Kategori arşivi: Yazılar

Bir Derdim Var

Memleketin en büyük festival organizasyonlarından, kendi deyimleriyle “Anadolu’nun Festivali” 19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali sona erdi…

Hafta boyunca o keyifli havayı soluyup, oradaki güzel insanlarla sanat dolu bir hafta geçirememiş olsam da uzaktan uzağa tüm gelişmeleri takip ettim ve nihayetinde final akşamı olay mahalline ulaştım.

Ben hep söylüyorum, söylemekten de yorulmayacağım, bir şeyler değişir mi bilmiyorum ama değişse iyi olur, yine tören sıkıcılığına takmış durumdayım.

Öncelikle festival ekibinin ellerine sağlık, yine her sene olduğu gibi mükemmel bir iş çıkardılar; her şey tıkır tıkır işledi fakat benim dikkat çekmek istediğim sunucuların performansları (kim olduğu ya da olacağı gerçekten mühim değil) ve ödüller alanların teşekkür konuşmaları…

Bunun nedenine geçmeden, kısaca törenden birkaç not düşmek istiyorum. Festival haftasında orada bulunmadığım için yarışan filmlerin arasından yalnızca Yeraltı’nı görmüştüm. Çoğunluk tarafından çok beğenilen bu filmin oyuncu (Engin Günaydın ve Nihal Yalçın) performanslarını bende takdir ediyorum. Zaten ödüllerini de aldılar. Ancak en iyi film için son günlerde en çok Araf ve Gözetleme Kulesi konuşulmaya başlanmıştı.

Törenin başında Umut Veren Genç Kadın Oyuncu (Neslihan Atagül) ve Umut Veren Genç Erkek Oyuncu (Barış Hacıhan) ödülleri Araf’a gidince tamam dedim Araf bütün ödülleri silip süpürecek. Ama öyle olmadı ödüller dağıldıkça, dağıldı…

Aaa bir de burada Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü’nü, bundan böyle festivalin onur konuğu olan Türkan Şoray’ın adıyla anılacak olması ve bu ödülü ilk kez hem de sultanın elinden alma güzelliğini yaşayan oyuncunun Neslihan Atagül olması önemliydi diye düşünüyorum. Ama Atagül (sanıyorum çok heyecanlıydı) ödülünü alırken Şoray’a bir teşekkür ya da atıfta bulunmadı. Yalnızca “bu kez annem için alıyorum” dedi.

Bir de asıl mesele, festivalden sonra sinema yazarı sevgili dostlarımızla da konuştuğumuz esas mesele şuydu; ecnebi memleketlerin ödül törenlerinde, genelde bir, iki film favori olur. En baba ödüller de tek bir filme gider; biz neden tutarlı, istikrarlı olamıyoruz dendi… Bence de çok doğru, çok yerinde bir tespit.

İşte buradan başta söylediğim mevzuya geri döneceğim. Biz ne yazık ki hâlâ bunca yıl geçmesine rağmen o seviyeye gelemiyoruz. En basitinden sunucularımız hâlâ eski bir TRT yayınından fırlamış gibi… Ben bunu söylemekten yoruldum ama n’olur sevgili sunucular, oyuncu, şarkıcı, tiyatrocu, sinemacı… Ne olursanız olun, birazcık hazırlıklı gelin. Birkaç espri yapın, bir hikâye anlatın, ne bileyim samimi bir şeyler olsun. Bilgisayar gibi sunmayın şu törenleri. Yemin ederim iki tane robot koyup programlasınız hiçbir farkı olmaz, en azından karışıklık olmaz. Bir Oscar, bir Altın Küre izleyin. Bakın insanlar nasıl hazırlanıyorlar, sunuyorlar… Her şey başlı başlına bir show…

Bir de ödül alanlar, sizde artık sıkıcı teşekkür konuşmalarını bir kenara bırakın. Hepiniz yaratıcı insanlarsınız. Bir teşekkür konuşması hazırlayın. Hadi oldu ya ödül alacağınızı bilmiyorsunuz, hazırlıksız yakalandınız. Bir B plânınız olsun. Yani bu ödül törenleri aldım -verdim otomatiğine bağlamasın. Evet en büyük derdim buydu. Söyledim rahatladım.

Ve bir de sevgili jüri, yeni jüriler, gelecek jüriler sizin tutarlığınız, adilliğiniz ve seçimleriniz bu festivallerin prestijini artıracak. Yani artık eşim, dostum, arkadaşım mantığından çıkıp kimsenin şüphe duymayacağı kararlar alın. Yoksa ancak körler – sağırlar birbirini ağırlar durumundan farklı bir şey olmuyor bu törenler.

Bu arada ödül konuşması ille de komik olacak diye bir şey yok elbette, bence gecenin en güzel konuşmalarını Reis Çelik ve Orhan Eskiköy yaptı. Çelik memleketteki terör sorununa çok içten, samimi ve insancıl bir duyarlılıkla yaklaştı. Orhan Eskiköy de Seyfi Teoman’la olan güzel bir anısını anlattı, paylaştı… Ayrıca bence sinemamızın yaşayan en yetenekli nadir aktörlerinden İlyas Salman’ın da ödül alması çok güzel oldu. Salman’ın ödül konuşması da bir o kadar tatlı ve samimiydi. Ne kadar mutlu olduğu öyle açıktı ki, “Ehmm çok teşekkür ediyyyorrumggss, öhmm” cool’luğundan uzak… Biraz abarttı bence ama olsun, ona yakıştı.

Metin Erksan’ı yalnızca Erden Kıral andı; Lütfi Ömer Akad için ise bence anmanın ötesinde, bir saygı duruşu olmalıydı… En nihayetinde biraz cesaret, biraz yenilik ve yaratıcılık görmek istediğimiz hareketler…

(25 Eylül 2012)

Gizem Ertürk

Araf’ın Etrafındakiler Daima Yaşanacak

Araf
Yönetmen-Senaryo: Yeşim Ustaoğlu
Müzik:Bruno Tarriere
Görüntü: Michael Hammon
Oyuncular: Neslihan Atagül (Zehra), Barış Hacıhan (Olgun), Özcan Deniz (Mahur), Nihal Yalçın (Derya), Yasemin Conka (Meryem), Feride Karaman (Feride), Ilgaz Kocatürk (Rıfat), Can Başak (Haydar), Erol Babaoğlu (Nuri)
Yapım: Türkiye-Almanya-Fransa (2012)

Önemli kadın yönetmenlerimizden Yeşim Ustaoğlu’nun yazıp yönettiği “Araf”, Dante’nin “İlahi Komedya”sındaki üç bölümü genç Zehra ve Olgun üzerinden perdeye yansıtıyor. Sonda gelen bölüm mutlu bitse de hüzün yüklü.

Karabük, işçi sınıfının şehri. Sinemaskop görüntü, kışın altındaki şehri yansıtıyor önce. Olgun ve arkadaşı Rıfat kızlardan, gelecekten lâflarken, demir çelik fabrikasının atıkları da bir yerlere dökülüyor çevreyi mahvederek. İşte bu anda işçi sınıfının şehrinin kalbinde olduğunuzu fark ediyorsunuz. Zehra ve Olgun, şehirlerarası otobüslerin uğrak yeri bir dinlenme tesisinde vardiyalı olarak çalışıyorlar. Zehra yemek dağıtırken, Olgun da bu tesiste çaycılık yapıyor. Olgun, Zehra’ya yangın. Zehra onunla ilgilenmiyor gibi görünse de Olgun’la arada bir çıkıyor. Zehra’nın ortalarda pek görünmeyen babası ve yaşlı bir annesi var. Zehra, iş yerinde Derya’ya yakın hissediyor kendini. Olgun, babasıyla derin sorunlar yaşayan yarışma tutkunu bir genç. Ilgaz’la beraber Acun abilerinin televizyondaki yarışmasına katılma hayalleri kuruyor Olgun. Derya’ysa, bebeğini başkasına vermiş kırgın ve özgür bir kadın. Halde çalışan Nuri’yle ilişki de. Nuri de kamyon şoförü Mahur’la arkadaş. Tüm bunlar, Zehra’yla Mahur’un yollarını kesiştiriyor. Kendinden bir hayli büyük Mahur’a ilgi duyan Zehra, bu olgun adamın kendisisni buralardan kurtaracağını hayal ediyor. Üstelik ondan da hamile kalıyor. Zehra, neredeyse babasının yaşına yakın Haydar’a ilgisi, belki de onda babayı araması. Burada Freudyen bir bakış olabilir. Zehra’nın babası filmde bir defa görünüyor ve bir daha ortalıkta görünmüyor. Araf devri sona erdiğinde dramlar da çoğalıyor hikâye “Cehennem”e dönerken. Zehra’nın hamile olduğunu öğrenen Olgun da öfkesine yeniliyor ve kendini hapiste buluyor. Zehra da bebeğini hastanenin tuvaletinde düşüyor. Finalde “Cennet” gelse de bir hüzün kaplıyor perdeyi. Yani gri hikâyeye pembe son yok filmde.

Hikâyede derin boşluklar…

Filmin görselliği ve kurgusu gerçekten çarpıcı. Kış görüntülerinin çok estetik olduğunu belirtmeliyiz. Hikâye de genel olarak iyi yansıtılmış perdeye. Ama yine de bu hikâyede boşluklar var ve boşlukları doldurmak için seyircinin zihninde anlamlar yaratması gerekiyor. Filmi perdede seyrederken bunu fark edeceksiniz. Olgun’un babası Haydar’la derin sorunları insanı bir hayli zorluyor anlamlandırabilmek için. Acaba baba, geçmişte Olgun’a tacizde mi bulunmuş? Evde soğuk bir hava esiyor. Olgun’un annesi Meryem de Haydar’a karşı mesafeli duruyor hep. Yönetmen, Haydar’ın yaptığı işten bir anı yansıtıyor filminde. Haydar, evdeki mutsuzluktan alkole vurmuş kendini. Meryem, bir gün bavulunu alıp terk ediyor bu soğuk evi. Filmde çarpıcı anlar bir hayli yoğun. Otel odasında ilk defa bir erkeğe bu kadar yakın Zehra’nın Haydar’la sevişmeye başladığında başka bir paralel evrene geçiyor sanki. Yönetmen, kadın gözüyle bu anı çarpıcı bir görsellikle yansıtmış. Hastanenin tuvaletinde Zehra’nın cenini düşürdüğü sahne de unutulmaz. Yönetmen, hikâyede boşluklar bıraksa da karakterleri iyi yansıtabilmiş. Olgun’u canlandıran Barış Hacıhan, gerçekten yüksek bir oyunculuk sunmuş. Filmde Zehra olan Neslihan Atagül, televizyon dizilerinden hatırlanabilir. “Yaprak Dökümü”nde Deniz, “Hayat Devam Ediyor”da Şirin karakterindeydi. Genç oyuncu, 2007’deki 14. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Nihat Durak’ın “İlk Aşk” filmindeki rolüyle “Umut Veren Genç Kadın Oyuncu” ödülünü de almıştı. Ona ödülü verenler yanılmamış.

İyi bir yönetmen…

Dante’nin “İlahi Komedya” epik şiirinden ilham almış. Elbette birebir değil. “Araf”, “Cehennem” ve “Cennet” çağrışımları, dünyanın her yerinde insanın hayatında ve ruhunda yaşanıyor. Dinsel anlam yüklemek de gerekmiyor. Sinemamızın önemli kadın yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu, insana dair sorunlara her zaman kamerasını çeviriyor. Yönetmen, 2012 yapımı “Araf” filminde, sadece kadın dünyasını değil, erkek dünyasını da aynı derinlikte yansıtıyor. Olgun’la Rıfat’ın cinsellik üzerine konuşmaları, küfürleri, kadınsızlıktan dolayı yaşadıkları bunalımları ancak bu kadar gerçekçi olabilir. Bu konuşmalar, dünyanın herhangi bir yerinde de böyledir. Ustaoğlu, 1999 yılında “Güneşe Yolculuk” filmiyle 1990’lardaki Kürt sorununu anlatmıştı. 2003 yapımı “Bulutları Beklerken”, ülkemizdeki azınlık sorunlarına çarpıcı bir bakış atmıştı. Yönetmenin 1994 yapımı “İz” polisiye fillmi, hikâyesinin yapısıyla psikolojik gerilme dönüşüyordu. Bu film, David Lynch kıyılarında uç noktada postmodern bir filmdi. Ustaoğlu, tıpkı Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem gibi sinema adına heyecan veriyor. “Araf” filmi görülmeli. Film seyrederken fonda duyulan müziklere de kulak vermek gerek.

