İki yıldır Antalya ve Adana Film Festivali’ne gitmiyorum. Her yıl “sinema yazarı” olarak beni davet eden Festival komiteleri “sinema yazarı” olmadığıma karar vermiş! Festivallerin yapıları gereği gösterilecek ve yarıştırılacak filmleri seçen kurulları vardır. Bütün dünyada bu böyledir, bunda garipsenecek bir şey yok. Ama bu oluşumların her biri adeta belli isimlere angaje olmuş. On yıldan fazladır ulusal festivalleri takip eden biri olarak bunu görmem hiç de zor olmadı. Festivallerin “benim sinema yazarı olmadığıma karar vermesi,” geçen yıl Birgün Gazetesi’nde yazdığım, Festivaller ya da Kaşınmak Bazen Zihin Açar, adlı yazıdan sonra oldu. Yazıda film sayısının arttığını ve filmlerin niteliklerinin yükseldiğini söyledikten sonra, “Ancak sinemamızdaki bu gelişme, film festivallerimize yansımadı. Daha organize olmuş, sinemamızın gereklerini görerek kendini yenileyecek, kurumsallaşmaya doğru giden festival organizasyonları beklerken, festivallerde her yıl başka garipliklerle karşılaşıyoruz.” diye yazmışım.
Sonrasında herkesin festivalleri hedeflediğini ama pastanın ne kadar küçük olduğunun kimsenin farkına varmadığını yazmıştım. “Festivallerin politik havasından, organizasyonların cehaletinden yararlanmaya çalışan yapımcı ve yönetmenler ise aslında yazılı olmayan, ama artık hayata geçmesi gereken bazı inceliklerden bihaber(miş) gibi gözüküyor,” diye eklemişim.
Herkesin fısıldayarak söylediğini yine yüksek sesle söylemek gerekiyor; yapımcılar, yönetmenler festivalleri gelir kaynağı olarak görüyor. Yedi yıl öncesine kadar Adana, Antalya hatta İstanbul Film Festivali’nde yarıştıracak film bulunamazdı. Festivaller dört beş yönetmene angaje olmuştu. Şimdi öyle değil, öyle olmasını beklemekte işin doğasına aykırı. Biz sinemacılar, yazarlar festivallerde sana ödüller verildi, buna verilmedi, diye tartışacağımıza şu meşhur “pasta”nın nasıl büyütüleceğini, nasıl korunacağını tartışsak daha iyi olmaz mı?
Kurtlar Sofrası
Niçin festivaller gelir kapısı olarak görülüyor? Çünkü filmlerimizin gelir getireceği bütün enstürümanları kaybettik. Televizyonlara filmlerimizi satamıyoruz. Ya sulu komediler çekeceğiz ya salya sümük izleyici ağlatacağız ya da gidip Berlin’de, Cannes’da ödül alacağız. Televizyonlara bu kadar film üreten yönetmenler, yapımcılar varken niçin televizyonlar sinemaya destek vermiyor? Çünkü sinema örgütlerimizin bu konuda yaptırım gücü yok. Sinema sektöründe çalışan yönetmenlerin, görüntü yönetmenlerinin, senaristlerin, ışıkçıların ve bütün bir ekibi oluşturan öznelerin yıllardır o dizileri üretmelerinin hiç yaptırım gücü yok.
Bir diğer sorun ise, filmlerimizin CD ve DVD gelirlerinin yerlerde sürünmesi. Filmin DVD’si çıkar çıkmaz aynı gün bütün internet sitelerinde “beleşe” izlenebiliyor. Bunun engellenmesi için hiçbir yasal çalışma yok. “Var,” diyecek yetkililer. Yasa hazırlıyoruz, bilmem ne yapıyoruz! Kaç yıldır aynı terane. Korsan DVD’ler ise hâlâ tezgahlarda.
En önemli sorunlardan biri de sinema salonlarındaki tekelleşme. Yıllardır konuşuyoruz, yabancı filmlere kota konulmalı. Bunu belki on yıl önce talep etmemiz anlamsız görünebilirdi, “Hangi Türkiye yapımını göstereceğiz,” sorabilirlerdi salon sahipleri. Bugün artık böyle bir bahaneleri yok. Yeni yapımlara destek vermek, finansman sorunlarını çözmek için doğru bir zamandayız.
Türkiye’de birçok sektöre vergiden muafiyet, devlet desteği ya da sıfır faizli krediler açılırken sinemacılara “Avucunuzu yalayın,” deniliyor. Hatta bunun ötesinde hem üretim aşamasında hem de gösterim süreçlerinde yüksek vergiler uygulanıyor. Kültür Bakanlığı, “Sinema Genel Müdürlüğü vasıtasıyla destek oluyoruz ya sinema üretimine,” diyebilir. Ama hem verdikleri destek miktarı filmin üretimi için yeterli değil hem de sinemacıları borçlandırmaktan başka bir işe yaramıyor bu. Yabancı yapımcılara, “Gelin Türkiye’de film çekin, vergi almayacağız sizden,” diyen yetkililer, bu topraklarda yaşayan yönetmenlerin, yapımcıların çok parası olduğunu sanıyor. Bir filme harcanan paranın yüzde yirmisinden fazlası vergilere gidiyor. Oysa, milyonlarca dolar paranın döndüğü futbol sektöründe futbolculardan vergi almıyorlar.
Bir yılda çekilen 100 filmden 90’nın bütün getirisinin 70.000 liranın altında olduğunu söylersek Türkiye sinemasının televizyonlardan, korsan DVD’lerden, internet mecrasından ve vergilerden ne kadar büyük bir sermaye kaybettiğini daha iyi anlamış oluruz.
Sinema Yazarlarının Metal/Mental Yorgunluğu
Bunların film festivalleriyle ne ilgisi var diye soran var mı hâlâ? Festival adı üstünde festivaldir! Ödüller verilir alınır, ayrıca her jüri başlı başına bir özendir, jüriden bir kişi değişse sonuçlar değişebilir. Ama işte, sektöre dönmesi gereken paralar dönmeyince festivaller “Kurtlar Sofrası”na dönüyor. Yönetmenler, yapımcılar, sinema yazarları birbirini ısırıyor.
Son olarak sinema yazarları ve SİYAD’a dair yapılan eleştirilere değinmek istiyorum. Birçok sinema yazarının, ürettiği filmlerden dolayı sevdiği yönetmen vardır, bunda hiçbir acayiplik yok. Kötü film yaptığında yerin dibine sokarlar yönetmeni. Ancak, genel bir perspektiften bakınca, sinema yazarı arkadaşlarımın yüzüne söylediğim gerçeği burada dillendirmekte yarar var; “Birçok sinema yazarı arkadaşımızda metal/mental yorgunluk var.” Biraz nefeslenin! Daha çok okuyun, insanlarla haşır neşir olun. Sinemadaki ve diğer sanatlardaki gelişmelere dikkat kesilin. Bunları yapmıyorsunuz demiyorum, bunları biraz daha fazla yapın. En azından içinde bulunduğunuz derneğin yani SİYAD’ın nasıl bir çizgiye doğru çekildiğini görün. Telefon edecek kadar cesareti olmayan yönetim kurulunun, “e-mail” gönderilerek dernekten atılan arkaşlarınızın hesabını sorun. Eski bir SİYAD üyesi olarak kendi içinde böyle şeylere dikkat etmeyen bir derneğin üyelerinin festivallerdeki jüri üyeliklerinden, vereceği kararlardan kuşku duyarım.
(Bu yazı 11 Ekim 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)
(11 Ekim 2012)
Rıza Kıraç