisine bir tekneyi seçmişti… Filmin tamamı teknede geçmiyor, öncesi vardı ama çoğunluk bir teknede kısıtlı oyunu (3 kişi) arasında geçiyordu… Şimdi -eski alışkanlığını sürdüren- Polanski, Yasmina Reza’nın oyunundan yazar ile birlikte yazdıkları senaryoya dayanarak (bizde Acımasız Tanrı adı ile gösterilen, oyununun adı Vahşet Tanrısı olan) Carnage isimli filminde yine tek mekâna dönüş yaparak, öyküsünü anlatıyor. Açılışta genel plânda konuşan çocukları gösteriyor, bir süre sonra çocuklar arasında ikisi itişip kakışıyorlar. Uzaklaşan biri elindeki bir dalı “öyle kalın bir şey de değil” savuruyor ve dal tartıştığı çocuğa çarpıyor (vuruyor). Dalı elinden atan çocuk kadrajdan çıkıyor, diğer çocuklar yüzüne dal çarpan çocukla ilgileniyorlar. Bütün bunlar olurken kamera belli bir plânda kalıyor, olayı sadece saptıyor.

Polanski, olayı çekeceği mekâna giriyor, oyuncuları da (dördü de) aynı mekândalar. Önce bilgisayarda olayı anlatan bir dilekçe yazılıyor. Dilekçe dalı (alt yazılarda “sopa” olarak belirtiliyor) kullanış amacı (“silâh”) değiştiriliyor (dilekçeden çıkarılıyor). İki aile (vuran çocuğun anne/babası – vurulan çocuğun anne/babası) anlaşarak -olayı çözümlemiş, bitirmiş olarak ayrılırlarken- evin (dairenin) kapısı açılmış, çıkılacak… Fakat başlanılan konuşmalar nedeni ile geri dönülüyor ve -sonu belirsiz konuşmalarla- birbirlerini, önce karı/kocalar karşı karı/kocayı sonra karı-lar, koca-larını, koca-lar, karı-larını (devamında önce kendi kocalarını – kendi karılarını, sonra karşı kocaları, karşı karıları) suçlamaya, sözlerine o güne kadar vermedikleri şekilde cevap vermeye başlıyorlar. Bu olaylar zinciri devam edip gidiyor. (Bu ara tekrar kapılar açılıyor, vuran çocuğun anne/babası gitmeye kalkıyor ama bir türlü gidemiyor, karşılıklı suçlamaların sonu alınmıyor ki…

Olayın hemen başında gelen/vuran çocuğun “avukat” babasının cep telefonu çalmaya başlıyor ve adam uzayıp giden konuşmalara, bu konuşmaların başlangıcında diğer üç kişi susarak konuşmanın bitmesini bekliyorlar ama konuşmalar ardı ardına o kadar çoğalıyor ki, artık diğerleri kendi aralarında konuşmaya başlayabiliyorlar, taa ki avukatın karısının, konuşan kocasının elinden telefonu alıp vazoya atmasına kadar… Giderek ipler gerilmeye, içki içmeyenlerin wishky içmeye başlamaları, ağız dalaşının giderek temposunu artırması…

Bütün bunlar olurken Polanski iki üç kere giriş kapısı açılsa da -ancak koridorda asansör kapısına kadar gidebiliyor- hep daire içinde kalıyor. Çoğunlukla oturdukları salonda, koridor, mutfak, yatak odasından geçilen banyo, -zaruri- kullanım alanları… Bu mekân(lar)da, dört oyuncusu bir arada veya her türlü şekli ile ikişer ikişer veya tek başlarına çerçevesine (kadrajına) alıyor, konudan konuya geçerek, arada önceki konulara dönüşler yaparak, birbirlerini suçlayarak, birbirlerine -görünüşte- nazik davranarak konuşturuyor…

Cep telefonu vazoya atılan avukat, adeta şok geçiriyor, bütün geçmişinin, bilgilerinin onda (telefonda) olduğunu söylüyor, -karısının tabiri ile- yıkılıyor. Cep telefonun vazoya atılması ile -birbirlerini her türlü şekilde suçlayan- iki kadın adeta gülme krizine giriyorlar. Avukatın karısı bu arada ökçeli ayakkabılarını çıkarıyor. Avukat yığıldığı duvar dibinde çaresizken, ev sahibi adam saç kurutma makinesi ile telefonu kurtarmaya çalışıyor…

Bütün bunlar, yıllar önce Hitchcock’un Rope da yaptığı gibi “tek çekim”de anlatılır gibi ama öyle değil, orada hiç olmayan kesme/cut burada bol bol kullanılıyor ama olayın sürekliliği, bağlamanın (kurgu) sağlamlığı, kadrajların toplu veya tek kişilik oluşu, anlatımın temposunu düşürmüyor… Hiç bir şey çözümlenmemişken, tamamen ümidin kesildiği -avukatın- cep telefonu çalmaya başlıyor… (Mucize mi !?!) Artık yapacak bir şey yoktur, film (oyun !) bitiyor (mu?), görüntü kararıyor (sinemada uzun zamandır görmeye alışık olmadığım bir şey: kararma) ve ev sahibi kocanın evden attığı kemirgen hayvanın (ev sahibi koca, bu atma eylemi nedeni ile gelen karı/koca tarafından hayvan düşmanı olmakla suçlanıyor ve bunu kabul ediyor -en azından- hayvanları, -“tüylü kemirgen hayvanları”- sevmediğini söylüyor) görüntüsü ile tekrar açılıyor ama gösterilmek istenilen şey aslında bambaşka…

İki karı kocanın baştan beri çekişmelerine neden olan, bir süre önce kavga etmiş iki çocuk (çocukları), hiç bir şey olmamış gibi gayet dostane biçimde konuşuyorlar, -ne konuşuyorlar?- uzaktan, genel çekim, sadece konuşuyorlar. Polanski, başlangıçta “genel çekim açısı” ile çocukları nasıl yorumsuz (mu?) verirken (kavga ederler), sonuçta da bu kez dostça konuşurken veriyor, yine “genel çekim açısı” yine yorumsuz (mu?), yine (konuşmaları anlaşılmayan) çocukların çekimi ile -duyarsızmış ?!! gibi bir çekimle- final jeneriği geçmeye başlıyor. [Tavernier, filmlerinin finaline -kendi dilinde- “son” (fine) yazısı koymuyordu, “son” yazısı konulunca filmler biter mi?]

(15 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Dövmeli Kızla Yeniden Polisiye Sularında

Ejderha Dövmeli Kız (The Girl with the Dragon Tattoo)
Yönetmen: David Fincher
Roman: Stieg Larsson
Senaryo: Steven Zaillian
Müzik: Trent Reznor-Atticus Ross
Görüntü: Jeff Cronenweth
Oyuncular: Daniel Craig (Mikael), Rooney Mara (Lisbeth), Christopher Plummer (Henrik), Stellan Skarsgard (Martin), Steven Berkoff (Frode), Robin Wright (Erika), Yorick van Wageningen (Bjurman), Joely Richardson (Cecilia), Goran Visnjic (Armansky)
Yapım: Columbia-MGM (2011)

Heyecan veren yönetmenlerden David Fincher’ın “Ejderha Dövmeli Kız” filmi, klâsik polisiye sinemanın tepelerinde dolaşıyor. Merak duygusu ve gerilim seyircilerin nefesini kesiyor.

İsveçli yazar Stieg Larsson’un ölmeden önce tamamladığı “Milenyum Üçlemesi”nin ilk romanı “Man Som Hatar Kvinnor”, etkileyici yönetmen David Fincher tarafından “The Girl with the Dragon Tattoo-Ejderha Dövmeli Kız” adıyla Hollywood’a uyarlandı. Larsson’un (1954-2004) bu üçlemesi İsveç’te hem televizyona hem de sinemaya uyarlanmıştı. Bu uyarlamaların hepsinde yönetmenler ve oyuncular aynıydı. İlk romanı 2009’da “Man Som Hatar Kvinnor-Ejderha Dövmeli Kız” adıyla Niels Arden Opley sinemaskop olarak perdeye aktardı. Üçlemenin son iki filmini heyecan veren yönetmenlerden Daniel Alfredson çekmişti. Bu muhteşem yönetmen, aynı yıl “Flickan Som Lekte Med Elden-Ateşle Oynayan Kız” ve “Luftslottet Som Spangdes-Arı Kovanına Çomak Sokan Kız” romanlarını perdeye aktardı. Fincher, 1995’te “Se7en-Yedi” ve 2007’de “Zodiac” parlak polisiye geleneğini 2011 yapımı “Ejderha Dövmeli Kız” filminde de sürdürüyor. Neredeyse özgün İsveç filmini bile aşıyor. Fincher, hikâyeyi topraklarından taşımak istememiş ve film İsveç’te geçiyor. Politik Millenium Dergisi’nin sahibi ve yazarı Mikael Blomkvist, sağcı işadamı Hans-Erik Wennerström hakkında yaptığı haber, işadamı tarafından mahkemeye verilince kaybediyor. Doğru bilgilere ulaşsa da elinde kanıtları yok. Kendisini emekli sanayici Henrik Vanger arıyor. Ona bir dedektif gibi 1966 yılında gizemli bir olayı çözmesini istiyor. Karşılığında da Wennerström hakkında aradığı kanıtları Mikael’e vermeyi teklif ediyor. Henrik’in ailesinde Naziler var. Neredeyse ailenin hepsi Nazi. İşte bu tutucu geniş ailenin içinde kopuk ve tamamlanmamış bir şey var. O da genç bir kız Harriet Vanger. Henrik’in yeğeni Harriet, öldürülmüş mü, yoksa ortadan kaybolmuş mu? Mikael, görünüşte Henrik’in biyografisini yazıyor gibi görünürken 1966 yılındaki boşluğu ortaya çıkarmaya çabalıyor. Öte tarafta bilgisayar korsanı Lisbeth Salander, vasisi felç olunca yeni bir vasisi oluyor. Para alabilmek için avukat Nils Bjurman’a başvurması gerekiyor. Lisbeth’in geçmişini bilen Bjurman, genç kıza cinsel işkenceler yapıyor. Elbette Bjurman, Lisbeth’in kim olduğunu tamamiyle bilmiyor. Lisbeth, kendisine işkence yapan Bjurman’a gecikmeden karşılığını veriyor. Lisbeth’i tanıyan Mikael, onu asistanı olarak yanına alıyor. Lisbeth’in derin bilgisayar birikimi olayların çözümünü kolaylaştırıyor. Harriet’e 1960’larda babası tecavüz ediyor. Babasının trajedisine neden olduğu gece abisi Martin olayı görüyor, bu defa da yeni tecavüzcüsü Martin oluyor Harriet’in. Köprüdeki kazadan sonra ortadan kaybolan Harriet’in cesedi nehirde bulunamıyor. Lisbeth’le Mikael arasında da duygusal anlar da yaşanıyor. Sonunda, her şey ortaya çıkıyor. Ama Lisbeth için mutsuzluklar sürüyor. Mikael’e aşık olan Lisbeth, finalde bazı şeylerin mümkün olmadığını anlıyor.

Nefes kesen polisiye…

Fincher, filmini klâsik polisiye tarzında kurgulayarak eski zamanların sinema tadını veriyor. Filmi seyrederken, Belçikalı polisiye yazarı Georges Simenon’un (1903-1989) romanlarının içindeymiş hissine kapıldık. Fincher, finale kadar merak duygusunu ayakta tutabiliyor. Bu merak elbette gerilimi de çoğaltıyor. Üstelik bu filmde yönetmen İskandinavya’nın bembeyaz karlarıyla kasvet duygusu da yaratabiliyor. Filmi seyrederken sürekli bir tedirginlik yaşıyor seyirciler. Günümüz sinemasında gerilim filmlerinde kaybolmuş ne varsa Fincher’ın bu filminde geri gelmiş. Filmin müzikleri de insana iyi geliyor. Trent Reznor’un fonda duyulan “She Reminds Me of You” ve Reznor’un Atticus Ross’la ortak yaptıkları “Perihelion” tınıları insanın kafasının içine dolaşıyor gibi sanki. İnsana rahatlamayla tedirginliği iç içe yaşatıyor bu müzikler. 1965 doğumlu Pensilvanyalı Amerikalı şarkıcı-besteci Reznor’u keşfetme zamanı şimdi. Fincher, İsveç’te kamerasını büyük usta Ingmar Bergman’ın (1918-2007) doğduğu Uppsala şehrine de taşımış. Uppsala’da Drottninggam bölgesinde geçiyor bir bölüm. “Kraliçe Sokağı” anlamına gelen bu cadde Uppsala’nın yamaçlarında kurulmuş. 1966 yılındaki resmi geçit törenleri bu caddede çekilmiş. Film ağırlıklı olarak Stockholm ve kırsaldaki Hedestad’da geçiyor. Lisbeth’i oynayan 1985 doğumlu Amerikalı oyuncu Rooney Mara performansıyla etkiliyor. Bjurman’ın Lisbeth’e sadomazoşist tecavüzüyle Martin’in Mikael’e yaptığı işkence gerçekten insanı zorluyor. Sinemaskop görüntüleriyle de çarpan “Ejderha Dövmeli Kız” unutulmayacak filmler arasına katılıyor. Belki de modern klâsik olacak bu film.

(Bu yazı 13 Ocak 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(13 Ocak 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

En Demir Başbakanın Hayatından

Demir Leydi (The Iron Lady)
Yönetmen: Phyllida Lloyd
Senaryo: Abi Morgan
Müzik: Thomas Newman
Görüntü: Elliott Davis
Oyuncular: Meryl Streep (Thatcher), Jim Broadbent (Denis), Alexandra Roach (Genç Margaret), Harry Lloyd (Genç Denis), Richard E. Grant (Michael), Phoebe Waller-Bridge (Susie), Iain Glen (Alfred)
Yapım: Film4-Pathé-UK Film Council (2011)

İngiliz kadın yönetmen Phyllida Lloyd’un, muhafazakâr başbakan Margaret Thatcher’ın hayatını anlatan “Demir Leydi” filminde büyük oyuncu Meryl Streep Oscarlık bir performans sunuyor.