(21 Eylül 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Adı Yul Olan Charlie

Vur ve Kaç (Hit & Run)
Yönetmen: David Palmer-Dax Shepard
Senaryo: Dax Shepard
Müzik: Robert Mervak-Julian Wass
Görüntü: Bradley Stonesifer
Oyuncular: Kristen Bell (Annie), Dax Shepard (Yul/Charlie), Tom Arnold (Randy), Michael Rosenbaum (Gil), Bradley Cooper (Alex), Jess Rowland (Terry), Joy Bryant (Neve), Carly Hatter (Angella), Kristin Chenoweth (Debbie), Beau Bridges (Clint)
Yapım: Primate Pictures (2012)

Amerikan bağımsız sinemasından gelen “Vur ve Kaç”, beklenmedik hikâye gelişimiyle seyircisine esprili ve heyecanlı bir yolculuk yaşatıyor. Komedi ve maceranın iç içe geçtiği filmde az da olsa şiddet var.

Hollywood’un “sert adamı” Charles Bronson’ın adını ödünç almış Charlie, Tanık Koruma Programı’ndan yararlandığı için kimliğini gizli tutuyor. Küçük kasabada Annie’yi de kendine aşık etmiş üstelik. Bu aşk geride kıskanç birini, Gil’i bırakmış. Gil, eşcinsel polis memuru Terry’nin kardeşi. Genlerden olmalı, sevgilisi Annie elinden almış Charlie’yi klâsik araba üzerinden araştırıyor ve film bu araştırmayla bambaşka yollara giriyor. Charles Bronson olarak bilinen bu adamın Yul Perkins olduğunu keşfediyor. Geçmişin banka soyguncusu Yul… İlk bölümlerinde böyle bir filme dönüşeğini anlamıyorsunuz 2012 yapımı “Hit & Run-Vur ve Kaç” filminin. Annie, üniversite öğretim görevlisi olmak için uğraşıyor. Debbie onu Los Angeles’a yolluyor. Annie gidince bu can sıkıcı kasabada ne yapacağını bilemeyen Charlie, Federal polis Randy’ye haber vermeden klâsik arabasına Annie’yi alarak Los Angeles yollarına düşüyor Yul/Charlie. “Vur ve Kaç”, gerçekten beklenmedik bir anda yol filmine dönüşerek, komedinin yanına macerayı da katıyor.

Bağımsız bir film…

Amerikan bağımsız sinemasından gelen, iki milyon dolarlık bütçesi olan ve şimdiye kadar bütçesinin kat kat fazlasının gişe başarısı kazanan “Vur ve Kaç”, bir komedi-macera. Yer yer şiddet de kendini gösteriyor. Hikâyeye Alex girince hareket de başlıyor. Alex’i, köpek maması satan markette tanıyor seyirci. Yanında da Neve var. Neve, Yul/Charlie’nin eski nişanlısı. Alex, kendisine eşcilselmiş gibi davranan siyahi izbandut bir adama dersini verdikten sonra yollara düşerken peşinde olduğu Yul/Charlie’nin yakınlarda olduğunu öğreniyor. Nefes kesici araba takiplerinn yaşandığı bu bölümler adrelani hayli yükseltiyor. Sonunda “kötüler” cezasını buluyor ve Annie de “iyi” Yul/Charlie’ye kalıyor. Seyirciye de bu macerada eğlenme düşüyor. David Palmer-Dax Shepard ikilisi, ortaklıklarıyla bağımsız sinemada önemli bir yer edinecekler gibi. Shepard, oyunculuk ve senaryo yazımlarıyla bu beraberliğin filmlerini zenginleştiriyor. Michigan’da 1975’te doğmuş Shepard, Mark Steven Johnson’ın 2010 yapımı “When in Rome-Aşk Çeşmesi” filminde Kristen Bell’le beraber oynamışlardı. 1980’de yine Michigan’da doğmuş Kristen Bell, “Veronica Mars” ve “Heroes” televizyon dizileriyle ünlendi.

(21 Eylül 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

GERİYE KALAN Nedir?

Çiğdem Vitrinel’in Geriye Kalan filmini seyrettim. Filmin sonuna yaklaşırken, -daha önce olmamasına karşın- film bana François Trauffaut’un La Peau Douce filmini çağrıştırdı, hatırlattı. Tabii ki Vitrinel’in filmi bir La Peau Douce uyarlaması değil… Önce Trauffaut’un filmini -kısaca- hatırlarsak, “Evli, yaşı ilerlemiş, çeşitli yerleri gezerek, katıldığı toplantılarda edebiyat yorumları, eleştirileri yapan bir adam… Bir gezisinde, kaldığı otelde genç bir kız ile karşılaşır, kızı yaşında olabilecek… Aralarında bir ilişki başlar ve ilişki bir süre sonra bitecektir. Kız zaten ilişkiyi uzun boylu sürdürecek değildir ama adamın karısı olayı öğrenir ve giydiği (beyaz) pardösünün içine sakladığı tüfek ile adamın gittiği Café’ye gider ve her zaman oturduğu masasında otururken tüfek ile adamı vurarak, oturduğu sandalyede, bacaklarının arasına aldığı, dipçiğini yere koyduğu tüfeği ile beklemeye başlar.” (Bu arada şunu belirteyim, La Peau Douce isimli film bizde ilk önce Tatlı Deri diye anılmış, ticari sinemalarda ise Yumuşak Ten ismi ile gösterilmişti. Trauffaut, ülkemize geldiğinde, kendisine bu film ile ilgili olarak sorulan “Kadın kocasını neden tüfekle öldürdü, başka silâhla öldüremez mi?” idi şeklindeki soruya, “Eğer, tüfek yerine başka bir silâh kullanılma durumunda kalsa idim, bu filmi çekmezdim” diye cevap verir.)

İmdi, Vitrinel’in filmine gelirsek, evli (ve bir çocuklu) doktor koca, hastanede birlikte çalıştığı dul (ve çocuklu) kadın doktor ile ilişkiye girer. Doktor, bir zaman önce boşanmak istediğinde, karısı “intihar ederim” tehdidi ile kocasını bu düşüncesinden vaz geçirmiştir. Kadın, doktor kocasının yeni bir ilişki içinde olduğunu öğrenince, kadının izini bulmaya çalışır, bulur da… Kocasının anahtarını alarak (örneğini yaptırır) kadının evine girer, bir kısım özel eşyayı kullanır ve yatağı bozarak -özellikle- bırakır. Eve dönen kadın, düzelttiği yatağı bozulmuş görünce çocuğunu sorgular. Banyoda yanan bir mum… ve bir süre sonra sevgilisi doktor adama, “duvarların içinden gözetlendiği” izlenimi edindiğini söyler. Sorulması üzerine de bunu bir “erkeğin” yaptığını düşündüğünü. Sonra, kadın, sevgilisine, “ilişkiyi sürdüremeyeceğini, bitirmek istediğini (hatta kendisinin bitirdiğini) söyler. Maço (koca / sevgili) bunu kabul etmeyecektir, yine de evden uzaklaşması istenir. Aldatılan kadın dükkânları gezer, duvarlarda / vitrinlerde tüfekler vardır (La Peau Douce). Sonra aldatan kadının evine gider ve karşılaşırlar (böyle bir karşılaşmayı “ben” hiç bir Yeşilçam filminde görmedim). İkisi de birbirine saldırır, aldatılan kadın -elinde bıçak vardı değil mi?- rakibini bıçaklar ve baygınken (!) soyarak, doldurduğu küvete -suyun altına- yatırır ve direnmesine de mani olur. Bu sahnede sadece soyan (aldatılan) kadını görürüz, soyulan (aldatan) kadın -özellikle- görüntü dışı tutulmaya çalışılmış (yönetmenin seçimi)… Kadın sonra evine gider ve (maço) kocası tarafından sevilir (!). Koca -sevişme sonrası- çantasını toplayarak, çıkmaya hazırlanır, karısını terk etmiyordur… Karısı “iyi yolculuklar” diler ve kalkıp (gecelikle) pencereden seyahate çıkan kocasının arkasından? bakar -soru işareti, çünkü kadının nereye baktığını- yönetmen göstermez…

Aldatan kadının, aldatılan kadın tarafından soyulmasını (!) içeren sahneler, bana Ömer Kavur’un Yusuf Atılgan uyarlaması Anayurt Oteli’nde Zebercet’in intihara hazırlanma sahnelerini “çağrıştırdığını” -eleştirmeden- söyleyeceğim. Zebercet intihar eder, Vitrinel’in filminde ise aldatılan kadın, aldatan kadını intihar (yoksa kaza mı!) süsü vererek öldürecektir. [Ve bu suç cezasız kalacaktır, en azından filmin finaline (?) kadar.]

Vitrinel’in filmi, Yeşilçam’ın birçok kez ele aldığı bir konuyu -bana çağrıştırdıklarını söylediğim filmleri taklit etmiyor, benim özelimde, bana hatırlatıyor- fazla değiştirmeyen ama temelde değiştiren, sinemamız için önemli bir film. Orhan Elmas’ın Metres ve Zeki Alasya’nın Elveda Dostum filmlerinin sonunda ikinci kadınlar sevdikleri adamı karılarına bırakarak aralarından çekilirler. Bu halleri ile Geriye Kalan’ı seyrederken anımsadığım filmler olmadı ama bir gün sonra düşünürken o filmleri hatırladım. Bu filmlerde aldatan (ikinci) kadın aradan çekilir, Vitrinel’in filminde ise, ikinci kadın girdiği ilişkinin çıkmazını görerek “son verme” kararı alır ve uygulamaya başlar da ama birinci kadın buna fırsat vermeyecektir. Zeki Ökten’in Bir Demet Menekşe’sinde final bambaşkadır, koca, karısını terk edip, ikinci kadına gidecektir. Tamamen değişik bir frekanstaki final de, Geriye Kalan ile hatırlanacak bir film değildir.

Film, birçok Yeşilçam filmine konu olan bir öyküyü anlatıyor (tekrar). Ama hiç de eskisi gibi değil… Özellikle eş ve sevgiliyi oynayan kadın oyuncular, tek çekimlerinde hiç de eski filmlerdeki eş ve sevgililer değil… (Taşıdıkları) özellikleri dışında, başlarına gelenler (içinde bulundukları) durumları yaşıyorlar, standart (eski yerli film seyircisinin beklentileri dışına çıkarak) davranışlara girmiyorlar, bu durumları ile de çok daha gerçekler, çok daha insanlar…

Film yapmak mutlaka zorlu bir uğraş, filmlere final yapmakta bu uğraşın son halkası. Bir türlü bitemeyen filmlere bakarak, Vitrinel’in Geriye Kalan’ı gibi biten filmlere -nerede ise- hasret kaldığımı söylemek istiyorum. Başlıktaki soruyu tekrar sorayım, Geriye Kalan “nedir”?

(20 Eylül 2012)

Orhan Ünser

Araf

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

Yeşim Ustaoğlu’nun “Araf”ını çok beğendim, benim gözümde Ustaoğlu’nun en iyi filmi diyebilirim. Sinemaskop görüntüleri tablo gibi, genç …

… oyuncular Neslihan Atagül, Barış Hacıhasan olsun, Özcan Deniz, Nihal Yalçın olsun çok başarılı oyun çıkarmışlar. Nihal Yalçın’ı …

“Hayatın Tuzu”nda mimlemiştim. “Masumiyet”te Haluk Bilginer’in, “Küçük Günahlar”da Macit Koper’in kesintisiz ve uzun diyaloglu …

… sahnelerinde olduğu gibi Nihal Yalçın da “Araf”ta benzer bir sahnede, hayatın içinden alınmış gibi adeta devleşiyor. Önümüzdeki …

… festival ve yarışma değerlendirmelerinde yardımcı kadın oyuncu dalında sanırım tüm ödülleri silip süpürecek. “Araf”ın son jeneriğinde, …

… şimdiye kadar çok az yerli filmimizde rastladığımız “Bu filmde hayvanlara zarar verilmemiştir.” ibaresi geçti. Bu da filmin olumlu …

… yanlarından biri, ancak filmdeki görüntülerde barınaktaki köpeklere fiziken zarar verilmese de psikolojik olarak zarar verildiği …

… açıkça görülüyor. Çünkü barınakta geçen yangın sahnesinde ateşten korkan hayvanlar tel örgüleri tırmalıyor, korkuyla köşelere ve …

… birbirlerine sığınıyorlar.

*****

Hiçbir festivalin verdiği veya vermediği ödüller bir başka festivalin verdiği veya vermediği ödüllerle karşılaştırılmamalı, ödüller …

… birbiriyle ölçülmemeli. “Falanca festivalde ön elemeyi geçemedi ama filân festivalde birinci oldu” dememeli. Yanlış hatırlamıyorsam …

… 2008 yılının Temmuz, Ağustos ayları olmalı, mekân tuttuğum dağıtım şirketine bir yönetmenimiz geldi, sohbet ediyoruz. Filmi vizyonunu …

… tamamlayalı 6 – 7 ay olmuş. O sıra diğer birkaç film 2. kez vizyona çıkmış durumda. Bir ara yönetmen arkadaş, dağıtımcı arkadaşa …

… “Abi” dedi, “Benim filmi Amerika’da filânca festivale göndereyim, birkaç tane ödül alıp geleyim, bir daha vizyona çıkaralım, ister …

… misin?” diye ekledi. Dağıtımcı arkadaş filmin seyircisini tükettiği kanaatinde olduğundan yeniden vizyonun gereksiz olduğunu belirtti …

… ve kabul etmedi. Yönetmenimizin sözlerini şu mübarek 2 kulağımla birebir duyduğumdan bu anıyı kamuoyuna da mal edeyim. Siparişle ödül …

… alınabileceğine, -başkasından duysam- itiraf ederim bende inanmazdım. Şu günlerde benzer bir konu ortalıkta dolaşıyor. Film olsun, …

… karalanan festival olsun, her iki taraftaki kişiler sevdiklerim arasındadır, onu da belirtmiş olayım. Demem o ki yazar milleti olarak …

… yurtdışında herhangi bir festivalden ödül alındığında hemen olaya atlayıp yurtiçindeki festivalleri karalamamalıyız.

*****

Padişahımız efendimiz Muhteşem Süleyman bir muallime vazife tevdi etse de şu Hürrem Sultan’ın adam gibi Türkçe veya beyefendi gibi …

… Osmanlıca öğrenmesine sebep olsa. Kimbilir kaç sene geçti hâlâ padişahımız efendimize “Sülüman” diyor, korkarım yakında padişahımızın …

… o güzelim lâkabını da “Mıhteşem” diye telâffuz etmeye başlar, dünya aleme rezil oluruz, ayıp oluyor ha.

*****

İstanbul’da o kadar çok Ortadoğulu, sadece gözleri açıkta bırakan kara çarşaflı turist var ki kara çarşafa özenmeye başladım, giyip …

… dolaşasım var. Tabi ki şaka, fakat kötü niyetli düşündüğümde acaba diyorum, Arap ülkeleri vatandaşlarının vize almadan Türkiye’ye …

… girmesini bilhassa mı kolaylaştırdılar. Hani geleceğe hazırlık mı yapılıyor. Her gün göre göre, kara çarşaflasına, şalvarlısına, …

… sakallısına iyiden iyiye gözümüz alışsın, yadırgamayalım, Osmanlıcası aşina olalım diye mi?

*****

Hayatın İçinden:

62 yaşındayım, 63 senedir tren yolcusu sayılırım, tren rayı döşenecek güzergâha önce mıcır denilen küçük taş parçalarının serildiğini, üzerlerine tahtadan traversler döşenip onlara da rayların monte edildiğini bilirdim. Keza bu şekilde hızla giden demir tekerleklerin yaptığı sarsıntının küçük taşların esnemesiyle emildiğini sanırdım. Ne zaman İstiklal Caddesi’ne çıksam ve tramvay yolunun ortasına döşenmiş parke taşları kırılmış bir şekilde görsem bu bildiklerimi hatırlıyorum. Bunları döşeyen vatandaşların tren rayı nereye, nasıl, ne şekilde döşenir, hiç mi haberi yoktur bilemiyorum. Hadi, “Şehir içinde mıcır mı olur hemşerim” derseniz, o zaman en azından Taksim meydanında olduğu gibi rayların orta kısma ve kenarlarına 10×10 cm.lik küçük taşları döşeyerek yapsaydınız şu yolu da şimdiki kırık parke taşları gibi çirkin görüntülerle karşılaşmasaydık. “İstiklal Caddesinin altından tarihi bir tünel geçiyor Sadi Bey, kırılmalar o nedenle oluyor, haberiniz yok mu?” derseniz bu sorunuz, memleketin ahval ve şeraitinden endişe eden gazetecilere “Oturmuşsunuz boğaza karşı masaya, alkollü içkinizi yudumlayarak ahkâm kesiyorsunuz, vs. vs.” diyen iki gözümüzün nuru, başımızın tacı başbakanımızın açıklamasına benzer. Esas olan sorunun çözülmesi, yürüdüğümüz yolun kırık dökük, çukurlu tümsekli olmaması. Yolu da gazeteciler değil, iki gözümüzün nuru, başımızın tacı yapacak tabiî ki. Bu arada 62 yaşında, nasıl 63 senelik tren yolcusu olduğumu açıklamayı unutmuşum. Aslında 62 ¾ yaşında demem lâzımdı, anamın karnındaki 9 ayda da trenle seyahat etmiş olabilirim deye öyle yazmış bulundum.

(16 Eylül 2012)

Sadi Çilingir

Kızıl Saçlı Kahraman

Hepimizin geçmişinde sevgiyle hatırlanan animasyon filmleri bulunur. Yaşı fazlasıyla tutanlar, “Bambi”yi unutmaz örneğin. Annesini kaybettiğinde bir arkadaşım ayağa kalkıp bağırarak ona yol göstermişti (beş yaşında falandık): “Bambi, Bambi, annen orda!” “Fantasia”yı izleyince şaşıp kaldık. Pixar filmleri, bize animasyonun yeni dünyasını tanıttı. Animasyon yaratıcıları arasında benim için Hayao Miyazaki ile Nick Park’ın da önemli bir yeri vardır.

Onun için de, animasyonda kahraman gibi kahraman ilk kızdan söz ederken, bu tanımı Pixar filmleriyle sınırlıyorum. Daha önce Pixar’ın hep erkek kahramanları olmuş: Woody ile Buzz (Toy Story), Nemo, Ratatouille, Wall-E… Şimdi ise “Brave” ile bize başına buyruk, söz dinlemez, korkusuz, kızıl saçlı İskoçyalı bir prenses sunuyorlar. Demek ki Pixar yirmi altı yılın ardından nihayet bir filminin kahramanının kız olmasını uygun görmüş. Gerçi, filmin yönetmenlerinden birinin, karakterleri yaratmış, senaryoda çalışmış olan Brenda Chapman’ın da işine son verdiler ama, o ayrı konu.

Orijinalinde, kendisi de İskoç olan Kelly Macdonald’ın konuştuğu Merida (neyse ki dublaj hayli makûl, Beren Saat’in Merida’sı da bana gayet uygun geldi), ateşli karaktere sahip bir İskoç prensesi. Savaşçı bir babası, kızını kusursuz bir prenses olarak yetiştirmeye odaklanmış bir annesi var. En çok sevdiği şey de, annesi Elinor’un (Emma Thompson) disiplininden ve görgü kurallarına ilişkin öğütlerinden uzak kalmak: kırlarda dolaşıp oklarıyla hedefleri vurmak.

Ne yazık ki hayat, baba hediyesi yayla ok atarak geçemiyor. Ülkenin yönetimdeki dört klanın oluşturduğu barışçıl krallığı sürdürebilmek için, Merida’nın annesiyle babası Fergus (Billy Connolly), büyük oğullarıyla beraber lordları davet ediyorlar. Maksat Merida’yı evlendirmek. Ama kızıl saçlı asimiz, göreneklerin bir açığını yakalayıp, Fergus’un ilk çocuğu olarak okçuluk yarışmasına katılınca taliplerinin hepsini geride bırakıyor. Sonra da evden kaçıp bir cadıya (Julie Walters) gidiyor. Maksat, annesini caydırmak. Ama, baş yardakçısı karga da, cadı da hiç güvenilir yaratıklar değiller. Cadı pastasını yiyen Elinor, koskoca bir ayı oluyor. İşin fena tarafı, bir süre önce Fergus’un bacağının bir kısmını vahşi bir ayı kaptığı için, Elinor kralın eline geçerse derdini anlatana kadar (ki zaten anlatamıyor) canından olma ihtimalı yüksek.

Aslında “Brave”, Pixar geleneğinden sadece kız kahramanıyla ayrılmıyor. Merida, Disney filmlerinde ender görülür bir şekilde, ne öksüz ne yetim. Annesi de babası da yaşıyor. Pixar genellikle ana karakterleri insan olmayan animasyonları tercih eder, şimdiye kadar da hiç kostümlü bir dönem filmi yapmadı. “Brave”, bütün bu kuralları yıkmış. Bilmiyorum, erkek çocuklar beğenir mi, çünkü kitaplarda olduğu gibi filmlerde de kesin bir ‘cinsiyet ayrımı’ var. Rowling bile bu ayrımcılığa karşı önlem almış, ‘kız’ olduğu anlaşılıp erkek çocuklar baştan ona tavır almasın diye adını J. K. olarak yazmayı tercih etmişti. “Brave”, daha çok kızlarla anneleri için bir rüştünü ispat etme macerası. Hem annelerle kızları arasındaki ebedi anlaşmazlıkları keyifle izleyebilirler. Adı niye cesur, hatta savaşçı anlamına “Brave” öyleyse? Belki de erkek çocuklar kansın da gelsin diye. Hatırlarsanız, Disney de “Rapunzel” filminin adını, kız kahraman itici olur endişesiyle “Tangled” yapmıştı.

Küçük kızlarınıza akıllı, bağımsız, hareketli modeller arıyorsanız, “Brave”e buyurun. Üstelik heyecanlı ve komik. O hoplayıp duran kıvır kıvır kızıl saçları unutamayacaksınız! Kahramanlarımız Viking olmasa da, eğer öyle muhabbetlerden hoşlanıyorsanız doğrusu İskoç klan başları da kavgacı ve eğlenceli olma yönünden, Vikingler’den aşağı kalmıyor. Ayımızın biraz daha çevik, atik ve tetik olmasını isterdik ama, o kadar kusur kadı kızında da bulunur…

(15 Eylül 2012)

Sevin Okyay

Işık Öğütçü’ye Açık Mektup

Bu mektup Mehmet Raşit Öğütçü’nün oğlu Işık Öğütçü’ye değil, Orhan Kemal’in eserlerinin izini süren Işık Öğütçü’ye yazılmıştır. Mehmet Raşit Öğütçü (1914 – 1970), hakkın rahmetine kavuşmuştur, Orhan Kemal (1939 – …..) ise ölmemiştir; eserleri (romanları / öyküleri) okunduğu sürece de ölmeyecektir.