Margaret Thatcher… Sovyetler ona “Demir Leydi” adını takmış. İktidarda olduğu 1979’dan partisince görevden alındığı 1990’a kadar İngiliz halkına ekonomik anlamda zorlu yıllar yaşatan Thatcher’ın genç kızlığından günümüze kadar anlatan 2011 yapımı “The Iron Lady-Demir Leydi” filmi, Meryl Streep’in büyük oyunculuğuyla bu çok güçlü kadının inişlerini ve çıkışlarını ayrıntılı bir görsellikle perdeye yansıtıyor. Küçük bir kasabanın bakkal belelediye başkanının kızı Oxford Üniversitesi’ni kazanıp kadınların pek olmadığı Muhafazakâr Parti’ye giriyor üniversite sonrası. Muhafazakârlar Derneği’nde sonradan evleneceği Denis Thatcher’la tanışan doğulu Margaret Hilda Roberts, hırsıyla yukarıya çıkıyor ve ardından 1970’lerin sonunda İngiltere’nin başbakanı oluyor. Downing Sokağı’ndaki “10 Numara”lı Başbakanlık Konutu’nun ilk kadın başbakanı oluyor. Film, günümüzde açılıyor. Artık başbakan olmayan yaşlı Margaret Thatcher, bir marketten süt alıyor. Vatandaş Thatcher sütün pahalı olduğunu düşünüyor. Başbakanlığı boyunca İngiliz halkını neredeyse açlık sınırında yaşatmış Thatcher, dışarıdaki hayatın ne kadar zorlu olduğunu fark ediyor. Kocası Denis ölmüş. Sürekli halüsinasyonlar gören Thatcher, yanlızlığını kocasının hayaliyle bastırıyor. Film, Thatcher’ın yaşlı zihninden düşenleri perdeye yansıtıyor. Thatcher, gazetede IRA’nın bombalı saldırısı okurken kocasıyla kaldığı otele IRA’nın bombalı saldırısını hatırlıyor. IRA, uzlaşmaz olarak gördüğü Thatcher’ı ortadan kaldırmak istemiş. Bu suikastten kıl payı kurtulan Thatcher, 1980’lere ABD’nin başkanı Ronald Reagan gibi damga vurdu. Sert neo liberal ekonomik kararlarıyla “Thatcherizm” kavramını da yerleştirdi zihinlere. Thatcher dönemindeki enkâzları anlamak için Ken Loach ustanın 1980’ler ve sonrasındaki filmlerini görmek gerekiyor.

Sert ve insan…

“Mamma Mia!” filmiyle hatırlanan 1957 doğumlu İngiliz yönetmen Phyllida Lloyd, “Demir Leydi” biyografik filmindeki etkileyici kurgusuyla bu özel politik figürün ruhunun içinde dolaşabiliyor. Hem mecliste hem de kabinede sertliğini ortaya koyan Thatcher’ın duyguları var mıydı? Yönetmen, küçük ayrıntılarla Thatcher’ın anlaşılmasına katkıda bulunmuş. Nevrotik ölçüde imlâ takıntılı Thatcher’ın bu takıntısı başbakanlığını bitiriyor. Başbakan yardımcısını imlâ hatası yaptı diye kabine içinde azarlayan Thatcher’ı kongre, parti ve hükümet başkanlığından alıyor. Başbakanlığı boyunca uyguladığı serbest pazar politikalarının yansımaları belgesel görüntülerle yansıyor perdeden. Halk sokaklara dökülüyor, grevler yapılıyor ve bu kaotik bunalımdan çıkmak için bir şeye ihtiyaç duyuyor. O da Arjantin’den geliyor Falkland kriziyle. 1982’de birkaç ay sürecek Falkland Savaşı ve ardından gelen zafer Thatcher’a güven tazeliyor ve o da ekonomik programlarını uyguluyor. Thatcher, krizde mekik diplomasisi yürüten ABD’li dışişleri bakanı Alexander Haig’e “kader”e kadar gelen alışkanlıklar üzerine özlü sözleri gerçekten çarpıcı ve öğreticiydi. Thatcher, günümüzde insanların sadece hissettiğini ve keşfettiğini, ama fikir üretemediğini söylüyor. Doğru olabilir mi? Filmdeki Avam Kamarası bölümleri de çarpıcı. Thatcher’ın muhafeleti sindiren söylevleri, İşçi Partili milletvekilleriyle tartışmaları çok ateşli yansıyor. Bir kadın onca erkeği susturuyor koca mecliste. Yönetmen Lloyd’un kurgusu gerçekten Thatcher’ı anlamayı sağlarken dönem ruhlarını da yaşatabiliyor. Yönetmen, filmini düz bir çizgiyle kurgulamamış. Thatcher’ın karışık zihninden yansıyanları karışık bir kurguyla yansıtmış. Sinemaskop görüntüler de çok estetik. Filmde, 1980’lerde ABD’nin başkanı olan “Hollywood eskisi” Ronald Reagan’nın fotoğrafıyla Sovyetler’in son başkanı Mihail Gorbaçov’un belgesel görüntüsü de yansıyor perdeye. Thatcher, Walter Lang’ın 1956 yapımı “The King and I-Kral ve Ben” filmini seviyor. Daha çok Siyam kralını. O gücü.

1949’da New Jersey’de doğmuş sinemanın en özel oyuncularından Meryl Streep’i sinema perdesinde seyretmek de çok özel. Akademi’nin de gözdesi olan Streep’e, bu yılki Oscar’a en yakın oyuncu deniliyor. “Demir Leydi” ona, Alan J. Pakula’nın 1982 yapımı “Sophie’s Choice-Sophie’nin Seçimi” filminden sonra “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar getirebilir. Bu film, Akademi’nin zihninin bir köşesinde olabilir.

Streep, Robert Benton’ın 1979 yapımı “Kramer vs. Kramer-Kramer Kramer’e Karşı” filminde “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında ilk Oscar’ını almıştı. Bu muhteşem oyuncunun yukarıda söz ettiğimiz filmlerinin yanında Karel Reisz’ın 1981 yapımı “The French Lieutenant’s Woman-Fransız Teğmenin Kadını”, Robert Benton’ın Hitchcockyen gerilimi 1982 yapımı “Still of the Night-Gece”, anlatımıyla insanı sürekli bir şüphenin içinde bırakan Fred Schepisi’nin 1988 yapımı “A Cry in the Dark-Karanlıkta Bir Çığlık”, İngiliz yazar Virginia Woolf’u anlatan Stephen Daldry’nin 2002 yapımı “The Hours-Saatler”, cinsel istirmacılık şüphesi üstünden gelişen John Patrick Shanley’nin 2008 yapımı “Doubt-Şüphe” filmleri de arşivlerde bulunmalı. “Demir Leydi” filminde insanın kulağını dolduran müzikler yazmış Thomas Newman, armut gibi ağacın dibine düştü ve babası Alfred Newman gibi filmlere beste yapıyor. Büyük besteci baba Newman, Fritz Lang’ın haksız yere hapse atılmış masum bir adamın suça yönelmesini anlatan, az da olsa gerçek Bonnie ve Clyde karakterlerinden ilham almış 1937 yapımı kara filmi “You Only Live Once-Günahsız Katiller”, Joseph L. Mankiewicz’in 1950 yapımı “All About Eve-Perde Açılıyor”, Henry King’in Ernest Hemingway’den uyarladığı 1953 yapımı “The Snows of Kilimanjaro-Kilimanjaro’nun Karları” gibi unutulmaz filmlere besteleriyle katkıda bulunmuştu. Oğul Newman da şöhretli filmlere müzikler yazdı. Frank Darabont’un 1994 yapımı “The Shawshank Redemption-Esaretin Bedeli” ve 1999 yapımı “The Green Mile-Yeşil Yol”, Sam Mendes’in 1999 yapımı “American Beauty-Amerikan Güzeli” hemen akla geliyor.

(13 Ocak 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Wagner Müziğiyle Depresyonun Kıyameti

Melankoli (Melancholia)
Yönetmen-Senaryo: Lars von Trier
Görüntü: Manuel Alberto Claro
Oyuncular: Kirsten Dunst (Justine), Charlotte Gainsbourg (Claire), Kiefer Sutherland (John), Alexander Skarsgard (Michael), Brady Corbet (Tim), Cameron Spurr (Leo), John Hurt (Dexter), Stellan Skarsgard (Jack), Charlotte Rampling (Gaby)
Yapım: Zentropa-Memfis (2011)

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Lars von Trier’in bilimkurguya da bulaşan “Melankoli” filmi, depresyonun iç dünyasında dolaşan bir kâbus. Kirsten Dunst, bu filmdeki performansıyla 64. Cannes’da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almıştı.

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Danimarkalı Lars von Trier’in 2011 yapımı “Melancholia-Melankoli”, bir önsöz, iki bölüm ve bir sonsözden oluşuyor. Bilimkurgu özellikleri de taşıyan “Melankoli” filminde önsöz yedi dakikayı aşkın sürüyor. Justine’in rüyasına Claire’in kâbusları da karışıyor bu anlarda. Her şey çok yavaş hareket ediyor bu girişte. Saniyede yirmi bin kare. Gelinlikler içinde koşan Justine, ardından Dünya’ya yaklaşan devasa Melankoli gezegeni. Claire, oğlu Leo’yla golf sahasında kıyametten kaçıyor. Justine, yün ipliklerle ağır bir şey taşıyor. Melankoli, Dünya’ya çarpıp yutuyor. Ardından birinci bölümdeki Justine’in hikâyesi başlıyor. Devasa Limuzin arabayla orman içinde Tjolöholm Kalesi’ndeki düğünlerine yetişmeye çabalayan gelinlikler içindeki Justine, müstakbel kocası Michael’la kendi düğünlerine geç katılıyor. Kız kardeşi Claire’in kocası John’un malikânesinde düzenlediği bu düğünde her şey var. Annesi Gaby ve babası Dexter yıllar önce boşanmışlar. Gaby, hazır cevap ve daima mutsuz. Baba, yıllar sonra gelmiş özgürlüğün tadını çıkartıyor. Kız kardeşi Claire, kendisine birazcık gıcık olsa da iyi bir insan. Zengin John’la evlenmiş Claire için en büyük sorun dünyanın sonu. Melankoli gezegeni yavaş yavaş Dünya’ya yaklaşıyor. Ama önce Justine’in hikâyesindeki Justine’i anmalı. O, tam anlamıyla en uçta depresyonlu bir insan. Bazı şeyleri denetleyemiyor ve o anlarda ablası gibi iyi bir insana ihtiyaç duyuyor. Michael’la bu evlilik gidecek mi diye düşünürken her şey bambaşka yönlere gidiyor bu bölümün sonunda. Justine, reklâm şirketinde slogan yazarı. Patronu Jack de düğününde. Jack, yeni slogan yazarı Tim’i Justine’in peşine takıyor takıntılı biri gibi. Ukalâ ve ve tam bir reklâmcı bu Jack.

İkinci bölüm Claire’in. Kız kardeşi için her şey oaln Claire, kıyametin yaklaştığı bu anlarda oğlu Leo için bir şey yapamamanın kederi içinde. Güneş’in ardında milyarlarca yıl saklanmış ve Merkür’le Venüs’e zarar vermeden gelen Melankoli gezegeni, hayat olan Dünya’yı evrenden silerken kaçacak ve saklanacak hiçbir yer yok. John da iyi bir insan. Baldızı Justine’in mutlu olmasını istiyor. Bu bölümde, karanlıkla ışık gibi umut ve umutsuzluk kuşatıyor perdeyi. Melakoli, giderek Dünya’ya yaklaşıyor. John, korkunç anları yaşamamak için zayıflığına yeniliyor. Atları özgür bıraktıktan sonra Claire, umutsuzca rüyadaki gibi oğluyla kıyametten kaçmaya çabalıyor, ama ne yazık ki kaçacak yer yok. Kızılderili çadırına benzer bir sığınak yaptıktan sonra kaçınılmaz trajedilerini bekliyor Justine, Claire ve Leo… Batıda bu filmin sonuna epik final demişler. Gerçekten de öyle. Melankoli gezegeninin Dünya’yı ateşler içinde yutuşu ve kaçacak hiçbir yerin olmayışı. Depresyonun en karanlık mağaraları gibi.

Unutulmaz müzikler…

Bu filminin fikri, Trier büyük bir depresyon altındayken doğmuş. Trier, Jean Genet’nin 1947’de yazdığı “Les Bonnes-Hizmetçiler” oyunundan ilham almış, ama sonra bambaşka bir yöne gitmiş. Trier kendi filmi için Alman romantizmi diyor. Justine karakterinin ilhamı da Marquis de Sade’ın 1791’de yayımlanan ve bizde Chiviyazıları Yayınevi’nden 2000 yılında çıkan “Justine ou Les Infortunes de la Vertu-Justine, Erdemin Felâketleri” romanındaki Justine karakterinden almış. Cannes’da Hitler’i över gibi görünmesi de bu depresyonun izlerinden biriydi. Hatta bazıları, Richard Wagner müziği kullandığı için de Trier’i eleştirecekler. Naziler, Wagner’in müziğini kendilerine yakın buluyorlardı. Böyle büyük bir besteci Nazilere teslim edilmemeli. Fonda duyulan Wagner müziği bu filme çok şey katıyor. Filmin “önsözü”nde Alman besteci Wagner’in (1813-1883) gelmiş geçmiş en büyük eserlerden “Tristan und Isolde, Prelude” müziği duyuluyor çoğu anda. 1857’yle 1858 arasında iki yılını alan bu operasını “atonal”, yani makama ve tona bağlı kalmadan besteledi Wagner. Ağırlıklı olarak yaylıların duyulduğu bu klâsik müzik, yirminci yüzyıldaki bestecileri de etkiledi. Filmin önsözü olan hemen girişteki rüya bölümünde duyuluyor bu müzik. Sonra filmin derinliğinde de kulaklara geliyor bu tınılar. Filme gerçekten derinlik katıyor Wagner’in bu müziği. İnsanın ruhunda oluşan medcezir gibi sanki. Justine’in depresyonlu ruhuna metafor da yapıyor Wagner’in bu müziği. Filmde, Amerikalı besteci Samuel Barber’ın (1910-1981) “Adagio for Strings Op. 11” müziği de duyuluyor. Barber, yaylılar için yaptığı bu bestesini 1936 yılında tamamlamış. Barber’ın bu klâsik müziği Wagner ruhuyla da buluşuyor filmde. Trier’in bu filminde Pink Floyd’un “Brain Damage” şarkısı da duyuluyor. Roger Waters’ın sözleri ve müziği filmin ruhuyla da örtüşmüş. Filmde ayrıca Frank Sinatra’nın “Strangers in the Night” ve Charles Aznavour’un “She” şarkıları da enstrümantal olarak kulaklara geliyor.

Bu film, Tjolöholm Kalesi denilen malikânede geçiyor. Bu kalenin dış mekânları İsveç’in güneybatısındaki Halland şehrinde, iç mekânlarıysa batı kıyılarındaki Vastra Götaland’da çekilmiş. Şilili kameraman Manuel Alberto Claro’yu İskandinav filmlerindeki çalışmalarıyla biliyoruz. 1970 Santiago doğumlu kameraman, Danimarkalı Christoffer Boe’nun 2003 yapımı “Reconstruction-Yeniden Sev Beni”, 2005 yapımı “Allegro” ve 2010 yapımı “Alting Bliver Godt Igen-Her Şey Güzel Olacak” filmlerinde çarpıcı fotoğraflar oluşturmuştu. Bu etkileyici kameraman, Trier’in “Dogma” estetiğine de uyum sağlamış. Hafif el kamerasıyla sarsıntılı ve özneyi arayan sinemaskop çerçeveler estetik olarak büyülüyor. Filmdeki tüm oyuncular performanslarıyla etkiliyor. Kirsten Dunst, 64. Cannes Film Festivali’nde kariyerinin en önemli rolü Justine karakteriyle “En İyi Kadın Oyuncu” dalında ödül aldı. Charlotte Rampling ve John Hurt’ü aynı filmde seyretmek de muhteşem.

(13 Ocak 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Bazı Akrabalarım “Senin ‘Tekerlek’ Filminde Ne İşin Var?” Dediler…

48. Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nden 5 ödülle dönen Zenne filmi için çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Cesur yönetmenler Mehmet Binay ve Caner Alper 2008 yılında ailesine eşcinsel olduğunu açıkladıktan sonra öldürülen Ahmet Yıldız’ın hikâyesini beyazperdeye taşıdı. Türkiye’de eşcinsellerin yaşadığı sıkıntıları korkusuzca dile getiren Zenne filmini “Zenne” karakterine hayat veren, ruhunu katan Kerem Can’dan dinliyoruz…

Kerem Can ile Bebek Chilai M-Art’ta buluşuyoruz. Gözlerinin içi parıldayarak geliyor yanımıza. “Çok mutlu gözüküyorsunuz?” diyorum, “Nasıl olmam oğlumla sevdiğim kadın geldi bugün” diyor. Luan babasını çok özlemiş. Hemen röportaja başlıyorum ki bir an önce kavuşsunlar ve uzun uzun hasret gidersinler. İşte karşınızda meşhur “Zenne” Kerem Can…

Filmdeki Zenne, yani Can karakteri çok renkli bir kişiliğe sahip… Sanki Can dans ederek hayat buluyor. Acılarını dansla unutup, yine sevinçlerini dans ederek kutluyor gibi… Ve siz de onun nezdinde eşcinsellerin yaşadığı sıkıntıları bize o kadar iyi ifade ettiniz ki öncelikle sizi kutlamak istiyorum. Can’ı yani nam-ı diğer Zenne’yi bize biraz anlatır mısınız?

Can dansla birlikte başka bir hayatı yaşıyor. Kendi kurduğu dünyada kayboluyor. Çünkü gerçek hayatta yaşadıkları çok zor şeyler. Can bir asker kaçağı. Ne kadar cesur, ne kadar açık gibi gözükse de aslında çok kırılgan. Düşünsenize bir insan gündüzleri dışarı çıkamıyor. “Çıkmak istediği halde çıkamıyor.” Yapmak istediği bir sürü şey var Can’ın… Ve dans onun için her şeyden kaçış aslında. Can’ın iyi ki dansı var. Birçok insanın sığındığı, kendini bulduğu bir dünyası yok. Bana göre Can şanslı. Zaten Can karakteri umudun bitmediğini gösteriyor bize.

Can aslında düşlerinde de dans ediyor öyle değil mi?

Evet. Zaten Can’ın sadece dans ettiği, hiç konuşmadığı sahneleri var. Biz burada çok net görüyoruz Can’ın iç dünyasını.

Kerem Can’dan bir “Zenne” çıkarmak için 7 ay dans dersi almışsınız. Hatta Berlin’de “Eserzade” adında gerçek bir Zenne bulup onunla çalışmışsınız…

Ben Eserzade’ye gittiğimde hiçbir şey bilmiyordum. Eser bile bu kadar kısa zamanda bendeki değişime şaşırdı. Ama çok uğraştı benimle. Zenne kıvrak olmalı, ben ise hiphop dinleyen biriyim. Yürüyüşüm bile dinlediğim müziğin etkisindeydi. Çok çalıştım, bu işe çok inandım. Sabah dansla uyanıp akşam dansla yattım. İçinde dans olan düzenli bir hayat kurdum kendime. Her yaptığım hareketin, eylemin içine dansı koydum. Dişlerimi fırçalarken, su içmek için bir bardağa uzanırken bile dansı düşünmeye çalıştım. Rüyalarımda bile kendimi dans ederken buluyordum. Oyuncu provalarımda yönetmenlerim Caner ve Mehmet çok yardımcı oldular.

“Ya yapamazsam?” diye korktuğunuz bir an oldu mu?

Dans açısından, evet, zamanın yeterli olmamasından çok korktum, ki bence öyleydi. Sanatsal açıdan kaygılarım vardı. Yapamazsan diye değil ama en çok bu rolü karikatürize etmekten korktum. Gerçekçi olabilir miyim? Can’la ilgili sorular sordum hep kendime. Korkuları neler? Hayata dair neler düşünüyor? Başka insanlarla olan bağlantıları ne? Can için ayrı bir kodlama bulmaya çalıştım. Nasıl konuşuyor? Bir kere ben Berlinliyim o İzmirli. Ben Kerem olarak nasıl konuşuyorum? O İzmirli Can olarak nasıl konuşur? Bazen dans provalarından sonra sadece insanları seyrettiğim zamanlar oluyordu.

Bu kadar renkli bir karakter var ortada. Merak ediyorum hiç duygu karmaşası yaşadınız mı? Yani karakteri çözümlerken zorlandığınız ya da size oyunculuk anlamında daha farklı bir heyecan yaşatan sahne oldu mu?

Zorlandığım çok sahne oldu ama beni en çok etkileyen sahne Ahmet’in öldürüldükten sonra odasına gittiğim an! Oradaki duygu yoğunluğum çok fazlaydı. O odadaki boşluğu hissetmek, onun eşyalarıyla baş başa kalmak farklı bir duyguydu.

Dolaptaki tek renk giysiler. Caner Alper senaryoda inceden inceye öyle mesajlar vermiş ki… “Annenin renkli kıyafetleri yer bezi yapması…” Bu gibi durumlar birçok kişinin yaşadığı şeyler.

Gerçekten öyle. Caner bir çok şeyi anlatmak için çok güzel metafor ve ince mesajlar buldu. Hiç kimse renklerini saklamak zorunda kalmamalı. Bu çok farklı bir iş oldu. Ve hepimiz bunun farkındayız. Bu konu kesinlikle işlenmesi gereken bir konuydu.

Türkiye’de gayler askere alınmıyor. Ama bunu bir şekilde ispat etmek zorundalar. Bunu öğrendiğinizde aklınızdan neler geçti?

Bu durumla ilgili birkaç belgesel izlemiştim. Aslında eşcinsellerin yaşadığı sıkıntılarla ilgili bilgi sahibiydim ama bu rolü kabul ettikten sonra daha çok araştırdım ve çok şey öğrendim. Sanki üniversitede bir tez hazırlar gibi rolüme hazırlanmaya çalıştım. Can bir şehit çocuğu ve bence pasifist olduğu için askere gitmek istemiyor. Bu nedenlerden askerden muaf tutulması mümkün olmadığı için, gay olduğunu ispatlamak zorunda. Böyle birşey insan haklarına aykırı ve artık çözümler bulunmalı. Benim düşüncem, Türkiye gibi eğitim seviyesi yüksek olan bir ülkede, Can gibi birisinin silâh tutacağına, sosyal servis yapabilip belki birilerine eğitim vermeyi tercih edebilmeli. Herkesin seçim hakkı olmalı. Bu yüzden “vicdani ret” diye bir şeyin olması gerektiğine inanıyorum. Bu filmde işlenilen konulardan biri de bu zaten.

Can’ın muayene olmak için askeri doktorların önüne çıktığı bir sahne var. Daha sonra muayene odasına alıyorlar. Ve kapı kapanıyor…

O kapı açıkta olabilirdi. İçeride yaşananlar izleyiciye bırakıldı…

Siz 1970’lerde Berlin’e göç eden ya da “etmek durumda kalan” bir ailenin çocuğusunuz. Almanya’da yaşıyorsunuz, evlisiniz ve bir oğlunuz var…

Evet, aynen. Berlin doğumluyum. Annemle babam 70’li yıllarda Türkiye’de üniversiteye gidiyor. O dönem Türkiye’nin içinde bulunduğu politik durumlardan ötürü okullar kapanıyor, sonra tekrar açılıyor. Mezun olunca da Almanya’ya gitmek istiyorlar. Çünkü ülkenin durumu belirsiz. Onlarda bu belirsizlik içinde üniversite sonrası Almanya’ya gidiyorlar.

Ailenizden de bahsetmenizi istedim çünkü filmde aile vurgusu ön plânda. İki ailenin çocuklarına karşı tutumları çok farklı. Can ailesine karşı hep dürüstken, Ahmet dürüstlüğünün ölümü olacağını biliyor…

Aynen. “Zenne” Türkiye’de bulunan çelişkilerin panoramasını göstermeye çalışıyor. Bir yandan “Zenne”de bir baba kendi elleriyle evlâdını öldürüyor. Gerçekten akıl almaz bir durum. Hiç kimsenin kimseyi öldürmeye hakkı yok. Öte yandan filmde annelerin rolünün ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görüyoruz. Bir tarafta oğlunu olduğu gibi kabul eden, oğlu olduğu için seven, onu koruyan bir anne var, diğer tarafta ise oğlunun eşcinsel olduğunu kabul etmeyen ve bunu bir hastalık gibi gören, çocuğunun canına kıydıran başka bir anne. Annelerin önemi çok büyük, film onu da göstermek istiyor.

Peki filmle ilgili annenizin tepkisi ne oldu?

İlk sözü biraz komikti. “Ulan senden dansçı mı çıkar” dedi bana; “Sen göbek atabilecek misin?’’ diye sordu. Ama şaka bir yana proje itibariyle çok destekledi ve benimle gurur duyuyor.

Babanız…

Annemle babam ayrıldı. Babam Bodrum’da yaşıyor. Filmle ilgili gayet olumlu yaklaştı. Ama herkes annem ve babam kadar duyarlı ve anlayışlı olmadı. Bazı akrabalarım “Kerem iyi düşündün mü, acaba doğru mu yapıyorsun? Bak bu durum çok bıçak sırtı dikkat etmelisin, senin tekerlek filminde ne işin var” dediler. Bunlar liberal ve açık görüşlü bildiğim insanlardan geldi. Duyduklarıma inanamadım. Ama ben projeye o kadar inandım ki söylenenlerin hiç biri umurumda olmadı…

Türkiye’de böyle bir durum var işte. Hâlâ birçok oyuncu gay rollerini oynamaktan kaçınıyor…

Açıkçası, benim için senaryo ve arkasında yatan sanatsal düşünce çok önemli. “Zenne” sadece bir film değil. Başka oyuncular için konuşmak istemiyorum. Herkesin kendi kararı sonuçta. Kaldı ki bu filmden sonra bunun değişeceğine inanıyorum.

Filmde annenize sarıldığınız bir sahne var. Türkiye’de Doğu ya da Batı fark etmez bunu yapamayan o kadar çok insan var ki? Sarılmıyoruz, sevgimizi belli etmiyoruz. Hep kurallarla büyüyoruz. Birçok baba sadece uyurken çocuklarının başını okşuyor. “Seni seviyorum” demekten korkuyoruz. Ama Can böyle insanların aksine içinden geldiği gibi yaşıyor…

Keşke herkes sevgisini Can gibi yaşayabilse. Bir annenin çocuğuna sarılması kadar güzel bir şey olamaz. Aynı şekilde bir çocuğunda annesine… Kadınlarımız çok önemli, onlara değer vermeliyiz. Son dönemlerde gazetelerde her gün tecavüze uğrayan, dövülen, öldürülen kadınların haberlerini okuyoruz. Buna karşı devlet bir şey yapamıyorsa sivil toplum örgütleri ve hepimiz bir şeyler yapmalıyiz. Hepimiz kendimizi sorguya çekmeliyiz.

Siz annenize sarılıp uyur musunuz peki?