3.9.2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfasının sol ilk sütununda (konulan) fotoğrafı üzerine “dizilerin vazgeçilmezi” ibaresini yazmak, benim için hiç bir anlam ifade etmemektedir. Orhan Kemal, dışarıya yansıyan eserleri ile 1939 yılından beri yazın dünyamızın içindedir, gerçi o zaman Kemal Raşit imzası ile yazar… Yazına şiirle başlayan O. Kemal, sonra öykü ve roman’a geçmiştir. Ülkenin en çalkantılı günlerinde, taşrada, babası nedeni ile de daha da artan çalkantılı günler yaşayan, çeşitli işlere giren, eli kalem tuttuğu içinde yazmaya girişen… ve ömrünün büyük bir bölümünü (belki, hepsini) kaleminin kazancı ile geçiren biri…. Sadece şiirden sonra geçtiği (seçtiği mi demek lâzım) öykü-leri ve roman-ları ile yetinmeyip (çoğunlukla geçim derdi ile) Yeşilçam’a senaryolar (çoğunda adını kullanamasa da), film hikâyeleri (aradaki farkı bilen biliyor), yazılmış senaryolara diyalog-lar yazarak geçimi (ailesinin de) sağlayan biri… Bir ropörtajında (adını kullanmadan) 300’e yakın senaryo yazdığını söylüyor, adının yazıldıkları da var tabii… Bir de gerek öykü gerek roman, çok kitabının olması, hepsi aynı düzeyde değil, olmasını da beklememek lâzım ama yinede edebiyat tarihimizde hiç biri unutulmayacak eserlerin yazarı (dizileri bırak…), edebiyatımızın vazgeçilmezlerinden… Orhan Kemal’in eserleri, daha televizyon denen alet ortada yok iken, dizi denen şeyin ne olduğunu, şimdiki tiryakilerinin babaları bile bilmezken, sinemaya uygulanmakta idi.

Romanları,
Suçlu – A. Yılmaz / 1960 Devlet Kuşu – M. Ün (1961 / Avare Mustafa adı ile) (1967 / Zilli Nazife adı ile) (1980 / Devlet Kuşu adı ile)
Murtaza – T. Başaran / 1965 – ve A. Özgentürk / 1984 (Bekçi adı ile)
El Kızı – N. Saydam / 1966
Vukuat Var / Hanımın Çiftliği – N. Saydam / 1972
Sokaklardan Bir Kız – N. Saydam / 1974
Bereketli Topraklar Üzerinde – E. Kıral / 1979
72. Koğuş – E. Tokatlı / 1987 – ve M. Saraçoğlu / 2011
Eskici ve Oğulları – Ş. Gök / 1990 (Eskici Dükkânı adı)
Tersine Dünya – E. Pertan / 1993
Kaçak – M. Ün / 1982
Orhan Kemal’in ölümünden sonra yayınlanmıştır.

Bunların içinde en ilginç olanı, “Kaçak” romanıdır, Orhan Kemal bir film öyküsü yazar. Bu öykü, Vedat Türkali tarafından senaryolaştırılır ve Lütfi Akad’ın başlayıp Memduh Ün’ün bitirdiği Üç Tekerlekli Bisiklet adı ile sinemalaştırılır. (Bu adı burada saklı tutalım) Nejat Saydam, Vukuat Var (1959) ve (devamı) Hanımım Çiftliği (1961) romanlarını 1972’de sinemaya uyarlar. Orhan Kemal’in romanı gibi başlayan film Türkan Şoray filmi olarak biter. Baş rolü (Güllü / Serap) Türkan Şoray oynamaktadır ve Nejat Saydam romanı istediği biçime (yoksa Şoray’ın koşullarına uygun duruma – mı?) sokarak yapar. Sonradan, roman (Vukuat Var / Hanımın Çiftliği) TRT TV. si (?) için çekilecektir. Aradan zaman geçer O. Kemal, Vedat Türkali’nin senaryo haline soktuğu Üç Tekerlekli Bisiklet filminin öyküsünü (ki film öyküsü başlı başına bir öykü / olay’dır) Vukuat Var / Hanımın Çiftliği’nin devamı gibi imiş olarak yazar, Kaçak adı ile… Bu roman, Üç Tekerlekli Bisiklet’teki olayı (kahramanını) değiştirerek Vukuat Var / Hanımın Çiftliği finalinde “çiftliği” yakarak kaçan Habib’e çevirerek, kaçışından sonraki evreleri anlatır. Bu roman da Memduh Ün tarafından sinemaya uyarlanacaktır. Vukuat Var / Hanımın Çiftliği romanı, (1. cildin adı görmezden gelinerek) sadece Hanımın Çiftliği adı ile ikinci kez TV’ye uyarlanıp, romana sadıkmış gibi başlayıp, hayli değiştirildikten ve uzatıldıktan sonra, sonunda bitirilir. Bu arada Vukuat Var / Hanımın Çiftliği romanı Hanımın Çiftliği “üst başlığı” ile 1. cilt Vukuat Var, 2. cilt Hanımın Çiftliği ve 3. cilt Kaçak olarak tekrar basılır, vitrin ve kitapçı raflarındaki yerini alır ve satımında da belirli bir artış olur.

İmdi, şu anda TV.lerde O. Kemal’in ikli romanından uyarlanan (yoksa TV için yeniden programlanan mı demem lâzım) Kötü Yol ve Evlerden Biri dizileri yayınlanıyor. Işık Öğütçü, gazetede yayınlanan söyleşisinde, öz olarak TV’ye uyarlanan Orhan Kemal eserleri için, eserlerin “O’nun toplumcu ve gerçekçiliğinden koparılmaması gerekir. Yapımcılardan bunun göz ardı edilmemesini isterim” diyor. Sorulara verilen cevaplardan alınan şu ifadeler ise (benim için) çok önemli “… bizim için önemli olan babamın isminin unutulmaması ve olabildiğince ilgi uyandırmasıdır.” Burada şunu söylemek isterim ki, Orhan Kemal adı romanlarından TV’ye uyarlanan dizilerle unutulmaz olacaksa, unutulsun derim. Çünkü diziler nedeni ile unutulmayacak isim Orhan Kemal ismi olmayacaktır, o dizinin başrolünü kimler oluyorsa (ve belki daha aşağıda-kiler ) olacaktır. Orhan Kemal’in öykü ve romanları halen kitapçı raflarında yer alıyor ve satılıyorsa, yani okunuyorsa, okurlarınca aranıyorsa, Orhan Kemal o zaman unutulmaz olur. Zaten unutulmaz arasındadır, diziler kitapların aranmasını arttırabilir ama bu dizinin yayını süresi ile ilgilidir. Kitapların aranması dizilerden bağımsız olarak sürüyorsa, unutulmazlık odur, -bir zamanlar okuru olarak, Orhan Kemal için, benim istediğim- kitapların bu şekilde aranmasıdır.

Sn. Öğütçü, Orhan Kemal klâsiklerinden yapılacak TV uyarlamalarında titiz davranacağını, senaryolarını “bir mânâ kaybına yer vermemek için” ‘ince eleyip sık dokuyacağını’ söylüyor ve (kendince) klâsiklerini belirtiyor, şimdilik bunlardan yapılan TV uyarlamaları yok ama Vukuat Var / Hanımın Çiftliği romanının önce filmde (N. Saydam) başrol oyuncusu için yapılan -öze ilişkin- değişiklikler beni hayli üzmüştü. [N. Saydam’ın 9. Hariciye Koğuşu (Peyami Safa) ve Asiye Nasıl Kurtulur (Vasıf Öngören) filmleri ile de aynı konuda sabıkası vardır.]

Romanın daha sonra yapılan TRT TV’si dizisi -izleyebildiğim kadarı ile- romana daha uygun çekilmişti, büyük bir ümitle izlemeye başladığım son TV dizisi ise bir yerden sonra çığırından çıktı… Vukuat Var, romanının sonunda ölen Kemal’in ölmemesi, romanlarda hiç olmayan Muzaffer Bey’in kız kardeşinin dizinin (romanların değil) önemli kahramanı olması… Seyretmedim ya, bu roman Orhan Kemal klâsiklerinden değildi, ya da Işık Öğütçü’nün gözünden kaçtı (nasıl kaçmaksa…) veyahut Orhan Kemal klâsikleri için titizlenmek bundan sonra çekilecek diziler için uygulanacak.

Orhan Kemal, edebiyatımızın moda olmaktan çıkmış, süreklilik kazanmış bir yazarıdır, gelecek kuşaklara kalacaktır ama romanlarından uyarlanacak TV dizileri ile değil, öykü ve romanları ile… Talipleri zaman içinde azalsa da, diziler nedeni ile meraklılarında görece bir artış olsa da, kitapçı raflarında öykü ve romanları daha hayli bir zaman yer almaya devam edecektir ve edebiyata ilgi duyan yeni kuşaklar, edebiyatımızın üç Kemal-leri (Yaşar Kemal – Orhan Kemal – Kemal Tahir) ile ilgileri derecesinde mutlaka tanışacak ve sonraki kuşaklara aktaracaklardır.

(12 Eylül 2012)

Orhan Ünser

Bambaşka Biri mi?

Şimdi gel de gör beni, bambaşka biri…
Topladım dağılan kalbimin her köşesini…
Ardından ağlayan o zavallı kız nerede şimdi?
Gel gör beni…
Türkçe adını kuvvetle muhtemel Ajda Pekkan’ın adeta kadınlar marşı haline gelmiş “Bambaşka Biri” adlı şarkısından alan veya esinlenen “Şimdi Gel de Gör Beni” ne yazık ki bu efsane şarkı kadar coşkulu ve ritmik değil ama olsun. Biz kadınlar seviyoruz böyle hikâyeleri…

Düğüne birkaç hafta kala sevgiliniz tarafından terk edildiniz. Üstelik o korkulan yaş yani 30 kapıda… Hayatınız altüst oldu. Peki şimdi n’apıcaz?

Konusunu bu çok klâsik modern ilişki tablosundan alan Lola Versus, düğün stresini kaldıramayan sevgilisi tarafından terk edilen kahramanımızın akabinde kelimenin tam anlamıyla sudan çıkmış balığa dönmesini konu alıyor. Ve tabii bu balık haliyle üst üste yaptığı hataları, adım adım dibe vuruşunu…

Başroldeki Greta Gerwig’in tüm sevimliliği ve sahiciliğine rağmen (Greta’nın canlandırdığı karakterle aynı yaşta olmasının etkisi de olsa gerek diye düşünüyorum) Lola Versus (ısrarla Lola Versus diyorum çünkü Şimdi Gel de Gör Beni ismine hiç ısınamadım, zira kızımız film boyunca hiç de ‘şimdi gel de gör beni’lik bir boyuta geçmiyor) akıp gitmiyor film.

İnsan ne olursa olsun filmden bir son dakika golü, bir ters köşe, bir mesaj… Bir şey bekliyor işte. Yani oturup 1,5 saatinizi ayırdığınız bir film öyle anlamsızca, işte hayat devam ediyor gibi ucu bucağı açık, hiçbir şey olmamış bir vaziyette bitmesi sizde de bir tatminsizlik yaratıyor.

Bir de söylemeden geçemeyeceğim bu tarz filmlerde Fransızlar bu işe gerçekten çok daha iyi yapıyorlar. En azından daha sağlam, ayakları yere basan hikâyeler ve şaşırtan, sürprizli sonlar koyuyorlar finallerine.

Sonuç olarak Lola Versus, eğlenceli ve tatlı bir film olabilecekken sıkıcı ve bayağı olmaktan kurtaramıyor kendini. Sinemada izlemenizi çok tavsiye edemem açıkçası ama ev sineması için bir şans verebilirsiniz. Finali de filmin başlangıç sözleriyle bitirelim ve size de filme dair bir ipucu olsun:

Utanıyorum ama kocaman bir astroloji kitabım var ve diyor ki 29. doğum günümde saturn doğduğum eve dönüyor ve hayatım altüst oluyor. Saturn her şeyi yüzeye çıkaracakmış ve bende evrim geçirecekmişim. Hayat olarak yani. Biliyorum bu değişebilir ama ya değişmesin istiyorsam? Ya hayatımı böyle seviyorsam?