Çocukken evet. Can’ın annesi onu biraz farklı seviyor. Bence fazla korumak istiyor onu. Fazla veya aşırı olan sevgi de yanlış. Ama, ondan ziyade anneme gördüğümde sarılıp, sevgimi gösteririm. Benim annem hem annelik hem de babalık yaptı bana. Biz birbirimizi tamamlayarak büyüdük. O noktada Can’ı çok iyi anlayabiliyorum. Annesi ile olan ilişkilerinde Can’a yaklaşmam zor olmadı.

Türk sinemasının söyleyecek sözü olan filmlere ihtiyacı var. Bence “Zenne” bunu başardı. Sizi ve bu başarılı ekibi kutluyorum… Teşekkürler…

(10 Ocak 2012)

Yeliz Bozkurt

Fotoğraflar için Hande Arslan Yazıcı’ya teşekkür ederiz.

Tunca Arslan ile SİYAD Gündemine Dair…

Son dönemde Emek Sineması ekseninde verilen haklı mücadele bir yana; gerek sinema yazınının/eleştirisinin tartışmayı zorunlu kılan niteliği, gerek de dernek içinde yaşanan gelişmeler, Sinema Yazarları Derneği’nin (SİYAD) 2011 yılı boyunca gündemden düşmemesi sonucunu doğurdu. SİYAD Başkanlığı’nda geçtiğimiz günlerde birinci yılını dolduran Tunca Arslan ile (*) derneğe ve gündemdeki konulara dair gerçekleştirilen bu söyleşinin önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz:

Dilerseniz sohbetimize Emek Sineması ile başlayalım. Son olarak etkileyici biçimde kaleme alınmış SİYAD bildirisine de konu olan Emek, sinema kamuoyu adına neden önemli?

SİYAD’ın “Emek’i Yıktırmayacağız!” bildirisi, idare mahkemesinin yürütmenin durdurulması kararını kaldırmasının ardından verilen ilk tepkiydi ve gerçekten etkili oldu. Emek’i sahiplenen pek çok insan, bu kararın ardından son noktaya gelindiğini, yapılacak bir şey kalmadığını, hukuki yolların kapandığını düşünmeye başlamıştı. Oysa kamuoyunun baskı gücü tam da hukuken yapacak pek bir şey kalmadığı zaman devreye girer. Biz de yönetim kurulu olarak hemen bir açıklama yaptık, yeniden mücadele ve dayanışma çağrısında bulunduk ve evet, havanın değişmesine, morallerin düzelmesine ciddi katkımız oldu. Bunun hemen ardından, onursal başkanımız Atilla Dorsay’ın kişisel tepkisi de geniş yankı yarattı elbette. Kaldı ki “Yıktırmayacağız” derken boş bir slogan atmadığımız da görülecek.

Görmüş geçirmişliği, Beyoğlu bölgesindeki en güzel salon olması, İstanbul Film Festivali’ne 30 yıl boyunca amiral gemiliği yapmışlığı, her sinemaseverin mutlaka bir anısının olmasının ötesinde Emek konusu şundan da çok önemli: Bu mücadelenin dünyada bir benzeri yok. Bu iş, topraklarına büyük şirketler ya da ağa tarafından el konulan yoksul köylülerin mücadelesine, grevlere, zamların protesto edilmesine, hidroelektrik santrallerine ve doğa katliamlarına karşı direnmeye, öğrencilerin YÖK karşıtı eylemlerine vb. benzemiyor. Emek için mücadele eden insanların sonuçta hiçbir somut kişisel çıkarı, ya da somut bir zararı söz konusu değil. Dolayısıyla Emek’e sahip çıkmak, insanın gençliğine, çocukluğuna, anılarına ve geleceğine sahip çıkması gibi bir anlam kazanmış durumda. Tabii aynı zamanda kültürel-tarihi değerleri savunma boyutu da var. Ve bu savunma, sermayenin gücüne, ranta karşı yapılıyor. İnsanların, “Ben burada alışveriş merkezi değil, bu salonu görmek istiyorum; burada alışveriş yapmak ya da otomobilimi park etmek değil, film seyretmek istiyorum” demesi, bunun için yürümesi, nöbet tutması gerçekten çok önemli. Araştırabildiğim kadarıyla, dünyada bir sinema salonunun kapanmaması-yıkılmaması için verilen böylesi bir mücadeleye rastlamadım. Bu, bugünkü mücadelenin yararlanabileceği bir deneyim ve birikim olmaması gibi olumsuz bir sonuç getiriyor karşımıza ama bir yandan da bu mücadelenin kendisi bir deneyim yaratıyor, tüm dünyaya örnek oluşturuyor.

Geçtiğimiz günlerde SİYAD Başkanlığında birinci yılınızı doldurdunuz. Derneğin başkanlık görevine gelme sürecinizi konuşalım biraz…

Onursal üyelerimizle birlikte SİYAD’ın şu anda 89 üyesi var. Hep şunu iddia ettim; bu 89 kişi arasından yapılacak her beşli kombinasyon yönetim kurulunu oluşturabilir ve derneği yönetebilir. Kurayla beş kişi seçin, onlar da aynı yöntemle bir başkan seçsin, SİYAD hiç sorunsuz yönetilebilir, dışarıya karşı temsil edilebilir. SİYAD üyelerinin yüzde 99’u bu olgunlukta, bu düzeyde ve bu kalitededir. Dolayısıyla ben bazı özel ve üstün yeteneklerim sayesinde başkanlığa seçilmiş değilim. Murat Özer, başkanlığındaki yönetim kurulunun görev süresinin dolmasına az bir süre kala yeniden aday olmayacağını açıkladı. Derneğin görece eski üyelerinden biri olmam ve belli bir örgütsel tecrübem bulunması dolayısıyla, başta Murat Özer olmak üzere pek çok arkadaşımız beni işaret etti, ben de bu görevi üç yıllığına seve seve kabul ettim. Yönetim Kurulu’na aday gösterdiğim diğer arkadaşlarımla da yalnızca birer telefon görüşmesi yaptım. SİYAD’ın kurumsal kimliğini korumak, geleneklerini yaşatmak, Türkiye’deki tek etkili eleştiri kategorisi olan film eleştirmenliğini ve sinema yazarlığını geliştirmek için bir nöbet olarak bakıyorum ve bakıyoruz SİYAD yönetiminde bulunmaya.

SİYAD, çok fazla üyeye sahip olmamakla birlikte, her daim göz önünde olan ve zaman zaman da farklı kesimlerin eleştirileriyle karşılaşan bir dernek… Bunun somut örneklerinden birine her yıl verilen SİYAD Ödülleri’nde rastlayabiliriz. Sizce dernek üyeleri toplumun beğenilerine gerçekten de sırt mı çeviriyor, sinemanın popüler örneklerini görmezden mi geliyor?

SİYAD’a yönelik söz ettiğiniz türden yaygın ve yanılgın bir görüş olduğu doğru. Kısa yoldan önerim şu: Özellikle yerli sinema için son 30-40 yıllık zaman diliminde Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali jürilerinin verdiği ödüller ile SİYAD’ın ödülleri karşılaştırılsın. Beğeniler ve ödüllendirmeler arasında uçurum olmadığı, çoğu zaman örtüştüğü görülecektir. Hatta festival jürileri çok daha tartışmalı kararlara imza atmışlardır. Öte yandan tabii ki sinema yazarlarının beğenisi seçkin olacak, eleştirmen denilen kişi zor beğenecek. Bir eleştirmen yıl boyunca en az 350-400 film seyrediyorsa, yılda 15-20 film seyreden bir köşe yazarından ya da sıradan bir seyirciden daha seçkin bir beğeniye sahip olması, daha zor beğenmesi gayet normaldir.

Ayrıca şunu da söyleyeyim; SİYAD’ın çeşitli eleştirilerle karşılaşması çok doğal; kimi zaman “düşmanlığa” varan bu eleştiriler, sinema eleştirisinin dinamizmini, canlılığını, etki gücünü gösteriyor. Eleştirmen örgütüyseniz ve hiç kimseyi kızdırmıyorsanız, ciddi bir sorun var demektir. Dolayısıyla, SİYAD’ı her düzeyde eleştiren herkese tüm samimiyetimizle teşekkür ediyoruz.

Geçtiğimiz aylarda derneğin Üye Takip Kurulu’nu oluşturan üyelerin istifa etmeleri sürecine tanıklık ettik. Tepkiler, başvuru prosedürünü dahi yerine getirmeyen adayların, Kurul’un düşüncesine başvurmaksızın derneğe üye kabul edilmesinden kaynaklanıyordu. Konuya ilişkin pek çok kimsenin düşüncesine vakıfız; ancak derneğin başkanı olarak bildiğim kadarıyla sizin bir açıklamanız olmadı.

“Bildiğim kadarıyla sizin bir açıklamanız olmadı” demenizi, SİYAD üyeleri ve kendi adıma bir başarı ve övgü olarak kabul ediyorum. Çünkü Türkiye gibi her gün onca olayın, bin bir sorunun yaşandığı bir ülkede bizimki bir derneğin üyeliğinden bile değil, iç kurullarından birinden istifa edilmesinin, bundan doğan iç tartışmaların bence hiçbir haber değeri ve merak edilecek bir tarafı yok. Benim açıklamalarımı duymadıysanız, inanın bir şey kaybetmiş sayılmazsınız. ÜTK’dan istifalarla ilgili olarak medyada yazılıp çizilenlere gene medyada yanıt vermeyi, bu nedenle tercih etmedim. Yalnızca derneğin e-posta grubunda birkaç şey yazdım, o kadar. Bazı televizyon kanallarından ve gazetelerden gelen röportaj davetlerini de kabul etmedim. Ne düşündüğümü ve açıklamalarımı SİYAD üyelerinin bilmesi yeterliydi, çünkü başkalarını değil yalnızca onları ilgilendiriyordu. Dediğim gibi, bunun sizin tarafınızdan bile duyulmaması, SİYAD’ın içinde kalmış olması, bizim başarımızdır. Merak edenler olabilir, şu kadarını söyleyeyim ki ÜTK’dan istifa eden üç arkadaşımla da dostluğumuz aynen sürmekte.

“Entelektüel, vicdanı olan, ideolojik, sanata ve sinema dışındaki disiplinlere hâkim, türlere vâkıf, yaşananlara tepkisini koyan, yazı yazmasını bilen, üslûbu olan, farklılık yaratan kalem erbabı kişi.” Geçmiş dönemlerde derneğe üye alımında oldukça etkin olan üyelerinizden biri, sinema yazarını ve dolayısıyla SİYAD üye profilini böyle tanımlıyor. Katılır mısınız, yoksa (son olarak bir üyenizin üslûbu konusunda kamuoyuna yansıyan uyarınızı da göz önünde bulundurarak) farklı bir tanımlamanız var mı?

Genel anlamda katılıyorum. Belki küçük bir katkı anlamında, bir sinema yazarının geçmişe dönük iştahlı bir merak ve araştırıcılık içinde olması gerektiğini ve mutlaka kişisel arşive sahip bulunmasının şart olduğunu ekleyebilirim. Bir de sinema yazarlığının “öncelik” oluşturup oluşturmama meselesi var. Pek çoğumuz profesyonel anlamda başka işler de yapıyoruz, paramızı bu işlerden kazanıyoruz, senaryo yazan, film yöneten üyelerimiz de mevcut ama SİYAD üyesi olmak ve SİYAD üyesi kalmak için, sinema yazarlığının öncelik oluşturması gerekiyor.

Üslûp konusunda ise kast ettiğiniz uyarım çerçevesinde bir yanıt vermem gerekirse, eleştirmenliğin “o festivalde s.çtık, bu festivalde de s.çarız” seviyesine indirilmesine de, bunu yazana “ortada s.çan” denilmesine de karşıyım. Böyle üslûp olmaz; bu üslûbun “Adanalıyık gardaş”, “Urfalıyık baboş”, “İzmirliyik efem” diye savunusu da olmaz.

Derneğe başvurup, üye olarak kabul edilmeyen yazarlar da söz konusu. Ortak eleştiri, başvuru sırasında vurgulanan “Yönetim Kurulu’nun kararı tüzük gereği sorgulanamaz, derneğin en üst ve en yetkili kurulu olan Yönetim Kurulu’ndan açıklanan sonucun gerekçelendirilmesi talep edilemez.” ibaresinin demokratik olmadığı yönünde. Ayrıca, üye alımında siyasi birtakım tercihlerin devreye girdiği eleştirilerine de rastlamak mümkün.

İlgili maddeyi ve ibareyi savunuyorum. Üyelik talebi reddedilen kişiye bir de “Çalışmalarınız yeterli bulunmadı”, “Türkçeniz felâket”, “Sinema yazarlığını uzun soluklu bir iş olarak görmek konusunda güven vermiyorsunuz” gibi şeyler söyleyerek rencide etmenin manası yok. Ya da adam açıkça dolandırıcı olarak tanınıyorsa ve mesleğini bir de SİYAD üyesi olarak sürdürmek amacıyla bize başvuru yapmışsa, bunu da belirtmeye gerek duymuyoruz! Üyeliğe kabul ve ret konusunda gerekçe belirtmenin demokrasiyle bağını kuramıyorum açıkçası. Üyeliğe kabul etmediğimiz insanla bir de tartışmaya mı gireceğiz!

Öte yandan üyeliğe kabul ya da redde siyasal tercihlerin rol oynadığı da SİYAD’ın hiçbir dönemi için söz konusu edilemez. Ben kendimi bildim bileli bilimsel sosyalizme inanan bir insanım ama yönetim kurulundan başlayarak tüm üyelerimiz ideolojik-politik açıdan çok geniş bir düşünsel çeşitlilik içinde. SİYAD’da solun ve sağın her rengine rastlayabilirsiniz. Hatta espriyle söyleyecek olursam, sağcıyla sağcı solcuyla solcu olan üyemiz bile vardı!

Geçtiğimiz günlerde FIPRESCI merkezli bir tartışmaya daha tanık olduk. Burada da Türkiye’deki sinema yazarlarının Avrupa’dakilerle aynı haklara sahip olmadığı eleştirisi söz konusuydu. Sizce bu düşünce gerçeği yansıtıyor mu?

FIPRESCI ya da SİYAD merkezli değil, bir üyemizin aşırı boyutlara varan “ben-merkezli” davranışları nedeniyle yaşanan küçük bir tartışmaydı. Bizden önceki dönemden başlayarak, dünyanın dört yanındaki film festivallerinin eleştirmen jürilerinde yer alan SİYAD üyelerinin sayısında artış yaşanıyor. Beş altı yıl önce en fazla iki üç üyemiz uluslararası festivallerde görev alırken, bu sayı şimdi 25-30’a varmış durumda. SİYAD’ın internet sitesinden FIPRESCI jürilerinde yer alan üyelerimizin rapor ve izlenimlerini okuyabilirsiniz. Biz de lisan sorunu olmayan tüm üyelerimizi bu konuda teşvik ediyoruz, destekliyoruz, yardımcı oluyoruz ve hiçbir sorun yaşamıyoruz. FIPRESCI bize “Genç ve uluslararası deneyimi fazla olmayan üyelerinizin şimdilik yılda bir kez başvuru yapmasını öneriyoruz” dedi. Bu Avrupalı, Asyalı, Ortadoğulu diye bakmadan herkes için önerilen bir şey, FIPRESCI’nin eğilimi böyle ve bence haklılar. SİYAD’da da benzer bir durum söz konusu, biz de üyelikte bir yılını doldurmayan üyelerimizi festivallerde jüri üyesi yapmıyoruz örneğin.

SİYAD üyeleri Hindistan’dan Ukrayna’ya, Mısır’dan İspanya’ya, Norveç’ten Almanya’ya Bulgaristan’a kadar geniş bir yelpazede uluslararası görev üstlendiler ve kimseden hiçbir yakınma işitmedik. Bu konuda ısrarla huysuzluk ve şımarıklık yapan üyemiz ise emin olun Ay’a göndersek, “Niye cam kenarına ben oturtulmadım?” diye sorun çıkartacak birisiydi.

Buradan, üyenizin dernekle ilişiğinin kesilmesi sürecine geliyoruz. Bildiğimiz kadarıyla yazarın dernekle bağlarının kopmasına, şahsınıza ve SİYAD’ın kurumsal kimliğine ‘basın yoluyla hakaret edilmesi’ gerekçe gösterildi. Sürecin ardından gelen eleştirilerin bir bölümünü, “basın üzerinde büyük baskıların gerçekleştiği bir dönemde, böyle bir gerekçenin üzücü olduğu” şeklinde özetleyebiliriz.

SİYAD’a üye olmak, tüzükten de anlaşılacağı gibi öteden beri çok kolay değildir. Ama üyelikten çıkarılmak inanın çok daha zordur. Dernek tarihi boyunca Haysiyet Kurulu yalnızca iki üye hakkında bu yönde bir karar verdi, yani bir üyenin kendisini SİYAD’dan attırmak için epeyce uğraşması gerekir. Son olayda söz konusu üyemiz, aylar boyunca, SİYAD’da bulunmaktan adeta acı çeker gibi davranışlar sergiledi. Uzun süre sabrettik, baktık ki olmuyor, başka çare kalmayınca, deyim yerindeyse acılarına son verdik.

Atillâ Dorsay’ın -kendisinden sonraki yönetimler için- “çimento görevini aynı sağlamlıkla yürütememe” eleştirisi için neler söylemek istersiniz?

Çimento meselesi, Atilla Dorsay’ın 16 Aralık Cuma tarihli Aydınlık Gazetesi’nde yayımlanan röportajında geçiyor. Dorsay’ın yerini doldurmak, sonrasında gelen her başkan için zor, bu çok açık. Eleştirisini de dikkate almak zorundayız ama gönlünü ferah tutsun, SİYAD’a bir şey olmaz, temeli gayet sağlam atılmış çünkü.

SİYAD Başkanlığı’nda ilk yılınız sona erdi. Bu dönemi bizim için değerlendirebilir misiniz? Bu işin zorlukları neler; ayrıca böyle bir görevi üstlendiğiniz için pişmanlık duydunuz mu?

Benim açımdan herhangi bir sorun ya da zorluk söz konusu değil. 89 kişilik bir dernekte “gülün dikeni” türünden sorunlar kuşkusuz ki yaşanır-yaşanacaktır ve kendi adıma bunlara hazırlıklıydım. Kaldı ki SİYAD gerçekten de fazla kavgası dövüşü olmayan, sakin bir dernektir. Dolayısıyla herhangi bir nedenle pişmanlık duymadım, duymam da. Tam tersine ben yıllardır sinema yazarlarının kendi aralarında yeterince tartışmadıklarını, fikri polemiklere girmediklerini düşündüm, bu durumu eleştirdim, “Birbirimizi paspas gibi çiğneyelim!” diye yazılar yazdım. Felsefi olarak, çelişkinin ve tartışmanın olmadığı yerde yaşamın ve gelişmenin olmayacağına inanıyorum.

(*) Tunca Arslan, Aydın-Çine’de doğdu. İ. Ü Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında Yeni Olgu ve Gökyüzü gibi gençlik dergilerinin yazı kurullarında yer aldı. Profesyonel gazeteciliğe 1988’de haftalık 2000’e Doğru Dergisi’nde kültür-sanat muhabiri olarak adım attı.

Sinema eleştirmenliğine 1990’da bu dergide başladı. 2005-2008 yılları arasında Pekin’de yaşadı, Çin Uluslararası Radyosu (CRI) Türkçe Servisi’nde redaktör olarak çalıştı. Yazıları; Varlık, Cumhuriyet Kitap, Papirüs, Antrakt, Sinema Dergisi, Milliyet Sanat gibi dergilerde yayınlandı.

SİYAD Başkanlığı’nda birinci yılını geçtiğimiz günlerde tamamlayan Arslan, evli ve bir çocuk babası.

NOT: Bir bölümüne yer verdiğimiz söyleşinin tamamını, ModernZamanlar Sinema Dergisi’nin 24. sayısında okuyabilirsiniz.

(08 Ocak 2012)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Çarşıdan Aldım Bir Tane Eve Geldim Bin Tane

Turgut Özakman’ın bir oyunu vardır: PARAMPARÇA [sonradan bu isimle bir film de (Refiğ) yapıldı -“oyun” ile ilgisi yok.] Başlığa yazdığım bilmeceyi hâlâ çocuklara/çocuklarına soranlar var mı bilemiyorum. Ama Ünal’ın filmine girişte gösterdiği nar’ın toparlanması çekimleri bin-in, nasıl daha öncesinde bir olduğunu gösteriyor. Nar, dört kişi arasında kapalı mekânda geçen bir film. Sokakların kısa kısa birbirini kestiği, önce dolmuşa, sonra otobüse binilerek metropolün önemli merkezlerinden birine ulaşılan bir semtte (eski adı mahalle idi değil mi?) açılıyor film.

Asuman bir falcı, “fala bakmayı” bilmediğini söyleyen bir falcı. Sadece gördüklerini, baktığı yerlerde gördüklerini, -bunun için telveli fincan bile gerekli değil- söyleyen biri. Hayatı paramparça. Kocası yatalak, evlendirdiği kızı doğum yapmış ama torunu -yanlış teşhis, tedavi sonucu- ölmüş, sorumluluk anne üzerine atılmış, bu onu bunalıma sokmuş, kocasını terk etmiş… Evinin duvarları giderek parçalanacak…

Deniz, bir oyuncu adayı, geç vakitlere kadar yatakta kalıyor, gitmeye hazırlanacağı çalışma (prova) ertelenince evde kalıyor -canına minnet-, yaşamının parçalanma süreci böylece başlıyor. Asuman kapıya dayanıp “Dr. Sema’ya geldim” deyince “Benim” diyor (1. hata mı?)

Kapıcı Mustafa, her geleni kapıda karşılayıp kime geldiğini soruyor (mu?) ve gelenleri gidecekleri yere yönlendiriyor! Günün ilerleyen saatlerinde -Asuman’ın gelişinden sonra- dahil olduğu Deniz’in (yoksa Dr. Sema’nın mı?) dairesinde, göğsüne çevrilmiş tabancadan -Asuman’ın elinde- korkmasına korkuyor da, parçalanması Asuman’ın söylediği bir takım anlamsız sözler… -Mustafa’yı yıllar öncesine, köylerindeki güzel, taş gibi köyün delisine götürüyor. Şimdilerde İstanbul’a gelmiş, evlenmiş, çocuğu olmuş, işi var: kapıcılık yapıyor. Köylerinde olanları belki de unuttu (hatırlamıyor ama bilinçaltı?)- Asuman’ın ne olduğunu bilmeden söylediği sözler, Mustafa’yı perişan ediyor.

Deniz’in parçalanması için Asuman’ın suçlamaları (Dr. Sema’yı) yetmez, Deniz, Deniz olarak direnecek ve Deniz olduğunu haykıracak, Dr. Sema’ya yöneltilen tüm suçlamaları uydurulmuş, komplo kabul edecek fakat bütün kalacaktır, taa ki Doktor’un gelip, Asuman ile anlaşmaya çalışması, aslında imzaladığı Deniz’in düzmece sandığı raporu elinden bırakmaması, Deniz’e yönelik dünyayı tanımama suçlaması, küçücük olduğunu açıklaması… [Deniz de, bacakları tutmaz halde (Asuman, kahvesine ilâç koymuştur) -çaresiz- koltukta otururken, bütün söyleyeceklerini söylemiş Asuman’a horozlanacak, aşağılayacak, küçücük olduğunu söyleyecektir]. İşte bunlar Deniz’i paramparça eden şeyler… Filmin (anlatının) başından beri evinde (Dr. Sema’nın evinde) çıplak ayakla dolaşan (bacakları tutmaz iken de) Deniz, çatışmaya/hesaplaşmaya/anlaşma ortamı aramaya çalışıldığı sırada her adımda, “her şeyi, karısı, kocası, hayatı… aşkı” olan Doktor Sema’yı tanımaya başlayınca, ayağına giydiği terlikleri (ve rengârenk sabahlığı -Dr. Sema’nın mı?) ile taşları ıslak rıhtım boyunca “hiç bir şey” aramadan, “ulaşacağı bir yer olmadan” yürüyüp gidecektir…

Ayva sarı nar kırmızı, sonbahar (Tarancı)

Deniz, artık eski Deniz değildir… (Aslında kahramanlarımızın dördü de eski kendileri değildirler.) Olaya, sonunda katılan Dr. Sema, Deniz’e karşı -belki- hiç aklına gelmemiş ama her zaman söylemeye hazır olduğu, kişiliğinin -hem evde hem iş’te- örtülü yüzünü, -içinde cin olan tüpün ağzının açılması sonucu her şeyin ortaya dökülmesi gibi- zapt edemeyerek Deniz’in -kendisine bakamayan yüzüne- söyleyecektir, ayakta durmasına rağmen, paramparçadır… nar kırmızı… (dışarıda yollarda, rıhtım taşlarında yağmur ıslaklığı, sonbahar başlıyor.)

Tüm bunlar olurken, Deniz, parlayarak Asuman’a yüklenmişken, Dr. Sema gelir ve Asuman ile anlaşmaya çalışırken Deniz’in karşı çıkması (isteği “polis” çağrılmasıdır) üzerine doktorun tepkisi kanaldan kanala geçerek farklı açılardan Deniz’e yönelirken, Asuman -çok az (kısa) fakat- altı çizilmiş “çekimlerinde” sadece gülümser… Gülümser, istediği olmuştur, doktorun teklifleri kabul edilebilir ama bazı şeylerin Deniz’e itiraf edilmesi… (aynı zamanda Deniz’in bilmediği konuların açıklanması) aralarındaki bağın koparılmasına varacak. (Gerçi Asuman bunları beklemiyordur ama bilinç altında belki de bekledikleri bunlardır)…

Nar, sinemamızın bilerek çok az yaptığı bir deneme, evet bir “oda sineması” denemesi ama hiç bir şekilde olumsuz bir anlama alınmamasını belirtmek gerek. Bir “oda sineması” filmin -hemen- tamamı bir dairede geçiyor. Dairenin girişi, merdivenleri de birlikte ele alınırsa, oda sineması süresi daha da uzar. Araya giren bölümler -hiç bir zaman- flach-back değil. (Oyuncunun, anlattığı/anlatmadığı şeylerin “görsel” karşılığı/ifadesi.) Finaldeki “ek” bölüm ise, adı üzerinde “ek-bölüm” olarak, filmin sonrasına ait. Film, Deniz, deniz kenarında, ıslak taşlarda koşarken biter; gerisi tamamen -sinemanın kendine has- anlatımlarıdır.

Ünal, bu filmi ile kendisine verilen ödüle tepki göstermekte son derece haklıdır. Büyük ödül verilmeyebilirdi (verilmedi de) ama filmin yamama bir ödüle hiç gereksinimi yoktu. Filmlere, ödülü gerçekte -bizim ülkemizin sinemasının gerçeklerinin de kendine özgü, “anlaşılmaz”, durumları vardır- zaman kazandırır.

*****

Doktor Sema’nın evinde (Deniz’in de evi) sehpa üzerinde bir tabak içinde nar-lar var. Sait Faik’in -yanılmıyorsam- Kumpanya adlı uzun öyküsünde kurulmak istenilen tiyatronun adı gülen ayva ağlayan nar olarak önerilir (Sait Faik bir romantiktir). Yıllar sonra Ali Poyrazoğlu (S. Faik’i mutlaka okumuştur) tiyatrosunun adını “Gülen Ayva Ağlayan Nar” koymak isteyince ilk Aziz Nesin karşı çıkmış (Poyrazoğlu TV.de anlattı). Aziz Nesin haklıdır, böyle tiyatro adı ancak öykülerde, -ille de sevgi dolu Sait Faik öykülerinde- bulunur.