(08 Eylül 2012)

Gizem Ertürk

İyi Olan Kazansın

Ben, şahsen, bizzat, kendim, maddi ve manevi kazancımı düşünen bir profesyonel festival düzenleyicisi olsam, alırım elimin altına daha önce organizasyonunu üstlendiğim festival dosyalarını, gider önümdeki zaman diliminde yapılması muhtemel ne kadar festival varsa kapılarını çalarım. Efendim derim, bendeniz bu, şu, o, filân, falan festivalleri düzenledim, sizin festivalinizin organizasyonuna, düzenlenmesine, koordine edilmesine vs. talibim derim. Ola ki o festival “iş”i bana vermedi, bu sefer giderim ona rakip olabilecek başka bir festivalin yönetimine onlara teklifte bulunurum. Organizeyi kaptığım zaman başlarım festivale iştirak etmesi olası kuruluşları ziyarete. Kapalı kapılar önünde olsun, kapalı kapılar arkasında olsun toplantılar yaparım, vaatlerde bulunurum, biz şöyle yapacağız, biz böyle yapacağız, o festivale fark atacağız vs. vs. Ondan sonra dönerim medyaya göndereceğim haberlere, başlarım diğer festivalle aramızda rekabet varmış gibi davranmaya, ortalığı bir güzel karıştırırım. Onlarda dayanamazlar, istemeden de olsa rekabetin diğer tarafı gibi demeçler vs. verirler. Medyada başlar her iki festivali artı ve eksileriyle yarıştırmaya. Hatta o kadar ki alemde festivalin birisini metheden ve öne çıkarmaya çalışan medya mensupları hakkında “Acaba festivalden para mı aldı” şeklinde şayialar bile dolaşmaya başlar. Velhasıl bu yazdıklarım bir faraziye olduğundan gerçekle bir âlâkası yoktur, zaten başlarken de “Ben olsam…” diye sallamıştım.

Bulunduğumuz günlerden benzer bir olay Adana Altın Koza Film Festivali ile Antalya Altın Portakal Film Festivali arasında yaşanıyor. Bu yıl birbirleriyle rekabet ediyor gibi yansıtılmasından şahsen bir sinemasever olarak fevkâlâde rahatsız oluyorum. Adana Altın Koza Film Festivali, her ne kadar ara verip bir müddet sinemaya uzak kalsa da iki festival ülkemizin en köklü festivalleri. Yurtdışında herhangi bir yerde herhangi bir sohbette sinemacılık ve filmcilik konuşurken Türkiye’de Antalya Altın Portakal Film Festivali adındaki festivalin 49 yıldır kesintisiz düzenlendiğinden bahsedilse yabancılar durup düşünür, inan olsun gözlerinde ülkemizin değeri daha da yükselir. Yarım asırdır festival düzenlemek öyle herkesin başarabileceği bir iş olmasa gerektir. Doğrusu her iki festivalin rekabet bir yana, birbirine destek olması ve omuz vermesidir. Hatta dün gibi hatırlıyorum, Adana Altın Koza Film Festivali’nin yeniden düzenlenmeye başlandığı 2005 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali kortej düzenlemesi için Adana’ya kendi kortej jiplerini göndermişti. Adana Altın Koza Film Festivali de birkaç sene sonra Antalya’ya yardım edebilir. Baksanıza Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın’ın açıklamalarına göre, sağolsun iki gözümüzün nuru, başımızın tacı, bugünkü iktidarımızın sahibi parti Antalya Büyükşehir Belediyesi’ni rakip partiye kaptırdıktan sonra her geçen yıl festival desteğini düşürdükçe düşürüyormuş.

Hayatın İçinden 1

Mustafa Sarıgül, asfalt döşeli Şişli sokaklarını yenilemeyi sürdürüyor. Yol kısmındaki asfaltlar sökülüp küçük kare taşlarla desenli bir şekilde döşendi. İlk günlerde taş döşeli sokağımızda yürümek zevkliydi, ancak günler geçtikçe bizim taş döşeli sokağımız oldu mu sana “izmaritli taş döşeli sokak”. Çünkü sokağa atılan izmaritler taşların arasında kalıyor, yağmur yağsa bile bazıları yerinde sabit kalıyor. Sokağa çıktığımda, yollara sigara izmariti atan vatandaşlara giydiriyorum, saydırıyorum, aklıma ne gelirse söylüyorum. O nedenle sokağa sigara izmariti atmak yasaklanmalı diyorum. Şişli sokaklarının yenilenmesinde rahatsız olduğum bir durum ise kaldırımların çakma kaldırım olarak yapılması. Daha önceki kaldırımlar parke taş döşeliydi. Yenilendikten sonra komple beton döktüler, baskı kalıpla parke taş görüntüsü verdiler. Bir müddet sonra yol tarafındaki tuğla görünümlerini kırmızı boya ile boyadılar. Beyoğlu ilçesinde Cihangir civarında da rastladığım bu kaldırımlara “çakma kaldırım” adını vermiş oldum.

Hayatın İçinden 2

İnsan hakları, hayvan hakları, kadın hakları, vs. hakları gibi doğa hakları, ağaç hakları, hatta yol hakları, duvar hakları, vs.de olmalı. Beyoğlu’nda film seyrinden, geziden, vs. gelirken iş yerimin olduğu binaya Sıraselviler Caddesi’nden Kazancı yokuşuna girerek ulaşırım. Az aşağıda Kazancı Ali Ağa Camii vardır. Caminin karşısında, içinde eski Maksim Gazinosu’nun olduğu büyük otoparkta şu sıralarda devasa bir hafriyat sürüyor. Edindiğim bilgiye göre buraya da AVM yapılacakmış. Geçen gün durdum caminin yanında, şöyle bir baktım. Yörede korkunç bir çıplaklık var. Hafriyat başladığında otoparkın kenarındaki oldukça büyük ağaçlar duruyordu. İstanbul dışında olduğum 15-20 gün içinde hafriyat sürerken o güzelim ağaçları kesmişler, yöre tabiri caizse çöle dönmüş. Araziyi AVM yapmak için satın alan vatandaş büyük ihtimalle 1-2 yıldır kâğıt üzerinde orasının sahibi görünüyordur. Oysa gerçek sahibi ağaçlar, ben diyeyim 40 senedir, sen diyesin 50 senedir oradaydılar. Keza bakıyorsun senelerce geçtiğin yolun kenarındaki duvarı bir gün geliyor, yıkıveriyorlar. Hâlbuki o yolun kenarının sahibi o duvardır. O nedenle acilen “ağaç hakları”, “doğa hakları”, “dağ hakları”, “ova hakları” vs. düzene kavuşturulmalı. Taksim’in yayalaştırılması çalışmalarına başlanmış, yarın öbür gün Cumhuriyet Caddesi’nin ve Gümüşsuyu Caddesi’nin Taksim’e kavuştuğu bölümlerin orta kısımlarındaki güzelim ağaçları da keserler. Dilerim ağaçları kestiğiniz hızarların sesleri ömür boyu kulaklarınızdan silinmez.

(07 Eylül 2012)

Sadi Çilingir

Gizemli Evin Gizemli Katili

Ruh (The Pact)
Yönetmen-Senaryo: Nicholas McCarthy
Müzik: Ronen Landa
Görüntü: Bridger Nielson
Oyuncular: Caity Lotz (Annie), Agnes Bruckner (Nicole), Casper van Dien (Bill), Mark Steger (Charles), Haley Hudson (Stevie), Kathleen Rose Perkins (Liz), Sam Ball (Giles), Anjini Taneja Azhar (Hintli Çocuk), Bo Barrett (Jesse), Dakota Bright (Eva)
Yapım: Preferred Content (2011)

“Ruh” korku filmiyle sinemaya giriş yapan Amerikalı yönetmen Nicholas McCarthy, bu ilk filminde zaman zaman seyircisini tedirginlik içerisinde bırakıyor. Özellikle ev, gizemi ve kasvetiyle bu tedirginliği çoğaltıyor.

Film, Los Angeles’a bağlı güneyindeki liman şehri San Pedro’da geçiyor. Sinemaseverler bu psişik korku filmini seyrederken hikâyede mantık hataları bulabilirler. Onca cinayet işlemiş “Judas Seri Katili”nin yıllarca br evin bodrumunda yaşaması, bir dolu cinayet işlemesi ve buna benzer şeyler aklınıza takılabiliyor. ABD’de şeriflik kurumu önde olduğu için küçük şehirlerin polisleri onlar. Onlar da seçimle göreve geliyor. Filmde FBI ajanları pek ortalarda görünmüyor. Suçlar işleniyor. Filmde mantıksız olarak gördüğünüz bu durumlar, Nicholas McCarhy’nin yazıp yönettiği 2011 yapımı “The Pact-Ruh”, bu yılki Sundance Film Festivali’nde galasını yapmış ve olumlu eleştiriler almış ve kimse de hikâyede mantıksız bir şey bulmamıştı. ABD bizlerden uzak ve yapıları çok farklı.

Cehenneme yeniden dönüş…

Nicole ve Annie’nin anneleri ölmüş. Nicole, San Pedro’daki cenaze işlemlerini yapmak için gelmiş. Kız kardeşi Annie’yi şehre çağırıyor. Sonra bilgisayarından kuzini Liz’i arıyor ve küçük kızı Eva’yla konuştuktan sonra gizemli bir şey ortaya çıkıyor ve Nicole kayboluyor. Annie ertesi gün acılar çektiği San Pedro’daki eve dönüyor ve kız kardeşini bulamıyor. Motosikletli asi ruhlu Annie, yeğen Eva’yla Liz’i eve çağırıyor ve ardından gizemli şey Liz’i de ortadan kaldırıyor. Bundan sonra her şey daha gizemli ve korku yüklü gelişiyor filmde. Eva’nın bakımını polis üstlenirken, Annie polis memuru Bill Creek’i ikna ediyor ve evdeki tuhaf şeyler daha da artıyor. Annie, psişik olayları anlamlandıran eski okul arkadaşı Stevie’nin yardımıyla ve kendisinin zekâsıyla gizemli şeye, “Judas Seri Katili”ne biraz daha yaklaşıyor. Annie, otoriter annesinden ölmüş olsa da hâlâ korkuyor. Evde sigara içtiğinde annesinin her an bir yerlerden çıkacağını sanıyor. Çocukluğunun ve ilk gençliğinin travmasını yaşıyor Annie. Bu da filmin gerlimini daha da çoğaltıyor. Filmin son bölümleri sürprizli ve zaman zaman insanı irkiltiyor. Filmin bazı anlarının da kanlı olduğunu belirtmeliyiz. Yönetmen, bulutlar altındaki kasabayı gerçekten kasvetli yansıtmış. Bu evdeki kasvete de yansıyor. Bu ev tam anlamıyla gizem yüklü bir labirent gibi. Sanki bir oyuncu gibi. Perdede görünce daha bir anlaşılıyor bu. Yönetmen, filminin genelinde dar açılar kullanmış ve seyircilerine sıkıştırılmışlık duygusu verebilmiş bu hayaletli filminde. Filmin müzikleri de iyi. Yönetmen McCarthy, bu uzun filmini çekmeden aynı adla kısa filmini çekmiş önce.

(07 Eylül 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Moskova’da Sıradan Birkaç Gün

Elena
Yönetmen: Andrey Zvyagintsev
Senaryo: Oleg Negin-Andrey Zvyagintsev
Müzik: Philip Glass
Görüntü: Mikhail Krichman
Oyuncular: Nadezhda Markina (Elena), Andrey Smirnov (Vladimir), Aleksey Rozin (Sergey), Elena Lyadova (Katya)
Yapım: Non-Stop Productions (2011)

Rus sinemasının önemli yönetmenlerinden Andrey Zvyagintsev’in “Elena” filmi, suçu farklı bir dille anlatıyor ve yargıyı da seyircilerine bırakıyor. Dingin anlatımlı bu filmde Moskova’nın ruhuna da giriyorsunuz.