(08 Ocak 2012)

Orhan Ünser

Evsizlerin Üstüne 12 Eylül Düştü

Bu Son Olsun
Yönetmen: Orçun Benli
Senaryo: Şükrü Üçpınar-Orçun Benli
Müzik: Cahit Berkay
Görüntü: Vedat Özdemir
Oyuncular: Mustafa Uzunyılmaz (Yaşar), Orhan Eşkin (Apo), Ferit Kaya (Kovboy Ali), Volga Sorgu (Cevat), Ufuk Bayraktar (Ertuğrul), Engin Altan Düzyatan (Sinan), Hazal Kaya (Lale), Engin Alkan (Müdür Hızır), Deniz Uğur (Hemşire Nimet), Serdar Orçin (Komutan Kenan), Eray Özbal (Dr. Niyazi), Bülent Çolak (Başgardiyan Cafer), Murat Garibağaoğlu (Gültekin)
Yapım: Uzak Yakın Film (2011)

Orçun Benli, yönettiği ilk filmi “Bu Son Olsun” 12 Eylül zamanlarına beş evsiz arkadaşın gözüyle mizahi bir bakış atıyor. Karanlık günler, işkenceler ve trajediler genç kuşaklara da ışık tututuyor.

İstanbul’un tarihi semti Balat. Burası sadece tarihi değil, azınlıkların da yüzyıllardır sakini olduğu muhteşem bir mekân. Beş evsiz arkadaş, Eylül’ün serinliğinde hayatta kalmaya çabalıyorlar. Para bulabilirlerse köpeköldüren şaraplarını da içiyorlar. Karınlarını doyurmak şimdilik az sorun onlar için. Çok acıktıklarında ülkücü Gültekin’le devrimci Sinan’ın evlerine gidip yemeklerini yiyorlar. Mevsimine göre ayakkabıya ihtiyaçları olursa camiye uğramaları yetiyor. Cemaat namazlarını kılarken onlar da ihtiyacı olanı alıyorlar. Yaşar, Apo, Kovboy Ali, Cevat ve Ertuğrul, Sinan’ın devrimine de inanıyor. Çünkü herkese ev ve iş var bu devrimde. Ama askerler önce davranıp darbeyi yapıveriyorlar. Ülkücü Gültekin ve adamları da tutuklanıyor. Devrimci iki aşık Sinan ve Lale de. Elbette evsiz arkadaşlar da bu fırtınadan kaçamıyorlar. Evsizler, hapishaneyi sıcak yatak ve yemek olarak görüyorlar, ama… Sorgular ve işkenceler hepsine uyguluyor cunta. Yaşar, 1950’lerde Menderes’in “Her mahallede bir milyoner” hayaliyle babası tarafından İstanbul’a yollanmış. Geliş o geliş. İstanbul’da azınlıklardan bir kadına aşık olmuş, ama 6-7 Eylül olayları yüzünden yolları buluşamamış. Yıllarca hep onu aramış aslında Yaşar. Kovboy Ali, artist olabilmek için yolu düşmüş İstanbul’a. Yılmaz Güney’le tanışma hayali, Güney’in hapise girmesiyle hayale dönüşmüş. Yönetmen, zihinsel engelli gibi görünen Cevat’la daima öfkeli Apo’nun geçmişlerine dair bir şeyleri öne çıkarmasa da filme derinlik katmışlar. Ertuğrul, darbenin sabahında, tekneyle Yunanistan’a kaçacak solcularla beklenmedik bir yolculuğa çıkıyor ve hayatının akışı değişiveriyor. Elbette bir de hapiseneyi idare edenler var. Başgardiyan Cafer, hapishane müdürü Hızır’ın yerinde olmak için dalavereler çevirirken, Hızır da komutan Kenan’ın yerinde olmayı hayal ediyor. Hapishanenin revirinde Dr. Niyazi ve hemşire Nimet de var. Nimet’in de bir hikâyesi var. Hapishanede günlük hayat işkenceler, sorgular, iktidar çarpışmalarıyla sürerken, öte tarafta sağcı ve solcu mahkûmlar da ayrı ayrı tünel kazmayı sürdürüyorlar. Final bölümündeyse mahkûmları ve seyircileri bir sürpriz bekliyor hapishane mutfağında.

Dönemin ruhunu yakalıyor…

İstanbul’da 1980 yılında doğmuş yönetmen Orçun Benli, 2006’da “Eve Giden Yol 1914”, 2008’de “Ali’nin Sekiz Günü” ve “Dilber’in Sekiz Günü” gibi iyi filmlerde yönetmen yardımcılığı yaptı. 2011 yapımı “Bu Son Olsun” onun yönettiği ilk filmi. 1970’lerde, sol fraksiyonlar içinde “goşist” diye aşağılanan bir örgütü de anmayı unutmamış yönetmen. “Sol sapma” da diyorlarmış vakti zamanında onlara. Maceracı olarak da görülmüşler. Sovyet yanlısı “sosyal faşistler” de vardı, yönetmen buna gerek görmemiş belki. Yönetmen, 1970’lerin ruhunu hayli gerçekçi yansıtmış. Hatta polisler bile politik anlamda ayrıymışlar. Birileri sağcıların peşine düşerken, öteki birileri de solcu avına çıkıyormuş. 12 Eylül gelince hepsi bir olmuş hepsinin avına açıkmışlar. Mekân kullanımları da estetik yansıyor perdeye. Balat’tan fotoğraflar gerçekten çarpıcı. Hapishane atmosferi de o anların içine alıyor seyirciyi. Bazı anlarda insan ürktüğünü hissediyor. Filmin diyalogları da iyi. Espriler de güldürebiliyor. Filmde Dr. Niyazi’yi canlandıran Eray Özbal’ı tanımaksa neredeyse imkânsız. Özbal, 1970’li yıllarda arabesk filmlerin unutulmaz “kötü adam”larından biriydi. Yönetmen, filminin adını ödünç aldığı Cem Karaca’nın “Bu Son Olsun” şarkısını üstadın sesiyle seyircilerine gönderiyor finalde. “Bu Son Olsun”, görülmeye değer filmlerden.

(Bu yazı 06 Ocak 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(06 Ocak 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Ötekileştirilenler Adına…

Antalya’dan iki yönetmenini bile şaşırtan bir başarıyla dönen “Zenne”, nihayet İstanbul’da gösterimde. M. Caner Alper ile Mehmet Binay, ilk konulu uzun metraj filmlerini, arkadaşları Ahmet Yıldız’ın cinsel tercihi yüzünden öldürülüşü üzerine kurmuşlar.

Senaryosunu, başta Yıldız’ınki olmak üzere gerçek hayat hikâyelerinden esinlenerek M. Caner Alper’in yazdığı, Alper ile Mehmet Binay’ın yönettikleri “Zenne”, 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gerçekten de sürpriz yarattı: SİYAD Ulusal En İyi Film, En İyi İlk Film, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Tilbe Saran), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Erkan Avcı) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Norayr Kasper) ödülleriyle hanesine büyük bir başarı yazdı.

Alper ile Binay filmlerini bir sosyal sorumluluk olarak görmüşler, hayli emek vermişler. “Zenne”, üç yıllık bir çalışmanın ürünü. Kendi arkadaşları Ahmet Yıldız’ı anarken, farklı olma cesaretini gösteren insanlara nelerin reva görüldüğünü anlatmışlar asıl. “Zenne” gerçek bir aile dramı. Çünkü nefret cinayetleri esas olarak namusunu ‘temizleme’, törelere uyma saplantısındaki ailelerin işlediği cinayetler. Öte yandan, “Zenne” aslında sıradışı bir arkadaşlık hikâyesi: hayatını zennelik yaparak ve fal bakarak kazanan Can, Doğulu muhafazakâr bir ailenin oğlu Ahmet ve Alman fotoğrafçı Daniel’in dostluklarını anlatıyor.

Can (Kerem Can), şehit bir binbaşının, cinsel tercihlerini açıklamaktan kaçınmayan oğlu. Zennelik yapıyor, gündüzleri fal bakıyor. Annesiyle (Altın Portakal’lı Tilbe Saran) sevgi dolu bir ilişkisi var. Askerlikten sonra bir daha eski haline dönememiş olan alkolik ağabeyi Cihan ise (Tolga Tekin) onun can düşmanı. Fotoğrafçı Daniel de (Giovanni Arvaneh) mazide sorunları olmuş biri. Daha önce Afganistan’da yaşadığı bir olayı unutamıyor, etkisinden çıkamıyor, kendini suçlu hissediyor. Daniel de cinsel tercihini özgürce ifade ediyor. Ahmet Yıldız ise (Altın Portakal’lı Erkan Avcı) böyle bir beyanda bulunmaktan kaçınıyor. Ailesinin, özellikle çok sert bir kadın olan annesi Kezban’ın (Rüçhan Çalışkur) tepkisinden korkuyor. Baba Yılmaz (Ünal Silver) anlayışlı bir adam ama o da karısından çekiniyor. İstanbul’a giden oğlu yalnız kalmasın diye kızı Hatice’yi de (Esme Madra) onunla yollayan Kezban ise, namus işine duygularını karıştırmıyor.

2008 yılına kadar eşcinsel erkeklere evrensel insan haklarına aykırı şekilde uygulanan askerlikten muafiyet prosedürleri de ayrı bir mesele. Ahmet ve Can, cinsel tercihleri nedeniyle askerden muaf olabilmek için alçaltıcı bir durumda kalıyorlar, ister istemez. Üç arkadaşın hikâyesi, ‘aile kafesleri’, ‘töre kuralları’nın yanısıra, “2008 yılına kadar eşcinsel erkeklere evrensel insan haklarına aykırı şekilde uygulanan askerlikten muafiyet prosedürleri”nin de çerçevesinde anlatılmış.

Başka şeyler de var, tabii. İnsanın daima doğru bildiğini söylerse başına neler gelebileceği gibi. Daniel, kendi toplumunun yerleşik kurallarına, kendisinin cinsel tercihini yaşamaktaki rahatlığına dayanarak, Ahmet’in de bu durumu kabullenmesini, ailesine söylemesini istiyor. Oysa Ahmet’in şartları şartları, töreleri farklı. Dürüstlük de bazen insanın canına malolabiliyor. İkincisi, ailelerin filmde ayrıntılarıyla anlatılmış olması. Benim, Can ve Ahmet’in dünyalarını tanıtmak için elzem olduğunu düşündüğüm bu tercih, kimilerince de konunun dağıtılması şeklinde yorumlandı. Oysa ailelerini tanımadan Can ve Ahmet’in yaşadıklarını anlamak mümkün değil.

Filmin senaryosunu, başta Yıldız’ınki olmak üzere gerçek hikâyelerden esinlenerek yazan Alper’e göre “Zenne”, tam bir duygu sineması örneği. Binay ise filmin gerçek bir aile dramı olduğunu düşünüyor. Farklı bir dünyaları olan insanları anlatsa da belli ki seyirciler onlarla empati kurabiliyor. Zaten hazmetmesi gerçekten zor olan tek şey, namus ve ahlâk uğruna en yakınlarına bile kendi hayatlarını yaşatmamaya, törelerin demir kafesi içine hapsetmeye kararlı insanların bakışları ve tepkileri…

Anlatımı, ele aldığı sorunlar, hikâyesi ve oyunculuğuyla dikkati çeken “Zenne”nin, Antalya’da iki oyunculuk ödülü alması oyuncularının başarısını gösteriyor. Tilbe Saran, Can’ın annesi Sevgi’de, küçük oğlunu seven ama onun için endişelenen bir anne. Saran gibi tiyatro kökenli olan Rüçhan Çalışkur, filmin en korkutucu karakteri. Erkan Avcı’nın Yardımcı Oyuncu olarak kabul edilmesini anlamak zor, çünkü filmin üç başrolünden birini oynuyor ve çok doğal bir oyunculuk örneği veriyor.

Asıl şaşırtıcı performans ise, “Zenne”nin Can karakteri kendisine teklif edildiğinde oğlunun doğumunu bekleyen Kerem Can’dan geliyor. Yönetmenlerine göre, film için çalışmaya başladığında değil dans etmek, zarif bir şekilde yürümekten bile aciz olan Can, beş aylık çok sıkı bir çalışmayla karakterinin ruhuna ve bedenine hükmetmeyi başarmış. Cesaretini takdir ediyorum, fiziksel becerisine de hayran kaldım ama, asıl inanılmaz olan, Can’ın yüzünde uçuşan ifadeler. Onu ve filmin sürprizini, Can’ın teyzesinin birlikte olduğu adamı oynayan Erdal Yıldız’ı (Kutluğ Ataman filmi “Lola + Bilidikid”in Bilidikid’i) çok beğendim. Çocukluğunu bildiğimiz Esme Madra’nın yıllarla birlikte oyunculukta olgunlaşmasına tanık olmak da hoş.

Antalya’da beş ödül aldıktan sonra 2. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde film ekibinden geç talep edilen “Eser İşletme Belgesi”nin vaktinde yetişmemesi nedeniyle seyirci karşısına çıkamayan ama Ankara’da kendini gösteren “Zenne” şimdi de İstanbul’da. Umarız aradığını bulur ve seyirciye sarsıcı mesajlarla dolu mektubunu ulaştırır.

(04 Ocak 2012)

Sevin Okyay

Nârına Yandım

Ümit Ünal, “Nar” ile tamamen ona ait olan, kendine malettiği bir sinemaya dönmüş. Doğrusu, “9”, “Anlat İstanbul” (bir bölümü olsa da) ve “Ara”nın yönetmeniyle buluşmak bizi de mutlu etti. Hatta ben kendimi, sanki biraz Ünal’ın ilk senaryosu olan “Fahriye Abla”nın dünyasına, duyarlılıklarına da gitmiş gibi hissettim.