Film, ağaçların ardındaki lüks evin penceresini göstererek açılıyor. Yaşlı ağacın yanında genç ağaçlar ve fidanlar da boy vermiş. Yaşlı ağacın dalında bir karga konmuş ve çığlık atıyor. Bir zaman sonra bir karga daha geliyor ve genç ağacın dalına konuyor. Kamera, düzenli, temiz, sessiz zengin evinin içinden anlar gösteriyor. Ağaçlar, hikâyenin derinliğine güçlü simgeler gönderiyor filmde. Kargaların varlığı da insanın içine şüpheler düşüyor. Elena Anatolievna, sabahleyin tek başına yattığı yatağından uyanıyor ve kahvaltı hazırlıyor. Sonra da yaşlı Vladimir’i uyandırıyor. Vladimir’le Elena on yıl kadar önce hastanede tanışmışlar. Vlademir, hastaneye apandist için yatmış o zamanlar. Önce evdeki hemşiresi, son iki yılda da karısı olmuş Elena. Yaşlı ve zengin bir adam Vladimir, eli sıkı biri de. Kızı Katya’yı “hedonist” diye suçlasa da hep yanında olmasını istemiş. Elena, işsiz oğlu Sergey’in ailesine destek olmak için emekli maaşını onlara verirken bir sorun daha çıkıyor. Torunu Sacha, eğer üniversiteye giremezse askere gidecek. Üniversite için de paraya acil paraya ihtiyaç var. Vladimir, parayı vermemek için sürekli erteliyor. Sergey ve ailesi, Moskova’nın güneyinin en ucundaki Vostochnoye’deki Biryulvoyo mahallesinde yaşıyor. Moskova’nın havası en temiz yer dense de Andrey Zvyagintsev’in 2011 yapımı “Elena” filminde daha kasvetli görünüyor buraları. Nükleer santralin yanında Sovyetler’i çağrıştıran çok katlı apartman blokları da bu mahalleyi banliyöye çevirmiş. İşsiz gençlerin oluşturduğu çeteler var bir de. Muhtemel de potansiyel ırkçılar.

Beklenmedik suçlar…

1964 Sibirya doğumlu Andrey Zvyagintsev, Aleksandr Sokurov gibi Rus sinemasının yaşayan önemli yönetmenlerinden. Yönetmenin ilk filmi 2003 yapımı “Vozvrashchenie-Dönüş” filminde seyircilerinin zihnini tam anlamıyla karıştırmıştı. Perdede görülenler gerçek miydi, yoksa Ivan’ın (Vanya’nın) zihninden yansıyanlar mıydı, diye şüpheye düşüyordunuz. 2007 yapımı “Izgnanie-Sürgün” filminde de şüphenin trajedisini anlattı. Zvyagintsev, gördüğümüz üç filminde de suça giden durumları usulca anlattı. Bu üç filmde de seyircinin suçlar karşısında bir yargısı oluşuyor. “Elena”, yönetmenin üçüncü filmi. Bu üç filmin de ortak noktası, filmlerin beklenmedik bir anda suç filmine dönüşmeleri. Zvyagintsev filmlerini bir defa görünce küçük ayrıntılar gözünüzden kaçabiliyor. Tıpkı Tarkovski ve Sokurov filmlerinde olduğu gibi. Zvyagintsev, filmlerinde Tarkovski ruhunu yaşatan yönetmenlerden. Yönetmenin ilk iki filmindenen en belirgin farkı, “Elena” filminde sınıfsal farklar daha bir öne çıkmış. Perdeye bu çatışma yansıyor. Zenginlerin vereceği çok nasihat varken, yoksulların da acil paraya ihtiyacı var. Dünyanın her yerinde bu böyle. Elena, sessiz ve güvenlikli evden sokağa çıktığında hayatın sesleri ve kaosu da yansımaya başlıyor perdeye. Gri bulutların altındaki Moskova’da oğlunun yanına gidebilmek için banliyö treniyle de uzun bir yolculuk yapıyor Elena. Oğlunun evi her işsiz erkeğin evi gibi. Bilgisayar oyunlarına kendini bırakmış torun Sacha, hep içen oğul Sergey. Gelinse tutumlu haliyle tencerenin kaynamasını sağlıyor. Evin en küçük ferdi de bir bebek. O, umudu çağrıştırıyor.

Chabrol ruhu var…

64. Cannes Film Festivali’nde “Belirli Bir Bakış” bölümünde “Jüri Özel Ödülü”nü kazanan “Elena” filminde Zvyagintsev, Moskova’daki sıradan birkaç günü sakin sinemaskop fotoğraflarıyla izliyor. Yargıyı seyircilerine bırakırken. Yönetmen, karakterlerini önyargısız yansıtmış. Yüksek sesle olmasa da işsizlik konusunda hükümete eleştiriler de getiriyor yönetmen. Ama Sergey’in uyuşmuş rehavetliği de var. Elena’nın istediği para Vlademir için o kadar önemli olmasa da o parayı vermiyor. Zenginler, genelin bilmediği hesaplar yapar çünkü. İşte bu Vlademir kalp krizi geçirdiğinde her şey tersine dönmeye başlıyor. Ölümün yakınlarda dolaştığını hisseden yaşlı Vlademir vasiyetini Elena’ya fısıldıyor. Yani Elena bu koca servetten bir şey koklatmak istemiyor. Vlademir, daima kendinden uzak durmuş kızı Katya’ya her şeyini bırakmayı düşünmüş. Bu vasiyeti kâğıda dökemeden Elena beklenmedik bir anda Vlademir’in trajedisini hazırlıyor. Filmin final bölümü hatıralarda kalacak gibi. Çünkü bu bölümler özel. Sinema tarihinde de cezalandırılmamış suçlar anlatılmıştı. En önemli filmlerden biriyse, Fritz Lang ustanın 1945 yapımı siyah-beyaz “Scarlet Street-Kırmızı Fener” kara filmiydi. Sizce Elena masum muydu, yoksa suçlu vahşi kapitalizm miydi? Final bölümünde zihniniz sancılanabilir. Sınıfsal farklılıkların altının çizilmesi ve beklenmedik anda işlenen suçlar düşünüldüğünde Claude Chabrol ustanın filmleri de akla gelebilir. Chabrol usta 2010 yılında vefat etmişti ve geride kalanlara da müthiş mirasını bırakmıştı. “Elena” filminin son sahnesi de başladığı gibi bitiyor. Öncesinde Elena’nın ailesinin mutlu fotoğrafını göstererek. Fonda da Amerikalı Yahudi besteci Philip Glass’ın kafanızın içinde usulca dolaşan ve zaman zaman tedirgin eden müzikleri de unutulmamalı.

(07 Eylül 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Che, Devrimlerin Yolunda

Commandante Che’nin anı kitabından uyarlanan iki bölümlü bu film bir klâsik. “Che 1: Arjantin” bölümü Küba devrimini, “Che 2: Gerilla” bölümüyse Che’nin Bolivya’daki trajedisini anlatıyor. Che’yle özdeşleşen Benicio del Toro, bu filmdeki performansıyla 2008’de Cannes’da “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı. Vizyona çıkmayan bu iki bölümlü filmin şimdi DVD’si çıktı.

Film, Küba haritası üzerine açılıyor. Kuşatılan şehirler çoğalıyor ve harita kızıla boyanıyor. Che, Birleşmiş Milletler’de konuşma yapmak için New York’ta. Gazeteci Lisa Howard’a mülâkat veren Che, 1955 yılına gidiyor. New Mexico’da Fidel Castro’nun adını ilk defa duyuyor Che. Devrimlerin prensipler üzerine oturtulmasını savununan Che, bir grup arkadaşıyla 26 Temmuz Hareketi’ne katılmak için Karayipler’deki Küba’ya doğru küçük bir tekneyle yola çıkıyor. Devrime inanan gerillalarla Batista ordusuna savaşın içinde yer alan Che, yoksul halkın sağlığıyla da ilgileniyor. Halk, devrimi destekliyor. Gerillaları coşkuyla karşılıyor. Yönetmen Steven Soderbergh, bir adım geride, sakince devrimi gözlese de bir yerden sonra sol ruhu perdeyi kuşatıyor. Ernesto “Che” Guevara’nın “Reminiscences of the Cuban Revolutionary War” (Küba Devrim Savaşını Hatırlama) adlı anı kitabından yola çıkılarak senaryosunu Peter Buchman’ın yazdığı “Che Part One: The Argentine-Che 1: Arjantin”, Küba Devrimi’ni ayrıntılarıyla sinemaskop olarak perdeye yansıtan bir film. Bu bölümün adında geçen “Arjantin” anması Che’nin Arjantinli olmasından. Commandante Che, Küba Devrimi’ne Meksika’dan katılıyor. Fidel Castro, tam bir asker. Sevk ve idaresi, savaş plânları ve gerillalarını yönlendirişiyle bu hemen fark ediliyor. O, gerçekçi biri. Ya Che? Birazcık romantizmi öne çıksa da, yoksul, hasta ve eğitimsiz halkı düşünüyor hep. Bulabildiği her fırsatta halka sağlık götürmeye çabalıyor. Comamandante Che de elbette elinde tüfeğiyle orduya karşı çarpışıyor. Ama, doktorluğunu unutmuyor hiç. Bir de Commandante Che’nin astım hastalığı var. Bu hastalık hayatını etkiliyor onun. Commandante Che, Küba’nın ormanlarında savaş sürerken, Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanından bölümleri de iç sesiyle anlatıyor seyirciye.

Yaratıcı yönetmen…

Yönetmen Soderbergh, bu filmin kameramanı. Soderbergh, kameramanlığını da üstlendiği filmlerinde Peter Andrews adını kullanıyor hep. Bu filmdeki kamera alabildiğine sakin ve her şeyi geniş açılı objektifleriyle görmek istiyor. Gerilla savaşını, seyircisini atmosferin içine alarak yaşatıyor yönetmen. Soderbergh, yaratıcı bir yönetmen. 1963 yılında Georgia-Atlanta’da doğan Soderbergh’in 1989 yapımı “Sex, Lies, and Videotape-Seks Yalanları”nı görünce bir yaratıcı yönetmenle karşılaştığımızı fark ettik mi? 1991 yapımı siyah-beyaz ve renkli “Kafka” filmi onun üzerinde durmamız gereken bir yönetmen olduğunu hissettirmişti. Soderbergh, kurguculuktan gelen ve kamerayı iyi bilen bir yönetmen. Filmlerinde görsellik çoğunlukla çarpıcıdır. Yönetmenin bu “Che” filmleri de sinema açısından özel yapıtlar olabilir. Soderbergh’in bu filminin, Oliver Stone’un 1986 yapımı “Salvador” filmiyle ruhu buluşuyor sanki. Belki atmosferden dolayı olabilir bu. Yönetmenin, 2006 yapımı siyah-beyaz “The Good German-İyi Alman” filminde, Michael Curtiz’in 1942 yapımı “Casablanca-Kazablanka” filminin ruhunu hissetmiştik. Soderbergh, bu filminde siyah-beyaz belgesel görüntülerden de yararlanmış. Bu da filme farklı bir tat veriyor. Soderbergh, Commandante Che üzerine bu filminde şimdiki zamanı siyah-beyaz, Küba’daki gerilla savaşını da renkli yansıtıyor. Che’yle gerçekten özdeşleşen Benicio del Toro, bu filmdeki performansıyla 2008’de 61. Cannes Film Festivali’nde Sean Penn’in jüri başkanlığında “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü aldı. Filmin müzikleri de İspanyol Alberto Iglesias’a ait. Bu önemli besteciyi büyük yönetmenlerden Pedro Almodovar’ın filmlerine yazdığı müziklerden hatırlayabilirsiniz. Alberto Inglesias, Soderbergh’in filminde yerel tınıları hissettiren müzikler yapmış. Bu filmdeki en kanlı anlarsa, Santa Clara’da gerçekleşiyor. Havana’ya bir adım kalıyor Santa Clara’da. Kanlı çarpışmalara fazla karşı koyamayan ordu devrimcilere teslim oluyor ve gerillalar devrimi ilan etmek için Havana’ya doğru yola çıkıyorlar. Commandante Che, Havana’yı ilk defa görecek. Aslında o, Küba’da gördüğü her şeyi ilk defa görüyor.