Ünal, işe senarist olarak başlamıştı, ilk günden beri de ülkemizin en iyi senaristlerinden biridir. Zaman zaman akut bir diyalog sıkıntısı çeken, insanların başka dünyalardan gelmiş gibi konuştuğu bu sinemada, tertemiz diyaloglar yazar. Zaten ihmâl etmediği hikâyesine, bu diyaloglar da katkıda bulunur. Bir de, karakterlerini üç boyutlu hale getirmesine, tabii.

Aslında Ünal’ın, eleştiriler de alan Hasan Ali Toptaş uyarlaması “Gölgesizler”de başarılı olduğunu düşünüyorum. Zor bir yazarın, şahsen çok sevdiğim bir yazarın neredeyse sinemaya uyarlanamaz nitelikteki kitabından iyi bir film çıkarmıştı. Bence bu sefer, filmi daha çok beğenenler, edebiyat uyarlamalarında her zaman olduğunun tersine, kitabı daha önce okuyanlar olmuştur. Gene de, Ünal’ın her şeyi kontrol altına aldığı, yazıp yönettiği filmleri seyircisini daha çok tatmin ediyor diye düşünüyorum. Bir sinemacı, bir yazar olarak zengin bir dünyası olduğu için, mutlaka.

Film, bir Birhan Keskin şiirinin (Penguen 2) son iki dizesiyle başlıyor: “Dürtme içimdeki narı / üstümde beyaz gömlek var”. Böylece de bizi narın kabuğunun çatlamasına hazırlıyor. Mekâna çok uyan bir saatin gri-mavi ışığıyla yoksul bir semtteki ev(in)den çıkan bir kadın görüyoruz önce. Uzunca bir yolculuğun ardından bu sefer çok farklı bir semtteki lüks, gösterişli eve geliyor. Adı, Asuman (Ünal’la ilk kez “9”da çalışmış olan Serra Yılmaz). Evsahibi Doktor Sema’ya fal bakmak için gelmiş. Kapıyı sabahlıklı açan genç bir kadın (İrem Altuğ), kendisinin Sema olduğunu söyleyip onu içeri alıyor. Dört ana karakterden oluşan filmin iki oyuncusuyla böylece tanışmış oluyoruz. Üçüncü karakter, ikinci evin kapıcısı (Erdem Akakçe). Dördüncüsü ise, evin sahibi Doktor hanım (İdil Fırat).

Filmin ve yönetmenin sürprizlerini bozmamak adına, “Nar”ın bir adaleti tecelli ettirme girişimi üzerine kurulu olduğunu söylemekle yetinelim. Ama seyircisine ders vermek, ya da sosyal bir meselenin altını kalın uçlu kalemle çizmek gibi bir derdi yok. İki ev (ilkini sadece dışarıdan görüyoruz), iki semt arasında bir uçurum var, elbette. Evdeki iki kadınla Asuman arasında da mukayese temeli bile oluşturmayacak farklılıklar nevcut. Ancak, hakkı olduğuna inandığı bir şeyi isteyen Asuman, bir intikam meleği olmaktan uzak. O sadece, ısrarla, inançla hakkını talep eden bir kadın.

Ümit Ünal, her zaman anlattığı hikâyeye odaklanmıştır zaten. Bu sefer de dört ana karakterle, “9” ve “Ara”da olduğu gibi gene tek bir kapalı mekânda, usul usul hikâyesini anlatıyor. Açıkça değinilen toplumsal meseleleri, bu hikâyenin arasından görüyoruz.

Serra Yılmaz da, bu rol için onu isteyen, hatta Asuman karakterini onu düşünerek yazdığı söyleyen yönetmenine yorumuyla yardımcı oluyor. Kolaya kaçmıyor, bir an bile Asuman’a tekinsiz bir hava kondurmuyor, sadece ısrar ediyor. Filmin gizemli, fantastik öğeleri de ondan, Asuman’ın güçlerinden kaynaklandığı halde.

Karakterler içinde ona köken olarak en yakın kişi kapıcı Mustafa olmalı. Ama kişilik olarak Asuman, Sema, Deniz ve Mustafa apayrı karakterler. Bence bu dağılımda en nankör karakter İdil Fırat’a düşmüş. Çünkü didaktik esintileri olan tek karakter, onun katı Sema’sı. Tiyatro kökenli Erdem Akakçe ise, bu tek mekân kısıtlamasından engellenmişe benzemiyor. Daha önce “Ara” ve “Gölgesizler”de de Ünal’la çalışan aktör karakterini abartıya kaçmadan yorumlamayı iyi bildiğini daha önce de Çağan Irmak’ın “Karanlıktakiler”indeki parlak performansıyla kanıtlamıştı. Sonuç olarak, yükünün biraz ağır olduğunu düşündüğüm İrem Altuğ dahil, genelde iyi oynanmış bir film ama herkes kendi karakterinin hakkını verse de, nedense ansambl oyunculuk duygusu (oyuncu sayısının azlığına rağmen) zayıf kalmış.

Dedik ya, önemli olan Ümit Ünal’ın en iyi yüzdüğü sulara dönmüş olması. Ustası olduğu türden, kendine ait bir senaryoyla karşımıza çıkması. “Nar”, çarpıcı ve döneme uygun bir ‘en yakın bildiğini tanımama’ hikâyesi anlatıyor.

(03 Ocak 2012)

Sevin Okyay

Nathan Geçmişini Öğrendiği Zaman

Kaçış (Abduction)
Yönetmen: John Singleton
Senaryo: Shawn Christensen
Müzik: Ed Shearmur
Görüntü: Peter Menzies Jr
Oyuncular: Taylor Lautner (Nathan/Steven), Lily Collins (Karen), Alfred Molina (Burton), Michael Nyqvist (Kozlow), Maria Bello (Mara), Sigourney Weaver (Geraldine), Jason Isaacs (Kevin), Dermot Mulroney (Martin), Elisabeth Röhm (Lorna)
Yapım: Lionsgate (2011)

Siyah sinemanın önemli adlarından John Singleton’ın yönettiği “Kaçış”, zaman zaman insana geçmiş zamanların casusluk filmlerinin tadını veriyor. Sürprizi, gerilimi ve heyecanı çok film aksiyonseverleri mutlu edecek.

Lise öğrencisi Nathan Harper, ev ödevi sayesinde geçmişine ait bilgilere ulaşıyor. 15 yıldır anne-babası sandığı Mara ve Kevin kim? Çocukluğundan beri arkadaşı olan sınıftan Karen’a duygusal ilgi duyan, ama bunu ona açıklayamayan Nathan, ödev için Karen’le internette çalışırken kaçırılan çocuklar üstüne bir siteyi keşfediyor. Eskiden Sırp ajanı olan, şimdi terörist Nikola Kuzlow’un tuzak sitesine yem olan Nathan, Karen’la beraber ölümcül bir kaçışın ortasında düşüyor. Üstelik peşlerinde CIA ajanı Frank Morton da var. Nathan gerçek ailesinin kim olduğunu da öğreniyor. Ajan Martin ve Lorna Price, kendini Nathan sanan Steven’ın biyolojik anne-babası. Lorna, Nathan/Steven çok küçükken Nikola Kozlow tarafından öldürülmüş. Kozlow, CIA ajanlarını zor durumda bırakacak bir şeyin peşinde. O şeye de 15 yaşında ve hiçbir şeyi bilmeyen Nathan’la ulaşmayı umut ediyor. Filmde, yüksek teknoloji isteyen izleme anları da var. Buna “fütüristik” denilebilir. İnterneti, cep telefonlarını ve mobese kameraları üst seviyede kullanmak. Bu filmde, yakın gelecekte olması muhtemel ileri teknoloji seyirciye sunuluyor gibi sanki. Belki de Amerika için bunlar mümkündür. İnsan tedirgin de oluyor. Çünkü mahremiyet diye bir şey de kalmıyor. Yönetmen John Singleton, neredeyse filminin ilk yarım saatini sıradan bir gençlik filmi gibi sunuyor. Ama ardından her şey sürprizli ve beklenmedik biçimde gelişiyor. Hem Nathan, hem seyirciler için. Filmdeki kaçıp kovalamacalar perdede heyecan yaratıyor. Tüm tren sahneleri ve stadyumdaki anlar gerilim yüklü. Filmde eski zamanlardaki casusluk filmlerindeki tadı da alıyorsunuz yer yer. Sinemaskop görüntülerin ve özellikle heyecanın arttığı anlarda kurgunun da iyi olduğunu belirtelim. Ama bu filmde şiddet yoğun ve bir araba dolusu ölü kalıyor geride.

Önemli siyahi yönetmen…

Siyahi yönetmen Singleton, 2000 yapımı “Shaft-Korkusuz” filminin ikinci çevrimiyle hatırlanıyor. Siyahi Gordon Parks’ın yönettiği kara film tadındaki 1971 yapımı ilk “Shaft-Korkusuz” filmi, “blaxploitation” veya “blacksploitation” diye anılan “siyah sinema”nın önemli yapıtlarındandı. 1971 yapımı filmin müzikleri de sinemada müziğe yeni bakış açıları sundu. Sinemada daha çok orkestrasyon çalışmaları ağırlıkta genelde. İlk “Korkusuz” filminin az enstrümanlı müziği, müzisyenlere ve yönetmenlere yeni ufuklar açmıştı. Siyahi müzisyen Isaac Hayes bu film için bestelediği şarkısı da Oscar kazanmıştı 1972’de. Parks’ın filmi ülkemizde 1981’de vizyona çıkabilmişti. Nedeniyse, NATO’nun Türkiye’ye koyduğu ambargoydu. Çünkü Türkiye Kıbrıs’a çıkarma yapmıştı 1974’te. Hollywood’un büyük stüdyoları da bu ambargoya uymuşlardı vakti zamanında. 1968 yılında Los Angeles’ta doğmuş Singleton, 1991’de, henüz 23 yaşındayken çektiği “Boyz n the Hood-Artık Çocuk Değiller” filmiyle 1992’de yönetmen dalında Oscar’a aday olan en genç yönetmen de olmuştu. “Harika çocuk” olarak bakılıyordu Singleton’a. Ama bir Spielberg olamadı. Yine de Hollywood’daki siyah sinemanın önemli temsilcilerinden. Tıpkı Spike Lee gibi. Beyzbol maçının yapıldığı stadyum, Pittsburgh Pirates’in mabedi PNC Park. Pittsburg, doğudaki Pensilvanya eyaletinin ikinci büyük şehri. Filmde bu şehirden çarpıcı fotoğraflar da yansıyor perdeye.

(30 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

New York’ta Bir Yılbaşı Günü

Yılbaşı Gecesi (New Year’s Eve)
Yönetmen: Garry Marshall
Senaryo: Katherine Fugate
Müzik: John Debney
Görüntü: Charles Minsky
Oyuncular: Sarah Jessica Parker (Kim), Jessica Biel (Tess), Seth Meyers (Griffin), Ashton Kutcher (Randy), Lea Michele (Elise), Michelle Pfeiffer (Ingrid), Zac Efron (Paul), Robert de Niro (Stan), Hilary Swank (Claire), Halle Berry (Aimee), Til Schweiger (James), Sarah Pulson (Grace), Jon Bon Jovi (Jensen), Katherine Heigl (Laura), Josh Duhamel (Sam), John Lithgow (Patron)
Yapım: New Line Cinema (2011)

Ünlü yönetmen Garry Marshall’ın “Yılbaşı Gecesi”, Hollywood’un şöhretlerini aynı sahnede buluşturan, insana sevgiyi ve hatırlamanın güzelliğini hatırlatan özel filmlerden.

New York’ta bir gün… 31 Aralık 2011. Times Meydanı’nda yüz yılı aşkındır süren bir geleneğin heyecanı yansıyor. Küre’nin, direk üzerinde tepeye çıkması gerekiyor. Saat yeni yılı vurduğunda ışıklar içindeki küre hızla aşağı indiğinde meydandaki kadınlı erkekli insanlar hemen yanındakinden yeni yıl öpücüğü almaya çalışıyor. Yönetmen Garry Marshall, sevginin, paylaşmanın ve nazik olmanın güzelliğini hatırlatıyor bu küreyle. Film boyunca yansıyan hikâyelerde de bunlar yansıyor. Evet bu filmde birçok insanın hayatından küçük parçalar yansıyor perdeye. Claire, birçok güzel şeyi simgeleyen kürenin sorumlusu. Babası Stan hastanede ve doktorlar kanserli hastalarının ölümünü bekliyorlar. Plâk şirketinde çalışan Ingrid, bu ana kadar hayatındaki her şeyi ertelemiş. Onun yolu, çocuğu yaşındaki kurye Paul’le kesişiyor. Maskeli büyük yılbaşı partisine davet edilmiş Ingrid, Paul’ün kendisine yıllardır içinde yaşadığı ama hiç farkında olmadığı New York’u keşfettirmesi hüzün indiriyor perdeye. Yönetmen, hiçbir hikâyeyi öne çıkarmadan birçok insanın bir gününden anları perdeye yansıtmaya çabalamış. Kanserli Stan’ın ölümü beklediği hastanede iki çiftin hikâyesi de yansıyor. Hastane, yeni yılın ilk dakikalarında doğacak bebeklerin ailelerine 25 bin dolar vermeyi vaat ediyor. James, hamile eşi Grace’in ilk doğuran olması için çok çabalıyor. Rakipleri de var. Griffin ve hamile eşi Tess de bu yüklü ödülün peşinde. Kurye Paul’ün arkadaşı çizgi roman çizeri Randy, yılbaşı kutlamalarının muhalifi. Ünlü şarkıcı Jensen’e vokalistlik yapacak Elise’le apartmanın asansöründe mahsur kalan Randy aslında hayatının aşkını buluyor. Eşinden ayrılmış, ama kızının velayetini de üstüne geçirmiş Kim, kızı Hailey’yi (Abigail Breslin) bu yılbaşında koruma güdüsüne giriyor. Kim’in, bir önceki yılbaşında tanıştığı plâk şirketinin varisi Sam’le randevusu var. Sam, uzun ve çok zorlu yolculuktan sonra peçeteye yazı yazmış Kim’i unutamamış ve ondan saf aşkı diliyor. Romantizmin eski zamanlarındaki gibi. Ünlü şarkıcı Jensen de geçen yılbaşı kırdığı aşçı Laura’dan aşk dileniyor. Kırılan kalbi tamir etmek zor olsa da aşk kazanıyor hep.