“Che 2: Gerilla…”

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Terrence Malick, “Che” filmi üzerine çalıştı, senaryo geliştirdi. Ama, sonra bu proje Steven Soderbergh’e geçti. Soderbergh, uzun olan bu filmi ikiye böldü. Aslında iki filmi de iki farklı film gibi görebilirsiniz. İlk film, Küba Devrimi’ni anlatırken, ikinci filmse Che’nin Bolivya’da devrim yapma düşlerini ve trajedisini perdeye yansıtıyor. Binbaşı Che, Küba’nın Ziraat Yılı’nda tüm görevlerini geride bırakıp ortadan kayboluyor. Geride Fildel’e bir mektup bırakan Che, tipini değiştirerek kolayca Bolivya’ya giriyor. Sonra da Bolivyalı direnişçilere katılıyor. Savaşı ve silâhları bilmeyen Bolivyalı gerillalara savaşı ve silâhları öğretiyor Commandante Che. Ama, bu devrimi Bolivya Komünist Partisi desteklemiyor. Finansal zorluklar da yaşanmaya başlıyor. Eğitim sürerken, Commandante Che Bolivya’nın yerli halkına şefkat gösteriyor, çocukları tedavi ediyor. Hiçbir köylüden parasını ödemeden bir yumurta bile almıyor Commandante Che. Halk öyle yoksul ki. Okuma-yazma da bilmiyorlar. Tıpkı Kübalılar gibi. Ama, Küba’da halk gerillalara tam destek verirken, Bolivyalı yerliler çekingen ve umutsuz. Commandante Che, gerillalara eğitim verirken, Bolivya’nın ordusu da klasik ordu savaş taktikleriyle değil, gerilla taktiğiyle Commandante Che’nin gerillalarıyla savaşıyorlar. Belki bu yüzden gerillalar sıkça askerlerce pusuya düşürüyorlar. Gerillaların dış dünyayla iletişimini Tania sağlıyor. Tania, yurtdışında ve içinde gerillalara destek ararken, zaman zaman da gerillarla beraber dağlarda askerlere karşı savaşıyor. Tania’nın gerçek adı da, Haydee Tamara Bunke Bider… Tania için, “Gerilla Tanya” kitabı Nadiye R. Çobanoğlu’nun çevirisiyle Yar Yayınları’ndan 2008’de çıkmıştı.

Unutulmaz trajik an…

Kübalı gerillalara göre daha isteksiz ve eğitime uyum sağlayamayan Bolivyalı gerillalarla savaş, ordunun da kurnazca taktiğiyle yenilgiye uğruyor. Yaralı ele geçirilen Commandante Che, hücresinde trajedisini bekliyor. Bu bölümdeki en trajik olan şeyse, Che’nin bir erle aralarında geçen konuşmaydı belki de. Commandante Che’ye tüfekle nişan alıp öldüren Bolivyalı erin gözündeki nefret bakışları insanı gerçekten irkiltiyordu. Commandante Che, 9 Ekim 1967 yılında infaz edilmişti. Yönetmen, infazı doğrudan göstermiyor. Her şeyi Commandante Che’nin gözünden yansıtıyor. Bu trajik sahnede yönetmen öznel kamera kullanmayı tercih etmiş. Bu yüzden belki de bu trajik an sinemada unutulmaz anlara karışıyor. Soderbergh, “Che Part Two: Guerilla-Che 2: Gerilla” filminde, ilk bölümden daha farklı bir estetik yaratmış. Kamerası ilk bölüme göre daha öfkeliydi yönetmenin. Yönetmen, bu ikinci bölümde yoğun olarak hafif el kamerası kullanmış ve görüntüler biraz daha sarsıntılı. Bolivya dağlarının Küba dağlarına göre daha az ağaçlıklı ve dik oluşu da filme değişik atmosfer veriyor. Son dönemlerde Che üzerine filmler ve belgeseller de çoğaldı. Brezilyalı yönetmen Walter Salles, 2004 yılında “Diarios de Motocicleta-Motosiklet Günlüğü” filminde Che’nin gençliğini anlatmıştı. Genç tıp öğrencisi Che, Latin Amerika’yı arkadaşıyla dolaşırken, yoksulluğu ve sömürülere tanıklık ediyordu. Salles, filmini Che’nin “Notas de Viaje” ve Che’nin en iyi arkadaşı Alberto Granado’nun “Con el Che por America Latina” kitaplarından yola çıkarak çekmişti. Yakın zamanlarda ülkemizde de gösterime giren 2008 yapımı “Chevolution-Chevrim” belgeselini Luis Lopez ve Trisha Ziff yönetmişlerdi. Soderbergh’in bu ikinci filminin senaryosunu, Che’nin “Bolivian Diary” (Bolivya Günlüğü) adlı günlüğünden Peter Buchman’la Benjamin A. van der Veen beraber yazmışlar. Che, ilk bölümdeki kadın gerilla Aleida’yla da evlenmiş. Bu ikinci bölümün başlarında fark ediliyor. Fonda duyulan müzikler de insana her duyguyu yaşatıyor bu filmde.

Che 1: Arjantin (Che Part One: The Argentine)
Che 2: Gerilla (Che Part Two: Guerilla)

Yönetmen: Steven Soderbergh
Eser: Ernesto “Che” Guevara
Senaryo: Peter Buchman-Benjamin A. van der Veen
Müzik: Alberto Iglesias
Görüntü: Peter Andrews
Kurgu: Pablo Zumarraga
Oyuncular: Benicio del Toro (Che), Carlos Bardem (Moises Guevara), Demian Bichir (Fidel Castro), Julia Ormond (Lisa Howard), Catalina Sandino Moreno (Aleida March), Rodrigo Santoro (Raul Castro), Joaquim de Almeida (Başkan Rene Barrientos), Catalina Sandino Moreno (Aleida March), Rodrigo Santoro (Raul Castro),
Franka Potente (Tania)
Yapım: Wild Bunch-Telecinco (2008)

(28 Ağustos 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bu Savaşın İzlerini Silmek Kolay Değil

Savaşın Çiçekleri (Jin líng shí san chai/The Flowers of War)
Yönetmen: Zhang Yimou
Roman: Geling Yan
Senaryo: Liu Heng
Müzik: Qigang Chen
Görüntü: Xiaoding Zhao
Oyuncular: Christian Bale (John), Ni Ni (Yu Mo), Xinyi Zhang (Shu), Tianyuan Huang (George Chen), Shigeo Kobayashi (Teğmen Kato), Xiting Han (Yi), Doudou Zhang (Ling), Dawei Tong (Binbaşı Li), Atsurô Watabe (Albay Hasegawa), Yangchunzi Yuan (Mosquito), Takashi Yamanaka (Teğmen Asakura)
Yapım: BNP-EDKO (2011)

Çin sinemasının önemli yönetmenlerinden Zhang Yimou’nun Çin-Japon savaşını anlattığı “Savaşın Çiçekleri”, sinemanın iyi filmleri arasına katılıyor. Filmde zaman zaman kendinizi savaşın içinde, hatta savaşın parçası olarak görebilirsiniz.

Nanjing, 1937 yılında Japonlar tarafından istilâ ediliyor. Bu istilâ Nanjing (Nanking) Katliamı olarak anılıyor. O dönemlerde Çin’in başkenti olan Nanjing’de, Japonlar tarafından katliamlar ve tecavüzler yapılıyor. Çin’in belleğinden hiç silinemeyecek bir trajedi bu. Şehir ağır bombardımanın altında sisler içinde. Amerikalı John Miller da orada. Japonca da anlayan John kilisede, Winchester katedralinde görevli olduğunu söylüyor. Japon askerleri hareket eden her şeye ateş ediyorlar, yaralıları süngülüyorlar. Japonlar, çoluk çocuk, kadın bakmadan yok edici makine gibiler. Filmin girişindeki atmosfer de çok çarpıcı. Çatışmaların ortasındaymış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Filmde bazı anların bir keskin nişancısının dürbününden yansıdığını belirtelim. Vahşet daha da ürpertici görünüyor sanki. Keskin nişancı, yalnız bir kovboy gibi ve enkazın içinde etrafı gözlemliyor sürekli.Tek sıra halindeki Japon askerlerinin vurulduğu bu bölümde kısa bir an için destansı bir görsellik perdeyi kuşatıyor. Çinlilerin, Japonların tanklarına karşı ağır silâhları yok ve halk öne sürülüyor. Japonlar da onları kolayca öldürüyor. İnsanlar katedrale sığınıyor. John, her şeyi fırsata çevirmiş ve para almadan hiçbir şeye dokunmak istemiyor. O bir serseri. İçkisiz ve parasız yapamıyor. Katedraldeki kamyon da insanlar için değerli. Onun tamirini de ancak John yapabilecek mi? Katedrale fahişeler de geliyor. Peder ortalarda olmadığı için katedralin sorumluluğu da rahip George Chen’de. John, İngilizce bilen Yu Mo’yla ilgilenmeye de başlıyor. Mo, gözde bir fahişe. Gaz lambalarının ve mumların aydınlattığı katedrale bu hem kasvet hem de sıcaklık veriyor. Mo, John’dan kendisini şehir dışına çıkarmasını istiyor. Çinli Binbaşı Li de, katedrale yaralı çocuk yaşta genç bir askeri, Pu Sheng’i getiriyor ve katedrale sığınmış çiçekleri görüyor. Çiçekler, genç askeri çok seviyorlar sonra.

İnsan ve umut…

Japon askerlerin katedrale baskınında korkuyu yaşıyorsunuz. Japon askerlerinin, kadınları gördüğünde tecavüzden başka bir şey düşünmediğini anlıyorsunuz. Japonların katedral baskınında devreye keskin nişancı giriyor ve askerleri avlıyor. Stilize ölüm de ona yakışıyor filmde. Perdede gerçek bir savaşın içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Şehir depremden çıkmış bir harabeler yeri. İnsanlar da mekânlar gibi yer yer enkaza dönüşmüş. Bu trajik filmde her türlü dram perdeden yansıyor. Zaman zaman melodram çizgisinde de olsa. Ama yine de insanın olduğu yerde olsa umut var. Elbette patlamaların ve şiddetin yoğun olduğu bu filmde az da olsa romantizm var. Mu, John’un gözlerine vuruluyor ve aşık oluyor. Filmin içinde dolaşırken hikâyenin ve insanların sıcaklığına dokunuyorsunuz. 1951 doğumlu Zhang Yimou, Çin sinemasının önemli ustalarından. 2002 yapımı “Ying xiong-Kahraman”, 2004 yapımı “Shi mian mai fu-Parlayan Hançerler”, 2006 yapımı “Man cheng jin dai huang jin jia-Altın Çiçeğin Laneti” filmleri sinemalarımıza gelmişti. Yönetmeni, Yeşilçam melodramlarını andıran 2000 yapımı “Xingfu shiguang-Mutlu Günler” filmiyle tanımıştık. Filmin ön jeneriğinde insanın kalbine işleyen acı bir müzik duyuluyor. Yimou, sinemanın gerçek estetisyenlerinden. Yönetmenin filmlerindeki görselliğiyle, resim ve fotoğraf sanatının üst noktalarına ulaşıyorsunuz. Sinema perdesinde bu görüntüleri seyretmeye de doyamıyorsunuz. Çince, Japonca ve İngilizce konuşan bu film Geling Yan’ın romanından uyarlanmış. Çinli kadın yazar Yan, sadece roman değil senaryolar da yazıyor. Yazarın, Choderlos de Laclos’nun aynı adlı romanından yazdığı senaryo “Dangerous Liaisons-Tehlikeli İlişkiler”, Güney Koreli yönetmen Jin-ho Hur tarafından beyazperdeye aktarıldı. Zhang Ziyi’nin başrolünde olduğu bu 2012 yapımı filmi de görmeyi umudediyoruz. Film, yazarın “Nanking’in 13 Çiçeği” romanından uyarlanmış. O çiçekler de katedrale sığınmış fahişeler. Filmin fonda duyulan müzikleri de muhteşem. Bu kaosun içinde insana dinginlik veriyor. 2011 yapımı “Jin líng shí san chai/The Flowers of War-Savaşın Çiçekleri” haftanın en iyilerinden.

(24 Ağustos 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Hollywood’un Aksiyoncuları Aynı Filmde

Cehennem Melekleri 2 (The Expendables 2)
Yönetmen: Simon West
Senaryo: Richard Wenk-Sylvester Stallone
Müzik: Brian Tyler
Görüntü: Shelly Johnson
Oyuncular: Sylvester Stallone (Barney), Arnold Schwarzenegger (Trench), Bruce Willis (Church), Jason Statham (Lee), Liam Hemsworth (Billy), Nan Yu (Maggie), Jean-Claude Van Damme (Jean Vilain), Chuck Norris (Booker), Jet Li (Yin Yang), Dolph Lundgren (Gunnar), Randy Couture (Toll), Randy Couture (Caesar)
Yapım: Lionsgate-Millennium (2012)

Bağımsız paralı askerlerin maceralarını anlatan “Cehennem Melekleri 2”, aksiyon filmlerinden hoşlananları bir hayli memnun edecek. Bu türün ünlü yönetmeni Simon West elinden geleni ardında bırakmıyor aksiyon sahnelerinde.

Nepal’de, Çinli işadamını kurtarmak isterken esir düşmüş Trench, işkencelerden geçerken Barney ve ekibi üsse baskın düzenliyorlar. Bu baskın ve hareket filmin derinliğinde neler olabileceği hakkında güvence veriyor aksiyon filmlerini sevenlere. Barney’nin ekibinde “bıçakçı” Lee, “bombacı” Gunner, uzun namlulu silâh uzmanı Ceaser, yıkım uzmanı Toll Road, Afganistan’daki savaşa katılmış genç Billy the Kid var. Dövüş uzmanı Uzakdoğulu Yin Yang son görevden sonra evine dönüyor. Görevden sonra ekip de evine, Amerika’ya dönüyor. Ama yeni görevler bitmez elbette. CIA’den Church, Barney’nin el koyduğu beş milyona karşılık yeni bir görev veriyor ona. Ekibe, Barney istemese de Maggie de katılıyor. Maggie dövüş uzmanı.

Arnavutluk taraflarında düşmüş uçaktaki gömülü plütonyumun yerini belirten harita var. Plütonyumun kötü ellere geçmeden kurtarılması gerekiyor. Uçağı kolayca bulan ekibi bir sürpriz de bekliyor. Kötü paralı askerler, liderleri Jean Vilain’le ortaya çıkıyor. Kutu içindeki haritayı alan Vilain, Billy the Kid’i yaralıyor ve ekibiyle uzaklaşıyor. Billy the Kid’in ölümü filmin melodramını da ağırlaştırıyor. Vilain, Bulgaristan’ın Devetashka Mağarası’nda gömülü plütonyumları arıyor. Bunu yaparken, köylüleri de köle gibi çalıştırıyor. Barney ve ekibi, soğuk savaş döneminde Sovyetler’in üs olarak kullandığı hayalet kasabaya geliyorlar önce. Bu hayalet kasaba tipik Amerikan şehirlerini andırıyor. Barlar, kafeler, hamburgerciler, eski zamanların otomobilleri ve birçok şey var. Sadece insan yok. Geceyi burada geçirdikten sonra Vilain’in adamları kasabayı sarıyorlar. Ama bir dost var. Booker ortalığı temizledikten sonra fonda Segio Leone’nin 1966 yapımı spagetti westerni “The God, The Bad and The Ugly-İyi, Kötü ve Çirkin” filminin tema müziği duyuluyor. Ennio Morricone’nin ne kadar büyük bir besteci olduğunu bir defa daha teslim ediyorsunuz. Ardından yine bol patlamalı aksiyon sahneleriyle iyiler kötüleri yeniyor ve plütonyum iyilerin elinde barışa hizmet ediyor.

Bu defa yönetmen farklı…

2010 yapımı “The Expendables-Cehennem Melekleri” filmini Sylvester Stalone bizzat yönetmişti. Devamı 2012 yapımı “The Expendables 2-Cehennem Melekleri 2” filminde bayrak aksiyon sinemasında kendine haklı bir şöhret edinmiş Simon West üstlenmiş. 1961 doğumlu İngiliz yönetmen West, 1997’de “Con Air” filmiyle sinemaya giriş yapmıştı. 1999’da “The General’s Daughter-Generalin Kızı” ve 2001’de “Lara Croft: Tomb Raider” filmografisindeki diğer önemli filmler. Devam filmindeki aksiyon sahnelerini seyrederken her şeyin hakkı verilmiş diyorsunuz. Gerçekten eğlendirici. İlk filmden Mickey Rourke ve Eric Roberts yok. Bu sefer Jean-Claude Van Damme ve Chuck Norris var. Stallone, senaryoyu bu defa Richard Wenk’le ortak yazmış. Kameramanı da değiştirmiş. Ünlü filmlerin gözü olmuş Pasadenalı kameraman, yönetmen Joe Johnston’ın 2001’de “Jurassic Park III”, 2004’te “Hidalgo”, 2010’da “The Wolfman-Kurt Adam”, 2011’de “Captain America: The First Avenger-İlk Yenilmez: Kaptan Amerika” filmlerinde çalıştı. Filmin görselliği ve aksiyonu birinci sınıf. Müzikleri de öyle. Hatta mizahı da. Stallone’un, geçmişte oynadığı gözde “Kobra” ve “Rambo” filmleri de kelimelerle de olsa yadediliyor. Espriler kahkaha attırıyor. Barney, emektar uçağından bile eski uçağa bakıp “Müzelik” dediğinde Trench’in “Biz de müzeliğiz” deyişi insanı güldürürken Hollywood’un eskisi gibi olmayacağını anlıyorsunuz. Yeni aksiyonlarda bilgisayarlar kuşatıyor perdeyi. “Cehennem Melekleri 2” filminde konvansiyonel olan öndeymiş gibi. Geçmiş zamanların patlamalı aksiyon filmlerini özleyenlere.

(17 Ağustos 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Lincoln’ün İstilacı Vampirlerle Savaşı

Vampir Avcısı: Abraham Lincoln (Abraham Lincoln: Vampire Hunter)
Yönetmen: Timur Bekmambetov
Senaryo: Seth Grahame-Smith
Müzik: Henry Jackman
Görüntü: Caleb Deschanel
Oyuncular: Benjamin Walker (Abraham), Dominic Cooper (Henry), Anthony Mackie (Will), Mary Elizabeth Winstead (Mary), Rufus Sewell (Adam), Marton Csokas (Barts), Jimmi Simpson (Joshua), Joseph Mawle (Thomas), Robin McLeavy (Nancy), Erin Wasson (Vadoma), John Rothman (Jefferson), Cameron M. Brown (Willie)
Yapım: Fox (2012)

Rus sineması içinde yetişen Kazak yönetmen Timur Bekmambetov’un üç boyutlu “Vampir Avcısı: Abraham Lincoln” filmi, Lincoln’ü çocukluk, gençlik ve başkanlık dönemlerini anlatıyor. İntikam dolu Lincoln, vampir avcısına dönüşüyor.

Film, 1818 yılında açılıyor. Gecenin derinliğinde vampir Jack Barts, Abraham’ın annesini uykusunda öldürürken, küçük çocuk bu ölüme tanık oluyor. Abraham, Barts’a karşı içindeki kinle büyüyor ve hukuk okumak için geldiği şehirde Joshua Speed’in dükkânında boğaz tokluğuna iş bulduktan sonra rıhtımda izini bulduğu Barts’ın gözüne tabancasıyla ateş ettikten sonra bayılan genç Abraham gözünü tanımadığı Henry Sturges’in malikanesinde gözünü açıyor. Henry bir vampir avcısı. Abraham’a yardım ediyor. Baltasının keskin tarafını gümüşleyen Abraham, Henry’nin vampir olduğunu söylediği insanları vahşice katletmeye başlıyor. Gecelerin kan revan olduğu şehirde hayatının kadını Mary Todd’la da karşılaşıyor Abraham. Bu aşk onun hayatının akışınıda değiştiriyor. İyi bir konuşmacı olan Abraham’ı politikacı olmaya teşvik eden Illinois Valisi’nin sözünü dinleyen Abraham, ileriki yıllarda ABD’nin geleceğini de şekillendirecek çok önemli bir başkanı da oluyor. Eski Mısır’da Firavunların piramitlerin inşasında binlerce Yahudiyi çalıştırdığına tanıklık etmiş vampirlerin başı Adam, kız kardeşi Vadoma ve vampir çetesiyle, iç savaş sırasında Güneylilerle beraber Kuzeylilere de savaş açıyor. Adam’ın amacı tüm Amerika’yı ele geçirmek. Konfederasyoncu Güneyliler, Başkan Lincoln’ün kölelik karşıtı söylemlerine öfke duyuyorlar. Lincoln, uğruna iç savaş olsa da Güneyle savaş giriyor ve kazanıyor.

Oscarlık film gibi…

Üç boyutlu perdede gördüğümüz 2012 yapımı “Abraham Lincoln: Vampire Hunter-Vampir Avcısı: Abraham Lincoln”, Oscarlık bir film gibi görünüyor. Filmin içerik ve biçim dili güçlü. Bazı anlarda, doğal olarak üç boyutun getirdiği estetik yönleri öne çıkartıyor film. Akademi, Rusya’dan gelip ABD’nin önemli bir politik bir figürünü anlatan Timur Bekmambetov’a Oscarları verebilecek mi? 1961 doğumlu Kazak yönetmen Bekmambetov, Rus sinemasında çektiği estetik aksiyonlarıyla Hollywood’u da büyüledi. Şimdi bu hayal fabrikasına hayal gücünü sunuyor. 2004’te “Nochnoy Dozor-Gece Nöbeti” ve 2006’da “Dnevnoy Dozor-Gündüz Nöbeti” estetik aksiyonlarından sonra Hollywood’da Angelina Jolie’yi oynattığı 2008 yapımı çizgi roman uyarlaması “Wanted” filmini çekmişti yönetmen. Bekmambetov, “Vampir Avcısı: Abraham Lincoln” fantastik korku filminde aksiyonu da kararınca kullanılmış. Filmde, fantastik taraflar olsa da ABD tarihinin en önemli dönemlerine gerçekçi bakış da getiriyor film. Çocukken gerçekten annesi ölüyor Abraham’ın. Hayatının de en büyük boşluğu annesinin yokluğu olabilir Abraham’ın. Filmde, bu boşluğu vampirleri avlayarak unutmaya çalışan Abraham, gerçeklikte kitaplara ve karısı Mary’ye sığınmıştır belki de. Beraberce ilk görüşte aşka düştüğü Mary karşısına çıkmasaydı Abraham kaybolabilirdi. Mary’nin aşkı ve desteği politikada yükselmesine neden oluyor Abraham’ın. O cesurca aldığı kararlarda da bu aşkın gücünü hissediyor. Abraham, Cumhuriyetçilerin ilk başkanı da oluyor.

Çarpıcı bir görsellik…

Vampirler, metaforik anlamda çoğu Güneyliyi de simgeliyor sanki. Köleliğin devam etmesini isteyenler bugünden bakışla kan içici vampir olabilirler. Çiftçinin oğlu Abraham, tek bildiği silâh baltasının ucunu gümüşleyerek geceleri vampir avlarken, gündüzleri de geleceğini kuruyor köleliğin ülkesi Amerika’da. Abraham’ın vampirlere savurduğu baltası kanları fışkırtıyor. Kafaları baltayla kopan vampirlerin kanları, üç boyutlu görüntüyle üzerinize sıçrayacakmış gibi oluyor. Estetik olarak da çarpıcı bu şiddet anları. O fışkıran kanlar, gerçeküstücü bir ressamın fırçasıyla tablosuna serptiği boyalar gibi sanki. Trendeki anlar da etkileyici. Yanan köprüye hızla yol alan trenin içindeymiş gibi de hissediyorsunuz. Abraham’la Mary’nin dükkânda karşılaşmaları da özel anlardan. Aşklar, zerafet ve kibarlığın buluştuğu anla başlıyordur belki de. Abraham’ın bu dünyadaki en iyi dostu da, çocukluk arkadaşı siyahi Will. Abraham’ın köleliğe ve ırkçılığa karşı savaşında bu dostluğun da payının olduğunu düşünüyorsunuz. Filmde, zihninizde kalacak unutulmaz fotoğraflar olacak. Üç boyutlu perdede yaşamak ve keşfetmek gerek. Film, Seth Grahame-Smith’in 2010’da yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanmış. Senaryoyu da Seth Grahame-Smith bizzat kendisi yazmış. 1982 doğumlu Amerikalı Benjamin Walker, gerçekten Lincoln’ün gençliğini ve orta yaşlılığını yüksek bir oyunculukla yaşatıyor. Filmde İngiliz Rufus Sewell da unutulmamalı. O, filmin vampir “kötü adamı” Adam’la insanın sinirlerini tam anlamıyla geriyor, tedirginlikler içinde bırakıyor.

(17 Ağustos 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com