Bir ustaya saygı…

Bu kadar Hollywood ünlüsünün bir filmde bir araya gelmesi, 1934 doğumlu yönetmen Garry Marshall’a saygı duruşu için. Marshall, “modern pigmalyon”, 1990 yapımı “Pretty Woman-Özel Bir Kadın” filmiyle fenomene dönüşmüştü. Marshall, sinemada yönetmenliği yanında yapımcılık, oyunculuk ve senaristlik de yaptı. Michelle Pfeiffer ve Al Pacino’yu biraraya getiren 1991 yapımı “Frankie and Johnny” filmi de çok ünlüdür. Marshall’ın 2011 yapımı “New Year’s Eve-Yılbaşı Gecesi” filminde sürpriz adlar da var. 1988 yapımı “Big-Büyük” ve “Awakenings-Uyanışlar” filmleriyle hatırlanan Amerikalı kadın yönetmen Penny Marshall, ayrıca yönetmen Garry Marshall’ın da kız kardeşi. Garsonu oynayan Robert de Niro’nun evlâtlık kızı Drena de Niro da bu filmde. New York’un caddelerinden ve sokaklarından estetik fotoğraflar da yansıyor filmde. New York, genelde Hollywood filmlerinde Manhattan’ın gökdelenlerinin silüetleriyle yansıtılıyor. Bu filmde New York’un ruhuna dalıyorsunuz. Yönetmen, “Yılbaşı Gecesi” filminde hatırlamayı, saygıyı, sevgiyi, nazik olmayı asla hayatınızdan çıkarmayın diyor. Son jenerikteki çekim hatalarının yansıması da yönetmenden seyircilere bir armağan gibiydi. İyi seneler…

(Bu yazı 23 Aralık 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(30 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Acılı Annenin Adaleti İsteyişi

Nar
Yönetmen-Senaryo: Ümit Ünal
Müzik: Selim Demirdelen
Kurgu: Çiçek Kahraman
Görüntü: Türksoy Gölebeyi
Oyuncular: Serra Yılmaz (Asuman), İrem Altuğ (Deniz), İdil Fırat (Sema), Erdem Akakçe (Mustafa)
Yapım: Arti Film (2011)

Sinemamızın önemli yönetmenlerinden Ümit Ünal’ın “Nar” filmi, ülkemizdeki sınıfsal ayrımlar üstünden bir adalet arayışının hikâyesi. 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden bir ödülle dönen bu film kadınlara adanmış.

Falcı olduğu sanılan Asuman, Dr. Sema’ya fal bakmak için Arnavutköy’deki dairesine gidiyor. Evdeki genç kadın Deniz kendisinin Sema olduğunu söylüyor. Asuman, Deniz’in falına bakarken genç kadın birden yarı felç oluyor. Elbette geçici felç bu. Asuman, intikamdan çok bir yanlışlığın düzeltilmesini istiyor bu zengin evinde. Genelde tek mekânda geçen film, karakterlerinin zihnindeki görüntüleri de yansıtıyor yer yer perdeye. Hikâyeye kapıcı Mustafa da dahil oluyor ve gerilim yavaş yavaş yükseliyor. Dr. Sema, yakın zamanlarda çalıştığı hastanede Asuman’ın kızının raporunu incelemeye gerek duymadan imzalamış. Asuman’ın kızı yatalak hasta olarak başkalarına muhtaç yaşamaya çabalıyor. Asuman, falcı olarak geldiği dairede bu yanlış düzenlenmiş raporu düzelttirmek istiyor. Acılı anne bir çıkar bulamadığı için belki de gerilim filmlerinin “femme fatal” kadınlarına dönüşüveriyor birden. Hikâye derinleştikçe başka hikâyeler de yansımaya başlıyor. Kapıcı Mustafa da geçmişinden bir anı hatırlıyor bu esaret altında. Deniz’le Sema, lezbiyen ilişki yaşıyorlar. Evin reisi Dr. Sema, çok para kazanıyor ve tiyatro oyuncusu hayali kuran sevgilisi Deniz’e hayatın tüm konforlarını sunuyor. Hatta hayatın gerçeklerinden uzaklaştıracak kadar. Dr. Sema eve geldiğinde bu film, sınıfsal farklılıklar üstünden de adaletsizliklere dokunuyor. Bu filme sol ruh sinmiş.

Heyecan veren yönetmen…

Tire’de doğan yönetmen Ümit Ünal, 1985 yılında İzmir DEÜGSF Sinema-TV Bölümü’nden mezun olmuştu. 1986’da “Teyzem” senaryosu önemli yönetmenlerimizden merhum Halit Refiğ tarafından çekilmişti. Merhum Atıf Yılmaz, 1987’de Ünal’ın “Hayallerim, Aşkım ve Sen” ve 1988’de “Arkadaşım Şeytan” senaryolarını perdeye aktarmıştı. Ünal, 2002’de “9” filmiyle yönetmenlik yapmaya da başladı. 2004’te çok yönetmenli “Anlat İstanbul” filminin içinde yer aldıktan sonra 2007’de “Ara”, 2008’de “Gölgesizler”, 2009’da iki film birden “Ses” ve “Kaptan Feza” filmlerini çekti. Sinema okulunda okurken bir “idol”e dönüştürülmüştü hocalarımız tarafından Ünal. Godard’dan bile ötede. Ulaşılmaz bir yerdeydi. Birkaç yıl önce Candan Erçetin’in bir klibinin çekiminde göz göze gelmiştik ama tanışmaya cesaret edememiştik. Çünkü o bir “idol”dü… Ünal heyecan veren yönetmenlerimizden ve okulumuzdan çıkmış en iyi isim. Filmlerinde ustalığını fark ediyorsunuz. Küçük bir ayrıntı, küçük bir an filmlerine derin anlamlar katıyor. “Ses” filmindeki atmosfer, öncelikle iç mekânlar görsel anlamda insanları çarpıyordu. “Nar” filmindeki iç mekânlar filmin atmosferine katkılar sunarken, tedirginlik içerisinde de bırakıyor insanı. “Nar” filmdeki en parlak anlardan biri, gerçekle hayalin zihinsel olarak karıştırılmasıydı seyirciler için. Deniz’in ilâçlı kahvesini içtikten sonra gerçekle hayali yaşadığı anlar çarpıcı. Bunu perdede yaşamak gerekiyor. Filmin final bölümü de zihinleri karıştırıyor ve hayli etkileyici. Son zamanlarda perdede gördüğümüz en çarpıcı finallerden biri bu. Filmde duyulan şarkıyı sevecekler olabilir. “Nar Taneleri” şarkısını Jehan Barbur seslendirmiş. Filmin mizahı sağlam. Filmin ön jeneriğinde düşen narın parçalanması filmdeki estetik anlardandı. Filmin hikâyesiyle metafor kuruluyordu belki. Filmdeki tüm oyuncu performanslarına övgü göndermeli. Serra Yılmaz sinemamızın gerçekten önemli oyuncularından. “Nar” filmi, 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de “Kadınlar Jürisi Özel Ödülü”nü almıştı.

(Bu yazı 23 Aralık 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(23 Aralık 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Efsane Yönetmen

Efsane yönetmen’in tanımını veren bir “sinema sözlüğü” var mı? (Ben bilmiyorum -benim bilmememin kesin bir sonuç doğurması söz konusu olmadığı için bu soruyu sordum!) “Tanım”-ı yoksa da, soruya ek bir soru daha! Dünya sinemasında efsane yönetmen diyebileceğiniz kaç yönetmen adı verebilirsiniz? Bu soruyu çevirip bana sorarsanız, önce gülümserim ama cevap veririm: Orson Welles ve Marcel Camus. Sinema yazısı okuyan birinin Welles adını duymamış olabileceğini düşünmüyorum bile ama Camus de kim derseniz, bu Fransız yönetmenin kaç filmi olduğunu bile bilmiyorum. Ama bir filmi var ki sinema ile şöyle böyle ilgilenen herkes en az adını duymuştur, görmemiş / görememiş olsa bile: Orfeu Negro – Black Orpheus. Film bizde Siyah Orfe olarak oynadı. Camus’nün bir başka filmini daha gördüm, ancak ne adını, ne konusu hatırlıyorum. Mutlaka başka filmleri de vardır ama adı her sinema kitabına Orfeu Negro – Black Orpheus ile girmiş ve girecektir.

Bir tek film yapıp bununla hatırlanan başka yönetmenlerde vardır. Bunlar içinde sinema oyuncusu olarak tanınan Jack Lemmon örneği var örneğin. Bir André Malraux sinemacı değil, siyaset, devlet adamı. De Gaulle’nin Kültür Bakanlığını yapmış birisi. Pilot olarak (bir Fransız olarak) İspanya İç Savaşı’na katılmış, Cumhuriyetçilerden yana ve burada yaşadıklarını (anı değil) roman olarak yazmış. L’spoir (Umut) adı ile ve romanını sinemaya uyarlamış. Başka filmi yok, başka sinema çalışması yok, -ama başka romanları var- sinema tarihine geçmiş ama efsane yönetmen değil.

Sinemamız kısa süre – uzun süre çalışan, pek çok yönetmeni barındırır tarihinde. Tek filmli olanları da var, tüm filmlerini bir yıla sığdıran da. Adı geçince herkesin (bazen sinema ile pek ilgisi olmayanların bile) yönetmen olarak tanıdığı isimler yanında, adını söylediğinizde “O yönetmenlik yapmış mı idi?” denilenler de… Yönetmenlik işini uzun yıllara yayanlar yanında kısa sürede tutanlar da… Başlangıçtan beri (ben 1917 olarak alıyorum) -son yıllarda pek çok kişi ilk filmini çektiği için- yönetmen sayımız her halde 600 civarına yaklaştı, belki de geçti. Bunlar içinde pek çoğunun adı son günlerde “efsane” kelimesi ile birlikte anılır gibi… Ancak ben bu sıfatı bir yönetmene pek kolay veremiyorum, vermek gereğini de duymuyorum. Çünkü bu benim (senim… birilerinin) vereceği bir sıfat, bir unvan değildir. Sinemamız için yönetmenlere baktığımda, bu tanımla yan yana getireceğim ilk isim Metin Erksan olacaktır. Ne adının başına -çok haklı olarak- “usta” konulan Akad, ne de sinemamızda pek çok şeyi değiştiren -fakat (bana göre) yine de istediği filmi (bir “bütün” olarak) yapamamış olan- Güney…

Erksan diyorum ama bütün filmleri ile değil, nasıl Camus için sadece Orfeu Negro – Black Orpheus adını veriyorsam, Erksan için de “ancak” bazı filmlerinin isimlerini verebilirim. Örneğin, görmediğim -bir çok kişinin de görmediği- bir filmi verebilirim: Karanlık Dünya (Aşık Veysel’in Hayatı). Şunun için: Erksan bu filmi yaptığı zaman sadece 23 yaşındadır. Kimsenin yanında asistanlık, çıraklık yapmamıştır. Filmi sansürce engellenir, köyde gösterdiği buğdaylar cılız bulunur (ve yerlerine ABD haber filmlerinden alınan devasa makinaların çalıştığı bol ürünlü buğday tarlaları konulur).

Erksan başka filmlerden sonra 1959’da -o günün iktidarının “her mahallede bir milyoner yaratmak” sloganından- çıkardığı öyküsünden Gecelerin Ötesi’ni çeker. Film 1960’da gösterime çıkar. Kendi zorunlu / lüks gereksinimleri için soygun yapmaya kalkan altı kişilik bir grubun çözülüm sürecini anlatır (filmik olarak). Yıllar sonra, uzun yıllar yurt dışında yaşamış (belki oralarda doğmuş) ve sinema eğitimi görmüş (veya görmekte) bir genç, sinemamız üzerine bir çalışma yapmak istediği zaman Gecelerinin Ötesi ile karşılaşınca, hiç beklemediği bir film ile karşılaşmanın şaşkınlığı ile incelemeye değer bulmuş.

Charles Chaplin’i -sinemanın sihrini görmüş- herkes bilir. İlk filmlerini ABD’de yapan, sonra uzun yıllar uzaklarda yaşayan Chaplin son filmini yine ABD’de çeker. Chaplin’in yıllar sonra çektiği A Countess From Hong Kong, eski filmlerine göre sıradan bir filmdi. Ülkemizde bir gazetecimiz filmin gösterimi sırasında yazdığı eleştiride filmi beğenmez fakat “Gidin görün, ne de olsa bir Chaplin filmi” diyordu.

Bir yönetmen, yönetmenliğine uzun süre ara verebilir, sonradan film setlerine dönüp yeni bir çalışma yapabilir, bu film iyi film olur veya olmaz, eski filmlerine benzer veya benzemez, bir takım sinemasal tatlar içerebilir veya bunu tutturamamış olabilir. Ama Chaplin için yazılan “Ne de olsa bir Chaplin filmi -gidin görün” gibi bir beklenti içine hiç bir zaman girmemeli. Çünkü değerlendirilen filmdir. Uzun yıllar sinemasına ara vermiş bir yönetmenin, eski filmlerinin artıları varsa, o artıların, son yapılan film (artı-lı “+”) için gösterilmesini beklemek, eskiden yapılan filmlerin hatırına beklentiye girmek, tek başına bir film yapmış olmanın beklentisi olmamalıdır çünkü eski artı-lar, yeni filmler için tek başlarına ve (son filmden) bağımsız olarak yeterli değildir.

(22 Aralık 2011)

Orhan Ünser